22 Eylül 2010

Emre Zeytinoğlu - İktidarsızlığın İktidarı ve Sanat

.
.
.
.

İktidarsızlığın İktidarı ve Sanat
Emre Zeytinoğlu

Ayrıntı Yayınları, 2014 İstanbul


10
Özgürlüğü savunurken iktidar istemek, iktidar isteği ile özgürlüğü hedeflemek ya da özgürlük üzerine yapılanmış bir sanata talip olunduğunda, iktidarın güdümüne girmek.

15
Bugün sanattan söz etmek, aynı zamanda siyasetten ve onun felsefesinden de söz etmektir; böyle iddia edilmektedir. İddia buysa soru da şöyle biçimlenmektedir: Günümüzün güncel pratikleri içinde siyaset felsefesinin sanat ile ilişkisi nedir?

16
... sanat da özgürlük coşkusunu ateşler. İster estetik bağlamda ister salt pratik siyaset bağlamında hareket eden sanatın, her zaman "olması gereken" ile bir bağı olmuştur...
Siyaset felsefesinin ve onun etkisindeki sanatın çıkmazlarının doğduğu yer, buradaki diyalektiğin yok edilmesidir.

19
... zihinleri kuşatan bir metin dünyasının, sokağın pratiği ile aynı şey olmadığı... Zihinsel dünyanın, sokağın pratiği ile "aynı" olduğuna inanmak bir romantizmdir.

20
... Marx'ın "gelecek" tasarımı bir romantizm değildi. [Foucault: Romantizm, Marksizm ve diyalektik aynı topraktan yetişir...]. [Romantizm] "Olması gereken"in cazibesi yüzünden sokağın pratiğini görmezden gelmeyi yeğlememiş miydi? [romantizm'in anlamına ters bir durum değil mi sokağın pratiğini hesaba katmamak?], [
"Duygusal" dünyanın en esaslı olumlanmalarından biri Romantizmdir. ... “tarihin hangi büyük olayı, uzam ve zamandaki mesafesi ne olursa olsun, hangi devrim, hangi savaş, kimin acısı ya da mutluluğu aynı zamanda "benim kişisel sorunum" değildir ki” (Novalis). Bu Romantiğin tarih ve zamanı kendine maletme tarzıdır - "olay"ı kendi bireyselliğine, kendi "kişisel", "özel" dünyasına maletmesidir. Ulus Baker, Duygular Sosyolojisine Doğru, (Çeviren: Harun Abuşoğlu), Birikim Yayınları 2010 İstanbul, s.183]

21
Aydınlanma döneminin siyasi sistemi, kendisini sokak pratiğinin dışında kurmayı başardı.

Sonuçta, zihinsel dünya ile sokağın pratiği arasında, sanatın da önemli rolü sayesinde aldatıcı ve oldukça iyimser bir örtüşme ortaya çıktı. Şu var ki sanatın (ontolojisi gereği) sokağın pratiğine itibar etmeyen tavrı, o pratik gerçekliği ikincil ve "vulgar" bir algılama pozisyonuna itti. Sanatın bu ikincil ve "vulgar" dünyaya karşı ürettiği gerçeklik ise her zaman daha "üstün", bir o kadar da salt zihinsel dünyaya yönelik bir algılama çabasına yol açmaktaydı. ... Fiziksel dünya ile zihinsel dünyanın "birbirinden ayrılamayacağı" tezleri ise yalnızca metinlerde ya da sanat yapıtları üzerine geliştirilmiş kuramlarda kaldı: Sanat yapıtı ve onun kuramsal temelleri, "mevcut durum" ile "olması gereken"i özerk bir gerçeklik içinde örtüştürürken, fiziksel dünyanın "vulgar" gerçekliği ise sanatın dışında, kendisini ondan bağımsızca ve hızla üreterek sokağın pratiğini işgal etti. Böylece sanat da kendisini, kuramsal metinlerin denetimine ve yönlendirmesine bıraktı.

22
"Teori bütünleşmez, yalnızca çoğalır ve çoğalır. Doğası gereği bütünleştirmeleri yaratan iktidardır." (Gilles Deleuze, Issız Ada ve Diğer Metinler ve Söyleşiler, 2009, Bağlam)

Benjamin'in sorduğu "Sanatçıdan mı işçi yoksa işçiden mi sanatçı yaratmalı?" sorusu son derece anlamlıdır.

23
[... sanatın "olması gereken"e işaret ederken, yine küreselleşmenin iyimser tasarımı içinde kalması...] Demek ki ortaya yalnızca neoliberalizmin vaatleri ve onun serbest piyasa endeksli zihinsel dünyası çıkıyor. Ayrıca bu yeni zihinsel dünya, kendisini "eski" ideolojilerden ayırdıkça ve onları tahrif edici bir okuma yöntemi ile eleştirdikçe, meşruluk bağlamında büyük başarılar elde ediyor. Ama sokağın pratiği büyümekten ve kendisini neoliberal "olması gereken" planlamalarının dışında inşa etmekten asla vazgeçmiyor. Sanat ise "olması gereken"i ve sokağın pratiğini birleştiren ve böyle bir paradoksu hiç önemsemeyen tavrı ile kendisini meşrulaştırmayı göze alıyor; yani iyimser tasarımların zihinsel dünyasının, sokağın pratiği olduğunu savunarak romantikleşiyor.

Sanatın birincil sorunu estetiksizleşme, sermayenin kıskacından kurtulamama, teknoloji dünyasına (ve piyasasına) kayıtsız şartsız teslim olma ya da yaratıcılığını yitirerek kendisini güncel üretim-tüketim mekanizması dahilinde tekrarlama vb değildir; asıl sorun, yeni iktidar biçimleri ile karşılaştığında, onun karşısında sözünü tüketmesidir ("nutkunun tutulması"). Çünkü sanatın kendisini "olması gereken" halinde sunan (ki bunu "eski" tip merkezi bir iktidar biçimini reddederek yapıyor) [sokaktaki s.141] yeni iktidar olgusu hakkında söyleyecek hiçbir sözü olmadığı gibi, karşısında bir iktidar da yoktur; daha açık bir deyişle, sanat alışık olduğu bir iktidar biçimi ile karşılaşmamaktadır. Kısaca şu denilebilir: Sanatın yaptığı tuhaf bir şey varsa, o da sanatın 18-19-20. yüzyıllarda üzerinde taşıdığı paradoksu önemsememesidir; yani sokağın pratiği ile "olması gereken"in yapay biçimde birleşimini sağlayan sanattan, bu sorunu görmezden gelmek kaydıyla kurtulmasıdır. Bu kolaycılığın nedeni ise çok açıktır: Sanatın, görünürdeki makyaja rağmen içten içe ama hemen algılanabilir halde "eski" bir alışkanlığa bağlı kalması. O alışkanlık, sanatın ille de bir "olması gereken" peşinde koşmasıdır: Eski iktidar biçimlerine eleştiri getirmek talebi ile.

24
... sanatın bu siyasileşmesi "olması gereken"e bağlanıp kaldıkça, bir idealleştirme tavrını da yanında sürüklüyor.

Merkezi iktidar biçimlerini eleştiren bir sistemin, yeni bir iktidar organizasyonu icat etmemesi için hiçbir neden yoktur. ... sanatın yaptığı siyaset, eğer yine "olması gereken"ler ve idealler üzerine gelişiyorsa, yeni iktidarın eleştirilme, anlaşılma ve yeni "praksis" sürecinde çözümlenebilme olanağı elde edilemez.

Evet! Kitaplar iyidir... Ama tüm bunlar ve sanat giderek siyasileşse de sokağın pratiği başka bir yerden ilerlemeyi sürdürüyor; aynı eskisi gibi.

26
Üretim araçlarını elinde bulunduran bir sınıfın, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarına da sahip olması.

28
... işçi sınıfı homojenliğini yitirdikçe, sınıf genelinde refah ve bilinç farkı öne çıkıp, aynı zamanda da uygulamaya sokulan postfordist bir yapı doğrultusunda örgütlenmeler zayıfladıkça ve kapitalizmin de hareket alanı genişledikçe, bu pratiğe bağlı yorumlar yardımıyla Foucault'nun aydın eleştirileri önem kazanmaya başladı.

29
... Foucault eğitim pratiğine karşıydı; pedagojinin bir "hakikat rejimi" içerdiğini yazıyor ve o "hakikat rejimi"nin siyasi baskılar ile yaratıldığını savunuyordu.

30
18. yüzyıldan aldığı Aydınlanmacı güç ile "mevcut durum"u ve onun gerçeklik ile ilişkisini sorgulayan, tüm bunların yerine özerk bir gerçeklik alanından "olması gereken"i sunan, bunu yaparken de estetik bir bilince gereksinim duyan ve ütopyacı/idealize eden bir tavrı benimseyen sanatın, bu söz edilen koşullar karşısında bir boşluğa düşmesi zaten kaçınılmazdı.

31
... bugün ne eski ideolojilere ortodoks biçimde geri dönüş mümkündür ne onun birtakım simgelerini kullanmak işe yarayabilir ne de bunlar üzerine kurulmuş pedagojik projeler sanat ile ilişkilendirilebilir; burası kesindir.

Yine "sanatın sonu" gelmişti; ama sonu geldiği söylenen sanat, büyük anlamıyla sınıfsal çatışmalar üzerine kurulmuş, tüm gerilimini hegemonya ve karşı-hegemonya karşıtlığından kotaran pedagojik ortamın sanatıydı. ... 1935 yılında Londra Uluslararası Sanatçılar Birliği'nin düzenlediği "Devrimci Sanat" sempozyumunda yer alan Marksistlerin büyük çoğunluğu, sanatın devrimci olabilmesinin, onun yalnızca kendi gerçekliğine bağlı kalabilmesi ile mümkün olabileceğini, bunun tersi bir durumda, yani sanatın pratik ile doğrudan bağ kurması durumunda, onun "taşlaşmış" ya da "sabitlenmiş" bir zamana tutsak düşeceğini söylemişlerdi. ( Bkz. Herbert Read, "What is Revolutionary Art?", Art in Theory...)

Sanatçıların, 1990'lı yıllara yaklaşıldığında da bir kararsızlık, bir boşluk yaşadığı açıktır. 1990'lı yılların ortalarına doğru bu kararsızlığın ve boşluğun yerini hayli belirgin biçimde alan Foucault'cu bir eğilim, sanata, direnmenin ya da karşı-hegemonya / muhalefet biçimlerinin evrensellikten tekile doğru kaydığı bir söylem yükledi. (32) Karşı-hegemonya figürünün yerine geçen, yani sınıfsal-pedagojik işlev üstlenmiş olan "organik figür"ün terk ettiği alana, anlık ve değişken ya da "tutarsız" tepkiler veren bir figür çıkageldi ve onun yer aldığı sabit bir düzlem ya da ait olduğu bir taraf yoktu. ... Bu, sanat için "iyi" bir figürdü. "İyi" idi çünkü sanatçının önünde artık zaten saptayabileceği, tanımlayabileceği ve elindeki olanaklarla bir karşı-taarruza girişebileceği, sınıfsal temelde merkezi bir iktidar bulunmamaktaydı... İşte Foucault’nun dağılıp giden iktidar nesnesine rağmen, hâlâ küçük iktidar kırıntılarının varlığından söz etmesi ve bu kırıntıların da "eski" iktidar kadar güçlü olduğunu (üstelik o "eski" iktidarı besleyen ve bütünleyen şeylerin düpedüz bu dağınık kırıntılar olduğunu) iddia etmesi, siyaset felsefesinin de iktidar kavramına bakış açısını değiştiriyordu...

34
Foucault'nun İran Devrimi sırasında öngöremediği ve bu yüzden de susmak zorunda kaldığı bazı durumların varlığına tanıklık ederiz. Bunlardan birincisi, İran Devrimi'nin tekniklerini yeniden biçimlendirip kurumsallaştırdığı ve bunu da tam bir modern devlet yöntemiyle başardığıdır. İkincisi, Foucault'nun feminizm ile yaşadığı sorunlu ilişkinin açığa çıkışıdır. Burada en fazla eleştirilecek durum, İslâm yöneticilerinin, kadının erkek karşısındaki konumu üzerinden yaptıkları "aslında ayrı fakat aynı zamanda da eşit" gibi bir söylemi Foucault’nun hiç sorgulamamış, bunun pratiğe yansımasını bir kez bile izlememiş olmasıdır.

37
... karşı-hegemonyanın dışlanması, yanıltıcı bir özgürleşme duygusunun ortaya çıkmasına neden olacaktır.

... apaçık olan bir durum vardır. O da ... karşı-hegemonyanın ortadan kaldırılmış olmasıdır.

41
İnsanlık tarihi üzerine her tür bakış açısının hemfikir olduğu durum, bu tarihin bir zulüm süreci olduğudur. Thedor Adorno, "tarih" denilen şeyi son derece belirgin biçimde "felaketler fablı" olarak tanımlamıştı... [Walter Bejamin'in Tarih Üzerine Tezler'i ve elbette, Ulus Baker'in tarihi bir sorunun çıktığı yer olarak tanımlaması...]

42
[Zor kullanma insanın doğası ile ilgili bir durum mu?] ... bir üstünlük elde etmede ya da onu elde tutmada, insanın (çevresindeki diğer insanlara karşı) ilk başvuracağı doğal davranış biçimiydi.

"İlerleme"nin "ölüm düşüncesinin ruhlara sinme süreci" olduğunu vurgulayan pek çok yazar ... vardır. Örneğin Engels "Sanayi Devrimi'nin, devrim olma niteliğini 1830'da yitirdiğini" yazmıştı.

45
... "ilerleme" kavramının psikolojik açıdan tarihe "temiz" geçmesi... ... "felaketler fablı" olarak adlandırılan zulüm sürecinin, kutsal bir "ilerleme" tarihi halinde yazıldığına ve iktidarın dayattığı bir biçime dönüştüğüne dikkat etmeli.

46
"bellek silici"
Ф deneyimlerle sabittir
"unutturmayı"

47
Bugün hiçbir faşist, "ilerleme"nin kutsallığının peşinden gittiği için kendisinin faşist olduğunu kabul etmiyor ya da kendisini öyle hissetmiyor.

48
Benjamin, toplumların üretim biçimlerinin değişiklikleriyle karşılaştıkları zamanlarda, bunu, altyapıya oranla üstyapıya çok daha yavaş aktarabildiklerini vurgular. ... Benjamin'e göre o yeni üretim koşullarını en iyi kavrayan ve bu yönde koşulları ilk harekete geçiren şey de sanattır. ... "yeni" teknolojilerin üretim alanında, sanatın "önceki" tüm estetik kuramların dayanak noktalarını saf dışı bırakması.

49
Yüksek sanat hem iktidar hegemonyalarını hedef alan bir karşı-hegemonya oluşturuyordu hem de derin bir çelişki ile kendisini altyapıdan kopuk bir üst-ideolojinin nesnesi yerine koyuyordu; böylece altyapıdaki değişimler ile üstyapı arasında kurulabilecek bir ilişki elden kaçıyordu. Üstelik sanat, bir karşı-hegemonya işlevini görürken, dayandığı tek bir somut neden bulabiliyordu: Sanat piyasasından uzak durmak; 1947 yılında Adorno'nun tanımladığı "Kültür Endüstrisi"ne karşı koymak. ... Henüz 19. yüzyılın ortalarında Marx, özerklik niteliğine verdiği önem ile sanatın piyasa-dışı olması gerektiğine vurgu yapmış ama kapitalist koşullarda bunun başarılamayacağını yazmıştı.

50
Yüksek sanat yapıtının sanat piyasası ile giriştiği amansız mücadele her zaman sanat piyasası, dolayısıyla da kapitalist koşullar lehine sonuçlanmıştır. Fakat söz konusu mücadelede elde tutulabilecek tek şey, sanatçının özerk niteliğinin korunmasıydı ki bu da yüksek sanatı daha karmaşık bir tanıma taşımaktan başka bir işe yaramadı... Oysa o yapıt mekândan ayrıldıktan itibaren sanatçının görevi bitmekte, özerkliği ertelenmekte ve o sanatçının, kendi yapıtının nerelerde ve ne adına tüketildiğini denetleyebilmesi olanaksızlaşmaktaydı.

51
Bir yapıtın karşı-hegemonya işlevi yerine getirebilmesi, onun bir "sanat yapıtı" niteliğinde yaydığı hazzın hissedilebilme gücünden geçmekteydi ve bu yüzden yüksek sanat büyük ölçüde "eğitim" sonucu elde edilebilecek "ussal" yetilere bağlandı.

Sanat çoktandır mevcut toplumsal ve ekonomik koşulları yabancılaştırmaya tabi tutabilme ve kapitalist hazların dışında durabilme adına, eleştirel mekanizma olarak, "ussallık" taşıyordu ve bir üstyapı halinde çalışmaktaydı: Yüksek sanat...

52
[Adorno] "... biz nasıl ki devrimi gerçekleştirmek için proletaryaya muhtaçsak, o da bilgi için bize muhtaç..."

53
Adorno, ... sanatçı, aydın ve proletarya arasındaki sınırların kalkmasını asla onaylamıyordu. ... bu iki "ucun" birleşebilme hayali, bir romantizmdi.

Benjamin, ... Adorno'ya göre, proletaryaya "gereğinden fazla" güveniyor(du).

54
Oysa Benjamin tümüyle romantik sayılmazdı... Yüksek sanatın "ussallığı" sanatın karşı-hegemonyasını altyapıdan bağımsız biçimde, yalnızca üstyapıya havale ediyor ve iki "uç" arasındaki etkileşimi yok ediyordu. ... Teknolojik değişikliklerin üretimi etkilemesi, altyapıdaki kültürel ortamı değişikliğe uğratsa da bu durumun üstyapıya yansıması, sokağın pratiğinden uzak ve "tepeden inme" bir üst-ideoloji yüzünden yavaşlamak zorunda kalıyordu.

55
Adorno'nun o yüksek sanat "aşkını" yaratan ve buna dört elle sarılmasına neden olan düşüncenin kaynağı neydi? ... eğer yüksek sanatın iktidara karşı bir "malzeme" olduğunu iddia ediyor ve bu yüzden savunuyorsa, bu durumda sanatın faşizm ile ilişkisini nasıl açıklayacaktı? Burada Adorno'yu "elit" bir tavrın savunucusu olarak değerlendirmek ve proletaryayı kolayca dışladığını, en azından önemsemediğini öne sürmek, onu tam anlamıyla hafife almak olurdu. Bu çelişkili tavrın bir gerekçesi olmalıydı ki o da bir ana fikir olarak şuydu: Özgürlüklerin birbirine karıştırılmaması. Ya da daha önce belirttiğimiz gibi, "mevcut durum" iktidarının sağladığı özgürlük başka bir şeydi, onu çözümleyip imha edecek bir gücün gereksinim duyduğu özgürlük daha başka bir şey...

56
... kavramların (örneğin özgürlüğün) çözümlemesini ve ifadesini başarabilecek bir şey varsa, o da yüksek sanatın estetik dilidir.

Yaşamın her yanına sızan iktidar kırıntıları, kesinlikle yine yaşamın içinden hareket edilerek temizlenebilir...

Özgürlük kavramının derinine kapitalizmin sızmış olması. Bu saptama, diyalektiğini yitirmiş siyaset felsefesinin günümüzdeki çıkmazına [bir yanıt niteliği taşımaktadır].

57
Marx'ın düşünceleri proletarya diktatörlüğü ile sınırlanmadığı gibi, onun düşüncelerinin hedefi de bu değildir.

Marx'ın hedefi sınıfsız bir toplum ve devletsiz bir dünya yaratmaktı... İşte emeğin estetikleşmesi ya da başka bir anlamda "makinelerin estetikleşmesi" ve sanatın ortadan kalkması da bu topyekûn özgürleşme ve refaha ulaşma aşamasından sonra, yani sınıfsız toplum, devletsiz dünya düzeyinde gündeme gelecektir.

Estetiğin sanat yapıtından alınıp makinelere devredilmesi, Kant'ın özerk estetiğinden uzaklaşma anlamına gelir. Bu uzaklaşma, iki ana kanalda yol almaktadır: Birincisi, sanat, "tek irade"nin özerk eylemi olmaktan çıkmakta ve kitlenin eylemine dahil olmaktadır ve ikincisi de sanat, üretim koşullarının dayatmaları karşısında, insanı (insanın saf doğasını ve varoluşunu) savunan sağlam ve ideal bir kale sayılmamaktadır artık. (58) ... Ne var ki sanatın sömürüsüz emek sürecinde kitleselleşmesi, ilk bakışta bir ütopyadan öteye geçmez (Adorno'nun Benjamin'i romantik bulmasının nedeni buydu). Makinelerin üreteceği estetik henüz çok uzaklardadır; ona erişebilmek için sınıfsızlaşmış, özgürleşmiş ve refaha ulaşmış kitlenin doğması beklenmelidir.

59
[Benjamin] ... Marx'ın el becerisine ve yeteneğe bağladığı estetik anlayışın yerine makine becerisini yerleştiriyordu.

60
... daha önceki [Marksist] tezlerde sanatın hem teknolojik gelişimler doğrultusunda alacağı biçimlerden hem de sınıfsız toplumun estetiğinin ne olacağından hiç söz açılmamaktaydı. Marksist anlamda sanat, yalnızca proletaryanın mücadele biçimleri doğrultusunda ve Marx zamanındaki koşullar ile algılanıyordu...

... postmodern dönemin, proletaryanın boşalttığı alandan doğduğu unutulmamalıdır.

61
"olması gereken" tasarım (zihinsellik)

68
... hiç bir tanım pratik gerçekliğin tam karşılığı değildir; tanımlar doğrudan doğruya bir durumun somutluğunu vermez. ... Metinler bir yandan ilerlerken, pratik gerçeklikler ise başka bir yerden ilerler.

69
"Egemenlik kendi tebaasını sadece birleştirmez yahut baskı altında tutmaz, hem onları üretir, hem de onlar tarafından üretilir. Egemenlik özerk eylem kapasitesi kazandırmayı amaçladığı gövdenin kudretini kendi bünyesinde toplayarak seferber etmeyi vaat eder." (Wendy Brown'dan alıntı... Neden Foucault'dan değil?)

71
Eğer kamusal alan, "dağınık özerklikler"den oluşmuş bir "bütünlüğün" alanıysa (ki onun başka bir tanımı yoktur), bu alanların hâkim bir güçten bağımsız olduğunu düşünebilmek yalnızca bir hayaldir. [romantizmdir]

72
Bugün ulus-devletlerin merkezi hâkim gücü yerine, "dağınık özerklikler"in birliğinden oluşmuş liberal model geçerli; ama bu birliği sağlayan liberal güç, tüm özerklikleri yaratmayı, onları beslerken onlardan beslenmeyi (hatta onlar tarafından, yeniden ve yeniden yaratılmayı [Foucault]) ve kamusal alanı denetlemeyi sürdürüyor.

... meşrulaşmış "güçlü kamular" ve onların kurumları, "zayıf kamular"ın söylemlerini kendilerine mal ederek, içeriklerini (farklı okuma yöntemleriyle) ustaca değiştirerek, bir dil oyunu ile "rol çalma"yı alışkanlık haline getiriyor; dahası, varlıklarını bu mal etmeler ve "rol çalma"lar sayesinde gerçekleştiriyor. Kamusal alan, "dağınık özerklikler" alanı ya da "ötekiler"in özgürce karşılaşma alanı olarak gösterilmeyi sürdürüyor; sanat ise kamusal alana çıkmanın, "ötekiler"e ait bir özgürlük ortamı ile karşılaşmak olduğunu sanıyor.

73
Günümüzde artık çok alışılmış bir yaklaşım var: Sanatı eleştirmek. Yerleşik sanat kuramlarına ve dolayısıyla kriterlerine uymayan, hayli estetiksizleşmiş, yaratıcılığını yitirmiş, ütopyaya ve ideolojiye sırtını dönmüş, muhalif olmayı bırakmış, evrensel projelerden uzağa savrulmuş, kendisini tekrarlayıp duran bu lümpen sanatı eleştirmek için fazla düşünmeye gerek yok. Sanatı şiddetle eleştirenler nasıl bir sanat istiyor? Bunun yanıtı açıkça şu: 18. yüzyıldan itibaren telaffuz edilmeye başlanan, sanayileşme ve Aydınlanma kavramlarına göre tanımlanmış özerk bir sanat. Çok belirgin bir söyleyişle: Özellikle Kant estetiği, Hegel yaklaşımı ve giderek de Marksist görüşler çerçevesinde "olması gereken" temelinde yapılanmış sanat; diğer yandan da birtakım klasik yöntemlere (hâlâ) gönderme yapan ve o yöntemler doğrultusunda hedeflenen değişmez "değerler"e itibar eden sanat; ama en önemlisi de tüm bu niteliklere bağlı olarak, bir iktidar sisteminin belirlediği "mevcut durum" gerçekliğinin yerine, alternatif gerçekler sunabilen (ya da sanatsal gerçekliği bir muhalefet biçimi halinde "olması gereken" olarak tesis edebilen) sanat.

[Bu durumda lümpenlik kavramı tekrar ele alınmalı]

74
Lümpenlik, çevreyi baştan başa kuşatmış bir "seviyesizlik" halinde öne sürülmekte ve bundan sürekli şikâyet edilmektedir. Örneğin televizyon kanallarında, internet sayfalarında ya da gazete köşelerinde karşılaşılan kaba tavırları üretim dışı kalmış bir kitlenin ortaya koyduğu "kültürsüzlük" ya da "ahlâk eksikliği"ne bağlanmakta, kentlilik ile köylülük arasına sıkıştığı söylenen (yani tam olarak kentli olamayan) bu kitlenin davranışlarının tümü halinde tanımlanmaktadır. "Majör" dilin bozulmasını lümpenliğe bağlayanlar vardır. Ahlak yozlaşması da genel kanı içinde lümpenliğe endekslenir.

75
Klişeler arasına sıkışmış, sıradan bir Marksist sanatçının yaptığı şey, lümpen kesimi hiç hesaba katmaksızın, kendi sınıfının eleştirel gücünü sağlamlaştırmaktır. O sanatçının lümpenlere "bir şeyler" anlatmak ya da lümpenlerden "bir şeyler" anlamak gibi bir isteği olamaz çünkü. Oysa bu bir yanılgıdır ve hem dünya genelinde, hem de Türkiye özelinde sermaye-emek karşıtlığı sahnesine bakıldığında, ne siyaset ne de sanat işinin bu kadar basit olduğu kanısına varılabilir.

Şimdi mevcut koşullarda sınıf gerçeğinden uzaklaşmış lümpen kitleyi (her ne kadar burjuvazi yararına hareket ediyor damgasını çoktan ve bundan böyle arınamayacak biçimde yemişse de) yalnızca toplum-dışı ya da emek-dışı olarak tanımlayabilmek mümkün değildir. Yani bu lümpen kitle yalnızca o hırsızlardan, o yan kesicilerden (vb) mi ibarettir? Emek-dışı tanımlanmış bu listeye bugün ücretli nüfusu, kayıt-dışı çalışanları, geçici işçileri ve zaman zaman büyük ya da küçük çaplı krizler ve ekonomik düzenlemeler yüzünden işsizlikle yüz yüze kalmış kalifiye elemanları da ekleyelim. Tüm bunların işsiz bırakılma tehdidi ile örgütlenme haklarının ellerinden alındığını, siyasi ve sendikal güçlerinin ortadan kaldırıldığını elbette ayrıca vurgulamaya gerek yok. Bu garantisiz kitle kâğıt üzerinde lümpenlerin bir bölümünü oluşturuyor.

Bunları tümüyle emek çevresinin içinde değerlendirmemek gerekiyorsa da emek-dışı değerlendirebilme olanağı da bulunmuyor.

76
... emek-dışı ve emek-içi görüntü sürekli yer değiştiriyorsa, o rakamların işaret ettiği kitleye ne ad verilecektir? Öte yandan bu tanımsız kitle, emek-içi pozisyonda hangi sanatın konusu olacaktır?

... hem sermayenin hem de emek kesiminin ("eski"ye göre) yeniden çözümlenip [tanımlanması gerekiyor].

77
... bu grubun (lümpen olarak algılanan grubun) emek kesimine dahil olduğu durumda ise sermaye ile çelişkiler yaşayan karşıt sınıfın (emeğin), onu tanımlamak adına yaptığı pek bir şey (en azından yeterli bir şey) görünmüyor. Sermaye karşıtı siyasi tavra ait sanat da buna dahil.

Alışılmış ama hayli klişeye dönüştürülmüş sınıfsal-ideolojik tanımları ve aynı bağlamdaki estetik biçimleri "es geçmiş" bugünkü sanatın, bu esneklik doğrultusunda söz konusu lümpenlik problematiğini algılamada daha elverişli olduğu kanısına varılabilir. sanat içinde yer alan "majörlüğü bozma", "estetiksizleşme", "sıradanlaşma", "lümpen kesime yaklaşma" gibi durumların yeni kuramsal açılımlara yönelmesi, özerk estetik yapılara göre daha elverişli görünüyor.

[yabancı işçiler, göçmenler, "öteki" cemaatler, siyasi sığınmacılar, sürgünler, işsiz-kaçak gruplar, etnik kimlikler, vb.] dünyanın siyasi yapısını yeni bir gerilime sokmayı başardılar.

79
Modernist-aydınlanmacı bir anlayıştan kaynaklanan görüş, "öteki" etkenini hep merkezden bakış açısına göre algılamıştı. O merkezi algı "öteki"yi kendine dönüştürmeye, onu ıslah etmeye çalışmış ya da kendi tasavvuruna göre tasarlamıştı.

... yerli vatandaşlar ile bu "öteki" kimlikler nasıl bir arada yaşayabilecek? Bu sorunlar bir ulus-devlet modelinin ve onun merkezi iktidar yapısının sorgulanmasına neden oluyor ve sanat organizasyonlarının mantığının "farklılıklar" üzerine kurulmuş olması da bu bağlamda hiç rastlantısallık taşımıyor. Dünyanın yeni toplumsal yapılanması ile sanat ve onun organizasyonları uyum içindedir; bundan kimse şüphe duymasın.

Lümpenleşen sanatın olanaklarını kolayca reddedemediğimiz gibi, onu kolayca onaylayamıyoruz da. "Öteki"nin sanatı ya da göz alıcı "farklılık" gösterileri, farklı toplumsal dinamikler üzerine iyimserlik üretiminin altında son derece derin sorunlar yattığını hissetmek, paranoyaklık olarak görülmemeli.

82
Türkiye'nin siyasi ve sosyal yapısına baktığımızda, bir yanda üretim ve tüketim ilişkisi içinde sisteme entegre olmuş bir kültürel yapı, diğer yanda da toplumun dışına doğru itilmiş, sistemin olanaklarından yeteri kadar yararlanamayan başka kültürel yapılar ile karşılaşıyoruz. Çevre dediğimiz şey işte bu "yeteri kadar yararlanamayanlar" yönünden tanımlanıyorsa, o tanımın içine radikal İslami kesim, Kürtler, yoksullar, kimi Anadolulu gruplar, cinsel kimlikler vb giriyor. Bunların oluşturduğu çevre (artık bugün iyice hızlanan bir hareketle) yaklaşık elli yıldır merkeze doğru akıyor, orayı işgal ediyor ve merkez üzerinde bir baskı kuruyor.

83
Sanata siyasi çerçeveden bakarsak, çevrenin, farklı kültürlerin, farklı kimliklerin, onların farklı renklerinin, merkezdeki sanat organizasyonlarının meşruluk alanlarına doğru aktığını görebiliriz. Kökten unsurların ehlileşerek, sanata müdahil oluşudur bu durum.

84
Çevre unsurları merkeze doğru hareket ederek ve merkezi yapıya ortak olarak, bu iktidarın sorgulanıp değişmesine neden oluyor ama bu arada çevrenin kendisi de bölünüyor. O çevrenin bir ehlileşen ve meşrulaşan yanı, bir de kendi "yer"inde, kendi köktenlik alanında kalan diğer yanı meydana geliyor.

86
[Şener Özmen] "Sizce bulunduğum noktadan dünya sanatını etkilemem mümkün mü?"

87
Yeniden-üretim üzerine kurulu bir iktidar. Yani mevcut olan aydınlanmacı, ıslah edici, kendine dönüştürücü, öğretici ve bilinç taşıyıcı otoriter/hegemonik merkezi yapının, kendisini bizzat bozmasıyla, "öteki" ile karşılaşıp kendisini ister istemez sorgulamasıyla, dahası, "öteki"yi de (ehlileştirip) içine çekmesiyle doğan yeni siyasi alanın iktidarı... Hegemonyanın, karşı-hegemonyaya evrilmiş (ya da bu ikisinin çakışmasını söylem edinmiş) halinden doğan bir iktidar...

88
Merkez dediğimiz şey, söylem farklılıklarını birbirine benzetmek için uğraşmakta olsa da o farklılığın talebi doğrultusunda yeni bir dil oluşturmaya da mecbur kalıyor. Böylece merkezi iktidarın yerine gelen yeni iktidarın artık hayli eklektik, hayli esnek bir iktidar yapısına dönüştüğü açıktır.

89
"Olması gereken" ile ilgilenmeyen, ütopya taşımayan, çıplak bir meta iktidarıdır aynı zamanda bu. Sanat o halde bu çıplak meta iktidarının araçları arasında hareket etmek zorundadır.

93
[Atina eylemleri, 2008] Bu durum pekâlâ Foucault tarzı "kendiliğinden eylem türü"nü çağrıştırıyordu.

... bu hareketin sosyalizmi ne kadar beslediği ya da ne kadar besleyebilme kapasitesinin olduğu [sorusu]...

95
Fakat "yeni halk kitleleri"ne (Atina eylemlerini gerçekleştiren kitleye) bakıldığında, bunların çoğunun [tanımsız] işsiz olduğu ve sınıfsal açıdan son derece kaygan bir düzlemde durduğu, hatta düpedüz lümpen bir karakter taşıdığı görülüyordu.

96
Öyle ki bu kaygan düzlemdeki kitle, bir "Karşı Saldırı"ya hazırlandığı bir sırada, "çıkara yönelme" pozisyonuna da geçebilir.

97
[sosyalist çevreleri tedirgin eden konu] Meydanlara dökülen gençlerin ayrışıklığı.

98
[hakim sistem ve sosyalist çevrelerin ortak sorusu] Eylemler bu genç ve siyaset-dışı kalmış kitle tarafından nasıl bu kadar çabuk ve kolay örgütlenebilmişti?

99
Öyleyse onlardan ne bekleniyor? Bilinçlenmeleri.

Daha 1970'lerden itibaren Foucault kaynaklı bir düşünce çerçevesinde tartışılmaya başlanan bir konuyu anımsatmalı: Aydınlar kitleye bilinç taşımalı mı yoksa kitle kendi bilincini eylemlerde mi bulmalı?

100
Türkiye'deki çoğunluk, tarihsel bir alışkanlık olarak devleti kutsuyor ve o "kutsanmış devlet" ile hükümet kavramı arasında bir birliktelik görüyor.        

110
BDP'nin eylemler sırasında çekimser, hatta kuşkuyla izleyen bir pozisyon alması, bir yandan AKP ile stratejik bir ortaklık kurduğunu vurgularken, diğer yandan BDP'nin Türkiye genelinde AKP'ye karşı bir iktidar mücadelesi vermediği de iyice belirginleşiyor ve bu partinin yalnızca kendi bölgesine dair yararları gözettiği görüntüsü yeniden ortaya konuluyordu.

111
Geçici olarak paylaşılan iktidarlar sistemi ya da geçici olarak kurulan "ortak yarar" stratejilerinin dağınık, ele avuca gelmez iktidar yapısı, en önemlisi de, sistem değişikliğini öngören "olması gereken"in ortadan kalktığı, onun yerini "mevcut durum"un geçici, değişken taleplerinin ve stratejilerinin aldığı bir siyaset yönetimi.

Yukarıda örnekleri verilen yeni eylem biçimlerinin (hatta bunlara, 1999 yılında Seattle'da başlayan "Dünya Sosyal Forumları"nı ve 2002 yılında Floransa'da başlayan "Avrupa Sosyal forumları"nı biçimlendirmiş, Zapatist hareket gibi Latin Amerika tipi eylemleri de eklemeliyiz) bir karşı-hegemonyadan ve onu yaratacak bilinçli ve ahlaki planlardan yoksun oluşu, dolayısıyla da (sanki) "mevcut durum"un içine sıkışıp kalması, söz konusu eylemler üzerinde kuşkulu bir yaklaşımın doğmasına yol açtı.

114
... Kürt siyaseti, bir devlet içinde sınıfsal bir mücadelenin ötesinde, doğrudan ulus-devlet sistemi ile mücadele ve toplumsal özerklik bağlamında kurulmuştur...

116
Eğer Kürt siyaseti, tavrını tüm unutulmuş, dışlanmış kitleler üzerinden uygulamaya koysaydı, belki de bu siyasetin Zapatist EZLN modeli ile uyumlu bir "sol" hareket olduğu kanısına varılabilirdi.

118
[Foucault'cu bir bakış] ... eylem sırasında oluşacak kuram...

119
Aydının bir işlevi olacaksa, bu, o kitleye bilinç taşımak değil, kişilere anlık çözümleme araçlarını sağlamaktır. Yani geçici kuramlar üretmek ve eylem sırasında bir kuramdan diğerine geçişi sağlamak:

"Bir teoriye geri dönülmez. Ancak başka teoriler üretilir, başka teorilerin üretilmesi gerekir." (Deleuze, Issız Ada ve Diğer Metinler, Bağlam 2009)

[operasyonel tanım]
[Stanislavski]

121
[Foucault'nun iktidarı] ... yalnızca dışarıdan bedene girmiş bir şey değil, bedenin ürettiği bir şeydir de. "Bilinç" denilen ise Aydınlanma düşüncesi ile bir "bilgi ideolojisi" sonucunda doğmuştur ki bu da aydınların belagat gücünü oluşturur. ... "gerçek" bir bilinçten söz edilecekse, doğrudan kitlelerin eylemlerine bakmalıdır.

"Özne" denilen şey, "birey" denilen şeyin bir tabiiyet altına girmesidir.

122
"Özne, bireyin anlaşılabilirlik kazanması ve bunu yeniden üretebilmesi için gereken fırsat, bireyin varlığının ve failliğinin dilsel koşuludur. Hiç bir birey tabi olmadan [subjected] ya da özneleşme süreci yaşamadan özne olamaz" Judith Butler

"Özne kendi hikayesini anlatabilmek için kendinden vazgeçer ama bu hikayeyi anlatırken, anlatı işlevinin önceden açık ettiği şeyin ne olduğunu araştırır." [Butler]

Bu alıntının da akla getirdiği şudur: Özne etkinliğini, yani iktidarını ortaya koyabilme sürecinde, kendinden vazgeçmişliğini de ortaya koyar; bu, içine sızmış olan (ve kabullenmiş olduğu) iktidara rağmen "bir şeyler anlatmayı denemek anlamına gelir ve böylece özne her ne anlatacaksa, öncelikle iktidar ile kurduğu bu açmaza göndermede bulunmalıdır (kendisini, sanki başka biri anlatıyormuşçasına). ... öznenin hep bu madunluğu dile getirmekten başka bir çaresi bulunmamaktadır.

125
Bugün kişinin iki iktidar biçimini de içselleştirdiği önde sürülmektedir. Bunlardan daha görünür (ve daha "eski") olanı, kapitalist koşullara tabiiyettir. İkincisi ise (Friedrich Nietzsche'nin "güç iradesi" tezinden ilham alan) kişinin varoluş koşulu olarak iktidarı arzular niteliğidir.

127
Özne dışarıdan dayatılan bir iktidara tabidir ve onun karşısında madundur; özne bunu onaylayarak ve buna baş eğerek kendisini var edebilmiştir, burası tamam. O halde öznenin tüm etkinlikleri bu madunluğun bir sonucudur, burası da tamam. Ama yine de eylemde bulunan öznenin hep tabi olduğu iktidarın, kendi adına (bir "güç iradesi"ni andırı halde) arzu ettiği iktidar aynı olmamalıdır.

"Özneyi hayata geçiren iktidar [dışarıdan dayatılan iktidar] öznenin eylemini teşkil eden iktidar olmayı sürdüremez." (Butler).

128
Hegel, "insansal" olma özgürlüğünü bir iradeye bağlar; kişi önce "insansal" olmayı istemeli ve kendisini hayvansallıktan ayırmalıdır. "İnsansal" olmanın tek koşulu da yaşamsal-biyolojik gereksinimlerin dışına yönelmektir.

"Hayvan için en yüksek değer, hayvansal hayattır. Hayvanın bütün istekleri, aslında, hayatını korumaya ilişkin isteğine bağlıdır. Öyleyse, insansal isteğin, bu koruma isteğine üstün gelmesi gerekir." (Hegel'den aktaran Alexandre Kojéve, Hegel Felsefesine Giriş, Çev. Selahattin Hilav, Yapı Kredi, 2001, s. 83).

129
"İktidar" denilen şey, tek bir sözcük ile tanımlanıyorsa da (aslında bu, dilin bize oynadığı bir oyundur) özneyi mümkün kılan iktidar ile öznenin o iktidara direnme iktidarının, aynı şeyler olmadığı iddia edilmektedir.

142
Sanatın kendine ait gücü, iktidarın gücüne muhtaç olmakta, böylece kendi gücünü iktidara dönüştürmektedir (bu, zaten sanat adına hep tarihsel bir sorun olarak kalmıştır). ... bu yüzden bugün çemberin dışından, yani hâlâ kalmışsa ya da algılanabiliyorsa, "çevre"den konuşabilmenin önemi büyüktür. Tersi bir durumda, sanat ile iktidarın birbirini çoğaltma süreci, çemberin içinde ve "direnme" adına, sonsuza kadar ilerleyecektir.  -> Mardinli sanatçı Fatih Tan...

145
[Gezi Parkı Eylemleri] Kendiliğindenlik, örgütsüzlük, değişkenlik ve en önemlisi de ideolojilerden bağımsızlık. ... her özne, genele yayılmış bir iktidarın içinden ama "ikircikli" durumundan damıttığı iktidarıyla direnmekteydi. ... meydanlarda yapılanlar, zorunluluk anlarında kolektif olarak ortaya çıkan, paylaşılan, gerektiği gibi üretilip gerektiği gibi tüketilen, gerektiğinde de ansızın ve koşullara göre biçim değiştirmeye uygun, kozmopolit, anonim şeylerdi.

Özne, direniş ile Butler'in kastettiği biçimde, kendisinden vazgeçmeyi başarmış, yani arzuyu denetim altında kullanmaya başlamış ve böylece kendi failliğini, failliğinin de söylemini bulmuştur. ... Eylemde üretilen, öznenin özgürleşmiş yanından yükselen direnişin üretilmesidir; onun yanına direniş iddiasındaki hiçbir sanat yapıtı yaklaşamaz.

146
Biliniyor ki sanatın direnişi yalnızca meydanlardaki direnişten ibaret kalmaz; fakat bununla birlikte, siyasete doğrudan ortak olduğu ve pratik ile ilişkisini (hiç olmadığı kadar) güçlendirdiği düşüncesini savunan sanatın, meydanların dışına çıktığındaki etkinliği ve ona bağlı söylemi, bir kez daha sistem ile karşılıklı dönüşmeye girmekten öteye geçmez. Bu anlamda yapılanmış bir sanat, eylemler dışında iktidara karşı direndikçe (onu dönüştürme mekanizmalarından biri olarak tanınsa da) bu dönüşmelerin ve dönüştürmelerin sonu gelmeyecektir.

152
[Foucault] "... aydının rolünün, insanlığın evrensel değerlerini temsil etmek ya da yalnızca bununla ilgilenmek olmadığını düşünüyorum. Bunun yerine aydının sorumluluğu belirli nesnel alanlarda, bilginin ve bilimin işe dahil olduğu alanlarda çalışmak ve günümüz toplumlarında bilginin ve tekniğin bu alanlardaki rolünü çözümleyip eleştirmektir."

Foucault'nun aydını, daha farklı bir göreve gönderilir: O, bilimin siyasi sonuçlar üreten yanını inceleyecek, denetleyecek, bilgi ve teknikten yaratılacak bir ideolojinin sürekli eleştirisini gerçekleştirecektir.

156
Hayaletler alanına el atan, daha açık bir söyleyişle, muhalefete karşı ilkeler, öğretiler ve hareket yöntemleri bağlamında yeni bir cephe açan iktidar, bu kez de devreye yeni silahlar sürer: Kültürel silahlar, medya silahları, eğitim silahları (ki okullar olduğu ölçüde, aile de bu silahlardan biridir), inanç silahları, vb... İşte tüm bunlar iktidarın kullanımına açık olarak beklemektedir.

158
... bugünün dağılmış, yok olmuş sınıfsal ilkeleri...

"sınıfsız Marksist devlet"

Büyük ulus-aşırı şirketler, holdingler, finans kuruluşlarına bağlı vakıflar vb küresel süreçte "Marksist devlet modeli"nin sahipleridir; buna itiraz edilecek bir düzlem kalmamıştır.

159
En net biçimde Umberto Eco'nun tanımladığı gibi, "metnin niyeti" ortadan kaldırılmışsa, metnin sahibi de neoliberal siyasete "transfer" edilebilir pekâlâ...

160
19. yüzyıl Avrupası'nın hâkim sınıfları, komünizm hayaletinden çok korkmuşlardı ama bugün, o hayaleti ustaca yaratan Marx'tan hiç korkmuyorlar. Çünkü içeriğini yitirmiş dil, ehlileşmiş hukuk ve iktidar aygıtlarının kendisi olmuş devlet, çarpıtılmış metinler sayesinde her şeyi "sevimli hayalet"lere dönüştürüyor...

161
"Eski" iktidar yok olmuşsa da bugün düpedüz şiddetinden tanıdığımız ve çözümlemeye gereksinim duyulan başka bir iktidarın olduğunu biliyoruz. En azından bu düşü kurabilmek için, kuramın ve sanatın, sokak pratiğine göre daha üstün yetenekleri bulunuyor...     





.
.
.
.

Ahmet Güngören - Cadıların Günbatımı


.
.
.
.

Cadıların Günbatımı
BİR ANTROPOLOJİ EL KİTABI İÇİN YAZILAR
Ahmet Güngören
Yol Yayınları, 1988 İst.

9
alan çalışması

ırkçı dünya görüşünü besleyen iki temel kaynak, “farklı” olana hoşgörüsüzlük ve ben merkezcilik değil midir?

Arkaik ya da antik her toplumun gözünde yabancı halklar maymun, şeytan ya da yarı insan bir ejderle özdeştir.

budunbetim  etnografya

… daha birkaç yüzyıl öncesine, XVI. Yüzyıl başlarına dek, tüm dünya haritalarında, uzak bölgelerde yaşayan topluluklar at kafalı, tek gözlü, tek ayaklı vb. biçimlerde çizilirdi.

10
budunmerkezcilik  etnosantrizm

Rönesans insanının kafasında, türdeş fakat kendi toplumundan uzaklaşıldıkça insansal değerini yitiren, giderek yabanıllaşan bir insan imgesi vardır. Örneğin, hümanist bir Floransalının gözünde, kendi yurttaşı ideal-insan, Ön-Asyalı ikinci sınıf, Afrikalıysa insanlığın sınırlarında, bir tür alt-insandır (Dipnot: A. Leroi-Gourhan, Le Geste et la Parole, I. s.14).

11
… -onların iyiliği için- onlara egemen olmak gerekir.

12
Michel Tournier’nin Robinson ve Cuma meselinden çıkarak yazdığı romanı üstüne incelemesinde, Gilles Deleuze’ün belirttiği gibi, “öteki”nin bulunmadığı dünya seçeneksiz bir dünyadır. Öteki, seçenek yaratandır”.

13.
“Kurt ve kurt köpeği arasındaki fark, doğal ortamdan özgürleşmenin simgesi olan tasmadır.” A. Leroi-Gourhan

… türler yaşlanmaz, der bir paleantoloji ilkesi, değişir ya da yok olurlar.

14.
André Leroi-Gourhan’ın deyişiyle, son petrol kuyusundaki son yakıt damlasıyla pişirilip son ot tutamıyla birlikte yenen son fare…

16
… buradaki antropoloji anlayışı farklı olanın bilimi biçiminde de tanımlanabilir; insan toplumlarını, verili bir merkezden değil de, merkezsiz, her birini eşdeğerli gören, bir açıdan gözlemlemeye çalışan bir ‘İnsan’ bilimi…

23
Kendilerine artık etnolog ya da etnograf denilen XVIII. ve XIX. yy. misyoner vb. araştırmacıların yorumlarının Hıristiyan, hiç değilse Batı-merkezci bir mitolojiye dayandığını da unutmamalı.

24
etnosid : etnik kıyım
jenosid : soykırım

25
İlkel / uygar ayrımını bir değer yargısı olarak benimsemeyerek, bütün kültürlerin, karmaşıklık ve zenginlikleriyle, aynı saygılı tutumla ele alınması gerekliliğini savunan görüş bilim dünyasında yaşam hakkı kazanıyor.  … Tek bir kültürün yitişi dünyanın yoksullaştırılması anlamını taşır. (Claude Lévi-Strauss sayesinde)

26.
İlk kullanımlarının tersine, günümüzde etnografi terimi, daha çok, bir etnik topluluğun kültürü, töreleri, aile yapısı, siyasal ilişkileri, vd. yönlerini ayrıntılı biçimde betimlemeyi amaçlayan bir yaklaşımı belirtir. Bir toplumun yaşam biçimini gözlemleyerek, edinilen tüm izlenimleri aktarmak biçiminde özetlenebilecek betimleyici monografi, etnografi yazınının en yaygın türüdür.

Etnolojik yaklaşımsa, etnografik gözlemi yadsımamak, hatta bir başlangıç noktası olarak almakla birlikte; önceden belirlenen sorunlarla sınırlandırılmış bir sorunsalla dayalı alan araştırmasını zorunlu sayar. Bu da sıkı bir ön hazırlığı, bir ön-araştırma dönemini gerektirir.

Bilimsel bir etnolojik çalışmanın başlangıç ilkesi sistematik biçimde düzenlenmiş bir sorunsalın oluşturulmasıdır. Başka deyişle, etnolog ilgi alanını sınırlandırma, gözlenecek olgular ya da aynı olgunun farklı yönleri arasında seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıyadır.

31
… antropoloji(yi), etnografik verileri karşılaştırmalı olarak inceleyen etnolojinin bir üst genelleştirme düzeyi biçiminde tanımlamakla yetinelim.

Antropolojinin yazısız verilerle ilgilenmesi, mutlaka yazıyı bilmeyen toplumlarla uğraşmakta ısrar etmesinden değil, Lévi-Strauss'un deyişiyle, "araştırdığı konuların, insanların yazıya geçirmeyi uygun bulduğu konulardan, çoğunlukla farklı olmasından" kaynaklanır.

35
antropien'lere, Simiens denen tüm maymun türlerinden ayrı bir canlı türü olarak bakmak gerekir. Bunun nevro-fizyolojik sonuçlarıysa, elin alet kullanımı için serbest kalması, tutma işlevinden bağımsızlaşan ağzın ve -beynin hacimsel gelişimiyle birlikte- yüzün de dilin gelişimine olanak vermesidir.

Leakey-Aramburg-Copens çizelgesiyle, bir milyon yıldan eskiye uzanan bu 'dik' duran insan (homo erectus), geçmişi en az otuzbin yıl olarak hesaplanan biz 'düşünen insanlar'la (homo sapiens) evrimini sürdürüyor mu? Leroi-Gourhan gibi antropologlar, bu üç kıstastan biri değişmedikçe -yani el, çene yapısı ve dik duruş dönüşüme uğramadıkça- önemli bir anatomik değişimi olanaklı görmüyor. 'İnsan'lığın bu üç temel kıstasından biri yitirilirse de, zaten artık yeni bir canlı türünden söz etmek gerekecek.

37
Antropolojinin amacını -en genel hatlarıyla- insanı doğadaki yeri içinde bir canlı türü olarak bütüncül biçimde kavramaya çalışmak şeklinde tanımlarsak, fizik antropolojinin işlevinin de, hayvansı biçimlerden başlayarak, insanın evrimini, anatomik ve fizyolojik değişimlerini ve bunları belirleyen etkenleri inceleyerek bu bütüncül kavrayışa katkıda bulunmak olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla birlikte fizik antropoloji konusunda bir karışıklığın varlığını da belirtmek gerekiyor. Örneğin, ABD'deki sosyal bilim fakülteleri bünyesinde yapılan fizik antropoloji eğitimi, Avrupa üniversitelerinin çoğunda tıp ya da biyoloji bölümlerine bağlıdır. Bu sayede modern biyolojinin teknik ve lojistik altyapısından, bilgi birikimi ve kavramsal donanımından, biyokimya, biyometri gibi dalların ilerlemesinden, gelişen matematik modellerden yararlanmaktadır. Oysa biyokimya, biyometri, genetik gibi alanlara dalarken, insanın biyolojik toplumsal ve kültürel değişkenliklerini birbirinden soyutlanamayacağı gerçeği, toplumsal bilimlerle yakın bir ilişkiyi de zorunlu kılar. Çünkü …, özellikle homo sapiens türünün ayırıcı özü olan sosyal ve kültürel fenomenler, anatomik ve fizyolojik değişimleri belirler. Bu değişimlerin incelenmesi, toplumsal kuralların, dilin, değerler sisteminin, kısacası kültürün incelenmesinden soyutlanamaz.

40
(Levis Henri Morgan) Evliliğin karşılıklı cinsler arasında bir ilişki olmaktan çok, toplumsal gruplar arasında bir kadın alış verişi olduğu yönündeki saptaması, sosyal antropolojinin yöntemsel ilkesi olmuştur.

(Morgan'ın evrimci antropolojisinin günümüzde büyük ölçüde aşılmış olduğunu belirtmek gerekir) Örneğin, göçebe çobanıl ekonominin tarımdan önce geldiği yolundaki görüşü arkeoloji ve ekoloji çalışmalarının ortaya koyduğu bulgular karşısında geçerliliğini yitirmiştir. Kaçınılmaz olarak birbirini izlediğini düşündüğü evrim aşamalarıyla ilgili betimlemesiniyse günümüzde savunan bir antropolog bulmak oldukça güçtür. Morgan, yabanıl diye adlandırdığı aşamanın, yerini tek yönlü olarak barbarlık evresine bıraktığını, bunu da, eski komünal örgütlenme biçimlerinin tasfiyesi, sınıfların ve devletin ortaya çıkışıyla, uygarlık evresinin kaçınılmaz olarak izlediğini öne sürüyordu.

43
(J.G. Frazer) Engin bilgisi ve olağanüstü sayıda veriyi sistemleştirebilme yeteneğiyle kalıcı büyük bir katalog oluşturmasının dışında… evrimciliğin sınırlarına gelir dayanır.

Giderek, kültürün zaman içindeki evriminin sorgulanmasından çok, mekân içindeki dağılımının araştırılması ağırlık kazandı. Dağılımcılık (Diffüsionism) adı altında anılan antropologlar, her kültürü doğal ortamı içinde ele alan bir yaklaşımı benimsediler. Evrimci tarih anlayışına duyulan kuşku, somut olaylara duyulan ilgi … bu eğilimi güçlendirdi.

44
Akıma adını veren 'dağılım' kavramı, bir kültüre ait inanç, kurum, alet ve yöntemlerin başka bir kültürce benimsenmesi ya da 'ödünç' alınması olgusunu tanımlamak amacıyla geliştirildi.

45
… dağılımcılık bir antropoloji akımı olarak hemen hemen silindi. Kültürel olguların belirli noktalardan dağıldığı düşüncesi yerine, çeşitli kültürlerin belirli durumlarda benzer seçenekler geliştirdiği görüşü ağır basmaya başladı.

46
(Malinowski) Kültür, bir yandan maddi, bir yandan insani, bir başka yandan da tinsel geniş bir aygıttır. Daha açık bir deyişle, her türlü eşya ve aleti, tüketim maddelerini, çeşitli toplumsal gruplaşmaları, sanatları, düşünce, inanç ve görenekleri düzenleyen organik kurallar bütünüdür.

İçgüdüler                               Edimler                                  Doyum Biçimleri

nefes alma gereksinimi          ciğeri oksijenle doldurma       dokulardaki CO'in atılması

acıkma                                    besin alma                              doyma

susama                                    sıvı alma                                 susuzluğun giderilmesi

cinsel açlık                              çiftleşme                                 cinsel doyum

yorgunluk                               dinlenme                                 kas ve sinir enerjisinin yenilenmesi

sıkıntı                                      etkinlik                                   yorulma durumu

uyku                                        uyuma                                    dinlenmiş olarak uyanma

idrar birikimi                           işeme                                      idrarın atılması

bağırsakların dolması              dışkılama                                bağırsakların gevşemesi

korku                                       tehlikeden sakınma                 gevşeme

acı                                            özgül sakınma biçimi              normale dönüş

Malinowski'ye göre, örgütlü karmaşık etkinlikler bile, ilk sütunda sıralanan içgüdülere belirli ölçülerde bağımlıdır. … ilişki ters yönde de geçerlidir: bir topluluğun kültürü de bireylerin içgüdülerini koşullandırır ya da yönlendirir.

48
Antropolog, güdüsel eğilimleri, kültüre girmiş organik davranış evreleri biçiminde incelemelidir.

49
Bir kültürün en doğru nesnel betimlemesi onu oluşturan kurumların tam bir dökümünü, "örgütlenmenin bu tipik hücrelerinin" somut analizini yapmaktır.

51
Lévi-Strauss'a göre bir toplum, birbiriyle iletişimde bulunan bireyler ve gruplardan oluşur. Her toplumda iletişim en az üç düzeyde gerçekleşir: bildiri iletişimi (dil), mal iletişimi (ekonomik ilişkiler) ve kadın iletişimi (akrabalık sistemleri).

55
Lévy-Bruhl'un nitelemesiyle 'mantık öncesi' sayılagelen 'ilkel' ya da 'Yaban' düşüncenin, öncelik ya da sonralık ilişkisiyle değil, bizim 'evcil' düşüncemizle eşdeğerli, ama kendi özgül mantığıyla ondan farklı bir düşünce biçimi olarak tanımlanması, 'ilkel'e bakış açısında köklü bir değişim anlamını taşır. Buna bağlı olarak, totemciliğin somut olguları kavramlaştırmaya yönelik bir sınıflandırma yönelimi biçiminde ele alınmasını; onda bir 'din öncesi' arayan evrimcilikten de, ilkel insanın her edimini, biyolojik bir gereksinimin doyurulmasıyla açıklayan işlevselcilikten de kesin bir kopuş olarak görmek gerekir: 'ilkel' denen toplumun insanı mantıksız olmadığı gibi, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyecek kadar aşırı mantıklı da değildir; çevresini kavrama, kavradıklarını kavramlaştırma çabasını da gösterir.

Evrimcilik ve işlevselcilikten kopuş, bu noktayla sınırlı kalmaz. Evrimciliğin, öğelerin incelenmesini gözardı ederek tarihsel değişimin açıklanmasını, İşlevselciliğinse tarihle hiç ilgilenmeyerek, öğeleri ve işlevlerini açıklamayı temel aldıkları düşünülürse; …

57
(Lévi-Strauss) "Bütün halklar, ortamlarına egemen olmalarını sağlayan karmaşık tekniklere sahiptirler, bunları geliştirirler, değiştirirler ya da unuturlar".

59
… Edmund Leach, Lévi-Strauss'un aşırı kuramlaştırıcı yönelimine karşı çıkar; bu, kendi içinde tutarlı ama somuttan kopuk, somutu açıklamayan, onun için de yanlışlığının kanıtlanması olanaksız bir kuramlaştırma girişimidir, dolayısıyla da bilimsel geçerliliği tartışılır.

… sisteme ters düşen verileri yok saydığını, örneğin insest tabusunun geçerli olmadığı çok sayıda tarihsel toplum bulunduğunu öne süren Leach… insan zihnine özgü, evrensel yasalar araştırma girişimini de, "önceden belirlenmiş bir kalıbın bütün durumlara uydurulmaya çalışılması" biçiminde niteler…

62
(Maurice Godelier) - bir iktisadi sistemin gerçek mantığını kavramak için, malların dolaşımı değil üretimi analiz edilmelidir.

- çeşitli üretim biçimlerinin ve malların dolaşımının analizi; a) görünür mantığın altında yatan, derin, gizli mantığın, b) bu olguların, tarih içinde ortaya çıkış, kendini yeniden üretiş ve yok oluşlarının, tarihsel ve yapısal koşullarının araştırılıp bulgulanmasını kapsayacak biçimde yapılmalıdır.

- nesnelerin değil, onlara denk düşen ilişki ve işlevlerin araştırılması, bir toplumda üretim biçimi işlevi görenin ne olduğunun bulgulanması gerekir.

64
(Georges Ballandier) Aslında siyasal nitelik taşıyan birçok olgu maskelenmiş olabilir, kimi siyasal olgular (aile, sağlık, eğitim, din, vb.) siyaset dışıymış gibi görünebilir.

66
(Kültüralizm) kuramcıları, kültürü, toplumun bireylere empoze ettiği davranışlar sistemi…

(Ruth Benedict) Kültürü biçimleyen, bütün bireyliklerin toplamıdır ama, kültür de bireylerin istedikleri ve yarattıkları biçimleri aşar, onlara egemen olur.

69
Kültürel-ekolojik yaklaşım insan kültürlerini belirli çevrelere uyum göstermeye çalışan özgül süreçler biçiminde ele alır. Her toplum bir bütünlük olarak, daha geniş bir bütünlüğün içinde, insan, hayvan ve bitki topluluklarının, biyolojik ve enerjetik bir karşılıklı ilişkiler sisteminde, hepsinin bir arada varolduğu bir eko-sistem biçiminde incelenmelidir.

70
(Leroi-Gourhan) Biyolojik evrim bir özgürleşim eğiliminin anlatımı gibidir. … Bu kavramla (özgürleşim) anlatılmak istenen, evrim süreci içinde bedenin suda yaşamaya bağımlılıktan, başın yerde sürünme zorunluluğundan, ellerin yürümeye yardımcı olma işlevinden, beynin de, ağzın -tutmayla ilgili işlevi dolayısıyla- kapladığı hacimden bağımsızlaşmasına yönelik bir eğilimin varlığı ve sürekliliğidir. … "beyni özgürleştiren ellerdir"… İnsanın ürettiği somut aletler, yarattığı söz, dil ve simgelerden soyutlanamaz; her ikisi de beyinde aynı temel donanıma dayanan tek bir sürece ilişkindir. İnsanı zoolojik bağımlılıktan özgürleştiren de bu süreçtir; giderek, homo-sapiens'in evriminin itici gücü kültürel ve etnik farklılaşım olacaktır.

İnsan artık yalnızca zoolojik bir birey değil, aynı zamanda, toplumsal belleğin -kültürün- yaratıcısıdır.

72
Aile ve İktidar

80
… insan bireyleri bir toplum biçiminde örgütlenmemiş olsalar, ailenin varlığına da gerek kalmazdı.

Homo Sapiens adı verilen (günümüz insanını da kapsayan) insan türünün tarihi, başlangıcından beri, kültürel değerlere dayalı bir toplumsal oluşumun tarihidir; bu da zoolojik insan türünün etnik topluluklara bölünmesi anlamını taşır. Bir çok etnik grup, bölünmeler yaratarak topluluğu alt gruplara ayırarak ve bu gruplar arasında 'alışveriş'i zorunlu kılarak örgütlenir. Hayvanların türlere bölünmesine öykünerek, 'kabile' de (klasik antropologların 'klan' adını verdikleri), toplumsal gruplara bölünür. Bu modele uygun olarak örgütlenmiş toplumlara, antropologlarca, bölümlü (seksiyonlu) ya da parçalı (segmanter) toplumlar adının verilmesi, böyle bölünerek örgütlenme eğiliminden kaynaklanır.

86
İnsan toplumlarının varolma ve varlığını kuşaklar boyu sürdürebilme istencini, André Leroi-Gourhan, 'antropienler düzeyinde, beslenme ve üreme süreçlerinin tekno-ekonomik bir bütün' olduğu savıyla formülleştirir. Başka bir deyişle, üreme sürecini kurala bağlayan akrabalık ilişkileriyle, beslenme gereksinimini düzenleyen üretim ilişkileri arasında zorunlu bir bağıntı vardır. Godelier'ye göre, bir aile tipinin iç yapısını belirleyen iki toplumsal koşul, akrabalık ilişkileri ve üretim ilişkileridir.

Bölümlü ya da parçalı adı verilen toplumlarda, akrabalık ilişkileri üretim ilişkisi işlevi görür…

'İlkel' topluluklarda, akrabalık - iktisat - siyaset iç içe geçmiştir.

88
Ballandier'ye göre Devlet, en basit şekliyle, bir akrabalık grubunun topluluk üstündeki yönetim yetkesini kalıcı olarak ele geçirmesi ve kendi istemini herkese empoze etmesiyle belirir.

Pierre Clastres'in deyişiyle, 'tarihsel toplumların tarihi, sınıf savaşımının tarihiyse, tarihsiz denen toplumlarınki de Devlet'e karşı savaşımın tarihidir'.

95
Genel ya da Felsefi Bir Antropoloji İçin Notlar
Bir toplumdaki olayları özgünlüğü, tekilliği ve somutluğuyla, ayrıntılı ve nesnel biçimde betimlemek etnografinin görevidir. Etnolojiyse karşılaştırmalı olarak, modelleri ve yapıları kurmaya, nesnel olayların ardındaki anlamı araştırmaya yönelecektir. Zaman ve mekan içindeki çeşitliliğiylr insanın bütüncül kavranışı antropolojinin konusudur. … genel antropoloji… tanımı gereği sürekli tasarı durumunda kalır.

98
Genel İnsanbilim/Antropoloji … aile, toplumsal grup, etnoloji, insan coğrafyası, kültürel ekoloji, psikanaliz, ruhbilim, toplumbilim, demografi, iktisat, siyaset bilim, dilbilim, göstergebilim, anlambilim, paleantoloji, prehistorya, arkeoloji, tarih, fizik antropoloji, felsefi antropoloji…

102
Bitkilerin, bitkibilimciden bir beklentisi yokken, bireyler ve örgütlenmiş toplum, insanbilimciden, kendi istemine uygun, her şeyi en kestirme yoldan açıklayan çözümler bekler.

Bachelard'ın deyişiyle, nasıl her kimyager içindeki simyagerle savaşmak zorundaysa, her toplumbilimci de, kendisinden beklenen toplumsal peygamberlik kışkırtmasına direnmek durumundadır.

103
Etnolojik gözlem ve sosyolojik deney birbirlerini tamamlayabilir. Aralarında yalnızca, 'hayvanların laboratuvarda incelenmesi ya da doğal ortamlarında gözlemlenmesi' türünden bir fark vardır.

105
İnsan Doğası

106
… Fransız felsefeci Olivier Abel, … 'İnsan Doğası'nı bir 'kültürel değişmeyen' biçiminde tanımlar. Başka deyişle, insan doğası kültürlerin çeşitliliği ve değişimleri karşısında, insanın değişmeyen özünü kavramaya yönelik bir soyutlamadan başka bir şey değildir.

İnsan doğası kültürlerin ortak yapısıdır; ama aynı zamanda, Doğanın bir parçasıdır ve Oliver Abel'e göre, bu nedenle, "insan bilimleriyle doğa bilimleri arasındaki ayrım ortadan kaldırılmalıdır."

Kutsal Tören, Cadılık, Büyücülük ve Başka İlginç Olaylar Üstüne
119
Gecenin Kızları
Kimdiler?

Margaret Murray, Penethorne Hughes gibi araştırmacılara bakılırsa, cadılığın başlıca toplumsal tabanını eskicil pagan ianaçlara bağlılıklarını sürdürenler oluşturuyordu.

(Cadıların çoğu kadın) Anatanrıça dinlerinin kendilerine tanıdığı saygınlığı hala belleklerinde taşıdıkları bir dönemde, Havva Ana'nın günahını kadınlara ödetmekte direnen Hıristiyanlığı çok çekici bulacaklarını düşünmek aşırı iyimserlik olmaz mıydı?

120
… kolay doğum teknikleri, sezaryen gibi, kadının yaşamını kolaylaştıran neolitik kazanımların … günah sayılıp (yasaklanması)… 'Acıyla doğuracaksın' demişti bir kez.

121
Çıplak ve yabansı bir tepenin yamacında ateşler yakılmıştır.
(Perili yerler.. 'mazbut' insanların gelemeyecekleri güvenli yerler.)
… bakir doğanın içinde, Doğa-Tanrıça'yla kaynaşma isteği…

… bu bilinmeyen, ıssız, yabansı bölgeler, yaradılış öncesi -Kaos'a- ilişkin sayılırlar.

122
"Taptaze, saf ve kutsal bir dünyada yaşamak; başlangıçta Tanrılar'ın elinden çıktığı zamanki gibi…" Mircae Elliade

126
Mircea Elliade'a göre, eriştirme töreninin (inisiyasyon) altında yatan mantık; 'Tam İnsan' olabilmek için insanlığın kutsallığı, tinselliği tanımayan 'doğal' halini aşmak gerektiği önkabulüne dayanır. Eriştirme ritüeli, ölme ve yeniden-doğma sürecini içeren doğaüstü bir serüvendir.

Cadılar'a EK

142
Her toplum sonunda kendi cadısını yaratır.

Ortadoğu çıkışlı üç büyük din her türlü büyücülüğü yasaklayınca, Neolitik büyücül doğa dinlerinin açık ve gizli izleyicileri 'cadı' konumuna düştüler.

Avrupalılığı oluşturan kavimlerin eski pagan inanç ve uygulamalarını, hıristiyanlaştırıldıklarının hemen ertesinde terk ettikleri düşünülemez. … Yine de cadılık kamburu anaerkil törelerini unutmamış birtakım kadınların sırtında kalmış gibi.

144
Büyü, en özüne indirgendiğinde, eğretileme ve düzdeğişmecenin olağanüstü gücüne inanmakla başlar. Bu güç aracılığıyla gerçek olayların etkilenebileceği varsayımına dayanır. Büyücü ya da cadı bu gücü ustalıkla kullanabildiği ölçüde etkili olur.
.
.
.
.