05 Ekim 2010

Ulus Baker - Kanaatlerden İmajlara

.

.

.

.

Duygular Sosyolojisine Doğru

Ulus Baker

(Çeviren: Harun Abuşoğlu)
Birikim Yayınları 2010 İstanbul


33.
Dolayısıyla, olasılık ve şans hesaplamaları ile uyumlu olarak, eğer Tanrı’nın var olduğu iddia edilirse ve O varsa, bu iddiada bulunan kişinin kendi sonlu ve sefil mevcudiyetini gözden çıkararak, kendi kurtuluşunu, Tanrı’ya adanmışlığını kazanacağı bellidir. Eğer O’nun var olduğu iddia edilirse ve O yoksa bu iddiada bulunan kişi sadece kendi sefil hayatını sonsuza dek kaybedecektir. Son olarak, eğer O’nun var olmadığı iddia edilirse ve O varsa, kayıp sefil ve sonlu hayatlara eşlik eden bir ebedi kurtuluş olacak, eğer O yoksa sadece bu dünyadaki yaşam kazanılmış olacaktır.


34.
(dipnot 3) “din, ölümün kaçınılmazlığının kavranılmasına karşı Doğanın zekâ vasıtasıyla gösterdiği bir savunma tepkisidir.” [H. Bergson, Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı, çev. Mukadder Yakuboğlu, Doğu-Batı Yay. 2004.] [Ölüm anında -aslında, hemen sonra- tüm yaşamımızın bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçeği ya da tamamen beyaz ya da tamamen siyah bir alanın tüm benliğimizi kaplayacağı türden bir iddiada nasıl bulunulabilir? Ölümden hemen sonrasını, en iyi ihtimalle, doğumdan hemen öncesinde bulabiliriz: Hiçbir şey yoktu, hiçbir şey olmayacak!]

42.
Spinoza bizim “yanlış” bilgi olarak adlandırdığımız şeye hiç inanmadı, çünkü yanlış fikirler asla mevcut olamazken, yalnızca yaşam-koşullarımızca bozulmaya uğramış kanaatlerimiz ve düşünmeyi beceremememize (becerememize?) bağlı olarak kısmi yanılsamalarımız söz konusudur.

43.
Foucault’nun bir zamanlar belirttiği gibi, Onsekizinci yüzyılda bir gazete okuruna bir soru yöneltildiği zaman bu, yanıtı henüz bilinmeyen “gerçek bir sorudur”.

47.
… her tarihsel çağ önüne sadece çözebileceği soruları koyar.. (Marx)

51.
“Doğa hiçbir zaman uluslar, kastlar veya sınıflar yaratmaz, yalnızca bireyler yaratır” (Spinoza)

52.
Toplumsal tipler, Durkheim sosyolojisinin birey’i terk edişiyle, sosyolojinin alanını diğer beşeri bilimlerden -psikoloji, etnoloji ve tarih- farklı kılmasıyla birlikte günümüze kadar bir yokoluş sürecine girmiş. Edebiyat ve sinemada da durum aynı, toplumsal tipler onlarda da artık ilgi çekmiyor. Fakat Charles Wright Mills’in eserlerinde ‘beyaz yakalı’, ‘iktidar seçkini’ gibi tiplere rastlanıyor…

54.
Dindar insanların yarattığı 2. doğa…

56.
Sosyal bilimler ‘duygusallığı düşünmeyi’ yitirmiş durumdalar…

58.
Marx, örneğin, bir toplumu anlamak için bünyesindeki somut insanlara kendileri hakkında ne düşündüklerini sormak yerine eylemlerine bakmak gerektiğini söylüyordu.

60.
Uzun bir zamandan beri, kanaat, düşünürler ve filozoflarca nihaî bilgi kaynağı olarak görüldüğü gibi, ayrıca yanılgının ve yanlışın  mevcudiyetinin sebebi olarak da ele alınmıştır. Bu durum tam da kavramın doğasından, “kanının” tam bir uydurma oluşu veya sadece konuşmada ifade edilen bir şey oluşundan anlaşılabilir. 61. Günümüzde … kanaat hakikate ulaşmada taşıdığı kalkış noktası olma değerini yitirmiştir.

61.
Nihai olarak, kanaat bireyi düşüncesinin efendisi ve öznesine, bir grubun mensubuna dönüştüren şeydir. Burada “mensup” terimi vurgulanmalıdır, zira, bir kişi dile getirmiş olsa bile hiçbir şekilde bireysel kanaat olmaz. Kanaat, grup tek bir gerçek kişiden oluşsa dahi, bir grup mensubu olarak özne haline gelmenin edimsel yoludur.

63.
“Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür” Marx

Marx’ın “ideoloji” anlayışını keşfetmek için formül tersine çevrilmelidir: eğer kulübedeki köylü bir saraylı gibi düşünmeye başlarsa, onun ideolojik düşündüğünü, yani “düşüncesinin” kendini doğrulayamayacağını söyleyeceğiz. Bunun anlamı düşünmenin “evrensel” bir faaliyet olmadığı, bilakis koşullu, adanmış ve dünyaya bağlanmış bir duruş olduğudur. Düşünmek kaygısızca, rastgele seçilmiş olmayan bir bakış açısına sahip olmak demektir.

64.
… kendinde “farklı düşünmek” diye bir şey yoktur, daima başkasından farklı düşünülür, o başkası da bir diğerinden farklı düşünür, ta ki bütün toplumsal dünya katedilene dek.

Doğa uluslar, sınıflar ve kastlar yaratmaz, sadece bireyler yaratır (Spinoza). Bu ulusların, sınıfların, ailelerin ve diğer toplumsal grupların hayali olduğu veya varolmadığı anlamına gelmez, daha ziyade tarihsel ve genetik olarak oluşmuş bulunan bu insan topluluklarından birine ya da birçoğuna mensup olabilmek için etkin bir katılımcı olmak gerektiği anlamını taşır.

66.
Günümüzde, Batı’dan Doğu’ya, çağdaşlarımızca, Onyedinci yüzyılın önemli Fransız filozofu René Descartes’ın “büyük günahını” anlamaya çağrılıyoruz: bilinçli varlığın “öznelliği”, beden-zihin ikiliği (ve bunun yüzünden, her türden ikilikten) ve Batı metafizik düşüncesinin “kafatası içi” oluşundan sorumlu olan Kartezyen dünya görüşü filozoflar, sosyologlar, her türden bilim adamınca şiddetle eleştiriliyor.

67.
Her şey, Descartes Cogito formülünü (“Düşünüyorum, öyleyse varım”) “insanın tanımı düzeyinde yükselttiğinde oluşur.

Her şey, Aristotelesçi biçimsel kıyas mantığına uygun olarak, tümdengelimci genel bağlamda türlerden cinslere doğru bir hareket olarak cereyan eder.

Cogito’nun eksiksiz formülüne doğru ileri yürünmelidir: kuşku duyuyorum, öyleyse düşünüyorum, demk ki varım, öyleyse düşünen bir şeyim.

Bende düşünen bir beden olduğunu bilirim, mesele bundan “kuşkulanabilmemdir”, bendeki bir tür güç gerçeklikten kuşku duymama yol açabilmektedir: bu tam olarak Descartes’ın “düşünmek” (penser) dediği şeydir. Onun “düşünmenin” mucidi olduğu bile söylenebilir, zira Stoacılar istisna tutulursa, Eski filozoflara göre düşünme, ana hatlarıyla Platon’un Menon’unda [Menon-Erdem Üzerine] ima edildiği üzere; sayesinde, idea ile zorunlu olarak modellerini taklit etmek yoluyla karşılaşılan “içsel düşünce”, “dianoia”dır. “İde” ile “içsel düşünce” arasında dışsal bir ilişki olup ikinci birinciye indirgenemeyeceği gibi, birinci de ikinciye indirgenemez. Düşünmek, Tanrısal düzene ait, dışarıdaki, gökteki bir fikrin zihni doldurması anlamını taşır ve alışılmış biçimde yaşadığımız görüntüler dünyası da dışsal biçimler ve fikirler evreninin çarpık bir imgesinden ibarettir.

68.
… “düşünmek sadece anlamak, istemek, hayal kurmak değil, aynı zamanda hissetmektir” (Descartes). Yani, klasik düşünme nosyonuna ilk kez “duygusal” bir boyut getirilmektir.

69.
Sanki “düşüme”, Cogito’nun formülasyonunda olduğu gibi sonsuz, ama bir düşünceden diğerin, bir duygudan ötekine zorunlu bir geçişe ayarlanmış bir “hız” taşıyarak vücut bulmaktadır. Bu “öznelliğin” icadından başka bir şey değildir.

Eski düşünce imajından Kartezyen düşünce imajına geçilmedikçe, düşünme ve ifade özgürlükleri talep edilemezdi.

71.
… içimizden geçen her duyguyu, her bir duygu dünyadaki tekilliklere ithaf edilmiş veya hasredilmiş olduğu için, düşünme diye adlandırırız. Genel olarak düşünme diye bir şey yoktur, tersine düşünce, tamamen, zihni oluşturan bir insan eylemidir.

76.
içtihat hukuku    usul hukuku

77.
Kanaat, mantıksal temellerinde, bir düşünce veya fikrin her “belirişi” için bir ufuk olmuş görünüyor. Yunanlılar genelde “hakikatin kendini gizlediği” şeklindeki Heraklityen öncüle inandıklarından, kuşkusuz ki, bu nihai bir ufuk değildir. Bu, “hakikat en derindeki yalandır; kazılır ve en dipteki öğeye ulaşılamaz” bu yüzden de “hakikat” olarak adlandırılır şeklindeki Nietzscheci temanın önceden dile getirildiği biçimdir. Nihai değildir, ama kuralı kendine-gönderim olan argümantasyonun her aşamasında kendini tekrar eden sınırdır: kanaat ile gerçek bilimsel bilgiyi karşı karşıya koymanın bir zorluğu vardır -eğer bir şey kanaatse-, “yanılgıya” açıktır, yine de bilimsel bilgi öncelikle kanaat olarak iletişime sokulmalıdır.

78.
... kannat ile gerçek bilimsel bilgiyi karşı karşıya koymanın bir zorluğu vardır - eğer bir şey kanaatse, "yanılgıya" açıktır, yine de bilimsel bilgi öncelikle kanaat olarak iletişime sokulmalıdır.

82.
... modern bir bilim, modern olabilmek için, "içeriklerden" ziyade, sadece "biçimleri" veya "yapıları" tanımlamalı ve tarif etmelidir. Bu bilimin evrensellik iddiasıdır.

84.
"İçerik" analizinin sınırı çoğu kez tekrar etme sıklığının hesaplanmasından ibarettir. İçerik araştırması çoğunlukla, kısmi bir temsiliyetin ortaya çıkış sayısının; genellikle, bulguların her nasılsa nesnel bir kriter olduğu varsayılan "resmi" istatistiklerle kıyaslanması suretiyle hesaplanması meselesi halini alır.

90. 
Bir toplumsal tip yaratabilmek için, sorunlar ve olaylar hakkında sistematik bilimsel bilgi yerine hayal gücü ve etkilenebilme kapasitesine ihtiyaç duyulur. Bu toplumsal tiplerin takdim edilişinde sistematik bir şey olmadığı anlamına gelmez: Max Weber ve özellikle de Georg Simmel toplumsal tipler felsefesini öyle "bilimsel" bir tarzda sistematize ve formüle etmişlerdir ki, analizleri sanat ve edebiyat alanına önce olduğundan çok daha canlı bir şekilde geri gönderilebilir. Toplumsal tipleri yaratabilmek için, hayal gücünü, duyguların bilgisini ve olguların bir karmaşık ilişkiler seti demeti olarak bilimsel bilgisini koordine etmeyi başarabilmek gerekir.

91. 
1. Edebiyat ve sinemada bir toplumsal tipi yaşam dünyasının, toplumsal çevrenin parçası olarak görselleştirilmesi ve anlaşılabilir kılınması sosyal bilimlere göre daha kolaydır. ... çünkü "bilimsel vizyon" genellemeyi ve söylemlerinde beliren temaların "kümülatif bir endeksinin" yaratımını gerektirmektedir.

2. Bir toplumsal tip bir tür "işte-bu"luktur. Sokağın köşesinde görülebilen Yoksul, Dilenci, Yabancı, Evsiz... Öte yandan, onun "endeks" değeri de kuramsal, özellikle de analitik düşünülmüşlüğü bağlamında ifade edilmelidir. Toplumsal tip vita activa ile vita contemplativa arasında, sokaklar ile kitaplar arasında saptanabilir. O özne ile nesne arasındaki, akademik disiplin ile hayat arasındaki, haya gücü ile bilimsel bilgi arasındaki bir bağlantıdır.

92.
3. Bir toplumsal tip gündelik varoluşunun yanısıra analitik olarak da belirgin olmalıdır: örneğin proletarya Marx ve Engels'in eserinde ikili bir rol oynar - "gerçek", siyasal olarak tanımlanmış toplumsal bir sınıftıt, ayrıca kapitalist toplumsal ilişkileri açıklayan analitik-kuramsal bir araç olan, kapitalist üretim ilişkilerinin soyut ağının bir parçasıdır.

93.
Sınıfın bu ikili kavranışı arasında bir denklikler dizisi olabileceği gibi aynı zamanda bir dizi farklılık ve ayrılık da olabilir.

4. Bir toplumsal tip "duygusal"dır. Sunuluşundaki soyutlama ve genellemenin düzeyi ne olursa olsun, "gerçek", psikolojik bir şahsiyetin özelliğine sahiptir.

Ne olursa olsun, bir toplumsal tip; bir duygusal, hissi ilişkiler kümesi veya buluşması olarak tanımlanması gereken "duyguları" ile belirlenir.

95.
"... birilerinin yoksul olması onların spesifik olarak toplumsal "yoksul" kategorisine dahil olduğu anlamına gelmez... Ancak [Yoksul'a] yardımda bulunulduğu andan başlayarak ... yoksulluğu ile tanımlanmış bir grubun parçası haline gelirler." (Simmel)

96.
Simmel'in bir toplumsal tipi daima kodlanmış bir şeydir. ... Yabancı "bugün buraya varan ve yarın ayrılacak olan" değil, Bugün gelen ve muhtemelen yarın ayrılmayacak olandır. Bu, bir toplumsal tipin, isterse toplumun ortalama bir üyesi olsun belli birinin bakış açısından saptanması anlamına gelir.

7. Bir toplumsal tip "moderndir". 

97.
... "Kalkınma çalışmaları" olarak adlandırılan disiplinler gelişmiş kapitalist ülkelerde tam bir çöküş halindeyken, ülkelerine "kalkınma idealleri" ile geri dönen bazı Türkiyeli ve günümüzün Afrikalı entelektüellerinin belirleyici özelliği...

98. Bir duyular demeti olmanın ötesinde, bir toplumsal tip bir "imaj" olabilmelidir. Bu ... ilkin toplum tarafından "görülmesi" [saptanması] gerektiğini söylemiş bulunduğumuz için oldukça açıktır. ['Yoksul', 'Yabancı' örnekleri]

100.
Çalışmamda, "kamusal alan" öğretilerinin eleştirisi yoluyla, özel yaşam ve deneyimin gündelikliğine karşıt oluşuyla tanımlanmayan bir siyaset alanı kavramsallaştırmaya çalışacağım.

102.
Simmel'de Yoksul gelirle ve hatta yoksulluk derecesi, birinin kendini "yoksul" olarak görmesi ve kabul etmesi ile tanımlanmaz. Yoksul sadece, verili bir cemaat bazı insanları özne olarak ele aldığı, onun varlığı ile uğraşan kurumlar yarattığı, onun hakkında toplumsal pratikler ve yargılar geliştirdiği, çevresini düzenlediği zaman "görülür".

103.
"Kimlik" nosyonu, güncel sosyoloji pratiğinin merkezi kavramlarından biri olarak, sosyal bilimlerin toplumsal tipler yaratma kapasitesini zayıflatıyor. Zira ... etnik ve dini gruplar toplumsal tipler değildirler. Kimlik bir toplumsal tipi tanımlarken, anlamamıza vesile olan bir kavram değil, bir kanaat ve siyasi etiketleme kategorisidir. ... Benzer şekilde, parti üyeliği veya yakınlığı, bir kültün partizanı olmak, bir kuşağın üyesi olmak (rock, sinema kültleri) kendilerinde toplumsal tipler yaratacak kriterler değildirler. Bu kategorilere tekabül eden toplumsal tipler yaratmak için, toplum bilimleri elbette ki televizyonda değil, aksine, genel olarak gündelik hayatta "görünür" düzeyde işleyecek olan "etten ve kemikten" bir bireyleştirmeyi ortaya çıkarabilmelidir.

104.
(Balzac, Çehov, Zola, Austen, Vertov, vb.) Sanatların bazen onlar vasıtasıyla "düşünmeyi" felsefe ve bilimden daha az olmayan şekilde başardığı üzere, toplumsal tiplerin yaratılması ve yeniden üretilmesinde sosyal bilimlerden çok daha üstün olduğu söylenebilir. ... Bu kapasite belli ki sanatın hayatı doğrudan, metinsel-olmayan ve dolayımlanmamış şekilde sunabilmesinden, Hegel'in ifade ettiği gibi, "tikel"den yola çıkarak "evrensel"i elde etme kapasitesine sahip olmasındandır.

106.
Bir toplumsal tipi tanımlamanın önemli bir boyutu onu bir kanaatler bileşimi gibi değil, "duygular demeti" gibi görmekten geçer.

Duygular yazıyla hatta tanım ile ifade edilmelerinden çok daha iyi bir şekilde "görülebilirler" ve bütün bir "belgesel" sinematografi alanının toplumsal bilim disiplinlerinden dışlanamayacağı hususunda şüpheye yer yoktur.

Bu "anlayış" kendini sinema ve videoda ortaya koyabilir ve gerçeğin doğrudan "imajı" olduğu iddiasında bulunan "belgesel" alanı ile sınırlı olmak zorunda da değildir.

107.
Duygular daima imajlarca harekete geçirilirler

... modern siyaset ve cemaat pratikleri imajlara, onların yeniden üretimine ve yönlendirilmesine daha fazla dayanmaktadır. Sonuç olarak kanaat toplumları imaj, gösteri (Debord) ile kontrol, sanallık, izleme ve "yakalama" toplumlarından başka bir şey değildir (Deleuze, Virilio).

108.
Bir cemaatin (dinî, mezhebî, kültürel, alt-kültürel), bir ailenin, bir Kentin, veya bir Devletin (yurttaşlık) mensubu olunabilir, ama "dostluğa" mensup olmaktan asla sözedilemez.

110.
Dostum başka bir "kendim"dir ve onun erdemini gözlemlerken kendiminkini görür ve tanırım. 

111.
(Aristoteles, Antik dönem) dostluk kavrayışı, ... aynılık, tek anlamlılık ve benzerlikle tanımlanır. ... modern anlayışlarda, Spinoza'nınki dahil olmak üzere, dostluk tekilliğe, dostun iyiliğinin benzersizliğine saygıyı içerir. ... Açıktır ki, bu, Eski Yunan'da "bireyselliğin" niçin kavranılamayacağının nedenlerinden biridir. Antik dönem insanının her bireye mahsus tekil, eşsiz bir duygular seti anlayışı yoktur - bu Onyedinci yüzyıl akılcı felsefesinin bir icadırır (Descartes, Spinoza ve Leibniz).

116.
"tefekkür", düşünme, düşünüş...
"pathos", bir duygulanış...
"ethos", zihin yapısının düzeni... 

117.
"tekâmül", olgunluk

119.
"oikos", hanehalkı
"aile", aynı soya ait olma stratejisi...

122.
Beckett, Mercier ile Camier
Flaubert, Bilirbilmezler

123.
"angajman"- Bir şey için söz ya da yazıyla yükümlülük altına girme, üstenme;
Toplumsal, siyasal bir eylemin içinde yer alma, ona bağlanma

124.
Aydınlanma çağında, kitlelerin aynı zamanda nihai olarak Napolyonik devlet aygıtı ile "disipline" edildiği çağda da, ...

Gelgelelim, "kitleler" ve "kalabalıklar" sorununu ortaya atmak, aynı zamanda "birey" sorununu da ortaya koymak demektir. "Bireyi" tanımlamaksızın, ondan farklı davranan "kitle" veya "kalabalığı" tanımlamak olanaksızdır.


125.
"muhayyile", imgelem, hayal etme gücü
126.
"Pedagoji" terimi akademik, bilimsel ve dersliğe dayalı bağlamlarından kopartılmalıdır.

127.
Paul Virilio'nun eserleri bize, "görsel-işitsel"in esasen askerî teknolojilerin, "savaş lojistiğinin" parçası olarak geliştirildiğini göstermektedir.

Artık temel beşeri yaşam-deneyimleri olarak "görüş" (vision) ve "duyuşu" (hearing) yeniden-temellük etmek zorunludur.

128.
... evrensel düzeyde oldukça "hatalı" görsel-işitsel aygıtlar geliştirmiş bulunuyoruz (televizyon ve kısmen de, gelecekte ne olacağını bilemediğimiz için hâlâ "açık" kalan bir sorun olan İnternet). Toplumsal tiplerin gerileyişi günümüzde sözde toplumsal tiplerin yaratılmasına karşılık gelmektedir: yuppi, rockçı, hacker ve aslına bakılırsa evlerde de, web'te neredeyse sadece "otistik" şekilde sörf yapan veya bekleme zamanlarında yalnızca televizyon izleyen yeni bir kuşağa sahibiz.

Dünya nüfusunun büyük bir kısmının halen İnternet'ten mahrum olması söylediğimiz şeye bir itiraz sayılmaz: hâli hazırda planlanmış olan internetin televizyon ile teknolojik bütünleşmesi projesi mevcut durumu yakın gelecekte değiştirecektir.

Yine de, toplumlarımızın "kanaat" toplumları olduklarını söylediğimizde, Deleuze'ün "denetim toplumları" olarak adlandırdığı şeyle uyum içindeyizdir: en azından "kanaat" düzeyinde "özgür" olsanız bile hâlâ denetlenmektesinizdir. Ve bu denetim, hiç olmazsa "liberalce" sorgulanma sürecinde olan Foucaultcu "disiplin toplumları"nın aksine, çoğunlukla görsel-işitseldir (yaşam izlenir).

129.
Her şey "disiplinlerin" yanlışlıklarını ortadan kaldırmaya ayarlanmış görünmektedir: "okula", "hastaneye", "akademiye", "istihdama" tabi kılıcı Napolyonik evrensel sistemler ile Freudcu "çocuk yetiştirme" sistemi, günümüzde çöküş halindedir ve görünen odur ki hiç kimse onların yerini neyin alacağını bilmemektedir.

Okul lisanı, matematiği, fiziği sadece "kurallar" veya "yasalar" oldukları uyarısında bulunmaksızın, yaşam-deneyimlerinin üzerinde topyekûn bir hükmedici gibi öğretir.

... her "kural" yönetir ve tam olarak bir emir gibi belirir... Matematikteki naif bir sorunun çözümü bile "x ile y'yi topla, ve sonra..." tarzında emirlere uygun olarak öğretilir.

"Çocuk yetiştirme" bile "post-modern" yaşamın her alanını kat ediyor - sadece Dr. Benjamin Spock'un kitabından veya günlük gazetelerden bazı "pratik bilimsel bilgiler" öğrenmek zorunda kalınmamakta, aynı zamanda daima denetim altında bir "özgürleşme" halini almaktadır.

130.
Şurası açıktır ki bir toplumbilimci kendi başına bir "toplumsal labaratuar" oluşturamaz - aksi halde muazzam büyüklükte sosyoloji doktorları kurulları oluşturmak, aileleri, kabileleri, toplumsal grupları, hatta sınıfları ve varoluş sorunlarıyla beraber bazı "pratico-inerte" [pratikte ölüm] malzemeyi getirtmek gerekirdi. Oysa bu "labaratuar" zaten düzenlenmiş durumdadır: önce Foucault (1975) tarafından "disiplin toplumları", sonra da Mills'in "kitle toplumu" ile görülür kılınmıştır.

(dipnot) ... kalpsiz türde bir pragmatizm...

132.
..."siyasi filmleri siyasal kılmalı" (Godard)

133.
"bir filme her şeyi koymalı" (Godard) - Historie(s) du cinéma - "sinema başarısızdı"... Deleuze (1994:1) "sinemada da felsefede de işlerin kötüye gittiğini" söyleyecektir.

134.
"Sinema sanat olduğu gibi, bilim de bir sanattır. Histoire(s) du cinéma'da bunu dile getirmekteyim. 19. yüzyılda, teknik; artistik bir anlamda değil (Jura'da üretim yapan küçük bir saatçinin hareketi düzeyinde değil, tersine yüz yirmi milyon üreten Swatch'ın düzeyinde işleyen), işlemsel (operatoire) bir anlamda doğmuştur." (Godard)

137.
Duygular sosyolojisi "hisler"in ve "sezgi"nin sosyolojisidir... Hisler basın ve televizyon tarafından yönlendirilebilir, ama sezgi hiçbir zaman yönlendirilemez...

... kanaat bir yanda "tahayyül" (Spinoza) öte yanda duygularla ikili bir özdeşlik içindedir.

138.
Kanaat bir şeyi önvarsayar: bu, bir kanaat ya da yargının terimin klasik anlamıyla "bilimsel bilgi" olmak yerine, evvelce duygulanılmış bir durumu yansıtması anlamında "duygudan" başka bir şey değildir.

147.
Freud, Breuer ile birlikte yaptıkları gözlemlerinden çıkardıkları "gerçek" soruyu sormakta duraksamayacaktır: her şey bu tür "tıbbi" sorunların göründükleri ölçüde "tekil", "biricik" ve "ampirik" olmadığını göstermektedir. Bu sorunlar daima sıradan yaşamımızın parçasıdırlar, hepimizde ortaktırlar - [Freud "toplumsal" dünya ile ilk kez, ama ... yetersiz bir tarzda karşılaşmaktadır].

148.
... Freud, üstün, sui generis bir varlık olmaktansa "her bir kişi-için-toplumsal"ı (sacial-for-each) kavramayı başarabilmişti.

149.
actes manqués: bilinçdışı kaçınılan edimler

150.
... bir dil sürçmesi yoktur, tersine Freud'un genellikle dikkate almayı başaramadığı görülen toplumsal bağlam söz konusudur.

161.
Sansür ve bastırma, halihazır "toplumsal" karşılıkları bulunan ziyadesiyle Freudcu nosyonlar olarak, yalnızca derin bir Bilinçdışının vücut bulması olmayıp aynı zamanda Fransız Devrimi'nin nihayetinden beri geliştirilmiş bulunan epeyce karmaşık toplumsal stratejilerdir. Bunlar; aileyi (Napolyon Yasası, özellikle modern evlilik ve aile ilişkilerini düzenler) yeni, disiplinli bir orduyu, zorunlu okul sistemini, Pinel'in tıbbi gözlem ve tedavi laboratuarına dönüştürdüğü "tımarhane"yi, "vaka bazında" amprik gözleme ve hastalıklar üstüne deneye dayalı hem bir söylem hem de bir kurum olarak kliniği ve eski düzenin bedensel ceza anlayışı ile kıyaslandığında daha az kaba olmasıyla bir süreliğine bir gurur kaynağı olarak kalan hapishane sistemini "kurumlaştıran" Napolyonik kurumlardır (Foucault, 1969).

162-168.
Freud

168.
Spinoza "fikirler" ve "duygular" arasında açık bir ayrım yapar: bir fikir Spinoza'nın "ideatum" adını verdiği, fikrin nesnesi olan başka bir şeyi temsil eden bir şeydir. Zihinde bir şeyin -bir "nesne"- yerine geçen, temsil eden ve açıklayan bir şey olduğunda, buna fikir denir. Zihnin (Kartezyenciliğe zıt olarak ve Spinoza'nın beden-zihin paralelliği öğretisi bakımından) bir olayı olan duygu (İngilizceye, özellikle Elwes'in tercümesinde "his" olarak yanlış tercüme edilmiştir) ise, bunun tersine, hiçbir şeyi temsil etmez: bir fikirce "belirlenir", ama ne bu fikre dair herhangi bir şeyi ne de bu fikrin nesnesini temsil eder. Bu bir duygunun (affectus) yalnızca, ikisi de aynı anlama gelecek tarzda, zihnin daha çok ya da daha az güce geçerek düşündüğü, bedenin daha çok ya da az güce geçerek eylediği bir "düşünme kipi" olduğu anlamına gelir. Diğer bir deyişle, "hisler" veya duygular (affectus) bir bireyin yetkinleşmesinin dereceleri, kendi bireysel tekil "özünü" icra ediş yollarıdır.

172.
... imajları fikirler olarak kavrayabilmeyi başarmak zorundayızdır.

176.
... her filozofta bulunan üç niteliğin müşterek eseri olan, bütünüyle "felsefi duyguları" vardır: alçakgönüllülük, dürüstlük ve yoksulluktur bu nitelikler (Netzsche).

177.
Bunlar geleneksel ya da dinsel ahlaki nitelikler değil, filozofun kendisini ve felsefesini sayesinde oluşturduğu metafizik tertiplerdir. Diğer bir deyişle, sadece bir dizi çileci âdetler veya ahlaki kurallar olmak yerine tamamen özel bir "felsefi" güç istencini oluştururlar. Onun vasıtasıyla filozof kendini saldırılardan ve darbelerden, karşıtlarından gelen eziyetlerden ve zulümlerden koruyabilir.

178.
... "conatus" ... "her şey, kendinde olduğu ölçüde, varlığını sürdürmeye çabalar"

181.
... bir dergi Onsekizinci yüzyılda eleştirmenlerine yönelik bir soru yayımladığında, yanıtı önceden-bilinmeyen, isterseniz g,"gerçek" diyelim, bir soru yöneltiyordur. Oysa günümüzde bu tür sorular görünüşe bakılırsa kanaatler düzeyinde yayımlanmaktadır.

182.
Doğu'ya özgü din sistemlerinde ahlaki yaşam "seküler" her şeyi, aileyi, cemaati, günlük yaşamı, ilişkileri, sınıfı (daha doğrusu "kast") geride bırakmaya dayanan bir "yalıtılma" ve yalnızlaşma meditasyonudur. Oysa ki, Yunanistan'da, böyle bir sistem bilinmesine rağmen (Orphism ve diğer "yalıtımcı" kültler), din toplumsal bütünleştirici bir güç olarak belirir: ritüel pratikler vasıtasıyla bir topluluğun üyesi olunur.

183.
"Duygusal" dünyanın en esaslı olumlanmalarından biri Romantizmdir. 

... tarihin hangi büyük olayı, uzam ve zamandaki mesafesi ne olursa olsun, hangi devrim, hangi savaş, kimin acısı ya da mutluluğu aynı zamanda "benim kişisel sorunum" değildir ki (Novalis). Bu Romantiğin tarih ve zamanı kendine maletme tarzıdır - "olay"ı kendi bireyselliğine, kendi "kişisel", "özel" dünyasına maletmesidir.

184.
(Dziga Vertov:) modern dünyanın makinesel ritmlerinde duygusal bakımdan önemli hale gelme eğilimindeki şeyleri arayıp bulmak...

185.
Modern yaşamın veçhelerinden biri saf ritüeller ve jestlerin yavaş yavaş ortadan kalkmasıdır ki, adeta jestlerimizi kaybediyor olduğumuz söylenebilir.

186.
(Leroi-Gourhan:) Aletlerin ve insanın evrimi tamamen tek ve aynı süreçtir.

188.
... "bilmemek" olarak bilgisizlik, bilimsel bilginin elde edilmesinden önce gelen bir durum değildir, tersine ondan sonra gelir: eylem yoluyla başarılır.

"Bilmemek" artık açıklanamaz olan, bilinmeyen olmadığı gibi bir "başarısızlık" veya "eksiklik" de değildir. Aksine "yeniyi", yeni deneylerin ve yeni arzuların üretilmesini uyaracak aktif bir güçtür.

Psikanalizin şimdiye kadar minnettar kalarak onayladığımız "keşifleri"ni iptal etmeye başlayabiliriz: Oidipus kompleksi, Arzu, İçgüdü ve Bastırma... Oidipus kopleksi bütün psikanaliz kuramının, pratiğinin ve dayandığı kültürün ve alt-kültürün vardığı ve kilitlendiği bir "saplantı nevrozu", bir fikr-i sabittir. Psikanalizi, ... ailevi bir ortam ve çevreye mahkum eden de budur. Psikanalizdeki en kötü şey terapi ile normalleştirmeyi ayırmaktaki genel kafa karışıklığıdır.

189.
... psikanaliz kuramı ve kültürü, zayıf bireyin çeşitli yollarla sosyo-ekonomik ve ailevi kurulu düzenlere bağlılığını, hatta köleliğin kaderciliğini yeniden üretir.

190.
[Psikanalizin çağdaş insanın düşüncesine verdiği en önemli zararlardan biri], "gerçek" olanın üretilmek zorunda olduğu hakikatinden uzaklaşmamızdır.

191.
... bilinçdışı vardır, ama saf bir yorum olarak kaldığında değil ancak üretildiğinde görünürleşir.

[psikanaliz ile Marksizm arasında bir kaynaşma ya da evlilik oluşturabilmek] ancak bilinçdışının içine üretimi, gerçek üretim ilişkilerinin içine ise ereksel olmayan bir arzuyu (ignoramus'unyol açacağı) katarak mümkün olabilir.

Freud'un arzuyu bir eksiklik, bir yoksunluk olarak kavramasıyla, psikanaliz daha ilk dönemlerinden kendi sonunu hem kuramsal, hem de pratik olarak hazırlamıştır.

192. 
Gabriel Tarde'ın temel tezini; bireysel fantezinin gerçekliğin yaratılması olduğunu, türü ne olursa olsun -bir rüya, tasavvur, ya da sanat işi- yeniyi yaratmaya yönelen zihinler arası bir hareket olduğunu ileri sürerek, geliştirebiliriz. Zira bir birey, bir kolektiviteye karşıtlığıyla mevcudiyetini sürdüremez. Birey "bireyler" olarak mevcut olur, ama kolektivite, Durkheim'ın inandığı gibi, kendisine özgü (sui generis) bir toplum olamaz. Yalnızca "bireyler" vardır ve "birey" tam anlamıyla mevcut değildir, sadece kuramsal bir soyutlamadan ibarettir.

anakronik: olay tarihinde yanılmış olan (kişi ya da şey)


193.
Psikanaliz narsizmi, bir "ilk hal" olarak kabul etmeyi sürdürüyor. Böylece herhangi bir bireyde belirişi bir "gerileme", dünyayla baş etme güçlerinde bir eksiklik olarak ta baştan kanıtlanmış varsayılıyor. ... böylece, narsizm önce "bireyselleştirilir", sonra yeniden, asıl kaynaklandığı tarihsel-toplumsal düzleme yansıtılır. Kulak pek uzun yoldan gösterilmiştir. ... Psikanali "narsizm" ya da "fantazm" gibi kavramları "bedensiz" ve "karşılıksız" bırakır.
Her şeye rağmen psikanalizin esaslı bir başarısı bir kez daha itiraf edilmelidir: bilinçdışını keşfetmiştir... Ancak bu başarı sonradan yitip gitmiş yani hükümsüzleşmiştir. Bilinçdışı okunacak bir çivi yazısı, yorumlanacak bir kutsal kitap, hele hele "karanlık bir dünya" değildir. Platoncu tasarımdan çekilip kurtarılacak bir bilinçdışı, aktif ignoramus'un, bilimin, sanatın ve felsefenin güçlerinin eline teslim edilebilir, onlar tarafından biçimlenmeye bırakılabilir. Ancak psikanalitik kültürün bir dizi yetersizliği ve önyargısı, böyle bir çabanın önüne en büyük kuramsal ve pratik engelleri çıkarmaktan hala geri kalmamaktadır.

198.
["ekonomi politik" ... Dolayısıyla burada hem "politika" hem de "ekonomi" vardır.]

200.
"beden ruhumuzun hapishanesidir" (Sade)

Sade'ın çağdaşları Adam Smith ve sonrasında David Ricardo'nun eserleri yoluyla ekonomi politiğin doğuşu, mutluluk ve hazların kaynaklarının yeni bir tazrda sorgulanmasından daha öte bir şey değildi. Ayrıca, Sade'ın savunduğu ahlak-dışılık (libertinage), ... bedeli olan bir şeydi. "Normal", "düzene uygun" ve "ailevi" yaşanan haz, hazzın normal cinsel etkinliğin doğrudan bir sonucu olduğu temel varsayımına dayanıyordu. Yalnızca bir yan-ürün, normal cinsel ilişkiden arta kalan bir şeydi haz.

205.
Bütün modern edebiyat, bireysellik ve kimlik mefhumlarının bir eleştirisi halini almış durumdadır.

Bu sinemanın kandine mahsus büyüsüyle sağlanabilir, ancak biz tersine, sinemanın kurgusal ve anlatısal olmaktan daha fazlasına muktedir olduğuna, saf imajlar aracılığıyla bunu ortaya koyabileceğine inanıyoruz.

206.
Virginia Woolf sözcükler ve gösterenler yerine imajlarla yazma ihtiyacı duyar...

Modern edebiyatta, (klasik edebiyatın) tam tersine, biçim doldurulmak zorunda değildir; biçimin tanım olarak bir içeriğe sahip olduğu açık olsa da, şu ya da bu içerikle doldurulması gerekmez.

207.
İmajların, dünyanın Spinozacı anlamında zorunlu olarak "duygulandırıcı" olmaları... Her bir imajda, bütün bir everen mevcuttur, baştan beri oradadır. (Spinoza'nın imajları nedenlere iliştirme ve duygular ile hislerin gücüyle ilişkilendirme tarzı felsefe tarihinde benzersizdir.)


Sevgi dış bir nedenin imajına eşlik eden haz, Nefret ise yine dış bir nedenin imajına eşlik eden acıdır. (209:) Spinozacı Sevgi ve Nefret öğretisinde her şey "imajları muhafaza" edebilme kapasitesine bağlıdır.
Benjamin tarafından vurgulanmıştır. Vertov'un "hayatı olduğu haliyle yakalamak" için en karmaşık montaj ve çekim tekniklerini kullanmayı başarabilmesinin nedeni budur.


213.
Gündelik hayata ne kadar çok nüfuz edilirse, yapılan çalışma tarihsel olmak yerine o kadar çok "sosyolojik" olacaktır.

214.
... imajlar inceden inceye "fikirler" olmaya yönelirler...

215.
Alegori her zaman, Özne-nesne mesafesinin belirli bir açıdan reddedildiği, nesnel-dünyanın kendi anlamı dahilinde dönüştürüldüğü, belirli bir özne vasıtasıyla işlenmiş bulunan bir semptomdur. (Benjamin)

216. 
Metaforlar ve alegorilerin yine de gündelik hayatın görünümünün parçası oldukları

217.
Filozoflar tahayyülü, kör inançların arzulara yönlendirilmesi olarak yorumlayıp gözden düşürdüler. ... Tahayyüle fazla değer biçmeye yetecek cesareti olan filozof, Srtre, tahayyülde bize dayatılmış olan gerçekliği yadsıma yetisi olduğunu görebilmişti.

222. 
memento mori... ölümlü olduğunu hatırla

224. 
Flusser'in teknik imajı "okunabilir", "kaydedilebilir" ve aktarımlar ile yeniden üretim süreçlerine açık bir şey olarak sorunsallaştırması...  Teknik imaj yalnızca bir "belge" değildir, aynı zamanda "belgeleme", diğer belgeleri hic et nun (burada ve şimdiliği ile) kaydederek mevcudiyetlerini ve tarihselliklerini yeniden üretme imkanı taşır.

225.
Bizler şimdi bu psikolojiye tamamen uyum sağlamış görünüyoruz ve bizi kuşatan herşey teknik imajlar aracılığıyla benzeşime uğratılmaktadır.

Bu yeni estetiğin nasıl olup da, en azından gündelik deneyimde geleneksel sanat anlayışlarını, güzelin, yücenin estetiğini "yokeder" göründüğünü ve "sanatın sonu" ile "yeni bir estetik çağının başladığını" bildiren Hegelci estetikle birebir çelişen bir konuma sahip olduğunu gözlemlemek ilginç olabilir.

226.
Dilde hareket halinde "yaşayan" bir varlık görmek yerine, göstergeleri ve dilbilimsel şifreleri "ölü" simgesel biçimler olarak alan "yapısalcılığın"...

Régis Debray'ın "medyoloji" ve "videouzam"ı, Maurizio Lazzarato'nun önerdiği "video-felsefe"si...

227.
Sinema bir "çoğaltım", ek bir gerçeklik (Bazin'e göre, plus de réalité -gerçeklik fazlalığı-) olma eğilimindedir ve günümüzde, interaktif imajlar ve görsel-işitselliğin genel alanı ile birlikte, "mekanik yeniden üretim" fikri tümüyle yıpranmıştır.

228.
... şu anlaşılmaz, ancak zihinsel aygıtın tartışmalı yetisi imaj, günlük hayat içinde dünya ile temas kurmanın yegâne imkânıdır.

İmajların deneyimlenmesi (tahayyül edilmesi) hakkında konuştuğumuz aşamada fenomenolojinin alanında kalırız, ontolojiye geçildiğinde, metafizik bir işlemin olması zorunlu görünür: imajlar dışarıdadırlar... 

230.
İkisi de "polis" hayatının parçası olan iki dizi imaja sahibiz. İlkini, özel yaşamın yol açtığı, arkeologların "antik ikonografi" dedikleri (figürasyonların popüler imajları), mitler, popüler olarak bilinen sahneler, savaşlar ve hatırda tutulacak şeyler oluşturur. İkincisi, yüksek sanatların uzamı, mimarisi ve heykeline, Agora'nın uyumlu uzamını biçimlendiren hayal kurmanın bu Apollonvari kaynaklarına aittir. Bu ikisinin arasında, sadece küçük, popüler, ritüel amaçlı yarı-estetik, hatta eğlenceye dönük nesneler yer alır.

233.
Bununla birlikte, eğer "ışık" bir ilke ise, halihazırda en gelişmiş görüntü teknolojileri sorunu -hepsi de "ışık yazıları" olan fotografik, sinematografik, videografik ve dijital teknolojiler- ile karşı karşıya kalınır. Bütün bu medyalarda, dijitalize olsun ya da olmasın, her şey ışıkla yaratılır ve şu açık olmalıdır ki, bütün bu alanlar günümüzde bir metafiziği gösterirler.

Tahayyül Spinoza'ya göre kesinlikle bütün yanılgıların kaynağıdır. Buradan, onun uouygun fikirler karşısında tahayyülü kanaat ile nasıl bir tuttuğu anlaşılabilir. Kuşkusuz, her zihin dışsal bedenlerin imajlarını, kendi bedeninin onlar tarafından bir şekilde biraz değişikliğe uğratılması halinde oluşturulabilir. Ama bu sadece yanılgının kaynağıdır, yanılgının kendisi değildir. ("Zihin salt imgelediği için yanıgıya düşmez, ama kendinde bulunuyor olarak imgelediği şeylerin varoluşunu dışlayan bir fikirden yoksun göründüğü derecede yanılgı içindedir" Spinoza E,II,P.XVII, Şerh [Scholium]).

235.
Vertov: "farkında olunmaksızın yakalanan hayat" ilkesi

237.
Bir müzik cemaati, caz, rock, rap veya metal olsun, bir tür "gerçeklik ilkesine" uymaya zorlanamazken, sinemada, hatta en avangard veya kurgusal yapımında bile, bir gerçekçilik veya gerçekdışılık sorunu daima mevcut olmuştur.

238.
Heidegger'den farklı olarak, sinema ve televizyonun "imaj" üretiyor olması olgusundan kederlenmek zorunda değiliz: tersine, önemli olan İmajın imajlarının nasıl hareket ettiği, üretildiği ve yeniden-üretildiğidir. ... Kederlenmek veya nostaljik düşünüş tarzlarının izini sürmek yerine, "bunlarla nasıl başa çıkılır" sorusu sorulmalıdır (yaşam için nasıl anlamlı ve işlevsel kılınabileceği sorusu).
...
sadece düşünceyi ateşlemekle kalmayan aynı zamanda kendileri düşünen imajlar nasıl üretilebilir? Böyle bir soru bizi o şen Spinozacı perspektife, yaşamın bir parçası olan ve insanın dünyaya uyumluluğunu tesis eden, kurgusal ve anlatısal deneyimin geçerliliğini ve etki alanını kabul etmeye götürür. Spinoza'da imajın bir yönünün nesnelliği olduğu kuşku götürmez. Ancak bu imajın maddesinin nesnelliği, yani nesnel hafızadır. Bu yaklaşık olarak Bergson'un iki hafıza türü (iradi hafıza ile nesnellik atfedilen gayri,iradi hafıza) arasında yaptığı ayrıma karşılık gelir.

245.
İktidarı yürütenlerin söylemindeki her şey Magritte'in "bu bir pipo değildir" resmindeki şekilde cereyan eder - mahkûmiyet kararı veren yargıç "bu bir hapishane değildir, çünkü onu cezalandırmıyor, eski durumuna ve ahlaki düzene kazandırmaya çalışıyor, eğitiyor, sağlığını kazandırıyoruz..." der. "Bu bir hapishane değildir" ifadesi hukukun modern söyleminin bir parçası olduğu gibi, modern disiplin toplumlarının ortaya çıkış tarzıdır aynı zamanda.

"Görmek konuşmak değildir" Maurice Blanchot

249.
İki yüzyıldır fotoğrafçılık, bir yüzyıldır sinema, elli yıldan beri televizyon ve yirmi yıldan bu yana da dijital imajlarla yaşıyoruz. ... Teknik imajlar olarak, "orjinalden kopya geliştirme" (generation) araçlarıyla oluşturulurlar, resim ve diğer grafik sanatlarda olduğu gibi "doğrudan üretim" (production) ile değil. ... fotoğraf makinesi, film makinesi, TV alıcısı ve bilgisayarın "üretim araçları" olmayıp tersine düzenek oluşlarının nedeni de budur (cihaza içsel bir programın işletimcisi gibi çalışırlar). --> kapitalizm bugün üretim araçlarından ziyade düzenekleri belirlemektedir; öyle ki, şirket düzenekleri yoluyla ayarlanmaya eğilimli toplumsal çalışmayı, günümüzde Üçüncü Dünya endüstrilerine terk edip [kapitalist] düzeneğin merkezlerinde finans alanında yoğunlaşarak "gerçek", "maddi" üretim yerine programcılığı elinde tutmaktadır.

252.
umwelt (muhit)

253.
Biçimin boş oluşu neredeyse modernitenin belirleyici bir özelliğidir: ahlakın evrenselliği yalnızca kategorik buyruk öznenin uygun herhangi bir içerikle -ahlaki bir kural ya da "ödev" ile- doldurulabileceği boş bir biçim olarak formüle edildiğinde mümkün olabiliridi.

260.
Lascaux'daki mağara resimlerinin bile görsel temsil tekniklerinin gelişimi ile ilgisi vardır. Ancak Yirminci yüzyılın başında genel olarak inanıldığı üzere, "gerçekçi" görüşe dahil değildirler. Lukacs bile bu mağara resimlerine hatalı şekilde "ilkel", muhtemelen başlangıçta mevcut bir "materyalizm" ve "gerçekçilik" atfeder. Ancal, Leroi-Gourhan'ın çerçevesi bulunmayan bu resimlerin simgesel ve pedagojik tabiatını ortaya koyduğu üzere, kesinlikle gerçekçi değildirler: bunlar, sözdizimsel bir sisteme göre gruplandırılmış ve her türlü "gerçekçilik" iddiasının karşısında yer alan yitik bir geleneğe dayanan hayvan figürü dizileridir.

264.
… bize göre sinema üzerinde egemenliğini (kültür endüstrisi düzeyinde) ispatlamış olan televizyon, bütünüyle, “görmenin” mahremiyetinin lehine videonun röntgenciliğine açık olan Edison-Dickson’un kinetoskopunun soykütüğüne aittir. … Sinematografi özel değil kamusal bir cihaz olarak doğmuştur.

265.
“Kurgu, bir öykü anlatmak için birisinin kendini dünyanın merkezine yerleştirmesidir. Belgesel, hikaye anlatmamak için, dünyanın en aşırı sınırlarına gitmektir. Ancak, fosilleşmiş kayalarda böceklerin bulunması gibi, belgeselde kurgu, kurguda da belgesel bulunur, çünkü kamera karşısında mevcut olan her şeyi kaydeder” (Daney)

269.
(Yeşilçam) Filmografik içerikleri zayıf olsa da, popüler imajlar yaratmakta güçlüdürler.

277.
Öncelikle Dziga Vertov ve Kinoki hareketine ait olan Konstrüktivizm, hiçbir zaman bir sanat akımı olmak iddiasında bulunmamış, aksine sanatı dönüştüren, toplumsallaşmış çalışma düzeyine ve proleter kitlelerin beğeni düzeylerine taşıyan yıkıcı bir güç olmaya çalışmıştı.

Bir sanatçı, bir şair, bir film yapımcısı görevinin dünyaya ilişkin yeni duyumsamalar ve algılamalar yaratmaktan başka bir şey olmadığının farkına varma şansına sahiptir. – yani, Hegelci estetiğe göre, maddi bir “tikellik” yaratma meselesidir. O “imajlarla” ilgilenir, yeni bakış açıları yeni gerçeklik alanları sunarak duyumsamalara yöneltir. Bu, herhangi bir yeni sanatsal gelişmeyi yakıcı bir soru sormaya kışkırtan Paul Klee’nin bir formülüne aittir: “daima gelecekte bir halkı bekleyen bu sanat ne olabilir?” Bu sadece bir beğeni meselesi değildir. Tersine sanata dair en asli sorulardan birini ortaya koymuş olan Nietzsche tarafından evvelce formüle edilmiş bir sorudur: bir eserin yaratıcısı eserinin düzeyine nasıl ulaşır? Yaratıcılar eserlerinin düzeyi ve gücüne ulaşmayı becebilirler mi? Açıkçası bunu başarmanın iki yolu vardır: eseri çeşitlemeler ve icatlar sahasının zihinlerarası kolektif çalışma alanına sunmak ya da şu yararsız “sanat eseri” adı altında taklide, geleneğe ve tekrara dayalı eserler üretmek.

281.
… televizüel aygıt yalnızca yanılsama, gösterim ve enformasyon sunmaz, biçimlendirmek suretiyle “gerçekliği” üretir. Bu bir yeniden üretim de değildir, … Televizyonun (kendi) gerçekliğini “ürettiğini” söylemek yeterli değildir, televizyonun kanaatleri manipüle eder ya da yansıtırken, onları “kanaatler” olarak aynen üretiyor olduğu da söylenmelidir. … “gündeme koymak”

282.
Hegel sanat çağının gerçekleştirilmiş bulunduğunu, bunun sanatın sonu olduğunu ve şimdi estetik çağına girdiğimizi bildirir.
… “modernite” hakkında Hegel’in tuhaf ve idealistik belirlemelerine nüfuz etmiş olan tarihsel olarak önemli bir sorun vardır. Bu modern olan her şeyin doğasının kendine özgü belirsizliğidir, öyle ki, şimdi Hegel “….nın zamanı” (it is time to …) olduğunu bildirir.
Kant’ın söyleyebileceği gibi, sanat çıkar taşımamakla beraber, yine de tarihsel gelişmenin genel kurallarına boyun eğer.
Peki nedir bu tarihsel gelişme? Hegel çıkarsızlığın henüz tamamen gelişmediği, sanatların en erken biçimine, sanatın “simgesel” aşamasına müracaat eder.  … bu ilk çağında sanatın en temel ve baskın dalları mimarlık ve heykeltıraşlıktır. Hegel’e göre mimarlığın ve heykeltıraşlığın üç boyutlu, “topografik” cezbediciliği Doğa’ya yakındır.

284.
Daha sonra resmin egemenliğindeki ikinci aşama gelir … Bu iki boyutluluğun anlamı bilincin rolünün artmasıdır. … Bir resmi “anlamak” bir heykeli anlamaktan çok daha zordur ve hatta simgelerin bilimsel bilgisi dönüşüme uğramıştır.
… müzik ve şiirin egemen olduğu üçüncü ve son aşama gelir: … Tin burada mümkün en yüksek derecesi ve gücündedir. … Bu sanatın nihai aşaması, “amacı” ya da “telos”udur.

285.
Bu andan itibaren, felsefe sanatın ötesinde bir şeydir, çünkü sanat daima tikelliklerin –şeyler, algılar, tekil nesneler, olaylar vb.- alanında kalmıştır. Sanatın genelleyemediği, evrenselleştiremediği için “düşünmesi” güçtür.

Her durumda, modern sanat yalnızca “belirsiz malzemeler” değil, aynı zamanda İzlenimcilik, Dışavurumculuk, Gerçeküstücülük ve Dadaizm’de olduğu gibi belirsiz “fikirler” de öne sürmüştür. Şiir bile Hegel’in Antik sanatta gördüğü ile aynı şey olmayan Simgeciliğe geri döner. “Estetik çağı” daha ziyade bir yoldan çıkış, fikirler, akımlar ve okulların birbirlerine karşı verdikleri sürekli mücadeledeki bir salınım ve karşı karşıya geliş olmuştur ve bu “modern”in kesin tanımıdır.

287.
… bir tür “duyguların otomatizmi” hakkında Spinozacı öğe … “Düşmanın yenilgi acısından sonra kederlenmesi kendini galiple özdeşleştirmiş olan izleyicide neşe uyandırır…” (Eisenstein)

289.
Tarihçiler toplumsal tipler yaratmayı halen becerebiliyorlar mı sorusunu sorduğumuzda, son derece az görülen Georges Duby ve tüm diğer “özel” tarihçiler istisna olmak üzere, olumsuz yanıt vermek zorundayız – buna “sözlü tarih” olarak adlandırdıkları da dahildir… Daha üst ya da alt bir bireylikle (ruhsal ya da toplumsal) bir ilişkisi veya bir “bağı” yoksa bir toplumsal tip yaratılamaz, yani görünür kılınamaz.

290.
… içinde yaşadığımız kanaat toplumlarında “bir şeyi” önceden sorgulamamış, temsil etmemiş, “suretini” (“simulacrum”) oluşturmamış isek, onun mevcut olduğunu asla söyleyemeyiz. Bununla birlikte kendimizi Baudrillard veya Kristeva’nın “gerçekliğin” kendisinin ortadan kalktığı, medyada temsil edilmedikçe Körfez Savaşı’nın yaşanmadığı şeklindeki tezlerinin tehlikelerinden uzak tutuyoruz.

291.
Freud bize rüyaları ciddiye almayı öğretmişti; ama bu ona göre yaşanabilecek türden rüyalar için söz konusuydu. Ancak onun karşıtı Deleuze en azından, “başkalarının rüyaları tarafından yakalanmanın kesinlikle katastrofi olduğunu göstermeyi becermişti” (“Fellini Etkisi”nin aksine Minelli Etkisi).

294.
“Sanatçı özgürlüğüne” inansak da, yalan söylemek bir tür “hakikat-deneyimine” veya “belgeye” bulaşmamalıdır. (Emir Kusturica’nın filmleri…)

297.
Lanzmann dokuz saatlik filmini üstü kapalı ideolojik önvarsayımlarla çekmiştir: sadece Yahudiler mazlumdur. Oysa işçilerin, köylülerin, birçok ülkenin Çingenelerinin, aynı nedenle, Nazilerce imha edildiklerini biliyoruz. Bu aynı zamanda Filistinlilere zulmeden İsrail (filmi finanse edip katkıda bulunduğu anlaşılan) dönemidir.

298.
Bir kez daha, “kötülük” hakkında konuşma veya düşünmenin kötülük; nefrete dair konuşma veya düşünmenin nefret yarattığına dair Spinozacı formülümüzü paylaşabileceğimiz bir durumda bulunuyoruz.

301.
… bizler günümüzde her şeyin imajlardan geçtiği ve “kaydedildiği” bir “imagosfer”de yaşıyoruz.

Bergson’a göre madde bir imajdır ve kendisi algılar – benzer şekilde Vertov’a göre, yeni doğan sinemanın temel görevi algılamaları (percepts) şeylerin kendilerine “tercüme etmektir” ve bu Kantçı-fenomenolojik kendinde-şeyler (numen) ve bize-göründükleri-şekliyle-şeyler (fenomenler) ayrımını topyekûn ortadan kaldırma girişimidir.

302.
Eylemler daima kolektiftir …

303.
Hareketin imajı artık inanılmaz bir biçimde başarısızdır, imajlar arasındaki (durumlar karşısında gösterilen hareketler veya tam tersi) mantıksal-algısal ve duyumsal-motor bağlantı bundan böyle belirgin değildir ve her nasılsa, imajlar yaşanan gerçekliğe karşılık gelmezler.

304.
Öyle görünüyor ki ilk defa, insan eylemi ve bireyleşmiş faaliyet (kolektif tarzlarında bile) genel bir kriz halindedir ve bu sadece sinemada sözkonusu değildir. Esas olarak toplum bilimleri ile belgesel film yapımcılığının birleşmesine dayalı olan bizim amaçlarımız açısından zaman-imajın önemli hale gelişinin nedeni budur.

“Eski sinema” insan eylemlerine ve yönelmişliğe inanıyordu.

306.
(Eisenstein) … automaton spiritualis fikrini ileriye taşır: film kitlelerin beyinlerini etkileyebilen ve onlara eylem istemi hissi verebilen türde etkili bir ortamdır. Ve diyalektiği kavrayışı kesin olarak Hegelci ise de (tarih ve insan bilincinin diyalektiği vardır, Doğa’nın diyalektiği yoktur), buna karşın “sine-yumruğunu” yerleştirdiği “tekhne” Kantçı estetiğe dayanır: imajdan duyguya ve duygudan düşünceye (fikirlere) doğru sürekli ve yumuşamayan bir hareket vardır ve bu tam anlamıyla Kantçı yücenin işleyiş tarzıdır.

310.
Şimdiki zaman olarak adlandırılan zamanın dolaylı imajları sadece basit bir şekilde “geçip gitmemeli”, “birikmeli” (süt ayırıcısı patlar, beyaz bir sıvı genç kızın suratına sıçrar).


311.
Sinematografinin söz dağarcığında, bir dizi iktisadi ilişkiye göndermede bulunan teknik terim dizileri bulunur – film bir “prodüksiyondur” ve bir şekilde, bireysel ama aynı zamanda kolektif “yapımcılar” tarafından üretilir. Nihaî olarak film bir “üründür”, Marx’ın söylediği gibi “mistik” karakterini ürünün üretim sürecinden kopmuş olmasına borçludur. … bir anlamda, “metalaşma” her şey için aynı değildir – çünkü sinematografik veya estetik “üretim” genelde, herhangi bir meta ile ortaklaşa paylaştığı, doğal olarak yarı mistik bir nitelikte “gözükür” gibiyse de, bu yine de bu tamamen farklı bir yoldan olur. Diğer bir deyişle, kültür tarafından farklı olarak değerlendirilmeseler de, mistik nitelik sanat nesnesine genellikle basit bir metadan daha fazla uyar. Bir film ya da bir resim, bir topluiğne veya tabakla, paketlenmiş patates veya bir araba ile aynı şey değildir.

312.
… filmin sahibi olan bir yapımcısı bulunur ve nihaî ürün bir meta olmaktan ve dolaşım sürecine girmekten kesinlikle kaçamaz. Diğer bir deyişle, Marx’ın Kapital’in Üçüncü Cildinin tanımladığı “mistik” niteliği taşıma eğilimindedir – ve bu nitelik metalaşmış her ürün için geçerli olduğu üzere, ürünün üretim sürecinden kopmasının nihai etkisi olarak “üretmek”ten ziyade “yeniden-üretmek” olduğunu anlamış görünmektedir.

Bu “mistik” nitelik, doğası gereği sinematografik ürünlerden asla uzak kalmamıştır. Ne de olsa, bu bir sanat eseridir ya da ona sanat eseri niteliği atfedilir. Atfedilen bu kültürel ve güdüleyici değerler, onu sadece bir “ürün” olmak yerine bir “yaratım” olarak ortaya çıkarır.

313.
Açıktır ki, onu piyasaya sürecek bir üreticisi vardır, ama burada, ne üretim süreci nede dolaşım ve bölüşüm süreci bir tüketim ürünü niteliği taşır.

… Ondokuzuncu yüzyılın sonundan beri Anglo-Sakson ülkelerinde ileri sürüldüğü üzere, neredeyse tamamen yanlış bir şekilde, herhangi bir “kültürel kuram” bünyesinde doğrular. Bu kuramlar antropolog Tylor’un durumundaki gibi, her beşeri ürün veya kurumu, hatalı şekilde, “kültüre ait insan yapımı nesne” (cultural artefact) başlığına indirger. Ancak, bu indirgeme veya birleştirme değişik ürünler arasındaki önemli farklılıkları ihmal etme riski içerir.

314.
(Yazar için) … kağıt, kalem, biraz sabır ve muhayyile, zaman ve emek yeterlidir. Oysa bir film ciddi bir yatırım yapılmaksızın asla üretilemez.

Tarde’ın daha geniş bir çerçevedeki “ekonomik psikoloji”yi (yahut “varyantlarını”) klasik ekonomi politiğin dar, ekonomistik ve indirgenmiş alanın yerine geçirmeye nasıl ısrarlı şekilde çabaladığını hatırlamak zorundayız. Böyle bir psikoloji olmadan, bir kültür ürününün kendisini herhangi bir metadan nasıl farklı kılabileceğini anlamanın olanaksız olduğuna inanıyoruz.
Tarde’ın pratik tezlerinden biri emeğin genel olarak tekrara dayalı, dolayısıyla “sıkıcı” olan yönüne değinir. İşin “sıkıcı” mahiyetine, önceden genç Marx ve izleyicileri tarafından, “yabancılaşma” adı altında karşı konulmuştur. Ancak Tarde’da, emek sürecinin sıkıcı niteliği “yabancılaşma”nın sonuçlarına indirgenemez. Bu nitelik zorunlu olarak genel üretim sürecine dahildir. Emek, gündelik anlamıyla, ancak yeniden-üretimde bulunur, çünkü bir “taklit” meselesinden başka bir şey değildir. Bu, “taklidin” Tarde’ın felsefesinin temel bir kavramı olmadığı anlamına gelmez: felsefesinin hazır çekirdeğini oluşturur, çünkü her şey, her beşeri etkinlik daima taklide açık olmuştur ve taklit olmaksızın, hayat alanında hiçbir şey varlığını sürdüremez. Yaygınlaşması ve rutinleşmesinden önce habitus olarak ele alınmadıkça, emek süreci asla, nhaî olarak yenilikçi yaşama tarzının gerektirdiklerini tatmin edebilecek olan, icat etmenin ve yaratmanın bir parçası değildir. Ve eğer atalardan, ana-babadan ve ustalardan öğrenilen emeğin “habitusu” hakkında konuşuyorsak, bu salt “emekle” değil, bir tür zanaatkârlıkla ilgilendiğimiz anlamına gelir. Modern sanayi-kapitalizmi yahut “sanayi-sonrası” denilen ortamda, öte yandan, sistem temel olarak yeniden-üretimin önceden-programlanması (günümüzde gelişmiş bir ekonominin birçok sektöründe olduğu üzere) suretiyle işlediğinden, yeniden-üretimin ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. Kütlesel üretim için “ürün tasarımı” bugün gereklilik haline gelmektedir. Ve böyle bir bağlamda, yani, böyle bir artık-üretim döngüsünde, işçi aslında “hiçbir zaman kazanmamış olduğunu” kaybetmektedir. Diğer bir deyişle, işçinin kaybettiği bu süreçte kayıp veya borç önceden varsayılmaktadır. … Bu emeğin zorunlu ontolojisidir ve bizce (Tarde’ın bakış açısınca da) her ontik kategori tarafından önceden varsayılır. A priori olan üretim değil, yeniden-üretimdir, çünkü ilki icat ve yaratıma (“sanatsal” ya da “zihinsel” olması gerekmeyen) tahsis edilmelidir. Diğer bir deyişle, yeniden-üretim daima üretimden önce gelir.

315.
Bu üretimin yeniliğin bir parçası olduğu anlamına gelir. Tarde’a göre, bu “yeni” daima bir rastlantı ya da “röprodüksiyonlar” üzerinde yürütülen taklitlerin iki dizisinin tesadüfen karşılaşması olabilir.



343.
Spinoza her şeyin "eyleme kudreti" (potentia) ile "egemen iktidar" (potestas) arasındaki bir oyun olduğu olgusunun farkındaydı; ilki yaşamdan zevk duymanın, hazları üretme ve yaratmanın yolu olurken, ikincisi eyleme gücümüzden koparak mutsuzluğa, korkuya, teröre vb. gömüldüğümüz durumdur. Bir rejim, hatta sosyal-demokratik rejim (ve özellikle de sosyal demokrasiler) bireyselliği, "masum" olduğu ve "yönetilmek" zorunda olduğu varsayılan halk adına sorunları çözeceği niyet edilen hayali bir "potestas" bünyesinde masseder: yönetmek bir "hizmet" haline gelir ... "çözülmesi-gereken-sorunları" yaratan bizzat "potestas"ın konumudur.



345.
Her şey ondan geçtiği için -fotoğraf, film, resim, konuşma ve sohbet ve her tür belge-, televizyon imajların "benzeri", daha doğrusu "sureti" [görünme biçimi] olmuştur.

.
.

.



.

.





28 Eylül 2010

Henri Léfebvre - Modern Dünyada Gündelik Hayat

.
.


.

.



Henri Léfebvre
(Çev. Işın Gürbüz) Metis Yay. İst. 1998
.

13.
Yaklaşık yarım yüzyıl sonra ne değişti? Özne’nin silikleştiğini, zayıf çeperlerini yitirdiğini, artık bir kaynak olarak, hatta bir akış olarak bile görünmediğini hatırlatarak yeni bir şey söylemiş olmayız. Keza, özneyle birlikte ya da özneden önce karakterin, kişinin ve kişiliğin silikleştiğini hatırlatmak da aynı kapıya çıkar. Burada öne çıkan şey Nesne’dir. Sadece özne için, özne üzerinden ve özne karşısında anlamı olan nesnellik içinde var olan Nesne değil, kendi nesnelliği içinde, neredeyse saf bir biçim olarak Nesne’dir söz konusu olan. Eğer bugün yazacak olursam, ki “edebiyat yapma”yı kastediyorum, herhangi bir nesne alacağım. Onu titizlikle tasvir etmeye girişeceğim; duyularla algılanabilir olanı kendi isteğimle somut kabul edip bu düzeyde kalarak, gündelik olanın içinden alınan bu nesneyi inceleyeceğim, onun dökümünü yapacağım; ele aldığım şey bir maşrapa, bir portakal, bir sinek olabilir. Neden şu camdan süzülen su damlası olmasın? Bu damla üzerine bir sayfa, on sayfa yazabilirim. Bu damla benim için, gündelikliği bir kenara atarak gündelik hayatı temsil edecek, zamanı ve mekanı ya da zaman içindeki mekanı gösterecek, yok olmakta olan bir damla olarak aynı zamanda dünyanın ta kendisini temsil edecektir.

14.
Hâlâ “Yeni Roman” olarak adlandırılan şeyi (başarıları ya da başarısızlıkları, yarattığı sıkıntı ya da ilgi üzerine ortaya konulan düşüncelerin dışında) yorumlamanın çeşitli biçimleri vardır. Yeni Roman’da, mekâna öykünerek yazıyı saf bir saydamlığa ulaştırmaya; trajediyi, lirizmi, sıkıntıyı, diyalektiği bilinçli olarak feda edip akılcı bir edebi söz dizimi yaratmaya çalışan yöntemli bir çaba vardır. Nesnelerin üretimi bir kenara bırakılır; nesne, kendisini bir gösteriye dönüştüren “nesnel” bir açıklık içinde sunulur. “Nesnesel” kesinlik edim olarak özneden ya da yapıt olarak şeyden değil, yapıları “gerçeklik” ile özdeşleşen dilden gelir. Bir hikaye anlatıldığı söylenebilir mi? Altta gizlenen söz olmadan bir hikâye artık bir hikâye değildir. Kusursuz bir yinelenme, zaman içinde geliş ve gidiş saf bir yazı tarafından, bir öz haline getirilmiş yazı tarafından gerçekleştirildiğinden, zamanı keşfetme çabası zaman denilen şeyin ortadan kalkmasına neden olur. Geçmişin, şimdinin ve geleceğin eşzamanlılığı, zamanı mekan içinde eritir; bu eş zamanlılığa hâlâ “roman türüne ait” olduğu iddia edilen bir anlatıdan ziyade filmlerde rastlarız. Ayrıca, biçime bu kadar düşkün olan bir dile getirme tarzında kullanılan malzemenin de uygun olması gerekir. Böylesine biçimci bir anlatım, kendisine uygun düşen nesneler, insanlar, hareketler, davranışlar ve sözcükler arar. Peki, zamanın olmadığı bir yerde anlatımın sürekliliğini sağlayan şey nedir? Gündelik hayat ve bu hayatın değişmez özellikleri tabii ki! Filme veya edebiyata ilişkin yazı referans olarak gündelikliği alır, fakat bu referansı özenle gizler. Gündelikliğin birkaç “nesnesel” ve göz alıcı yanını sergilemekle onun üstünü örter. Yazı gündelik hayatı kayda geçirilmiş ve düzenlenmiş olarak sunar. Söz uçucudur; yalnızca özel bir kayıt ve şarta bağlanmış olan şeyler varlığını sürdürür.
 
15.
Anlatı hangi dönemde yer alır? Hangi zamanda geçer? Okurun bunu bilmesine gerek yoktur.

16.
“Gerçek” göndergesel, kendi hakikati adına kendisini yok ettiğinden, varlığını sürdüren tek göndergesel dildir. ...Bu yazılı tümce sözü taklit etmeye yönelir; istenmeyen yanlarını daha iyi ayıklamak için, ya da cinlerini iyi kovmak için konuşmanın işlevini üstlenir. “Yazının arka yüzü,” diyor yorumcu J.Ricardou. ...Kendisinden istenen şey kesinliktir. Sözü taklit etmeye yönelir, fakat söz kaybolmuştur. Yazılan her şey bir çizgisellik izler. Gerçek ve mecazi, analojik ve gizli anlamlar yitip gitmişlerdir. Her şey kesin olarak belirtilmiştir. Göstergeler farklılıkları içinde ayırt edilir ve farklılıkları anlamların içinde bütünüyle verilmiştir. Bir ses mi yoksa sesler mi? Bu düz, tınısız bir sestir. Düz ses, kesinlikli ve saf yazıdır.

17.
Sıfırın alt saydamlık olması ölçüsünde, saf haldeki yazı “sıfır derecesindeki” yazıdır. Atonalite ile bir tür benzerlik kurmak anlamaya yardımcı olabilir. Ayrıcalıklı (göndergesel) nota yoktur, dolayısıyla es de yoktur. Kesintiler vardır ama başlangıçlar yoktur, süreksizlikler vardır ama sonlar yoktur. Aralıklar vardır, ancak açıkçası edimsiz, olaysız aralıklardır bunlar. Anılarla, tümcelerle doludurlar. Anlam alanı değişmiştir. Başlangıçlara ve sonlara, edimlere ve olaylara, ortaya çıkan ve ortadan kalkmış olan durumlara tekabül etmesi gereken, nöbetleşe gerilim ve gevşeme  dönemlerini yitirmiştir.

18.
“Dünya”, (gerçek, ampirik, pratik) gündelik hayatın dünyası ve eğretilemenin dünyası olarak ikiye bölünmüştür.

XIX. yüzyılda, düşüncenin merkezi yer değiştirir; düşünce, ampirik ve pratik gerçekliğe, hayatın ve bilincin “veriler”ine yaklaşmak üzere, spekülasyonu terk eder.
Felsefeyi ortadan kaldırdıklarını iddia eden pozitivizm ve pragmatizm bir yana, felsefe bu incelemeler üzerindeki egemenliğini sürdürüyor. Parçalı düşünceleri ve ayrışmış bilgileri birbirine bağlayan şey yalnızca ve yalnızca felsefedir.

19.
gözden düşmüş olan hakikat

20.
Nihayet, gündeliklik, modern felsefenin Physis (özde bulunan veya doğal olarak oluşan gelişmenin veya değişmenin kaynağı), Tanrısallık, İnsanlık gibi ciddi konuların alanına eklenmesi yakışık almayan bir önemsiz nesneler topluluğu mudur? Felsefi geleneği bu şekilde sürdüren ve felsefelerini bir engel haline getiren felsefecilere her fırsatta karşı çıkacağız; böyle felsefeler, bu “dünya”nın dönüştürülmesine yönelik her türlü tasarıyı yasaklar, önemsiz olan ve ciddi olan ayrımını benimserler; kesin bir biçimde Varlık, Derinlik ve Töz’ü bir tarafa, olayları, görünüşleri ve belirtileri diğer tarafa koyarlar.

21.
Felsefi yabancılaşmaya, yani gerçekliği olmayan hakikate, hâlâ ve her zaman gündelik yabancılaşma, yani hakikati olmayan gerçeklik tekabül edecektir.

Sorunsal (felsefecilere seslenmeyi sürdürürsek) açıktır. Bir ikilem söz konusudur: Ya (felsefi) akıl ve (toplumsal) gerçeklik arasında bir birlik kurma yolunda, yani felsefenin gerçekleştirilmesi yolunda Hegel’den daha ileri gidip felsefi olan ve felsefi olmayan, üstün ve aşağı, manevi ve maddi, teorik ve pratik, “eğitimli” ve eğitimsiz ayrımını artık kabul etmemek, o andan itibaren sadece devletin, politik hayatın, ekonomik üretimin veya hukuksal ve toplumsal yapının değil, aynı zamanda gündelik hayatın da dönüşümünü tasarlamak; ya da yeniden metafiziğe, Kierkegaard’çı iç sıkıntısına ve umutsuzluğa, Nietzsche’nin üstesinden gelmek istediği nihilizme yönelmek, mitoslara geri dönmek ve sonunda felsefenin kendisini, kozmogonik ve teolojik mitosların sonuncusu haline getirmek.

25.
Bu girişimimizin bir kaygıdan hareket ettiğini, üstüne üstlük kaygı verici niyetler taşıdığını açıkça söyleyelim. Örneğin, tekrarlanır olanın keşfedilmesi söz konusudur. Bütün sıradanlığı içinde gündelik hayat, tekrarlardan oluşur: işteki ve iş dışındaki tavırlar, mekanik hareketler (ellerin ve vücudun hareketleri, aynı zamanda parçaların ve tertibatların hareketleri, rotasyon veya gidiş-gelişler), saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar; çizgisel tekrarlar ve döngüsel tekrarlar, doğal zaman ve akılcı zaman, vs. Yaratıcı etkinliğin (en geniş anlamıyla üretimin) incelenmesi, bizleri yeniden üretimin çözümlenmesine, yani nesneleri veya yapıtları üreten etkinliklerin kendilerini yeniden ürettikleri, kendilerini kuran ilişkilere yeniden başladıkları, bu ilişkileri yeniden ele aldıkları, ya da tam tersine kademeli değişiklikler veya sıçrayışlarla dönüştükleri koşulların çözümlenmesine götürür.

26.
Müzikte ve müzik aracılığıyla, kaybolmuş duygular ve heyecanlar yeniden belirir; geçmiş anların hatırlanması, uzaklardaki varoluşların ve yoklukların anımsanması söz konusudur. Tıpkı imgelemde ve sanatın genelinde olduğu gibi.

27.
Müzisyenler, felsefecilere şu muammayı dile getirmeyi öğretebilirlerdi: Müzikte her şey sayı ve niceliktir (aralıklar, ritmler, tınılar); her şey lirizm, kendinden geçme veya düştür. Her şey hayatidir, hayatiyettir ve duyarlılıktır; müzikte her şey çözümlemedir, kesinliktir, sabitliktir. Sadece en büyük besteciler bu iki “veçhe”yi bir araya getirmeyi bilmişlerdir. Sayı: Her şey sayılır, ölçülür. Sayıma sınırlar getirmek, hesaba çerçeve çizmek, matematiğe duvar çekmek nasıl mümkün olabilir? İmkansızdır bu. Sınırlar olsa bile, esnemek durumundadırlar. Matematikçinin önüne bir duvar dikerseniz, ona sınırları ihlal eden kahramanın muzaffer edasını vermiş olursunuz. Peki ya dram? Sayının karşısında, yakalayamadığı bir şey, kuşattığı fakat yine de elinden kaçan bir şey (Klee?!), artakalan bir şey, alt edilemez bir şey vardır. Bu şey her zaman oradadır. Geri çekilir, az bir şeymiş gibi görünür: Hiçbir şeydir, “hiçbir şey olandır”. Yaklaştığınızda, onun sonluluğun temsilcisi olan sizlerin önünde duran sonsuzluk, sahilin önünde uzanan derya olduğunu görürsünüz. Bilim ve “bilimsellik” açısından bu “hiçbir şeydir”: Bentlerle, kanallarla, gemilerle, su boşaltma makinalarıyla, suni göllerle, gelgitlere karşı verilen mücadelelerle denizden kazanılmış bir topraktır. Ancak gelgit dalgaları bu toprak parçasına çarpmayı sürdürür. Bilgin, arta kalan şeyin dikkate değer olmadığını ilan eder. Gülünç bir bilgiçliktir bu: Bunu yaparken kendi ufkunu sınırlamış olur. Bu “artakalan şey”, bilimin fethettiği şeydir, yarının bilgisidir. Eğer arta kalan şey sınırsız ve sonsuz derecede değerli değilse, bilgine yapacak ne kalır? Bilginin kaderi, görmezlikten geldiği şairin kaderine bağlıdır. Dram: Her şey dramdır, hayat ve ölüm, başarısızlık ve zafer. Can çekişenleri sayabilirim, can çekişme süresini ölçebilirim; ancak hiçbir şey acının ne olduğunu, hiçliğin ne olduğunu söyleyemez. Artakalan şey, fetihlerin, yaratıların, zaferlerin alanıdır. Sayıyı ve bilimi yadsımak geleneksel felsefecinin özelliği, metafizikçinin çılgınlığıdır. Artakalan şeyin indirgenemeyeceğini, sözün ve ezginin artakalan şeyin içinde yaşadıklarını ileri sürmek ise, uygarlığın ayırt edici özelliği ve ona anlam veren şeydir.

28.
ciddiyet, pozitivizm, bilimsellik

29.
Kıt malların (mekanın, zamanın, arzuların veya arzunun kıtlığı) , uzun yüzyıllar boyunca hukuk adına gerçekleştirilen adaletsiz bölüşümü, bugün bilimsellik ve akılcılık, olguların bilinmesi gibi şeyler var diye ortadan kalkacak mıdır peki?

31.
gündelikliğin ve modernliğin eşzamanlı olarak ortaya çıkışları...

Gündelik hayat mütevazı ve sağlamdır, doğal olandır, kısımları ve parçaları belirli bir zaman kullanımı içinde, kuşkuya meydan vermeyecek bir biçimde birbirine bağlanan şeydir. Gündelik hayat, tarih taşımaz. Görünüşte göstergesizdir; kişiyi meşgul eder ve uğraştırır, yine de söylenmeye gerek duymaz; zaman kullanımında gizli olan etiktir, kullanılan bu zamanın dekorunun estetiğidir. O, modernlik ile birleşen şeydir. Modernlik kelimesinden, yeni olanın ve yeniliğin işaretini taşıyan şeyi anlamak gerekir: Parlaklıktır, paradokstur, teknik veya dünyevilik tarafından damgalanmış olandır. Gözüpektir (öyle görünür), geçicidir, kendini ilan eden ve kendini alkışlatan maceradır. Modern denilen dünyanın sunduğu dışa dönük gösterilerde ve bu dünyanın kendisini yine kendisine sunduğu gösteride güçlükle ayırt edilebilen sanattır ve estetiktir. Gündeliklik ve modernlik, karşılıklı olarak birbirini belirtir ve gizler, meşrulaştırır ve telafi eder. Hermann Broch’un ifadesiyle, dönemin evrensel gündelik hayatı modernliğin arka yüzüdür, zamanın ruhudur.

Gösterilenlerinizi giderek silikleşen gösterenlere, imgelere, nesnelere, kelimelere; gösterenlerinizi ise gösterilenlerinize, yani sizin neye inanmanız ve nasıl olmanız gerektiğini size göstermeye yardımcı olan propagandalara, tumturaklı sözlere ve açıklamalara bağlayarak birçok seraba kapılırsınız.

33.
Gündelik hayat, göstergeden ve anlamdan yoksun olan şeylerin toplamı değil midir zaten?

36.
İnkalar’da veya Aztekler’de, Yunanistan’da veya Roma’da, en ufak detayları; davranışları, sözleri, aletleri, alışılmış nesneleri, giysileri, vs. belirleyen bir üslup vardı. Kullanılagelen, alışılmış (gündelik) nesneler, henüz içlerindeki şiiri yitirmemişlerdi. Düzyazıda yansıyan hayat ile şiirsel hayat birbirinden ayrılmamıştı. Bizim gündelik hayatımız ise, üsluba karşı duyulan nostalji, üslupsuzluk ve inatla bir üslup aranması gibi özellikleriyle öne çıkar. Üslubu yoktur; eski üslupları kullanmaya veya bu üslupların kalıntıları, yıkıntıları ve anıları içine yerleşmeye yönelik çabalara rağmen kendine bir üslup yaratmakta başarısız kalır. O derece ki, üslup ve kültür, birer karşıtlık olarak tanımlanacak denli birbirinden ayırt edilebilir. Gündelik hayata ayrılan toplam, gündelik olanın ticaret ve para ekonomisinin genelleşmesinden, XIX. yüzyılda kapitalizmin kurulmasının ardından edindiği özgüllüğü açmayarak, kavramları muğlaklaştırır ve birbirine karıştırır. Böylece, dünyayı anlatmayı üstlenen düzyazı her şeyi, metinleri, yazılanları, yazıların yanında nesneleri istila eder; ta ki şiir bu yayılmanın önünde geri çekilene kadar.

37.
Introduction a la Critique de la vie quotidienne (1946) ...Bu kitap bir yandan felsefeciliği, öte yandan da ekonomizmi reddeder. Marx’ın bıraktığı mirasın felsefi bir sisteme (diyalektik materyalizm) veya bir ekonomi politik teorisine indirgenmesini kabul etmez. Kaynaklara geri dönüldüğünde, yani Marx’ın gençlik yapıtlarına (Kapital’i dışarıda bırakmaksızın) bakıldığında, üretim terimi geniş ve güçlü bir anlam kazanır. Bu anlamın iki ayrı yüzü vardır. Üretim, yalnızca ürün imalinden ibaret değildir. Bu terim bir yandan (toplumsal zaman ve mekân da dahil olmak üzere) yapıtlar yaratılmasını, kısacası ‘tinsel’ üretimi; öte yandan maddi üretimi, şeylerin imalini belirtir. Aynı zamanda, tarihsel gelişimi sürecinde, “insanın” kendi kendisini üretmesini belirtir. Toplumsal ilişkilerin üretimi de buna dahildir. Son olarak, tüm genişliği ile ele alındığında, bu terim yeniden üretimi de kapsar. Sadece (demografi alanına giren) biyolojik bir yeniden üretim/üreme değil, aynı zamanda üretim için gerekli aletlerin, araçların ve tekniklerin maddi anlamda yeniden üretimi, dahası toplumsal ilişkilerin de yeniden üretimi söz konusudur. Bir toplumun özünde bulunan toplumsal ilişkiler bir yıkım tarafından parçalanana kadar ayakta kalırlar; ancak bu süreç içinde hareketsiz, edilgen değildirler. Karmaşık bir hareketlilik içinde yeniden üretilirler. Bu hareket; kavram olarak çifte bir anlam taşıyan, hatta çeşitli farklı anlamları belirten; böylece şeyler ve insan üzerindeki edimleri, doğa üzerindeki tahakkümü ve doğanın “insan” tarafından/”insana” göre uyarlanmasını, praxis ve poiesis’i kapsayan bu üretim toplumun devlet, bilim, “kültür” gibi üst tabakalarında yaşanmaz. Praxis’in akılcı çekirdeği, gerçek merkezi gündelik hayattır. Bu yapıtın temel savı, başka bir deyişle teorik ilkesi budur. Bu savı başka bir açıdan ele alalım. Bir toplum nedir? Marksist çözümlemeye göre, her şeyden önce ekonomik bir temeldir: Maddi nesneleri ve metaları üreten emektir, iş bölümü ve işin örgütlenmesidir. Sonra bir yapıdır: Aynı anda hem yapılanan hem de yapılandıran, “temel” tarafından belirlenen ve mülkiyet ilişkilerini belirleyen toplumsal ilişkilerdir. Son olarak tüzel oluşumları (kanunlar), kurumları (bu arada Devlet’i) ve ideolojileri içeren üstyapılar gelir. Şema bu şekildedir. Genel olarak kabul edilen yorum üstyapıyı temelin bir yansıması olmaya indirgiyordu. Üst üste konan düzeyler (temel, yapı, üstyapı) ilişkisiz olarak kalamayacaklarından, üstteki düzeyler ekonomik temelin bir ifadesinden veya yansımasından başka bir şey olmama noktasına indirgenerek sorun kolaylıkla çözülüyordu. Bu indirgemenin felsefi bir ismi de vardı: dogmatik (ve diyalektikten uzak) bir materyalizm. ...

L’Introduction a la Critique de la vie quotidienne de, bu tartışmalarda bir taraftır. Bilgiler, ideolojilerle ilişki içinde, üstyapılar düzeyinde doğarlar. Bilgi belirli bir etkiye de sahiptir: Bilim, maddi üretime dahil olur. Bilgilerden, dünyaya ve bilmeye ilişkin (dinsel, felsefi) yorumlardan ve son olarak yanılsamalardan oluşan karışım, yani ideoloji, “kültür” olarak da adlandırılabilir. Bir kültür nedir? O da bir praxis’tir. Toplumun kaynaklarını bölüştürmenin ve dolayısıyla üretime yön vermenin bir yoludur. Terimin en geniş anlamıyla bir üretme tarzıdır.  ... Böylece, “üretim” kavramı asıl anlamını kazanır: insanın kendi hayatını üretmesi.

42.
Üslup yozlaşır, gündelik kültür (kitle kültürü) ve yüksek kültür olarak bölünen kültüre dönüşür; bu bölünme kültürün parçalanmasına ve çözülmesine yol açar. Sanat, Üslubun ve Şenliğin yeniden yaratılması olarak değil, sadece giderek uzmanlaşan bir etkinlik olarak, bir şenlik parodisi olarak, gündelik hayatı süsleyen ancak onu dönüştürmeyen bir şey olarak görülebilir.

44.
Bununla birlikte, XIX. yüzyıla kadar, rekabetçi kapitalizme ve “meta dünyası”nın yayılmasına kadar, gündelikliğin hâkimiyetinin olmadığını iyice vurgulayalım. Tarihin paradokslarından biridir bu. Sefaletin ve (doğrudan) baskının bağrında bir üslup vardı. Artık geçmişte kalan o dönemlerde, ürünlerden ziyade yapıtlar vardı. Şiddete dayalı baskının yerini sömürü alırken, yerini (ticarileşen) ürüne bırakan yapıt neredeyse ortadan kalktı. Üslup, en ufak nesnelere, edimlere ve etkinliklere, davranışlara dahi soyut (kültürel) olmayan, bir simgecilik içinde doğrudan kavranabilen, algılanabilir bir anlam veriyordu. Üsluplar arasında, zulmün üslubunu, gücün üslubunu, bilgeliğin üslubunu ayırt etmek olanaklıydı. Zulüm ve güç (Aztekler, Roma), büyük üsluplar ve büyük uygarlıklar yaratmıştır, ancak Mısır’ın ve Hindistan’ın aristokratik bilgeliği de büyük uygarlıklar yaratmıştır. Kitlelerin yükselişi (ki bu onların sömürülmesini hiç de engellemez) ve demokrasi (aynı şekilde!), büyük üslupların, simgelerin ve mitosların, kolektif yapıtların, yani anıtların ve şenliklerin sona ermesine eşlik eder. Zaten modern insan (modernliğini yücelten insan), Üslubun sonu ve yeniden doğuşu arasındaki bir geçiş insanından başka bir şey değildir. Bu da üslup ve kültürü karşı karşıya koymayı, kültürün ayrışması ve çözülmesini vurgulamayı zorunlu kılar; devrimci tasarının dile getirilmesini haklılaştırır: Yeniden bir üslup yaratmak, şenliği yeniden canlandırmak, kültürün dağınık parçalarını yeniden bir araya getirmek ve böylece gündelik hayatı dönüştürmek.

45.
La Critique de la vie quotidienne ... bütününde tarihsel olarak gündelik hayatın yapılanmasını ve oluşumunu ortaya koymalıydı; bunu yaparken şunları göstermeliydi:

a) Gündelik olan ve gündelik olmayan (din, sanat, felsefe) arasındaki yavaş ve derin kopuş, böylece ekonomi ile dolaysız ve doğrudan ilişkiler arasında, yapıt ve ürün arasında, özel alan ile kamusal alan arasında meydana gelen kopuş;
b) Üslupların bozulması; nesnelerin, edimlerin, davranışların bir bütünlük olarak üslup içinde yer almalarının sona ermesi; üslubun yerini kültürün, sanatın ve “sanat için sanatın” (yani estetizmin) alması;
c) “İnsan-doğa” ayrılığı, ahenklerin parçalanması, nostaljinin (yitirilen doğaya, geçmişe duyulan özlemin) artması, dramın ya da daha ziyade trajedinin ve zamansallığın çökmesi;
d) Göstergelerin ve daha sonra göstergemsilerin, yani sinyallerin simgeleri ve simgecilikleri bir kenara itmesi;
e) Cemaatin dağılması ve (bireyin gerçekleştirilmesiyle hiçbir şekilde özdeş olmayan) bireyciliğin yükselişi;
f) Dindışı öğeler tarafından yerlerinden edilen fakat yerleri doldurulmayan kutsallığın ve lanetin güçten düşmesi, ancak ortadan kalkmaması;
g) En aşırı bölümlenmeye kadar vardırılan işbölümünün ivme kazanması, ancak bu sürecin bir birliğe duyulan nostaljiyle ve parçalanmanın ideoloji yoluyla telafi edilmesiyle başa baş ilerlemesi;
h) Göstergeler ve gösterilenlerin yoğunlaşmasının telafi edemediği, salgın gibi yayılan  ideoloji yoluyla telafi edilmesiyle başa baş ilerlemesi;
h) Göstergeler ve gösterilenlerin yoğunlaşmasının telafi edemediği, salgın gibi yayılan anlamsızlık karşısında duyulan endişe.

50.
Marx’a göre, metanın bir değişim değeri üzerinden algılanıyor olması gibi, soyut biçimler de nesneler üzerinden algılanırlar; soyut biçimlere bu nesnelerin birer özelliği, yani doğası gözüyle bakılır. Toplumsal ve zihinsel biçimler, kendilerini çevreleyen bir “dünya” içinde verili gibidirler. Sanatın, estetiğin veya estetizmin biçimleri, toplumsal ilişkilerin ritüelleştirilmiş biçimleri için de geçerlidir bu. Yanılmacanın veya deyim yerindeyse düzdeğişmecenin yerleşebileceği denli bilinçli ve örgütlenmiş bir toplumun normlarına göre, akılcı olan normal olarak görünür. Normal olan alışılmış hale gelir; alışılmış olan, böylelikle doğal olan ile birleşir; doğal olan da akılcılık ile özdeşleşir. Bu belirgin (ve zorlama) mantığın, akılcılığın yerini alan bu doğalcılığın içinde çelişkiler yok olur: Gerçek ile akılcı özdeşleşir, gerçeklik ve ideallik birbirine girer, bilgi ve ideoloji birbirine karışır.

54.
Sanayi toplumu denilen bu toplumda, tekniğin öneminden haklı olarak etkilenmiş olan birtakım teorisyenler bu toplumu teknoloji toplumu olarak adlandırmayı önerdiler. “Doğal ortam”ın karşıtı olacak bir “teknolojik ortam” imgesinin, bu toplumu daha iyi nitelediğini öne sürdüler.

İçinde yaşadığımız bu toplumda, teknolojinin belirleyici bir niteliğe büründüğü doğrudur. Teknolojinin üretim koşullarında “devrim yaptığını”; bilimin, kendi teknik sonuçları üzerinden doğrudan ve dolaysız olarak “üretici güç” haline geldiğini söylemiyoruz yalnızca. Bu çözümleme ve değerlendirme, çok daha ayrıntılı bir noktaya varır. Tekniğe hakim olan bir düşüncenin, ona anlam veren bir kültürün dolayımı olmaksızın, teknolojiden belirli bir toplumsal ve bireysel bilinç ürediği fazlasıyla doğrudur. Toplumsal ve bireysel bilinç, imge ve nesne (ve imge ve nesne üzerine söylem) üzerinden teknolojiyi yansıtır. Örneğin, azami bir teknolojiyle ve “özne”nin asgari müdahalesiyle elde edilen bir fotoğraf, doğrudan anılara ve düşlere, aile albümüne, süreli yayınlara ve televizyona dahil olur. İşlevsel ve yapısal olmak üzere ikili bir kuruluşu olan, çözümlemeye açık, “saydam” teknik nesne, belirli bir konuma sahip değildir. Toplumsal pratiği bütünüyle istila eder: Örneğin bir kent teknik nesne haline gelir; yetkin bir teknikle elde edilen bir ses toplamı, müzikal bir öğeye dönüşür. Teknik olarak (fotoğrafın kalitesi, dekupaj ve montaj açısından) dikkat çeken bir görüntü sekansı bir film parçası haline gelir. Biraz değiştirilmiş bir otomobil bir heykeltıraşlık yapıtı olarak, üç-dört teknik nesne parçası bir “plastik uzay” olarak görülür. Op ve Pop ile birlikte bu teknikçi eğilim bir estetizmle birleşir. Daha kesin deyişle, teknik nesneye yönelen bakış, edilgen, sadece işleyişe dikkat eden, sadece yapıyla (parçalara ayırma, yeniden birleştirme) ilgilenen, arka planı olmayan ve tümüyle saydam yüzeyden ibaret olan bu gösteriden büyülenen bakış, toplumsal eylemin prototipi haline gelir. Televizyonun etkililiği de böyledir. McLuhan, aracının/medyanın, yani televizyon gerecinin, gerçek mesaj olduğunu belirtiyor. Hayır. Mesaj, katıksız yansımadır: bir görüntüye bakış; ... Görüntüler değişir, bakış kalır. Gürültü, sesler, sözler yardımcıdır ve ikincil önemdedir; geçici olanın simgeleridir.

55.
Sanatın kısmi bir sistem olduğunu, ayrıcalıklı nesnelere atfedilmiş ve toplumu oluşturan diğer sistemler ya da alt-sistemler (gereksinimler, ahlak, hukuk, politika, felsefe) arasında (etkin bir) dolayım işlevi gören bir anlamlar kümesi olduğunu ileri süren Hegelci tezden arta kalan şey nedir? Bu çözümlemeye göre, böyle bir kısmi sistem bir dolayımdan başka bir şey değildir, fakat topluma güçlü bir biraradalık veren anlamlı bir güncelliği vardır. Teknik nesne ile, “aracı” (sinema ekranı, radyo kanalı, televizyon alıcısı, vs.) ile kurulan ilişkilerin yansıması, yani yansımanın yansıması, “dolayım” olarak sanatın yerini alır ve benzer bir rol oynar; kültür artık çözülmekte olan bir mitostan, teknolojinin üzerine bindirilmiş bir ideolojiden başka bir şey değildir.

Teknikliğin göstergelerinin yoğun tüketimine, tüketim derecesi yüksek bir gıda eklenir: estetizm (sanat ve estetik üzerine söylem). Sanatın özgül dolayımını ve kültürü dışlayan (ki bu “kültürel” olanın fetişizmini varsayar), estetizmle süslenmiş bir tekniklik, teknoloji toplumu tanımını meşrulaştıran en basit özelliklerdir.

Şimdi, bu tanımın kabul edilmesini engelleyen nedenleri verelim. Teknoloji toplumu tanımı doğru bir tanımsa, adı geçen toplumun hâlâ bir toplum olup olmadığı sorulabilir. Söz konusu toplum teknik bir nesne olmak ister, kendisini teknik bir nesne olarak görür. Toplumsal hayatı karmaşık kılan; maddi üretime genellikle rekabet içinde olan fakat toplumsal hayatı canlandıran ideolojiler, değerler, anlam ve gösterge kümeleri katan dolayımları tasfiye etmeye yönelir.

56.
Kentselliğin dışında teknoloji sadece yalıtık nesneler üretir: bir füze, bir radar istasyonu.

Gerçekte her gün gözlemlediğimiz bu toplumda, eleştirel çözümlemenin dikkatini çeken şey teknikliğin zayıflığıdır. Teknokrasinin ilk ve en önemli eksikliği aslında var olmaması, bir mitos ve bir ideoloji olmasıdır. Teknolojinin sözde hakimiyeti, tersine bir gerçekliği gizler. Büyük teknolojik nesnelerin bir prestij etkisi (uzayın keşfi) veya stratejik bir kapsamı (füzeler, roketler, vs.) vardır. Gündelik hayata kumanda ederek onu değiştirecek, yaygın kullanımlı toplumsal nesneler değildirler. Gündelik gerçeklik, ancak “tekniğin döküntüleri”nden faydalanır. Küçük aletler teknikliğin taklidini yaparlar. Eleştirel çözümlemenin gözünde, teknik ve tekniklik, birer ikameden ibarettir.

58.
Eğer bolluk (X kıtlık) Şenlik anlamına gelmiyorsa, Şenliğin görkemli bir yenilenmesini yeniden üretmiyorsa, hiçbir değere, hiçbir anlama sahip değildir.

62.
Teknoloji olağanüstü bir biçimde yetkinleşse de, yarattığı sonuçlar devlet düzeyinde, uzay araştırmaları ve nükleer araştırmalar, silahlanma ve stratejiler düzeyinde kalmakta.

67.
Uzun tarihsel dönemler boyunca simgeler (doğadan gelen fakat önemli bir toplumsal güce sahip simgeler) bu alana hâkim oldular. Ancak, uygarlığımızın başlangıcında, yazının öneminin artmasıyla ve özellikle matbaanın bulunmasından sonra, tüm anlambilim alanı simgeden göstergeye doğru kaymıştır. Ele alınan dönemde, bir başka kayma daha başlamakta ya da daha ziyade doğrulanmaktadır: göstergeden göstergemsiye, sinyale geçiş. Küresel anlambilim alanında simgeler ve göstergelerle birlikte bulunsa da, göstergemsi göstergeden ve simgeden farklıdır. Karşılıklı olarak üzerinde uzlaşılmış olandan başka bir anlamı yoktur; eklemlenmiş birimlerin (sözcükler ya da anlambirimler) içine giren, bir başlarına anlam taşımayan imgeler (örneğin harfler) gibidir. Davranışlara kumanda eder, onları düzene sokar ve denetler. Yalnızca karşıtlıklarıyla tanımlanan karşıtlıklardan oluşur (örneğin kırmızı ve yeşil). Bununla birlikte, sinyaller kodlar halinde (basit ve çok bildik örnek olarak yollardaki kodlar) gruplanır ve böylece zorlayıcı sistemleri oluştururlar.

80.
Bir zamanlar sefil, kısıtlı bunaltıcı bir yaşam vardı. Krallık binlerce senyörlük arasında bölünmüştü, toprağın kralı ve kraliçesi Tanrı ile Ölüm’dü. Yine de bu sefalet ve bu zulüm hiçbir zaman bir üsluptan yoksun değildi. Özü itibariyle dinsel veya metafizik (ideolojinin temelinin ne önemi var) olan bu üslup, en ufak ayrıntıya kadar işleyerek hâkimiyetini sürdürüyordu. Hikâyemize devam etseydik, insanların nasıl kötü koşullarda, fakat coşkulu ve sıcacık (hot) yaşadıklarına sıra gelecekti.

Bizim yaptığımız şey, “ilerleme”yi yadsımak değil, ilerlemenin karşılığını, bedelini anlamaktır. Ölümün egemenliğinin dünya yüzünden silinmesini hayranlıkla izlemek anlamsızdır, çünkü ölümün yerini nükleer tehlike hemen doldurmuştur – üstelik elle tutulabilir, gözle görülebilir bir tehdittir bu.

81.
...nostaljiler, gündelik olanın kopuşu, Modernliğin ve kendisi hakkında kendisine sunduğu gösterinin terk edilmesi, geçmişe sarılma. Tam da bu nostaljilere ve bu geçmişçiliğe kapılmamak için nostaljiyi ve geçmişi anlamak gerekir.

92.
Sanatın, geçmişte zamanın, mekanın, arzunun uyarlanması olduğu ileri sürülebilir. Yapıt zaman ve mekana duyularla algılanabilen bir biçim veriyordu ve bunu bazen, örneğin kentteki mimari ve anıtlarda olduğu gibi toplumsal bir ölçekte yapıyordu. Sanat üzerine söylem, yorum ve retorik olarak estetik, daha ziyade imgesel olan düzeyinde yer alır.

Üslup, uyarlamaydı: Belli bir biçimde yalıtılmış, sınıflanmış şu ya da bu gereksinime değil, toplumsal yaşamın bütününe uyumlu kılınmış nesnelerin kullanımıydı.

97.
Biz yabancılaşmanın bir bütünlüğe doğru yöneldiğini, ve yabancılaşmanın izlerini (bilincini) silecek ölçüde güçlendiğini savunuyoruz.

Yeni olan şey, yabancılaşma teorisine yapılan felsefi göndermelerin giderek azalmasıdır. Yabancılaşma toplumsal bir pratik haline geldi: işi karmaşıklaştırmak ve genelleşmiş yabancılaşma bilincini bastırmak için tarihi ve felsefeyi bir kenara atmak gereksiniminde olan bir sınıf stratejisi.

114.
“İnsan” ve “İnsanlık”, tıpkı özne gibi, artık bir kendilik, soyut bir öz olarak görülmüyorlardı. “Saf” felsefe zaten aşılmıştı. İnsan ve İnsanlık; tarihsel bir bağlamda yer alan özgül ve somut “özneler”, edimler ve eylemlilikler olarak tanımlanıyorlardı. Çatışmalara rağmen veya belki de bu çatışmalardan dolayı, bu toplumun (rekabetçi kapitalizmin) praxis’i bir birliğe sahipti.

Oysa, 1905-1910 yıllarında, çeşitli baskılar (bilimler, teknoloji, toplumsal dönüşümler) nedeniyle, göndergeler birbiri ardı sıra yok olmaya başladılar. “Sağduyu”nun ve “aklın” birliği sallandı ve çöktü. Gerçeğin, “sağduyu” nezdindeki mutlak niteliği yok oldu. İyi bilgilendirilmiş (ya da bu iddiada olan) algının bu gerçeğinin yerini bir başka gerçek, duyumsanabilir bir başka dünya aldı veya eski dünyanın üstüne eklendi. İşlevsel ve teknik olan (ya da böyle sunulan) nesneler, geleneksel nesnelerin yerine geçtiler.

Daha eskiden, işitimin ve (sözlü veya yazılı) söylemin önceliği nedeniyle geri plana itilen görme duyusu, bu tarihten itibaren yeniden önem kazandı. Gelişme halindeki görsel-işitsel, pratik-duyumsal olanın kavranışını zenginleştirdi. Bu kazancı kabul edebiliriz; bütün olguları, bir yoksullaşma ve sapma şemasına göre yorumlamak haksız ve yanlış olacaktır. ...  Söz konusu olan sadece duyuların ve onlar tarafından getirilen bilginin “karmaşıklaşması” değil, aynı zamanda görsel algıları işitim yoluyla ve işitsel duyumları görme yoluyla yorumlama kapasitesinin artmasıdır. Böylece görme ve işitme duyuları birbirlerinin göstergeleri haline geldiler.  ....  Bu durumda, pratikte, nesneler göstergeler haline ve göstergeler nesneler haline geldiler. “İkinci bir doğa” birinci doğanın, pratik-duyumsal gerçekliğin ilk tabakasının yerini aldı. 1910 civarında, resimde ve müzikte su yüzüne çıkan durum burada söylenenlerin kanıtıdır. Kimileri (Orta Avrupa’da) önceliği gösterilene verdiler; gösterenleri oluşturma işini (eğer yapabilirse) “izleyici”ye bıraktılar; expresyonizmi yarattılar. Diğerleri (Paris’te) ise, gösteren üzerinde ısrar ederek gösterileni oluşturma işini sanatla ilgilenen kişiye bıraktılar; kübizmi oluşturdular (Picasso, Braque, vs.). Her iki durumda da göstergelerin yoğun müdahalesi ve ifade etmeden göstermeye geçiş, gösterenin ve gösterilenin birliğini parçaladı. Algılanabilir gerçekliğin göndergesi kalmadı.


115.
Fizikteki görelilik teorisinin, duyumsanabilir olan düzeyindeki bu toplumsal görüngülerle doğrudan hiçbir ilişkisi yoktur, fakat aralarındaki ortaklık çarpıcıdır. Uzaysal (Öklid ve Newton uzayı) ve zamansal mutlakla aynı zamanda, pratik-duyumsal olan da istikrarlı bir gönderge olmaktan çıktı. Bu olgu, estetik oluşum düzeyinde çok çabuk yankı buldu. Perspektif değişti; ortaya konmuş olan geometrik uzayı belirten ufuk çizgisi kayboldu.  ...  (Akılcılaştırılmış bir sistem olan) perspektif, heyecanları ve tasarımları için gösterenler arayan sanatçı ile, algılanan bu gösterenlere kendi gösterilenlerini taşıyan izleyici arasında biçimsel bir uzlaşma sağlıyordu. Ayrıca yapıt, en gizli gösterenlere, sanatçının öznelliğine ve “gizler”ine, kaygılarına, pişmanlıklarına, arzularına da göndermede bulunabilirdi. Elde edilmiş gibi görünen belli bir akılcılığa bağlı olan bu bütün, 1910’lu yıllarda (Duchamp !), Avrupa’da sarsıntıya uğradı. Teorik düzeyde, “bizim uzayımız”ın, mümkünler arasındaki bir uzaydan başka bir şey olmadığı, belki de sadece bize göre (bizim ölçeğimizde) var olduğu; başka yerlerde ve başka bir ölçekte belki de başka uzayların, başka zamansallıkların olduğu anlaşılmaya başlandı. Göreliliğin keşfi, yeni bir duyumsanabilir gerçekliğin, birinci doğaya eklenen ikinci “doğa”nın, nesne-göstergenin veya gösterge-nesnenin keşfini hızlandırdı

116.
Yanlış anlamalara meydan vermemek için, etik veya dinsel ölçütlerin, metafizik ve teolojik mutlakların kaybolmasına üzülmediğimizi belirtelim.

117.
Bilim, daha doğrusu bilimsellik ise, bugün gönderge ve hatta genel kod olma rolünü oynadığı iddiasındadır. Terimleri tersine çeviren bir iddiadır bu. Bilim, tanım itibariyle, gerçekliğin bilgisi değil midir? Ancak gerçeklik, bilimin gerçekliği değildir; keza bilginin bir metafiziği söz konusu olmadıkça bilimselliğin gerçekliği de değildir.

119.
Gönderge yokluğu, söylem imgeyle iç içe geçerek bir yapı yanılsaması kurduğu ölçüde daha da önemli bir hal alır: İmge bir göndergeye benzer; oysa bu niteliğe sahip değildir (ve olamaz da). İmge ve söylem birbirlerinden yansırlar. İmge, sadece söylemin dile getirebileceği (gösterilene dönüştürebileceği) çok geniş, her zaman belirsiz ve çeşitlilik içeren bir anlamlar (gösterenler) alanı getirir. Söylem uzayın içinde asılı durur. İmge tarafından destekleniyor gibi görünse de, bir dayanağa gereksinimi olan şey imgedir; söylemin üzerine dayanabileceği hiçbir şey yoktur.

120.
Biraz daha yakından bakarsak, gösterenlerin ve gösterilenlerin birbirlerinden kopmalarının kısmi, yerel veya yerelleştirilmiş bir görüngü olmadığını görürüz. Bu görüngü, herhangi bir imgenin –örneğin bir fotoğraf -, fazlasıyla yorumlamaktan veya yeterince yorumlamamaktan dolayı yanılabilecek ve “gerçek anlamı” elden kaçırabilecek  yorumcunun dilinin açıkça belirttiği birçok anlama sahip olduğu betimlendiğinde ortaya çıkar. Göndergelerin düşüşü, bu kopmayı genelleştirir. Ortak yerler (“topoi”ler ve “koina”lar, toplumsal ortak yerler) sunan bir gönderge ve bir kod bulunmamasından dolayı, göstergelerin iki yüzü arasındaki eklemlenme artık sağlanamaz. Bu anlamdan yoksun, yüzer durumdaki gösteren kitlelerinin (bilincimizdeki ve bilinçaltımızdaki başıboş imgeler) varlığını daha önce belirtmiştik. Eskiden, sanat yapıtları, duyulara (görmeye ve işitmeye, duyulabilir algıya) sunulan, fakat birbirinden kopmamış gösteren kitleleri idiler. Tümüyle edilgen olmayan “izleyiciler” ya da “dinleyiciler”, gösterileni gösterenlere taşıyorlar, göstereni gösterilene iliştiriyorlardı. Göstergenin ve gösterme ediminin bu iki tarafı ancak bir anlığına birbirinden ayrılıyorlardı; bu geçici ayrılık bir kopma değil bir gereklilikti; ayrı olarak kendi yolunda gitmektense, biri diğerine çağrıda bulunuyordu.; katılımcıların her biri, gösterenin içindeki gösterileni nasıl bulacağını biliyordu. Mesaj, “özgürce” yeniden oluşturuluyordu; ancak kabul edilmiş olan göndergeye bağlanan bildik bir koda göre ortaya çıkıyordu. Bir anıt, bir katedral, bir Yunan tapınağı, bir XVIII. yüzyıl sarayı, bir yapıt, bir üslup böyle algılanıyordu. Gönderge olmadığı zaman, belirsizlik payı güçlükle doldurulur. Gösterenler yoğun olarak, ayrım gözetmeksizin, göstergelerin tüketimi içinde tüketilir. İliştirme, herhangi bir biçimde, herhangi bir yerde gerçekleşir. Kısmi bir “sistem”, böylece kullanılabilir durumdaki gösterenleri yakalayabilir.


126.
En yüksek bilince göre, dil için artık gönderge yoksa, dil artık kendi kendisinin göndergesi haline geliyor demektir. En yüksek bilinç şunları bilmez veya bilmiyormuş gibi görünür: a) böylelikle kendi üzerine kapandığını, kendi dilini tüketmeye ve kötüye kullanmaya hazırlandığını; b) kendisinin popüler bilincin, gündelik hayatın yolunu açtığını veya bu yolu izlediğini.

Bu eğilim çok erken bir dönemde, XIX. yüzyılın hemen ortasında (Devrim’in başarısızlığa uğradığı, kapitalizmin sağlamlaştırıldığı, meta dünyasının ve paranın iktidarının yaygınlaştığı bir dönemde) kendisini edebiyatın içinde duyurmaya başlamıştır. Bu eğilimi üç evreye bölebiliriz:

a) kelamın simyası (Şairin sözü ve zincirlerinden kurtulmuş söylemi, gündelik hayatı değiştirmeye, gerçeği ihlal etmeye ve başka biçimde göstermeye yeterlidir: Baudelaire’den Joyce’a kadar);
b) öteki gerçeklik olarak dil (Maddi ve toplumsal olan bir doğanın üstüne binen bir başka doğa olarak şiir; “sıcak” lirizm, gerçeküstü ve gerçeküstücülük, ayrıca dışavurumculuk, fütürizm, kübizm, vs.);
c) gerçeklik olarak biçim (Saf durumda yazı, dünyanın soğuk ve kesin düzyazısı, örneğin “yeni roman”, aynı zamanda genel olarak yeni biçimcilik, yapısalcı olma iddiasındaki edebiyat, vs.).

Felsefe de birbirine bağlı olan bu evrelerden geçer:

a) felsefi Logos üzerine düşünme: Mutlak aklın, bir içerikle birlikte varolan en üstün konunun, bu içeriğin (nesnel veya metafizik) biçiminin ifadesi olarak kabul edilen dil;
b) felsefi dil üzerine düşünme: felsefecilerin mirası ve bağışı olan, felsefenin özü olarak kabul edilen sözcük dağarcığı üzerine düşünme; sözcük dağarcığının, anlambilimin, felsefi terimlerin ön plana çıkması;
c) mantıksal pozitivizm ve Heidegger’in temel ontolojisi tarafından iki farklı biçimde ele alınan, felsefe olarak dil.

Son olarak, felsefenin dışında fakat onunla bağlantılı olan, bilimsel bilgi içindeki evreler söz konusudur:

a) XIX. yüzyılın ortasından bu yana, uzmanlaşmış ve ayrışmış bilim dillerinin ortaya konması;
b) dillerin genel bir üstbilimini (pozitivist bilimcilik), bölünmüş (uzmanlaşmış) bilimlerin üstdilini arama, bu diller üzerine düşünme;
c) dilin biliminin, her bilimin ve her bilginin prototipine dönüşmesi, epistemolojinin sistematik (kesin) bilginin biçimi ve modeli olarak; kavranırlığın, gerçekliğin, varoluşun örneği olarak yükselmesi.

127.
Bu toplum işlevselcidir, biçimcidir, yapısalcıdır. ... Bir toplum, bir biçimler, işlevler, yapılar toplamından oluşamaz yalnızca.

132.
...felsefi geleneği sürdürmeye çalışanların kategorileri, konuları, soruları bu felsefenin tarihiyle öylesine iç içe geçmiştir ki, bu felsefeciler en iyi ihtimalle Platon’un, Spinoza’nın veya Fichte’nin “gerçekte” ne düşündüklerini ortaya koyabilirler. Şiir içinde/üzerinde şiir yazıldığı, roman üzerine (ve romancı üzerine) roman yazıldığı, tiyatro üzerine tiyatro yapıldığı (sinema üzerine, roman üzerine, tiyatro üzerine, felsefe üzerine sinema yapıldığı) gibi, felsefe de felsefe içinde/üzerine yapılır. Her yerde söylem üzerine söylem, ikinci derece, “cool” üslup, yanılsamasıyla birlikte üstdil, kendini yeni sanan yansıma var. Ki bu yansıma kendinin yansıma olduğunu, soğuk ve beyaz, yıkıcı ve özyıkıcı olduğunu kabul ettiğinde, bazen yenilik de getirir.

153.
Sert ve soğuk taş (tabletler), Kutsal Kitaplar’ın zamansal olmayan, dolayısıyla sürekli ve kesin, dolayısıyla tarih-üstü olan niteliğini çok iyi simgeliyordu. Yazı sözün karşıtıdır. Yüzyılların önünde ve yüzyıllar için yazdıktan sonra, Tanrı susar. Artık temsilcilerinin yapacakları tek şey, On Emir’i yorumlamak ve açımlamaktır. Ötekiler onlara karşı çıkacaklardır, ki bu da Söz’ün ve Yazı’nın, başka bir deyişle Tin’in ve Harf’in çatışmalı ilişkisini başlatacaktır.

Yazı kavramını geniş tutarsak, yazısız toplum olmaz denilebilir. Göstergesiz toplum olmaz: yol işaretleri, sınırlar, yönler. Bununla birlikte, yazılı şeyin keşfi ile beraber, ileri doğru bir sıçrayış, daha üst bir düzeye geçiş, sonuç olarak kopuş ve ayrılış ortaya çıkar: kanun tabletleri, şekiller, kitabeler, eylemleri ve olayları, savaşları, zaferleri, büyük kararların sonsuza dek hafızaya yerleşen anılarını tespit ederler.

154.
Yazısız kurum olmaz. İlk kurumsallaşma olan yazılı şey, yapıtı ve etkinliği örgütleyip sabitleyerek toplumsal pratik içine yerleşir. Bu temel ve sürekli ikame mekanizmasıdır. Yazılı şey, başka “bir şeyi”, geleneği, pratiği, olayı referans alır. Sonra kendisi gönderme haline gelir. Yazılı şey, yazının göndergesinin yerine geçer. ...Yazılı şey üstdil olarak işlev görmeye, bağlamı ve göndergeyi reddetmeye, gönderge olarak kurumlaşmaya yönelir.

Yazılar ve yazılı şey üzerine kurulmuş bir toplum, terörizme doğru yönelir. Yazılı geleneği yorumlayan ideoloji, ikna gücünün yanına yıldırmayı da ekler. Yine de yazılı şey, sözlü geleneğin, kulaktan kulağa iletilen Söz’ün pabucunu dama atmayı hiçbir zaman tam olarak başaramaz. Şu halde Yazı ile Tin arasındaki mücadele, içerdiği yanlış yorumlarla, aykırılıklarla, sapmalarla, her zaman sürer.

156.
Yazılı şeyin bir özelliği daha vardır: Zihinsel işlemler, yani şifreleme ve şifresini çözme, onun özünde bulunurlar; fakat mesaja dahil değildirler. Oyunun kuralı böyledir; biçimler de aynı şekilde işler; saydamlıkları rastlantıyı ve gizliliği dışlamaz. Aksine: Kesinliklerinin ve saflıklarının içinde vardır bu. Vahim olan şey, mesajın geçişine aracılık eden şifreleyicilerin ve gerçek ağların, varlıklarından haberdar olunamayacak derecede gizlenmeleridir. Yazılı şey oradadır, görünüşte bütünüyle verilir; bir felsefecinin deyişiyle, bu “varlığın” içindedir. Yazılı şey masum görünür ve sizin masumiyetinizi istismar eder. Yazılı olanın (basılı olanın) safdil kişiler ve diğerleri üzerindeki iktidarı buradan gelir. Yazılı şey, bir mutabakat kurar. Değişmezliği büyüleyici bir olgudur. Yazılı şeyin içinde büyülü olan ve akılcı olan çakışır.


165.
...(çözümlenebilir işlevleri, biçimleri ve yapıları olan, keşfedilmesi gereken koşullarda bulunan) sanat yapıtları, uygarlık ve kültür yapıtları vardır. Zihin, yapıtları bırakıp kavramlarla ilgilenmeye başlar; sonra sanat ve kültür, sanat ve kültür yapıtlarının gerekçesi olarak alınır; son olarak, örgütlü ve kurumsallaşmış “Kültür”e, kültürel yapıtlar üretme gücü mal edilir. XIX. yüzyılın son yıllarından itibaren, “Sanat için sanat”, yapıtların ve yapıtların varoluş koşullarının üzerinde yer lan, bir kendilik olan bir sanat anlayışı içeriyordu. “Sanat için sanat” sanat üzerinde sanata, daha şimdiden ikinci dereceden söylem olan üstdile dayanıyordu. Sanat yapıtı yerini estetiğe bırakıyordu ve estetizm, üstdil olarak, bu dolayım sayesinde yapıtların ve özerk güç olarak kurulan sanatın yerine geçiyordu. Böylelikle felsefi yanılsama geniş bir ölçekte, kurumsal bir pratik içinde yaratımın tehdit edildiği, kültürel malların yiyip bitirici bir tüketime sokulduğu koşullarda yeniden üretilir. “Kültür”, “Sanat” gibi kendiliklere bürünmüştür.

167.
Güçlü ve çeşitli hiyerarşiler üzerinde (ve dolayısıyla fazla yazılı, büyük ölçüde yazılar ve yazılı şey temelinde) kurulmuş olan her toplum, muhtemelen bu biçime doğru yönelmiştir. Yarı-kurgusal, yarı-gerçek olan zihinsel ve toplumsal bir merdivenin son basamağı ancak, hem kurgusal (zihinsel) hem de gerçek (toplumsal) bir yıldız olabilir. Bizim topluluğumuzun farklılığı yıldızların değişmiş olmasındadır; artık ne aynı göğe ne de aynı ufka sahibiz. Eskiden, yıldızların etkisi bir üslup yaratıyordu, yapıtlar doğuruyordu. Bizim yıldızlarımız gündelik hayatın üzerinde parlıyor; tepemizdeki kara güneş terör saçıyor. Gündelik hayatın yazgısına yön veren bu yıldızlar arasında, bir kez daha Moda’yı (veya moda olmayı), tekniği ve bilimi (ya da daha ziyade bilimselliği) sayalım.

169.
Arzunun göstergeleri, gerçeğin taklidi olan bir arzu parodisini kışkırtabilirler yalnızca.
Doğanın güçlerine hakim olan tekniklere benzer yöntemleri arzuya uygulamak imkansızdır. Arzu uyarlamadan kaynaklanır, zorlamadan değil; zorlayıcı yöntemlerle kışkırtılmak istendiğinde, imgesel olana doğru kaçar; zaten arzuyu kullanmak (sömürmek) için beklenen şey bu kaçıştır. Pratik gündelikliğin üstüne, arzunun imgesel doyumlarla karşılandığı, imgesel bir biçimde yaşadığı ve varlığını sürdürdüğü, kendisine imgesel bir süreklilik, imgesel doygunluklar sağladığı imgesel bir gündelik hayat eklenir. ... Arzu, birikimi bilmediği gibi yinelenmeyi de bilmez. Yazıdan değil sözden doğar; yoksa kaybolur ve bir kurgu olmaktan öteye geçemez. Zihinsel bir işlem, keza toplumsal bir şey ile arasında hiçbir ortaklık yoktur.

170.
Doğa, kelimeler aracılığıyla kavranması mümkün olmayan arzunun diğer adıdır.

174.
Söz bir buradalık (kimi zaman da, buradalıkla ilişkili bir kaçış, yalan, yokluk) demektir. Bu buradalığın, gizli veya açık –kendini gizleyen veya açığa vuran- göndergesi arzudur. Söz’ün, ancak kasıtlı bir soğukluğu olabilir; aslında “hot”tır (sıcaktır). Yazı yokluktur (aynı zamanda buradalıktır, ancak bu buradalığa yalnızca bir çıkarsama ile ulaşılabilir); yinelenen ve biriken bir şey olan yazı, toplumsal olarak bir nesnenin, düşünsel olarak bir hafızanın özelliklerini taşır; ... Kaydeder ve buyurur; ilk buyruğu onu var eden okumanın kendisidir. Soğuktur çünkü zorlayıcıdır, zorlayıcıdır çünkü soğuktur, arzunun kaçışına eşlik eder. Yazılı olduğu ölçüde cinsiyetsiz, yasa olduğu ölçüde duyarsız ve buyurucu olan bu şey, ayrılığı onaylamaya yönelir. Gerçeklik ile arzu arasındaki, entelektüel işlem ile güdüler veya tepiler arasındaki ayrım çizgisini çizer; terörün temellerinden biri de bu ayrım çizgisidir.

Arzu edimdir, güncelliktir, güncelleştirmedir; buradalıktır. Yazı, bir kesinlik taşıdığı için, buz gibi bir saflığa sahiptir; kendine özgü bu saflık, arzuya yabancıdır. Sözü, buradalığı, arzuyu eski yerlerine geri koymak, bu buz kütlesini eritecektir ve bu şiirin paradoksudur. Şair, yinelenmeye kıyasla daha düzensiz olan kelimeleri kullanarak bu buzları çözmeyi başarır; üstelik bu düzensizliğin de, kesinlik eksikliği olarak tanımlanamayacak bir düzeni vardır. Bu düzen, gönderge yokluğunun, ya da bir uzlaşmanın izlerini taşıyan göndergelerin yerine, şiir tarafından ortaya çıkarılan bir göndergeyi ikame eder; bu gönderge arzudur, arzunun zamanıdır.

Şair yazıyı ve yazının katılığını ortadan kaldırmaz. Mucizevi görünen bir edim ile soğukluğu sıcaklığa, yokluğu buradalığa, arzudan duyulan ürküntüyü arzuya, mekansallığı zamansallığa, yinelenmeyi güncelleştirmeye dönüştürür.


175.
Saf (biçimsel) bir mekân terör dünyasını tanımlar. Bu önermeyi ters çevirirsek de aynı anlamla karşılaşırız: terör, saf, biçimsel bir mekanı, kendi iktidarının ve iktidarlarının mekanını tanımlar. Zaman bu türdeş mekandan dışarıya atılmıştır. Onu belirleyen yazı, sözü ve arzuyu kovmuştur. Edimden, buradalıktan, sözden yalıtılan bu yazılı mekânda, insani denilen edimler ve şeyler yazılı şeyin üzerine sıralanan yazılarla birlikte sınıflanırlar, düzenlenirler, raflara ve çekmecelere yerleştirilirler. Onları düzen içinde tutan üstün iktidarın adı, gündelik hayattır.

176.
...nesnesiz bir düşünce, içeriksiz bir düşünme olmaz. Ancak, düşüncenin, kodlamadan kaynaklanan genel bir biçimi vardır: mantık. Hem zihinsel hem toplumsal olan, “saf” biçim adına genellikle ihmal edilen biçim ve içeriğin diyalektik hareketini birkaç önerme ile özetleyelim. İçeriksiz biçim ve biçimsiz içerik olmaz. Düşünme, biçimi içerikten ayırır. Böylece, biçimlerin saf özler olarak varolma eğilimlerini destekler. Düşünmenin kendisi de, evrenin özü olarak varolmak isteyen bir biçim oluşturur (bu, felsefecilerin özlemi ve yanılgısıdır). “Saf” biçim, saflığı dolayısıyla, kavranabilir bir saydamlık elde eder. Kendini işlemsel kılar, bir sınıflandırma ve edimde bulunma aracı olur. Bununla birlikte, bu haliyle varolamaz. Biçim olarak bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Varlığı algılanabilen şey, biçimin ve içeriğin (çatışmalı, diyalektik) birliğidir. İçerikten ayrılmış, göndergelerden ayrılmış biçim, terör yoluyla egemen kılınır. Bu biçimin içeriği terördür. Radikal eleştiri yapısalcılık, işlevselcilik ve biçimciliği de kendilerine karşı çevirerek, saplantılı bir sınıflandırmaya karşı bir biçimler sınıflaması önerir; bu biçimlerin genel içeriği, genel terör tarafından sürdürülen gündelik hayattır. Düşünme soyutluğu giderek azaltarak şunları keşfeder:

a) Mantıksal biçim. Zihinsel olarak, mutlak özdeşlik ilkesi: A=A; boş, totolojik, dolayısıyla kavranabilir, içeriksiz olduğu için saf ve saydam bir ifade. Toplumsal olarak, gereksiz söz yığını (aracın amaç olarak alınması, kendiliğin özerkleşmesi ve boşalması).
b) Matematiksel biçim. Zihinsel olarak, sayma ve sınıflandırma, düzen ve ölçüm, farklılık içinde eşitlik, toplam ve alt-toplamlar. Toplumsal olarak, düzenleme, akılcı örgütlenme.
c) Dilsel biçim. Zihinsel olarak, tutarlılık. Toplumsal olarak, ilişkilerin bir araya gelmesi, kodlama.
d) Değişimin biçimi. Zihinsel olarak, eşdeğerlik, ücretlerin fiyat artışına göre düzenlenmesi, kıyaslama (nitelik ve niceliklerin, etkinliklerin ve ürünlerin, gereksinimlerin ve doyumların kıyaslanması). Toplumsal olarak, değişim değeri, meta (bu noktadan itibaren bir mantık ve söylem kazanan, kendi biçiminden yola çıkarak bir “dünya” oluşturmaya yönelen meta).
e) Sözleşmenin biçimi. Zihinsel olarak, karşılıklılık. Toplumsal olarak, karşılıklılık temelinde kurulu ilişkilerin hukuki bir biçime sokulması, soyut ilkelerin hazırlanmasına kadar vardırılan kodlama.
f) Pratik-duyumsal nesnenin biçimi. Zihinsel olarak, nesne içinde algılanan veya kavranan denge. Toplumsal olarak, nesnelerin simetrisi (şeyler arasındaki, her bir şey ve çevresi arasındaki, kendilik ve suret arasındaki, vs. gizli ilişkileri kapsayan simetri).
g) Kentsel biçim. Zihinsel olarak eşzamanlılık. Toplumsal olarak, manzarayı güncelleştirerek ve kutsallıktan çıkararak görünümü, yani emeğin yapıtını, doğaya bir toprak parçası üzerinde dayatılan biçimi yoğunlaştıran (çevredeki ürünleri ve etkinlikleri bir araya getiren) karşılaşma.
h) Yazının biçimi (yazı). Zihinsel olarak, yinelenme. Toplumsal olarak, birikim.

178.
Böylece biçim, ona bir düzen ve bir dizi zorlama dayatmak için, çeşitlenen ve direnen içeriğe doğru yönelir. Bununla birlikte bu içerik indirgenemezdir. O, indirgenemez olandır. Biçimin ve içeriğin hareketi içinde kapsanan, (çözümlemeci) bilginin ve praxis’in karmaşık hareketi, indirgemenin ve indirgenemez olanın hareketini kapsar. Peki içerik? Son kertede, son tahlilde (fakat burada belki de ne son kerteye, ne son tahlile gerek olacaktır) içerik arzudur; var olma ya da var olmama arzusu, diretme ya da ona erdirme arzusu, var kalma ya da ölme arzusu olarak görülemeyen; hiçbir şey tarafından belirtilmeksizin her şey tarafından gösterilen, gösterilenlerin içinde ve göstergelerin altında gizlenen, gösterileni olmayan bir gösteren olarak bütün göstergelere canlılık veren; mekanın, yazının değil Söz’ün, Zaman’ın içinde yer alan arzudur.

Akılcı olarak açıktır ki “saf” biçim, sözleşmenin, yazının veya mantığın biçimi, çok istemesine karşın özerklik hakkına sahip değildir. Biçimin “saflığı” var olmayanın saflığına varır.

180.
“Sıfır derece” (R.Barthes), simgelerin etkisizleşmesi ve ortadan kalkması ile, uyuşmaların (karşıtlıkların) yatışması ile, kelimelerin ve cümlelerin bağlantısının, yani bir tür “kendiliğindenliğin” kanıtı olan bağlantının ağır basması ile tanımlanır.

Sıfır derece, her şeyin hem akılcı hem de gerçek olduğu için iletilebilir gibi göründüğü, fakat aslında artık iletilebilecek hiçbir şeyin olmadığı anda iletişimi ve ilişkiyi kesintiye uğratan bir saydamlıktır.

...Bu görünümün üzerine karanlığın tamamen çöktüğünü söylemek yanlış olur; hava henüz alacakaranlıktır, ...

Olayları dramatikleştirmeyelim. Pekâlâ (gerçekte ve hakikatte) diyaloglar ve iletişimler vardır.

181.
Şenliğin, üslupların ve yapıtın çökmesi sıfır noktasına maledilebilir; ya da bu çökmeler sonucu ortaya çıkan belirtiler ve özelliklerin toplamıdır. Kısaca, sıfır derece gündelikliği (gündeliklikte yaşayan ve ayakta kalan arzunun soyutlanmasını) niteler.

182.
Biçimler gerçektir, fakat eski “gerçeklik” modellerine uymazlar; biçimler gündelik hayatın ekranına yansıtılırlar; bu ekran olmadan aydınlatacak, belirleyecek, düzenleyecek hiçbir şeyleri olmayacaktır. Böylece, tek bir ışık huzmesi oluşturan farklı ışınlar, bu ışığın yokluğunda karanlık bir kitleden başka bir şey olmayacak olan bir alanı aydınlatırlar.

191.
Yapıtlar yaratan etkinliğin yerini kendi iç dünyasına dalmış bir edilgenlik; göstergelerin, gösterilerin, ürünlerin, aynı zamanda yapıtların, geçmişten kalan yapıtların doymak bilmeden tüketilmesi alır. Verimsiz bir tüketimdir bu: Tarihin, yapıtların ve üslupların tüketimi üzerinden yaşayan bu tüketim tarihi yadsır, artık yapıtları anlamaz, onların varoluş koşullarını reddeder ve çürütür. İndirgeme, ideolojik olarak kutsanmadan önce, uygulamada gerçekleşmiştir.

“Bu toplum nasıl işleyebilir? Neden parçalanıp dağılmaz?” sorusuna da yanıt verir: “Bu toplum dil ve üstdil ile, birinci dereceden ve ikinci dereceden söylem altında, bir yazılar yığını altında canlılığını koruyan söz sayesinde işlemeyi başarır.” Görünürde sağlam olan zemin, aslında sarsılmaz değildir. Marx hiçbir zaman, ekonomik olanı belirleyici veya belirlenimcilik olarak tasarlamadı; fakat kapitalizmi, ekonomik olanın hâkim olduğu üretim tarzı olarak tasarladı. Sonuçta ekonomik olanı, saldırılması gereken düzey olarak gösterdi. Bugün saldırılması gereken düzey gündelik hayattır.


193.
Bugün, insan ve hümanizm (rekabetçi kapitalizmin ve liberal burjuvazinin hümanizmi) kavramlarıyla birlikte, yaratma kavramı da gözden düşmüştür. Kültür devriminin iki koşulu ve yöntemi, ilk ve temel dayatması, yapıt, yaratma, özgürlük, uyarlama, üslup, değer (kullanım değeri), insan kavramlarının yeniden anlamlandırılmasıdır.

194.
Eskiden, ilişkilerin ve şeylerin anlamını aramak ve dile getirmek görevi felsefeciye düşüyordu. Oysa sanayi şeylere yeni bir anlam, yeni bir yön getirdi; maddi doğa üzerinde tahakküm kurmak, olgular ve yasalar hakkında “bedelsiz” bir bilgi edinme sürecinin yerini aldı. Bir zamanlar felsefenin olduğu yere, artık felsefe olmaktan çıkıp başka bir şeye dönüşmüş bir bilgi yerleşti.

196.
Ürünün değerini düşürmeksizin yapıtı yeniden güçlendirmek, zamanı üstün bir mal olarak (yaşama zamanını) yeniden oluşturmak, kültür devriminin hedeflerindendir. Burada kültürün içindeki felsefeyi tasfiye etmek değil, zamana ve yapıta olduğu gibi kültüre de kullanım değerini geri vererek, ona farklı ve yeni bir anlam kazandırmak söz konusudur.

Yapıtın felsefeden yola çıkarak anlaşılması, üstdil olarak estetiğin ve estetizmin radikal bir eleştirisini meşrulaştırır. Estetizm bugün, dolaysız teknikleri kullanarak (uyarlama olarak sanatın aracılığını atlayarak), gündelik hayatı değiştiriyormuş gibi yapar. Dönen ve şarkı söyleyen hareketli aletler, adımlarınıza veya sözlerinize göre renklenen duvarlar, müzikli bir geçit, opera dekoru havası verilmiş bir gezintiden oluşan bu estetizm, verdiği sözlere sadık kalmaz. Hâlâ göstergelerin tüketimine, üstdile bağlıdır. Yapıtın yeniden güçlendirilmesi, bu “modern” tuhaflıkları layık oldukları yere gönderecektir.

197.
Yapıtın ve yapıtın anlamının yeniden canlandırılmasının, “kültürel” değil pratik bir hedefi vardır. Gerçekten bizim kültür devrimimiz sadece “kültürel” amaçlara sahip olamaz. Kültürü bir pratiğe, gündelik hayatın dönüştürülmesine doğru yöneltir. Devrim, sadece devleti veya mülkiyet ilişkilerini değil hayatı da değiştirir. Artık araçları amaç olarak almayalım! Burada dile getirilen şudur: “Gündelik hayat bir yapıt olsun! Bütün teknolojik olanaklar gündelik hayatı dönüştürmek için kullanılsın!” Zihinsel olarak, “yapıt” terimi artık sanatsal bir nesneyi değil, kendisini tanıyan ve kavrayan, kendi koşullarını yeniden üreten, bu koşulları ve kendi doğasını (beden, arzu, zaman, mekan) uyumlu kılan, kendisinin yapıtı haline gelen bir etkinliği belirtir. Bu terim, toplumsal olarak, kendi rolünü, toplumsal yazgısını, başka bir deyişle özyönetimini üstlenen bir grubun etkinliğini belirtir.

199.
c) “Gündeliklik- şenliklik” karşıtlığını aşarak genişleyen, yeniden keşfedilen şenlik, kent toplumu içinde ve aracılığıyla gündelik hayattan şenliğe geçiş, devrimci projenin son maddesidir. Bu saptama bizi başladığımız yere, uyarlama kavramına götürerek, bu kavramı hakettiği yere, (maddi doğaya) tahakküm ve genelde kabul gördüğü biçimiyle praxis kavramlarının üzerine yerleştirir.

.



.