26 Şubat 2012

Pierre Bourdieu - Sanatın Kuralları

.
.
Sanatın Kuralları
Pierre Bourdieu
(Çev. Necmettin Kâmil Sevil) Yapı Kredi Yay. 2006 İstanbul



9.
Çalışmanın temel amaçlarından birisi, yazın ve sanat bilimlerinde, “dış okuma” ile “iç okuma” arasındaki son derece tehlikeli karşıtlığın ortadan kaldırılması oldu. … ama ne yazık ki onların bu küçümsemeyi haklı çıkaracak kanıtları ortaya koydukları da bir gerçektir. Onlar kaba materyalistlik yapmaktalar, ve benim “kısa devre” olarak adlandırdığım ve yapıtları dönemin toplumsal koşullarıyla doğrudan ilintilendirmeye dayanan yanlışa genellikle düşmektedirler. (Bu karşıtlığı yaratanlar ve bu karşıtlığa uygun çalışanlar: Saussure, göstergebilim)

11.
Kültürel yapıtları toplumsal üretim koşullarına bağlamayı göze alanlar her yerde hor görülmüş ve bu biraz el yordamıyla yollarını bulmaya çalışan kişilere yukarıdan bakan Visio academica tarafından kınanmışlardır. … dış inceleme yapan kişiler küçümsenmektedir…

12.
İç incelemecilerle dış incelemecilerin ortak noktası, aynı yanlışa düşmeleridir:

13.
… üretim uzamının yapısıyla ürünlerin uzamının yapısı arasında bir türdeşlik bulunduğu varsayımını ileri sürüyorum.

“Alan” bakımından düşünüldüğünde, bilimsel incelemenin gerçek konusunun artık bir birey, bir yazar olamayacağı açıktır.

14.
Bu uzam içinde güç dengeleriyle karşılaşılır: Egemen olanlar ve olunanlar, güçlü türler ve zayıf türler vardır. Ve güç dengelerini değiştirmek için verilen savaşımlar söz konusudur. Bu da, sözgelimi yeni katılanların, yeni gelmiş olanların, gençlerin her zaman yıkıcı tutkularla ortaya çıkması demektir. Dinsel alanda olduğu gibi yazın alanında da en yaygın strateji, eski egemenlerin karşısına, adına egemenliklerini kabul ettirdikleri ilkelere başvurarak çıkmaya: en radikallerden daha radikal, katıksızlardan daha katıksız olmaya dayanır.

15.
Fizikten alınan alan kavramını kullanıyorum. Bir güç alanı ve bu alana giren parçacık, birey düşünülebilir. Bir yazar için nelerin olup bittiğini anlamak, onun üzerinde etkili olan güçlerin neler olduğunu anlamaktır

17.
“İnsan, demir döve döve demirci olur.” -> “İnsan, okuya okuya okur olur.” Raymond Queneau

20.
Toplumbilime, sanat yapıtıyla her türlü kutsallık niteliğini bozucu ilişkiyi yasaklayanlar artık dikkate alınmamaktadır.

“Anlama Sanatı”nın başlangıç noktasına bir anlaşılmazlık veya en azından bir  açıklanamazlık savı yerleştiren Gadamer’i anımsayalım: “Sanat yapıtının her türlü açıklamadan alabildiğince kaçması ve kendisini kavramın özdeşliğine aktarmayı amaçlayanlar karşısında hiçbir zaman aşılamayan bir direniş göstermesi nedeniyle kavrayışımız karşısında bir meydan okuma sunması, yorumbilim kuramının çıkış noktasıdır.” Bu savı tartışmayacağım (ayrıca tartışma kaldırır bir yanı da yok ya). Yalnızca, neden bunca eleştirmenin, bunca yazarın, bunca düşünürün sanat yapıtı deneyiminin sözle anlatılamaz, tanımı gereği ussal bilgice kavranamaz olduğunu öğretmekten bu denli zevk aldığını, … sanat yapıtının, ya da daha yerinde bir sözcükle aşkınlığı’nın incelenemezliğine ilişkin bu son derece güçlü eğilimin nereden kaynaklandığını araştıracağım.

22.
“İnsanın bilinmeyen bir şeylerin olduğunu varsaymasının yerinde olacağı, ama araştırısına bir sınır koymaması gerektiği düşüncesindeyim.” Goethe

… bilimin bu deneyimi açıklamak ve anlamak ve böylelikle kişinin, kararlılığıyla orantılı olarak gerçek bir özgürlük edinmek için eline geçirdiği gücün, bunu sahiplenmek isteyen ve başarabilecek herkese açık bulunduğunu gözlemlemek yeterlidir.

23.
(toplumbilimcinin) Peşinde koştuğu “gerçeklik”, duyarlı deneyimin kendisini içinde ele verdiği dolaysız verilerine kolayca indirgenemez; göstermeyi ya da duyumsatmayı değil, duyarlı verilerin nedenini açıklayabilecek kavranılabilir ilişkiler dizgesi oluşturmayı amaçlar.

34.
L’Art industriel [l’Education sentimentale’de] Arnoux’nun sahibi olduğu, bir resim gazetesi çıkaran ve tabloların satıldığı bir mağazadan oluşan kuruluş.

36.
[l’Education sentimentale’de] Arnoux, bir anlamda sanat satıcısı işlevini üstlenmişti; girişiminin başarısı ancak gerçeği saklamasına, daha açık bir anlatımla sanat ve para arasında sürekli olarak oynayacağı ikili oyuna bağlıydı. ... çıkar gözetmeyen, yalnızca simgesel kazanç peşinde olan sanatın mantığıyla ticaret amntığının üstünlüklerini kendi hesabına bir araya getirir.

38.
İçlerine girebilen tüm cisimler üzerinde etkili olabilen olası güç alanlarına ayrılan yetke alanları, aynı zamanda bir çatışma alanıdır, ve belki de bu niteliğiyle bir oyuna benzetilebilir: Düzenekler, bir başka deyişle şıklık, rahatlık hatta güzellikle birlikte katışık özellikler bütünü ve ekonomik, kültürel, toplumsal çeşitli biçimler altında, sermaye, hem oyun biçimlerini hem de oyundaki başarıyı yönlendiren kozları, kısacası Flaubetr’in “duygusal eğitim” diye adlandırdığı tüm toplumsal yaşlanma sürecini oluşturur.

42.
[l’Education sentimentale’de] Frédéric, toplumsal çevrenin gerektirdiği sanat veya para oyunlarına tümüyle kendini vermeyi beceremez. Herkesin benimsediği ve paylaştığı yanılsama olarak illusio’yu, dolayısıyla gerçekliğin yanılsaması’nı yadsır...

48.
...yarı umarsız kriptokratik saplantı...

49.
Paris salonlarından kimileri, hammaddeyi işleyip değerini yüzlerce kat arttıran makineler gibiydi. ... yetke dünyası, içine girmeye can atan kimsece dışarıdan, özellikle de uzaktan ve aşağıdan algılandığı biçimiyle ortaya çıkmaktadır: Başka alanlarda olduğu gibi siyasette de, küçük kentsoylu, bir şeyi başka bir şey olarak tanıma’ya dayanan algılama ve değerlendirme yanılgısı allodoxia’dan kaçamaz.

53.
Toplumsal bakımdan birbirini dışarlayan olası durumların beklenmedik çatışması olan rastlantı’nın...

Orun makam, mevki, özel yer

54.
İş dünyası bakımından, sanat oyunu “yitirenin kazançlı çıktığı” bir oyundur.

56.
... sanat dünyasındaki, bir başka deyişle yetke-dışının evrenindeki...

57.
Yazınsal metni bilimsel metinden ayıran en yetkin tanıklık, yazınsal metinlerin, bilimsel incelemenin yoğun bir çaba harcayarak sergilemek ve açıklamak zorunda kaldığı bir yapı ve bir öykünün tüm karmaşıklığını bir noktada toplama ve yoğunlaştırma yetisini içermeleridir; hem eğretileme hem de düzdeğişmece gibi işlev gören duyarlı bir kişilik ve bireysel bir serüvenin somut özgünlüğü içinde bu yeti, bir öz nitelik gibi ortaya çıkar.

60.
“İşte bu nedenle Sanat’ı severim. En azından burada, bu kurgular evreninde her şey özgürlüktür. Burada her şeyde doyuma ulaşılır, her şey yapılabilir, hem kral, hem de halk, etken ve edilgen, kurban ve din adamı olunabilir. Sınır yoktur; insanlık, sizin için, tümcenizi tamamladığınızda, soytarının gösterisinin sonunda yaptığı gibi çıngıraklarını çalacağınız bir kukladır.” [G. Flaubert, Louise Colet’ye Mektup]

63.
Flaubert'in Yöntemi
Flaubert kendine özgü roman yaratımının kökeninde yer alan üretici yöntemi sunar: Farklı toplumsal uzamlarda, karşıt konumların ikili biçimde yadsınması bağıntısı ve toplumsal dünyaya karşı, nesnelleştirici bir uzaklık bağıntısının temelinde yer alan uygun davranışların benimsenmesi.

"İlkçağ insanlarından daha çok modern, Çinliden daha fazla Fransız değilim." "Bdnim için yeryüzünde güzel dizelerden, iyi tasarlanmış, uyumlu, ezgili tümcelerden, güzel güneş batımlarından, ay ışığından, renkli tablolardan, antik heykellerden ve çok belirgin başlardan başka bir şey yoktur. Bunun ötesi hiçliktir..."

66.
…yazı çalışması…, öncelikle, yetke alanına yönelen herkes için, ilişkinin karşıtlar birliğinin denetlenemez etkilerine egemen olmayı amaçla[r]… yazarın kendisini roman kişiliklerinden hiçbiriyle tam anlamıyla özdeşleştirememesine yol açan bu karşıtlar birliği, kuşkusuz anlatıcı konumunun özünde yer alan uzaklığı denetim altında tuttuğu aşırı özenin uygulamadaki temelini oluşturur. Roman yazarlarının sık sık başarısızlığa uğradığı kişiliklerin birbirine karıştırılması‘ndan kaçınma ve gerçek kapsamın kesin olarak tanımlanmasına değin varan bir uzaklığı koruma kaygısı, bana, farklı incelemecilerin ortaya çıkardığı biçemsel özellikler bütününün: onaylama ya da alaya alma değeri taşıyabilen alıntı’nın bilerek anlaşılmaz kullanımının ve hem düşmanlık hem de özdeşleşmeyi dile getirmenin; dolaysız, dolaylı anlatımla öykünün özne ve nesnesiyle olan uzaklığını ve anlatıcının bakış açısını kişiliklerin bakış açılarına göre son derece incelikli bir biçimde çeşitlendirmeye olanak tanıyan serbest dolaylı anlatımın yöntemli bir biçimde birbirlerine eklenmesinin; “varsayımsal bir dünya görüşünü benimsettiren” ve yazarın, kişiliklerine “kendi düşüncelerini aktarmak” yerine ayrımına varmaksızın ve ne olursa olsun belli etmeden olası düşünceler yüklediğini açık açık akla getiren sanki’nin kullanımının; … eylem zamanlarının, özellikle de anlatı ve anlatıcının değişik uzaklıklarını belirtmeye yarayan hikaye bileşik zamanı ve belirli geçmiş zaman kullanımının; üç nokta iminin son derece geniş kullanımına benzer bir biçimde, yazarın ve okurun sessiz düşünce yürütmesine olanak sağlayan boş alanların kullanımına başvurmanın; mantıksal türden küçük araya girmelerle, ulama öğelerinin kaldırılmasıyla kendini belli eden, yazarın kendini geri çekmesinin olumsuz -dolayısıyla ayrımına varılmayan- belirimi olan, nedenlilik ya da ereklilik, karşıtlık veya benzerlik bağıntılarını algılanamaz bir biçimde benimseten ve tüm bir eylem ve öykü felsefesinin kullanımına olanak sağlayan, Roland Barthes’ın saptadığı “genelleştirilmiş kopukluk”un ortak kökeni gibi görünmektedir.

67.
Eğer hem içinde kendini ele veren hem de gizleyen bir biçimle bilimsel incelemeden ayrılmasaydı, bu bakış açısının toplumbilimsel nitelik taşıdığı söylenebilirdi. Gerçekten de L'Education sentimentale, içinde üretildiği toplumsal dünyanın yapısını, hatta bu toplumsal yapının biçimlendirdiği, içinde bu yapıların ortaya çıktığı yapıtın üretici kuralı olan düşünsel yapıları olağanüstü doğru bir biçimde yeniden oluşturur. Ama, bunu kendine özgü yollarla, daha açık bir deyişle, "duyarlılıkltan söz etmeye elverişli" sözcüklerin "çağrıştırma gücü" aracılığıyla, özellikle özdekler üzerinde örneklemeler ya da, daha doğrusu tam olarak etki uyandırabilen ve genellikle gerçek dünyadan tanıdıklarımızın kimilerine benzeyen büyülü sözler anlamında çağrıştırmalar içinde görme ve duyma yoluyla yapar.

68.
"Gerçeklik etkisi", aslında ne durumda olduğunu bilmeyi yadsıyarak öğrenilmesine olanak tanıyan seçilmiş bir gerçeğe yapılan gönderim aracılığıyla, yazınsal kurgunun ürettiği inancın son derece özel bir biçimidir.

69.
Yazınsal yapıtın çekiciliği, büyük ölçüde, en ciddi şeylerden tam anlamıyla ciddiye alınmayı gerektirmeden söz etmesine dayanır; Searle'e göre bilimden farkı da budur.

70.
Gerek yazınsal alan, gerekse saygınlık alanı söz konusu olsun, tüm toplumsal alanların işleyiş ilkesi tersinelemeye (illusio), oyuna yatırıma dayanır.

93.
“Karşıt okullar olan kentsoylu okul ve sosyalist okul içinde benzer yanlışlarla karşılaşmamız acı verici. Her ikisi de misyonerlere özgü bir ateşle: Ahlakı yüceltelim! Ahlakı yüceltelim! diye bağırıyorlar.” Charles Baudelaire

94.
Kültür birikiminden yoksun, her türlü toplumda paranın gücünü ve düşünsel olgulara karşı köklü bir düşmanlık besleyen dünya görüşlerini egemen kılmaya hazır dev servet sahibi sanayici ve tüccarların (Talabot’lar, Wendel’ler veya Schneider’ler gibi), İkinci İmparatorluk döneminde sanayideki yayılımın hazırladığı elverişli ortam içinde ortaya çıkışlarının ne anlama geldiğini göz önünde bulundurmadıkça, yazar ve sanatçıların 19. yy’ın ikinci yarısında sık sık boyun eğmek zorunda kaldıkları yeni egemenlik biçimlerine ilişkin deneyimlerini ve “kentsoylu” kimliğinin zaman zaman onlarda uyandırdığı tiksintiyi anlamak olanaksızdır.

95.
… içlerinde büyük bir oranda iş adamı barındıran bu yeni insanların, Meclis’e girerek siyasi bakımdan yasallık kazanmalarına ve giderek daha fazla okunmaya, daha fazla gelir getirmeye başlayan basını yavaş yavaş ele geçiren siyasal çevreyle ekonomik çevre arasında sıkı ilişkilerin kurulmasına olanak tanır.
Para ve kazanca verilen değerin abartılması, III. Napoleon’un stratejilerine uygun düşer…

96.
18. yy’ın hatta Restorasyon döneminin [Viyana Kongresi 1814 ile 1848 devrimi arasındaki dönem] bilgin dernekleriyle soylu kesimlerin klüpleri uzaklarda kalmıştır.

97.
…şiir…, özellikle Devlet Bakanlığı’nca düşmanca karşılanmaktadır … şairlere açılan davalar … öncü şairleri yayınladığı için iflasa sürüklenen ve borçları nedeniyle hapise düşen … yayıncılara yapılan baskılar bunu kanıtlar.

98.
Bu salonlar, yazar ve sanatçıların benzerliklerinden dolayı bir araya geldikleri ve yetkeyi elinde tutanlarla tanıştıkları, böylelikle doğrudan karşılıklı etkileşimler içinde yetke alanının bir ucundan ötekine sürkliliği somutlaştırdıkları yerler olmakla kalmazlar; … 18. yy’ın soylu yaşamını yeniden canlandıracakları yanılgısını sürdürebilecekleri seçkinci barınaklar da değildir yalnızca…

Bu salonlar, karşılıklı alışverişler aracılığıyla, alanlar arasında gerçek eklemlenme yerleridir: Siyasal yetkeyi ellerinde bulunduranlar, dünya görüşlerini sanatçılara benimsettirmeyi ve özellikle … “yazın basını” aracılığıyla bunların ellerinde bulunan onama ve resmen tanıma yetkesine sahip çıkmayı amaçlamaktadır…

100.
Prenses Mathilde, sanatçıların resmi himayecisi ve koruyucusu olmayı amaçlamaktadır: Dostlarına saygınlık ve koruma sağlamak için durmaksızın girişimlerde bulunur, Sainte-Beuve’ü senatoya sokar, George Sand’a Fransız Akademisi ödülünün, Flaubert ve Taine’e Légion d’honneur nişanının verilmesini sağlar…

101.
…sürekli tehdit ve sansür ve genellikle bankacıların dolaysız denetimi altında bulunan İkinci İmparatorluk basını…

Bütün salonların gediklileri arasında yer alan ve siyasi yöneticilerle içli dışlı olan gazete yöneticileri, herkesin yaltaklandığı, özellikle La Presse ya da Le Figaro’da yayınlanacak bir yazının ün getireceği ve geleceği güvence altına alacağının bilincindeki sanatçı ve yazarlar arasında kimsenin kafa tutmaya cesater edemediği kişilerdir.

103.
yapıbilimsel (morfolojik)

104.
… bohem yaşam biçimi, resmi ressam ve heykeltıraşların düzenli yaşamlarına karşı olduğu kadar kentsoylu yaşamın tekdüzeliğine karşı da gelişmiştir.

107.
… Temmuz Monarşisi’nin son yıllarında alanın çekim merkezi sola kaydığında, “toplumsal sanat”a ve sosyalist düşüncelere doğru genel bir yönelime tanık olunur (Baudelaire de “çocuksu bir sanat için sanat ütopyasından” söz eder ve katıksız sanata şiddetle karşı çıkar).

109.
“… Kadın oyuncuların iyi birer ev kadını gibi olmaları isteniyordu. Sanatın ahlak dersleri vermesi, felsefenin anlaşılır, kötülüğün edepli, bilimin halkın ulaşabileceği gibi olması isteniyordu.” Flaubert

“Doğanın süslenip püslenmeye gereksinim duyduğunu savunan ve sanatı da ancak yalan söylemek koşuluyla benimseyen bir okul, her zaman var olmuş ve olacaktır. Bu öğreti, o dönemde gelişmekteydi: İmparatorluğun beğenileri ülküsel nitelikliydi ve nesnelerin olduğu gibi görülmesinden nefret ediyordu.” Bazire

“İmgelemler de cesaret gibi körelmişti ve yetke gibi halk da düşüncenin bağımsızlığını benimsemeye hazır değildi.” Flaubert

110.
Flaubert’in “geriye hiçbir şeyin kalmadığı” ve “bir köstebek gibi kendi içine kapanıp var gücüyle yapıtı üzerinde çalışmak gerektiği” düşüncesini savunmaktan başka yapacak bir şey kalmaz.

111.
O anda gücü ellerinde bulunduranların doğrudan veya dolaylı zorlama ve baskılarından kalıcı ve düzenli bir biçimde kurtulmuş bulunan uygulayımlar, ilkelerini kaprislerinin dalgalanan eğilimlerinde ya da ahlak düşüncesinin istenççi çözümlerinde değil de temel yasasını, nomos’unu ekonomik ve siyasal güçler karşısında bağımsızlıktan alan toplumsal bir evrenin gereklerinde bulduklarında olasılık kazanırlar ancak…

Kendilerini sanat dünyasının tüm haklara sahip bireyleri gibi göstermek isteyen herkes, öncelikle de burada egemen konumları ellerine geçirmek savında olanlar, … bağımsızlıklarını dış siyasal ve ekonomik güçler karşısında göstermekle sorumlu hissedecektir; işte ancak ve ancak bu durumda, Akademi ve Nobel ödülü gibi görünüşte en özgün nitelik taşıyan saygınlık ve üne duyulan ilgisizlik, güçlülerden ve onların savunduğu değerlerden uzaklaşma kolayca anlaşılacak, hatta saygıyla karşılanacak böylelikle de ödünlenecek ve bu tutumlar, giderek daha geniş bir ölçüde kendilerini geçerli davranışların uygulayımsal ilkeleri gibi kabul ettirmeye yönelecektir.

112.
… yeni bir nomos’un ortaya çıkarılması ve benimsettirilmesi için yapılan katkılar son derece farklı kesimlerden [gelmiştir]: gençlik kesiminden, gerçekçi topluluğundan, sanat için sanat görüşü yanlılarından…

115.
… yetke alanı içinde yeni bir estetik düzen kurulmadıkça, aykırı sanatçı, gerçek bir gerilim’in temelinde yer alan olağanüstü bir belirsizlik içinde kalmaktan kurtulamaz.

“… yeni romancı, yıpranmış -yıpranmıştan da kötü-, sersemlemiş ve açgözlü, romandan nefret eden, paraya tapan bir toplumla karşı karşıya bulunmaktaydı.” Baudelaire

118.
“Çocukluktan çıkışta, kendilerini gerçekçi sanata veren (yeni şeyler için yeni sözcükler gerekir!) gerçekçi gençlik” … “Bu gençliği açık bir biçimde belirgin kılan şey, müzelere ve kitaplıklara duyulan kararlı, doğuştan gelen bir kindir. … Dehaya ve esine duyduğu mutlak güven nedeniyle, hiçbir alıştırmaya boyun eğmeme hakkını kendinde bulur. […] Bu gençlik, yoz töreler, aptal aşklar, tembellik denli kendini beğenmişlikle doludur.” Baudelaire

120.
Baudelaire ticari yayıncılıkla öncü yayıncılık arasındaki farkı ilk kez ortaya koyar.

123.
(kentsoylu tiyatronun en belirgin yazarlarının vermekle yükümlü gördükleri) bu ödünler, alanın temel yasasını kimsenin göz ardı edemeyeceğini kanıtlar.

124.
Geçmişe yönelik olarak yalnızca yazın tarihinin anılmaya değer bulduğu yazarları tanıyan bir incelemeci, özü gereği kusurlu bir anlama ve açıklama biçiminden kaçamaz...

125.
(1840’lı yıllardan başlayarak devlete ve piyasaya boyun eğen basın için de bağımlılık açısından önem taşıyan paranın ağırlığı) ve İmparatorluk yönetiminin öncelikle tiyatrodaki ucuz zevk ve eğlencelerin debdebesinin yüreklendirdiği tıkanıklık, halkın beklentilerine doğrudan bağlı olan bir ticari sanatın yayılmasına katkıda bulunur. Bu “kentsoylu sanat” karşısında, “toplumsal sanat” geleneğini değiştirerek sürdüren bir “gerçekçi” akım, varlığını güçlükle korur. Bu ikisine karşıt olarak, ikili bir yadsıma içinde bir üçüncüsü, “sanat için sanat” yaklaşımı ortaya çıkar.

… Akademi gibi kentsoylu değerlerin yücelttiği belirgeler…

126.
… sanatla ahlakın birbirinden ayrılmasını savunan Baudelaire…

127.
(toplumsal sanat yanlıları), “sanat için sanat” yanlılarının “bencil” sanat anlayışını kınarlar ve yazının toplumsal veya siyasal bir işlev taşıması gerektiğini savunurlar.

132.
… “sanat için sanat”, yetke alanı içinde hiçbir eşdeğerlisi bulunmayan, var olması zorunlu veya gerekli olmayan, baştan oluşturulması gereken bir konum’dur. … bu konumda bulunanlar, onu ancak içinde ancak bir yer bulabileceği alanı oluşturarak, bir başka deyişle kendisini fiilen ve hukuken dışarlayan sanat dünyası içinde bir devrim gerçekleştirerek var edebilirler. Dolayısıyla, yerleşik konumlara ve bu konumu ellerinde tutanlara karşı öz tanımını sağlayacak her şeyi ve öncelikle tam zaman çalışan modern bir profesyonel yazar ya da sanatçı olan, kendini yalnızca ve tümüyle işine veren, siyasetin gerekliliklerine ve törelerin buyruklarına ilgi duymayan, sanatın özgül kuralları dışında hiçbir yargı gücünü kabul etmeyen yeni bir toplumsal kişiliği ortaya çıkarmak zorundadır.

139.
Sanatçıların, sanatları dışında bir efendi tanımayı yadsıyarak kentsoylu istemden kurtuldukları sembolist devrim, piyasanın yok olması sonucunu doğurmuştur. … Flaubert ile birlikte, “bir sanat yapıtının […] değerini saptamanın olanaksızlığını, ticari değerinin söz konusu olmadığını, değerinin parayla ölçülemeyeceğini”, bir fiyatının olmadığını, daha açık bir deyişle sıradan ekonominin sıradan mantığına yabancı olduğunu öne sürdükleri sırada, gerçekten ticari değerinin bulunmadığının, piyasasının olmadığının ayrımına varırlar.

Flaubert yeni ekonominin kurallarını son derece iyi anlamıştır: “Kitleye seslenmedikçe onun da size para kazandırmaması doğaldır. Bu, siyasal ekonominin gereğidir. Oysa, sanat yapıtı olarak değerlendirilmeye değer ve bilinçli bir biçimde yapılmış bir yapıtın değerinin ölçülemediği, ticari değerlerin üstünde olduğu, değerinin parayla ölçülemeyeceği düşüncesinden vazgeçmiş değilim. Sonuç: Eğer sanatçının düzenli geliri yoksa açlıktan nefesi kokmaktan kurtulamaz! Artık büyüklerden ödenek almadığı için yazarın daha özgür, daha soylu bir duruma geldiği düşünülür. Tüm toplumsal soyluluğu artık bir bakkalınkine eşit olmaya dayanmaktadır. Ne aşama!” “İşinize ne kadar bilinç katarsanız kazancınız da o denli azalmaktadır. Kafamı kesecek olsalar bile bu savı savunurum. Bizler gösteriş işçileriyiz; aslında bizi satın alabilecek kadar zengin bir kimse yoktur yeryüzünde. Ekmeğinizi kaleminizden çıkarmak isterseniz, gazetecilik, bölümce yazarlığı ya da tiyatro yazarlığı yapmanız gerekir.”

141.
Gerçekten de tersine bir ekonomik dünya içinde bulunulmaktadır: Sanatçının sembolik alanda başarı kazanması ancak ekonomik alanda (en azından kısa vadede) kaybetmesiyle olanaklıdır ve tersi de (en azından uzun vadede) geçerlidir.

151.
Duranty ve Champfleury salt gözleme dayalı, toplumsal, halkın beğenisini göz önünde bulunduran, her türlü derin bilgiyi dışarlayan bir yazını savunuyor ve biçemi ikincil nitelikli bir özellik gibi görüyorlardı. Martyrs birahanesinde İngres’e ve Courbet, Murger ile Monselet’nin temsil ettiği resmi güzel sanatlara verip veriştiren, daha doğrusu yapıcı olmaktan çok, yıkıcı olmaya daha fazla eğilim gösteren, pek derin bilgiye sahip olmayan bu kişiler düşünsel alana küçük kentsoylu veya böyle algılanan eğilimleri, bir ciddilik anlayışını, genellikle biraz da dar kafalı, estetikçinin aşırı özgürlüğüne soğuk ve sevimsiz gelen militan düşünceleri sokan sıradan kuramcılardır. Üstelik, siyasal alanla sanatsal alan arasında bir ayrım yapmadıkları için (bu, toplumsal sanatın tanımından başka bir şey değildir), sanatsal etkinliği düzenli buluşmalar, parolalar, izlenceler üzerine kurulu bir bağlanma ve toplu bir eylem gibi tasarlayarak siyasal alan içinde geçerli olan eylem türleri ve  düşünce biçimlerini de benimserler.

152.
Yazınsal ve sanatsal alanın özerkliğin benimsettirmesi ölçüsünde kendini egemen dünyanın bakış açısının temel yapılarından birisi gibi kabul ettiren sanatla para arasındaki karşıtlık, etken kişilerin ve incelemecilerin, Zola’nın dediği gibi “paranın yazarı özgür kıldığı, paranın modern yazını yarattığı” gerçeğini görmelerini engellemiştir. Baudelaire’inkileri andıran bu sözcüklerle, aslında Zola, yazarı aksoylu mesenlerden ve kamu erki karşısındaki bağımsızlıktan kurtaran şeyin para olduğunu anımsatır … : “Paranın saygınlığını, gücünü gocunmadan ve çocukluğa kaçmadan kabullenmek, onun sağladığı adaleti tanımak, yeni anlayışı benimsemek gerekir…”

156.
… Flaubert’in tiyatro alanında başarısızlığa uğramasının nedeni, kuşkusuz kuklalar yapıp oynatmaktan başka bir işe yaramayan Ponsard’ı, Augier’yi, Sardou’yu, Dumas fils’i ve öteki başarılı vodvil yazarlarını küçümsemiş olmasıdır; bu küçümseme, onu tiyatro konusunda aşırı basit bir düşünce oluşturmaya ve kafasında tiyatronun öz mantığını tanımlayan her şeyi aşırı bir biçimde ele almaya yöneltmiştir: …

157.
“Sıradan bir konuyu güzel bir anlatıma dökmek”: Bu, aykırı sözcük bağdaştırmasına dayalı yöntem, Flaubert’in tüm estetik izlencesini bir noktada toplar ve yoğunlaştırır. Zıtları birleştirmeyi deneyerek, daha doğrusu genellikle toplumsal uzamla yazınsal alanın karşıt bölgelerine bağlanan, dolayısıyla toplumsal-mantıksal bakımdan uzlaşmaz nitelikteki gereklilikleri ve deneyimleri bir araya getirmeye çalışarak Flaubert’in kendini içinde konumlandırdığı neredeyse olanaksız durum konusunda, bu yöntem doğru bir fikir verir.

… kentsoylu sanatın kokuşmuş ve dayanaksız idealizmine olduğu denli, gerçekçiliği bilinçsizce taklit eden ve asıl gereç’ini, daha açık bir deyişle adına yaraşır bir yazı’nın anlamla yüklü bir ses gereci (le “gueuloir” [çene işliği]) olarak incelediği dili göz ardı eden gerçekçiliğin sahte özdekçiliğine de aynı derecede soğuk kalır…

161.
“… İnsanoğlu doğada bir fazlalıktır. -Elbette! diye yanıtlar Flaubert.”

Flaubert’e en temel özgünlüğünü kazandıran, yapıtına benzersi bir değer katan şey, onun, en azından olumsuz bir biçimde, içinde yer aldığı ve çelişkilerini, güçlüklerini ve sorunlarını tümüyle üstlendiği yazın evreninin bütünüyle ilişkiye girmesidir.

162.
… 1850’li yıllar boyunca kaleme aldığı çeşitli önsözlerde kendisi gibi romantik duygusallıkla toplumsal propaganda şiirini kınamaya dayalı bir estetik anlayışını biçimlendiren kaygısızlık arayışı…

163.
… parnasçılar gibi sanatla bilim arasındaki geleneksel karşıtlığı da aşmak isteyen Flaubert…

… toplumsal sanatın vaizlerine duyduğu tiksintiyi ve bilimsel bakışın soğuk yansızlığına yönelik beğenisi…

“Toplumsal olguları, nesneler gibi incelemek gerekir.” (Flaubert’in Durkheim’cı savsözün çok yakınlarına ulaştığı ifade)

164.
… bu yapıt [L’Education sentimentale] romantik ve gerçekçi geleneklerin arakesit noktasında yer alır…

165.
Sanatsal devrimin karmaşıklığı; düzenden dışarlanmak pahasına bir alan içinde devrim yapmak, ancak bu alanın geçmişteki deneyimlerini harekete geçirmekle veya bunlara başvurmakla olanak kazanır ve Baudelaire, Flaubert ya da Manet gibi büyük sapkınlar, özgül birikimine çağdaşlarından çok daha yetkin bir biçimde egemen oldukları alanın geçmişi içinde açık bir biçimde yer alırlar; devrimler de kökenlere, kökenlerin katıksızlığına dönüş biçimine bürünürler.

167.
insancı aktörecilik

168.
“Akla her gelen yazılmaz, der Flaubert…” … yazı katıksız bir belgesel kayıt da değildir…

Yazı çalışması, Flaubert’i yalnızca alan içinde karşıtlaştığı konumları ve bu konumda bulunanları nesnelleştirmeye yönlendirmekle kalmaz, aynı zamanda kendisini öteki konumlara bağlayan ilişkiler dizgesi aracılığıyla, içinde kendisini de kapsayan tüm uzamı, dolayısıyla kendi konumunu ve kendi düşünsel yapılarını da nesnelleştirmeye yöneltir.

171.
“Bu nedenle, güzel veya çirkin diye bir konu yoktur ve Ktıksız Sanat’ın bakış açısı benimsenerek konu diye bir şey olmadığı neredeyse bir aksiyom gibi öne sürülebilir: Olguları yorumlamada, biçem, başlı başına bir yaklaşımdır.”

173.
Duyguların verileri arasındaki eşdeğerliklerin sezgisel araştırısı…

175.
… kendi alanında aşağı yukarı aynı şeyi yapan Manet gibi, Flaubert…

177.
… sanatla ahlakın birbirinden ayrılığı kesinlenir. Baudelaire’le Flaubert arasındaki özel yakınlığın temelinde de bu özgürlük yer alır…

179.
(Panofsky’nin “bitiştirici uzam”ı:) yan yana getirilmiş ve ayrıcalıklı bir bakış açısı içermeyen parçalardan oluşmuş uzam…

Ateşli bir kentsoylu karşıtı kentsoylu olan Flaubert…

202.
Toplumsal yaşın, biyolojik yaştan büyük ölçüde bağımsız olması gerçeğine, en yetkin biçimde, kuşakların on yıldan daha kısa sürelerle birbirlerinden ayrılabildiği yazınsal alan içinde tanık olunur.

215.
… ilk başlangıç yanılgısına karşı bir çıkış yolu olarak Aristoteles’e şu soruyu yönelteceğim (bu, bir sanatçının ya da yazarın doğuşu üzerine birçok kısır tartışmaya yol açan yapmacıklı sorunun [biraz alaylı] anlatımı da olabilir): Bozguna uğramış bir ordu kaçmaktan ne zaman vazgeçer? Kaçmaktan ne zaman vazgeçtiğini söylemek olanaklı mıdır? İlk asker mi, ikincisi ya da üçüncüsü mü kaçmaktan vazgeçtiğinde ordu kaçmaktan vazgeçmiştir? Yoksa yeterince sayıda asker kaçmayı bıraktığında ya da son kaçan kaçarken durduğu anda mı geri çekilme durmuştur? Aslında, ordunun kaçan son askerle birlikte kaçmaktan vazgeçtiğini söyleyemeyiz: Gerçekte, bu işlem çok daha önce başlamıştır.

216.
Çıkara karşı çıkar gütmezlik, aşağılığa karşı soyluluk, soysuzluk ve sakınıma karşı geniş yüreklilik ve gözüpeklik, paralı sanat ve aşka karşı katıksız sanat ve aşk, romantik dönemle birlikte karşıtlık her yerde: sanatçı ve kentsoylunun sayısız karşıt betimlemeleriyle … önce yazında ama yanı sıra ve özellikle … Daumier ile karikatür sanatında kendini gösterir.

217.
Sanat için sanat kavramının, heykeltıraş Jean Duseigneur’ün, 1831 Salonu’nda sergilenen Roland furieux’sü ile ortaya çıkmış olması anlamlıdır: (çünkü onun evinde toplanılıyordu).

218.
... devrim iki aşamada gerçekleşti. Önceleri resmi toplumsal bir işlev görme zorunluluğundan, bir sipariş ya da isteğe boyun eğmekten, bir amaca hizmet etmekten kurtarmak söz konusuydu.

220.
Manet ve ondan sonra gelen tüm izlenimciler, yalnızca bir hizmet verme zorunluluğunu değil, aynı zamanda bir şeyler söyleme zorunluluğunu da yadsıdılar.

221.
(Odilon Redon) ... ressamların özerkliklerini kazanabilmek ve resmin hiçbir söylem biçimine indirgenemezliğini (ünlü ut pictura poesis'e karşı) ya da her türlü söylem karşısında sınırsız olanaklarını (aynı anlama gelir) ortaya koymak için verdikleri bağımsızlık savaşının yetkin bir örneğini oluşturur. Böylece, hem yapıtın üretiminin hem de seyrinin uymak zorunda bulundukları ideal bir gerçekliğin bulunduğunu varsayan akademik saltçılıktan, herkese yapıtı kendi istediği gibi yaratma ve yeniden yaratma özgürlüğünü tanıyan öznelliğe uzanan uzun çqlışma tamamlanmış olur.

Sanatsal alanla yazınsal alanın daha fazla özerkliğe doğru yol alması...

223.
(Zola) Sanatçının ancak kendine karşı sorumluluk taşıdığını, ahlak ve toplum karşısında tam anlamıyla özgür olduğunu öne sürerek, o zamana değin görülmemiş bir kesinlikle sanatçının kişisel izlenim ve öznel tepki hakkını savunur.

228.
merkantilizm XV. ve XVIII. yy'da ticaret burjuvazisinin çıkarlarını yansıtarak, maddi erincin üretim alanında değil, ticaret, dolanım ve anamal birikiminde olduğunu savunan öğreti

(sanatsal alan) Görece bir özerklik taşıyan bu evren (bu, aynı zamanda, ekonomik alana ve siyasal alana görece bir bağımlılık anlamına gelir), yerini, kendi özgül mantığı içinde iki yanlı gerçeklikler olan, gerçek sembolik değerlerinin ve ticari değerlerinin görece olarak bağımsızlıklarını koruduğu mallar ve anlamlar niteliğindeki sembolik iyeliklerin niteliklerini temel alan tersine bir ekonomiye bırakır.

229.
... bir yanda isteme önceden yapılan bir uyarlamayla riskleri en aza indirmeyi amaçlayan ve hızlı bir biçimde eskimeye açık ürünlerin hızlı bir çevrime sokulması yoluyla karın hızla geri dönmesini sağlayabilecek ticari çevrimler ve değerlendirme yöntemleriyle (reklam, halkla ilişkiler, vd.) donanmış kısa üretim çevrimli kuruluşlar; ve öte yanda, kültürel yatırımlara özgü riskin göze alınmasına ve özellikle de sanat ticaretinin özgül yasalarına boyun eğmeye dayalı uzun üretim çevrimli kuruluşlar vardır:...

235.
... yeni Amerikan resmi, Pop Art, Minimal Art, yoksul sanat, kavramsal sanat, yazışmalı sanat...

... kısa çevrimli üretim şirketleri, moda terziliği gibi, sürekli canlı tutulması ve belirli aralıklarla harekete geçirilmesi gereken bir dizi "tanıtım" görevlilerine ve kurumlarına sıkı sıkıya bağımlıdır.

236.
yalvaç : kitap getirmiş peygamber, elçi, resul
emprezaryo : bir sanatçının, belli bir yüzde karşılığında, çalışma izlencelerini ve anlaşmalarını düzenleyen kimse.

"Ticari" denilen ürünlerin alınması, alıcıların eğitim düzeyinden az çok bağımsızken, "katıksız" sanat yapıtları ancak bunların değerlendirilmesi için zorunlu koşul olan eğilim ve yetiyle donanmış tüketicilere seslenebilir.

Okul, Max Weber'e göre "başarı kazanmış yeni doktrini bir temele oturtmak ve dizgeli bir biçimde sınırlamak, eskisini yalvaçça saldırılar karşısında savunmak, kutsal değer taşıyan ve taşımayan şeyleri belirlemek ve bunları laiklerin inancına yerleştirmek" yükümlülüğünü taşıyan kiliseninkine benzeyen bir yer tutmaktadır: Aktarılmaya ve benimsenmeye değer olanla buna değmeyen şey arasındaki sınırlama ... eleştirmenler, genellikle sözcülüğünü, bazen emprezoryoluğunu yaptıkları sanatçı ve  sanatlarının etkileyiciliklerini tanıtlamak için karşılıklı ilişkilere girmek zorundadır; akademi veya müze yöneticileri birliği gibi merciler, kültürel yargılarının çağdaşlar üzerinde etkili olması ölçüsünde, gelenekle ölçülü yenilikleri birleştirmek zorundadır.

238.
"Ekonomik" sermaye, alanın sunduğu özgül karları -ve aynı zamanda, genellikle vade sonunda getireceği "ekonomik" karları-, ancak sembolik sermayeye dönüştüğünde sağlayabilir. Yazar için olduğu kadar eleştirmen için de, tablo satıcısı için olduğu kadar yayıncı veya tiyatro yöneticisi için de geçerli tek birikim, olguları (kişilik veya imza etkisi) ya da kişileri (yayın, sergi, vb. yollarla), topluma benimsettirme, dolayısıyla bir değer verme ve bu işlemin sonuçlarında yararlanma gücünü içeren tanınmış olmanın sermayesi niteliğinde bir ad, benimsenmiş ve ünlü bir ad edinmeye dayanır.

243.
... bunların birçoğu da, "resmi ressam" işlevinin içerdiği "siparişler"i veya sosyete çevreleriyle içlidışlı olmayı da beraberinde getiren siyasal-yönetimsel ilişkiler aracılığıyla, Legion d'honneur gibi içinde bulundukları dönemde tanındıklarını gösteren, çağ içinde bir yer edinmekle kuşkusuz ters düşen belirgin ünvanlar taşır:...

249.
Alanın tarihinin, geçerli algılama ve değerlendirme kategorilerinin benimsetilmesini tekele almak için verilen savaşın tarihi olduğunu söylemek yeterli değildir; alanın tarihi, mücadele'nin kendisi oluşturur; alan, savaş aracılığıyla zaman içinde bir yere oturur. Yazarların, yapıtların veya okulların kalıcılaşması, geçmişe mekanik bir kayışın ürünü olmanın ötesine geçer: Çağ açmış olanlarla kalıcı olmak için çabalayanlar ve zamanı durdurmaktan, içinde bulunulan zamanı sonsuzlaştırmaktan bir çıkarı olanları geçmişe gömmeksizin kendileri de bir çağ açamayanlar arasındaki savaş içinde ortaya çıkar; süreklilik, kimlik, öykünmeyle çıkar birliği güden egemen olanlar ile kesintililiğe, kopuşa, farklılığa, devrime ilgi duyan egemen olunanlar, yeniler arasındadır bu savaş.

250.
Sözcüklerin, okul veya topluluk adlarının, özel adların önemi, ancak olguları ortaya koymalarından kaynaklanmaktadır: Ayrıca göstergeler olarak, var olmanın farklı olmaktan, ister bir özel ad, isterse bir cins ad (bir topluluğun adı) söz konusu olsun, "bir ad edinmekten" geçtiği bir evren içinde varoluşu üretirler. Birer yapmacık kavram, yeni resim içinde kendini gösteren Pop Art, Minimal Art, Process Art, Land Art, Body Art, Kavramsal Sanat, Arte Povera, Fluxus, Yeni Gerçekçilik, Yeni Konfigürasyon, Destek-Yüzey, Yoksul Sanat, Op Art gibi okul ya da toplulukları adlandırarak benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koyan sınıflandırmanın uygulayımsal araçları, sanatçıların kendilerinin veya onların unvanlı eleştirmenlerinin sürdürdüğü tanınma savaşımı içinde ortaya çıkarlar ve galeriler, topluluklar ve ressamlar arasında ayrımlaşmayı sağlayan, ayrıca bunların yaptığı ya da önerdikleri ürün niteliğine de sahip olan tanınma göstergesi işlevi taşırlar.
(dipnot 23: Sanat, yazın hatta felsefe alanlarında kullanılan birçok "kavram"... bunların ilk işlevi, önemli bir sergide veya tanınmış bir galeride bir araya gelen ressamların ... kılgısal uyumunu saptamaya olanak tanımak veya yalın ve kolay nitelendirmeler yapmaktır ("Denise Rene, geometrik soyut sanattır", "Alexandre Iolas, Max Ernst'tir" veya "Arman, çöplüktür" ve "Christo ambalajdır" türünden).

252.
Zaman içinde her dönmede, niteliği ne olursa olsun bir savaşım alanında (bütünü içinde toplumsal alan, yetke alanı, kültürel üretim alanı, yazınsal alan, vd.) bu savaşa katılan etken kişi ve kurumlar hem birbirlerinin çağdaşıdır hem de zaman bakımından birbirleriyle uyuşmazlar. ... Kimileri, içinde bulundukları zamanın ötesinde yer aldığından çağdaşlarını tanımazlar ve çağdaşları da onları ancak başka öncü üreticiler arasında sayar ve izleyicileri de ancak gelecekte ortaya çıkar; gelenekçi ve tutucu olan kimileri, çağdaşlarını ancak geçmişte yer alanlar arasından seçer.

253.
Yeni bir üreticiyi, yeni bir ürünü ve yeni bir beğeni düzenini belli bir dönemde piyasaya kabul ettirmek, geçerlik derecesine göre aşamalanma gösteren üreticiler, ürünler ve beğeni dizgelerini geçmişe itmek demektir.

255.
Gerçekte, "araştırma tiyatrosu" bu bağıntıların tümü bakımından "bulvar tiyatrosu"yla karşıtlaşır: Bir yanda ödenekli büyük tiyatrolar ile ekonomik ve kültürel bakımdan riskli kuruluşlar olan, görece bakımdan düşük fiyatlarla uzlaşımlardan ayrılan (içerik ya da sahneye koyuş bakımından) oyunlar sergileyen, genç ve "aydın" (öğrenciler, öğretmenler, vd.) kitleye seslenen sol yakanın kimi küçük tiyatroları; öte yanda, parasal getiri kaygısının son derece sakınımlı kültürel stratejiler edinmeye zorladığı, risk almayan ve müşterilerini de riske atmayan sıradan ticari kuruluşlar olan "kentsoylu" tiyatrolar vardır: Bunlar, yalnızca eğlendirme amacı taşıyan oyunlara yüksek ücretler ödemeye hazır, yaş ortalaması yüksek, "kentsoylu" (yüksek memurlar, serbest meslek sahipleri ve şirket yöneticileri) bir izleyici kesimine güvenli ve uygun bir gelir karşılığında, sınanmış ve tasarlanmış oyunlar sergiler; bu oyunlar, kurgularıyla olduğu denli sahnelenme biçimleriyle de bir yüzyıldır değişmeden kalmış bir estetik anlayışının ana kurallarına uyarlar. ... Bu ikisi arasında, klasik tiyatrolar, izleyicilerini saygınlık alanı içindeki tüm bölgelerden aşağı yukarı eşit bir biçimde toplayan ve yansız ya da seçmeci izlenceler, "öncü bulvar" veya tanınmış öncü izlenceler sunan yansız alanları oluştururlar.

256.
Uzun bir süreden bu yana tüm sanat türlerinde yer alan bu yapı, günümüzde ürünlerin üretimi ve algılanmasını düzenleyen düşünsel bir yapı gibi işlev görme eğilimini yansıtır: Sanat ve para ("ticari" olan) arasındaki karşıtlık: tiyatro, sinema, resim, yazın konularında sanat olanla olmayan, "kentsoylu" sanatla "aydın" sanat, "geleneksel" sanatla "öncü" sanat arasında bir sınır getirmeyi savlayan yargıların birçoğunun üretici ilkesidir.

260.
… uzam içinde konumları belirleyen yerler -galeriler, tiyatrolar, yayınevleri- aynı zamanda kendilerine bağlanan kültürel ürünlere de damgasını vurur.

Bir yayın yerinin (geniş anlamda) seçimi -yayıncı, dergi, galeri, gazete- ancak her yazara, üretim ve ürün biçimine, üretim alanı içinde (daha önceden var olan veya kurulması gereken) doğal bir yer denk düştüğünde önem kazanır ve doğal yerlerini bulmamış -söylendiği gibi “yerinden kaymış” bulunan- üretici ve ürünler şöyle ya da böyle başarısız olmaktan kaçamazlar:…

261.
önvarsayımlar doxa

262.
İlkeleri bakımından birbirlerinin tümüyle karşıtı olmakla birlikte, iki kültürel üretim biçimi: “katıksız” sanat ve “ticari” sanat hem nesnellik içinde uyuşmaz konumların bir uzamı biçiminde hem de düşünce düzleminde, üreticiler ve ürünler uzamının tüm algılanmasını düzenleyen değerlendirme taslakları biçiminde, karşıtlık bağıntısıyla birbirlerine bağlıdırlar.

“Başarılı yazarlar” olarak adlandırılanlara gelince, bunlar, alana yeni girenlerin uyarılarını hesaba katmak zorundadır; tüm sermayeleri inançlarına ve uzlaşmazlıklarına dayanan yeniler, çıkarın yadsınmasından daha fazla beklenti içindedir. Böylece, alan içindeki konumu ne olursa olsun, hiç kimse evrenin temel yasasını tümüyle göz ardı edemez.

263.
… “yaratım”ın etkileyici ideolojisi… Gerçekten de , “yaratıcı”yı ve onun sahip olduğu maddeyi değiştirmeye yönelik olağanüstü gücünü kimin yarattığı sorusunu yasaklayıp bakışı görünürdeki üreticiye -ressam, besteci, yazar- yönlendiren de bu ideolojidir; ayrıca bu ideoloji, bakışı üretim sürecinin en görünür yanına, daha açık bir deyişle “yaratım”a dönüşmüş ürünün özdeksel yapım’ına da yöneltir; bu yolla da yaratıcıya özgü bu gücün koşullarını sanatçının ve onun kendi etkinliğinin ötesinde aramak olasılığını ortadan kaldırır.

265.
Nedenler zinciri içinde sonsuza değin geriye gitmekten kaçınmak için, belki de düşünceyi kaçınılmaz bir biçimde “yaratıcı”nın inancına yönelten “ilk başlangıç”ın tanrıbilimsel mantığını bir yana bırakmak gerekir.

266.
Adını bir ready-made’e koyarak buna maliyet fiyatının çok üstünde bir piyasa değeri kazandıran sanatçı büyülü etkisini, kendisine bu etkiyi veren ve bunda yetkili kılan alanın mantığından alır; yücelticilerin ve inananların evreni sanatçının etkisini algılama ve değerlendirme kategorilerinin ürün niteliği taşıdığı geleneğe göre bir anlam ve değerle donanmış olarak üretmeye hazır olmasa, bu etki saçma ve anlamsız bir davranıştan başka bir şey olmazdı.

(sanatçıların) … sanat eylemine Duchamp’dan bu yana sanat geleneğine bağlanan bir kışkırtma niyeti veya alay amacı yüklemeleri… bu girişimler, hemen sanat “eylemleri”ne dönüşürler, yüceltim kurumlarınca böyle algılanır ve tanıtılırlar. Sanat, bunu gizlemden sanat gerçeğine ulaşamaz ve bu açınlama (Tanrıca verilen esin) işlemini bir sanat gösterisi durumuna dönüştürür.

Oyunu kurallarına göre oynamayı kabul etmeyip sanata, sanatın kuralları içinde karşı çıkarak bu girişimleri gerçekleştirenler, yalnızca bu düzeni sürdürme biçimlerinden birini tartışma konusu yapmakla kalmaz, aynı zamanda düzenin kendisini ve tükenmez tek hiçe sayma niteliği taşıyan bu düzeni temellendiren inancı da gündeme getirirler.

267.
Marx’ın da belirttiği gibi sanat yapıtının ticari değerinin maliyet tutarıyla karşılaştırılamaz olduğunu söylemek hem doğru hem de yanlıştır: Tek sorumlusu sanatçı (ya da en azından ressam) olduğu somut nesnenin yapımı tek başına göz önünde bulundurulduğunda doğru;  sanat yapıtı kutsal ve benimsenmiş bir nesne, üretim alanına bağlanan kişiler bütünün, bir başka deyişle benimsenmiş “ustaları” denli anlaşılmaz kalan sanatçı ve yazarların, yazarlar denli eleştirmen ve yayıncıların, inançlı satıcılardan daha az tutkulu olmayan müşterilerin de aynı inançla ve farklı beklentilerle katkıda bulundukları son derece geniş bir sembolik simya’nın ürünü gibi görüldüğünde yanlıştır. Bunlar, sanat yapıtının üretiminin, daha açık bir anlatımla sanatçının üretiminin toplumsal gücün korunması yasasının dışına çıkmadığını görmek için göz önünde bulundurulması yeterli olan, ekonomi anlayışının kısmi özdekselliğinin ayrımına varmadığı katkılardır.

Sembolik üretim çalışmasının, sanatçının gerçekleştirdiği özdeksel üretim edimine indirgenemezliği, kuşkusuz hiçbir zaman bugün olduğu denli açık bir biçimde ortaya çıkmamıştır. Yeni tanımı içinde sanat çalışması, sanatçıları yorumlara ve sanat üzerine bir düşünceyle birlikte, her zaman sanatçının kendi üzerine bir çalışmasını içeren bir sanat çalışması konusundaki düşünceleriyle yapıtın üretimine doğrudan katkıda bulunan yorumculara her zamandan daha fazla bağımlı kılmaktadır.
Sanatsal üretim alanının dönüşümlerinden bağımsız olarak ele alındığında, sanat ve sanata ilişkin bu yeni tanımının ortaya çıkma nedenleri anlaşılamaz: Yapıtların saptanması, korunması ve incelenmesini amaçlayan bir dizi kurumun (röprodüksiyonlar, kataloglar, sanat dergileri, en yeni yapıtları sergileyen müzeler, vd.) daha önce tanık olunmamış bir biçimde oluşturulması, sanat yapıtının yüceltilmesi’ne yönelik olarak tüm gün veya yarım gün çalışan personel sayısının artması, uluslararası büyük sergiler ve çeşitli ülkelerde birçok şubesi bulunan galerilerin sayısının artmasıyla birlikte yapıtların ve sanatçıların dolaşımının yoğunluk kazanması, vd., tüm bunlar yorumcularla sanat yapıtı arasında benzeri görülmemiş bir ilişkinin oluşturulmasına katkıda bulunur.

269.
Sembolik bakımdan zayıf ya da hiçbir değer taşımayan (dizayn çağında kuşkusuz giderek daha da az karşılaşılan) nesnelerin tersine, sanat yapıtı, iyelikler veya dinsel ayinler, muskalar ya da çeşitli dinsel törenler gibi değerini ancak toplu bir inançtan, toplu bir biçimde üretilmiş ve öykünülen, toplumsal bir bilgisizlik niteliği taşıyan toplu bir inançtan alır.

279.
Hiçbir zaman “büyük kuramlara” bir hayranlık duymadım ve bu kategoriye giren çalışmaları okuduğumda, tipik okul havası taşıyan yapmacık yüreklilik ve gerçek sakınımın bileşimi karşısında öfkeye kapılmaktan kendimi alamam. Şu tumturaklı ve içleri boş, genellikle bir tarih önünde sıralanıveren bir dizi birbirini tutmayan özel adla biten tümcelerden onlarcasını burada yineleyebilirim; bunlar, “büyük kuramcı”ya düşüncesinin gerecini sağlayan ve ona bir haraç öder gibi yeni akademik saygınlık için gerekli olan “deneysellik” kanıtları getiren budunbilimcilerin (vikipedi: Budunbilim (etnoloji), insanların etnik gruplara ayrılışını, bu grupların kökenini, oluşumunu, yeryüzüne yayılışını, aralarındaki bağıntıları ve bunların töre, dil ve kültür niteliklerini, genel yasalar çıkarmak amacıyla inceleyip karşılaştıran, geçmişte yaşamış ve halen yaşamakta olan değişik kültürleri karşılaştırmalı olarak inceleyen bilim dalına verilen isimdir. Maddi manevi kültürleri budunbiliminin malzemelerine dayanarak açıklar. Genel anlamda insanlığın kültür tarihini aydınlatmaya çalışmaktadır. Folklor karşılığı olarak da halkıyat kullanılmaktadır. Düğün, bayram, cenaze, kandil geceleri, doğum, isim koyma, bazı batıl inanışlar, türkü, masal, ninni halk hikâyeleri, menkibe, bilmece, oyun, atasözü, deyimler, tekerlemeler, halkıyat (budunbilim)in içine girer. Tarih, dil, din, arkeoloji, ruhiyat, içtimaiyat, sanat tarihi, hekimlik, bitkiler ve hayvanlarla ilgili ilimler de budunbiliminin içinde yer almaktadır.), toplumbilimcilerin ya da tarihçilerin gösterişsiz bir geçit töreni gibidir.

280.
… yeniyetmelik çağlarımın en iç karartıcı gecelerini anımsadım; okul yaşantısında alışılagelen konulardan birisini, aynı ödevi yapmakla yükümlü sınıf arkadaşlarımın ortasında işlemek zorunda kaldığımda, birbirine öykünenlerin ve derlemecilerin, ders, tez ya da başvuru kitabından oluşan okul yaşamına özgü yineleme araçlarını sonsuza değin çoğalttıkları çok can sıkıcı bir işe tutsak olduğum izlenimine kapılırdım.

(yeni roman’da görülen bir dönüşümün toplumbilimlerin dönüşümünde de arandığı bir paragraf:) “… rastlantıya, herhangi bir anda seçilmiş herhangi bir yaşam parçasının yazgının tümünü içerdiğine ve yaşamın simgesi olabileceğine inanılır.” Toplumsal bilimlere yeni bir bilimsel düşünceyi kabul ettirebilmek için de benzeri bir dönüşümü: başka kuramlarla girdiği salt kuramsal sürtüşmelerden çok, her zaman yeni görgül (ampirik) nesnelerin karşılaştırılmasından beslenen kuramlara; öncelikle, epistemolojik olarak denetlenen bilimsel uygulayımların üretici taslak bütünlerini stenografik bir biçimde adlandırma işlevi taşıyan kavramlara dayanan dönüşümü gerçekleştirmek gerekir.

284.
… yüksek bir özerklik düzeyine ulaşmış sanat uygulayımlarının derlenmesinden doğan bir biçimcilikle sanatsal biçimleri doğrudan toplumsal oluşumlara bağlamaya önem veren bir indirgemecilik arasındaki karşıtlık, her iki akımın ortak bir biçimde, nesnel ilişkiler uzamı olarak üretim alanı’nı göz ardı ettiğini gizler.

288.
Kuşkusuz, daha erişkinlik çağlarından başlayarak kültürel sofuluğun ayinlerini (toplumbilim de bunun dışında kalmaz) yerine getirmek üzere eğitilmiş kişilerin duyduğu derin saygının koruması altında bulunduklarından, yazın, sanat ve felsefe alanları bilimsel nesnelleştirmenin karşısına nesnel ve öznel nitelikli, aşılması güç engeller çıkarırlar.

Demek ki, kültürel yapıtları konu alan titiz bir bilimin temellerini atmak için gerçekleştirilmesi zorunlu olan kopuş, basit bir yöntembilimsel altüst oluşun ötesinde ve farklı bir şeydir: Düşünsel yaşamı en sıradan biçimde tasarlama ve yaşama biçiminin gerçek anlamda dönüştürülmesi’ni, kültür olgularına ve bunların geçerli biçimde ele alınma biçimlerine toplu olarak tanınan inancın bir tür epokhe’sini (yargının askıya alınması) içerir.

292.
(Sartre’ın “ilk tasarı” kuramı:) … yetenek ve yazgı ideolojisinin ışığında, bir tarih gibi düzenlenmiş yaşamın, hem başlangıç noktası hem de bir ilk neden, daha doğrusu bir ana ilke olarak kabul edilen bir başlangıç noktasından aynı zamanda bir amaç niteliği de taşıyan sona değin gerçekleştiği sessizce kabul edilir. [ (oysa) “Daha önceden yapılmış şeyler vardır, artık yapılmayacak şeyler vardır.” s.13]

294.
Tanrı öldü ama yaratılmadan var olan yaratıcı onun yerini aldı. Tanrının öldüğünü söyleyen, onun tüm niteliklerini ele geçirir. Sartre’ın da ayrımına vardığı gibi Joyce, Faulkner veya Virginia Woolf gibi çağcıl romancıların tanrısal bakış açısını bıraktıkları doğruysa da, düşünür, egemen konumunu kolayca bırakmayı kabullenmez.

300.
… önerdiğim yapıt inceleme yöntemi, hem yazınsal hem de sanatsal alana yönelik olarak tasarlanmıştır (yanı sıra, hukuksal ve bilimsel alanlar için de)…

… ilk gelenek, … yazınsal doxa’dan başka bir şey değildir.

301.
Yazın olgusuna yönelik bu yaklaşımlar, görünürdeki evrenselliklerini, hemen her yerde yazın eğitimine yönelik okul kurumunca desteklenmelerinden alırlar yalnızca. … şiirin tek ereğinin anlamlar bakımından kendine yeterli bir yapı niteliğiyle şiirin kendisi olduğunu savunan yazınsal görüş…

302.
Bu geleneğin kuramsal temellerini belirlemek gerektiğinde, sanırım iki doğrultu benimsenebilir: … Jung’cu (Fransa’da Bachelard’cı) psikanaliz gibi evrensel insanbilimsel yapıların varlığını savlayan bütün gelenekler…[sanat eserinin “özü” niteliği taşıyan şeylerin kavranması]; öte yanda , yapısalcı gelenek.

303.
…yapısalcı çözüm… Toplumsal bakımdan genellikle içselci doxa’nın yerini alır ve bağlamından koparılıp zamandan soyutlanmış metinlerin biçimsel ayrıştırılması olarak okul yorumuna bilimsellik örtüsü getirir.

304.
Kimseye danışmadan post hoc’tan (bundan sonra), propter hoc (bu yüzden) sonucunu çıkaran bu ‘yöntembilim’…

305.
Aslında, kültürel yapıtların yapısal incelemesinin temelleri, en yetkin anlatımını kuşkusuz Michel Foucault’da bulur. Hiçbir kültürel yapıtın kendiliğinden, bir başka deyişle bu yapıtı öteki yapıtlara bağlayan karşılıklı bağımlılık bağıntılarının dışında varolmadığının bilincindeki Foucault, her yapıtın tek tek içinde tanımlandığı “farklılıklar ve dağılımların düzenli dizgesini”, “stratejik olasılıklar alanı” biçiminde adlandırmayı önerir.

306.
Foucault, “stratejik olasılıklar alanı” içinde olup bitenlerin ancak “kavramsal düzeneklerin gengüdümsel olanaklarınca” belirleneceğini düşünür ve yine ona göre bir yapıtlar biliminin kabul edebileceği tek gerçeklik budur. Böylelikle, yapıtların toplumsal üretim koşullarıyla ilintilendirilmesini yadsıyarak üreticiler arasındaki ilişkiler içinde (burada bir azalma göstermeksizin) kök salan karşıtlıklar ve uyuşmazlıkları düşünceler düzlemine aktarır (etken kişileri ve bunların çıkarlarını, özellikle de sembolik boyutu içinde şiddeti göz önünde bulunduramadığından, soyut ve idealist kalan bilgi ve güç üzerine yapılan eleştirel bir söylemde de bu yaklaşımı sürdürür).

307.
…bir dönemin ve bir toplumun kültürel birliğine duyulan inanç olan episteme kavramı…

Sanatın -veya bilimin- değişim ilkesini ve kuralını kendi içinde bulduğu izlenimine ve herşeyin sanki tarihin dizgeye içkinmiş ve gösterim veya anlatım biçimlerinin geleceğinin, dizgenin iç mantığını dile getirmekten başka bir şey yapmıyormuş gibi olup bitmesine bir açıklık getirebilmek için, genellikle yapıldığı gibi, bu evrimin yasalarını, yersiz olarak mutlak bir gerçek gibi görmenin gereği yoktur. … “yapıtların başka yapıtlar üstündeki etkisi”, ancak, stratejileri aynı zamanda alanın yapısı içindeki konumal birleşen çıkarlara yönelime de bağlı olan yazarlar aracılığıyla gerçekleşir.

Kültürel üretim kategorilerinin her birini birer alan gibi ele almak, bir uzamın bir başkası içine taşıdığı düzleştirici yansıma olan her türlü indirgemeciliği kendine yasaklamaktır

308.
Sanat ve yazın tarihini, bir tür sulandırılmış Hegelcilik aracılığıyla sessiz bir konut gibi kabul ettiği bir dönem ve toplumun “kültürel birliğini” bilimsel bakımdan sınamak gerekir…

309.
Rus biçimcileri… “metinler arasındaki bağıntılar ağı” (ve daha sonra da, zaten son derece soyut bir biçimde tanımlanmış, bu dizgenin başka “dizgelerle” sürdürdüğü, toplumu oluşturan “dizgelerin dizgesi” gibi işlev gören bağıntılar…) dışında ele alabilecekleri başka bir şey olmadığından, bu kuramcılar aynı zamanda, kendilerini “yazınsal dizgenin” devimselliğini yine kendi içinde aramaya tutsak ederler.

311.
Kültürel üretim alanını özerk bir toplumsal evren gibi yeniden işin içine sokmak, kültürel yapıtların Marksist incelemesinin ve özellikle de Lukacs ve Goldmann’ın incelemelerinin temelinde yer alan “yansıma” kuramının tüm biçimlerinin az çok incelikli bir biçimde başvurduğu indirgeme’den kaçmaktır.

Aslında, sanat yapıtını anlamanın, her toplumsal gruba özgü dünya görüşünü anlamak olacağı önceden varsayılır. Sanatçı bu dünya görüşü ya da amaçtan yola çıkarak yapıtını oluşturabilecektir; toplumsal grup ister katılımcı ya da gönderilen, ister neden veya sonuç, isterse her ikisi birden olsun, bu dünya görüşü, sanatçı aracılığıyla dile getirilecektir. Sanatçıysa, dile getirdiği toplumsal grupların illede bilincinde olmadığı gerçeklik ve değerleri, ayrımına varmadan açıklayabilecek düzeydedir. Ama burada hangi toplumsal grup söz konusudur?  Sanatçının kendisinin de içinden çıktığı -ve kitlesini oluşturan grupla her zaman özdeşleşmeyen- grup mu, yoksa yapıtın temel ve ayrıcalıklı gönderileni olan -bu da yalnızca ve yalnızca tek bir grup olduğunu varsayar- grup mu?

312.
Yapıtı nesnel olarak yöneltildiği grupla doğrudan ilintilendirmek için alanın özgül mantık ve tarihini bir kenara atmak ve sanatçıyı, yapıt aracılığıyla farkında olmaksızın düşüncülerini ve duygularını sergilediği toplumsal grubun bilinçsiz sözcüsü durumuna getirmek, fizikötesinin benimseyebileceği savlara tutsak olmaktır: “Böyle bir sanat ve toplumsal durumun karşılaşması rastlantısallığın ötesine gidebilir mi? …”.

316.
Alan kavramı, iç okuma ve dış çözümleme yaklaşımlarından elde edilen kazanımlarından hiçbirini yitirmeksizin, bu yaklaşımların geleneksel olarak uyuşmaz gibi görünen karşıtlığını aşma olanağı sağlar. … ancak bağıntıları içinde ve ayrımsal sapmalar dizgesi olarak kabul edilen yapıtların uzamının, her an bir tutum belirlemeler uzamı gibi görünmesi olgusunu göz önünde bulundurarak salt sembolik içerikleri, özellikle de biçim’leri bakımından tanımlanan yapıtların uzamıyla üretim alanı içindeki konumlarının uzamı arasında bir türdeşliğin bulunduğu varsayımı öne sürülebilir…

333.
Kültürel yapıtların bilimi…

334.
Yazar ve sanatçıların çok sayıdaki uygulayım ve betimlemeleri (örneğin bunların “halk” için olduğu kadar “kentsoylular” için de anlaşılmaz kalmaları), ancak, yazınsal alanın da (vd.), içinde egemen olunan bir konumda bulunduğu yetke alanına göre açıklanabilir. Yetke alanı, ortak noktaları farklı alanlar içinde egemen konumlara gelmek için gerekli sermayeye (ekonomik veya, özellikle kültürel) sahip olan etken kişi ya da kurumlar arasındaki güç dengelerinin uzamıdır.

335.
Her türlü ekonomi anlayışı biçimine karşı gerçek bir meydan okuma olan, uzun ve yavaş bir özerkleşme süreci sonunda aşamalı bir biçimde yerleşen yazınsal düzen (vd.), tersine bir ekonomik dünya gibi karşımıza çıkar: Bu düzene bağlananların amacı, çıkardan arınmaktır; kehanet gibi, özellikle de Weber’e göre gerçekliğini hiçbir karşılık sağlamaması olgusuyla kanıtlayan felaket kehaneti gibi, yürürlükte olan sanat geleneklerinden kopuş da, ilkesini, çıkardan arınmanın gerçekliğinde bulur. Salt estetik erek dışında her türlü katıksız belirlenim eylemi olan bir tür toplumsal mucizeye dayalı bu etkileyici ekonominin, bir ekonomik mantığının olmadığı anlamına gelmez bu: İşi, düşünsel veya sanatsal öncü anlayışın en sakıncalı konumlarına yönlendirmeye değin vardıran ekonomik meydan okumanın ve hiçbir parasal karşılığın bulunmaması durumunda, burada kalıcı bir biçimde varlığını koruyabilmenin ekonomik koşulları bulunduğu görülecektir; aynı zamanda, uzun veya kısa vadelerde ekonomik kazançlara dönüşebilen sembolik kazançlara ulaşmanın da ekonomik koşullar içerdiğine tanık olunacaktır.

336.
Farklı sermaye türleri ve bunların sahipleri arasındaki ilişkiler içinde ortaya çıkan aşamalanma nedeniyle, kültürel üretim alanları, yetke alanı içinde geçici olarak egemen olunan bir konumda bulunurlar. Dış kısıtlılıklardan ve istemlerden ne kadar kurtulmuş olurlarsa olsunlar, kültürel üretim alanları, kapsayıcı alanların gereğinin, ekonomik ve siyasal alanların kazanç gereğinin izlerini taşırlar.

345.
Yazar ya da sanatçı gibi kavramların anlamlarına ilişkin bulanıklık, bunlara bir tanım getirmeyi amaçlayan çatışmaların hem ürünü hem de koşuludur.

yaderklik: (toplmb) bir topluluğun yabancı kimseler tarafından yönetilmesi durumu, (fels) dışarıdan gelen yasa ya da buyruğa göre davranma, ‘özerklik’ karşıtı…

349.
Yazar veya sanatçı “uğraş”ı, aslında bir düzene en az bağlanmış uğraşlardan birisidir; aynı zamanda bu uğraş, kendisini seçenleri bütünüyle tanımlayacak (ve besleyecek) niteliklere en az sahip olanlardan birisidir; bu uğraşı hedefleyenler, temel saydıkları işlevi ancak, asıl gelirlerini sağladıkları başka bir uğraşı sürdürmeleri koşuluyla üstlenebilirler.

351.
illusio herkesin benimsediği ve paylaştığı yanılsama, tersinleme, oyuna yatırım.

Sanat yapıtının değeri’ni üreten kişi, sanatçı değil, sanatçının yaratıcı gücüne duyulan inancı üreterek, bir fetiş olarak sanat yapıtının değerini üreten inanç evreni niteliğiyle, üretim alanıdır.

352.
yapıtlar bilimi…
…bu bilim, özdekselliği içinde yapıtın dolaysız üreticilerini (sanatçı, yazar, vd.) göz önünde bulundurmakla kalmaz, genel olarak sanatın değerine ve şu ya da bu sanat yapıtının ayırıcı değerine duyulan inancın üretimi aracılığıyla yapıtın değerinin üretimine katılan etken kişi ve kurumları da: eleştirmenleri, sanat tarihçilerini, yayıncıları, galeri yöneticilerini, satıcıları, müze müdürlerini, mesenleri, koleksiyoncuları, benimsetme mercilerini üyelerini, akademileri, salonları, jürileri, vd. de hesaba katar. Ayrıca, sanat piyasası üzerinde gerek ekonomik üstünlüklerle (satın almalar, ödenekler, ödüller, burslar, vd.) desteklenen ya da desteklenmeyen benimsetme kararlarıyla gerekse düzenleyici önlemlerle (mesenlere veya koleksiyonculara tanınan vergi kolaylıkları, vd.) etkili olabilen, sanat konularında yetkili siyasal ve yönetimsel mercilere de (-dönemden döneme değişen- çeşitli bakanlıklar, ulusal müze yönetimleri, güzel sanatlar yönetimi, vd.) yer verir. Üreticilerin üretimiyle ve sanatsal yatkınlıkların daha baştan yerleşmesinden sorumlu olan öğretmenlerle ebeveynlerden başlayarak, sanat yapıtını bu niteliğiyle, yani bir değer olarak tanıyabilen tüketicilerin üretimine katkıda bulunan kurumların (güzel sanatlar okulları, vd.) üyelerini de göz ardı etmez.

Bu da sanat biliminin, konusuna, ancak Benjamin’in sözünü ettiği “ustaların adının fetişleştirilmesi”ne hiçbir direniş göstermeksizin boyun eğen geleneksel sanat tarihinden kopmakla kalmayıp, konunun en geleneksel biçimde oluşturulmasına ilişkin ön varsayımlardan ancak görünüşte kopan toplumsal sanat tarihini de bir yana bırakması koşuluyla kavuşabileceği anlamına gelir; … 353. Oyuna (illusio) ve bunun sunduğu beklentilerin yüceltilmiş değerlerine duyulan toplu inanç, aynı oyunun işleyişinin hem koşulu hem de ürünüdür; benimsenmiş sanatçılara, imzanın (ya da damga) olağanüstü etkisiyle kimi ürünlerini kutsanmış nesnelere dönüştürmeye olanak tanıyan benimsetme yetkisinin temelinde de bu inanç yatar.

353.
19. yüzyılın ortalarına değin, sanat ve sanatçının geçerli tanımına ilişkin tekeli, sanatla sanat olmayanın, herkese ve resmi olarak sunulmayı hak eden “gerçek” sanatçıya, jürinin yadsıması nedeniyle yok olup gitmiş ötekiler arasında ayrım yapmaya olanak tanıyan görüş ve bölünme ilkesini, nomos’u elinde bulunduran Akademi üstlenmiştir.

354.
Buradan da gerçek bir sanat biliminin, ancak illusio’dan kurtulmak ve her aydın kişiyi kültürel düzene bağlayan birikim ortaklığı ve uzlaşma bağıntısını, bu düzeni bir inceleme konusuna dönüştürmek için askıya almak koşuluyla kurulabileceği sonucu ortaya çıkar; ancak bunu yaparken, bu illusio’nun gerçekliğin bir parçası olduğunu unutmamak gerekir.

357.
sanat yapıtı bilimi

360.
… yalın seçenekler içinde kısıtlı düşünenlere, yaratıcı içtenlik savunucularının yücelttiği mutlak özgürlüğü ancak safların ve bilgisizlerin amaçlayacağını belirtelim.

Yenilikçi ya da devrimci araştırının aşırılıklarının kavranabilmesi için, bunların daha önceden gerçekleşmiş olasılar dizgesi içinde doldurulmayı bekleyen ve gerektiren yapısal boşluklar, gelişimin potansiyel doğrultuları, olası araştırma yolları niteliğiyle potansiyel durumda yer almaları gerekir.

361.
… estetik (ya da, başka yerde bilimsel) … biçembilimsel veya izleksel ilgi…

Düzenin ve beklentilerin algılanmasını yapılaştıran ve kendi mantıkları içinde konumlar uzamının temel bölünmelerini veya türlere ayrımı yineleyen özgül algılama ve değerlendirme taslakları, kabul edilebilir ya da çekici veya tersine, olanaksız, ulaşılamaz ya da kabul edilemez gibi biçimler altında ortaya çıkan konumları belirler (üniversite “dalları” ya da bilimsel “uzmanlık” alanları için de aşağı yukarı aynı şey geçerlidir).

364.
… bu kadar az kurumlaşmış bir alan içinde…

ex post Olguların sonradan algılanması durumunu belirten ekonomi terimi. (krşt: ex ante)

366.
… akımlarının tarihini, bu bakış açısından yeniden oluşturmak gerekir.

370.
Alana her yeni girenin ödemek zorunda olduğu bedel, gündemde bulunan sorunsal’ı temellendiren kazanımlar bütününe egemen olmaktan başka bir şey değildir.

kanı’lar, daha çok da “saldırılar”…

allodoxia

375.
(Marcel Duchamp) … “daha ileri gitmek”, geçmişin ve şimdinin tüm girişimlerini bir tür sürekli devrim anlayışı içinde aşmak isteğini her fırsatta dile getirir.

“‘Ressam gibi aptal’ deyiminden gına geldi” der

Düzeni çok yakından tanıdığından, birer sanat yapıtı olarak üretilmelerinin, üreticisinin bir sanatçı olarak kabul edilmesini gerektirdiği nesneler üretir.

377.
(M.D.) … bilinçli olarak gizemci, simyacı, söylensel veya psikanalitik kültüre başvurur.

378.
conatus çaba, atılım

379.
… isteme uyma, hiçbir zaman tam anlamıyla üreticilerle tüketiciler arasındaki bilinçli bir uzlaşmanın ürünü değildir…

380.
Üretim alanıyla tüketim alanı arasındaki günümüzde tanık olunan türdeşlik, sürekli bir eytişimin temelini oluşturur.

381.
Öyle görünüyor ki, görece bir özerklik ve biçembilimsel bakımdan farklılaşmış ürünler sunan bir sanatsal üretim alanının oluşması, tarihsel bakımdan farklı sanatsal beklentiler taşıyan iki ya da birkaç sanat patronu kümesinin ortaya çıkışıyla birlikte gerçekleşir.

386.
Nasıl ünlü parfüm markaları, müşteri kitlesinin aşırı büyümesine aldırmayıp, yeni kitlelere açıldığı oranda ilk alıcılarının bir kesimini yitirmişse (düşük fiyatlı ürünlerin geniş ölçeklerde tanıtımı satış rakamlarında bir düşüşe yol açar) … ekonomik ve kültürel sermaye arasındaki farklılıklar az bulunan bir mala ulaşmada zamansal sapmalarla açıklandığından, gözden düşmeye başlayan bir ürün … yeni müşterileri yitireceğinden, ilk dönemlerdeki müşteri kitlesinin yaşlandığına ve toplumsal niteliklerinin düştüğüne tanık olunur.

387.
Din ve sanat adına yapılan girişimler gibi özdeksel kazancı yadsıyan ve kendilerini en kararlı biçimde yadsımış olanlara kısa ya da uzun vadede her türden kazançlar sağlayan girişimlerin özünde yer alan çelişki, kuşkusuz bu girişimlere belirgin niteliklerini kazandıran yaşam çevrimi’nin temelinde yer alır: Bir çilecilik ve yadsıma anlayışıyla dolu sembolik sermayenin birikimine dayalı ilk aşamayı, zamansal kazançları ve bunlar aracılığıyla sembolik sermayenin yitirilmesine yol açan ve rakip sapkın görüşlerin başarısını kolaylaştıran yaşam biçimlerinde bir dönüşümü sağlayan bu sermayenin kullanılması evresi izler. Yazınsal veya sanatsal alanda, böyle bir çevrimi hazırlayan kişi başarılı olsa bile bu başarıya çok geç ulaşacağından ve habitus’unun durağanlığı nedeniyle bile olsa ilk yüklencelerinden tümüyle kopamadığından, bu çevrim başlangıç ilkesinin ötesine geçemez ve girişimi de onunla birlikte yok olur; ama bu çevrim kalıtçıları ve sürdürücülerinin çileci girişimin tüm kazançlarını bir araya getirebildikleri kimi dinsel girişimlerde (bu kişilerin, söz konusu girişimlerin kendilerine sağladığı erdemleri ortaya koymak zorunluluğunu duymaksızın) gereği gibi bir gelişim gösterebilir.

388.
… üretim düzeni içinde, yapıtlarından başlayarak yazar ve sanatçıların uygulayımları da iki tarihin: içinde yer alınan konumun üretim tarihiyle bu konum içinde yer alanların eğilimlerinin üretildiği tarihin karşılaşmasının ürünüdür.

389.
… kültürel üretim alanı, sunduğu konumlar pek fazla kurumlaşmamış, yasal bakımdan hiçbir güvence altına alınmamış olduklarından, …

391.
Kurumlar karşısındaki özgürlüklerin kendine kurumlar içinde bir yer bulabildiği çelişkili bir evrendir bu.

392.
tanınma sermayesi

… sembolik sermayenin de ekonomik sermayeye dönüşmesini

394.
Gerçekten de en tehlikeli konumlarda, bu konumların sağlayabileceği sembolik kazançları elde edebilmek için yeterince kalmayı başarabilenler, temelde, aynı zamanda yaşamlarını sürdürebilmek için ikinci bir uğraşa atılmak zorunluluğu bulunmayan en tuzu kurular arasından çıkar.

395.
Genel olarak, yeni konumlara ilk yönelenler, ekonomik, kültürel ve toplumsal sermaye bakımından en zengin olanlardır (tüm alanlarda, ekonomide olduğu kadar bilimlerde de doğrulanmış bir savdır bu).

396.
(Cladel) Baudelaire’e bir önsöz yazdırır…

400.
…daha çok kentsoylu olan sembolizmle, küçük kentsoyluluğa daha yakın olan natüralizm…

402.
Daha çok gözetilen çevrelerden (bir başka deyişle orta sınıftan veya büyük kentsoylularla aksoylu çevrelerden) kaynaklanan ve önemli bir okul birikimine sahip olan sembolistler…

404.
Kendilerini tutku, sinirli hareketler içinde tüketen kişiler hiçbir zaman tutkulu bir kitap yazamazlar. (J. de Goncourt)

408.
Alanın olası geleceği, her an, alanın yapısı içinde kendini belli eder, ama her etken kişi, güçleriyle alan içinde nesnel olarak yer alan olasılar arasındaki bağıntı içinde belirlenen nesnel potansiyellikleri gerçekleştirerek, kendi geleceğini oluşturur - bu yolla da alanın geleceğinin oluşmasına katkıda bulunur.

410.
habitus … “çekirdek” olarak adlandırılan üyeleri bir araya getiren töredir.
… dikkati, böylece oluşturulmuş yapıtların ve yazarların bütününe ilişkin birleştirici ilkeyi, daha da kötüsü, toplumsal kurallar içinde kendini gösteren amaçların kuramsal tutarlılığını ve tarihin açık açık bunlara yüklediği -izm’li bir kavramı yalnızca metinlerden çıkarmaya yönelik her türlü girişimin ne kadar yapay, kısır, hatta yanıltıcı olduğuna çekmekle yetineceğim.

411.
Bu metin … hem ortak inanca dayalı yazının bir kurgu olarak nesnel gerçekliğini, hem de her türlü nesnelleştirme karşısında ve buna karşı yazınsal hazzı kurtarabilmek için elde bulundurulan olanaklara yeterli bir açıklık kazandırıyordu:

Kuşkusuz göründüğünün dışında pek fazla bir şey içermeyen mutlak bir yöntemin tutsağı olduğumuzu biliyoruz. Bununla birlikte, bir bahaneyle savuşturmayı beceremediğimiz aldatmaca, almak istediğimiz hazzı yadsıyarak tutarsızlığımızı ortaya koymaktaydı: Çünkü bu ötesi, hazzın bir etmenidir; ayrıca, temel öğeyi gözler önüne sermek ya da hiçbir şeye ulaşamamak üzere okur kitlesinin karşısında kurguya ve bununla bağlantılı olarak yazınsal düzeneğe ilişkin kural tanımaz bir ayrıştırma yapmaktan nefret etsem, devindirici gücü olduğunu söylerdim. Ama, bir yutturmacayla, yasaklanmış ve ulaşılamaz bir yükseltide tasarılar yapılmasını yüceltiyorum! Yukarıda patlak veren şeylere ilişkin bilinçten yoksunuz.
Neye yarar bu -
Bir oyuna. (Mallarmé)


Böylece, güzellik, sonsuz bir öz olarak güzele duyulan Eflatuncu inanç karşısında, süregeldiği biçimiyle kendini üstlenmeye yazgılı bir kurgudan; yazınsal yaşamın ve belki de kısaca yaşamın şu ölümlü dünyasında eksik olana ilişkin aldatıcı bir aşkınlık içindeki gösterimi karşısında yaratıcının boyun eğdiği katıksız bir fetişizmden başka bir şey olmayacaktır.

412.
Müziğin büyüsünden vazgeçme, birçok kez ertelenmiş bu bir tür en son girişimin en önemli anını oluşturur; bu girişim aracılığıyla, şair “ileri yaşlarda”, ama tam Descartes’a özgü bir gözü peklikle “ideal bunalımı ve kendisini mutsuz kılan toplumsal nitelikli bir başkasını kavra(t)mayı” ve yazının varlığına ilişkin inancı temellerinden sarsmayı dener: “Yazın diye bir şey var mıdır?” Belki de “erinç içinde, tehlikeli olarak açıklanan bu tür bir sorgulamanın” ve tüm yazınsal inançlardan böyle köklü bir biçimde “kurtulmanın” sonunda geriye ne kalır? Özel bir geçmiş içinde sonsuzca yinelenen “zar atışlarından” devralınan, “yirmi dört harflik bir sofuluk” ve bir “uğraş”, yazınsal düzenin anlamı’yla karıştırılmaması gereken yazı düzeninin anlamı, bunların bakışımlılığı (“Kişi, yerleşmiş olan ve yazına özgü onurlara da büyük bir beğeni duymaz”). Şairin kendisine gelince, onun etken mi etkilenen mi (“eylem, yansıma”) ve dize anlamına gelip “doğaüstü bir terim” olan, şiirsel telos’un (amaç), doğa dışına ya da doğaya karşı olana ulaşmanın da, “kendi girişiminin veya kutsal özelliklerin gizil gücü[nün]” bir ürünü, “ilkeden çok!, aracı” olup olmadığını sormak yersizdir.

413.
(Mallermé) … şiire duyulan tapıncın “sunağını bezemeyi” ve köklü bir estetik geleneğin fizikötesi düşlerini sürdürmeyi kabul etmemekle birlikte, dile özgü bir şenlik ateşinin Piron’cu oyunlarına kapılmaktan kendini alamaz…

414.
“kendi düşünün sahteliğinin bedelini kendi kendine ödeme”

Her ne pahasına olursa olsun kurtarmak istediği ve belli belirsiz bir özseverlik içeren kendi kendine yönelik hazzın, “yazınsal düzeneğin” işleyişinin hem koşulu hem de ürünü, düzene ve beklentilerinin değerine duyulan ortak inanç olan illusio içinde kök salmaması durumunda bir yanılsama gibi görülmesi kaçınılmazdır. Ancak “almak istediğimiz” için alabildiğimiz bu hazzı ve onun “etmeni” olan Eflatuncu yanılsamayı kurtarmak için, kırılgan fetişi, her türlü eleştirel açıklığın etki alanı dışında bırakan kimin yaptığı belirsiz yutturmacayı başka bir belirleyici kurguyla “yüceltmek”ten başka bir seçeneği yoktur.

Sanatın; yazının, bilimin, hukukun ya da felsefeninkiler türünden saygınlık ve gizemlerle en çok çevrili olan ve herkesçe en çok benimsenmiş, en çok evrensel değerleri elinde bulunduran toplumsal düzenlerin oluşturucu düzeneklerini ortaya koyup koymaması -bu durumda bu, kınamakla aynı anlama gelir- konusuna Mallermé’nin getirdiği çözüm, bu çözümü sunma biçimi kadar doyurucu değildir. “Yazınsal düzenek”in gizini saklamak ya da bunu ancak alabildiğince titizlikle örtülmüş bir biçim altında açığa çıkarmak, Austin’in dediği gibi “yasal düzmeceleri” kendi gerçeklikleri içinde göğüslemek ve aşkın bir boş güvence beklentisine karşı büyük insancı yutturmacaların en azından ikiyüzlülüklerini yücelttikleri değerlere duyulan inancı sürdürmek için gerekli olan etkili bilinçliliğe ve kesin el açıklığına, yalnızca birkaç büyük yeni başlayanın ulaşabileceği konusunda önyargıya varmak demektir.

426.
(Tutucu aydınlar) Durmadan yerdikleri eleştirel düşüncenin yol açtığı tartışmalar da olmasa, üzerinde söyleyebildikleri hiçbir şeyin kalmayacağı, içinde söyleyebilecekleri hiçbir şey bulamayacakları bir dünyada, sorunlara karşı hiçbir önlem almazlar.

428.
… ekonomi ve siyaset konularında egemen olanlar, sanat ve yazında tanık olunmayan bir uzmanlık savı güderler…

436.
Felsefecilerin, dilbilimcilerin, göstergebilimcilerin, sanat tarihçilerinin, yazının (“yazınsallık”), şiirin (“şiirsellik”) veya genel sanat yapıtının özgüllüğü ve bunların gerektirdiği gerçek anlamda estetik algılama sorusuna getirdiği çok sayıdaki yanıtlar, nedensizlik, işlev yokluğu ya da biçimin işlev karşısındaki önceliği, çıkardan arınma, vd. gibi niteliklerin öne çıkarılması için bir araya gelirler. Kantçı incelemenin değişkelerinden başka bir şey olmayan tüm tanımları, örneğin sanat yapıtının işlevinin bir işlev taşımamak olduğu (savını) veya sanatsal gözlemin bir “bağımsız ilgi” olduğu (savlarını) anımsatmayacağım.

… son derece özel ve toplumsal uzamla tarihsel zaman içinde konumlandığı tartışma götürmeyen bir sanat yapıtı deneyimini evrensel öze dönüştürmek için sürdürülen girişimlerin belirgin örneğini sunmakla yetineceğim: Harold Osborne’a göre, estetik tutum, dikkatin yoğunlaşmasıyla (çevresince algılanan nesneyi ayırır, söylemsel ve çözümlemeli etkinliklerin askıya alınmasıyla (toplumbilimsel ve tarihsel bağlamı göz ardı ederek), çıkar gütmeme ve ilgisizlikle (geçmişteki ve gelecekteki kaygıları bir yana bırakır) ve son olarak da nesnenin varlığına aldırmamayla kendini belli eder.

437.
“Klasik beğeni, özel mektupların, resmi söylevlerin ve kahramanların kalkanlarının sanatsal olmalarında diretiyordu […], buna karşın çağcıl beğeni, mimarinin ve küllüklerin işlevsel olmalarında diretmektedir.” (E. Panofsky)

439.
Soyoluş (filogenez), Bireyoluş (ontogenez)

444.
sanat alanının oluşturulmasını betimlemek … yalnızca sanatçının özerkliğine ilişkin belirtilerin (sözleşmelerin incelenmesiyle ortaya çıkarılan imza, sanatçının özgül yeteneğinin savunulduğu açıklamaların veya sürtüşme durumunda yetkililerin yargıcılığına başvurma, vd. durumların incelenmesinin ortaya koyduğu belirtiler gibi) değil, ama aynı zamanda kültürel iyeliklerin ekonomisinin işleyişi koşulunu oluşturan özgül kuruluşlar bütünün: sergilerin (galeriler, müzeler, vd.), üreticilere öykünen kurumların (güzel sanatlar okulları, vd.), alanın nesnel olarak gerektirdiği yeteneğe ve sıradan yaşam içinde geçerli kategorilere indirgenemeyen, sanatçıyla ürünlere yönelik özgül bir değerlendirme ölçütünü benimsettirebileceği özgül algılama ve değerlendirme kategorilerine sahip olan uzmanların (satıcılar, eleştirmenler, sanat tarihçileri, koleksiyoncular, vd.) ortaya çıkışı gibi alanın özerklik belirtilerinin de dökümünün yapılmasıyla sonuçlanır.

446.
… müzeler gibi genellikle farklı amaçlar için üretilmiş (dinsel resimler, dans ve tören müzikleri, vd. gibi) yapıtları sergilemekten başka bir amaç taşımayan kamu kuruluşları, yapıtları kökenlerinde yer alan bağlamdan soyutlayarak bunları çeşitli dinsel veya siyasal işlevlerinden koparan, dolayısıyla bir tür eylem içinde epokhe (yargının askıya alınması) yoluyla onları gerçek sanatsal işlevlerine indirgeyen toplumsal kopuşu gerçekleştirirler. Yalıtma ve ayırma (frames apart) işlevi taşıyan müze, kuşkusuz, olguların bıktırıcı değişmezliği içinde sürekli bir biçimde yinelenen oluşturum eylemine en uygun ve hem sanat yapıtlarına tanınan kutsallık konumunun hem de bunların yüceltim bakımından gerektirdikleri yeterliliğin kesinlendiği ve aralıksız bir biçimde yinelendiği yerdir. Her şeyden önce katıksız gözleme ayrılmış bu yerin benimsettirdiği resim sanatı deneyimi, bu yapıtların sergilenmesiyle oluşan ulamın kendisine bağlanan tüm nesnelerin deneyiminin kuralı durumuna dönüşme eğilimi gösterir.

447.
Demek oluyor ki katıksız estetiğin tarihini bu bakış açısından yeniden oluşturmak ve söz gelimi başlangıçta Tanrıbilimsel gelenek içinde geliştirilen kavramları, özellikle de neredeyse tanrısal bir yeti olan “imgelem”e sahip olan ve “ikinci bir doğa”, “ikinci bir dünya”, kendine özgü ve özerk bir dünya üretebilecek “yaratıcı” olarak sanatçı kavramını, profesyonel felsefecilerin sanat alanına nasıl kattıklarını göstermek gerekir; 1735 tarihli Réflexions philosophiques sur la poésie’de Alexandre Baumgarten’ın, Leibnizci evrendoğum (kozmogoni) kuramını estetik alanına nasıl aktardığını göstermek gerekir. Bu kurama göre, Tanrı, olası en iyi dünyayı yaratırken, tümü de uyumlu ve özgül iç yasalarca düzenlenmiş, şairin bir yaratıcı olduğu ve  şiirin gerçekliğinin de dış gerçeklikle uyum içinde olmaktan değil, iç uyumundan kaynaklandığı, kendi yasalarına uyan sayısız dünya arasında bir seçim yapmıştır; Karl Philipp Moritz’i sanat yapıtının, “varoluş nedenini kendi içinde” taşıdığı için güzelliği “yararlı olmayı gerektirmeyen” bir mikrokozmos olduğunu yazmaya neyin yönlendirdiğini belirtmek gerekir; bir başka kuramsal doğrultu içinde (her düşünürü kendi alanı içinde konumlandırarak toplumsal boyutunun da göz önünde bulundurulması gereken) en üstün niteliğin, Eflatuncu ve Plotinci, ama yanı sıra Leibnizci farklı kuramsal temelleriyle birlikte Güzel olanın gözlemlenmesine dayandığı düşüncesinin çeşitli yazarlarda ve özellikle de Shaftesbury’de, Karl Philipp Moritz’de ya da sanat yapıtını üretenin değil de alılmayıcının, daha doğrusu seyredenin bakış açısını benimseyen Kant’ta, ardından Schiller’de, Schlegel’de, Schopenhauer’da ve daha birçoklarında nasıl geliştiğini; özellikle Alman kökenli olan bu felsefe geleneğinin, Victor Cousin aracılığıyla “yaratıcı”, “öteki dünya” ve katıksız gözlem kuramını kendilerince yeniden bulgulayan Baudelaire veya özellikle Flaubert gibi sanat için sanat yanlısı yazarlara nasıl bağlandığını göstermek gerekir.

Kant’ı ele alırken yapmayı denediğim gibi, her durumda, sanat yapıtıyla olan bağın her zaman içerdiği toplumsal bağıntının belirtilerini ortaya koymak (sözgelimi katıksız ve katışık, akılla ve duygularla kavranabilen, ince ve bayağı gibi ikili sıfatlar içinde) ve bu gizli ama temellendirici bağıntıyı yazarın alan (felsefi, sanatsal, vd.) ve toplumsal uzam içindeki konumu ve yörüngesiyle ilintilendirmek gerekir. Genellikle ayrılmaz bir biçimde bilinçli ya da bilinçdışı aktarıma veya yeniden bulgulamaya bağlı olan geri dönüşlerin ve yinelemelerin kuşkusuz biraz yavanlaştıracağı böyle bir soybilim, ortak bir biçimde paylaştıkları için, tüm aydınların, bilginin (önsel olarak) evrensel bir biçimi gibi görmeyi yeğledikleri bilinçdışının en güvenli ve en köklü araştırısını oluştururdu.

448.
Sanatsal alan bu niteliğiyle böylece oluştuğu ölçüde, sanat yapıtının, değerinin ama yanı sıra anlamının da üretimi giderek daha az oranda yalnızca sanatçının çalışmasına bağlı kalır ve çelişkili bir biçimde, giderek daha fazla bakışı kendi üzerinde toplar; sanatsal, büyük ya da küçük, ünlü, bir başka deyişle yüceltilmiş veya tanınmayan olarak sınıflandırılan tüm yapıt üreticilerini, kendileri de bir alan oluşturan eleştirmenleri, koleksiyoncuları, aracıları, müze müdürlerini kısacası sanatla bağlantısı olup sanat için yaşayan ve ekmeğini sanattan kazanıp sanat yapıtının anlam ve değerinin tanımlanması, dolayısıyla sanat ve (gerçek) sanatçı dünyasının sınırlarının belirlenmesi adına sürdürülen rekabet sürtüşmeleri içinde birbirleriyle karşıtlaşan ve bu çatışmalar aracılığıyla sanat ve sanatçının değerinin üretimine katkıda bulunan herkesi işin içine katar.

Eğer sanat yapıtları bilimi günümüzde henüz emekleme dönemini yaşıyorsa, bunun nedeni kuşkusuz bu bilimi üstlenenlerin ve özellikle sanat tarihçileriyle estetik kuramcılarının, farkında olmaksızın ya da bu çalışmalardan en azından tüm sonuçları çıkarmadan, içinde sanat yapıtlarının anlam ve değerinin üretildiği çatışmalara girmiş bulunmaları, kendilerine konu olarak aldıklarını sandıkları şeyin etkisine kapılmış olmalarıdır. Bunun böyle olduğuna inanmak için, sanat yapıtlarını düşünmek, özellikle de onları yargılamak ve değerlendirmek üzere başvurulan kavramların, Wittgenstein’ın da belirttiği gibi, ister türler (şiir, tragedya, güldürü, dram veya roman), biçimler (balad, rondo, sone veya sonat, aleksandren ya da serbest dize), dönem ya da biçemler (gotik, barok veya klasik) veya isterse akımlar (izlenimciler, sembolistler, gerçekçiler, natüralistler) söz konusu olsun, olabilecek en uç belirsizlik içinde tanımlandığını gözlemlemek yeterlidir. Ve sanat yapıtını nitelendirmek, algılamak ve değerlendirmek için kullanılan kavramlardaki karmaşa, en az sanat deneyimini yapılaştırmak için kullanılan sıfat çiftlerindeki denli güçlüdür.

450.
… “merkezdekiler”in, bir başka deyişle egemenlerin, “çevrediler”in tutum belirlemelerini bir gecikme ya da “taşralılık” etkisi olarak betimlemeye yönelik istekleri…

… beğeniler konusu her zaman tartışmaya açık kalmakla birlikte -ve, herkesin bildiği gibi tercihlerin sürtüşmesi gündelik iletişim içinde gerçekten büyük bir yer tutsa da-, bu alanda iletişimin ancak yoğun bir yanlış anlama içinde gerçekleştiği de kesindir.

451.
Fransızcadaki catégorie (ulam) sözcüğü, Yunanca katégorien, suçlamak sözcüğünden gelir.

… bakış açılarının göreceliğinin olumsuzlanması niteliğini taşıyan bir evrensellik, bir mutlak yargı adına biçimlendirildikleri de bir gerçektir. “Temel düşünce”, tüm toplumsal evrenlerde ve özellikle içinde beklentisi evrensellik olan çabaların sürdürüldüğü dinsel alanı, bilimsel alanı, yazınsal alanı, sanatsal alanı, yargı alanını, vd. kapsayan kültürel üretim alanlarında kullanılır. Bu durumda, özlerin kurala dönüşeceği son derece açıktır.

452.
… farklı iki habitus’la donanmış iki kişinin, aynı durumları yaşamadıkları ve aynı dürtülere açık olmadıkları için, bunları farklı biçimlerde oluşturmaları nedeniyle aynı müzikleri dinlemedikleri, aynı tablolara bakmadıkları ve sonuçta da farklı değer yargıları taşıma hakkını ellerinde bulundurdukları varsayılabilir.

Estetik algılamayı yapılaştıran karşıtlıklar önsel bir biçimde ortaya çıkmaz; tarihsel olarak üretilip yinelenirler, uygulanımlarına yönelik tarihsel koşullardan ayrı tutulamazlar…

… estetik duygu, özgül bir eğitim yoluyla sanat yapıtının potansiyel her tüketicisi içinde yinelenmesi gereken alanın tüm tarihinin bir ürünüdür.

455.
Alanın kendi geleneğine öncü kesimin sanatçıları denli kimse bağlı değildir; işi, bu geleneği ters yüz etmeyi amaçlamaya değin vardıran öncü kesim sanatçıları, nayif gibi görünme pahasına, kendilerini kaçınılmaz bir biçimde alanın tarihine ve bunun yeni gelenlere kabul ettirdiği olasılar uzamı içinde geçmişte kalan önceki tüm aşılma girişimlerine göre konumlandırmak zorundadırlar.

458.
…okurun “bilincinin” sanki “yazarın bilinciymiş gibi” davrandığı eşduyumsal kaynaşma durumuna ulaşmak için kendini yazar yerine koyma çabası…

… kimi esinli yorumcular, yorumu “yaratıcı” bir etkinlik gibi tanımlayarak bu özdeşliğe bir kuram niteliği kazandırmışlardır.

459.
Kısacası, başkalarının yaşam deneyimini yeniden yaşamak veya yeniden canlandırmak diye bir şey söz konusu olamaz ve gerçek kavrayışı yakınlık duygusu değil, yakınlık duygusunu gerçek kavrayış sağlar; daha doğrusu gerçek kavrama, özseverliğin yadsınmasına dayalı olup gerekliliğin bulgulanmasına eşlik eden bir tür amor intellectualis’e yol açar.

modus legendi : okuma biçimi
legenda : okuma etkinlikleri

460. Tüm zamanlı bir insancılık anlayışının, son derece doğal göründüğü için açıklanmasına gerek bile bulunmadığı düşüncesinin 19. yy’ın başlarına değin “klasik dil ve yazın” olarak adlandırılan şeyin belirlenmesinin temelinde yer aldığı bilinmektedir: Bu “kültür”, temelde Yunan ve Roma antik döneminin önemli metinlerinden oluşur; konusunu oluşturdukları yorumlar, dilbilgisel ve sözbilimsel alıştırmalar aracılığıyla, bu metinlerin, siyasetin, törebilimin ve fizikötesinin temel sorunlarını ele almak için gerekli olan her zaman geçerli konuları sağladığı varsayılır.  Durkheim’ın gözlemlediği gibi, “her şey, gençliğin, insanın her zaman ve her yerde kendine benzediğine yönelik kanısını canlı tutmak zorundadır; insanın yalnızca tarih içinde gösterdiği değişimler, dış ve yüzeysel değişimlere indirgenebilir […] demek oluyor ki, okuldan çıkıldığında, yerlerin ve koşulların çeşitliliğinden etkilenmediği gerekçesiyle insan doğasını bir tür sonsuz, devinimsiz, değişmeyen, zamandan ve uzamdan bağımsız gerçeklik dışında başka bir şey gibi görmek olanağı yoktur.” 19. yy boyunca, eski diller ve yazınlar izlencelere egemen olmayı sürdürür ve Encyclopédie’nin anlayışı içinde gözlem ve deneyi öne çıkarmayı amaçlayan bir azınlığın oluşturduğu akımın çabalarına karşın, eğitim, sözbilim (Latince ve Fransızca söylem aracılığıyla) ve ahlaksal eğitime, daha doğrusu “düşüncenin geliştirilmesine” yönelik görünümünü korur.

461.
Lector’un okunması, toplumca onaylanmış bir yararcı boş zaman etkinliği durumu olan skholé’yi gerektirir; burada “oyunlar bir ciddilik içinde” sürdürülür ve oyunsu şeyler ciddiye alınabilir; bundan dolayı, bu okuma, oyunsu şeylerin üniversite geleneğinin tarihsellikten arınmış yapıtına olduğu denli biçimci erekten doğmuş yazınsal yapıta da gerektirdikleri şeyleri tam olarak sağlar.

Katıksız üretim, katıksız okumayı üretir ve gerektirir ve ready-made’ler bir anlamda, yorum için ve yorum aracılığıyla üretilmiş tüm yapıtların bir sınırından başka bir şey değildir. Alan özerkliğine kavuştukça, yazar, kendini çözülmeleri gereken, dolayısıyla yapıtın özünde bulunan çokanlamlılığı tüketmeksizin, araştırma için gerekli olan yinelemeli okumaya açık yapıtları kaleme almada giderek kendini daha çok yetkili görür. Üretimin ve üreticilerin toplumsal tarihine yönelik her türlü indirgemeci gönderimi ve yazınsal yapıtın tartışmacı ve siyasal gücünü canlandırmaya yönelik her türlü tarihçi amacı dışarlayan “katıksız” okuma ise, tek amacı yapıtın biçimi içinde yer alan amaç dışında bir amaç gütmemek olan bütün yapıtların “ereğini” (Panofsky’nin dediği gibi) bir doğallık içinde benimser. Buradan da, … [skolastik bakış açısının], ancak, tüm ülkelerde ayrımına varmaksızın estetik kuramlarının kusursuz döngüsü içinde kapalı kalan scholars’ın (bilgin), … tarihten arındırıcı bir okumanın katıksız bakışını katıksız ve tam anlamıyla tarihsellikten arınmış bir yapıtın aynasına yansıtması durumunda en çok görünmez olduğu ortaya çıkar.

463.
Çağdaş ya da birbirini izleyen dönemlerden gelen felsefecilerin, birbirlerine yalnızca benimsenmiş metinleri değil, genellikle kalem tartışmalarının yol açtığı kınamaların ya da bazen slogan gibi de işlev görebilen yıkıcı saldırıların da damgasını vurduğu yapıtları, okul unvanlarını, budanmış alıntıları, -izm’li kavramları da birbirlerine aktardıkları unutulur. Bir aydın kuşağının “mantığına”, gözle görülmeyen ve dile getirilmeyen birer destek oluşturan ve kimi yapıtları birkaç anahtar sözcüğe, göze hoş görünen birkaç alıntıya indirgeme eğilimi gösteren dersler ve ders kitapları aracılığıyla, artık basmakalıp bir nitelik edinmiş olan bilgiler aktarılır.

469.
… tarihsel durumun belirlemelerine az çok güçlü bir biçimde bağlı olan ve aralarında kimilerinin, özellikle de düşünce araçlarının (yöntemler, kavramlar, vd.) tarihsel geçmişle ilgili olarak bizim içinde bulunduğumuz andaki algılamamızı yönlendiren ve düzenleyen (böylece de, geçmişten sapmayı görünürde yıkmaya katkıda bulunan) tarihsel çalışmanın ürünlerinin, belgelerin, anıtların, gereçlerin uygun bir biçimde üstlenilmesi sorununun çözümünü herhangi aşkın bir düşünceden değil de, ortak ve toparlayıcı bir çalışma olan tarihsel bilim çalışmasından beklememiz gerekir. Gerçekten de, yalnızca böyle bir çalışma, yapıtın üretimine ilişkin toplumsal koşulları yeterince tanımamızı sağlayabilir ve aynı zamanda onun nedenini açıklayabilecek olanakları da sağlayabilir, bir başka deyişle ona özgül gerekçesini ve gerekliliğini kazandırabilir, kısacası varlığının zorunlu niteliğini duyumsatabilir (bu, Gadamer’in sandığı gibi tarihsel çevrenin yeniden canlandırılması anlamına gelmez); …

… bilincin karşısına evrensel öz görünümü altında çıkan, tarihin nesnelleştirilmiş veya bütünlüğe kavuşturulmuş izlerinin tarihsel gerçekliğini yeniden bulgulama olanağını, yalnızca toplumsal tarih verebilir.

470.
Özgür düşünceye, tarihsel bir anımsatma gücü aracılığıyla ulaşılabilinir; bu anımsatma gücü, düşünce içinde tarihsel çalışmanın göz ardı edilen bir ürünü niteliğini taşıyan her şeyi ortaya koyabilecek yeterlikte olmalıdır.

… bizim düşüncelerimiz kendi yapılarının bireyoluşunu ve soyoluşunu unutmuştur.

475.
… sanatsal algılamanın toplumbiliminin ne olması gerektiği…  …yaptığım bir sunuşta (P. Bourdieu, “Elements d’une théorie sociologique de la perception artistique” 1968)… Sanat yapıtının anlaşılmasını bir çözme eylemi biçiminde tanımlayarak, sanat yapıtı biliminin amacının, tarihsel bakımdan oluşturulmuş bir sınıflandırma (ya da bölünme ilkeleri) dizgesi olarak tanımlanan, farklılıkları adlandırmayı veya ayrımına varmayı sağlayan bir dizi sözcük içinde belirginleşmiş sanatsal kural’ı yeniden oluşturmaya dayandığını ortaya atmıştım; daha doğrusu, sanat yapıtı biliminin amacı, zaman ve uzam içinde, özellikle özdeksel ve sembolik üretim araçlarının dönüşümüne bağlı olarak değişiklikler gösteren bu kuralların tarihini oluşturmaya dayanır.

476.
(bu sunuşumda)… duyarlılığın çıkardan arınmış düzeninin ve Kant’ın sözünü ettiği duyumsama yetisinin katıksız alıştırmasının, olasılığın son derece özel tarihsel ve toplumsal koşullarını, estetik hazzı, içinde “katıksız” ve “ilgiden arınmış” yeteneğin kalıcı bir biçimde oluşabileceği, ekonomik ve toplumsal koşula ulaşabilenlerin bir ayrıcalığı olduğundan şu “her insanın duyumsaması gereken” katıksız estetiği varsaydığını anımsatıyordum.

… duyarlı bilginin özgül mantığına yönelik incelememde, daha baştan açıkça ortaya koymayı denemekle birlikte, anlıkçı anlayıştan kopmada birçok güçlükle karşılaştığımı söyleyeyim; bu anlayış, Panofsky’nin kurduğu ikonolojik gelenek içinde, özellikle de o sıralar doruk noktasına ulaşmış göstergebilimsel gelenek içinde bile sanat yapıtının algılanmasını bir çözme eylemi olarak veya Austin’in “skolastik bakış açısı” olarak adlandırdığı şeye doğal bir yatkınlık gösteren son derece özgün bir lector yanılgısı aracılığıyla, yaygın bir biçimde söylendiği gibi, bir “okuma” olarak algılamaya eğilim gösteriyordu. Bu bakış açısı, Bakhtine’in söylediği gibi, dili (kılgısal bir biçimde konuşulup anlaşılmaya yönelik değil de) çözülmesi gereken geçersiz belge gibi görmeye yönelik olan “filolojizm”in ve daha genel bir düzlemde, çeviri örneğine dayalı her türlü anlama edimini oluşturmaya ve ne türden olursa olsun, bir kültürel yapıtın algılanmasını, üretim ve yorumlama kurallarının bilinçli bir biçimde gün ışığına çıkarılıp uygulanmasını gerektiren düşünsel bir çözme edimine dönüştürmeyi amaçlayan yorumbilimin temelinde yer alır.

478.
Günümüzde kültürel bakımdan en yoksul kişilerin, bir sanat tutkunu olarak, uygulama durumunda üretim alanının özerkleşmesinden kaynaklanan, tavır ve biçem farklılıklarının dolaysız bir biçimde algılanmasına olanak tanıyan özgül kategorilere sahip olmamalarından dolayı sanat yapıtlarına ancak gündelik yaşamda kullandıkları kılgısal taslakları uygulayabilmeleri nedeniyle, “gerçekçi” denilen bir beğeniye eğilim göstermeleri… Bunların (Pierro della Francesca’nın çağdaşları) böylece elde edebildikleri dolaysız kavrayış … günümüzün kültürlü amatörüne sağladığı dolaysız algılamayla çok fazla ortak yanlar taşımaz.

479.
Tarihselciliğin yadsınması üzerine kurulu olan yanıltıcı yarım yamalak algılamadan kurtulmak için, tarihçi, quattrocento insanının “ahlaksal ve tinsel bakış açısını”, bir başka deyişle ilk olarak bu kurum’un toplumsal koşullarını -bu kurum olmaksızın resim istemi, dolayısıyla pazarı oluşamaz-, resme, daha kesin bir anlatımla şu veya bu türe, tavıra, konuya: "Elde etmekten duyulan hazza, etken bir sevgiye, belli bir yurttaşlık bilincine, kendiliğinden anmaya ve belki de kendi reklamını yapmaya yönelik eğilime, zengin kimseler için zenginlik ve hoşa gitme yoluyla bir ödünleme biçimine, resim beğenisine ilişkin ilgi'yi yeniden oluşturmak zorundadır…"

480.
İşverenle ressam arasındaki ilişki, siparişi verenin ressama neyi, ne kadar zamanda, hangi renklerle resimleyeceğini buyurduğu yalın bir ticari ilişki niteliğini koruduğu sürece, yapıtların gerçek estetik değeri bir değer olarak, daha açık bir anlatımla ekonomik değerden bağımsız olarak kavranamaz…

481.
Sıradan bir tasarı niteliği taşıyan bir "dünya görüşü" oluşturmak, eski ama bilimsel gelenek içinde en çok kullanılan Weltanschauung (dünya görüşü) kavramına bir anlam katmak amaçlandığı durumda, tam anlamıyla sıra dışı, hatta olanaksızmış gibi bir nitelik edinir. Bunun nedeni … "bir toplumun görsel alışkanlıklarının büyük bir kesiminin yazılı belgelere doğal bir biçimde yansımamasıdır."

Tarihçinin, aritmetik kullanımları, dinsel uygulayım ve betimlemeleri ya da 15. Yy. İtalyan dansının uygulayımlarını kapsayan yazılı kaynaklara dayanarak elde ettiği birbirlerinden ayrılmaz bir biçimde bilişsel ve değerlendirmeci olan eğilimleri tanıması, ona, resimleri tarihsel kökenleri içinde anlama ve bu yolla da bunları tarihsel bir dünya görüşünü konu alan belgeler gibi ele alma, resim betimlemesine özgü gözle görünür özellikler içinde, ressam ve izleyicilerin kendi görüşleri ve dünyanın resim aracılığıyla betimlenmesi görüşleri içine kattıkları algılama ve değerlendirme tasarımlarına ilişkin özeelikleri bulma olanağı sağlar. "Din, eğitim, iş dünyasının" biçimlendirdiği "ahlaksal ve tinsel bakış", "quattrocento'nun bakışı", gündelik yaşam uygulayımları içinde, okulda, kilisede, pazarda dersleri, söylevleri veya vaızları izleyerek, buğday ya da kumaş toplarını ölçerek veya bileşik faiz ya da deniz sigortasına ilişkin sorunların üstesinden gelerek edinilip tüm sıradan yaşam içinde, ayrıca sanat yapıtının üretim ve algılanması içinde uygulamaya konulan algılama ve değerlendirme, yargı ve tat alma tasarımlarının dizgesinden başka bir şey değildir.

483.
Bir resimden hoşlanmak, quattrocento döneminin satıcısı söz konusu olduğunda, en "zengin", görünürde en pahalı renkler ve en açıkça sergilenen resim uygulayımı biçiminde kendini bulmak, harcamalarının karşılığını almak, parayla resmi satın almaktır; ama aynı zamanda bu, -burada, estetik hazzın modernizm öncesi biçiminin tanımını da bulabiliriz-, resim içinde kendini tümüyle bulmaya, burada kendini tanımaya, rahat olmaya, yabancı hissetmemeye, kişinin kendi dünyasını ve dünyayla bağlarını yeniden bulmaya dayanan ek doyumu bulmaktır: Sanatsal gözlemin sağladığı erinç, sanat yapıtının, nedensizliğin yoğunluk kazandırdığı bir biçim altında, dünyayla dolaysız, bilinç ve düşünce öncesi bir uyumun deneyimi, kılgısal anlamda nesnelleştirilmiş anlamlandırmalar arasında inanılmaz bir rastlantı olarak mutluluğu oluşturan başarılı kavrayış edimlerini gerçekleştirme fırsatını sağlamasından kaynaklanır. Bu da, sanat sevgisini tutkulu bir dil içinde betimleyen etkileyici ideolojinin "iyi temellendirilmiş bir yanılgı" olduğu anlamına gelir: …

484.
… estetikçilerin durmaksızın vurguladıkları gibi, sanatsal deneyim, çözümleme ve uslamlamanın değil de anlam ve alanına giriyorsa, bunun nedeni, birbirlerini karşılıklı olarak gerektiren oluşturucu eylemle oluşmuş nesne arasındaki eytişimin, habitus’la dünya arasındaki özde anlaşılması güç ilişki içinde gerçekleşmesidir.

491.
doxa’nın önvarsayımlarının doğal uygulamasından kaynaklandığı için gerçek anlamda açık çelişkilerle dolu bir alladoxia’ya yönelik gerçek bir kışkırtma niteliği taşıyan bu tuzağa yakalanan okur…

492.
…profesyonel okurun “skolastik” okuma etkinliği…

493.
Gerçekleşmeleri için izleyicinin etkin katılımını gerektiren kinetik sanat yapıtlarını andıran Faulkner’ın romanları…

495.
İçine daldıkları dünyanın anlamının oluşturulmasında aynı önvarsayımları ortaya koyan bir dizi etken kişinin ortak bir biçimde paylaştığı dünya ve zamanla kılgısal ilişki, bu dünyanın deneyimini usun dünyası olarak temellendirir. Toplumsal dünyanın yapılarının -ve, özellikle de dolaysız eğilimleriyle zamansal uyumunun- birbirlerine eklemlenmesinin bir ürünü olan kılgısal anlam niteliğiyle habitus, genel olarak olayların akışıyla doğrulandıkları için, bildik dünya ile, bir özneyle nesne arasındaki bağıntıya hiçbir biçimde indirgenemeyen, dolaysız bir yakınlık veya varlıkbilimsel ortaklık ilişkisini temellendiren önvarsayımlar (assumptions) ve öncelemeler üretir.

Kısacası habitus, toplumsal yapılaşmanın, dünyanın anlamını, daha açık bir deyişle anlamlandırılmasını ama ayrılmaz bir biçimde gel-eceğe yönelimini kılgısal olarak oluşturmamızı sağlayan tüm önceleme ve önvarsayımların ilkesidir.

501.
… Flaubert, gerçeği kurgularla uyumlu kılmaya yönelik eğilimin ilkesini, gerçeği bir yanılgı gibi görmeye ve illusio’yu, Durkheim’ın din konusunda kullandığı terimle “iyi temellendirilmiş bir yanılsama” gerçekliği içinde algılamaya yönelten bir tür kopuş, ilgisizlik, stoacı sarsılmazlığın edilgen bir değişkesi içinde bulduğunu anımsatır.

…Gerçekliğin kurgusu ve kurgu olarak gerçeklik sorunu…

… toplumsal dünyanın en köklü yapıları…


505.
Her yerde, bir gürültü ve şamata içinde aydının öldüğünü, bir başka deyişle, ekonomik ve siyasal düzenin güçleriyle karşıtlaşabilecek karşı güçlerin sonuncularından birisinin sonunun geldiğin söylemek moda oldu.

Burada, kültürü ne bir kalıt, belirli bir sofulukla dolu zorunlu saygının yansıtıldığı ölü bir kültür, ne de bir egemen olma ve ayrımlaşma gereci, özünde günümüzün yeni Batı savunucuları için birbirlerinden pek de farklı olmayanların karşısına dikilen uç kültürler gibi değil de özgürlüğü varsayan bir özgürlük aracı, kapalı, şey kültürünün opus operatum’unun sürekli aşılmasına olanak tanıyan modus operandi olarak ele alanlara sesleniyorum.

506.
Aydın, çelişkili bir kişidir; özerklik ve bağlanma, katıksız kültür ve siyaset arasındaki zorunlu seçenekler içinde kavranmadıkça bu niteliğinin anlaşılmasına olanak yoktur. Bunun nedeni, tarihsel bakımdan bu karşıtlığın içinde ve bunun aracılığıyla oluşmasından kaynaklanmaktadır: …

Aydın, iki boyutlu bir kişiliktir; ancak (ve ancak) özgül yasalarına uyduğu özerk (daha açık bir deyişle dinsel, siyasal, ekonomik güçlerden bağımsız) bir düşün dünyasının sağladığı özgül bir yetkeyle donanması ve ancak (ve ancak) bu özgül yetkeyi siyasal savaşımlara katması durumunda bu niteliğiyle var olur ve varlığını sürdürür.

507.
Her türlü aşkın yanılsama biçimlerinin temelinde yer alan oluşuma ilişkin bellek yitimine karşı, görünüşte bir tarihsellik içermeyen, dünyayı algılayışımızı ve  kendimizi yapılaştıran düşünce biçimleri içinde varlığını sürdüren unutulmuş ve bastırılmış tarihin yeniden oluşturulmasından daha etkili bir panzehir yoktur.

509.
… etik ve bilimsel evrenselliğin özel bir biçimi adına…

510.
… bir kültürel alanın varoluşu içinde yer alan özerklik istemi, … durmaksızın yenilenen engel ve yetkeleri göz önünde bulundurmak zorundadır.

Bu durum, aydın alanıyla siyasal yetkeler arasındaki güncel ve geçmiş bağıntıların ülkelerin durumuna göre değişiklik göstermesinin, tüm ülkelerdeki aydınların olası birliğinin gerçek temelini oluşturan, ne olursa olsun daha fazla önem taşıyan değişmezler’i gizlemesinin -ulusal tarihlere göre ortaya çıkan farklılıklar doğrultusunda- gerekçelerinden birisidir. … Çeşitli ülkelerin aydınları, temel ilkesini aynı özgürleşme isteminin farklı engellerle karşılaşması olgusundan alan topluduruma ilişkin ve görüngüsel karşıtlıklara kapılarak bölünmekten kaçınmak için bu düzeneklerin tam anlamıyla bilincinde olmak zorundadırlar. Burada, aynı özerklik kaygısını karşıt tarihsel geleneklerle karşıtlaştırdıkları için, gerçeklikle ve görünürde birbirlerinin tersi mantıkla sürdürdükleri bağıntı içinde karşıtlaşıyormuş izlenimi uyandırmaları bakımından en çok göze batan Fransız düşünürlerle Alman düşünürlerin örneğini anımsatabilirim. Ama, Batı’da kimilerinin son derece incelikli bir egemenlik aracı olarak algıladığı, Doğu Avrupa ülkelerindeyse kimilerine özgürlüğün elde edilmesi olarak görünen görüş araştırması gibi bir sorun örneğini de alabilirdim.

511.
Bir aydın olarak, daha açık bir söyleyişle evrensel olma isteğiyle konuştuğumuzda, ağzımızdan çıkan her sözcük, özel bir aydın alanının deneyimi içinde yer alan tarihsel bilinçdışının sözcükleridir. Gerçek bir iletişime, ancak bizleri ayıran tarihsel bilinçdışını, bir başka deyişle bizlerin algılama ve düşünme ulamlarımızın birer ürünü olduğu aydın evrenlerinin özgül tarihlerini nesnelleştirmek ve buna egemen olmak koşuluyla kavuşabileceğimizi düşünüyorumç.

Uluslararası Aydınlar Birliği…  …özerliğin son derece ciddi bir tehlike içinde bulunduğu, ya da, daha açık bir deyişle yepyeni bir tehlikenin günümüzde kültürel üretim alanını etkilemeye başladığını; sanatçılar, yazarlar ve bilim adamlarının, toplum boyutundaki tartışmalara hem daha az eğilim göstermeleri hem de bu tartışmalara etkin bir biçimde katılma olanaklarının kendilerine giderek daha az tanınması nedeniyle bunların bu tür tartışmalardan tam anlamıyla dışarlandıklarını…

Özerkliğe yönelik tehlike, sanat dünyasıyla para dünyasının giderek daha büyük bir oranda iç içe geçmesinden kaynaklanmaktadır. Burada söylemek istediğimi, yeni korumacılık biçimleri, genellikle en çok çağcıllık savını güden ekonomik şirketlerle -Almanya’daki Daimler-Benz veya bankalar örneğinde olduğu gibi- kültürel üreticiler arasında yapılan yeni anlaşmalardır; ayrıca üniversitelerde yapılan araştırmalarda sponsorlara giderek daha sık başvurulmasını veya bir şirketin amaçlarına doğrudan bağlı eğitim kurumlarının (Almanya’daki Technologiezentren ya da Fransa’daki ticaret okulları gibi) kurulmasını da belirtmek istiyorum. Ama, ekonominin sanatsal veya bilimsel araştırmalar üzerindeki egemenliği, kültürel üretim ve dağıtım araçlarının, hatta tanıtma mercilerinin denetimi aracılığıyla, alan içinde de gerçekleşir. Büyük kültürel bürokrasilere (gazeteler, radyo, televizyon) bağlı olan üreticiler, pazarın gereklerine, ve özellikle de reklam verenlerin az çok güçlü ve dolaysız baskılarına bağlı olan kural ve zorlamaları kabullenme ve benimsemeye giderek daha fazla zorunlu kalırlar; ve bunlar, az çok bilinçsiz bir biçimde, çalışma koşullarının kendilerini tutsak kıldığı düşünsel etkinlik biçimlerinin (sözgelimi, genellikle gazeteciliğe özgü üretim ve eleştiri yasası olan fast writing ve fast reading’in), düşünsel gerçekleştirimin evrensel ölçeğinde oluşturulması eğilimi gösterirler.

514.
Ticari yazın yeni bir şey değildir ve ticaretin gerekleri kültürel alan içinde kendilerini gösterir. Ama yetkeyi ellerinde bulunduranların sürüm -ve benimsetme- araçları üzerindeki etkisi, kuşkusuz hiçbir zaman bugünkü denli geniş ve köklü, ayrıca araştırma yapıtıyla best-seller arasındaki sınır da bu denli bulanık olmamıştır. …bu bulanıklık, kültürel üretimin özerkliğine yönelik en büyük tehlikeyi oluşturur. Yaderkli üretici, İtalyanların son derece yerinde bir biçimde tuttulogo olarak adlandırdıkları bu kişi, tüm toplumsal etki biçimlerinin: piyasa, moda, devlet, siyaset, gazetecilik biçimlerinin kültürel üretim alanı içinde kendilerini gösterebilmelerini sağlayan Truva atıdır. … Jdanov’culuk…

516.
… mandarin söylencesi…
.
.
.

29 Nisan 2011

M. Hardt & A. Negri - Ortak Zenginlik

.
.
.

Ortak Zenginlik
M. Hardt & A. Negri

Çev. Eflâ-Barış Yıldırım - Ayrıntı Yayınları 2011 (2009) İstanbul


42
Tarihin mutlak bir görecelikle tehdit edildiğine inanıldığında, dini değerler ya da iradeci onaylamalar tek alternatifmiş gibi gözükür.

49
... Foucault, elbette siyasal İslam'ı desteklemez ve açıkça böylesi bir İslam'da ya da Şii din adamları sınıfında devrimci hiçbir yan bulunmadığında ısrar eder; ancak Avrupa'da başka yerlerdeki diğer tarihsel örneklerde olduğu gibi, dinin İran'da halk sınıflarını harekete geçiren bir mücadele biçimine önayak olduğunu kabul eder. ... Foucault'nun halk hareketlerinde dini güçlerin günlük yaşam, aile bağları ve sosyal ilişkileri özenle düzenleme biçimine hassasiyet göstermesi hiç de şaşırtıcı değildir. Başkaldırı bağlamında Foucault, "Onlar için din, öznelliklerini radikal biçimde değiştirecek bir şey bulma vaadi ve garantisi gibiydi" diye açıklar. Bizim Şah'ın devrilmesinin ardından baskıcı teokratik bir rejimin, kendisinin karşı çıktığı bir rejimin iktidara geldiği gerçeğinden ötürü Foucault'yu suçlamak gibi bir niyetimiz yok. Bunun yerine, onun makalelerinde en kayda değer bulduğumuz yan, isyanın dinsel köktenciliğinde ve beden üzerine odaklanışında, eğer farklı bir şekilde kullanılıp, teokratik rejimin sınırları dışına çıkarılabilseydi, radikal bir öznellik değişimi getirebilecek ve bir özgürlük projesine katkıda bulunabilecek biyo-politik güçlerin ayırdına varmış olmasıdır.

Şehrin büyük bir sessizliğe bürünüşü, şehrin ortasında son çığırtkan ve yırtıcı hesaplaşmaların yaydığı seslerin üstünü örtüyordu. Şehir resmen boşalmıştı. Korunan hakları tehdit eden kişiler, artık ortada değillerdi. Hırsız yoktu. Şehrin ortasında kalan zümre de bir süre sonra sessizliğe büründü, dudaklar gerginleşti, aslında yana bakan sabit gözler yakında gelecek yokedilişlerinin ayak seslerini duymaya başlamışlardı bile.

64
(Hobbes'un çokluk ve halk arasındaki kavramsal ayrımının temel içeriği) Hobbes, kralın halk olduğunu ilan eder; çünkü çokluğun aksine halk, birleşik bir nesnedir ve tek bir şahıs tarafından temsil edilebilir. Hobbes'un ayrımı yüzeyde basitçe geometriktir: çokluk çoğulken (ve bu nedenle tutarsız, kendini yönetmekten acizken); halk birdir (ve bu nedenle egemenliğe muktedirdir).

72
(Foucault) İktidar yalnızca özgür özneler üzerinde ve sadece onlar özgür olduğunda uygulanır.

74
"Eğer dünyaya inanırsanız ne kadar önemsiz olurlarsa olsunlar, kontrolü berteraf eden olaylara neden olursunuz; yüzey ya da hacimleri ne kadar küçk olursa olsun yeni uzam-zamanlar yaratırsınız... Kontrole direnme ya da boyun ğeme yetimiz, her hareketimizde ayrı değerlendirilmelidir." (Gilles Deleuze, Negotiations, 1995)

75
Biyopolitik olay aslında daima eşcinsel/queer bir olaydır; egemen kimlik ve normları parçalayarak iktidar ve özgürlük arasındaki bağlantıyı açığa çıkaran ve böylelikle alternatif bir öznellik üretimini başlatan yıkıcı bir öznelleştirme sürecidir.

77
2. Bölüm: Modernite ve Alter-Modernite Manzaraları

79
Modernite her zaman ikilidir. Akıl, Aydınlanma, gelenekten kopuş, sekülerizm ve benzeri terimlerle tanımlamadan önce, modernite bir iktidar ilişkisi olarak anlaşılmak zorundadır; yani tahakküm ve direniş, egemenlik ve özgürleşme mücadelesi olarak.

80
Sömürgecilik öncesi uygarlıklar birçok örnekte oldukça ileri, zengin, derin ve karmaşık uygarlıklardır ve sömürgeleştirilenin modern uygarlık denilen şeye katkısı azımsanmayacak düzeydedir ve büyük ölçüde görmezden gelinmiştir. Bu perspektif, geleneksel ve modern, yabani ve medeni gibi yaygın kabul gören ikilikleri parçalayıp dağıtır. Burada ... daha önemli olan şey şudur: Modernitede yaşanılan karşılaşmalar, daimi karşılıklı dönüşüm süreçleri biçiminde kendini gösterir.

85
Köleler ve proleterler, dünya çapındaki kapitalist iş bölümünde tamamlayıcı roller oynar; ancak Jamaika, Recife ve Alabama'nın köleleri aslında İngiltere ve Fransa'nın kapitalist ekonomilerine Birmingham, Boston ve Paris'teki işçilerden daha az dahil değildir.

86
Hiç şüphesiz bu, Haiti Devrimi'nin modern tarihte bu kadar görmezden gelinmesinin nedenlerinden biridir.

88
"Hiç kimse, bütün haklarını ve dolayısıyla da gücünü insan olmaktan çıkacak kadar başkasına devredemez; istediği her şeyi yapabilen bir egemen güç de asla olmayacaktır." Baruch Spinoza, Theological-Political Treatise

Tarihsel açıdan bu düşünce, köle ayaklanmalarının, isyanlarının ve toplu çıkışların oynadığı belirleyici rolü aydınlatır.

93
Biyo-iktidarın bedenlere derinlemesine nüfuz eden bir işleyişe sahip olduğu gerçeği, direniş için yer olmadığı anlamına mı gelir? ... İktidarı temel olarak ve direnişi de ona tepki olarak düşünmemeliyiz; aksine kulağa her ne kadar paradoksal gelirse gelsin, direniş iktidardan önce gelir. (Savaş aygıtının devletten önce göçebenin elinde olması gibi...) Burada Foucault'nun iktidarın sadece özgür özneler üzerinde uygulandığı tezinin ne kadar önemli olduğunu görebiliriz. Öznelerin özgürlüğü, iktidarın uygulanışından önce gelir ve onların direnişi basitçe o özgürlüğü ileri taşıma, genişletme ve güçlendirme çabasıdır.

96
Endüstriyel işçi sınıfının dışındaki başkaldırı ve emek figürlerinin pre-kapitalist veya ilkel olarak küçümsenmesi Marxist gelenek içinde kayda değer bir yere sahiptir.

101
Mariategui, "Kızılderililer, yüzlerce yıllık cumhuriyetçi yasalara rağmen, bireyselci olmadılar" diye yazar; onlar aksine ortak varoluş temelinde bir toplumda ısrar ettiler.

Üç büyük sosyalist devrimin hepsi de -Çin, Küba ve Rusya'da- bu devrimlere yol açan devrimci mücadeleler güçlü anti-modernite kuvvetleriyle dolu olmasına rağmen, tereddütsüz bir şekilde modernleştirme projelerini takip etmiştir. ... ekonomik kalkınma politikaları ve ideolojileri...

103
... Sovyetler Birliği'nin kalkınma modeli eğer kapitalist kalkınma diline tercüme edilmiş bir kurtuluş yanılsaması değilse neydi?

Çin'de kriz, sistemin çöküşüne değil evrilmesine yol açtı; fakat bu, kapitalist emek organizasyonu eşliğinde kalkınma sürecinin tamamen merkezi siyasi yönetimi anlamına gelen bir evrimdi. ... Geriye dönüp baktığımızda, Çin'de şu anda varolan neo-liberal rejim, kalkınmacı ideolojinin sosyalist rejim içinde başından beri ne kadar güçlü olduğunu daha iyi görmemize yardım ediyor.

Son olarak Küba, şimdiye kadar sadece kendisini zamanda dondurarak, başlangıçtaki bileşenlerini kaybetmiş bir tür sosyalist ideolojiyi korur hale gelerek, krizin sonuçlarını kendinden uzak tutmayı başarabildi. ... iki korkutucu alternatifi bertaraf etmek zorunda: Sovyet deneyiminin feci sonu ya da Çin'in neo-liberal evrimi.

104
Modernite ve modernizasyon projesi, devrimci mücadelelerde ortaya çıkan anti-modernite kuvvetlerinin bastırılması ve kontrolü için bir anahtar haline geldi.

112
Alter-Modernite
"İçinde birçok dünyanın mümkün olduğu bir dünya" Zapatista sloganı

113
(1990'ların sonunda ve yeni milenyumun ilk yıllarında kürsel sistemin liderlerinin buluşmalarında, Kuzey Amerika ve Avrupa çapında geniş protestolar düzenli olarak görülmeye başlandığında, medya onları hızlı bir şekilde "küreselleşme karşıtı" olarak tanımladı. Bu hareketlerde yer alanlar bu kavramdan rahatsızdı; çünkü küreselleşmenin mevcut biçimine karşı çıkmakla birlikte, onların birçoğu genel olarak küreselleşmeye karşı değildi. Aslında, onların önermeleri, alternatif fakat eşit küresel ticaret ilişkileri, kültürel alışveriş ve politik süreçlere odaklanır ve hareketlerin kendisi küresel ağlar inşa etmiştir. Bu hareketlerin kendileri için öngördüğü isim, o halde, küreselleşme karşıtlığından ziyade, "alter-küreselleşme"dir (veya Fransa'da yaygın olduğu gibi, altermondialiste).

114
... biz "alter-modernite" terimiyle, bizim kavramsallaştırmamızda terim anti-modernite geleneğinden doğduğu için, modernite ve onu tanımlayan iktidar ilişkisinden bir kopuşu kastediyoruz; ancak aynı zamanda karşıtlık ve direnişin ötesine geçtiği için anti-moderniteden de ayrılır.

(Fanon) (ulusal bilinç, siyahlık ve pan-Afrikanizm tehlikeleri gibi)... İster geçmiş acılar ister geçmiş zaferler adına olsun, kimliği ve geleneği olumlamanın modernitenin tahakkümüne karşı çıkışta bile, statik bir pozisyon yaratma tehlikesi taşır. Entelektüel, anti-modernitede sıkışıp kalmaktan kaçınmalı ve onu aşarak üçüncü bir aşamaya geçmelidir.

115
Anti-moderniteden alter-moderniteye geçiş, zıtlıkla değil, kopuş ve dönüşümle tanımlanır.

116
Meksika'daki yerli hakları için verilen Zapatista mücadeleleri, bu alter-modernitenin belirgin bir politik örneğini sunar. Zapatistalar, kimlik haklarına bağlı tartışmalı stratejilerden hiçbirisini takip etmez: Onlar ne (pozitif hukuk geleneği uyarınca) yerli kimliğinin diğer kimliklere eşit olduğunun yasalarla kabulünü talep eder; ne de (doğal hukuka göre) devlet karşısında geleneksel yerli iktidar yapı ve otoritelerinin egemenliği talebinde bulunur. Aslında çoğu Zapatista için, politikleşme süreci zaten hem Meksika devletiyle bir çatışmayı hem de yerli toplumların geleneksel otorite yapılarının bir reddini gerektirir. ... Onlar "olduğumuz kişi olma" değil; daha ziyade "olmak istediğimiz olma" hakkını talep eder.

117
Sosyalizm müphem bir şekilde modernite ve anti-modernite arasında dururken; komünizm, alter-modernite yollarını geliştirmek için ortak varoluşla doğrudan bağ kurarak hem modernite hem anti-moderniteden kopmak zorundadır.

118
Alter-modernite sadece bir kültür ve uygarlık değil; aynı oranda bir emek ve üretim sorunudur.

127. alter-modernite
-Avrupa Aydınlanması içindeki alternatif hat
-İşçi hareketleri hattı
-sömürgecilik, emperyalizm, ırk temelli egemenliğe direnen hat

121
... çokluk, tekilliklerin sayısız çoğulluğu arasında özerklik, eşitlik ve dayanışma ilişkileri tarafından karakterize edilen alter-modern mücadelelerin özgünlüğünü kavrayabilen, bir uygulamalı paralelizm anlayışıdır. Dünya çapındaki başka birçok mücadelede olduğu gibi, Bolivya mücadelelerinde de tüm işçileri temsil edebilen veya onlara rehberlik edebilen madenciler gibi tek bir emek figürü yoktur. Bunun yerine madenciler, sanayi işçileri, köylüler, işsiz insanlar, öğrenciler, ev işçileri ve emeğin diğer sayısız sektörü mücadeleye eşit derecede katılır.

122
Buradaki yol gösterici ilke daha önce Zapatista bağlamında gördüğümüzün aynısıdır: Hedef, kimliklerin tanınması, korunması veya onaylanması değil; çokluğun kendi kaderini belirleyebilme gücüdür.

124
Önceli çalışmamızda biz ... post-modernite kavramından faydalandık. Buna rağmen post-modernite kavramı, sona ermiş olana odaklanarak her şeyden önce negatif bir tasarım olduğundan, kavramsal olarak belirsizdir. ... Aşırı bir çeşitlilik gösteren post-modernite teorileri, genellikle toplumsal normların ve geleneklerin çağdaş uçuculuğundan bahseder; ancak kavramın kendisi güçlü bir direniş fikri içermediği gibi modernitenin "ötesini" neyin oluşturduğunu da açıklamaz.

125
... alter-modernite öznellik üretimi için bir aygıt [dispositif] oluşturur.

alter-modernitenin kendi terimleriyle tanımlanması:
1. Avrupa Aydınlanması içindeki alternatif hat... Machiavelli, Spinoza, Marx ... Burjuva toplumunun ve modern Avrupa felsefesinin başlangıcından beri, bu hat egemen mutlakçılığa karşı, her ne kadar cumhuriyetçi bir maske altında yürütülmüş olsa bile, mutlak demokrasi arayışını ifade etmiştir.
2. Dünya çapındaki işçi hareketleri... Burada da ... alternatif hat genellikle bastırılmış ve tanınmaz kılınmıştır.
3. (Bu hat) sömürgecilik, emperyalizm ve çok değişik biçimler almış ırk temelli egemenliğe direnen anti-modernite kuvvetlerini birbirine bağlar. Daha önce, bu tür hareketlerin tepkisel, zıt bir pozisyonda sıkışmaları ve modernite diyalektiğinin dışına asla çıkamamaları tehlikesinden söz etmiştik. Ancak daha da ciddi bir tehlike, başarılı başkaldırıların sonuçta modernitenin hiyerarşik iktidar ilişkilerini yeniden üretmeleridir. Kaç muzaffer ulusal özgürlük mücadelesi, ulusun küresel hiyerarşinin dibindeki konumunu onaylayarak ve halklarını sefilliğe mahkum ederek, yalnızca kapitalist mülkiyet ilişkilerini daimi hale getiren sömürgecilik sonrası devletlerin kurulmasıyla ve bu devletler eliyle küçük bir elit grubun hükümranlığıyla son bulmuştur! 

127
Ne var ki bu üç hattın hiçbirisi, alter-modernitenin yeterli bir tanımını oluşturmak için tek başına yeterli değildir.

... normatif yapıların, toplumsal hiyerarşilerin, sömürünün, vs eleştirisi gereklilik olmaya devam etse bile, bu entelektüel etkinlik için yeterli bir temel değildir artık. Entelektüel aynı zamanda, mücadelelerin arzuları ve pratiklerini normlar ve kurumlara dönüştürüp, yeni sosyal örgütlenme tarzları öne sürerek, yeni teorik ve sosyal düzenlemeler yaratabilecek kapasitede olmalıdır.

128
Entelektüel, diğerleri arasında tekil bir varlık olarak çokluğu yaratmayı hedefleyen ortak araştırma projesinde yer alan bir militandır ve sadece bir militan olabilir.

131
Ortak varoluşta bilgi için bir temel keşfetmek, her şeyden önce, bilimsel geleneğin nesnellik yalanlarının bir eleştirisini ama elbette o geleneğe bir dışarısı aramayan türde bir eleştiriyi gerektirir.

132
(Wittgenstein) "Yani neyin doğru neyin yanlış olduğuna insanların anlaşması mı karar verir diyorsunuz?" ... "Doğru ve yanlış olan insanların söyledikleri şeylerdir ve onlar kullandıkları dil üzerinde hemfikirdirler. Bu, fikirler konusunda değil; yaşam biçimleri [Lebensform] konusunda varılan bir anlaşmadır".

Dilsel pratik, yaşam biçimlerinde örgütlenen bir hakikatin kurucusudur: "Bir dili tahayyül etmek; bir yaşam biçimini tahayyül etmek demektir."

134
Biyo-politik akıl, rasyonelliği yaşamın hizmetine, tekniği ekolojik ihtiyaçların hizmetine ve servet birikimini de ortak varoluşun hizmetine sunmak zorundadır.

136
Foucault'nun öznellik üretiminde aktif olan maddi, sosyal, duygusal ve düşünsel mekanizmalar anlamında kullandığı dispositifler kavramı... Foucault dispositif'i stratejik bir amaç tarafından yönlendirilen bir heterojen elementler ağı olarak tanımlar:

"Dispositif'ten temel işlevi, diyelim ki, verili bir tarihsel anda bir talebe [urgence] cevap vermek olan bir tür oluşumu anlıyorum. Dispositif'in böylece, onun güç ilişkisinin belirli bir manipülasyonu ve o güç ilişkisindekilerle ya onları belirli bir yönde geliştirmek veya engellemek ya da onlara istikrar kazandırıp onlardan faydalanmak için rasyonel ve düzenlenmiş bir müdahaleyi kapsaması [anlamına gelen], muazzam bir stratejik fonksiyonu vardır. Dispositif bu yüzden her zaman bir iktidar ilişkisiyle tanımlanır; ama sürekli olarak kaynaklandığı ve aynı zamanda koşullandığı bilginin bir ya da birkaç sınırına bağlıdır."

Foucault'nun stratejik bilgi kavramı, ortak varoluşun kolektif üretimini, egemen iktidarı yıkmayı ve güçleri belirli bir yönde yeniden yerleştirmeyi amaçlayan bir müdahale olarak kavramamıza olanak tanır.

141
(dünyanın pek çok yerinde emeğin geçirdiği mevcut dönüşümler:) 1. maddi olmayan emeğin hegemonyası, 2. çalışmanın kadınsılaşması, 3. karışım ve göç

143
... kapitalist üretim apaçık biçimde sadece (hatta aslen) metaların değil, toplumsal ilişkilerin ve yaşam biçimlerinin de üretimine yönelir.

145
Politik ekonomiye dair eleştiriler, Marksist gelenek de dahil olmak üzere, genellikle artı-değer ve sömürüyü anlamak için ölçümsel ve niceliksel yöntemlere odaklanmıştır. Buna karşı biyo-politik ürünler, tüm niceliksel ölçümleri aşmaya ve paylaşılması kolay ve özel mülkiyet olarak kuşatılması güç olan ortak biçimlere bürünme eğilimi gösterir.

150
Düşünsel ve duygusal emek, çağrı merkezleri veya gıda hizmetleri gibi kimi en sıkı ve en ağır sömürü koşullarında bile, işbirliğini genellikle kapitalist komuta zincirinin dışında, özerk olarak üretir. İşbirliğinin entelektüel, iletişimsel ve duygulanımsal araçları genellikle üretici karşılaşmaların kendi bünyesinde yaratılır ve dışarıdan yönlendirilemez.

151
... sermaye ve üretken toplumsal yaşam arasındaki ilişki, artık Marx'ın anladığı anlamda organik değildir; çünkü sermayenin üretim süreçlerindeki rolü giderek dışsallaşmakta ve azalmaktadır. Biyo-politik emek gücü kapitalist bünye içinde işleyen bir organ olmaktan ziyade giderek daha fazla özerk hale geliyor; sermaye de disiplinci rejimleriyle, ele geçirme aygıtlarıyla, el koyma mekanizmalarıyla, mali ağlar ve benzeri şeylerle basitçe bu beden üzerinde bir parazit gibi geziniyor.

159
[biyo-politik] emek gücünün üretkenliğinin, sermaye tarafından istihdamınca belirlenmiş sınırları giderek daha fazla aştığı gerçeği... Sözgelimi otomobil işçileri olağanüstü mekanik ve teknolojik bilgi ve vasıflara sahiptir; ancak bunlar esasen çalışma yeri odaklıdır: Bu vasıflar ev garajlarındaki bazı kaba onarım işleri dışında, sadece fabrikada ve dolayısıyla ancak sermayeyle bağlantısı içinde gerçekleştirilebilir. Buna karşılık duygulanımsal ve zihinsel yetekler, işbirliği ve örgütsel ağlar oluşturma kapasiteleri, iletişim vasıfları ve biyo-politik emeği karakterize eden diğer yetiler genellikle çalışma yeri odaklı değildir.

172
Kronolojik zamanın tekrarını ve monotonluğunu kıran fırsat anı anlamına gelen kairos'un politik bir özne tarafından yakalanması gerekir.

173
... çokluk, kendisini oluşturan tekilliklerin özerkliğini feda etmeden kendisini nasıl örgütleyebilir?

198
Spinoza, duyumlar düzeyinde bir yaşam için özlem ve yaşam özlemi (conatus) tanımlar; bu özlem duygulanımlar aracılığıyla işleyen arzu (cupiditas) üzerine inşa edilir ve arzunun içinde yönlendirilir: Buna karşılık arzu, akılda işleyen sevgide (amor) güçlenir ve onaylanır.

199
... cehalet, korku ve batıl inancı sadece akıl yoksunluğu olarak değil; ancak kendisine karşı döndürülmüş bir aklın gücü ve eşit derecede de engellenmiş ve bozulmuş bir bedenin gücü olarak değerlendirmek gerekir. Bu yaklaşım bize, insanların bazen neden kölelikleri için kurtuluşlarıymış gibi çaba gösterdiğinin, yoksulların neden kimi zaman diktatörleri desteklediğinin, işçi sınıfının neden aşırı sağ partilere oy verdiğinin ve istismar edilen eş ve çocukların neden istismarcılarını koruduğunun Spinozacı bir açıklamasını sunar.

203
... bizi (sözümona) daha büyük bir kötülükten koruyan ehvenişer...

224
cuius regio, eius religio  ... Kimin toprağı, onun dini.

236
"Ben kalabalıktan, sürüden nefret ederim. Kalabalık bana her zaman aptal ya da aşağılık zulümlerin suçlusu gibi gelmiştir... Kalabalığı, isyan günleri hariç hiçbir zaman sevmedim, belki o zamanlar bile sevmedim! O günlerde, havada muhteşem bir esinti vardır ve insan, doğanınki kadar büyük, ancak daha çoşkulu olan bir insan şiirselliğiyle sarhoş olduğunu hisseder." Gustave Flaubert'ten Louise Colet'e, 31 Mart 1853

İktidar yalnızca özgür özneler üzerinde uygulanabilir ve bu nedenle bu öznelerin direnişi gerçekten de iktidara ardıl değildir; aksine önsel olan özgürlüklerinin bir ifadesidir. Özgürlüğün bir uygulama alanı olarak isyan, iktidarın tepki olarak alacağı biçimlerden önce gelmekle kalmaz, aynı zamanda onları önceden tasarlar.

237
... bizim görevimiz, küresel yönetişimin bozuk dünyasında iktidarın özgürlük ve adalet karşıtı tutumlarıyla, hiyerarşi ve kontrolün çeşitli biçimleriyle ve el koyma ve sömürünün acımasız biçimleriyle yüz yüze kalan özneler tarafından ifade edilen  öfke temelinde aşağıdan doğan antagonistik öznelliklerin örgütlenme çerçevesini incelemektir.

238
... öfke, belli bir miktarda şiddet içerir.

Modern politik hareketlerin tarihinde, öfkeye dayalı kendi kendini örgütleyen hareketlerin önemli örnekleri genellikle jaköriler [jacqueries] olarak isimlendirilmiştir: On altıncı ve On yedinci avrupa'da görülen öfkeli köylü ayaklanmalarından, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın kendiliğinden işçi isyanlarına, sömürgecilik karşıtı başkaldırılardan ırksal isyanlara kadar kent ayaklanmalarının, yiyecek isyanlarının çeşitli biçimleri vs.

239
... bazılarının salgın dediği ve modern tarihi duraksatan böylesi ayaklanmaların...

240
... ekonomik üretimin alanı toplumsal düzleme boydan boya yayılmış ve ekonomik değerin üretimi giderek artan bir şekilde toplumsal ilişkiler ve yaşam biçimlerinin üretiminden ayırt edilemez hale gelmiştir.

243
Marx ve Maksist gelenek, iki temel zamansal ayrıma odaklanır: Zorunlu emek zamanı (işçinin hayatını sürdürmek için zorunlu olan değerin üretildiği zaman) ve artı-emek zamanı (kapitalist tarafından el konulan değerin üretildiği zaman) arasındaki ayrımla çalışma zamanı ve yaşam zamanı arasındaki ayrım. ... Zorunlu emek zamanı ve artı-emek zamanı bugün, giderek artan bir şekilde ardışık olarak değil, eş zamanlı olarak kavranmak zorundadır...

248
... "terörist" olarak damgalanan bütün direniş biçimlerine karşı terör uygulanır.

249
"Doğa, yani insan bedeni olmadığı sürece doğa, insanın inorganik bedenidir." Marx

250
... ortak varlık -İtalyanca il comune- kent anlamına gelir. Biyo-politik üretim için temel olarak işlev gören ortak varlık, ... esas olarak toprak, mineraller, su ve gazın maddi elementlerinde bulunan "doğal ortak varlık" değil; diller, imgeler, duygular, kodlar, alışkanlıklar ve pratiklerde bulunan "yapay ortak varlık"tır.

251
Fabrikanın alanı kent içinde olmasına rağmen, yine de yalıtıktır. Endüstriyel işçi sınıfı fabrikada üretir ve sonra bir başka yaşam faaliyeti için fabrika duvarlarını aşıp, kente geçer.

254
polis ... Tekillikler arasındaki karşılaşmaların politik olarak düzenlendiği yer.

255. Sermaye aslında metropoldeki şenlikli karşılaşmaları düzenleme değil; sadece üretilen ortak zenginliğe el koyma yetisine sahiptir.

264
En sentetik terimlerle ifade edecek olursak, krize, biyo-politik emeğin yeni ontolojisi yol açtı. Günümüz ekonomisinde merkezi bir rol olarak gelişen entelektüel, duygusal ve düşünsel emek, fabrika toplumu döneminde geliştirilen komuta ilişkisi ve disiplin biçimleriyle kontrol edilemez.

267
... üretim, yaşam biçimleri üreten "antropogenetik" bir hal alıyor. Bilginin ekonomik üretim içinde izlediği bu yörüngeden iki gerçek açığa çıkar. Birincisi bilgi artık sadece (meta formunda) bir değer yaratma amacı değildir; daha ziyade, bilgi üretiminin kendisi bir değer yaratma sürecidir. İkincisi bu bilgi artık bir kapitalist kontrol silahı olmaktan çıkmakla kalmaz, aynı zamanda aslında sermaye de paradoksal bir durumla yüz yüzedir: Bilgi üretimi yoluyla değer yaratmaya mecbur kaldığı oranda, bilgi sermayenin kontrolünden kaçar.

268
... sosyalizm, kapitalist üretimin devlet tarafından yönetilmesini sağlayan bir rejimdir.

272
... sosyalizm ve komünizm arasındaki farklılık... Bugünkü standart gazetecilik dilinde, komünizm daha çok ekonomi ve toplumun merkezileştirilmiş bir şekilde devlet tarafından kontrol edilmesini, faşizme paralel totaliter yönetim biçimini ifade etmek için kullanılır. Bir kavramın bu denli yozlaştırıldığı... komünizmi şu şekilde tanımlamaya başlayabiliriz: Kapitalizm için özel olan neyse, sosyalizm için kamusal olan neyse, komünizm için de ortak olan odur.

274
Biz doğmakta olan İmparatorluk'un, biraz ironik bir şekilde ... bir monark, sınırlı bir aristokrasi ve daha genel bir (düzmece-)demokratik temeli birleştiren piramitsel bir yapı içeren karma bir kuruluşa sahip olduğunu öne sürüyoruz.

276
Küresel aristokrasinin monarka ihtiyacı vardır: Onun Washington'da (veya Pekin'de) merkezi bir askeri iktidara; Los Angeles'ta (veya Mumbai'de) merkezi bir kültürel iktidara; New York'da (veya Frankfurt'ta) merkezi bir mali iktidara vs. ihtiyacı vardır.

280
ortak varoluş ... serbest erişim, serbest kullanım, özgür ifade, serbest etkileşim...

281
Ortak varoluşun birikimi, pek de bizim daha fazla fikir, daha fazla görüntü, daha fazla duygulanım vs. sahibi olmamız anlamına gelmez; ancak daha önemlisi, gücümüzün ve duygularımızın artışı anlamına gelir: Yani düşünme, hissetme, görme, birbirimizle ilişkilenme ve sevme güçlerimizin artışı.

Politik ekonominin bu tür kavramlarını [büyüme, varoluş stokunun artışı, üretim kapasitesi, vs.] toplumsal terimlerle yeniden düşünmemizi sağlayan gerekçelerden birisi, biyo-politik üretimin kıtlık mantığıyla sınırlanmamış oluşudur. Biyo-politik üretim, zenginlik ürettiği hammaddeleri yok etmez veya azaltmaz. Biyo-politik üretim, biyo'yu tüketmeden işe koşar. Üstelik, onun ürünü dışlayıcı değildir. Bir fikri veya imgeyi sizinle paylaştığımda, benim bu imge veya fikirle düşünme kapasitem azalmaz; aksine, fikirleri ve imgeleri değişmemiz, benim kapasitelerimi arttırır. Ve duygulanımların üretimi, iletişim devreleri ve işbirliği tarzları doğrudan doğruya toplumsaldır ve paylaşılabilir.

282
... profesyonel ekonomistlerin niceliksel göstergeleri, bu biyo-politik alan üzerine çok sınırlı bir bakış açısı sunar.

298
Tarihsel açıdan egemen olarak ortaya çıkan ve temel amacı mülkiyeti korumak ve ona hizmet etmek olan cumhuriyrtçi yönetim sermayenin gelişimi besleyerek, onun aşırılıklarını düzenleyerek ve çıkarlarını teminat altına alarak, sermaye için yeterli bir destek işlevi gördü.

303
büyük metyropoller ... içme suyu, temel sağlık koşulları, elektrik, makul fiyatlı gıda ve yaşamı sürdürmek için diğer fiziksel gereksinimler...

305
aile maaşı

321
... kimliğin vahşetinin, özellikle de bu vahşete tabi olmayanlar için büyük oranda görülmez olması, bu şiddete karşı gelmeyi çok daha zor bir hale getirir.

332
Kimliğe kıyasla tekillik kavramı, içsel olarak onu çokluğa bağlayan üç temel karakteristikle tanımlanır. Her şeyden önce tekillik, kendisi dışındaki bir çokluğa işaret eder ve onunla tanımlanır. Hiçbir tekillik kendi başına varolamaz ve kavranamaz; varlığı ve tanımı zorunlu olarak toplumu oluşturan diğer tekilliklerle ilişkisinden türer. İkinci olarak her tekillik, kendi içindeki bir çok boyutluluğa işaret eder. Her tekilliği boydan boya kesen sayısız ayrım, tekilliğin altını oymaz; aslında onun tanımını oluşturur. Üçüncü olarak, tekillik her zaman, zamansal bir çok boyutlulukla, bir farklı oluş süreciyle iç içedir.

333
Kimlikler kurtarılabilir; ancak sadece tekillikler kendilerini özgürleştirebilirler.

345
Lenin'in, insanların işte patrona ihtiyaç duyacak şekilde yetiştirildikleri için, politikada da patrona ihtiyaç duydukları iddiası... Bugünün biyo-politik üretimi... işte patrona ihtiyacı yoktur.

346
Hannah Arendt, ekonomik faktörlerin politik yaşamla olan alakasını önemsemez; çünkü işgücü kapasitelerinin (vazifelerin tekrarının ezberi, komutaya itaat vs.) özerklik- iletişim, işbirliği ve yaratıcılık gerektiren politik yaşamla bağlantılı olmadığına inanır. Bununla birlikte biyo-politik emek, giderek artan bir şekilde bu gerçek politik kapasiteler tarafından tanımlanır ve dolayısıyla ekonomik alanda ortaya çıkan bu kapasiteler, demokratik organizasyonların politik alandaki gelişimini mümkün kılar ve aslında iki alan arasındaki giderek artan genel örtüşmeyi gözler önüne serer.

369
Spinoza'nın düşüncesinde, aslında, etkileme gücümüz (aklımızın düşünme gücü ve bedenimizin eyleme gücü) ve duygulanma gücümüz arasında bir denklik vardır. Aklımızın düşünce yeteneği büyüdükçe, başkalarının fikirleri tarafından duygulanma kapasitesi de artar; bedenimizin eyleme etkisi arttıkça, diğer bedenlerden etkilenme kapasitesi de artar.
.
.
.

08 Şubat 2011

Aylin Tekiner - Atatürk Heykelleri

.

.

.

    Mustafa Kemal Üniversitesi (Antakya), Tayfur Sökmen Kampüsü'nde yer alan 
üç Atatürk heykelinden biri...



.
Aylin Tekiner
Atatürk Heykelleri
Kült, Estetik, Siyaset
İletişim Yay. 2010 İstanbul

15.
Afşar Timuçin'in de belirttiği gibi estetik araştırma bir nitelikler araştırmasıdır ve burada ortaya koyduğumuz yargılar nitelik yargısıdır. Eagleton'ın değindiği geleneksel estetiğin temel öğeleri olan güzellik, uyum, bütünlük ve görünüm bu değerlendirilmenin sezgisel temelini oluşturmuştur.

16.
Türkçe'de "anmak" fiiline bağlanan "anıt" sözcüğüne, Osmanlıca'da "abide" sözcüğü karşılık gelir. "Abid" sözcüğü, "ebedi" kökünden... anıyı sonsuz kılmayı ima ettiği söylenebilir. Romen diller, ... İngilizce ve Fransızca'da kullanılan "monument, monumento" sözcüğü de Latince'de "hatırlamak" anlamına gelen "monere" kökünden gelir...

18.
Resim, heykel, karikatür, edebiyat veya tiyatro gibi diğer sanatsal dışavurumların iktidar karşıtı yapıtlar üretebildiği görülürken bu karşı duruşun anıtlarda sergilenebilmesi daha güçtür.

(Dipnot:) Hadjinicholao, görsel ideolojiyi, bir resmin, insanların yaşamlarını varoluş koşullarıyla ilintileme biçimlerini dile getirdikleri biçimsel ve izleksel öğelerin özgül bir bileşimi, toplumsal bir sınıfın tümel ideolojisinin tikel bir biçimini oluşturan bir bileşim olarak tanımlar.

20.
Leppert'e göre teamül, herhangi bir işi toplumun onay verdiği belli bir tarzda yaparken izlenen yoldur. (eğilim)

21. Göstergeler, nitel/tek(il)/kural göstergeler, görüntüsel göstergeler (simge/ikon), belirti-simge-sözcebirim (terim) ve önerme-kanıt (çıkarım) olmak üzere üç temelde sınıflandırılırlar. Çalışma alanımızla doğrudan ilişkili olan gösterge biçimi, "varlığına işaret ettiği nesneyle bir benzerlik ilişkisi içerisinde olan" görüntüsel göstergelerdir. İkon, bir benzerlik ilişkisi içerisinde bir gösterilene (anlam) göndermede bulunan görsel bir biçimdir. Dolayısıyla nesnesini doğrudan doğruya canlandırması nedeniyle bu gösterge türü, istem dışı "belirti"nin tersine "nedenli bir göstergedir". İkonun en tipik örneklerinden biri de anıtlardır. ...Atatürk anıtları da ikon sınıfına girer.

22.
Ortaçağda heykel, mimarinin tamamlayıcı öğeliğinden çıkıp yavaş yavaş meydanlara yayılmaya başlarken, 19. yüzyıla gelindiğinde figüratif anıtlar "kamusal alan" için önemli öğeler haline gelmişti.
(Dipnot:) Bunun ilk örneğini, Sicilya Messina'da 1570'de Lepanto Fatihi'nin onuruna yapılmış olan anıtta görmekteyiz. Bu, 300 yıllık bir sürecin başlangıcı olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte anıtlar, monarşik ve aristokratik katı sınırlardan kurtulmaya başlamış, burjuva politik kültürünün ve betiminin korunması söz konusu olmuştur.

25.
Sanatın laikleşmesiyle birlikte otantiklik, kült değerinin yerini almaya başlamıştır. Sanat dinsel işlevinden sıyrılıp özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında siyasalın yoğun olarak beslendiği lider kültüne doğru yeni bir savrulma yaşamıştır. Her ne kadar sanatın laikleşmesi, sanat eserinin "kutsal varlık" olarak algılanmasının ve ona tapınmanın önünü kesmiş olsa da "kutsal" kavramı, lider kültünün yoğun yaşandığı 20. yüzyıl ulus-devlet oluşumlarında kendine yeni bir alan inşa etmiştir.

31.
Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Anadolu'nun zengin bir kültür mirasına sahip olmasıa karşın (1890 yılında yapılan kazılar, MÖ 1300'lerin sonunda Anadolu topraklarında bir heykel atölyesinin varlığını ortaya çıkarmıştır), Batılı gelenek bağlamında bir Türk heykel tarihi ancak Tanzimat dönemiyle başlatılabilir. Göçebe yaşam biçimine ait alışkanlıkların devam etmesi ve İslamiyetin tasvir yasağı bu uzun süreli kopuşun temel nedenleridir.
(Dipnot:) Selçuklu'nun, heykelin Anadolu'daki son temsilcisi ve koruyucusu olduğu sonucuna varabiliriz.

34. anıt-heykeller... meydan çeşmeleri, nişan taşları, dikili taş

35. Türkiye'nin heykel plastiğiyle tanışması 19. yüzyılda başlar. 1871 yılı bir dönüm noktası niteliğindedir. (Sultan Abdülaziz Büstü, C.F.Fuller, 1872, mermer, Topkapı Sarayı Müzesi; Sultan Abdülaziz Heykeli, C.F.Fuller, 1872, bronz, Beylerbeyi Sarayı)

45.
Tek parti dönemi 1923-1946
            Erken Cumhuriyet dönemi 1923-1933

46.
Her ne kadar Atatürk ve kurmayları kurmakta oldukları rejimin Osmanlı devletiyle hiçbir ortak özellik taşımadığını ve çürümüş geçmişten tam bir kopuşu ifade ettiğini vurgulasalar da, Osmanlı İmparatorluğu'nun idari ve siyasi yapısının hemen hemen tamamı Cumhuriyet Türkiyesi tarafından devralınmıştı.
(Dipnot:) ... son yıllarda yapılan bir araştırmaya göre, Cumhuriyet Türkiyesi'nin, Osmanlı devletinin ordusunun %93'ünü ve idari yapısının %85'ini tevarus (miras kalma) ettiğini vurgular.

47.
(Dipnot:) 1927'de milletvekili adaylarını belirleme yetkisinin CHF Genel Başkanı'na devredilmesine ilişkin tüzük değişikliğiyle Mustafa Kemal, meclis içi muhalefeti tasfiye edebileceği bir ortam yakalamış; Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay gibi eski yakın arkadaşlarını tamamen siyasi hayatın dışına çıkartmış ve Kazım Karabekir'in ifadesiyle "paşaların hesaplaşması" böylece sona ermiştir.

55.
Cihada katlmış Müslüman anlamına gelen "Gazi" unvanı...

56.
(Dipnot:) Edirne mebusu Mehmet Şeref Aykut 1936'da Kemalizm adlı yapıtında Kemalizmi bir ideoloji olarak tanımlamakla yetinmeyip bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir din olarak kabul eder.

57.
(Dipnot:) 19 Şubat 1932'de açılan Halkevleri, "misyoner" bir anlayışın ürünüdür ve kültürel alanın parti ilkeleri doğrultusunda düzenlenmesini üstlenir. ... Rejimin topluma "yedirilmesinde" bir diğer önemli eğitim kurumu Köy Enstitüleridir.

58.
"Mecburduk inkılabımızı oturtmaya ve Atatürk'ü putlaştırmaya" Şevket Süreyya Aydemir, 1975

59.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus-devlet sürecinde kendine model aldığı Batının "estetik formüllerini, elitizmini, evrenselleştirici iddialarını ve araçsal rasyonelliğini" uygulamaya koyma tarzı genel olarak tepeden inmeci bir yaklaşım olarak değerlendirilir.

60.
(Dipnot:) ... özellikle Cumhuriyet döneminin ilk evresinde, kökeni ve nüveleri Osmanlı'ya (II. Meşrutiyet Dönemine) dsayanmayan ciddi ideolojik oluşumlara rastlamak mümkün değildir: korporatizm, milliyetçilik ve popülizm.

61.
(eski düzen ile) Kopuş, en net biçimde modernleşmenin mekânı olarak düşünülen kent üzerinden gerçekleştirilir. Çünkü bilincin kesinkes mekân içinde üretileceğini, bilincin mekândan doğrudan etkileneceğini modernizm bir an dahi unutmaz. Modernizmde mekân, yeni gerçekliğin algılanmasını kolaylaştıran ve ideolojinin görselleştiği bir alana işaret eder; ...

62.
Yaratılmak istenen elit zümrenin ve burjuva kimliğin bu görsel öğelerle kendini varettiği kamusal alan aynı zamanda, bu zümrenin toplumda üst-yapısal düzeyde hegemonyasını kurduğu düzlemdir de.

63.
Kültür politikası kendi ereklerini gerçekleştirmek için sanata başvururken, sanat da kültür politikasına koşut olarak biçimlenir.
(Dipnot:) ... sanat gönüllü olarak inkılabın emrine girmelidir.

64.
Tanzimat döneminde açılan Sanayi-i Nefise-i Şahane'nin heykel eğitiminde temel aldığı akademik anlayış, Cumhuriyet kuşağınca da devam ettirilmiştir.

(Dipnot:) 1924'ün Ağustos ayında düzenlenen konkur sonucu yirmiiki kişi Almanya, Fransa ve Belçika'da öğrenim görme başarısı kazanır. Bu ilk grupta üç ressamla bir heykeltıraş (Sabiha Bengütaş/1925 İtalya) yer alır. ... ikinci kuşak heykelciler ise; Ali Hadi Bara (1927/Paris), Zühtü Müridoğlu (1928/Paris) ve Nusret Suman'dır (1929/ Almanya). ... "Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum. Volkan olup dönmelisiniz." (Atatürk)

65.
(Dipnot:) Nilüfer Öndin, Türk heykeltıraşlarının heykelde akademik (resmî) sanat anlayışına bağlı kalmalarının temelini Batı'daki yeni sanatsal gelişmeleri hazırlayan sosyolojik bağlardan kopuk olmalarına bağlar. Ayrıca devletin resmî görüşünün akademik anlayış doğrultusunda olması da bu tercihte etkilidir.

67.
(Dipnot:) Atatürk, her ne kadar ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını heykellerde yaşatacağı taahhütünde bulunmuş olsa da sağlığında kendi anıtlarından başka sadece Meçhul Asker Anıtı (1925) ve Menemen Şehit Kubilay Anıtı (1932) yapılacaktır.

68.
Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk figüratif anıtı Krippel'e ait Sarayburnu Atatürk Anıtı'dır.

75.
... tek parti döneminde sivil kıyafetli Atatürk anıtlarının sayısı azınlıktadır.
(Dipnot:) Levent Köker, Kemalizmin eylemde olmasa bile söylem düzeyinde, toplumu topyekûn değiştirme tasavvuruna sahip olduğu için, totaliter bir mahiyet arz ettiği fikrindedir.

76.
Muhafazakar (onun yanında reaksiyoner) tabana hitap eden Terakkiperver Fırka'nın kapatılmasının ardından ikinci "tek adam" anıtının Konya'da yapılmasını bir görsel tahakküm hamlesi olarak nitelemekte beis yoktur.

78.
Birinci Milli Mimarlık anlayışını (Osmanlı canlandırmacılığı) yani geleneksel çizgiyi sergileyen ilk yapılar zamanla (1930'lardan sonra) yerini, simetrik planlamanın olduğu, giriş akslarının, anıtsal ölçekli merdivenlerin ve giriş hollerinin devlet otoritesini hissettirdiği, resmi törenlere elverişli ve Nazi Almanyası'nda da kullanılan Alman-Avusturya ekolüyle inşa edilmiş anıtsal mimari yapılara bırakır.

80.
(Dipnot:) "Kurtuluş Savaşı yıllarında Sakarya Meydan Savaşı esnasında (23 Ağustos- 13 Eylül 1921) savaşın zaferle sonuçlanacağına ve Misak-ı Milli sınırları içinde bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulacağına o kadar inanıyordu ki, Ankara'nın 90 km. ötesinde Sakarya Meydan Savaşı'nın tüm hızı ile devam ettiği, top seslerinin Ankara'ya ulaştığı günlerde, Ankara'da, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nin temelini oluşturan bir Eti müzesi kurulması emrini vermesi işgal güçlerine 'biz müzemizi de kurduk bir ulus olarak geliyoruz. Bu toprakların geçmişi de geleceği de bizim' mesajını iletmek istemesi ile açıklanabilir ki ..."

88.
Atatürk'ün, Cumhuriyetin dışa dönük propoganda yayını olan La Turqie Kemaliste'de yer alan...

107.
..."fedakar anne/kadın" imgesinin de ancak Adana Milli Kurtuluş Anıtı'ndan itibaren "münevver anne/kadın" imgesine doğru evrildiği görülür.

110.
Kenan Yontunç ... kendisine bir gece geç vakitten gün ışıyana dek poz veren Atatürk'ün büstünü bire bir çalışma imkanı bulan ilk ve tek Türk heykeltıraşıdır.

118.
Türkiye'de akademik anıt anlayışının ötesine bugün dahi geçilememiş olması, heykeltıraşların yeti ve ufuklarından çok, kamusal alanda sanatın Atatürk anıtlarıyla sınırlı tutulmasıyla ve devlet patronajının bunu devam ettirmedeki ısrarcı tutumuyla ilişkilidir.

128.
(Güvenlik Anıtı) ... dönemin beden terbiyesi politikası ... Heykeltıraş Thorak, Nazi Almanyası'nın militer beden tasarımını anıtta belirgin kılmıştır.

137.
Cumhuriyet'in "peçesiz yeni kadını" koyu renkli kostümler, kısa saç ve makyajsız yüzlerle kamusal alana girmiş ve böylece erkeklerin şerefinin kadınların davranışlarıyla yakından bağlantılı olduğu bir toplumda cinsiyetsizliği adeta bir erdem haline getirerek kamusal varlığını meşrulaştırabilmiştir.

(Dipnot:) Kamusal alanda görece erkeksi ve cinsiyetsizleştirilmiş olan kadından özel alanda beklenen neşeli, alımlı, bilgili ve doğurgan olmasıdır.

149.
1930'ların sonlarında ... fütürist devrimci ruh yerini Alman ve İtalyan milliyetçi mimari eğilimlerin etkilerine ve İslam-öncesi Türk anıtlarından alınan ilhama bırakmıştır ... 1940-50 dönemine damgasını vuran ve "İkinci Ulusal Mimarlık Dönemi" olarak adlandırılan anlayış, katı çizgileriyle öylesine bir milli simgeciliğe ve iktidarı önceleyen bir anıtsallığa ulaşır ki, dönemin kimi mimarınca bu dönem "Taş Devri" olarak anılır.

156.
Bilimci, katı laisist ve rasyonalist Avrupa modernizmine karşı Amerika, pratik-teknisist, aynı zamanda "dine hürmetkar" bir modernleşmeyi temsil ediyordu.

163.
(Dipnot:) Bedi Enüstün ise, Türk milletinin en hakiki simgesinin Türk bayrağı olduğu, daha ulvi bir simge yaratmaya gerek olmadığı, yaranmak ya da ticari kazanç nedeniyle yapılan heykellerin ise ne Atatürk'ün ne de Türk milletinin simgesi olamayacağı fikrindedir (1951).

167.
Resmi ideolojinin "komünizm tehlikesi"ne karşı bir ideolojik tahkimat aracı olarak dinci ideolojiye başvurması da 60'larda yerine oturmuştur. ... Cumhuriyetçi elitler

174.
1954 yılına kadar Akademi'nin heykel bölümünün başında duran Rudolf Belling'in "az gelişmiş ülkeye temel eğitim olarak antik" anlayışı, 1930'lardan itibaren Türk heykel sanatçılarının beslendiği temel biçimsel öğreti olmuştur.

175.
Beton üzerine bronz giydirme tekniği... (Odtü anıtları)

176.
Bu eserin (Odtü - açılan sayfalar) Türk heykelciliğine kattığı bir diğer yenilik de alışılagelmiş kaide-heykel düalizminin kırılması olmuştur.

177.
Türkiye'nin anıt birikimine taze kan getiren bu iki anıtın ardından gerek biçimsel gerek teknik açıdan gerekse anıtsallık açısından yeni açılımların geldiğini söylemek güçtür. Bu anlayışta anıtlar elbette yapılmıştır ve günümüzde de yapılmaktadır ancak bunlar öncellerini ya teknik açıdan yakalayamıyor ya da tekniğin fazla ön plana çıktığı mimari yapılarla anıtsallığı ve samimiyeti gözden kaçırıyorlar.

178.
Atatürkçülük, diğer "sapık" ideolojilerin karşıtı ve alternatifi olarak görülmeye başlansa da bir ideoloji olarak tanımlanmasından kaçınılmış, bunun yerine "dünya görüşü" ya da "düşünce sistemi" kavramları tercih edilmiştir.

181.
Baskı dönemlerinde anıtlar genellikle ezici bir devasalıkla inşa edilir ve devletin gücü bu devasallık üzerinden görselleşir.

188.
Siyasal fikirlerin derinleşmesine 1960-80 döneminde aşırı politizasyon engel olurken, 1980 sonrasında da aşırı depolitizasyon ket vurmuştur.

191.
Cunta yönetimince yeniden tanımlanan Atatürkçülük, aşırı milliyetçi, anti-komünist ve islami göndermeleri de olan muhafazakar bir çizgidedir.
...
Tabi bu ideolojik yönelimin, Erken Cumhuriyet döneminin korporatist anlayışı ve bireyi ulus içinde eritmeye dönük tektipleştirme arzusuyla devamlılığı da görmezden gelinemez.

192.
(Dipnot:) Thompson'un ideolojinin işleyiş modları adı altında sınıflandırdığı 'hikayeleme' bir inşa stratejisi olarak ... belirli bir güncel girişimi, kendisiyle ilişkili olmayan bir geçmişle gerekçelendirme uğraşıdır. Kuruluşlar kendilerini görsel olarak tanımlama ihtiyacı duyduklarında geçmiş ile bugünün anlam ağını bir şekilde kesiştirme yoluna giderler. .. (örnek) Nutuk'ta geçen "Küçük kıvılcımlardan büyük yangınlar çıkar" ifadesi, bir itfaiye binasının ön cephesine yazılmıştır.

193.
... Evren'in konuşmalarına Atatürk'ün dinle ilgili sözlerinden alıntılarla başlaması... bu pragmatist yönelimden ... özellikle Türk-İslam sentezi söylemini benimseyen Aydınlar Ocağı gibi milliyetçi-muhafazakar odaklar, bu zemini, dindar ve itaatkar bir toplum tasarımını yayma imkanı olarak kullanacaklardır.

235.
(Osmanlı ve Selçuklu'ya ait geleneksel motiflerden esinlenerek yapılmış kent mobilyaları, ibrikler, kendi mekan temsillerine uygun figüratif anıtlar, iftar çadırları, şelaleler, vb.) Bu projeler Kahraman'a göre seçkinciliğin karşısına kiçi dikerken, yaklaşık yetmiş yıldır süregelen Batı eksenli Aydınlanma projesine kafa tutmaktadır.
(Dipnot:) Nilüfer Ergin, kamusal alanları dolduran ibriklerin, horozların, Van canavarlarının ve keçilerin toplumun kültür, sanat algısı üzerinde büyük bir yozlaşma yarattığına ve toplumun sanatla ilgili beklentisinin niteliğinin değiştiğine dikkat çeker.

240.
... Ümit Cizre devlet seçkinlerinin 12 Eylül'ün ardından dine karşı müsamahakar tutumları ile 28 Şubat sonrasında siyasal İslam'ı öncelikli iç tehdit saymaları arasındaki farka işaret eder.

242.
Sanatsal üretimi portre heykellerden ibaret sayan ve fabrikasyon üretimin etik yanını tartışma gereği duymayan "devlet heykeltıraşları", piyasayı solumayı özellikle 1990'ların söz ettiğimiz atmosferinde öğrenmiş hatta yeni talep alanlarını gözeterek fazla arz yaratmaya da başlamıştır.

258.
Başkentin 90'ların sonundan itibaren görmeye alıştığı ibrikler, yunuslar ve keçilerini güden çoban örneklerine ilave, devasa bir 'kiç' olarak yerini almıştır (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Atatürk Rölyefi, Ankara).

262.
Türkiye'de farklı biçim dillerine halen kapalı olan anıt anlayışı, figüratif anıt anlayışında ısrarcı olmuş...
...
devletin dokunulmaz, eleştirilmez bir demirbaşı olarak kabul görmüş...
...
dönemin siyasal-mekansal kodlarını içeren imge-simge düzlemi

272.
(Necati İnci'ye ait Kaş Atatürk anıtındaki Atatürk figürünün çoğaltılarak gönderildiği il ve ilçeler)
Hatay Altınözü, Hatay Cilvegözü, Hatay Denizciler, Hatay Hacılar Reyhanlı, Hatay Kumlu, Hatay Reyhanlı, Hatay Yayladağı Hükümet konağı önü, ...

298. (Nuriye Akman'ın Necati İnci'yle yaptığı röportaj metni)
Kırkağaç, Keşan, Adana Seyhan Barajı Atatürk heykelleri onun (Mehmet İnci'nin) blok mermerden yaptığı heykellerdir.

302.
Ben dahil Türkiye'de heykeltıraş olmadığını iddia ediyorum. Atölyeler çok yetersiz. Eğer talebeler Marmara Üniversitesi'nin Heykel ve Seramik bölümüne gidip orada vakit harcayacağına Anadolu Hisarı'ndaki çamurcu Hasan Usta'ya gitseler daha iyi çalışırlar.

303.
General Karakoyunlu bana, "Sen Mehmet İnci'nin oğlusun değil mi? Sizin için değil bu izin belgeleri, yeni çıkan müesseseler için" dedi ve hemen izin belgesini imzaladı.

305. (Ek 14 - 16 Ekim 2007 tarihinde araştırmacının Necati İnci ile yaptığı görüşme metni)
Bu komisyonlar, belediye başkanı, kaymakam, banka müdürü ya da eşraftan oluşur. ... Türkiye'nin her yerinde o yerin komutanı da, anıt komisyonlarının kurulmasında öncü olmuştur.



.

.

.