20 Haziran 2013

G. Deleuze & F. Guattari - Kapitalizm ve Şizofreni I-II

.
.
.
.
.
Kapitalizm ve Şizofreni I (1980)
Göçebebilimi İncelemesi: Savaş Makinası
Gilles Deleuze - Felix Guattari
(Çev. Ali Akay) Bağlam Yayınları 1990 İstanbul

5
"İş gücünü yerleşikleştirmek, saptamak, iş akımının devinimini kurallaştırmak, ona kanal ve su yolları ayırmak, örgüt anlamında loncalar oluşturmak ve gerisi için, zoraki, emek gücünü çağırmak bu yerlerde (angarya) veya yoksulların içinden (yardımseverlik atölyelerinde) işe almak - bu daima bedenin göçebeliğini ve çete serserilerini yenmeyi kendine hedef edinen devletin ilk işlerinden biri olmuştur."

6
Kapitalizm ve Şizofreni arasındaki bağ şudur: Psikanaliz de Kapitalizm de bunalımların sistemidir. Bunalımlar sayesinde yaşarlar. Lucréce'in demiş olduğu gibi, "İktidarların hastalıklı kişilere ihtiyaçları vardır ki, bunlar hastalıklarını sağlıklı kişilere geçirebilsinler" söylemi Kapitalizm için de Psikanaliz için de geçerlidir. ... Deleuze ve Guattari için kapitalizm çelişkilerinden yıkılmaz, tersine çelişki ve bunalımları sayesinde kendini yeniler ve aşar. Bunalımlar sayesinde yaşamını sürdürür. Tıpkı psikanalizin de bunalımlı insanlara gereksinimi olması gibidir bu. Sistemin dışında kalan ise şizofrenidir.

7
... şizofrenler kapitalist sistemin dışında duran ve sisteme boyun eğmeyenlerdir

20
(François Châtelet) Müziği sürekli evinde dinleyen "sesli bir varlık" olması fikrine karşı çıkıyordu: Müzik eylemin kendisidir. ... sadece eylemi üretir; Ne kavramı, ne de yaşanmışı doğrular, ama duygulu Aklın eylemini oluşturur.

21
Resmin düz yüzeyin bir tekniği olmadığı, heykelin üç boyutlu bir mekânın tekniği olmadığı gibi, müzik de zamanın bir ölçülüleşmesi veya oyunu değildir.

Şeyin, fikrin epistemolojik, insanın ve dünyanın antropolojik, maddenin ve tinin varlıkbilimsel farklılıkların ötesinde - kılgısal ilişkileri aydınlatmaya yarayan bilgilerin sistematik olmayan ve birleşik bir bütünün, niceliksel bir fiziğin projesini düşündüm durdum. Halbuki, bana öyle geliyor ki, köklerini téchne'de bulan ve biraz da praxis olan, Aristo'nun anladığı anlamda, yani yarattığının üzerinde değiştirme-taklit etmede, bir eser olarak, sanatın emeği, bu fiziğin ögeleri olan yapay gerçeklikler üretir. Bu araştırmanın içinde, müzikal sanat şu şekilde ayrı durur: doğasında görüntüyle ilgili olan temsiliyeti dışarıda bırakarak ve böylece muhtekir - tasavvur tuzağını aşarak, tanıma gücü ve hazzı olan güçlere sahip olan otomatları kurma işinde çok ileriye gider...

muhtekir vurguncu, spekülatör, rüşvetçi

25
Hint-Avrupa mitologialarının çok kesin çözümlemelerinde Georges Dumezil politik egemenliğin veya hükümdarlığın iki başlı olduğunu gösterdi: büyücü-kralın politik egemenliği, hukukçu-papazın politik egemenliği.

26
Savaşın bu aygıtın (devlet aygıtı) içinde olmadığına dikkat çekilecektir. Yahut devlet, savaş tarafından oluşmayan, bir şiddete sahiptir: Devlet savaşçıları değil, polisi ve gardiyanları kullanır...

27
İlişkilerin haberleşmesi kadar terimlerin ikiliklerini de geçip giden tüm bir kadın-oluş, savaşçının hayvan-oluşu vardır. Her bakımdan, savaş makinası başka bir türdendir, başka bir doğaya sahiptir ve devlet aygıtının kökeninden ayrıdır.

32
Devletin kendisinin savaş makinası yoktur; onu yalnızca askerî kurum şeklinde ele geçirir ve bu ona sorun çıkarır durur.

38
Hayvan sürülerinde bile, şeflik (sistem) en kuvvetli olanı önermeyen, ama içkin ilişkilerin bir dokusu yararına kalıcı iktidarların yerleştirilmesini yasaklayan karışık bir mekanizmadır. (I.S. Bernstein, La dominance sociale chez les primates, 1978)

40
"istekli bir hizmetkârlık" (Clastres)

44
Sırmalı (maden kırığı) veya laminaryalı (deniz yosunlu) akışta bir düz çizgiden onun paraleline doğru gidilemez artık, ama eğrili açılımdan (sapmadan), eğri bir plan üzerinde hava çevrintisinin (kasırga) ve sarmalların oluşumuna doğru gidilir; en küçük açı için en büyük eğinim.

47
Diferansiyel hesap için de doğrudur bu: diferansiyel hesap uzun zaman boyunca bilimsellik dışı bir konum taşıdı. Onu "gotik bir hipotez" olarak suçladılar, kraliyetçi bilim onda uysal bir uzlaşma değeri yahut iyi kurulmuş bir yapıntı değeri tanımaktan öteye gitmedi. Devletin büyük matematikçileri ona daha kapalı bir konum vermeye çalıştılar, ama tam anlamıyla sürekli değişim, geçiş, sonsuzcasına küçük, ayrışıklık, oluş kavramlarını, yani göçebe ve dinamik tüm kavramları elemek şartıyla buna giriştiler ve sıra sayıları için kullanılan ordinal ve statik sivil kuralları ona zorla kabul ettirdiler. Bu hidrolik model için de doğrudur: çünkü şüphesiz devletin kendisinin hidrolik (su mühendisliği) bir bilime ihyiyacı vardır. Bir hareketin bir noktadan başka bir noktaya gitmesini, mekanın kendisinin pürtüklü ve ölçülü olmasını, akışkanın katıya bağlı olmasını ve akımın paralel laminaryacı parçalarla yürürlüğe girmesini zorla kabul ettiren, hava çevrintisini engelleyen kıyılara, kanallara, su yollarına hidrolik gücü buyruk altına almak ihtiyacı olan devlet olduğuna göre bu çok değişik biçimde olmaktadır.



67
Bu seyyar bilimlerin usdışı, giz, büyü dolu girişimlerle daha içli dışlı olduğundan dolayı değildir. Kullanılamayacak kadar eskidiği vakit böyle bir duruma girerler. Ve ayrıca, kraliyetçi bilimler bir sürü papazlık ve büyü işleriyle kaplıdır. Bu iki modelin yarışında asıl ortaya çıkan göçebe veya seyyar bilimlerin bilimi ne bir iktidarı ele geçirmek için ne de özerk bir gelişme için yaptıkları şeydir. Böyle bir şeye olanakları bile olmaz, çünkü tüm işlemlerini sezginin ve inşaatın duygusallık koşullarına, maddenin akımını izlemeye, kaygan mekanı çizmeye ve tamir etmeye sınırlamışlardır.

73
En az bizden daha iyi düşündüğüne göre ve her zaman yeni memurlarını doğurduğuna göre ve insanlar düşünceyi ne kadar az ciddiye alırlarsa o kadar devletin istediği şekilde düşüneceklerine göre, düşünce kendisini ciddiye almamızı düşler.

86
… din mutlak’a inanır. … din devlet aygıtının bir parçasıdır.

100
Sayı ne hesaplama, ne de ölçme aracıdır, o bir yer değiştirme aracıdır.

107
Göçebelerin tarihi olmadığı doğrudur, çünkü onların sadece coğrafyaları vardır.

110
filom botanikte kullanılan bir sözcüktür. Eski Yunan dilinden Batı dillerine girmiştir. Bitkilerin liflerini belirler (Kılçık, fasulye kılçığı vb. gibi) Aynı zamanda bitkisel ve hayvansal şekillerin evrimsel serisidir.


Kapitalizm ve Şizofreni II

Kapma Aygıtı
Gilles Deleuze - Felix Guattari
(Çev. Ali Akay) Bağlam Yayınları 1993 İstanbul


41
… devlet aygıtı sakatlığın ve hatta ölümün gelmesini sağlar. Bunların daha önce olmasına ve insanların sakat ve yaşayan ölü biçiminde doğmasına devletin ihtiyacı vardır. … Sakatlık savaş nedeniyle olur, ama aynı sakatlık emek örgütünün ve devlet aygıtının bir ön koşulu, ve şartıdır (Sadece işçinin doğuştan sakatlığı değil, hatta tek gözlü, veya çolak tiplerinin doğuştan devlet adamı olması buradan ileri gelir). … Tepesindeki kadar tabanında da Devlet aygıtının, önceden olan sakatlara, savaş malullerine, ölü doğanlara, bulaşıcı hastalıklara, körlere ve çolaklara ihtiyacı vardır.

44
Marksist betimlemeyi izlersek: Daha önce soysop yurd kodları olan ilkel tarım cemaatleri üzerinde yükselen Devlet aygıtı; onları üst-kodlayarak, despot bir imparatorun iktidarına boyun eğdirir; bu despot kamu mülkiyetinin tek sahibi, aşkın kişi, stokların ve artık ürünün efendisi, büyük kamu işlerinin örgütleyicisi (artık iş), bürokrasinin ve kamu fonksiyonunun ilk kaynağıdır. Bağın, ilişkinin paradigması budur. Devletin anlamlar rejiminin kendisi işte budur: Üst-kodlama veya imleyen. Bu makinasal bir hizmetçileştirme sistemidir.

46
Bir üretim biçimini yapan Devlet olamaz, ama tersine, Devlet üretimden bir  “biçim” yapar.

57
Kapitalizmle beraber, en azından, uluslararası ekonomik ilişkilerin ve hatta tüm uluslararası ilişkilerin, sosyal formasyonları bağdaşıklaşmaya doğru götürdüğüne itiraz edilebilir. Yıkıma uğrayan ilkel toplumlar ve hatta en son despotik formasyonların düşüşü zikredilebilir. -Örneğin kapitalist zorunluluklara dayanıklılık ve sarsılmazlıkla karşı çıkan Osmanlı İmparatorluğu. Her şeye rağmen bu itirazın sadece kısmî bir önemi vardır. Kapitalizmin bir belitsel oluşturduğu ölçüde (Pazar için üretim yapmak) tüm Devletler ve sosyal formasyonlar gerçekleşme modeli adına eşbiçimli olmaya eğilimlidirler: Merkezileşmiş tek bir dünya pazarı vardır: Kapitalizm. Buna sosyalist adı verilen ülkeler de katılırlar. Öyleyse dünyasal organizasyon, ayrışık şekillderden geçmez, çünkü formasyonların eşbiçimliliğini (isomorphie) sağlar.

84
… kapitalizmin Devlete ihtiyacı olmayan ekonomik bir düzen geliştirdiği söylenebilir. Ve sonuçta, kapitalizm, hem üstün yersizyurtsuzlaşmakta hem de Pazar adına, Devlete karşı savaş çığlıkları atmakta eksik kalmaz.

85
Kapitalizmle birlikte Devletler yok olmaz. Ancak şekil değiştirir, yeni bir yön alırlar.

87
En çeşitli şekillerde adına ulus-Devlet denilen, gerçekleştirme modeli olarak Devlettir. Ve, neticede, ulusların doğuşu birçok yapaylık taşır: Bunlar ilerlemiş veya imparatorlukçu sistemlere, feodaliteye, kentlere karşı mücadele vermekle kalmaz, ama aynı zamanda kendi “azınlıklarını” da ezer, yani adlarına azınlıkçı veya “milliyetçi” denilen görüngüler ki, bunlar içten içe çalışır dururlar ve eski kodların içinde daha fazla özgürlük ortamları bulurlar.

Kısaca millet, devletin boyun eğdirme süreci şeklinde ortaya çıkardığı, modern devletin denk düştüğü kolektif öznelsellik işlemidir. Ulus-Devlet ise, her türlü mümkün çeşidiyle, kapitalist belitin gerçekleştirme modeli haline gelir.

106
Azınlıklar, ulus-devletlerin denetlediği veya boğduğu “milliyetçi” görüngüleri yeniden yaratır.
.
.
.
.
.
 


07 Haziran 2013

İsmail Yalçınlar - Strüktüral Morfoloji

.
.
.
.
Strüktüral Morfoloji I
İsmail Yalçınlar
İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü
Baha Matbaası, İstanbul 1958

1
"Yer rölief şekillerinin ilmi" olarak tarif edilen morfoloji, çeyrek asırdan beri daha sık kullanılmaya başlanan jeomorfoloji adı ile de tanınmıştır. Amerika'da jeolojinin, Avrupa'da da coğrafyanın bir kolu olarak telâkki edilen jeomorfoloji...

... arzın yüz kısmındaki rölief şekillerini tesbit ve bunları izaha çalışan morfoloji ... (tabiat ilimlerinden biridir). ... Bu yeni ilmin mevzuu, bütün arzın iç ve dış tabakalarını ve kanunlarını tetkik etmek olduğuna göre, saha ve şümul bakımlarından (fizik, jeofizik, coğrafya ve jeoloji ile karşılaştırıldığında) çok daha geniştir.

2
klimatoloji, idrografya, biocoğrafya

Yer röliefindeki şekillerin, mekân ve zaman dahilinde gösterdikleri değişmeler de morfolojinin mevzuunu teşkil eder.

... morfoloji, karaların ve bilhassa bunlar üzerindeki rölief şekillerinin ufkî ve şakulî istikametlerde gösterdikleri değişmeleri ve rölief şekillerinin zamanla geçirdikleri tahavvülâtı (değişmeleri) kendisine mevzu olarak almış bulunuyor.

5
orografi (dağların teşekkülü)

volkanik (iç) ve aşınma (dış)

6
Morfolojinin kuruluş ve gelişmesindeki gecikme, coğrafyanın diğer kolları ve jeolojinin bilhassa statigrafi ve tektonik sahasındaki büyük ilerleme ve gelişmelere kadar devam etmiştir.

sahre külte, kayaç

mineroloji, petrografik (doğada varolan kayaçların minerallerini, kimyasal bileşimlerini, yapı ve dokularını ve doğada bulunuş şekillerini ortaya koyarak, kayaçları tanımayı, sınıflamayı hedefleyen bilim dalı)

7
topoğrafya, tektonik


18. asrın son yarısı içerisinde Fransa, Almanya ve İngiltere'de başlayan morfolojik çalışma ve düşüncelerde, röliefin kalitatif ve kantitatif olarak tesbit ve izahına başlanmıştır (Kalitatif, analitik kimyada maddenin analiz edilmesi için kullanılan iki işlemden bir tanesidir. Analiz, kalitatif ve kantitatif diye ikiye ayrılır. Kalitatif (nitel) analiz; bir maddenin içinde madde miktarının ne kadar olduğuna yönelik değil, ancak maddenin ne olduğunu anlamaya yönelik yapılan bir analizdir.Kimyada bir maddenin hangi element veya bileşiklerden meydana geldiğini inceleyen analiz dalına Kalitatif , bu element ya da birleşiklerden her birinin ne yüzde(%) de oldugunu inceleyen analiz dalınada kantitatif denir. Bu iki analizin uygulanmasıyla yapılan analize ise kimyasal analiz denir).

rölief yüzey ondülasyonları (dalgalanma, kıvrılma) ve kabarıklıkları. desen oluşturan girinti ve çıkıntılar olarak
tanımlanabilir
























.
.
.
.

06 Haziran 2013

Friedrich Wilhelm Nietzsche - İşte İnsan

.
1844 (15 Ekim) Leipzig, doğum
  Byron’nun Dramatik Eserleri
1864      Pforta
              Schopenhauer’un İstem ve Düşünce Olarak Dünya kitabından etkileniyor.
1869’da Wagner’le tanışıyor.
              “Hayat yaşamaya değer, der sanat, o güzel ayartıcı; hayat anlamaya değer, der bilim.”
1870      The Greek Music Drama
1871    (1872 The Birth of Tragedy))            Tragedya’nın Doğuşu
1872 - 1875   Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe
1872      Müziğin Ruhundan Trajedinin Doğuşu
1873 - 1876      Zamansız Düşünceler (Deneme) (Çağa Aykırı Düşünceler) (The Untimely Meditations)
                                               David Straus
1874 "On the Use and Abuse of History for Life", ("Vom Nutzen und Nachteil der Historie für das Leben") 
                                               Eğitici Olarak Schopenhauer
                                               Richard Wagner Bayreuth’ta
                                               Biz Filologlar
1878      İnsanca, Pek İnsanca     (Pozitivist tutum) (Human, All Too Human)
1879      Gezgin ve Gölgesi
1881      Tan Kızıllığı (The Dawn)
1882, 1887          Şen Bilim (La Gaya Scienza) (The Gay Science)
1883 - 1885         Böyle Buyurdu Zerdüşt  (Thus Spoke Zarathustra)
1886      İyinin ve Kötünün Ötesinde  (Beyond Good and Evil)
1887      Ahlakın Soykütüğü (Kökbilimi) Üzerine  (On the Genealogy of Morals)
1888      Wagner Olayı  (The Case of Wagner) (1887?)
1888      Putların Alacakaranlığı  (Twilight of the Idols)
1888      Deccal  (The Antichrist)
1888      İşte İnsan  (Ecce Homo) (kişi nasıl kendisi olur)
1895 (1888?)      Wagner’e Karşı Nietzsche  (Nietzsche contra Wagner) (1887?)
Diyonizos Ditrambları
Güç İstemi  (The Will to Power and Other Posthumous Collections)
Homeros ve Klasik Dilbilim
Schopenhauer'ci Felsefe ve Uygarlığı
Zerdüşt Şiirine Eklemeler
1900 (25 Ağustos) Naumburg, ölüm
.
.
.
.
Friedrich Nietzsche
Ecce Homo
(Kişi Nasıl Kendisi Olur)
(Çev. Can Alkor), Say Dağıtım, 1990 İstanbul

8
... şimdiye dek erdemli diye saygı gören insan türüne tam karşıt bir yaradılıştayım. ... İnsanlar ülküsel bir dünya uydurdukları ölçüde gerçeğin değerini, anlamını, doğruluğunu harcadılar. "Gerçek dünya" ile "görünüşte dünya", -açıkçası: Uydurma dünya ile gerçek...

9
Bir kafa ne denli doğruya dayanabilir, ne denli doğruyu göze alabilir? Benim için gitgide asıl değer ölçüsü bu oldu. Yanılgı (ülküye inanç) körlük değildir, yanılgı korkaklıktır... Bilgide her kazanç, ileriye atılan her adım yüreklilikten gelir, kendi kendine karşı sertlikten, dürüstlükten gelir... Ülküleri çürütmüyorum ben, onların önünde eldiven giyiyorum yalnız... Nitimur in vetitum (Yasaklanmış olana erişmektir amacımız). Felsefem bu parolaya üstün gelecek birgün; çünkü şimdiye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.

11
Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir.

17
... belki de şimdiki Almanların, salt devlet yurttaşı Almanların olabileceğinden çok daha Almanım, siyasa dışı sonuncu Almanım ben.

38
Her türlü okuma benim için dinlenmeden sayılır; dolayısıyla beni kendi kendimden çekip alan, başka bilimlerde, başka ruhlarda gezmeye çıkaran, artık önemsemediğim şeylerden sayılır. Önemsediğim şeylerin yorgunluğunu alır zaten okumak. Sıkı çalışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde: Bir kimseyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu da okumak olurdu... Bilmem dikkat ettiniz mi, gebeliğin düşünceyi ve bütün örgenliği içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen her uyarım pek yaman etki yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış uyarımlardan elden geldiğince kaçınmalıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdünün yapacağı ilk akıllıca iş, çevresinde bir çeşit duvar örmektir.

örgen organ, uzuv

39
Başka zamanlarsa, hemen hemen aynı kitaplara geri dönerim hep, az sayıda, benim için sınanmış kitaplara. Belki de bana göre değildir çok ve çeşitli okumak: Bir okuma odasına girmek beni hasta eder.  ... Yeni kitaplara karşı güvensizlik, giderek düşmanlık benim içgüdüme "hoşgörü"den, (geniş yüreklilikten), "yardımseverlik"ten daha bir uygun düşer...

41
"Tanrının tek özürü var olmayışıdır." Stendhal 
"Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz neydi? Tanrı..." Nietzsche

49
Büyük harcamalarımız çok sık yaptığımız küçük harcamalardır.

50
Bilgin demek décadent demek. Gözümle gördüm bunu: Yetenekli, verimli, özgür yaradılışlar, daha otuz yaşlarında "okumaktan çökmüşler", kibrit gibiler artık; kıvılcım "düşünce" verebilmeleri için sürtmek gerek. -Daha sabahın köründe, insan dinçken, gücünün kuvvetinin şafağındayken, bir kitap açmak,- ayıp derim buna!

53
Bugüne dek en birinci insanlar diye saygı görenleri kendimle karşılaştırdığımda, aramızda elle tutulurcasına bir ayrım görüyorum. Bu sözde "birinci"leri insandan saymıyorum bile, -onlar benim gözümde insanlığın döküntüleri, hastalığın, öce susamış içgüdülerin doğurtmalarıdır; yıkım getiren, aslında onulmaz canavarlardır hepsi; hayattan öç alırlar... Bunun karşıtı olmak istiyorum ben.

76
Yüzyıl sonrasına bir göz atalım, varsayalım ki doğanın, insanın ikibin yıldan beri kirletilmesine karşı yağınmam başarıyla sonuçlanmıştır. O zaman hayattan yana olacak yeniler, görevlerin en büyüğünü, daha yüksek bir insanlık yetiştirilmesini, bunun bir parçası olarak da, soysuzlaşmış, asalaklaşmış her şeyin acımadan yok edilmesi işini  ele alacaktır ve Dionysosca durumun yeniden doğacağı o hayat bolluğunu yeryüzünde olanaklı kılacaklardır.

yağınmak yapmayı tasarladığı kötülüğü şurda burda söylemek, atıp tutmak

83
Bana bugüne dek o Avrupa'lı, Amerika'lı libres penseurs (özgür düşünür) ulusundan daha uzak, daha yabancı olan hiçbir şey bilmiyorum. O "çağdaş ülkeler"e inanan, uslanmaz kuş beyinlilerle, soytarılarla aramdaki uçurum, düşmanlarıyla aramda olandan çok daha derindir. Onlar da bir yol tutturmuş insanlığı kendilerine göre "düzeltmek" isterler; benim kim olduğumu, ne istediğimi bir bilseler, amansız bir savaş açarlardı bana karşı, -topu da "ülkeler"e inanır daha... İlk töresizci'yim ben...

Sözün kısası, insan bir şeyi anlatabilmek, elinde birkaç deyim, im, söyleme yolu daha çok bulundurmak için önüne çıkan fırsattan nasıl yararlanırsa, ben de...

93
İnsanca, Pek İnsanca, bana dışarıdan bulaşmış her türlü "yüksek yutturmaca"ya, "ülkücülüğe", "ince duygular"a, kadınca başka ne varsa hepsine hemen son vermek için kendi kendime koyduğum sıkı düzenin bu anıtı, ana hatlarıyla Sorrento'da yazıldı.

94
İnanılmaz şey! Wagner sofu olmuştu...

95
"Törel insan anlaşılır dünyaya doğal insandan daha yakın değildir, -anlaşılır dünya yoktur çünkü..." Bu cümle tarihsel bilginin -lisez: (... diye okuyunuz) Tüm değerlerin yenilenişi- çekici altında sertleşip keskinleşerek, ilerde belki bir gün -1890!- insanlığın "metafizik gereksinmesi"nin köküne vuracak balta olabilir, -insanlığın yararına mı, yoksa yıkımına mı, kimse bilemez bunu...

98
Rig veda II. 28. 9. (hind yazıtı)

100
Kendimizi korumayı, bedenin, yani hayatın gücünü arttırmayı önemsemekten bizi alıkoyuyorlarsa, ... bunlar décadence'a götüren yol değil de nedir?

113
Veda'ların ozanları rahiptirler, Zerdüşt'ün eline su bile dökemezler...

125
Hıristiyanlık hınç duygusundan, o özden doğmuştur, yoksa sanıldığı gibi tanrısal "öz"den değil...

127
Başlığındaki 'put' sözcüğü, şimdiye dek "doğru" dedikleri şeydir düpedüz.

131
Neden acı çekiyorum musikinin yazgısını duyduğumda? Musikinin dünyayı arıtıcı, olumlayıcı yanını yitirmiş olmasından, artık Dionysos'un flütü değil, bir 'décadence' musikisi olmasından...

135
... bugün ne varsa onların (Almanların) suçudur hep; hastalıkların, saçmalıkların ekine en zararlı olanı, ulusalcılık, Avrupa'yı hasta eden bu nevrose nationale (ulusal nevroz), Avrupa'da artık sürüp gidecek bu küçük devletler, bu küçük siyasa... -Buradan çıkacak bir yol bilen var mı benden başka? ... Ulusları yeniden birbirine bağlayacak büyüklükte bir ödev.

137
Bir insanın "ciğerini okurken", en önce baktığım şey, onda uzaklık duygusu olup olmadığı, insanla insan arasında kat, değer, sıra ayrımı gözetip gözetmediği, seçip seçmediğidir. ... başka türlü ne ederse etsin, o geniş yürekli, yumuşak başlı ayak takımı içindedir yeri.

144
... iyiliğe, iyilikseverliğe verilen aşırı değer, zaten décadence'ın (Hıristiyanlığın) sonucu, bir güçsüzlük belirtisi, gelişip serpilen, olumlayan hayatla bir uzlaşmazlık olarak görünüyor bana: Olumlamak için yadsımak ve yoketmek gerekir...

149
Hayatın en başta gelen içgüdülerini küçümsemeyi öğretmeleri; bedeni haklamak için bir "ruh" bir "tin" uydurmaları; hayatın temel koşulunu, cinselliği ayıp bir şey olarak duymayı öğretmeleri; serpilip gelişmek için en derinden zorunlu olan şeyi, o katı bencilliği -sözcüğün kendisi bile kara çalıcı- kötülük ilkesi saymaları; ... Şurası kesin ki, ona yalnız décadence değerleri en yüksek değerler olarak öğretildi.

151
"Tanrı" kavramı, hayata bir karşıt kavram olarak uydurulmuş, hayata zararlı, ağulu, kara çalıcı, onun can düşmanı ne varsa hepsi o kavramda bir ürkünç birlik olmuştur! "Öte yan", "gerçek dünya" kavramları, varolan biricik dünyayı değerden düşürmek, yerel gerçekliğimiz için bir tek amaç, neden, ödev bırakmamak için uydurulmuş! "Ruh", "tin", giderek "ölümsüz ruh" kavramları, bedeni hor görmek, onu hasta -ermiş- yapmak, hayatta önemsemeye değer ne varsa, beslenme, konut, düşünce düzeni, hastalara bakma, temizlik, hava vb. hepsinin karşısına ürkünç bir umursamazlık koymak için uydurulmuş! Sağlık yerine "ruhun selâmeti", yani tövbe çırpınmaları ve kurtuluş isterisi arasında gidip gelen bir folie circulaire (çevrimsel delilik)! "Günah" kavramı o kendinden ayrılmaz işkence aracıyla, "özgür istem" kavramıyla birlikte, içgüdüleri sapıttırmak, onlara karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaradılış yapmak için uydurulmuş! "Çıkar gözetmezlik" ve "kendini yadsıma" kavramları yoluyla, o asıl décadence belirtisi, zararlı olana doğru eğilim, kendine yarayanı artık bulamaz olmak, kendi kendini yıkmak, gerçek değerin ta kendis "ödev", "ermişlik" insandaki "tanrısal yan" katına yükseltilmiş! ... Töre diye inanmışlar bunlara da!


.
.
.
.


30 Mayıs 2013

Antonio Negri - Sanat ve Çokluk

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.


Sanat ve Çokluk: Sanat Üzerine Dokuz Mektup
Antonio Negri [Art et multitude: Neuf letters sur l’art, 2009]
(Çev. Serkan Sönmezgil) Monokl Yay. 2013 İstanbul

ilk yedi mektup 1988
diğerleri 1999, 2001


1
“[Negri] Yalnızca Tanrı’nın değil, doğadan ayrı ve aşkın bir göndermesi bulunan insan fikrini de reddetti ve doğa ile aynı düzlemdeki Spinozacı bir insan söylemini gündeme getirdi” (Kitabın Negri’yi tanıttığı bölümden)


Sunuş

13
O sıra önüme koyduğum mesele, bana tamamıyla kapitalist üretim tarzı tarafından ezilmiş görünen bir toplum algısından çıkmaktı. Etrafımdaki toplum bana bir metalar yığını, paranın ya da finans mekanizmalarının birbirlerinin yerine geçebilir kıldığı bir soyut değerler yığını gibi görünüyordu; tek taraflı bağların içinde yassılaşmış, gerilimleri adeta yürürlükten kaldırılmış bir kapitalist dünya. Bu kapitalist dünyada artık doğal olan, yani sanayi-öncesi olan ve imal edilmiş olmayan hiçbir şey bulamıyordum.

14
Sanat böyle bir durumda hangi anlama sahip olabilirdi? … Bu algı basitçe felsefi değil, aynı zamanda politikti de.

15
Sanat artık, toplumsal inşaların ve iletişimin ayrımsız çokluğunun içine çekiliyordu ve hepimizin içine battığı metalar dünyasının paydaşı oluyordu.

Doğa diye hala neye diyoruz?

16
(karşımdaki manzara hala doğal mı yoksa insan tarafından dönüştürülmüş doğa denli soyut bir şey mi?)

… bizim doğayı değerlendirişimizin hapsolduğu çerçeve buysa, onu ancak dönüştürülmüş doğa ve insan eyleminin uzantısı olarak tanıyorsak, sanatın ta kendisi (aynı zamanda insan etkinliği ve bu etkinliğin kökensel modellerle sürdürdüğü ilişkinin ayrıcalıklı işareti olarak sanat) bu soyut dispozitifin parçasıysa, o zaman sanatı ancak insan etkinliği açısından ele alabiliriz ve güzelliği de ancak insan eyleminin, yani doğanın ve tarihsel gerçekliğin radikal dönüşüm kapasitesi olarak canlı emeğin bakış açısından takdir edebiliriz.

dispozitif  fr. aygıt, cihaz, araç, düzen
"bu terimle yakalamaya çalıştığım şey, ilk olarak, söylemlerden, kurumlardan, mimari formlardan, düzenleyici kararlardan, yasalardan, idari tedbirlerden, bilimsel ifadelerden, felsefi, ahlaki ve filantropik önermelerden mürekkep, hayli heterojen bir mecmuadır - kısaca, telaffuz edilenler kadar edilmeyenlerdir... ikincisi, bu aygıtın içinde tanımlamaya çalıştığım, bu saydığım heterojen unsurlar arasındaki bağlantının doğasıdır." michel foucault (1980) power/knowledge
dispositif, klasik kuramın "sistem" yahut "yapı" kavramının zorluklarından sıyrılır, … bu analiz aracı, disipliner bir yapının tüm kaçış, işbirliği ve hapsetme çizgilerinin karmaşık geçişliliğini ele almayı sağlar.
[episteme kavramının yerine kullandığı bu kavram ile] foucault'nun ihtiyacı olan, daha fazla insansızlaştırılmış, daha yapısal ve kapsayıcı bir analitik araçla çalışmaktı. (ekşi)

Sanatın tamamen metalar dünyasına batmış olması beni artık çok şaşırtmıyordu çünkü emek de aynı durumda ve başka türlü de olamaz.

17
Sanat söylendiği üzere emektir, canlı emektir ve o halde tekilliğin, figürlerin ve tekil nesnelerin icadıdır, dilsel ifadedir, işaretlerin icadıdır. … bu ifade edimi ancak kendisini ifade etmesini sağlayan işaretler ya da dil, ortaklık oluşturduğunda ve ortak bir projede içerilip kapsandıklarında güzelliğe ve mutlağa erişir.

… benim avangardlığım daha ziyade, günümüzde tamamlanmış ve geri döndürülemez sayılan üretken emek figürüne bu geçişe kesin gözüyle bakıyor olmamdan kaynaklanıyordu: Canlı emek, ister entelektüel olsun ister duygulanımsal, maddi olmayan üretimden başka bir şey değildir.




Gianmarco’ya, Soyut Üzerine Mektup
(1 Aralık 1988)

23
liturji dinsel törenlerde usul ve sıra (ekşi)
 
24
Bu ölü gerçekliği, bu delice geçişi yaşamalıyız. Hapishaneyi nasıl hayatı yeniden olumlamanın paradoksal ve çok acımasız bir tarzı olarak yaşadıysak işte öyle.

26
Seyrine daldığımız, bir "doğa durumu" değil, fakat doğadışı, doğa sonrası, insansonrası, insandışı bir hal. ... Soyut, bizim doğamızdır; soyut, bizim emeğimizin niteliğidir; soyut, içinde var olduğumuz tek ortaklıktır. Soyutun dışında, çoktan ölmüş bir doğal yaşamın, mabedi olmayan bir dinin uygunsuzluğu vardır.


Carlo’ya, Postmodern Üzerine Mektup
(5 Aralık 1988)

33
Piyasanın iktidarı, tekilleşme ve birisi için ya da bir şey için değer arz etme olanağını yok etmiştir. Yaratıcılık kabuğuna çekilmiştir.


Giorgia’ya, Yüce Üzerine Mektup
7 Aralık 1988

40
Nasıl kaçınabiliriz onlardan? Nasıl kurtarabiliriz kendimizi bu canavarlardan? Piyasanın gerçekliğini ve çılgın içsel eğilimini onların en uç sonucuna dek götürerek …

41
yap-takçılık (bricolage)



Manfredo'ya, Kolektif Emek Üzerine Mektup
10 Aralık 1988

47
Anımsıyor musun; mühendisleri, işçileri ve psikologları taklit ediyorduk, işi parçalarına ayrıştırıyor, nesneleri mekanik olarak dağıtıp ardından yeniden birleştiriyor, küçük makineler inşa edip optik yanılsamalar üretiyorduk -sanatın bir tür uçarı Taylorizasyonu!

48
Kolektif emek tarafından inşa edilmiş, yeniden inşa edilmiş, yeniden biçimlendirilmiş bir gerçeklik, yapay, soyut bir boyut, her şeyi, ruhu ve bedeni, yaşamı ve ölümü istila etmiş ve her şeyin ötesinde soyut emeğin art arda birikimiyle bizzat doğanın yerini almış genel bir belirlenim.

52
"Sanat yeteneğini yalnızca tekil bireylere atfedip büyük kitlelerde yok etmek, iş bölümünün bir sonucudur." Karl Marx

Sanat her şeyden önce yeni bir varlığın sezinlenmesine izin veren yeni bir dilin kuruluşudur...

53
...sanatsal etkinliğin farklı çağdaş dönemleri ile bu dönemlere denk düşen emeğin örgütlenme biçimleri arasında(ki karşılıklılık)...

1848 - 1870  nitelikli işçinin devrimci mücadelesinin mal edici aşaması: gerçekçilik dönemi,
1871 - 1914  iş bölümünün derinleşmesi: izlenimcilik dönemi,
1917 -           sermayenin işçi kitleselleşmesini üretimin temeli olarak kabul etmek zorunda kalması
                     soyutlama dönemi,
1917 - 1929  soyutlama dışavurumcu ve deneyselci bir karakter taşır,
1929 - 1968  tek estetik boyut kitle-sanatı boyutudur
1968 -           neşe ve mutlak yaratım anı.






Massimo'ya, Güzel Üzerine Mektup
15 Aralık 1988

57
... bütün mesele, güzeli kuran bu varlık taşmasının/fazlalığının nereden geldiğini tanımlayabilmekten ibaret.

59
... varoluşun çamur deryası içinde güzelin peşine düşmek ve dolayısıyla, yeryüzüne inen melek ile onu çevreleyen sefalet arasındaki büyük farkı benimsetmek...

60
Sanat meleğin ürünü değildir, fakat tüm insanların melek olduğunun doğrulanmasıdır -ve her seferinde yeniden keşfedilmesidir.

... yapay ama yine de hakiki bir dünya. ... Sanat üretim tarzının içine sokulursa, onun kolektif emeğin diğer ürünlerine kıyasla özgüllüğü nedir? Belki de sanat bir artı-değere benziyor? ... Peki ya durum bu değilse, artı-değerden nasıl ayırt edeceğiz onu?

61
Bu değerler üretimde sermayenin elinden kaçıp kurtuluyor, ... Her şeyi örgütleme ve her şeye tahakküm etme, hiçbir şeyin, alternatif bir üretimin bile kaçıp kurtulmasına izin vermemek kaygısıyla, sermaye, sanattan da kendisine özgü bir üretici güç yaratmaya çabalar -fakat bu emeline çok daha az başarıyla ve her zaman büyük bir muğlaklıkla erişir: Bu, dekoratif sanatların, tasarımın, sanatsal yeniden üretimi vs. gelişiminin tarihidir.

62
Özgürleşmiş emek, varlığın taşmasının kolektif özü olan dildir.

63
Sanat, tabiri caizse, her zaman demokratiktir -onun üretici mekanizması, ortaklıklar, yeni ortaklıklar içinde bir araya gelen bir dil yetisi, sözcükler, renkler, sesler üretmesi anlamında demokratiktir.

64
Hakiki sanatçıyı üstün bir varlık olarak değerlendiriyoruz -fakat kolektif olmayan, ortaklaşacılık için olmayan üstün bir varlık yoktur. Sanatçıda kolektif, bir varlık taşmasını özgür kılar ve onu tekilleştirir: sanatçı bizzat bir sanat yapıtıdır. Ve varlık soyut ve yapay ise, sanatçı bizzat varlığın yeniden şekillendirilişi olacaktır.


Nanni'ye, İnşa Etmek Üzerine Mektup
18 Aralık 1988

66
mutadis mutandis gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra

... güzel, kendisini bir varlık taşması olarak sunan bir kolektif özgürleşme eyleminin ürünüdür...

Konstrüktivizm büyük şiirin ve büyük romanın yazgısıdır. Ama bugün, a fotiori olarak böyledir. Çünkü şiirsel işlevin aşılandığı, ekildiği bir dünya, hem anlam hem de değerler bakımından soyut, yapay, belirlenimsiz bir dünyadır. Dolayısıyla anlamlar, değerler, özneler ancak inşa edilebilirler.

a fortiori daha büyük bir kesinlikle, daha kesin olarak

67
... her sanatsal ifade günümüzde ancak soyut ve inşa edici olabilir. Sanatın bir ontolojisinin bugün olanaklı olduğu tek alan orasıdır.

68
... soyutlamadan ve her gerçekçi sanatsal deneyime özgü inşa edici faaliyetin kendini onda nasıl deneyimlediğinden söz edelim. İki yöntem var, biri çözümlemenin ve yeniden birleştirmenin yöntemi: bu, gerçekçiliğin ana kalıbıdır, klasiktir... Bu yönteme göre soyut, temel biçimlere ayrılıyor ve döngüsel olarak yeniden birleştiriliyor, bir makine ya da bir motor gibi...

69
İkinci yöntem kesinlikle punktur. Soyuta yaklaşım bu yöntemde artık analitik ya da yeniden birleştirilmiş değil, fakat ideal-tipik ve çoğalıp yayılandır...

punk yetmislerin basinda ingilterede ortaya cikmistir. gençlik alt-kulturleri icinde en ucuk olani. felsefesi: hiclik. ya da zobanin dedigi gibi "no future." ancak ingilterenin asi gencleri de sonunda sisteme yenik duser, ve punk moda olur...; düzensizlik, sonrasızlık, şimdilik, umursamazcılık...

Büyük gerçekçilik, günümüzde, birbirlerine olan mesafelerinde bölünen ve yeniden birleştirilen bu iki eğilim arasında yaşanmaktadır. Her ikisinde ve bunların kombinasyonlarında, gerçekçilik her şeyden önce özü itibarıyla inşa edicidir. Gerçekçilik dünyayı taklit etmeyen fakat onu yeniden inşa eden bir poetikadır.

71
Sanat kurucu bir iktidardır, ontolojik olarak kurucu bir güçtür. Sanat yoluyla, insani özgürleşmenin kolektif iktidarı kendi yazgısını önceden şekillendirir.

72
Ve sanatçı kendisini bağlanmış [angaje] saymazsa, o bir ikiyüzlüdür -ya da sanatçı değildir. Öte yandan, bağlanmanın ölçüsü kendini bir partiye ilişkilenme yoluyla değil fakat varlıkla ilişkilenme yoluyla gösterir -özgürleşmiş varlık içinde olmak gerekir, özgürleşmeden yana olmak gerekir, aksi takdirde sanat yoktur. ... o zaman tarafını seçmek acil hale gelir; sanat ve piyasa ham çatışan gerçeklikler olarak hem de öznel yapısal eğilimler olarak birbirinin karşısında yer alır.

73
... anlatısal bir model inşa edilmeli ve tüm sanatları pratik bir projenin birliği altında yeniden birleştirmek için bu modeli onların kat etmesi gerekli. İzlenmesi gereken yolun inşa edici büyük gerçekçiliğin yolu mu, yoksa punk'ın kutsallığı tasfiye eden, muhalif ve çoğalıp yayılan yolu mu olduğunu pek bilmiyorum.



Silvano'ya, Olay Üzerine Mektup
24 Aralık 1988

77
Özgürlüğe sahip olmak [özgürlükten zevk almak] için kitlenin emeğinin değerlenmesine yönelen etkinlik olarak sanat, emeğin kolektif kuvvetinin özgürleşmesi yoluyla bir varlık taşmasının inşası olarak sanat, o halde ancak kapitalist tahakkümün reddi olabilir.

78
Bir sanatçının kapitalist tahakkümü kabul etmesi yalnızca onun bilinçten yoksun olduğu ve söyleminin bir contradictio in adjecto temsil ettiği anlamına gelir. Başka zamanlarda, sermayenin tahakkümü henüz toplumun bütününe yayılmamışken; şiirsel öz-değerlemenin, kendisi için hala bir özgürlük yuvası muhafaza ettiği alanlar bulunabiliyordu. Sanatın keyfini çıkaran sınıfların kalburüstü sınıflar olması tesadüf değildir, tıpkı Marx'ın haklı bir şekilde gözlemlediği üzere: "İnsan zihinin genel güçlerinin gelişiminin koşulu olarak birilerinin çalışmaması". Nice sanatçı için, mesenliğin olumlu bir işlevinin olması da tesadüf değildir: bu, onların sermayenin köleleri olarak değil, tersine sermayeye hizmet etmek zorunluluğundan kurtulmuş olarak var olmalarını sağlamıştı.

79
Yücenin ötesine gitmek, soyutun ötesine gitmektir -doğal olana geri dönmek için değil ama soyutun içinde, soyuttan yeni bir dünya inşa etmek için. Yeni bir doğa, yeni bir iletişim ilişkisi.

82
Sanatçı, yeni varlık ve yeni anlamlar inşa eden kolektif eylem ile bu yeni kelimeyi varlığın inşasının mantığında sabitleyen özgürleşme olayı arasındaki aracıdır.

contradictio in adjecto yaklaşık olarak kendisiyle çelişmek ya da kavram kargaşası anlamlarında kullanılan, latice bir cümledir. bir nev'i oxymorondur; kavram olarak, "sıfat uyumsuzluğu, isim ve sıfat arasındaki uyumsuzluk ve çelişme" demektir.


Raul’a, Beden Üzerine Mektup
15 Aralık 1999

86
(Spinoza, Machiavelli, Galileo, Rönesans’ın şairleri, ressamları, mimarları, yayıncılar…): hepsi, bize insan tarafından “yaratılmış” [bir şeyin] masalını anlatmışlardı. Ama günümüzde beden yalnızca, üreten ve -sanat ürettiği için- bize genel olarak üretimin paradigmasını, yaşamın gücünü gösteren bir özne değil: beden artık içine sanatın ve üretimin kaydedildiği bir makine. İşte, biz postmodernlerin bildiği şey bu.

başkalaşım

poetika  yapilacak işin incelenmesi. poiein fiilinin techne sozcuguyle birleşmesinden oluşuyor ; poetika yalnız şiirle değil, tüm edebiyatla ilgili bir kavramdır. tek tek eserleri incelemeyi ve anlamlandırmayı değil, eserlerin ortaya çıkışındaki genel kaideleri tanımlamaya çalışır. poetikanın nesnesi edebiyat eserinin kendisi değil, onun özellikleridir ; her yazarın/şairin; "neden yazıyorum, niçin yazıyorum" sorularının cevabıdır. yazma isteğini dürtükleyen her neyse, onun yürekteki karşılığıdır.

88
başkalaşım, mutasyon, protez

90
… tıpkı biraz modern olanın ancak postmodern içinde kendini ifade edebilmesi gibi…

91
Postmodern nihayetinde sadece, kendini evrenselliğe dayatan tekilliktir…

93
İnşa edilmiş yeni tekillik, dünyanın başkalaşımının aletlerini kendi bedenine katmış olan tekil bir üretici haline geldiği ölçüde, evrensel ile ve daha genel olarak doğa ile ilgisini keser. Sanat, bedenlerin postmodern poetikası, zorunlu olarak doğa karşıtıdır. Bunun nedeni doğa karşıtı haline gelmesi değildir … Doğa; yorgunluk, ölüm, bağımlılık, tekrardır: Bunların hiçbiri başkalaşmış insanın yaratılışı olan yaratımın özgür şiirine karşılık gelmez.

95
… sanat bir avunma olmaktan çıkmıştır, herhangi bir aşkın ya da aşkınsal kutupsallığı temsil etmez olmuştur… Sanat yaşamdır, bedene katmadır, emektir…


Marie-Magdeleine’e Mektup, Biyo-politik Üzerine
15 Aralık 2001

(İki ay önce ziyaret edilen Venedik Bienali)

97
dışavurumcu bir kültürün bitişi

Mutlak içkinlik tarafından fethedilmiş bir dünyada sanat yapıtlarının var olmayı sürdürmesi nasıl mümkündür? Sanat yapıtlarında her zaman aşkın bir şey var gibi ama biliyoruz ki aşkınlık artık yok; Tanrı öldü.

98
Apaçık olan şey şuydu ki derin bir krizdeydik, ve üretim -buna sanatsal üretim dahil- artık boşa dönüyordu.

ex nihilio  yoktan…

99
Bundan nasıl kurtulunur? Bu çölü nasıl kat etmeliyiz, dünyanın bir kez daha neşeye açıldığını nasıl hayal edebiliriz?

102
Tanrı ölmüş olabilir ama kral ölmedi ve Leviathan’ı yeniden inşa edip kimlikler aracılığıyla bizi yeniden şekillendirip boğmaya uğraşıyor. Burada, yaratmak ve türetmek direniş biçimi haline gelir. Dahası bunlar, ıssızlıüğa terk ederek firar etme sanatının da -güç ve neşe arayarak başını alıp gitmek, aynı anda bu dünyanın hem içerisinde hem de onun dinamiklerinin dışarısında kalarak, kolektif anlam yaratarak, yeni ortak deneyimler icat ederek, başını alıp uzaklara gitmek- figürleridir.

Yaşadığımız bu çağda, artık avangardlar değil, kendimize, bize, yani çokluğa mal etmeye çalıştığımız bir varlık fazlası olacaktır…

103
... özerkliğin -sanatsal ifade arzusunun- çokluğun yaratıcı tarzda eylediği her yerde olduğu fikri. Hatta dahası: Yaşamın kendisini yeniden ürettiği her yerde sanat yaşamı kuşatır. ...
Hiç kuşkusuz bugün, (Beuys doğrudan tarzda, Serra ise yarattığı [demiourgos’u olduğu] geometrik biçimler aracılığıyla) bizi bir dünya teni içerisinde ikamet etmek zorunda bırakır çoğunlukla, bu dünya teni henüz biçimlendirilmemiştir… … -çünkü dilimiz henüz güdüktür, çünkü çokluğun bedeninin muktedir olduğu dili konuşmayı henüz beceremiyoruz. Gücümüz, kendimizi ifade etme kapasitemizden daha büyük. Sanatsal faaliyet çoğunlukla bu ifade eksikliği noktasında ya da modern ile postmodern arasındaki bu ikisi-arasındalık veya tabiri caizse fetret devri noktasında tıkanıyor.

fetret devri  osmanli imparatorlugunun kurulus doneminde yildirim beyazit'in olumunden sonra baslayan ve taht mucadelesiyle gecen kargasa sureci. her gun bir baska sehzadenin katledildigi kanli bir donemdir bu. (1402-1413)

104
Öznellikler; başka bir deyişle çokluğun eylemesi yoluyla tekilliği içinde kendisini gerçekleştiren her öznellik, bizzat çokluğun dönüşüm sürecine kendi tarzında katkı yapar. Her öznellik çoklukla ilişkisi vasıtasıyla, dil içinde sözcükler, toplumsal ilişkiler içinde lifler, emek içinde mallar doğurur. Çokluk kendi içinde dilin ürünlerini olduğu kadar toplumsal ilişkilerin ya da üretimin ürünlerini de güzel kılma kapasitesine sahiptir. Ve tüm bunların çokluğu bir küresel güzellik mertebesinde olgunlaştırması gerekir. Burada, pek çoklarının geçmişe yansıtarak yaşatmış olduğu bir mit vardır ve Hegel bunu Yunan uygarlığı ile özdeşleştirir…

Başkalaşımlar: Sanat ve Maddi Olmayan Emek

107
plastik ve figüratif sanat kavramını konumlandırma … Başka bir deyişle üretim tarzlarının yapısı ve gelişmesi arasındaki olanaklı bağı tanımlama…

108
sanatsal faaliyetin farklı dönemleri (sanatın “stil”i ve “poetikalar”ı …)

1848-1870                           sınıf mücadelesinin merkezi hale geldiği dönem   sanatsal ifadenin “gerçekçiliği” (Courbet ve Cézanne)
1871-1914                           patronlar cephesinde emeğin bölünmesi ve uzmanlaşması         izlenimcilik
1917-                     Ekim Devrimi          soyut biçim, soyutlama
1917-1929                           sömürünün mevcut gerçek belirlenimlerine kahramanca itiraz etmek                dışavurumcu
1929-1968                           saf inşa edici bir kapasiteyi öne süren üretim       tek sanatsal üretim kitle-sanatçının üretimi
1968                                      kitle-işçinin sonunu temsil eden dönem

112
“maddi olmayan emek”, “maddi olmamak”… artık soyutlamadan bahsetmek anlamına değil, aksine somutun içine, maddenin içine hakiki bir dalış anlamına gelir. O halde şimdi söz konusu olan, artık uzaktan görüş ya da ruhanilik değil, bedenlerin arasına batmadır, yani etin bir ifadesidir.

Sanatsal gelişim maddi olmayan ifadelerde (dilsel, işbirliğine dayalı, elektronik, bilişimsel ağlar) olduğu kadar biyo-politik ifadelerde de sunar artık kendini.

113
Sanatsal etkinliğin tüm üretimlerinin bu denli kolayca meta haline gelmesi bir tesadüf değildir ve tersine bakılırsa, bir ürünün, gerçekte kendisini bir icat olarak -yani sui generis bir üretim olarak, tekil bir indirgenemezlik olarak- sunması olgusu üzerine vurgu yapılırsa, ürüne değer kazandırılabilir. Sanat yapıtı her zaman birbirinden ayrılmazcasına iki şeydir; sermaye çağında üretilen her nesne gibi hem bir etkinlik hem de bir metadır.

Ve emek kuşkusuz üretim tarzlarının gelişimiyle hep daha bilişsel hale gelecek ölçüde ağır basacaktır.

sui generis  nevi sahsina munhasir; kendine özgü, hiçbir şeye benzemeyen

kunstwollen  sanatta girişkenlik ve üretkenliğin tavana vurması... ; 19. yy sonu, 20. yy basi viyana okulu sanat tarihcilerinden formalist alois riegl'in literature kazandirdigi terim. "sekillendirme maksadi, istegi" gibi bir anlama geliyor. … zamanin ruhunun bicimlendirdigi materyal kultur. … riegl kisaca diyor ki: insan, cevresini belirli bir sekilde algilamayi ister, pasif degildir, algisini ve bu algidan dogan eserleri kendisi sekillendirir. … sanat, dogal olanin taklidi degil, insanin gormek istedigi ideali yansitmasidir.

117
Bugün varoluşumuzda, yaratmak olgusunun doğa ile herhangi bir bağı söz konusu değildir ve alışıldık usullerimi terk edilirse, bunun artık bir yüceltme bile olmadığını kabul etmek gerekir. … emek gücü bilişsel olduğunda, sanatsal ifade arzusu her yerde kendini sunar; emekçi kitlesi tekil emekçiler çokluğuna dönüştüğünde, sanatsal eylem yaşam biçimlerine yatırım yaptığında ve bu yaşam biçimleri dünyanın eti haline geldiğinde.

(Bernard Stiegler) aslında antropojenezin ve teknojenezin birleşmeye yönelimini kavrıyor… Bilişsel emek, özneleri değişikliğe uğratan nesneler üretiyor … Kuran ve kurulu olan bir kez içeriyi dışarıya bağlayan kıvrımlar içinde dolaşıma sokuldu mu, “derin” herkese ifşa olabilir. ... çünkü teknik nesne kendisini tam da özne gibi sunar.

118
Tüm post-ların ötesine vardık... artık içinde doğal olan hiçbir şeyin varlığını sürdürmediği...

119
Biyo-politik emek çokluğa dayalı bir olaydır.

120
Özneler ve machinique nesneler arasındaki ilişkide kendisini yaratmaktan hiçbir zaman geri kalmayan "geri döndürülebilirlik" konusunda önceden altını çizdiğimiz gibi, canavar her birimizde yaşıyor ya da bu, üzerimizde etki edebilecek ve başkalaşımımıza doğrudan katılabilecek bir protezdir.

123
conatus ve cupiditas



.


24 Mayıs 2013

Godard Godard'ı Anlatıyor

.
.
.
.
Godard Godar’ı Anlatıyor [1985]
Söyleşiler
(Çev. Aykut Derman) Metis Yayınları 1991 İstanbul


24
… bir sinemacı olarak değişmek, kuşku yok ki yaşamın kendisini de değiştirmekten geçiyor; bir tekneden başka bir tekneye sürüklenip duramam, çünkü sonunda tekne batıyor.

37
… yazmakla film yapmak arasındaki fark nitelik farkı değil, nicelik farkıdır.

Eleştiri yazmak yerine film yapıyor, içine eleştiri boyutunu da katıyorum. … Bana göre, ne tür olursa olsun, anlatım biçimleri arasında tam bir kesintisizlik var.

40
… hep koruduğum, alıntı yapma düşkünlüğüm… Niye suçlanacak bir şey olsun ki bu? İnsanlar yaşamlarında hoşlarına giden şeyleri alıp onlara sahip çıkarlar.

43
Özgür olmak, hoşunuza giden bir şeyi, hoşunuza gittiği anda yapabilmektir.

44
…doğruya ulaşılması için yanlışlar yapılmış olması gerek(ir).

46
Aklıma yeni fikirleri getiren aslında, filmin dekoru. Hatta, hareket noktam çoğu kez dekor oluyor. … Senaryonun yazılmasından sonra, çekim yeri nasıl saptanır anlamıyorum.

47
Yine de insan bula bula, uzun süreden beri düşünmekte olduğu şeylerden başka bir şey bulamıyor yazmak için.

49
… belgeselden yola çıkıp, ona kurgusal olanın gerçekliğini veriyorum sanırım.

52
Yazar değilim ben. Bir film yapmak, üç işlemi, düşünceyi, çekimi, montajı üst üste getirmek demektir.

60
Televizyon devlet demek, devletse memurlar, memurlarsa… televizyonun tersi demek. Yani, televizyonun olması gereken şeyin tersi demek istiyorum.

62
Röportaj ancak içine kurgusallık sokulduğu zaman ilginç hale geliyor, kurgusallığın ilginçliği ise kendisini belgesellikle doğrulamasına bağlı.

73
- Sanki tanrılar denize inmişler gibi.
- Hayır, doğa; doğanın o andaki, ne romantik ne de trajik olan hali.

74
Soru sormak eleştirel bir tutum değil, doğal bir edimdir.

76
Sinema tekniği açısından ilerlemeler kaydedilmiş olabilir, ama üslupta devrim söz konusu değil, en azından şimdilik.

77
Velasquez, yaşamının sonlarına doğru, artık belirli şeyleri resmetmiyordu; belirli şeyler arasında varolan şeyin resmini yapıyordu; … : İnsanları anlatmayacaksın, onların arasında varolan şeyleri anlatacaksın.

78
Politika, hem şimdiki zaman hem de geçmiştir. Churchill’in anılarını okuduğunuz zaman, bugün olup biteni çok iyi anlarsınız.

cinema-verite  İnsanları gündelik yaşamları, doğal hareketleri ve gerçek konuşmalarıyla yansıtan sinema hareketi.

81
Burjuva öyküleri anlatan filmler yapmakla işe başlamamın nedeni, burjuva kökenli olmamdır.

Gençler, sinema yapmakla fil yapmayı birbirine karıştırıyor. Düşlerinizdeki konunun filmi; yoktur böyle bir şey.

83
Ne olursa olsun, insanın kendisini sinemanın kutsal olduğu düşüncesinden sıyırması gerekir.

92
Bana sorarsanız, sinema daha şiirsel olmalı ve daha geniş anlamda şiirsel, ayrıca şiirin kendisine de genişlik kazandırılmalı.

94
Öyle sanıyorum ki ben, sizin yapmaya çalışmadığınız şeyi yapmaya çalışıyorum: Tanımlama. Ya bir duyguyu ya da bir algıyı.

95
Biz dünyayı, gerçekliği, kendi kendimizi çözümlemeye mahkûmuz, oysa ne ressam ne de müzisyen buna mahkûm.

Evet, ressamlar zamanı ve düşünceyi silkip atmayı başarıyorlar.

97
… mümkün olan en büyük sayıda insana ulaşmak istiyorum, en büyük sayıda akıllı insana…

98
Ben sansüre karşı değilim. Sansürden yanayım. Sansürün aldığı bazı kararlara karşıyım yalnızca.

99
… din ahlakın pratik biçimlerinden biridir.

… ama ahlakı dinin üzerine koyarım.

- Bir din genel olarak insanın Tanrı’yla, yani sonsuzlukla olan ilişkilerini saptar, düzenler.
- Benim için ahlak, insanın dünya ile olan ilişkilerini düzenler. Dünya benim gözüme Tanrı’dan daha engin görünüyor. Bana göre Dünya, Tanrı düşüncesini içeriyor.

120
Sinemaya yeni atılan gençlerin her şeyi bilmeleri gerekmez. Lumiere’i ya da Eisenstein’ı tanımadan pekala işe girişebilirler. Günün birinde onları da tanıyacaklardır, Picasso’nun zenci sanatını otuz yaşında tanıdığı gibi. Daha geç tanısaydı ne olurdu? Eh, o zaman da “Avignon’lu Kızlar”ı daha sonra yapardı; bu arada da başka şeyler yapardı. Gençlerin şansı var, her şeye yeniden başlama şansı.

123
Sinema alanında her düzeyde durum aynıdır: İnsanlar eğitimsizdir. Bu bir eğitim sorunudur.

133
(Seyirciler) … olup biteni anlamaya çalışıyorlardı. Aslında, kolaylıkla anlıyorlardı, ama anladıklarının farkına varmıyor, tam tersine, hiçbir şey anlamadıklarını düşünüyorlardı.

136
… dünmeyi başarabilmek, sizi forma sokacak çok basit şeyleri yapmakla mümkündür.

142
… ben bir filmin, onu seyredecek olanlarla birlikte yapılması gerektiğini düşünüyorum.

154
… giderek daha fazla şey gösteriliyor, ama giderek daha az şey görmeye başlıyoruz. Televizyondaki görüntüler asansör müziği gibi.

155
Sinema, hareket halindeki fotoğraf değil, üzerinde yargıya varılacak, birbirleriyle karşılaştırılacak üç ayrı fotoğraftır.

159
Sinema, sanatın çocukluğudur. Diğer sanatlar erişkin sanatlardır. Ve sinema bütün diğer sanatları içine aldı, ama halk ölçeğinde, çocukluk aşamasındaki halleriyle. İşte bundan dolayı sinema demokrat bir sanattır; oysa örneğin müzik ve resim oldum olası seçkinlere seslenmiştir.

168
Daha büyük, daha ritimli sevgi anlarını bulup çıkarmak; bu işi bu iş için belki de biraz yaşlıyım… Uygun görüntüler vardır, aşkla işi, evle fabrikayı, tatile boş zamanı ayırt edebilirsiniz, ama bana göre, iş zamanıyla boş zaman arasında fark yoktur; bir melodinin kuvvetli zamanlarıyla zayıf zamanlar gibidir bunlar.

175
… sağlıktan söz edeceksem, hastalık görüntüsünü kullanıyorum hep, tersini yapmak aklıma gelmiyor.

186
İnsan çok yanlız olunca, yaptığından tam emin olamıyor; … insanın kendine mal ettiği tekniklerden emin olması gerek.

191
Video ile çalışırsanız ve elinizin altında zoom varsa, ama bunu bir amatör gibi yaparsınız iyi bir iş çıkarabilirsiniz ve bunu da bütün bir teknik ekibe gerek duymadan başarabilirsiniz; …

193
Ben, gerçek varlık olarak var olmaktan çok, görüntülerle varım, çünkü yaşadığımı kanıtlayan tek şey, yaptığım görüntüler.

209
Evet, tabii özgürüm; neyin savaşımını vereceğimi seçmekte özgürsün özgürüm.

224
Sinemaya gelince, o da aynı zamanda yaşamın kendisi; ve siz yaşamın filmini yapmaya başlar başlamaz, insanlar bunun sinema olmaktan çıktığını söylüyorlar size, zaten yaşanmakta olanı ikinci kez görmek için para ödemeyiz, diyorlar. Biz insanlara, herhangi bir şantiyede açılmakta olan bir deliği göstermeye kalsaydık, bu doğru olurdu; …

226
“Yasa adil olmadığı zaman, adalet yasanın önüne geçer.”

230
Doğru görüntü yok, sadece görüntü var. O görüntüyü bulup yapıyorsunuz.

236
Bu konuda ben bütünüyle Sartre’cıyım: İnsan, başka biri onun ne olmasını istiyorsan odur. … Dünyada var olan tek şeyin iletişim olduğunu sanıyorum. Kendi varlığıma, senin varlığına inanmıyorum. Hareketlerin, biçimlerin maddeleşmiş bir anı olduğumuzu düşünüyorum.

238
Birine kalkıp da, seninle nasıl iletişim kurabiliriz, dediğinde, anladım şey şu: “birbirimizle nasıl konuşabiliriz ya da birbirimize nasıl dokunabiliriz?” Oysa benim için iletişim kurmak, seninle ben Paris’ten kalkıp Marsilya'ya birlikte nasıl gideceğiz; senin kafanda Marsilya'ya gitme konusunda kendine ait gerekçelerin, benimkinde de bana ait olanlar varken bunu nasıl yapacağız, demek.

257
Beş kişiden oluşan bir ekipte bile, toplumun bütün katmanlarını bulabilirsiniz, hem de pratik ve canlı biçimde. ... Eğer bir film ekibi buysa, Fransa'nın da bu olduğundan emin olabilirsiniz.

276
Aldığım bu eğitim dolayısıyla bugün örneğin, göl kıyısında bir evim olsun hiç istemiyorum, bu beni çok rahatsız ederdi.

282
Bir televizyon teknisyenine, “Jenerikte şu kadar efekt kullanın,” derseniz, Etiyopya’da o kadar çocuğun ölmesine neden olacaktır. Paranın başka biçimde kullanılabilmesi bir yana, aradaki ilişki mutlak doğrudan bir ilişkidir. Lavoisier’nin koyduğu yasa hala geçerli: Burada şöyle yapılan şey, başka yerde şuna dönüşür.

283
Ben Dallas’ı izlemeyi çok seviyorum. … Uzun süre o boka saplanılmaktan korkuldu, şimdiyse, koyver gitsin. Belki de pislikten az korkulan bir değişim dönemine ilgi duymanın ilginç bir yanı vardır.

284
Ama televizyonda söz konusu olan, bir şeyleri göstermek değil, o şeyler üzerinde çene çalmak, ya da ne bileyim, tatlı tatlı yapılan bir tür yoldan saptırma.

288
Birlikte çalıştığım insanlara söylediğim şey hep şu oluyor: Getirecek bir şeyler bul, bulacağın şey sana ait ama konuyla ilgili olsun.

293
Görüntünün kendisi bile acıyı korumanın hala tek olanağı olarak kalmalı. Ve bizim elimizde tuttuğumuz, adına görüntü denen şeyi yapma olanağımız -kafamızın içinde ya da bir maddesel/görsel taşıyıcı üzerinde- öyle bir şey olmalı ki, görsel taşıyıcının kendisi de onu yapma olanağımızın bir görüntüsünden başka bir şey olmamalı, yani içinde söz olmamalı. [Hegel’in ‘erime’ kuramı]

307
Ama iki-üç bin yıllık bir zaman perspektifi içinden bakacak olursak… sanat dediğimiz şey nedir? Sanatsal işlev Ortaçağ’dan biraz sonra doğdu, artık ortadan kalkmakta, devrini tamamladı (Sanatsal işlevin daha önemsiz hale gelmesi… 306). Şimdi, daha çok teknolojik işlev söz konusu, Sanat’a düşman gözüyle bakılıyor, çünkü size, insanlarla bir şeyleri paylaşma olanağı sağlayan şey o; teknolojide böyle bir şey söz konusu değil: Hemen uygulamaya geçiyorsunuz, yani bir karar alıyorsunuz, yani iktidar sahibi olma isteği belirtiyorsunuz.

Sanatın o, “paylaşmak, birlikte göstermek”ten başka bir şey olmayan işlevi artık hiç kalmadı. Zanaatçı olsun, sanatçı olsun yok olup gidiyor.
Çünkü amaç "politika üstüne" ya da "politika konulu" film yapmak değil, politik filmi politik yapmak... Godard geleneksel olarak sinemada (ister klasik Hollywood, isterse "sanatkâr Avrupa" sineması) kendini gizleyen "olağan politikayı" (bazıları buna "ideoloji" veya "sinemacıların kendiliğinden ideolojisi" diyebilirler) ilk eserlerinden itibaren sezmişti...   Hollywood veya Sovyet Devrimci Sineması (burada yalnızca Sinegöz'ü ve Vertov'u dışarıda bırakıyoruz) "politik" filmi yalnızca siyasi meselelerle ilgilenen bir sinema uğraşısı olarak değerlendiriyordu. Filmelir işleyiş tarzı siyasal değildi, ama içerikleri siyasaldı... bol bol mesaj ve slogan vardı... ama imajlar pek ender olarak (bazen Eisenstein filmlerinde) kendi baylarına politiktiler... Sinemayı politik kılmak onu siyasi meselelerle uğraşmaktan kurtarıp, henüz siyasallaşmamış meselelerle uğraştırarak olabilir... işte o zaman sinemanın ya da videonun siyaset yapmaya başladığını söyleyebilecek hale geliriz... "Non pas une image juste, mais juste une image" Godard sinematografisinin temel sloganı... "Doğru imaj" sinema için bugün genel hayat için "politically correct" (politik bakımdan doğru) diye önerilen yaşam biçiminin bir izdüşümüdür. Bu imajlarda şiddetin, aşırı seksin ve "doğru olmayan" görüntülerin dışlanması beklenir. Sinematografik açıdan "doğru imaj" anlatının sürekliliğini ve iç uyumunu bozmayan, kendini seyirciye yabancı kılmayacak, onun hayatta alışmış olduğu anlatı ilkelerine yabancı gelmeyecek imajların toplamından ve zincirinden başka bir şey değildir. Çünkü her şey imajdır ve cisimlere, hayata ve dünyaya dair elimizde imajlardan başka hiçbir şeyimiz yok... Sorun, içinde manipüle edildikleri rejimlerin ellerinden imajları kurtarmakta yatıyor... Bunun için film de yapabilirsiniz, ama düşünebilirsiniz de --filmleriniz de "düşünceli" filmler olabilirler... Genelleştirilmiş hastalığın --globalleşme adı altında, para piyasaları adı altında, siyasi iktidar adı altında bir bulutsu gibi bizi sarıp sarmalamaya başladığı günümüzde... artık bir Tanrıya değil, inancın kendisine ve gücüne inanmak istiyoruz... Çünkü "özel hayat" bize saklı değildir... Kapitalizmin bizi sakladığı bir kozadan, kendisine katlanabilmemiz için bizi içinde tuttuğu bir kozadan başka bir şey değildir "özel hayat"... ve bunu anlamak için herhangi bir JLG filmi izlemek en az Bresson, Welles, Dreyer filmi seyretmek kadar yeterlidir... [KOROTONOMEDYA Neden Godard'la Uğraşıyoruz?]
.
.
.
.