20 Aralık 2013

Bilge Karasu - Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı

.
.
.




.
.


Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı

Bilge Karasu

Can Yay. 1986 İstanbul


11
Oysa bir şeyler kurmak için inanmalı insan. Her şeyden önce, inanmalı...

18
... ama sesini işitmeğe alışması gerek; sesini, kendi kendine de olsa, işittirmeğe alışması gerek... Bu adada, üç yüzyıl, dört yüzyıl önce çile dolduran keşişlerin sürdüğü hayatı yaşayacak bile olsa. Ama o keşişler, içleri inançla dolu, çıkıyorlardı dağa, yazıya yabana, çöle... Hiç değilse öyle bilinirdi...

Öyle miydi gerçekten? Öyle miydi, yoksa, öyle olduğu düşüncesi, geride kalanlara, köyde olsun, kentte olsun, insanlar arasından ayrılmayanlara, kalabalığın besleyici emziğini ağzından bırakmak istemeyenlere yeterli mi görünmüştü? Bilinmiyordu ki...

19
Ansızın, matematikçilerin sıfır dedikleri şeyi düşünüyor. Onların sıfırı, o güne değin kendisinin yokluğu düşünmek için kullandığı erimlerden -ansızın- apayrı görünüyor gözüne. Kaos'a ancak Tanrı düzen getirmişti. Ama sıfırın üstüne insanlar, biri, ikiyi çıkabiliyorlardı. Bu orman sıfırdı şimdi. Biri, ikiyi, üçü çıkmak, sıfırdan hareket ederek...

21
Çam bir tek ağaç değil, bir doğa. Yerle gök arasında bir dizge, bir kurum.

Ama insan önemli. Değil mi ki Tanrı, her şeyi, insan yaşayabilsin diye yaratmış.

23
Şehri düşünüyor. Ne oluyordur oralarda şimdi? Sokaklarda kimler eziliyor, neler parçalanıp yakılıyor? Neler, nasıl?

Büyük toplantı da, ... herkesin ortaya çıkıp herkesin önünde eski inancı yadsıyıp yenisine katıldığını, gözlerin bugüne dek işlenen puta tapıcılık günahının korkunçluğunu artık açıkça gördüğünü, bundan böyle kimsenin böyle bir günah, böyle bir suç işlemeyeceğini söylemesi, buna söz vermesi, ant içmesi için yapılacaktı.

28
Söylentilere göre, varılan karar kesindi. Resimlerin karşısında dua etmek, resimleri öpmek, puta tapıcılıktan başka bir şey değildi. Doğu illeri halkı zaten bu gibi şeylere karşı duruyor, bunları beğenmediğini, bunların devleti uçuruma götüreceğini söyleyip duruyordu. Araplar vardı sonra. Devleti sıkıştıran, resimlere düşmanlığı bilinen Araplar.

29
İmparator, Araplara karşı Doğu ordularına güvenmek zorundaydı. Doğu orduları ise, bütün bütün resme karşıydı.

30
O gece, halkın, özellikle kadınların, saray kapısındaki İsa resminin parçalanması üzerine ayaklanıp bu işi yaptırmakta olan saray memurunu öldürdüğü haberi gelince...

31
Andreas, az konuşan, doğru söyleyen, söylediğini tartan bir insandı. Çok heyecanlanmazdı bir şey tartıştığı zaman. Ama söylediğini inanarak söylediği, içten söylediği belli olurdu.

33
Andreas ... resimler karşısında tapınmanın puta tapıcılık diye görülmesi gerektiğine inanıyordu.

36
Başkaları da vardı. İmparatorun bu girişimini, o güne dek en yüce varlık, asıl efendi sayılmış olan İsa'nın yerine kendini saltık hükümdar olarak göstermeğe yöneltilmiş bir hareket diye görenler...

43
Madem bütün bu değişiklikler, bu zorlamalar kendisine güç gelecekti, yeniliği, değişikliği kabul etmemeliydi. O zaman ne olacaktı?

... Andronikos'un başına neler geleceği besbelliydi. En azından, zindana atılacaktı. Aklı başına gelinceye değin.

44
Oysa yıllarca, keşiş olarak, din adamı olarak, bu inancı yaşadım, bu inanca bağlılığımı her türlü kuşkunun üzerinde, ötesinde saydım. İnsanlara, yeterince inanmadıkları için ilendim, saldırdım. İnancın, her türlü zenginliğin, her türlü acının üstünde olduğuna, her türlü dünya malı ile dünya acısının üstünde olduğuna, zengini de, yoksulu da, inandırmağa, kandırmağa çalıştım. Yoksa, alıştığım için mi yapıyordum bunu? Alıştığım, öyle düşünüp öyle söylemeğe alıştığım, gerisini düşünmeği aklıma bile getirmediğim, su içer, yemek yer, yürür, yatıp uyur gibi bu işleri yaptığım, ne yaptığımı tamamıyla unuttuğum, aklıma bile getirmediğim için mi?

45
Kendimi düşünmedim hiç. Kendimi, doğru yoldan ayrılamaz görüyordum demek. Demek, yıllarca sevgi sözü ettim, sevgiyi saygıdan, saygıyı el öpmekten, el öpmeği elimi öptürmekten, resim, haç öptürmekten ayırmadım. Evlerde, insanlar arasında birtakım sevgileri beğendim, birtakım başka sevgileri kınadım; benden istenen kutsamayı esirgediğim oldu. Bütün bunları yaparken de, bunu yapmağa hakkım var mı yok mu, diye düşünmedim. Bütün bunları yaparken, bana öğretilen, içinde büyüdüğüm, içinde varlık olarak gerçekleştiğim, temsilciliği günün birinde elime teslim edilen bir inancı düşünüyor, o inanç adına yapıyordum yaptığımı.
Şimdi, bu inancın değil ama inancın uygulanışının önemli, büyük bir parçası yok oluyor, ortadan kaldırılıyor.

İnanç değilse bile, benim her günkü hareketlerimde, davranışlarımda beliren uygulama, benim yaşayışımın her anı olan, olması gereken uygulama değişirken, ben bu değişikliği gömlek değiştirir gibi kabul edersem yıllarca yalan söylemiş, yalan yaşamış olacağım.

46
Ama zindana atılmak da beni korkuttuğuna göre, inandığımı sandığım şeye beni bağlayan inanç bağlarının ne kadar ince, ne kadar dayanıksız olduğunu anlıyorum.

O halde, geçen yıllar boyunca, istemeyerek, bilmeyerek de olsa, yalan söylemişim.

47
Zindana atılmak da beni korkuttuğuna göre, inancımın ağırlığını duymuyor, yükünü sırtımd taşımağa razı olmuyorum demektir.

53
... bu adamcağızı kutsamakla ne kadar yanlış bir iş yaptığını düşünmüştü. ... Kendi, inanmadığı için, dışarıdan gelen inancın baskısından kaçıyor, buna karşılık, gerçekte inanmadığını anladığı bir duyguyu, başkasını aldatmakta kullanıyordu.

56
Serüven seven adam, tek başına yaşayabilir, tek başına yaşamak için yaratılmıştır. ... Kendini düşünüyor; yalnızlıktan, başkalarıyla ancak istediği zaman görüşmekten, istemediği zaman başkalarından kaçmaktan hoşlanıyor. Ama yalnızlıktan hoşlandığı, yalnızlığı aradığı halde, asıl sevdiği, asıl aradığı, kalabalık içinde bulunduğu, kalabalıktan uzak olmadığı bir sırada, bu kalabalıktan ayrılabilmek, yalnız kalabilmek, başkalarının yanından çekilmek, istediği için tek başına durabilmek... Sanki başkalarının varlığı, uzaktan da olsa kendini sezdirmedikçe, Andronikos, bir türlü rahat edemiyor. Kendilerinden uzaklaşmak için de olsa başkalarının varlığı kendisi için gerekli.

58
Yıllarca ... öğrettikleriyle, söyledikleriyle, ölümün sevilecek, sevilebilecek bir şey olduğunu düşündürmeğe çalışır gibi davranmıştı.

Her gün malını biraz daha arttıran, her gün birkaç sayfa daha okuyanların, her gün, alıştığı için birtakım işleri -gerçekte gereksemeden- yapanların, içlerindeki ölüm payını arttırmaktan başka bir şey yapmadıklarını, kendilerini ölümlerine biraz daha yaklaştırdıklarını parlak sözlerle söylediği zamanlar, kimi korkutmak, kimi utandırmak, kimi yaptığından vazgeçirmek istemişti? Şimdi anlayamıyor.

59
Bugüne dek kendini bu kadar çok düşünmemiş, böyle düşünmemiş gibi... Öyle geliyor ona. İnanmanın kolaylığı, korkunç ölçüdeki güç kolaylığı içinde kendini düşünmemiş gibi hiç...
Düşüncesinin sınırlarını çizen, öteden beri çizmiş olan birtakım kavramlar var. Şimdi farkına varıyor. Gelip gelip inanca, kısırlığa, bir şeyler yapma kavramına dayanıyor. Oysa ya bundan kurtulmalı ...

90
Andronikos'un yaptığı kahramanlık mıydı? Kahraman mıydı Andronikos?

Yıllardır, neredeyse bir ömürdür, bu soruyu evirip çevirip soruyor kendine, soruyor ama karşılığını vermeğe yanaşmıyor.

97
Bir hayvanın da sevilebileceğini öğrenmişlerdi diye düşünüyor şimdi İoakim. Sevilebileceğini; sevilebilecek başka şeyler de olduğunu bu dünyada... Tanrı sevgisinden sonra, Tanrının  yarattıklarını da sevebileceklerini... Ama farkındalar mıydı? Hayvan sevmenin, hayvan beslemenin günah olduğunu söyleyenler, insanların, hayvanların, bitkilerin, taşların Tanrı yaratıkları olduğunu kabul etmiyorlar mıydı? Tanrıyı sevmek, yaratıklarını sevmemeğe mi bağlıydı?

99
Ürperişinin içinde sazlığı, bataklığı yiyen gölgeyi görüyor. Ölü bataklığın, ölü sazlığın günle ölmesini, güne yenilmesini. Karanlık, ölüleri yemekle başlar işe. Ölü oldukları için, karanlığın doğal yiyeceği olduklarını bildikleri için, ona en çok direnç gösterenleri yemekle...

113
Ama bütün bunların boşluğu, kafasına keskin bir aydınlık içinde doğmuştu sanki. Yapacağı her şey bir ekleme, bir ekleyiş olacaktı. Bir şeylere bir şeyler katacaktı ama bir adım olsun ilerlemeyecekti. Bir duvara gelip dayanmış olduğunu anlamıştı. Alnı, burnu, dizleri, tırnakları duvara dayanmıştı. Duvarın ötesine geçemedikten sonra bir ömür boyu onu süslemişti, neye yarar?

Duvarın ötesine geçmek için geri dönmesi şarttı.

125
Haberi vardır onun (Papa). Olmaz olur mu? Casusları, kim bilir ne zamandan beri

Sonunda hepsi, İoakim artık ölmüşse bile

Yaşayanlar, sağ kalanlar, hepsi, önceleri, göçmüş, göçmen kişilerin elginliği (elgin: gurbette olan, yabancı) içinde kalacak, sonra da, göçtükleri denizin suyuna karışmağa, o suda erimeğe can atacaklar.

135
Bunlar, görünüşte, dışlarındaki bir inancı korumak üzere kaçıyorlardı. Andronikos ise, dışındaki inancı değil, kendi namusunu korumak üzere kaçmış, gene onun için dönmüş, kendi namusu uğruna ölüme katlanarak bencillikle suçlanabilmesini olanaksız kılmıştı. İoakim işkenceyi göze alamıyordu.

148
Kendi ise, resimsiz geçen on üç on dört yıldan sonra resimlere dönüldüğü için ne sevinç duyuyor, ne de öbürleri gibi kuşkulara kapılıyordu. Bir ara yalnız, Andronikos'un ölümü bu kadar boşu boşuna mıydı? Diye düşünmüştü.

(Arka kapak: Bizans, 8'inci yüzyılda, elli yıla yakın bir süre, büyük bir iç sarsıntısı geçirdi. Resim karşısında tapınmanın 'puta taparlık' olduğunu söyleyen imparatorlarla, karşı görüşte olanlar, uzun süre çatıştılar. İki bölümden oluşan Uzun Sürmüş Bir Günü Akşamı, bu elli yılın ilk günleriyle son günlerini yaşayan iki kişinin öyküsü.)

.
.




Bizans Özel Sayısı

Sanat Dünyamız, Sayı: 69-70, 1998 İstanbul


Bizans'ın Turistleri miyiz Biz?
Ahu Antmen

5
Geniş bir coğrafyaya yayılmış, ... bin yıla uzanan tarihsel bir süreç... İç içe yaşamakta olduğumuz ama tarihsel, dinsel ve siyasal nedenlerle pek sahiplenmediğimiz...

"Türkiye'nin, Hitit'ten Osmanlı'ya uzanan mirasını tarafsızca koruması beklenebilir mi?" (Bizantolog Cyril Mango)


Bizans'ın Bıraktığı İzler...
Cyril Mango

Bizans iyi bir şey miydi kötü bir şey mi? Bu soruyu 1800'lü yıllarda kültürlü bir Avrupalı'ya sorsaydınız...insanlığın gelişimine hiçbir katkıda bulunmayan; atalet (gevşek, tembel, uyuşuk), sefillik, batıl inançlarla geçen bin yıl olduğu gerekçesiyle [kötü bir şey, yanıtını verirdi]. ... Şimdi de diyorlardı ki Bizans, son derece arı ve zengin bir kültür yaratmasının yanı sıra Avrupa'nın doğu yanını barbarlardan korumak adına yüzyıllarca yaşamsal bir işlev görmüş, antik Yunan edebiyatının mirasını korumuş[tu].

1800 yılında, Avrupalılar'ın Venedik ve Ravenna'daki mozaikler dışında bu sanatı pek bilmedikleri doğrudur. Konstantinapolis'i ziyaret eden seyyahlar Ayasofya'nın 'Gotik' heykelleri karşısında şaşkınlığa düşmüşler ve Ortodoks kiliselerinde batıl bir kutsallıkla karşılanan yüzeysel ve cansız ikonaları görünce kahkahalarını tutamamışlardı. 1900'e gelindiğinde tüm bunlar değişti. Daha önceleri, perspektif ve anatominin temel kurallarına aldırmayan bir zevksizlik gibi görünen, artık zamanın en ilerici Avrupalı sanatçılarının amaçlarına ilişkin ipuçları veren sofistike (gelişmiş ve karmaşık) bir dil olarak algılanmaya başlandı. Bizanslılar'ın, derin bir ruhsal dünyayı görünür kılmak için gereken farklı bir estetiği aradıkları için Antik Çağ'ın fotoğrafik natüralizmini özellikle terk ettikleri tartışılıyordu artık. Onlar, fiziksel bir gerçeklik üretmek yerine, o gerçekliği yorumlamayı yeğliyorlardı.

Klimt ve Matisse...

Bugünün sanat tarihsel manzarası, her tarzı, her dönemi, her geleneği barındıran büyük bir mağazaya benzetilebilir. ... Günümüz sanatçılarına gelince, onların da geçmişte yapılan herhangi bir şeyi hesaba katmalarına gerek yok.

Bizans İmparatorluğu da çok ulusluydu ve 4. yüzyıldan 15. yüzyıla dek sürdüğünü kabul edersek (çoğu tarihçi gibi), ardında bıraktığı anıtlar batıda Tunus ve İtalya'dan Filistin'e, doğuda Suriye ve Mezopotamya'ya, güneyde Mısır'a ve kuzeyde Novgorad'a uzanan bir bölgede bulunuyor. ... Türkiye'nin ayrıca yalnızca Bizans'ın başkentini değil, 7. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Bizans İmparatorluğu'nun kalbi sayılan bölgeyi de kapsadığı bir gerçek. Coğrafi açıdan değerlendirildiğinde, Türkiye, Bizans'ın doğrudan vârisi olarak nitelendirilebilir. Ancak Türkiye'nin, Hitit'ten Osmanlı'ya uzanan mirasını tarafsızca koruması beklenebilir mi? Bu konuda politik düşüncelerin rol oynadığını söyleyerek kimseyi şaşırtmamış olmayı umuyorum. Sözgelimi Kemalizm'in öğretileri, çoktan yok olmuş ve modern Türkiye'nin insanıyla gerçekte hiçbir ilgisi olmayan Hititleri, Sümerleri ve hatta Frigleri daha üstün tutmuştur. [İstanbul, Kapadokya, Trabzon, İznik, Efes, Demre, vs. Buralarda hala ayakta duran, bakımsız Bizans anıtları mevcut]

Mardin Deir Zaferan manastırı

Nusaybin, 359 yılından kalma bir vaftizhane


Bizans Sanatı
Gary Vikan

... Bizans İmparatorluğu, İmparator I. Constantinus'un, MS 324-330 yılları arasında, başkentini Roma'dan doğuya, bugünkü adıyla İstanbul Boğazı'nda bir Yunan limanı olan Bizans kentine taşımasıyla kuruldu. ... Konstantinapolis ve bu kentten yönetilen imparatorluk, on bir yüzyılı aşkın bir süre varlığını devam ettirecekti.

12
Virtüozca teknikleri ve renk etkileri yaratma açısından çoğu zaman göz kamaştırıcı olan Bizans sanatı...

[Bugüne kalanlar: mimarlık, duvar resimleri, pano resimleri ve din dışı konuları işleyen sanat yapıtları, fil dişi oymalar, altın ve gümüş yapıtlar, tezhipli el yazmaları ve metinler...]

330 - 730 ... Erken Bizans Dönemi

730 - 843 ... İkonakırıcılığın başlaması (ikonalara tapma konusunda çıkan iç savaş) - İkonakırıcılığın sona ermesi

843 - 1204 ... İkonakırıcılığın sona ermesi - Konstantinapolis'in açlılar tarafından yağmalanması : Orta Bizans Dönemi

1261 - 1453 ... Latin istilası (Palaiologoslar Dönemi) - İmparatorluğun çöküşü : Geç Bizans Dönemi

Bizans sanatı yalnızca zenginlik ve şatafat demek değildir. Bizans İmparatorluğu tarihteki ilk Hıristiyan imparatorluğuydu; I. İustinianos dönemine gelindiğinde imparatorluktaki sanatçılar, Yunanlılar'a özgü güzellik sevgisiyle, benimsedikleri Doğu dininin "öteki dünyayı vurgulama" tutumunu birleştirmeyi başarmışlardı.

13
Yunanca'da eikon sözcüğü yalnızca "imge" anlamına gelir; bugünse ikona dediğimizde, genellikle altın kaplama tahta bir pano üzerine temperayla yapılmış, soyut dini resimleri kastederiz. Ama bir kilisenin kubbesindeki mozaiklere ya da küçük bir altın sikkeye de ikona denebilir; ikonalar süslü ya da yalın olabilir; türünün tek örneği olabilir ya da çok sayıda üretilebilir. Bizans'ta bir şeyin ikona olup olmadığını belirleyen şey, o şeyin yapıldığı madde ya da biçemi değil, imgenin nasıl kullanıldığı, özellikle de inanca göre neyi simgelediğiydi. Bizans çağında ikonalar, özel bir yaklaşım ve saygıyla tapılması gereken imgelerdi; bu inanç, günümüzde Ortodoks Kilisesi'nde hâlâ sürdürülmektedir.

"Her bir yapay imge... taklit yoluyla, modelinin biçimini sergiler... model, imgenin kendisidir; biri öbürünü içerir; bu ikisi arasındaki tek fark yapıldıkları maddedir. İşte bu nedenle, kim ki bir imgeye saygıyla yaklaşır, o imgenin gösterdiği kişiye saygı sunmuş olur, imgenin yapıldığı maddeye değil..." Stoudionlu Theodoros (759-826)

15
... Stoudionlu Theodoros, (ikona dönüşecek olan) bu maddenin en başta nasıl olup da ikona olarak kabul edildiği yolundaki temel soruya yanıt vermez. Ona ve onun çevresindekilere göre, bu sorunun  yanıtının yeterince açık olduğu anlaşılıyor: ikona, herkesin ikona olarak kabul ettiği şeydi.

(ikonaların) ... yeryüzünü cennete bağlayan bir kapı olmalarının yanı sıra cenneti de yeryüzüne bağlayan bir kapı olduklarına [inanılıyordu].

16
Bizans döneminde kutsal imgeler kuramı ve bu imgelerin aldıkları sanatsal biçim çok yakın bir ilişki içindeydi; pek çok kişi, ikonaları "renklerden örülmüş dinbilim" olarak tanımlayagelmiştir.

İkonayla karşı karşıya durmak ve ikonanın gözlerinin içine bakmak temel önemdeydi...
"Gözleri, vicdanı temiz olanlara neşe dolu ve sevecen bakar... ama kendi kendilerini lanetlemiş insanlara öfke dolu ve düşmanca bakar..."

Tek bir ikonada birbirinden çok farklı iki tepki saklıdır. İsa'nın yüzünün sağ tarafı açık, duyarlı ve sevecenken, (geleneksel olarak yargılama, lanetleme özellikleri taşıdığına inanılan) sol tarafı katı ve tehditkârdır; İsa'nın sol kaşı dramatik bir biçimde yukarı kalkmış, sol elmacık kemiği dışarı fırlamış, sol yanağı içe göçmüş ve gölgelenmiş, sakalının ve ağzının sol kısmı, karşısındakini küçümsüyormuşçasına aşağıya çekilmiştir. İsa'nın huzur verme ya da cezalandırma yolundaki yanıtı, yakarıcının gözlerinde ve vicdanında onun bu yanıtı algılayacağı biçimiyle ikonanın üstünde yaratılmış durumdadır.

17
... Bizanslılar'ın estetik anlayışları klasik Yunan ve Roma estetik anlayışından oldukça uzaktı. ... bedenin beden olarak yüceltilmesine yer yoktu.

18
Bizanslı mozaikçi (çoğu zaman adı saptanmaz) hem sanat hem de sanatçı açısından bakıldığında kendine özgü, bireysel ve geçici olanı reddetmiş, genel, anonim ve sonsuza kalacak olanı seçmiştir. Estetik amaç, artık algılanan olguları yeniden üretmek değil, onları yorumlamaktır; deneysel gerçekliğin yerine kavramsal gerçeklik geçmiştir.

yazınsal topos... 'topos': konu (çn)

20
Bu bir soyutlama ve "evrenselleştirme" sürecidir: üç boyutlu uzamdan, açık havadan ve doğal ışıktan uzaklaşma, deneysel açıdan inanılır olan kütle ve ağırlık kavramlarından, zamanın ve mekânın özgüllüğünden uzaklaşma; bireyselleştirmeden uzaklaşma -genelgeçer, sonsuz ve maddeden arındırılmış bir "ikona tarzı"na doğru ilerleme.   

21
... bir Bizans ikonasının arkasındaki gerçek model, tanımı gereği bir başka ikona değildi; bu, yalnızca onun yaklaşık bir modeliydi; temsil edilen tanrısal kişinin ya da azizin kendisiydi. Bu da, bütün kutsal imgelerin ister istemez bir kopya olduğu, ama bu kopyaların hiçbirinin ilk örneğe öbürlerinden daha uzak düşmediği anlamına geliyordu.

23
12. yüzyılda, Bizanslı yazarlar bazı sanatçıları seçip yapıtlarında övmeye, sanatçılar da yapıtlarının altına imzalarını atmaya başladılar.

24
Ayasofya... Bizans mimarlığının en önde gelen başarısı ve dünyanın gerçekten en görkemli yapıtlarından biri...

... Ayasofya'nın kocaman kubbesini neyin ayakta tuttuğu açıkça görülmez. Kilisenin içine girildiği zaman da bu hiç açık değildir, çünkü insan, ağırlığın çatının tepesinden aşağıya doğru taşınışını izlerken, kubbenin dibindeki dizi pencereleri geçip dört köşede duran bingilere ulaşıp onları da geçtikten sonra galeri düzeyine indiğinde, neredeyse (hiç şaşmaz biçimde hep) kaybolur. Aslında, işte tam burada, sütunlu galerilerin hemen üstündeki bu can alıcı bağlantı yerinde, kubbenin aşağıya doğru itme hareketi bingiler aracılığıyla taşındığından, kocaman dört payandanın karşı yüklenme hareketiyle karşılaşır; tam burada, binanın arkitektonik iskeletini görmemizi engellemek üzere, araya sütunlardan oluşan bir perde sokulmuştur.

... her bir ziyaretçinin imgelem gücünü sınamak üzere yaratılmış dev boyutlu Rorschach desenleri. 

25
En mükemmel Bizans sanat yapıtlarında içkin ve belirgin olarak bulunan ama Batı tarafından hiçbir zaman tam olarak anlaşılmayan, özümsenmeyen o zarif güzellikten, ölçülü onurluluktan, ince hüzünden (pathos) oluşan, incelikli ama sonuçta Helenler'e özgü olan nitelikler - Rönesans sanatına özgü estetik değerler yüceltilirken bu nitelikler gözden kaçırılabilir ve hak ettikleri değerden yoksun bırakılabilir.


'Bizans Yok Demekle Bizans Yok Olmaz'
Prof. Dr. Semavi Eyice ile Bizans sanatı üzerine...
Ekrem Işın

94
... Bizans İmparatorluğu yaşadığı süre boyunca hiçbir zaman kendisine Bizans dememiştir. ... Bizans, son gününe kadar kendisini Roma İmparatorluğu'nun devamı olarak görmüştür. ... dilimizdeki 'Rum' tabiri "Romalı" kelimesinin Türkçeleştirilmiş şeklinden başka bir şey değil. ... Romalılar paganist, Rumlar ise Hıristiyan; ... resmi dil, 6. yüzyıldan itibaren Doğu Roma'da tamamen Grekçe, ... diğerinde Latince.

95
... İstanbul'da Roma mimarisinden miras kalmış bir teknik mevcut. Tezyinî sanatlarda da, minyatür sanatında da Bizans medeniyet dairesine ait bir İstanbul üslubu var... Bizans sanatının coğrafi dağılım bakımından (özellikle mimaride) homojen bir karakter arz ettiği söylenemez.   

97
... dini tasvir karşıtlığı olan ikonoklazm üzerinde İslamiyet'in tesiri bulunduğu ileri sürülmüştür ki, hiç doğru bir teşhis değildir. Pek çok sebebi var. Bir defa köylü aç; tarlasında çalışmaktansa bir manastıra kapılanıp ekmek elden su gölden yaşamayı tercih ediyor. Devlet, ordusuna asker bulamıyor; çünkü onlar da manastırlara girmiş durumdalar. İlginçtir, bu manastırlardaki papaz ve keşişler de ayrıca ticaretle uğraşıyorlar, dini tasvirleri satarak halkı istismar ediyorlar. Hatta o devrin kanunlarına bakarsak, papazların manastır dışında meyhane işletmelerinin yasaklandığını görürüz. İşte bütün bunların neticesinde asıl ikonoklazm hareketi, 726'da İmparator III. Leon'un çıkarttığı fermanla başlar. Kilisenin nüfusunu kırmayı amaçlayan bu siyasi kararla ikonoklazm, bir devlet görüşü olarak benimsenmiş ve 841 yılına kadar da bütün şiddetiyle sürmüştür.

Ekrem Işın: İkonoklazm hareketi, Osmanlı'daki Kadızâdeliler hareketinin bir benzeri. Yani dini püritanizm, kendi anlayışı dışındaki sanata tahammül edemiyor. Kadızâdeliler, ortaya bir sanat anlayışı koyamadılar; çünkü sanata karşıydılar.

Semavi Eyice: Efendim bu ikonoklazma devrini bir boşluk devri veya sanat düşmanlığı gibi görmek istiyorlar. Halbuki bu devrin kendine has bir sanatı var. Bilhassa Helenistik sanata önem veriliyor; yani dekoratif bir sanat, eski normları sürdüren bir sanat söz konusu. Fakat ne var ki, arkadan gelen koyu dinci sanat bunu imha ediyor.

(İkonoklazm dönemine ait bir eser günümüze kadar gelebilmiş değil)

98
(ismi meçhul bir din adamı:) "Bu ikonoklastlar öyle hain adamlardı ki, kiliselerin içlerini sebze meyve bahçesine çevirdiler". 

... Macarlar Avrupa'ya yukarıdan doğru geldikleri için Türk kategorisindedirler. Halbuki Selçuklular İran üzerinden geldikleri için, Pers sayılırlar. Bizans kaynaklarında Pers denilen kişiler, aslında Selçuklulardır.   


İkonakırıcılık
İkona mı, Put mu? İkonakırıcılık Tartışması
John Lowden

208
ikonoklazm - eikon ve klao (kırmak ya da yıkmak)
imgelerin kasıtlı olarak yok edilmesi...

209
Hıristiyanlık, Musevilikten, dinsel imgelerin kötüye kullanılması konusunda güçlü bir hoşnutsuzluğu devralmış ve benimsemişti. Bu hoşnutsuzluğun temelinde, Tanrı'nın Musa'ya verdiği emirler vardı: 'Kendin için oyma put yapmayacaksın (...) onlara eğilmeyeceksin, ve onlara ibadet etmeyeceksin' (Çıkış 20:4-5). ... imgelerin kullanılmasına karşı olanlar için o dönemde kullanılan terim daha çok eikonomakhos, 'imge-savaşçısı'ydı. Öte yandan, imgeleri sevenler, onlara hizmet edenler ve Hıristiyanlığın dinsel imgeler kullanma geleneğini etkileyici bir biçimde savunanlar da bulunuyordu.

8. yüzyıla gelindiğinde, dinsel imgelerin kuraldışı denebilecek yollarda kullanılmaya başladığı su götürmez bir gerçekti.

(İkonların kilisede dini kullanımı dışında kullanımı: derin bir kuyu kazan kadın su çıkmayınca azizin resmini kuyuya sallandırıyor ve su çıkıyor; hasta adam yatağından sürünerek duvardaki resmi kazıyor, çıkan parçaları suda eritip içiyor ve iyileşiyor, vb.) İkonakırıcılar, bütün dinsel imgelerin doğaları gereği bu biçimde kötüye kullanılmaya açık olduklarını, bu nedenle ortadan kaldırılmaları gerektiğini savunuyorlardı.    

211
"İkonaların yapılması ressamların icadı değil, Katolik Kilisesi'nin uygulaması ve geleneğidir. ... sanatçının alanı sanatıyla sınırlıdır; oysa bu davranış açıkça (kiliseleri) kuran Kutsal Babalarımıza atfedilebilir." Nikaia (İznik) Kilise Konsili, 787

... hiçbir ikonakırıcı, İsa imgelerinin O'nun zamanına kadar uzanmadığını kanıtlamayı umut edemezdi.

213
Aziz İoannes Dmaskenos'a göre (ölümü yaklaşık 750), resimsel imgelere karşı çıkmak, Tanrı'nın edimlerine karşı çıkmak demektir. Bu savlama biçimi çürütülememiş ve zamana karşı direnmeyi başarmıştır.

... 623'te Muhammed'in ölümünden sonra, Müslüman Araplar ardı arkası kesilmeyen hızlı fetihlere giriştiler. 636 yılında Pers İmparatorluğu'ndan geriye kalanları ele geçirmişlerdi. (638 yılında Kudüs Arapların eline geçti). Akdeniz'in kıyı bölgesi ve adaların büyük bir bölümü de kaybedildi. Araplar, Küçük Asya'ya durmaksızın akınlar yaptılar; Konstantinapolis'i 674-678 ve 717-718 yıllarında kuşatma altında tuttular (bu kuşatmalar sırasında surların çevresinde Theotoks'un imgesi dolaştırıldı). ... İstilacıları durdurabilen tek şey, Konstantinapolis'in ve Selanik'in surlarıydı.

214
717'de tahtı ele geçiren III. Leon ... imparatorluk sarayının Khalke kapısındaki (Tunç Kapı) İsa imgesini kaldırdı (bunun nedeninin, bu imgenin Sina ağı'ndaki İsa imgesine benzemesi olduğu söylenmiştir). ... imparatorun adamlarının bazıları (söylendiğine göre) ikonaseverler tarafından öldürülmüştür; böylece bunlar ikonakırıcılığın ilk kurbanları olmuşlar. 730'da III. Leon bütün kiliselerdeki dinsel imgelerin kaldırılması için bir ferman yayınladı ve ikonasever başpiskopos Germanos'un yerine, ikonakırıcı başpiskopos Anastasios'u getirdi.

754 yılında III. Leon'unn oğlu ve halefi olan İmparator Konstantinos başkanlığındaki kilise konsili ... toplandı. Konsil, ikonakırıcılığı gerçek Hıristiyan inancı olarak tanımladı; bu karardan sonra imgelerin çoğu yakılıp yıkıldı ya da üzerlerine beyaz badana çekildi; imge yanlılarına cezalar verildi. ... bu siyaset, 787 yılında ... İmparatoriçe Eirene'nin isteği üzerine toplanan kilise konsili tarafından tersine çevrildi ve bu yeni karar (bütün kiliseyi temsil eden) bir karar olarak kabul edildi. İkonakırıcılık korkunç bir hata olarak kınandı; bunun hemen ardından da ... Tunç Kapı'ya İsa'nın imgesi yeniden yerleştirildi.

215
814 yılında İmparator V. Leon Tunç Kapı'daki imgeyi bir kez daha kaldırttı; 815 yılında ... Ayasofya'da ikinci bir konsil kurarak ikonaseverlerin kararını geçersiz kıldı. Böylece ikinci ikonakırıcılık dönemi başladı. 843'te bir ikonasever imparatoriçe duruma gene el koydu. İmparatoriçe Theodora ... İsa ikonasını yerine koydurttu.

216
... yazılı belgeler, İkonakırıcılık tartışması boyunca sanatçıların durmadan çeşitli imgeleri takıp çıkarmakla uğraştıkları izlenimini uyandırıyor.

... kiliseye zangoç olarak atandığımda...     

224
754-787   ikonoklazm 1
815-843   ikonoklazm 2

İkonakırıcılığı konu alan Bizans kaynaklarını okurken hep tetikte olmamız gerekir, çünkü olaylar yengiye ulaşan ikonaseverlerin göstermek istedikleri biçimde aktarılmıştır.

"Tiran (İmparator Theophilos, yön. 829-42) kutsal imgeler çizen bütün ressamların ortadan kaldırılması ya da yaşamak istiyorlarsa (bu imgeler) üzerine tükürmelerini, onları ... yere atıp üstlerinde yürümelerini buyurmuştu...

[Ellerindeki yaralara karşın Lazaros, imgeler çizmeye devam etti.]" Theophanes'in Khrono graphia'sından

228
İmparator V. Leon (813-20) ikonasever kardeşler Theodoros ile Theophanes'in alınlarına ikonakırıcı sav sözlerinin dövmeyle yazılması emrini verirken, amacı din kavgasında kullanılan moda önermeleri yansıtmak değil, bu kardeşlerin halk içinde küçük düşmesini sağlamaktı.

.
.
.
.

18 Aralık 2013

Bilge Karasu - Kısmet Büfesi

.
.
.




.
.

Kısmet Büfesi
Bilge Karasu

Adam Yayınları, 1982 İstanbul


7
Göz yazıları...
Resimlerinden yola çıktığım Erol Akyavaş, Turan Erol ile Ertuğrul Oğuz Fırat...

İki Kadının Işığı Gitgide Azalan Bir Resmi Üzerine Metin

12
Bekledikleri, belki de, sezdikleri ama bilmedikleri bir şey. Ancak, kaygı değil yüzlerindeki. Burası kesin. Yalın, kuru bir bekleyiş içindeler. O kadar.
Bakarsınız, bekledikleri bizizdir. Kendilerini bir resmin içinde görerek onlara varlıklarını kazandıracak olan, karanlıkta kalmış ilgimizdir, bekledikleri. Bizim karanlık güzelliğimiz, oylumumuzdur. Yani, gerçekliğimiz...

16
Oysa bütün bu sözler, resme bakan, içine kapanmağa eğilimli bir seyircini sözleri. Kendinden pay biçerek bu kadınlara yakıştırdığı duygular... Olmadı, öyle değil, şöyle demeli: Kendinden pay biçerek bu kadınları demin anlatılan duruma sokuyor. Oysa bu kadınlar, dirimle bağlantılarını göz yoluyla, kulak yoluyla kurduklarına göre, başkasının gözünden, kulağından çekinecek değiller.
1973


Ertuğrul Oğuz Fırat'ın Resimleri Üzerine Akdeniz'den Uzak Bir Metin

Kimi, kıvrılıp kıvranan, gidip dönen, yitip yinelenen çizgiyi sevdi. Birim birim çizgileri kattı birbirinin ardına önüne, sağına soluna, sonra Doğu dendi buna.
Kimi, bütün eğrileri doğrulara kapattı, boşlukları düzenledi küçükleri büyüklere yedirerek, tarttı iri ile ufağı, sonra buna dendi Batı.
O da yalan, bu da yalan, varalım biraz da biz oyalanalım.
Batıdan, Doğudan çok, çağlar var derim ben. Dünyayı, dünyanın karmaşıklığını düzene sokma, yalınlaştırma çabasının kalıptan çıkıp kalıba girdiği çağlar... Mandalalarla Michelangelo iki ayrı çaba, düzenleyici düşüncenin iki çağı; o kadar. Bu çağlar, gün gelmiş bir arada yaşanmış, gün gelmiş batınınki doğuya, doğununki batıya kaymış.

28
Kimi, okuldan yetişmedir bu ressamların. (Bir adamın, bir kentin, bir ülkenin okulundan yetişme.) Öğretilegelen, sürdürülegelen kurallara karşı çıktığı ölçüde bilincindedir onların; resimlerine bakanlara da, bu ölçüde anımsatır bu kuralları...
Kimi de kendi okulunun
daha doğrusu, okulunu kurma çabasının
yetiştirmesi. Genel kurallara, çalışa çalışa, resimlerini yapa yapa yaklaşır. Bu kurallara erişir ya da erişmez. Ama kendi yolundan sapmamağa bakar. Resminin  'ilkelliğini', 'çirkinliğini' yaşar. Yaptığı, bakılır, seyredilir resimler olmaktan çok, okunur, içinde gezilir resimlerdir. Bildiklerinizle, usunuzla yorumlanmaz bunlar; resimle sizin aranızda, olsa olsa, sezdiklerinizin, bilincin en alt katlarında gezinen imgelerin yardımıyla bir köprü kurulur; havaleli, koptu kopacak görünen bir köprü. Bu köprüden ya geçer ya geçmezsiniz. Resmi, resmi yapanı,
(resimle resmi yapanı birbirinden ayırmak çok güç, bu durumda)
kendinize yakın bulup bulmamanıza bağlı bir şey bu.

30
Bu sözlerime karşılık, herkesin yaptığı bu, herkesin yapmağa uğraştığı bu, denilebilir. Her zaman öyle değil. Fırat'ın yaptığı, aradığı, ortaklaşa kullanılan bir resim diline kendi söyleyişini getirmeğe çalışmak değil; daha çok, düşlerinin, korkularının, isteklerinin dilini oluşturmak...
'....... dil zevksizliklerini de yenilik sanmıştı.'
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru, Varlık Yay. 1955, s.26
Bir yanda bir adam var; ona göre, ataları uğraşmış uğraşmış, kendisinin bu dünyaya gelmesinden az önce, kullandıkları (şimdi de kendinin kullandığı) dili, gelişiminin en yüksek noktasına vardırmışlar. Bu kusursuz, yetkin yapının kılına bile dokunmak günah, diyen saygı dolu bir adam, bu yandaki.
Öte yanda bir başka adam; karşısına çıkan dil yeter ki alışılagelmiş ölçülere, kullanımlara, kurallara aykırı olsun, kalıplardan kaçsın, övecektir onu; değişik diyerek, yeni diyerek, değişen bir dünyada eski kalıbın işi yok diyerek...
İkisini de yermek, ikisini de övmek, kolay. Kolay olmayan, ara konumu seçmek. Nereye varıldığını anlamak, nerede durulduğunu bilmek, değişenin değerini tartabilmek (bu değerin varlığında da, yokluğunda da).
Oluşma süreci içindeki bir dili, hele kişisel bir dili çözebilmek büsbütün güç. Ama uğraşmağa değer.
İlkel, temel ya da ana imgeler... Bilimsel terimler aramayalım şimdi. Bir doğa var karşımızda. Baktıkça baktıkça bizi ürkütmeğe başlayan bir doğa; bütün karışıklığı, karanlığı, besleyiciliği, öldürücülüğü ile. İnsan, içinde erir bu doğanın; tel tel, ip ip sarmaşıklar boğazına, çevresine dolanır, bir koza gibi kapatır onu. İnsan bu kozayı delip kelebek olur çıkar mı ortalığa, köklerin boğuculuğundan kurtulur mu, bilinmez.
Kuram dediğin bir bozkırdır, dostum,
Dirimin yemyeşildir altın ağacı.


Turan Erol'un Bir Gençlik Resmi Üzerine Akdeniz'i A(r/n)ar Bir Metin

35
Yirmi yaşımın diz
boyu karlı kışında
imam efendinin orta kattaki ev
sahibi sobası üzerinde pişmiş tarhana
çorbasından sonra çıkılan
bir odada

36
Aynaya bakılarak yapılmış bir Turanresmiydi bu.
Tükenmez gençliğinde donmuş bir resim, şimdi.
Boğaziçi Üzerine Bir Ön Metin
Buna 'metin' diyorum ya, resimli bir kitabın 'yazılı yarısı', bir filmin 'söz tümleci' de diyebilirim. Derim de. B.K.
Sonra, derinden derine büyük bir uğultu duyulmuş, ortalık sallanmağa, sarsılmağa, deprenmeğe başlamış, toprak çatlamış yer yer, sonra da, korkunç gürültüler içinde göçüler olmuş, göçükler belirmiş; o göçüklerin içinde, bir anda, sular
Büyük çöküntünün
arkasından gelen korkunç su çatışmasında, biri öldürecek denli tuzlu, öbürü ölümcül tatlılıkta iki denizin çakıştığı yerde
sular kaynaşmağa başlamış
o, doğusundan batısına uzanan ormanlardan kıl kadarcık ayrımı bulunmayan, ancak, yıkılıp, göçüp, yeni oluşmuş bir denizin dibine gömülerek ortadan kalkmakla ayrı bir nitelik kazanan, o eskinin eskisi bitkisel dirim yığıntısının içinde
bir zamanlar incecik ayakların sektiği, kıvrak gövdelerin yıldırayıp gittiği, sinsi pençelerle sivri dişlerin, -hem kendi başına, bağımsız, hem birbirine bağlı, bağımlı,- fundalık, çalılık, mantarlık yerlerde, yüksek dallarda, ulu ağaç tepeleri bölgelerinde saltık egemenliklerini yürüttükleri küçük dünyanın sonunu haber veren
kof gümleme, yeri göğü oynatmış olmalı yerinden.
Yerbilim bunun doğrusunu nasıl görür, eski varlıklar biliminin bulguları bunu ne ölçüde doğrular, bir an bile düşünmeden, gözümün önünde öyle canlandırmak istiyorum doğuşunu Boğaz'ın
kayaların da, karaların da geçitlerini, yutuculuğu da,
yeyiciliği de düşündüren
Boğaz'ın
yüz binlerce yıl önce doğuşunu.
Ondan sonra da Balığın egemenliği başlamış.
...
... Sonraları, çok sonraları ise,
hem hükümdar hem uyruk, hem efendi hem köle, hem yiyen
hem yenecek
İnsan'ın egemenliği kurulabilmiş.
...
(Bir ayraç daha açmış olmak için söyleyelim; şu insanoğlundan söz etmeliyiz: hem beslenen hem besleyen insandan; gereksediği için, yemesi gerektiği için, başkalarının ne düşüneceği önemli olduğu için, öyle ya da böyle davranmak yakışık aldığı ya da almadığı için, içki içmek isteyenlerin balık da yemesi gerektiği için, loş, serin yataklarda balığın epey yarmı dokunduğu için -hoş, bunu biraz sonraya bırakalım- balığı tutan, kızartan, haşlayan, ızgarada pişiren, çiğ yiyen insanın sözünü etmeliyiz).
İnsanoğlundan söz etmeliyiz, diyorduk,
çağı, dönemi, zamanı, yılı ne olursa olsun hangi devletin, padişahın uyruğu, hangi ordunun askeri olursa olsun;
yayılışının doğrultusu, gücü, ne olursa olsun, ister öldürsün, ister yağmalasın, ister yakıp yıksın, ister kursun
hangi inanca, hangi doğruya, ya da yalana, bağlanmış olursa olsun, ister aç gözlü ister özverili, ister düşlere kapılmış ister inanmış olsun
bu kıyılarda, bu sahnede
(kuklaların hâlâ kukla kaldığı, küçücük evrenlerinden çıkacak denli şuncacık olsun büyümedikleri
kalımlı zemin perdesi üzerinde iplerin artık belli olmadığı, oyunun birkaç bin yıldır, dünya kadar, kıl kadar, değişikliklerle sürüp gittiği -sahneden başka bir seyircisi olmaksızın sürüp gittiği- bu uçsuz bucaksız sahnede)
adını sürdüren, güçlüklere göğüs gerip dayanan, serüvenlere, tehlikelere atılı atılı veren,
Balığın simgelediği,
İnsanoğlundan söz etmeliyiz.
Son yirmi beş yüzyılın kabına sığmaz genç boyları ile huysuz ya da duygun çocuklarına yaraşır efsanelerden, avalca masallardan gına getirdim artık. Salmış, sandalmış, denizciymiş, donanmalar, altın postlar, kayalar, yok daha bilmem neymiş; bunların hepsinde Boğaz
anlatanlar, bu boğazın, kocaman ama her yeri çevrili, sınırlı bir bahçeye açılan bir patikadan başka bir şey olmadığını bildikleri halde
Uçmak ya da Tamu'nun yolu olarak gözükür.



58
Arkasından da, ŞEHİR geldi kuruldu.
Yaşamanın Tanrı buyruğu olmaktan çıkıp insan ölçütlerine girdiği zaman oldu bu. Acunbetim bir yana çekilmek zorunda kalıyordu. Tarih gelip yerleşiyordu yerine. Ölüm aralıksız, durgu durak bilmeden gelecektir her yaratığın başına; önceki gibi... Ama bu yaratıkların sürekliliğini de yaratacak, sağlayacaktır bir yandan. Bu yaratıkların adı insan oldukça...


Çapavulun Çattığı Çaparız
Erol Akyavaş'ın Bir Resmi Üzerine Metin

71
Sabahın bozluğunun pembeye dönüştüğü saatte yedi diri üç ölü sıkışmış bir çukurluğa.

76
Kaçmıyor, mezarların kazılmasına yardım ediyor, ölülerin gömülmesine yardım ediyor, yabancı, üstelik düşman olduğu halde ölüler için yapılan törene, büyük bir saygıyla katılıyor, neredeyse, törenin bütün hareketlerine, sözlerine, töresine katıldığı söylenebilecek. Dilini de biraz anlıyor bu ülke adamlarının. Zaten komşular. Onlar göçebe oldukları için dil öğrenmek zorundalar biraz da. Buranın insanı ise, yabanın dilini öğrenip ne yapsın?



.
.
.
.

09 Aralık 2013

Ahmet Hamdi Tanpınar - Beş Şehir

.
.

.
.



Beş Şehir (1946)

Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergah Yay. 1992 İstanbul


Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)



1943   Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi'nin Rüyaları (hikaye) 1943
1946   Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (deneme) 1946 (Dergâh Yay. 2004)
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (monografi) 1949
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (roman) 1949 (Dergâh Yay. 2004)
1955   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru (hikaye) 1955
1961   Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler 1961
1962   Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (roman) 1962 (Dergâh Yay. 2004)
1967   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal (deneme) 1967
1969   Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (deneme) 1969
1970   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi (deneme) 1970
1973   Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (roman) 1973
1975   Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste (roman) 1975 (Dergâh Yay. 2003)
1976   Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri 1976 (YKY 1999)
1983   Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikayeler (1983) (Dergah 2002)
1986   Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (roman) d1986



Önsöz

7
Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır (özlem). … vatanın manevi çehresi olan kültürümüz…

Bizden evvelki nesiller gibi bizim neslimiz de, bu değerlere, şimdi medeniyet değişmesi dediğimiz, bütün yaşama ümitlerimizin bağlı olduğu uzun ve sarsıcı tecrübenin bizi getirdiği sert dönemeçlerden baktı. Yüzeli senedir hep onun uçurumlarına sarktık. Onun dirseklerinden arkada bıraktığımız yolu ve uzakta zahmetimize gülen vaitli (vaid: İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kati hadiseleri haber vererek korkutmak) manzarayı seyrettik.

Gideceğimiz yolu hepimiz biliyoruz. Fakat yol uzadıkça ayrıldığımız âlem, bizi her günden biraz daha meşgul ediyor. Şimdi onu, hüviyetimizde gittikçe büyüyen bir boşluk gibi duyuyoruz, biraz sonra, bir köşede bırakıvermek için sabırsızlandığımız ağır bir yük oluyor. İrademizin en sağlam olduğu anlarda bile, içimizde hiç olmazsa bir sızı ve bazen de, bir vicdan azabı gibi konuşuyor.

Sade millet ve cemiyetlerin değil, şahsiyetin de asıl mâna ve hüviyetini, çekirdeğini tarihîlik denen şeyin yaptığı düşünülürse, bu iç didişme hiç te yadırganmaz. Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her ân hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.

… biz neydik, neyiz ve nereye gidiyoruz?...

Hiç unutmam: Uludağ’da bir sabah saatinde, dinlediğim çoban kavalına birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığını gördüğüm ânda, gözlerimden sanki bir perde sıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilmezdim. Manzara hakikaten güzel ve dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının his tarihi yazılır ve hayatımız bu zaviyeden (anlayış, görüş) gerçek bir sorgunun süzgecinden geçirilirse, moda sandığımız birçok şeylerin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır.

9
Tarihçilerimiz Selçuk ile Osmanlı arasındaki farkı, bir hanedan değişmesinde görmekte fazla ısrar eder gibidirler. Biz ise, bu farkın muaşeretten (birbiriyle toplumsal ilişkiler içinde bulunma), üsluba, insan ve zevke kadar derinleştiğine inanıyoruz. Selçukla Osmanlı, biri öbüründe az çok devam eden iki ayrı âlem, yahut daha iyisi, büyük mânasında iki ayrı üslûptur. … Biz bugün Selçuk’u, geçen asrın başlarında Avrupa’nın Gotik veya Romen sanatlarını yeniden keşfetmesi gibi keşfetmiş bulunuyoruz. Onu görebilmemiz için Osmanlı’nın içinden çıkmamız lâzım geliyordu.

Okuyucu, “Beş Şehir”de buna benzer birçok tekliflere veya cesaretlere rastlayacaktır.

Her düşünen insanımız gibi, ben de hayatımızın değişmesi için sabırsızım. Daima hayranı bılunduğum yabancı bir romancının hemen hemen aynı şartlar içinde söylediği gibi “eski bir garpçıyım”. Fakat canlı hayata, yaşayan ve duyan insana, cansız madde karşısındaki bir mühendis gibi değil, bir kalb adamı olarak yaklaşmayı istedim. Zaten başka türlüsü de elimden gelmez. Ancak sevdiğimiz şeyler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak bizimle beraber yaşarlar.

Ankara, 25 Eylül 1960


İstanbul

14
Bu müslüman adam (babası), kadere yalnız İstanbul'dan uzakta ölmek endişesiyle isyan ederdi. Böyle bir ahret uykusunda yabancı makamlarla okunan Kur'an seslerine varıncaya kadar bir yığın hoşlanmadığı, hatta haksız bulduğu şey karışırdı.

15
Bizim nesil için İstanbul, dedelerimiz hatta babalarımız için olduğundan çok ayrı bir şeydir. O muhayyilemize sırmalı, altın işlemeli hil'atlere (kaftan) bürünerek gelmiyor, ne de din çerçevesinden onu görüyoruz.

dâüssıla: yurt özlemi; ihsas: sezdirme; munis: cana yakın; yeis: karamsarlık, üzüntü

16
Beyoğlu, hamlesi yarıyolda kalmış Paris taklidiyle hayatımızın yoksulluğunu hatırlatırken; ...

18
Yazık ki bu şiir dünyası artık hayatımızda eskisi gibi hakim değildir. Onu şimdi daha ziyade yabancı daüssılalar idare ediyor. Paris, Holivud, -hattâ dünkü Peşte ve Bükreş- İstanbul'un ışıklarını içimizde her gün biraz daha kıstılar. Ne çıkar İstanbul semtleri bütün vatan gibi orada duruyor; büyük mazi gülü bir gün bizi elbette çağıracak.

19
Meşrutiyet inkılabı, üç büyük muharebe, birbiri üstüne  bir yığın küçük, büyük yangın, mali buhranlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüz yıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir medeniyeti nihayet 1923'te olduğu gibi kabullenmemiz onun eski hüviyetini tamamıyle giderdi.

müstebit: despot, zorba; riyazet ve takvâ: nefsine hakim olma ve günahlardan uzak durma; müstehlik ve müstahsil: tüketici ve üretici

22
(eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin...) Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk müessesesi, bu iki mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında döndüren bir iktisadi şartla bütünü vardı.

müsavat: eşitlik

23
Evet, bizim küçüklüğümüzün şarkı biraz da dışarıda, yerli simsarların işaretiyle toptan yapılırdı. Bizim çocukluğumuzdan çok evvel de bu böyle idi. Fakat böyle de olsa, içine girdiği terkip o kadar enfüsi (öznel) bir âlemdi ki, farkedilmezdi. Büyük orkestranın içinde münferit sazlar kendiliklerinden kaybolurdu. Çünkü asıl yayı çeken ve âhengi gösteren şeyler bizimdi. Bunlar şehrin kendisi, bizim olan mimarlık, bizim olan musiki ve hayat, nihayet hepsinin üzerinde dalgalanan hepsini kendi içine alan, kendimize mahsus duygulanmaları, hüzünleri, neşeleriyle, hayalleriyle sadece bizim olan zaman ile takvimdi.

rahmani: tanrısal;
tevekkül: herhangi bir işte elinden geleni yapıp daha sonrasını allaha bırakma.
vehim: kuruntu

25
Geceleyin geçen bir satıcı sesi bugünün çocuğuna hangi ürpermeyi verebilir? Üst kattaki gramafonla yan taraftaki radyo arasında bir uğultu değirmenine dönen bugünün kafası için bir satıcı sesinin değeri ancak satılan şeyle ölçülebilir.

26
Tanbûrî Cemil'in Ninni'sini bir musikî şaheseri saymak epeyce güçtür. Fakat o plağı bulursanız iyi dinleyin. İktisadî denkliliği bozulmuş, mihrabı çökmeğe yüz tutmuş, gururunu yapan geleneklerin duvarı çatlamış bir topluluğun iç benliğini en canlı yerinde verir. Tanbur, san'atın hududuna girmeyen bir taklitle de olsa bütün havayı nakleder. Şüphesiz eski İstanbul sadece bu hüzün, bu hislilik değildi, sanıldığından çok fazla eğleniyordu. Belki de bu ninni, Hüseyin Rahmi'nin hayatımızın her safhasını alaya alan romanları gibi biraz da eğlenmek için yapılmıştı. Bununla beraber, bu fakirler cemiyetinde, saadeti bir ruh muvazenesinde arayan saf ve ahenkli insanların hayatında, her şeyin peşine bu gölge iyiden iyiye takılmaya başlamıştı. Doğrusu istenirse bu hüzün biraz da kendiliğinden gelen bir şeydi. Tıpkı boş bir tiyatro sahnesinde seyredilen bir akşam saati gibi hayatın bazı unsurlarından doğuyordu. Petrol lambası, hava gazı ile yarı aydınlanan sokak, dilenci sesleri, bekçi sopası, yangın korkusu, acı vapur düdükleri, fazla dindar hayatın verdiği o garip psikozlar adeta matematik şekilde onu hazırlayıp besliyordu. Fakat ne de olsa vardı ve etrafımızdaki havayı elle dokunulacak şekilde kesifleştiriyordu. Onu kaybettiğimiz zaman kendimizi çıplak bulmamız, sarsılmamız da hayatımızda büyük bir yeri olduğunu gösterir.

Ahmed Rasim'in 1913 yılı Nevsal-i Millî'sinde çıkan Sokaklarda Geceler adlı küçük yazısını hatırlar mısınız? İstanbul gecelerinin bütün büyüsü, yerli hayatın biçareliği ile beraber, bu yazıdadır. Artık kaybolan yahut kalıntı hayatını yaşayan İstanbul mahallesi orada sanki kendi uykusunda sayıklar.

mersiye: ağıt; insiyâk: içgüdü; itiyat: alışkanlık

28
Sinemanın zevkimizi dışarıdan idare ettiği devirde yaşıyoruz. Karanlıkta toplanıyoruz. Honolulu'da, mehtaplı gecede güzel çamaşırcı kızına fevkalade zeki, cüretle ve fedakar demir kralının oğlunun söylediği gitaralı şarkıları, ertesi sabah Boğaz kıyılarında mağaza çıraklarının ıslığından dinleyeceğimiz gülünç ulumaları dinliyor, kadının tuvaletine, erkeğin perendelerine, hülasa bir yığın ahmaklığa hayran oluyoruz.

sümbülî: yağmur yağdırmayan koyu renkli bulutlarla örtülü hava

30
Eski İstanbul bayramları çok başka türlü idi. Bayram sabahı güneş bile başka türlü, adeta ruhanî doğardı. Çünkü eski hayatımızda takvim semavî bir şeydi.

Hayır, İstanbul'a yeni hayat, yeni bayram, yeni eğlence şekli, yeni zaman lazım. İstanbul artık bundan böyle ekmeğini çalışarak kazanan bir şehirdir. Her şeyi ona göre düzenlenmelidir.

31
... İstanbul sadece âbide ve âbidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir. Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder. ... Yedi tepe, iki, hattâ Haliç'le üç deniz, bir yığın perspektiv imkânı ve nihayet daima lodosla poyraz arasında kalmasından gelen bir yığın ışık oyunu bu eserleri her an birbirinden çok başka, çok değişik şekillerde karşımıza çıkartır.

32
O, aydınlığın daima zengin rüyası, saatlerin sazıdır. Eski ustalarımızın asıl başarısı tabiatla bu işbirliğini sağlamalarındadır. Pek az mimaride taş mekanik rolünü, şekiller sabit hüviyetlerini İstanbul camileri kadar unutur, pek az mimari kendisini ışığın cilvelerine İstanbul mimarisinde olduğu kadar hazla, onun tarafından her an yeni baştan yaratılmak için teslim eder.

Bir katedralin heykel kalabalığını mimarî tesirle karıştıranlar, istedikleri kadar başka sanatları övsünler; benim hayranlığım, çıplak bir insan vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan âbidelerin yapıcılarına, ruhlarındaki ilahi nispet sezişiyle duayı zakânın bir tebessümü haline getiren, duygusuz maddeyi güneşin adına söylenmiş bir kaside yapan mimarlarımıza, çoğunun adını unuttuğumuz ve hayatımızda hüküm süren gömlek değiştirme telaşı içinde eserlerine bir kere olsun dönüp bakmadığımız, hattâ sabırla, imanla, karış karış işledikleri şehrin hangi köşesinde, hangi devrilmiş servinin altında yattıklarını bilmediğimiz o derviş feragatli ustalara gider.

33
Onlar İstanbul'u iyi bir elmas yontucusunun eline geçmiş bir mücevher gibi işlediler. Niçin övünmeyelim? Dışından ve içinden camilerimiz kadar mimari eseri azdır.

Şüphesiz bu bir günde olmadı. Bu incinin böyle sade kendi ışık külçesi olarak teşekkül edebilmesi için ilkin Selçuk sedefinin yüzyıllarca bir yığın mazi mirası ve yerli anane üzerine kapanması, sonra İznik'le Bursa'nın imbiklerinden geçmesi, kabuklarını yavaş yavaş atması; Nilüfer imaretinde, Yıldırım'da, Yeşil'de, Edirne'deki Üç Şerefeli'de sağlamlığını denemesi lâzım geldi.

kayser: roma, bizans, alman imparatorlarına verilen unvan; fecir: tan vakti;
payıtaht: başkent

Gerçek Bizans saltanatı Fatih ile Beyazid külliyelerinin, İstanbul'un iki tepesine bir fecirden ardı ardına boşanmış güvercin sürüleri gibi beyaz ve yumuşak kondukları zaman yıkılır. Üçüncü tepeyi onlardan hemen biraz sonra gelen Sultan Selim'in çok usta ve rahat plâstiği fetheder.

34
Kanunî'nin tahta çıktığı senelerde ise İstanbul cami, han, hamam, medrese, büyük saray, evliya türbeleri ve çeşmeleriyle tam bir Türk şehriydi.

tenazur: bakışım

36
(Sinan zamanı) Koca imparatorluğun her tarafında beyaz taş yontuluyor, büyük kazanlarda kubbeler için kurşun eritiliyor, yarı simyager, yarı evliya kılıklı ustaların, başında bekledikleri çini fırınlarında nar çiçeklerinin, karanfillerin, badem, erik çiçeklerinin bir daha solmayacak baharları; tevhitlerin inancı, fetih ayetlerinin müjdesiyle beraber ağır ağır pişiyor; küçük, izbe dükkanlarda, yassı tunç tokmakların altında medreselerin, şifahanelerin, kervansarayların, hanların, büyük sarayların, sebil ve çeşmelerin saçakları, kitabeleri, yaldız süsleri için altın, dövüle dövüle kelebek kanatları kadar ince, menevişli yapraklar haline getiriliyordu.

Çok defa düşünürüm: Bakî ile Sinan acaba dost oldular mı? Süleymaniye'nin yapıldığı yıllarda Bakî yirmi beşle otuz arasında genç bir molla idi. Bir yıl kadar da Süleymaniye binalarının inşasına nezaret etmişti. Kimbilir, belki de Türkçe'yi o kadar kudretle bükmesini burada, nizamını yakından bilmediği bu sanatın göz önünde, çıldırtıcı bir sağlamlıkla yükselişini göre göre öğrenmişti.

37
Belki de bütün imparatorluğun gururu olan mimara koşmuş, ellerine sarılmış:
"- İlahi Sinan! Ey susan taşın ve konuşan hacimlerin şairi; ey maddenin uykusuna kendi nabzının ahengini hepimizin imanıyle beraber geçiren! Aydınlığı en bilgili terkiplerde eritilmiş madenler gibi yumuşatıp ondan zaferlerimize hil'atler biçen! Sen bu şehre bütün dünyanın kıskanacağı bir cami yapmakla kalmadın; insan düşüncesinin erişilmesi güç hadlerinden birini tespit ettin." demiştir. Hayır, elbette ki Bakî böyle şişkin, böyle taklit dille konuşmazdı; ona daha basit, çok basit ve çok güzel, bir duaya benzer şeyler söylemiştir.

38
Sinan bir anneyi tek başına tüketen, kendinden sonra gelenlere pek az bir şey bırakan sanatkârlardandır.

İstanbul'da kalanların işi daha güçtü. Her nisbeti ayrı ayrı deneyen ve en müşkül tertipleri ezberlenmiş bir şey gibi icat eden, aradığını kendinde bulan bu devden sonra şahsi olabilmek için ya geleneği kırıp yeni yollar aramak yahut da çok sabırla çalışmak lazımdı. Millî hayatın kıvamını bulduğu, hudutlara varıncaya kadar her şeyin yerli yerine oturduğu XVII. asırda birincisine, hele cami gibi dinî eserlerde imkân yoktu.

... bu hayatın arkasında öyle şuurlu ruh yaşıyordu ki bu terkipte en küçük bir çatlağa hiç kimse razı olamazdı. Dışardan gelecek bir tesire sade Garp için değil, şark için de kapalıydık. İskolastik tahsile, dini tesirlere rağmen Arap zevki imparatorluğa girememişti.

39
Sinan'dan sonra Türk mimarlığının meşalesini eline alan Sedefkâr Mehmet Usta'nın bazı nisbet değişikliklerine bakarak ondan tamamıyla ayrıldığını iddia edemeyiz. Çünkü Sultan Ahmed'in hususiyetini veren dört yarım kubbe üstünde yükselen orta kubbe fikri, Şehzade camii ile Sinan'ındır. Her eserinde yeni şekiller aramaktan hoşlanan ve bazan bulduklarını âdeta kaydetmekle iktifa (yetinme) eden Sinan, bir daha ona dönmemişti. Sedefkâr Mehmet, ustasının buluşunu çok değiştirmiştir. Bu değişikliklerin başında dışardan binaya kademe kademe yontulmuş bir dağ manzarası veren küçük yarım kubbeler manzumesi vardır.

Şehzadede görülen ayna duvarlarının çoğu burada ehramı ritmik bir şekilde tamamlayan kasnaklar olur. Bu itibarla Sedefkâr Mehmed mimarlığımızın en büyük virtüozudur, denilebilir. Camiin içinde de aynı şey vardır. İstediği genişliği elde edebilmek için mimar adeta binayı içten boşaltır!

Sultan Ahmed'in içi bütün bir mavi bahar rüyasıdır. Pek az mimarî, ışığı bu kadar lezzetle dokur.

40
Sultan Ahmed'den bahsederken çinilerin güzelliğini överler. Ben onlara ayrı ayrı dikkat edilmesi taraftarı değilim. Bütünün mekanik tarafı, süsün iptidailiği ile beraber derhal meydana çıkıyor. Bu çinilerin, nevinin en güzeli olduğu muhakkaktır. Fakat çininin kendisi, mimarî gibi üstün sanatın yanıbaşında övülecek şey değildir.

45
İstanbul, büyük mimarî eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehridir. Hatta iç İstanbul'u onlarda aramalıdır. Büyük eserler ona uzaktan görülen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi izleyerek portrenin içini dolduran, büyük tecridin (allaha sığınma) kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik hal ile, yaşanmış hayat izleriyle tamamlayan eserlerdir.

... küçük camiler, medreseler, çeşmeler, çeşme aynası, kapı çerçevesi, duvar, türbe, mezarlık...

47
Biz şimdi fetih tarihini garplılardan okuyor, Fatih'in hayatındaki aksaklıkları tenkit ediyor; ilim, sosyoloji filan yapıyoruz. Eskiler işi büsbütün başka türlü görüyorlar, İstanbul'u fetheden millî hamleye ilahî bir mahiyet veriyorlar, bu işte hiçbir izafiliğe yanaşmıyorlardı.

51
Üsküdar'da Doğancıların biraz altındaki Aziz Mahmud Hüdaî külliyesi Tanzimat mimarisinin zevksizliğine en büyük misaldir.

tebcil: yüceltme, ululama; aksülamel: tepki, reaksiyon; confrérei: kardeşlik

56
İstanbul gittikçe ağaçsız alıyor. Bu hal, aramızdan şu veya bu âdetin, geleneğin kaybolmasına benzemez. Gelenekler, arkasından başkaları geldiği için giderler. Fakat asırlık bir ağacın gitmesi başka şeydir.

Bir ağacın ölümü, büyük bir mimari eserinin kaybı gibi bir şeydir.

şehnişin: cumba; sayvan: saçak

58
... yapmasını çok iyi bilen ve seven Şark muhafaza etmesini bilmez.

61
Her şehir üç, dört yüz senede bir değişir. Eğer medeniyet dönümleri için ortaya atılan nazariye doğru ise bu değişiklik beş asır içinde tam bir devir yapar ve eskiden pek az şey kalır. Bu itibarla bütün hâtıraların tam muhafazası imkânsızdır. Fakat biz en yakın zamanları da aynı şekilde kaybettik.

64
Biri kendi mahallemde olmak üzere ben de birkaç yangın gördüm. İşin içindeki trajik tarafı düşünmeden konuşmak imkânı varsa başta Neron olmak üzere bütün bu acaip zevkin amatörlerini pek de haksız bulmadım diyebilirim.

65
Eski İstanbul nasıl bir tarafı ile yeniçeri ise Tanzimat'tan sonraki İstanbul'un bütün bir tarafı da az çok külhanbey idi. ... Ebuzziya'nın Yeni Osmanlılar'ı ... Tulumbacılık bir bakıma sporsuz İstanbul'un tek sporuydu. Daima harekete hazır civa gibi insanlardı ve bilhassa birbirlerine karşı son derece vefalıydılar.

68
Tanzimat'tan sonra insanla beraber kahve zevki de değişti. Viyana ve Paris usulü, duvarları aynalarla süslü, sandalye ve masalı kahveler açıldı ve bugün o kadar zevkle dinlediğimiz Kâtibim türküsünde kolalı gömleği ve setresiyle alay edilen İstanbul beyleri bu kahvelerde toplanmağa başladılar. Aziz devrinde birdenbire yayılan gazete zevki yüzünden bu kahvelerin bir kısmı kıraathane adını aldılar.

69
Hayalî Salim son büyük Karagözcülerdendir. Hattâ bir aralık Karagöz oyununa tıpkı tiyatro perdesi gibi bir perde ilâve ederek oyunu yenileştirmeğe çalışmıştı.

Çayhaneler üçüncü bir sınıf teşkil ediyordu. Ve bilhassa Şehzadebaşı'nda idiler. Buralarda çayı hususî bir zevk haline getiren tiryakiler toplanıyordu.

70
Gautier Türk kadınlarından bahsederken zannedildiği kadar hürriyetsiz olmadıklarını, yanlarında harem ağaları bulunmak şartıyla gezmekte serbest olduklarını... söyler.

72
Dergâh'a yazdığı makalelerle mecmuanın millî havasına Bergson'dan gelen çok özlü bir derûnilik katan Mustafa Şekip Tunç...

73
... aşırı milliyetçi...

Fakat Yahya Kemal'in konuşması ve kahkahalarımız kızışınca halka genişler, bütün bir yanı alırdık. Bilardo ıstakalarının gürültüsü, tavla şakırtıları, garson çığlıkları arasında, Anadolu'da olup bitenlerin verdiği hava içinde şiirden bahseder, projeler kurar, gazetelerden geç vakit dönen arkadaşlarımızdan İnönü ve Sakarya muharebelerinin en son havadislerini alırdık.

76
... Beyoğlu çıkışlarımızda daha ziyade yeni açılan Rus lokantaları bizi çekerdi.

Nedense bu beyaz Rus muhacirlerinin İstanbul hayatındaki tesirinden hiç bahsedilmedi. Halbuki Tanzimat'ın başında Fransız ve bilhassa İtalyan tesiri ne ise -Fransız tesiri Büyük İhtilalin neticesi olan akında başlar- bu beyaz Rusların tesiri de odur. Kadın kıyafetinden, lokanta ve bardan plajlara kadar birçok modayı onlar getirdiler.

Hiçbir zaman İstanbul bu kadar bahtsız, sınıflar muvazenesini alt üst edecek derecede paralı ve eğlenceli olmamıştı.

77
Radyonun yayılması, musikî takımlarını kahvelerden kovdu.

Ve Beyoğlu, şehrin hayatına yapıcı ve yıkıcı çehreleriyle girer. Tiyatrosu ile birden bire parlayan semt, Abdülâziz devrinde büyük otellerin, mağazaların, zenginler için kibar Avrupa terzilerinin, fakirler için hazır elbise mağazalarının ve her sınıf halk için Paris ve Avrupa ithalâtı bir yığın eğlencenin, alafranga konserlerin, şöhretsiz muganniye ve rakkaselerin göz alıcı köşesi olur.

79
Abdülâziz devrinden itibaren İstanbul hayatında hiçbir istikrar kalmamıştı. ... Transitini ve istihsalini kaybetmiş İstanbul, dünya piyasasını avucuna geçirmiş Paris'i taklit ettikçe istikbalini tehlikeye atıyordu. Ve Bender fabrikalarının lastik tekerlekli arabaları her dönüşünde asırlar görmüş imparatorluk mukadder âkıbetine biraz daha yaklaşıyordu.

80
Sanat için, insan için az çok doğru olan bir şey, niçin birkaç asrın yaşama üslûbuna, zevkine, sevme, duyma tarzlarına şahit olmuş, onları kendi imkânlarıyle beslemiş, hattâ idare etmiş bir manzara (Boğaziçi) için düşünülmesin?

84
(bir Yahudiyle yattığı söylenen kadının At Meydanı'nda recmedilmesi) Padişah bile görmeğe gider. Fakat her şey olup bittikten sonra şehirde aksülâmel başlar, taassup adamları bir daha kolay kolay istediklerini yapamazlar.

85
Yazık ki Venedik ve Napoli'den başka hiç bir memlekette rastlanmayan şekilde denizle böyle baş başa yaşamak imkânını veren Boğaziçi'nin açık bir tesirini edebiyatımızda görmek imkânsızdır. Nesrin ve resmin yokluğu, şiirin bir sanat oyunu oluşu yaşanmışı çok gerilere atar.

93
İbrahim Paşa imardan hoşlanıyordu. Yontulmuş mermer, yaldızlı kitabe, nakışlı saçak, güzel yazı hoşuna gidiyordu.

94
Hafız Post 1689'da, Itrî 1712'de ölür. ... Türk musikisinin hala tam bir diskoteği yapılamamış olması ne kadar hazindir.

97
Van Moor, Melling (ressamlar)

100
Şurası var ki tıpkı kendimiz gibi geçmiş zaman da, bizdeki aksiyle tekevvün (doğuş, oluş, oluşma) halindedir. Kâinatımızı nasıl kendi akislerimizle yaratırsak; maziyi de, düşüncelerimize, duygularımıza ve değer hükümlerimize göre yaratır, değiştiririz.

104
Fakat yanılmamalı, (musikimiz) Garp'ta yetişen eşitleri gibi o peyzajı ve hemen her söylemek istediğini, istediği gibi veremez. Eski musikimiz insan sesinin tabiî işaretiyle konuşur. Ne hususî lûgatı, ne de tam bir sentaksı vardır. Kudreti de, zaafı da buradadır. Hiçbir zaman kendi başına bir semboller dünyası olamamıştır. Üstün neşesi ve ... kudret, çığlığa bu kadar yakın bulunmasında, hattâ onun hudutları içinde kalmasındadır. Söyleyeceğini, insan sesinin billûruna geçirebildiği hallerde söyler.

110
Ne kadar çok hâtıra ve insan... İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir; ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum. ... Hattâ Kanunî'nin, Sokullu'nun İstanbul'unda bile on dakikadan fazla yaşayamam. ... Biz onun (Süleymaniye) güzelliğini dört asrın tecrübesiyle ve iki ayrı kıymetler dünyası arasında her gün biraz daha keskinleşen benliğimizle başka türlü zenginleşmiş olarak tadıyoruz. Yahya Kemal'siz, Mallarmé'siz, Debussy ve Proust'suz bir Süleymaniye veya Kanunî Mersiyesi, hattâ onlara o kadar yakın olan Neşâtî ve Nedim'in, Hafız Post ile Dede'nin arasından geçerek kendilerine varamayacağımız bir Sinan ve Bâki tahmin edebileceğimizden daha çok çıplaktır. ... bizim ancak batmakta olan bir güneşin son ışığına şahit olabildiğimiz yalılar, bugün ortada olsa idiler, belki kendimizi daha başka türlü zengin bulacaktık; fakat hiç bir zaman yokluklarının bizde uyandırdığı duyguyu tatmayacaktık; nesil ve zihniyet ayrılıkları yüzünden ancak bayramdan bayrama yüzlerini görmeğe razı olduğumuz ihtiyar akrabalar gibi zaman zaman yanlarına uğramakla kalacaktık. ... Hayır muhakkak ki bu şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.

112
En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız.


Bursa'da Zaman

113
Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen (belirli) bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştanbaşa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir.

"Osmanlı tarihinin dibacesi"
dibace: başlangıç, giriş

Gümüşlü
Türkçede Ş ve L harfleri daima en güzel terkipler yapar.

116
Geyikli Baba'ya gelince o Bursa fethini o kadar masallaştıran ve yeni Türk Devletinin kuruluşunu yeni bir dinin doğuşuna benzeten Horasan Erleri'ndendir.

119
... Anadolu'da ve Suriye taraflarında çok yaygın olan fütüvvet teşkilatı...  (Dini ve mesleki birlik, esnaf teşkilatı)

126
Şark için "ölümün sırrına sahiptir" derler. Fakat Şark milletleri içinde dahi ona bizi kadar hususi bir çehre veren, her türlü laübalilikten sakınmakla beraber, onu ehlileştiren, başka millet pek yoktur. Ve bunu ne kadar basit unsurlarla yaparız: sade mimarîli bir türbe çok defa tahtadan, sırasına göre oymalı ve zarif, bazen de düz ve basit bir sanduka, birkaç işlenmiş örtü veya düz yeşil çuha, bir kavuk, bir tuğ... İşte cedlerimize edebi hayatı tecessüm (boyut kazanma, cisimlenme) ettirmeğe yeten malzeme bundan ibarettir. Bu kadar fakir unsurlarla hazırlanan âbide de ferdi hayatı hatırlatan tek çizgi, isimden ibarettir.

127
(Yeşilcami) Andre Gidé bu cami için "zekânın kemal (kıymet, değer) halinde sıhhati" der.

128
(Balkan felaketinin o hazin arifesinde) André Gide böyle bir zamanda peyzajlarımızı (İstanbul) fakir ve neşesiz, sanatımızı derme çatma, insanımızı çirkin buldu. Takma bir "insanüstü" gözüyle etraftaki ıztıraba tiksine tiksine bakarak geçti. Bugünkü büyük felaketi idrâk eden Fransa'nın yarınki çocukları "La Marche Turque"ü okurken bu davranıştaki huşunetin (sertlik, kabalık, kırıcılık) ne kadar mânasız olduğunu çok iyi anlayacaklardır.

129
Eski Emir Sultan türbesi ve mescidi... Her sene bahar mevsiminde bu türbede büyük bir halk kütlesi toplanır, Erguvan Bayramı yaparlarmış. Bu erguvan sohbeti beni çok düşündürdü. Acaba eski dinlerden, bugün Bursa müzesinde küçük mezar heykellerini, yüzlerce kırık âbidesini gördüğümüz âkidelerden (akide: bir şeye inanarak bağlanmış) kalma bir şey mi? Yoksa sadece yeni fethedilmiş bir toprağı takdis için fâtih cedlerin icat ettikleri bir bayram mı? Nereden gelirse gelsin, bu Türk velisinin adı Bursa'da tarih boyunca devam eden ve "naturiste" (doğacı) bir ibadete çok benzeyen bir geleneğe karışıyor.

132
Tanzimat ve ona yaklaşan zaman şüphesiz ki geniş mânasında yapıcı bir devir olmuştur. Fakat sadece yapmakla kalmış, asıl yaratmağa gidememiştir. Bu ikisinin arasındaki farkı o zamanlardan kalma eserlerin hepsinde görmek mümkündür.

Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil'de dua eder, Muradiye'de düşünür ve Yıldırım'da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm (anlatma, ifade etme, güzel ve alçak sesle şarkı söyleme, şakıma) eder.

Ah, bu eski sanatkârlar ve onların dokundukları şeyi değiştiren, en eski bir unsurdan yepyeni bir âlem yapan sanat mucizeleri. Dedelerimiz bu mucize ile ve onun etrafına taşırdığı imanla Bursa'nın ve İstanbul'un çehresini değiştirdiler, onları yarım asır içinde halis Türk ve Müslüman yaptılar.

134
Aşk, sanat, arzu, zafer hepsi hasta nahvetimizin (gurur, azamet, büyüklenme) oyuncaklarından başka bir şey değildi ve hepsinin arkasında kaderin büyük çarkı işliyordu.

135
"Ne diye bunun böyle olmasından muzdaribim? diyordum. Niçin mutlaka hayatta bir devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibi olmalı? Bütün bunların lüzumu ne? Bütün pınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar? Lezzetle bitirdiğimiz her kadehin dibinde hep aynı ifrit (öfke), kül rengi hadekalarında (göz bebeği ile ilgili) hiç bir aydınlığın gülmediği kayıtsız, sabit gözlerle sarhoşluğumuza gülecek olduktan sonra... Ömrümüzü idare eden kudretler arzularımıza ne kadar uygun olurlarsa olsunlar, bizi ondan kurtaramazlar. Bütün hılkat, geniş ve eşsiz kudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur.

138
"En iyisi budur, diyorum; eşyayı bırakmalı güzelliğinin saltanatını içimizde kursun."

Geçmiş günlerimiz, hasretlerimiz, ıstıraplarımız, sevinçlerimiz, ümitlerimiz...


Konya

140
Dışardan bu kadar gizlenen Konya içinden de böyle kıskançtır. Sağlam ruhlu kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışardan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer.

enmûzec: örnek

144
Anadolu'nun politika ve kültür tarihinde daima mühim rol oynayan göçebeliğin, o kadar uzun sürmesinde Moğol istilâsı kadar olmamakla beraber bu ilk Haçlılar seferinin ve onun serpintilerinin ve 1176 tarihindeki üçüncü Haçlı seferinin de bir payı olsa gerekir.

148
Bu karışıklık içinde anarşinin tâ kendisi olan bir mistisizm alır yürür. Başlangıcından itibaren daima tasavvufa meyli olan, devletin resmî dinine rağmen bir türlü tam mânasıyle sünnî Müslümanlıkla yetinemeyen ve Şamanizm kalıntısı akideleri Müslüman dini ile ancak bu çerçeveler içinde birleştiren Anadolu'da Alevî akidelerle beraber Hayderîlik, Kalenderîlik gibi melâmî (çekiştirilmiş) tarikatleri çoğalır. İslâm âlemi için o kadar tehlikeli olan ve siyasi istikrara tesir eden Mehdî inancı kökleşir.

155
Ritm araştırması ve onun iki yanındaki duvarlarda veya çeşmelerde az çok tekrar eden büyük kapı bütünleri Selçuk ustalarındaki kitle fikri ile teferruat zevkinin birbiriyle nasıl bir yarışa girdiğini gösterir. Hakikatte Selçuk mimarîsi çok defa dince yasak olan heykelin peşinde gibidir. Bu binaların cephelerinde durmadan onun tesirlerini arar. Mektepten mektebe küçük madalyonlar, şemseler (işlenen veya çizilen güneş biçiminde süs), yıldızlar, kornişler, su yolları ve asıl kapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayan istalaktitler (sarkıt), iki yana fener gibi asılmış oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri, firizler ve kordonlar, arabesk levhalar bu cephelerde bazan yazıya pek az yer bırakır, bazan da onu ancak seçilebilecek bir oyun haline getirir.

Sahip Ata'nın yaptırdığı İnce Minareli'nin cephesi tiftikten dokunmuş büyük bir sultan çadırına benzer.

158
Kimdir bu Şems? Nasıl adamdı? Hangi hikmetlerle konuşuyordu? Mevlana'ya bütün devrinde o kadar yayılmış olan vahdet-i vücut felsefesi dışında ne öğretmişti?

159
menâkıp kitapları (menkıbeler, övgüye değer özellikler, faziletler)

160
Mevlana şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark'ın en büyük şairlerinden biridir. Nasıl Garp Ortaçağı, bütün azap korkusu, içtimaî düzen veya düzensizliği ile, rahmaniyet iştiyakı (özlemi) ve adalet susuzluğu ile Dante'nin eserinde toplanırsa, Müslüman Şark'ta bütün varlık hikmeti, Hakla Hak olmak ihtirası ve cezbesiyle (coşku) Divan-ı Kebir'dedir. Divan-ı Kebir, insan talihinin şartlarını bir türlü kabul edemeyen ihtiyar Asya'nın ebedilik iştiyakıdır.

Şüphesiz bütün bunlar İslâm dünyası için yeni şeyler değildi. Hallaç'tan beri tasavvuf, İslâm şiirinin ve hayatının bütün bir tarafı olmuştu. Fakat Mevlana'nın konuşma şekli başka idi.

161
Gel gel kim olursan gel
Kâfir de olsan Yahudi veya putperest de olsan gel
Dergâhımız ümitsizliğin dergâhı değildir
Yüz defa tövbeni bozmuş olsan yine gel.

Moğol tahsildarlarının korkusu ile kovuklarda, mağaralarda yaşayan, o müthiş 699 yılı kıtlığında kemirecek ot bulamayan, zulmün, vebanın, her türlü felaketin harap ettiği Anadolu üzerinde bu ses bir bahar rüzgârı gibi dalgalanır.

İlk cevap, Sakarya'nın sarı çamurlu kıyılarından geldi. Yunus'un sesi büyük orkestra eserlerinde birdenbire uyanan kuru, fakat tek başına yüklendiği bahar ve puslu manzara ile zengin bir fülüt sesine benzer. Şüphesiz o da Mevlânâ'nın söylediği şeyleri söylüyordu. O da aşk adamı idi. Hatta sözü daha ziyade ondan almıştı. Fakat aletle sanki motif değişmişti...

163
Mevlânâ'nın vahdet-i vücut felsefesi bu kadar kısa değildir. ... Mesnevî

164
Şeb-i lâhûtda manzûme-i ecrâm gibi
Lâfz-ı bişnevle doğan debdebe-i mânayız
Yahya Kemal

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin
Galib

165
Mevlevî âyini
Mukaddesin ıklimini zaptetmiş, orada hilkatin sırrını tekrarlayan bir bale. Yazık ki Degas cinsinden bir ressamı çıkmadı.

168
Hayır, Anadolu'nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.


Erzurum

171
Bu, bilgiden ziyade dine benzeyen bir coğrafya idi. Bütün akarsulara, dağlara canlı, ebedî varlıklar gibi vakardı. (ağırbaşlı)

177
1855'te yüz binden fazla nüfuslu bir şehir olan Erzurum, bu gelişmesini bir iktisadi denklik üzerine kurmuştu. İran, ithalât ve ihracatının yarıdan fazlasını Trabzon-Tebriz kervan yoluyle yapıyordu. İşte bu kervan yolu, Erzurum'u asırlar içinde, eşrafıyle (ileri gelenler), âyanıyle (Osmanlıda Âyan Meclisi azası, senato üyesi), ulemasıyle (alimler), esnafıyle tam bir şark ortaçağ şehri olarak kurmuştu. Bu transit yolunda her yıl otuz bin deve ve belki iki misli katır işliyordu. Bunlar ... kumanyasını daima Erzurum'dan tedarik ediyor, hayvanını nallatıyor, at eğeri, yük semeri, nal, gem, ağızlık, hülasa her türlü eksiğini orada tamamlıyordu.

178
1914'de, iki şey, Umumî Harp ve yeni zamanlar, bir arada gelmişti. Cevat Dursunoğlu'na, yeni transit yolu açıldığı zaman fırıncı Hasan adında bir Erzurum'lu şöyle demiş:
  - Efendi, eskiden kervan gelir, bütün kumanyasını burada düzer, şehre para dolardı. Şimdi yirmi katırın yükünü birden alan kamyon, sabahleyin Trabzon'dan kalkıyor akşama buraya geliyor. Şoför, İnhisar'dan aldığı kırkdokuzluk bir rakı şişesini duvarda kırıp içiyor, yoluna devam ediyor...

179
Defterdar Mehmed Paşa ile Erzurum'a gelen ve orada Gümrük katipliği yapan Evliya Çelebi, şehrin kapılarından bahsederken, yabancı tüccarların Gürcü kapısında oturduklarını söyler.
"Hakîrin kâtibi bulunduğum gümrük bundadır. Dört çevresinde Arap, Acem, Hint, Sint, Hatay, Hoten bezirgânlarının haneleri de vardır. İstanbul ve İzmir gümrüğünden sonra en işlek gümrük bu Erzurum gümrüğüdür. Zira tüccarına adalet ederler."

181
Ulemadan sonra, başlarında Dabaklar şeyhi bulunan ve şehrin asıl belkemiği olan esnaf gelirdi. Dabaklar şeyhi, icabında hükûmet nüfuzuna bile karşı koyabilecek bir şahsiyetti. Ne Tanzimat, ne Abdülhamid idaresinin merkezciliği şehrin ruhu olan ve esasını ahilik'ten alan bu otoriteyi yıkamamıştı.

183
Erzurum'un asıl hayatını bu esnaf yapıyordu. Asıl güzel olan şey de, sağlam bir sınıf şuuruna ermesi, yukarıya imrenmeden kendisini aşağıya açık tutmasıydı.

184
Mütareke yıllarında Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum'a gelmiş olan Amerikan Heyetine o zamanın Belediye Reisi Zâkir Bey'in verdiği cevabı kim hatırlamaz? Tercümana:
"-Dilmaç (tercüman), bana bak, bu beyler uzun boylu anlatıyorlar. Ben kısa bir misalle Erzurum'da ekseriyet kimlerde idi, Cenerale anlatayım" diyerek Heyeti oturdukları evin penceresine götürmüş,
"-Bakın, demiş, şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadar duvarla çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır; bunlar ölülerini yemediler ya!"

191
... o günlerin aktüalitesi olan medreselerin kapanmasına döndü ve bunun halk üzerindeki tesiri hakkında fikrimi almak istedi. Ses namına neyim varsa hepsini toplayarak, "Medrese survivance (hayatta kalma) halinde bir müessese idi. Hayatta hiç bir müspet fonksiyonu yoktu. Kapatılmasının herhangi bir aksülamel doğuracağını zannetmiyorum" dedim.

192
İri burnu üstünde nasıl tutturduğuna hâlâ şaşırdığım kırık gözlükleri, ince kirli sarı, kır düşmüş hafif sivri sakalı, zayıf yüzü ve perişan kıyafetiyle bir insandan ziyade hiç bir zaman lâyıkıyle anlayamayacağımız bir takım şartların, içtimaî olarak başlamış, fakat zamanla biyolojik nizam emrine girmiş şartların bir mahsulü gibiydi.

194
... yaşanmış hayatın sıcaklığını o dağınık hâtıralardan çıkarmak çok güçtü. Şehrin belli başlı mimarlık eserleri de buna yardım edemezdi. Birçokları etraflarında uğuldayan hayatla çoktan bağını kesmiş eserlerdi. Daha IV. Murad zamanında Erzurum'da top imalathanesi gibi bir işte kullanılan Çifte Minare, sadece kendi kendisi olmakla kalıyordu.

Erken gelişmiş bir gotik kemer, Ulus Cami'de bizi gerçekten üzerinde durulacak bir mimarlık meselesiyle karşılaştırır. Fakat bunlar, kültürümüzün o kadar uzak yerlerinden gelen eserlerdir ki onlarla hemen yanı başımızdaki hayat arasında bir münasebet bulmak imkansızdır. Mimarlık, meselâ musikîde, şiirde, resimde olduğu gibi bize derhal hayatı veren bir sanat değildir. Bu tecrit, daha yükseklerde dolaşır, hatırlatmadan duyguyu tatmin edebilir. Sonra bu eserlerin kendilerine mahsus bir devirleri var. Bursa'nın, İznik'in, Edirne'nin, İstanbul'un, yürüdükçe değişen yumuşak çizgileriyle toprakta canlı bir heykel gibi yükselen her asıldıkları tepeden uçmaya hazır büyük kuşlar gibi görünen mimarî eserleriyle bunlar arasında bütün bir kaynaşma, arınma devri geçmiştir.

198
Ses bir kartal gibi süzülüp yükseldikçe ruhumuzu da beraberinde sürüklüyor.

204
Asıl yolculuğu galiba üçüncü mevki vagonlarda aramak lazım. Gerçek hayatı halk arasında aramak lâzım geldiği gibi...

205
Çiftçiliği bir macera gibi yaşıyordu. Yorulmak nedir bilmiyordu...

207
İnsanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar! Yaratmanın hızı, onları içlerinden kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne güzel, ne temiz bir âhenkle işliyor!

208
(kabiliyetleri hayatta üstün kılacak bir dünya... Cinisli köylüler...) Türkiye bunu en iyi şekilde başarabilecek bir mevkide. Henüz yolun başındayız. Geniş ve hür bir vatanımız var. Milletimiz de çok kabiliyetli. Ona, içinde kendisini gerçekleştirecek büyük, plânlı bir iş hayatını açmak lâzım. Cumhuriyet, yirmi yıldan beri birçok şeyler yaptı. Şartlar düşünülürse bundan daha büyük başarı olamaz.

209
kartal yuvası


Ankara

212
Ankara, bana daima dâsitani ve muharip (savaşçı) göründü.

213
Bu muharebe (İstiklâl Savaşı) sadece Türk milletinin kendi hayat haklarını yeni baştan kazanmış olduğu harp değildir. Hakikatte 26 Ağustos sabahı Dumlupınar'da gürleyen toplar, iktisadî ve siyasî esaret altında yaşayan bütün şark milletleri için yeni bir devrin başladığını ilân ediyordu.

214
Hakikatte şehir bir taraftan millî mücadeledeki sıkışık hayatına devam ediyor, bir taraftan da yeni baştan yapılıyordu. Her tarafta bir şantiye manzarası vardı. Hiçbirinin üslûbu yanıbaşındakini tutmayan, çoğu mimari mecmualarından olduğu gibi nakledilmiş villalarıyle, küçük memur mahalleleriyle yeni şehrin kurulduğu devirdi bu. Tek bir sokakta Riviera, İsviçre, İsveç, Baviera ve Abdülhamid devri İstanbul'u ev ve köşklerini görmek mümkündü.

lajender: epik, mitolojik

216
Arslanhâne
Alâeddin camii

218
Fakat Hacı Bayram, sade Hakla Hak olan bir veli değildir. Türk cemiyetinin bünyesinde gerçekten yapıcı bir rol de oynar. Kurduğu Bayramiye tarikati esnaf ve çiftçinin tarikatidir. Böylece Anadolu'da Horasanlı Baba İlyas'la başlayan geniş köylü hareketiyle ahilik teşkilatı O'nun etrafında birleşir.

220
Halbuki Selçuk, büyük yapıcı idi. İmaret, cami, medrese, türbe bir yığın eserin bulunması icabediyordu. Vakıa asıl Selçuk macerası Konya, Kayseri ve Sivas arasında geçer (Ankara, değil). ... Üstelik bu iç kale büyük kervan yolları üzerinde değildir.

222
... bugün türlü kazılardan gelen Hitit eserlerinin daima şaşırtıcı plastikleri, bugünün san'atına o kadar yakın üslûplarıyle toprak altında asırlarca süren uykularından henüz uyanmış gibi bakan gözleriyle seyretmek beni daima düşündürmüştür. Yaşanmış hayat unutulmuyor, ne de büsbütün kayboluyor, ne yapıp yapıp bugünün veyahut dünün terkibine giriyor.

224
İnönü zaferini millete ve tarihe müjdeleyen telgrafı yazarken...
.
.
.

http://xurban.net/scape/5city/konya/konya.htm


.
.
.
.