02 Ocak 2014

Oğuz Atay - Tutunamayanlar

.
.
.
.















.
.



Tutunamayanlar
Oğuz Atay

İletişim Yayınevi, 1990 İstanbul



"Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir; …" Önsöz'den, Enis Batur

26
Kaç sayfa eder hepsi? Bin sayfa, beş bin sayfa, on bin sayfa. Bir sayfa kaç dakikada okunur, yemek ve uyku saatleri çıkarılırsa geriye günde kaç saat kalır, cumartesi, pazar ve bayramlar için daha uzun süre konursa..

Evinizde Türkçe bir şey kalmamıştı.

34
Pencereye yaklaştı, perdeyi hafifçe aralayarak dışarı baktı: karşı evlerin Turgut’a sırtını dönmüş arka cepheleri: çizgilerini yumuşatmayı bilememiş kütleler; çirkinliklerini, rüyadan yeni uyanmış bir insana, sadece var olmalarıyla unutturan gerçek hacimler...

“Peki, hüküm neydi Selim? Kimin hakkındaydı? Benim mi, senin mi?” “Bilmiyorum.” dedi Selim: “Her zaman söylemezler. Zaten, bilinen, beylik sözlerdir. Her hükümden bir kaç kopya çıkarırlar.

47
Bizim gösterişe ihtiyacımız yoktur. Yaptıkları eserleri karşılarına koyup, bununla boş bir gurura kapılmak Evropalıların işidir. Durmadan, varlıklarını duymak için, olur olmaz yerde, good morning, bon soir derler birbirlerine.

63
Yıl bin dokuz yüz elli üç

66
… edebi değil teknik bir üslup seçersek… demokrasi gibi bunu da kendimize benzetmeyiz.

73
Ziya Paşa aynen şöyle demiştir: “Dî-rahtı ferganiyi nüman eyledi nevser
Tema-yı zur-u haltı kadar neyledi kevser.”

75
Bir de vatan denen bir şey vardı ki, çok iyi korunması gerekiyordu. Bizler, her sabah hep bir ağızdan onu özümüzden çok sevdiğimizi, ant denilen bir şey içerek haykırıyorduk.

Büyüyünce öğretmenliği nasıl yasak edeceğimin hayaliyle yaşarken bir yandan da durmadan tekrarlardım: öğretmenimi, yurdumu sevmek, budunumu -bu budun kelimesi bana kasapta çengele asılı etleri hatırlatırdı- korumak, saymak, üstün tutmak, doğruyum, yasam, onlardan, herkesten intikam almaktır, olmaktır, çalışkanım, armağan olsun.

83
Turgut: “Yaptığımız bütün devrimlerin aslı yok mu dersiniz?” diye sordu birdenbire. Sultan (Abdülhamit), başını geriye iterek: “Bana kalırsa yok,” dedi.

89
Nasıl bu duruma geldik Selim? Bir arada olmanın kaçınılmazlığından başka bir neden yok muydu bizi yaklaştıran?

90
(epsilon, ε şeklinde gösterilen matematiksel ifadedir. Limit teorisinde sıfıra çok çok yakın sayıları ifade etmek için kullanılır. Epsilon ile gösterilen sayılar, sıfıra çok yakındır ama sıfır değildir. Viki)

96
(Selim) Ekmeğini kazanırken bireyin yapacağı işler, onu bazı ilişkiler kurmak zorunda bırakacaktır. Bu ilişkilerde, işinin dışında devam edecek herhangi bir eylemden kaçınmalıdır birey. İş arkadaşlarıyla gerçek bir dostluk kurmaktan kesinlikle sakınmalıdır. Yalnız, bunu yaparken, çevreyle ilişkilerini aksatmayacak; bu geçici arkadaşlarında, kendisine karşı dargınlık, kuşku ve kızgınlık yaratmamaya çalışacaktır. Çevresindeki kişilerin düşmanlığını kazanmadan ölçülü bir yakınlık kurmalıdır onlarla.

97
(Selim) Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız.

99
Canım Selim! Nasıl çırpınmışsın bir yere tutunmak için… bu toplumla ilişkisini kaybetmiş: yaptığı işe ve yaşadığı düzene yabancılaşmışmış. Tersini ispat edeceğim! Hepinize göstereceğim! … Oysa, ne kadar utanmıştır yıllar sonra tekrar okuduğu zaman. (Turgut)

102
Pencereler, pencereler. Külrengi külrengi, serpme sıva... ağır ve çiçek bozuğu kütle; keskin Ankara güneşi, çirkinliği kuvvetlendiriyor. Nasıl kaldıralım bu yığınları ortadan? Hakkınız yoktu buna: bizi zevksizliğinize mahkûm etmeye.

108
(Süleyman Kargı) "Öyle bir anlatmışsınız ki kitabı ona... Onun okumaya ihtiyacı yok, derdi.” Turgut, yorgun bir gülümsemeyle: “Cahil Turgut’u gizlemesini iyi bilirim. Kimse anlayamaz,” dedi. “Bütün dünyayı kandırabilirim gibi geliyor bana.”

111
(Turgut) "Bir yol bulunmalıydı. … Bir defaya mahsus olmak üzere bir istisna yapılmalıydı. Kâğıtlarınızda bir noksanlık var, bir imza eksik diye geri çevrilmeliydi Selim. Özür dileriz, kabul edemeyiz; bazı noktaları unutmuşsunuz denemez miydi?... Turgut’u, Süleyman’ı unutmuşsunuz; bilseniz ne merakla bekliyorlar sizi. …"

119
Oysa bilseydi (canım) biraz da Fransızca
“Voila Atatürk maman!” derdi muhakkak orada.

Gözüne güneş gelmesin diye elini
Siper eden Mehmetçik heykeli ne güzeldi.
Ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım
Atatürk

119
Kabartmalı ve yüksek
Bir mermerin üstüne çıkmıştı atıyla.
(Böylece tanışmış oldum heykel sanatıyla.)
Baba, ordaki kadın sırtında ne taşıyor?
“Bomba.” Neden? “Türk yurdu topyekûn savaşıyor.”

Savaş, cephede bitti (yirmi yıl önce).
Oysa, bir türlü bitmez okul kitaplarından ince
Sesimle okuduğum
Şiirlerde (Zafer Bayramı münasebetiyle). “Oğlum,
Bu ne Şeker ne de Kurban Bayramı,”

124
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan

Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,

126
Cranium fibula radius
Sacrum patella carpus
Nasıl ezberlenir Allahım
Arapça dua eden insanın Latince kemikleri?

(Süleyman Kargı'nın açıklaması) Selim’i, geçmişten ve gelecekten ayırmaya kimsenin hakkı yoktu. Bunun hesabı sorulmalıydı, sorulacaktı. Dün, bugün ve yarın, onun yaşantısıyla birleşmeliydi. … Tarihin aldatıcılığından kurtulmak istiyordu.

146
Yüzyıllardan beri sürüp gelen ve “Neden Batılılaşmıyoruz?” “Neden Her Şeyi Kendimize Benzetiyoruz?” “Neden Yüzyıllardır Denenmiş Uygulamaları Yapımıza Uyduramıyoruz?” gibi makale ve kitapların sorularına kesin bir karşılıktır Bilig-Tenüz.

… neden Batı kültürünü alıp soysuzlaştırdığımızı sanıyoruz? Batı, bizim kültürümüzü alıp soysuzlaştırmış olmasın? Tanzimatla birlikte başlayan “Garplılaşma” hareketleri, bir kültürün kötü bir biçimde kopya edilmesi mi demekti? Yoksa, biz, aslında gene atalarımızdan miras kalan bir medeniyete mi dönüyorduk? Bilig-Tenüz’ü inceleyenler göreceklerdir ki, biz, yeni uygarlığımızın asıllarını teşkil eden bütün kurumları, akımları ve düşünceleri yeni bir biçime sokarken bir keşmekeş ve bilmezlik içinde değildik; kökü ta iki bin yıl öncesine dayanan ve her noktası akıllara durgunluk verecek bir biçimde hesaplanmış olan bir bilimselliği sürdürüyorduk. Yoksa ayakta kalabilir miydik?

158
Her ne kadar Bela Bartok’un aynı biçimdeki aranjmanlarını kendisine gösterdimse de, İznik Konseyi ile ilk Ortodoks-Katolik uyuşmazlığı dışında Hıristiyanlık dünyasının çok sesli müziğin gelişiminde bir uyum sağlamış olması ve dillerinde birçok Türkçe kelime bulunan Macarların bile bu konuda bizden kaçınılmaz bir ayrılığa düşmesi, onun kuşkularını artırıyordu. Modern resmi benimsememizde geçirilen sarsıntılar düşünülecek olursa, Selim’in bu çekimser tutumunu yadırgamamak gerekir. …

165
Eski Yunan müverrihlerinden Deodoranus, Corridos’a yaptığı dört yolculuğun izlenimlerini şöyle anlatıyor: “Corridos Adası, kıyısı yüksek Pelentes (Labrium Hespandaira) ağaçlarıyla çevrili şirin bir tabiat köşesidir. …

186
7- DÜZGEN SİLİK: Salgan’la aynı okulda çadırbilim (bugünkü dilde karşılığı yok) öğretim üyesi, kumral…

215
Maurice Maeterlinck’in bir oyunundan alınan bu filmde ölümden sonrasıyla doğumdan öncesini, aynı ülkede geçen olaylar dizisi olarak görmek, Selim’e belirsiz bir haz ve endişe vermişti.

216
İstediğim gibi okudum, istediğim gibi yorumladım. Kimse beni rahatsız etmedi, bey kardeşim. Düşünceleri de olayları da istediğim biçimde düşündüm. Gözlük takmanın nedenini yıllarca, göze toz toprak kaçması, gözün de böylece yorularak iyi görmemesi sandım. Bugün de öyle sanmak isterdim; bunun kimseye zararı dokunmazdı. Ben de, yalnız bana ait olan bir düşüncenin mutluluğuyla yaşardım.

231
Tarih bir tahriften ibarettir. Tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.

247
Babasını ve ağabeyini kaybetmiş iki ay arayla. Ondanmış bu elem. Talihleri vardır bu gibilerin: her zaman bir acı bulurlar çekecek. Senin de her işin iyi gider aksi gibi.

Acaba Metin de tutunamayanlara giriyor mu?

258
Canım Selim! Nereden bulursun böylelerini: “Zaten, bu milletin gerçek değerlerini tanımıyoruz. Kendi öz değerlerimizi ihmal ediyoruz.”

272
Derin bir nefes aldı. Biçimden önce öz, özden önce duygu, duygudan önce insan gibi basmakalıp sözler düşündü.

274
… daktilonun tıkırtısına kaptırdı kendini. Tuşların tıkırtısı, arzunun tıkırtısı, …

311
Kâğıdın ön tarafı dolar, arkasına geçilir. Her sayfa, taklidi imkânsız bir kompozisyon olur: daktilo harfleri, kırmızı damgalar, mor damgalar, siyah damgalar, mühürle basılmış tarihler, elle atılmış tarihler, yeşil kalemle imzalar, sabit kalemle paraflar, tarih ve numara kaşeleri, sağda solda altta üstte yatay, çapraz havale yazıları, mütalaalar, soru işaretleri, altı kırmızı kalemle çizilmiş satırlar. Gerçek bir sanat eseri: toplu bir sanatçı kalabalığının ürünü, kollektif sanat.

313
Binalar, binalar... Yetmiyormuş gibi bir de yenilerini yapıyorlar. Türk’ün parası olunca binaya gidermiş. Başka neye gider? … Güven Anıtı’nı geçti. Durdu, geriye döndü. Parka girdi. Çocuklar yok: öğle uykusundalar. Serseriler dinleniyor. Heykellere baktı: Türk’e benzemiyorlar. Ne duruşları benziyor ne de suratları. Kenan aklına geldi; gülümsedi. Alman Japon’una benziyorlar. Biri öğünüyor, biri güveniyor, biri de çalışıyor. Şuraya bir kuş konmuş: biri tutmuş... burada oturup düşünemem. Ortam uygun değil: düşünen heykel yok. Parktan çıktı.

319
Hücreler bütün güçleriyle, dış etkenlere karşı koyar ve vücuda girmek isteyen yabancı unsurları dışarı atmaya çalışırken değişebileceğini, onların bu kör inadını yenebileceğini düşünmek, insan için ne kadar zordu. Değişmek, kendine yabancılaşmak demekti. Dişimdeki küçük bir oyuğun içine giren bir yemek artığına, dilim ne kadar şiddetle saldırıyor, o küçük oyuğa giremeyeceğini bildiği halde, bütün yumuşaklığıyla kendini katı duvarlara vuruyor. Barınamazsın o kovukta yabancı, diyor. Tükürük bezleri, o küçük parçayı eritmek, boğmak için seller akıtıyor; dil, bir yılan gibi tekrar saldırıyor, küçük bir gedik bulup dalmaya çalışıyor. Boğazım yutkunuyor: büyük anaforlar yaratıp yutmak istiyor bu bilinçsiz küçük parçayı. Hepsi el birliğiyle uğraşıyorlar, kendilerini harap ediyorlar. Dilin ucu parçalanıyor, boğaz kuruyor. Amaç, canlının bütünlüğünü korumak, değişmesini önlemek. Yeni olan her şeye isyan ediyor vücut: dünyanın en rahat yatağında ilk yattığı gece uyuyamıyor. Beyin, vücudun o korkunç diktatörü de, tutucu bir derebeyi aslında. Gene de vücut kadar geleneklerine bağlı değil. Bazen vücudu, yeni maceralara, bilinmeyen yaşantılara sürüklemek istiyor ve cahil hücrelerin kör başkaldırmasıyla karşılaşıyor. Emirlerini dinlemiyorlar yöneticinin: ayaklanıyorlar.

322
Kollarını, sandalyenin iki yanına dayayarak gerindi. “Daha vaktim var, daha vaktim var,” diye söylendi. Vaktim de var, içim de var. Bütün kuvvetimle mi atılacağım maceraya? Onu bile korumayacak mıyım? Onu, o “şey”i? Kimsenin bilmediği bir parça: tarifi güç, gene de varlığını çok iyi bildiği “şey”. Onu da tehlikeye atacak mıydı? Bütün Turgut’u hiçbir zaman teslim etmemişti. Hiçbir zaman. Onu kendine saklamıştı. Değerini yalnız Turgut’un bildiği bir “şey”. Başkaları da birçok şeyler saklarlar insanlardan: gene de bir şey kalmaz kendilerine. Bu “şey” öyle değildi. Anlatılsaydı değeri kalmazdı ki. Bu nedenle anlatılamazdı. Bu “şey”i birine verseniz de farkında olmaz aslında. İnsan uzun uzun anlatsa, “onun” kendine güven verdiğini söylese, merak ederler belki. Fakat görünce bir “şey”e benzetemezler muhakkak. Bu muydu, derler o “şey”. Verdiğiyle kalır insan. Ezer, buruşturur, yere atarlar. Bazı ukalalar da Latince isimler takarlar bu “şey”e. Tarifler, benzetmeler... Ben ne dediğimi biliyorum. Benim, Turgut Özben’in özbenliği.

Evlendiği gece de onu kendine sakladı. Nermin’e anlatmak zordu. Anlatılabilecek gibi başlamamıştı ilişkileri. … Akşam, evine yorgun dönersin. Karına anlatacağın bir sürü olay birikmiştir; içinde birtakım duygular gelişmiştir. Anlatmaya başlarsın. Birden, içinde bir duraklama duyarsın. “Şey” engel olur sana: söyleme onu, der. Her “şey”i anlatma. Belki sözlerinin arasında, farkında olmadan beni ele verirsin. Belki anlar: insan bu, bilinmez. Sen gene dikkat et; her “şey”i ayrıntılı anlatma o kadar. Bütün “şey” ayrıntılarda değil midir zaten? Ayrıntılarda ele vermez mi insan kendini? Başkalarına anlatamadıklarınla beslenir, varlığını sürdürür herhalde. Başkalarından saklandıklarınla gelişir.

Ayrıca, kimsenin istediği yoktur bu “şey”i. Nermin bile farkında değil ona vermediğim “şey”in. Herkes gibi, kendi istekleriyle ilgili, benim vermek istediklerim o kadar önemli değil. Her şey iyi gittiği sürece, bunun önemi yok... iyi gittiği sürece... Görünüşte olağanüstü bir durum yok. Ben Nermin’i seviyorum. Nermin de beni seviyor. Bu durum gün gibi aydınlık; karanlıkta kalan yalnız o “şey”. Sessizce duruyor orada, olaylara karışmadan. Nermin, diyorsun; peki, diyor. Peki, bildiğin gibi yap. Bana dokunma da. … Anlatamadığım bir “şey” yüzünden kimseyi suçlayamam. İçimdeki düzenle ilgiliydi huzursuzluğum. Dışımdaki düzenle bir ilgisi yok. Nermin’e dış düzen mi diyorsun?

331
Zaman, baş döndürücü bir hızla geçiyor. Ayakta durmasını bilmeyenleri yıkıyordu. Onlar, bir bakıma birbirlerine tutunduklarından, düşmediler, Turgut’un neler yapabilirdim, dediği süreler geçti.

337
Bilinen bir marka değil, Japonya’dan özel olarak getirttim. Bu Japonlar harika insanlar. Bir makine yapmışlar: insanın aklı duruyor. Contraflex’le çekemezsiniz, onunla çektiğiniz resimleri. Kabul ediyorum. Contraflex’in de üstün tarafları var. Fakat bununla çektiğim resimleri göreceksiniz. Harika! Hiçbir makineye değişmem. Ben, resim çekmeye çok meraklıyım. Bütün Avrupa, Amerika, Asya, Afrika, Antartika ülkelerine yazdım; kataloglar getirttim. Adamlar çok ilgi gösterdiler. Teypimi de öyle getirttim. Benimki ST 527.

359
Düşüncelerine büyük bir içtenlikle bağlıydı (Selim): herkesi de öyle sanıyordu. Bu içtenlik, düşünmeyi meslek edinenlerin içtenliğinden çok farklı bir duyguydu. Mesleği sevmek gibi değil, hayatı sevmek gibi bir duyguydu. Camus’nün ‘Ontolojik mesele yüzünden ölen kimseye rastlamadım’ sözünü okuyunca: ‘Biri bu yüzden ölmeli, intihar etmeli,’ diye bağırmıştı. Ona, kimsenin soyut düşünceler nedeniyle kendini öldürmediğini söyledim. Benim de Camus gibi bir ahmak olduğuma karar verdi.”

360
‘… Oysa ben hiç yanlışlık yapmak istemiyorum. Yüzde yüz saf bir harika çocuk olmak istiyorum. Çünkü yüzde yüz saf olan bir şey kendinin aynıdır. Ben de kendim gibi olmak istiyorum.’ Ona, bu sözlerini ciddiye aldığımı söyledim. Hayır, ciddiye alınmak da istemiyordu.

362
(Selim) ‘Üç çeşit meslek varmış: mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.

367
“Kitaplara ithaflar yazmak, beğenilen satırların altını çizmek, sayfaların kenarına düşüncelerini yazmak Selim’e, kendini elevermek, insanların ortasında çırılçıplak kalmak gibi geliyordu. İnsanların kitaplara birtakım çizgiler çizmeye, kelimeler yazmaya hakkı yoktu. Herkesin düşünebileceği satırları yazmak saçmaydı. Her insanın kendine özgü düşünceleri gizli kalmalıydı: yalnız kendi bilmeliydi bunları.

371
Benim dışımda kimseye de öfkesini belli etmezdi. ‘Bütün kötülüğün bana,’ diye takılırdım. ‘Anlamıyorsunuz Esat Ağabey,’ derdi. ‘Onları öfkeme layık bulmuyorum. Öfkem bana ait bir şey. Yakın hissetmediğim birine nasıl gösteririm onu. Onlara da size davrandığım gibi davranmış olurum. Asıl o zaman kötülük etmiş olurum size.’

378
Karısını uyandırmadan sessizce kalkmış, perdeyi aralamıştı; şehrin üstüne çirkinlik yığınları çökmüştü. İçinde herkesin küçük bir payı olan çirkinlikler. Mimarıyla, mühendisiyle, ressamıyla, yazarıyla bütün aydınların, rahatsız olmadan bir köşesinde yer almaya çalıştığı, bir köşesine tutunmak için uğraştığı çirkinlikler.

408
Yok canım, böyle şey anlatılır mıydı? İnsana deli derlerdi sonra. Deli mi? Olric anlatabilirdi belki? Olric mi? Nasıl ayrı düştüm evimden böyle, Olric? Neden her istediğimi anlatamıyorum? Neden, aynı yaşantının içinde bulunan insanlarla hiçbir ilişki kuramaz oldum? Neden, neden, neden?

430
Tunç devri... âşık oldu... utanç devri
Utanç devri, tutunamayanların (disconnectus erectus) ortaya çıktığı tunç devrinden hemen sonra gelen tarih öncesi bir dönemdir. Selim Işık, modası geçmiş bir yaratık olduğu için bu dönemi günümüzde yaşamaya çalışmıştır.

431
Akıllı olduğu söylenemezdi. Aptal da değildi. Eğilimlerine uygun her şeyi, iyi kötü ayırt etmeden beğendi. Üçüncü sınıf yerli romanlarla, Balzac ve Stendhal’i aynı zevkle okudu. Klasik müzik eğitimi görürken, Türkçe tangoları aynı heyecanla dinledi.

459
… intihar edenlere tören yapılmaz, böyle intikamcı Tanrı’ya tapılmaz.

463
… genç kız onu kamarasında saklar hayır daha önce kamarasına girdiğini görmezdi hafif bir çığlık koparır önce hayır koparmaz hemen anlardı Selim’in nasıl bir insan olduğunu hayır anlamazdı önce sınıfının ve yetiştirilme şartlarının şımartılmalarının dadıların mürebbiyelerin bozduğu içgüdülerinin etkisiyle onu saklamak istemez İngilizce Fransızca Almanca İtalyanca İspanyolca Avrupa Amerika Londra klasik müzik yüzme dans bale piyano şan araba direksiyon Balzac Proust Stendhal Sir Thomas Malory Hardy Keats Shelley Verlaine Comtesse de Ségur Donne opera melankoli uçak garden parti randevu ve Shakespeare bildiği için Selim’i küçümser ve fakat bütün bunların bozamadığı dürüstlüğü ve duyarlığı nedeniyle onu ilgili makamlara kaptana tayfalara polise teslim etmeye gönlü razı olmazdı …

501
… baba ben artık bu evde yaşamak istemiyorum yıllardır ruhumuzu öldürdün bu evde hayatında bir roman okumadın bir sinemaya gidip heyecanlanmadın beni ve annemi bu çirkin eşyanın içine hapsettin yemekten ve uyumaktan başka bir şey düşünmedin bende bütün duygular senin bu inatçı duygusuzluğuna karşı gelişti kuru mantığınla içimizi kuruttun sana benzeyen taraflarımdan ellerimden ayaklarımdan utanıyorum ihtiyarlayınca sana benzemekten korkuyorum kötülük edemeyecek kadar kısır kafanda yalnız bizim için yaptıklarının defterini tuttun bana aldığın ilk elbiseden verdiğin son harçlığa kadar hastalığımda uykusuz kaldığın gecelerin hesabına kadar kaydettin bu ağır havalı evin içini güzel bir müzik sesiyle bir kitapla süslememe izin vermedin nasılsa eve giren bütün güzelliklerin birer birer yok oluşunu kayıtsız bir sabırla seyrettin kanaryam öldüğü zaman bir yenisini almadın çiçekler solunca boş saksıları balkona taşıdın hiç duydun mu hediye diye bir sözün olduğunu insanların birbirine aldıkları ve genellikle çocukları sevindiren hediye bir gün elinde bir balonla eve döndün mü yaptığım resimler için ağzından çaktığın çivilere dikkat et duvarları berbat ediyorsun sözünden başka bir söz çıktı mı bu evde senden başka varlıkların yaşadığını hiç düşündün mü ben bir kitap okurken ne okuyorsun diye bir soru sordun mu beni elimden tutup bir gün parka götürdün mü sadece o soğuk mantığınla tenkit ettin elektriği açık bırakmışsınız pencereyi kapatmamışsınız radyoyu kapatın başım ağrıyor roman okuyup gözlerinizi yormayın boşuna elektrik yanıyor okuduklarınızın hepsi yalan senin bana isyan etmene bu kitaplar sebep oluyor bu yüzden karşıma geçip bacak bacak üstüne atarak sigara içiyorsun yemeğin suyu bitmiş altını kısın ayakkabılarının burnunu eskitmişsin taşlara çarpma …

511
… ayrıca şehir meydanına bir heykelinin dikilmesini de belediye meclisi karar altına aldı yok yok heykel istemez bazılarının hoşuna gitmiyor üstelik kuşlar durumu bilmediklerinden olur olmaz yerlerini kirletiyorlar merhuma saygısızlık oluyor …

532
… seni seviyorum fakat neresini düzelteceğimi bilmediğim bu yaşantımı sürdürmenin anlamsızlığını seziyorum yok olmaya doğru hızlı bir gidişin farkındayım henüz koruyabildiğim bazı özelliklerim varken daha insan olduğumu hissederken bu gidişe bir son vermeliyim yoksa çok geç olacak ve kendimi affetmeyeceğim seni seviyorum ve beni unutmanı istiyorum …

533
… şimdi şu anda artık ne kadar yaşayacağımı bilmenin rahatlatıcı bir düşünce olduğunu ve kâbuslardan gelecekten korkmadığımı söyleyebilirim düşün son günlerde ne duruma gelmiştim artık bilmem bu ıstırap daha ne kadar sürecek gibi bir alaturka şarkıya yer yok yaşantımda yarın sabah kalkınca kim bilir gene ne olacak endişesi yok …

536
… gene de fazla üzülme edebiyat hevesi olarak kabul et gerçek sayma bunları mustarip bir ruhun çırpınmalarını ifade etmekten çok okuyucuların duygularını kötüye kullanmak isteyen acemi bir yazarın karalamaları dersin …

541
Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan, ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz.

559
Reklamcı biri var: kapağını yaptırırız. Kuşe kâğıdına basılmış nefis cıvıl cıvıl şömize bir kapak. Siyah çerçeveli ciddi bir ilan: bu kitap ne ciddi kavgaların, ne büyük ve yaygın sıkıntıların, ne de ezilen insanların romanıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç çekişlerinin romanıdır. Sizlere hizmetten şeref duyan yayınevimiz iftiharla sunar: Tutunamayanlar.

581
Ne yazmak için? Benim büyük ve mustarip bir ruhum yok ki Olric. Ben on ikinci dereceden resmî bir Türk vatandaşıyım. Törelerime bağlıyım. Yazamam ben. Ben fakir bir Turgut’um. Turgutların en önemsizi. Şimdiye kadar yaptırdığım bütün tahliller normal çıktı; böyle bir şeye rastlanmadı. Ben, düz bir çizgi üzerinde sürüp giden yaşantımın, bazı beklenmedik olaylar -bunlara olay demek de fazla iyimserlik olurnedeniyle küçük titreşimler göstermesi üzerine, aslında çok zayıf olan bağlarımı kopararak -buna koparmak dersem fazla kötümserlik olur- süresi ve sonu belirsiz bir atılışa, benden başka kimsenin farkına varmayacağı bir kavgaya sürüklenmeye karar vermek için elindeki imkânlarla düşünmeye çalışan bir macera heveslisi, bir karınca, bir ne bileyim, böyle şartlar altında herkesin aptallık sayacağı bir teşebbüsün basit bir noktasıyım.

583
Adamı konuşturmamak için, bu incelemenin antropomorfolojik olduğunu söyledi. Anadolu’nun sosyomorfolojik değil de antropomorfolojik bir incelemeye konu olmasını üniversitede bazı arkadaşları eleştirmişlerdi; fakat Turgut, haklı olduğu kanısındaydı.

594
Bugün annem dayanamadı; ne yazdığımı sordu. Ona nasıl anlatsam? Bütün hayatımı birlikte geçirdiğim ve beni gerçekten seven bu insana hiçbir şey anlatamamak ne kötü. Ondan farklı gelişmeye ne zaman başladım? Bu ayrılık nasıl doğdu? Hiç anlamıyorum. Bir gün baktım, iki yabancı olarak yaşıyoruz aynı evde. Aslında kimseye bahsetmedim kendimden. İstemiyorum da.

Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. Bana acımayın.

602
Dönerken yolda, uzun uzun arabasının özelliklerinden bahsetti: Bir düğmeye basınca camlar yıkanıyor, bir düğmeye basınca kuruyor, bir düğmeye basınca pencereler iniyor... Bir düğmeye... bir düğmeye... ne söylediğini izleyemiyordum. Düğmeler bitmiyordu. Bütün bu aşağılık durumlara, düğmelere sahip olmak için katlanıyor.

611
Beni kötü yetiştirdiler. Annem de, babam da bana gerekli eğitimi vermediler. Yaşamak için demek istiyorum. Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler. Ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara.

646
Ben bir eskiciyim, eskiye dönük bir adamım. Ülkemizin insanları, eskiden, bugünkü gibi bilgili olmadıklarından, büyük bir içtenlikle, büyük bir saflıkla, büyük bir iyi niyetlilikle ve her şeyi yeni öğrenen insanların coşkunluğuyla, bize özentisiz eserler kazandırmışlardır.

657
Yabancı düşmanlığı içimi bir kere kemirmeye başladı mı durduramıyorum. Ben öfkelendikçe sanki onlar gittikçe artan küçümseyici bir ifadeyle bakıyorlar yüzüme. Bazı aptal vatandaşlarımız da onlara katılıyorlar bu küçümseme işinde. Neymiş? Yabancı dil konuşuluyormuş onlarla. Bu onların anadili, anlamıyor musunuz? Bu aptal vatandaşlar pervane olurlar bu ahmak yabancıların çevresinde. Gene de beğendiremezler bizi.

658
Ah, ben az gelişmiş bir ülkede doğmamış olsaydım, bu yakıcı öfkemle yalnız kendimi yakıp bitirmemiş olsaydım, gösterirdim size!

659
(İsa) İnsanlar arasında eşitliği savunduğu tespit edilmekle birlikte özel mülkiyet konusuna temas etmediği anlaşılıyor. Zenginlerin cennete girmesinin, devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zor olduğu gibi birtakım sözler etmiş ve bazı işadamları tarafından dövdürülmek istenmiş. Fakat halkın tepkisinden çekinmişler.

665
Senin aramızda ne işin var, diyordu, bu cahilliğinle? Bir başkası kadınlarla ilişkimi ele alıyordu: cinsel hayatımı bir düzene sokmam için yarı ciddi öğütler veriyordu bana. Ben, hepsini büyük bir saflıkla dinliyordum. İstiklal Marşının çalındığı yerde ayağa fırlayan, gece yarısı radyo biterken İstiklal Marşı başlayınca oturduğu koltuktan fırlayan küçük Selim’in ciddiyetiyle sözlerini değerlendirmeye çalışıyordum onların. Mühendis olmamı da beğenmiyorlardı. Para kazanmayı düşünerek seçmiştim bu mesleği. Ne aptaldım ki babamın zorla beni üniversiteye yolladığını o anda unutuyor ve onları haklı buluyordum.

666
Benimle adam kıtlığı yüzünden görüşüyorlardı. Ben de onlar hesabına üzülüyordum. Yorulmuştum da. Adam olmadığı için, insanlığa vekâlet ediyordum. Esas adamlar gelseydi de ben de biraz rahat nefes alsaydım. Sonunda tabii birbirimize girdik.

Kimsenin yaşantısını beğenmedim: kendime uygun bir yaşantı da bulamadım. Turgut’u da hor gördüm bu arada. İstediği gibi yaşamasına karşı koydum. Sonunda uzaklaştı benden. Ona Burhan’lık yaptım. Evlenmesine karıştım. Sonra evlerine gitmedim. Şimdi gitmek isterdim. Özür dilemek, kendimi olduğu gibi bırakmak isterdim.

685
Ressamların İsa’sı (Gümrükçü Rousseau). Yapmacığın eseri yok onda. Ne hayatında ne de sanatında. Bu konuda yazmak zor. İnsan hissedebilir ancak.

Bizde de böyle bir ressam olsaydı: onun gibi eşsiz bir kişiliği olan biri ya da bize göre bir Rousseau olsaydı canım.

HÜSEYİN BEZENEL: Türk ressam ve tutunamayanı. Sanayi- i Nefise mektebinde okudu. Osman Hamdi Beyin tesirinde yetişti. Maarif Nezaretinin açtığı bir müsabakayı, “Sudaki Halkalar” isimli pentürüyle kazandı ve bir sene müddetle Paris’e gönderildi. Orada, daha ziyade Changot ve Duvalier gibi ikinci sınıf ressamların atölyelerinde çalıştı. Resim müzelerine ve galerilerine -duhuliye meccani olmadığı için- fazla gidemedi ve bu sebeple yeni cereyanları pek takip edemedi. Paris’ten temin ettiği bir bursla Berlin’e geçti ve Alman romantiklerinin tesiriyle müfrit iptidai renkler kullandı. Bu devresindeki eserlerinde bilhassa kırmızı rengin hakimiyeti hissedilir. Harbı Umumiyi Berlin’de geçirdi. Almanların mağlubiyeti üzerine tekrar Paris’e avdet etti. Bazı galerileri ziyaret ederek, muasır cereyanları takriben otuz beş sene kadar geriden takibe başladı. Esasen, Sanayi-i Nefise Mektebinde öğrendikleriyle vardığı yer, daha gerilere isabet ediyordu. Fakat Harbı Umuminin Avrupa sanatına tahmil ettiği inhitat sebebiyle -bazı unsurları biraz aceleye getirmiş bile olsa- terakkiye muvaffak olmuş ve romantizmi geride bırakarak, empresyonizmin son safhalarına varmıştı. O sıralarda Picasso’nun ismini dahi duymamış olması, ancak bir talihsizlik olarak vasıflandırılabilir. Cumhuriyetin ilanıyla anayurda dönünce de bu cereyanlar hakkında onu uyaran bulunmadığı için, bir dereceye kadar mazur görülebilir. Soyadı kanunu çıkınca diğer meslektaşları gibi, sanatına uygun bir soyadı aldı. Hiç evlenmedi ve bir daha yurt dışına çıkma fırsatını bulamadı. Bununla birlikte, Paris’te tanıyamadığı modern resim sanatını Avrupa’ya gidenler sayesinde Türkiye’de öğrenmek imkânına kavuştu. Oysa, yurda döndüğü sıralarda, yapmakta olduğu empresyonist resimler, oldukça yeni sayılıyordu. Fakat, Berlin’de edindiği renk anlayışını değiştirmeyi başaramadığı için zamanla gölgede kaldı. Kübizm ve fütürizm akımlarının etkisiyle yaptığı resimler cidden hazindi. Aynı süre içinde dört beş akımı birden atlamasını becerenlerin alaylarına uğruyordu. Bir dergide yazdığı “İnsan Düşmanı Resim” makalesiyle modern resme karşı bütünüyle cephe aldı ve tekrar romantik devreye dönerek, yenicilere şiddetle tepki gösterdiğini açıkça belirtmek istedi.

Akademideki atölyesinde bir iki öğrenci çalışıyordu. Bunlar da öteki atölyelere giremeyenlerdi. Bir süre sakal bıraktı; sonra ondan da vazgeçti. Beşiktaş’ta harap bir evde oturuyordu. Akademideki bir tartışmada “çağdışı” olmakla suçlandı. Yeni deyimleri pek iyi anlayamadığı için, kendisine saldırıda bulunulduğundan başka bir şey çıkaramadı bu sözden. Borç harç bastırdığı “Perspektifin Esasları” adlı kitabı kaldırıma düştü. “Büyük Ressamlar”sa acınacak bir kitaptı. Baskının kötülüğü yüzünden, resimlerin ne olduğu bile anlaşılmıyordu. Beşiktaş’taki eski evi kat karşılığı sattı ve bir dairesine yerleşmeye karar verdi. Bina üç yıl sürdü. Sonunda, yeşil ve pembe badanalı odalardan meydana gelen bir daireye kavuştu.

Çarşıdaki bir meyhaneye giderek, kendini içkiye vermek istedi. Midesi izin vermedi. Altı ay hastanede yattı. Hüseyin Bey, sen artık bu işleri kaldıracak yaşta bir adam mısın? sözü çok ağırına gidiyordu. Ihlamur’da bir arsasını sattı: kendi başına bir apartman yaptırmak istiyordu. Gece geç vakitlere kadar oturuyor, süslü bina cepheleri, kesitleri çiziyordu. Yeğeni, bazen onu ziyaret eder ve masanın başında, konuşmadan saatlerce çalışmasını hayretle seyrederdi. Artık yaşlandığı için elleri titriyor, şekilleri çinilerken, her tarafına mürekkep damlatıyordu. Şömineler, süslü konsollar, kabartma süsler, projenin her tarafını dolduruyordu. Fakat, yaptığı değişiklikler yüzünden projeyi bitirmek mümkün olmuyordu. Yeğenini yanına oturtur, perspektif kurallarından uzun uzun bahsederek çizer dururdu. Yeğeninin mühendis mektebine gitmesiyle gurur duyuyor, ona sık sık pergel takımları, T cetvelleri hediye ediyordu. Şişman ve biraz aptal görünüşlü bir gençti bu yeğen. Bir akşam Hüseyin Beyin evine gittiği zaman uzun uzun çaldığı halde kapı açılmadı. Mutfak kapısının anahtarı onda dururdu. Anahtarla kapıyı açıp mutfağa girdi. Amcası onun için buzdolabında daima yiyecek birşeyler bulundururdu. Biraz yiyip içtikten sonra salon-salamanjeye girdiği zaman amcasını çalışma masasının başında bir projenin üstüne yaslanmış bir durumda ölü buldu. Koca bir şişe çini mürekkebi projenin üstüne dökülmüştü. Çok şaşırmadı. Kapıyı kapatıp çıktı.

İçimden geçenleri bilselerdi beni dünyanın bir numaralı vatandaşı sayarlardı. İnsanları dinlerken sıkıntılı bir görünüşüm vardı: sanki, her zaman onların sözlerini bitirmelerini ve konuşma sırasının bana gelmesini sabırsızlıkla beklerdim. Bana kalırsa, bu görünüş çok aldatıcıydı. Bana kalırsa, bana kalırsa... ne yazık hiç kalmadı bana.

692
Bence suçlu, bana görevleri verendir. Altından kalkamayacağım bir yükle beni ezendir. Hiçbir zaman bu görevleri yapmaya gönüllü olmadım. Kimsenin istekli olmaması üzerine ve o sırada orada benden başkasının bulunmaması yüzünden kabul etmek zorunda kaldım. İnsanlar, bu görevleri kabul etmemenin utancını yaşamasınlar diye (bu utancın çok korkunç bir duygu olduğunu tecrübelerimle biliyordum) onları bu acıdan kurtarmak istedim. Belki de, bana verilmeyen bir görevi, aptalca bir heyecanla ortaya atılarak yüklenmek zorunda kaldım.

693
Bütün hayatımca cezalıydım: durmadan bir kafesin içinde dolaştım. Gittiğim her yere, üstü kapalı, demir parmaklıklı bu kafesi taşıdım. Bütün dünyayı parmaklıkların arasından seyrettim. Sizinle aramızda bulunan bu demir parmaklıkların varlığını her an duydum. Sizleri istediğiniz biçimde, önyargılardan uzak bir biçimde değerlendiremeyişimde bu parmaklıkların payı büyüktür. Bu parmaklıklar yüzünden, dar görüşlü ve korkak bir hayvan gibi yaşadım.

709
Bilseydim hepsine haber verirdim. Bir teşkilatımız, bir lokalimiz yok ki bir araya gelelim. Bu ülkenin belini dağınıklık büküyor.

723
… ve itibarlarını iade etmesine karar verildi.

.
.

“BİZ NİÇİN ONLAR GİBİ OLAMIYORUZ?”
Çağlar Keyder, Milliyet Gzatesi, 29 Ocak 1984

Her tabakanın, her üslûbun kendi koşullandırıcıları, kendi tarihi vardı. Devletin ve özellikle resmî tarihin söylemi (Oğuz Atay belki de tarih kitaplarındaki anlatımı en etkin hicveden romancıdır), XIX. yüzyıl Batıcılarının tercüme üslûbu, sonraki aşk romanlarının ucuz hissiyatı hep bir aradaydı. “Biz niçin onlar gibi olamıyoruz?” sorusunu bir yandan alaya alırken, bir yandan da çünkü onların İsa-Mesih’i ve Hamlet’i var diye cevap veriyordu.




.
.
.
.

25 Aralık 2013

Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı

.
.
.




.
.




Benim Adım Kırmızı
Orhan Pamuk

İletişim Yayınevi, 1998 İstanbul


(Arka Kapak: … Benim Adım Kırmızı, 1591 yılında İstanbul'da karlı dokuz kış gününde geçiyor. … Frenk etkisi taşıyan tehlikeli resimler… eski resim sanatının unutulmuş güzelliklerine bir ağıt.)

(Orhan Pamuk 1952 İstanbul. … mimarlık, gazetecilik okudu… çocukluk ve gençliğinde ressam olmayı hayal etmiş.)

(1591 yılında İstanbul'da karlı dokuz kış günü...
1574 II. Selim'in vefatı, III. Murad'ın tahta geçişi
1575 Mimar Sinan, Selimiye Camiî, Edirne
1595 III. Murad'ın vefatı)


5
"Doğu da Batı da Allah'ındır." Kuran, Bakara, 115

9
Ben doğmadan önce arkamda sınırsız bir zaman vardı. Ben öldükten sonra da, bitip tükenmeyecek bir zaman! Yaşarken hiç düşünmezdim bunları; ışıklar içinde yaşayıp giderdim, iki karanlık zamanın arasında.

müzehhip

11
Cennet, Cehennem, neresiyse kaderim, ruhumun oralara yaklaşabilmesi için gövdemin pisliğinden çıkabilmesi gerekir.

Acem: İranlı kişi, İran ülkesi
meczup: akli dengesini yitirmiş; ayinlerde kendini kaybetmiş kişi…
muhasara etmek: biriyle elini tutup ya da kuşağına sokup yürüme
meddah değil de perdedar denen hikayeci

19
(Husret Hoca) Her Cuma cemaati öyle bir coşturur, öyle bir ağlatırmış ki gözleri kuruyup bayılanlar, fenalık geçirenler olurmuş.

Tarikatçılar, Mevleviler, Halvetiler, Kalenderiler, çalgı çalarak Kuran-ı Kerim okuyup, çocuk oğlan hep birlikte dua ediyoruz diye raks edip oynayanlar, bunlar kafirdir.

kayyım: başlangıcı ve benzeri olmayan, kendi zâtıyla ayakta duran anlamında Allah’ın isimlerinden biri

25
Ama kıskanmakta çok da haklılar. Renk karıştırmakta, cetvel çekmekte, sayfa istifinde, konu seçiminde, yüz çizmekte, kalabalık savaş ve av meclislerini yerleştirmekte, hayvanları, padişahları, gemileri, atları, savaşçıları, âşıkları resmetmekte, nakşın içine ruhun şiirini dökmekte, hatta, tezhipte de en usta benim. Bunu size övünmek için değil beni anlayın diye söylüyorum. Kıskançlık, zamanla usta nakkaşın hayatında boya kadar vazgeçilmez bir malzeme olur.

Bu da bizi şimdi çok revaçta olan üslup konusuna getiriyor: Nakkaşın kendi şahsi usülü, kendine mahsus bir rengi, sesi, var mıdır, olmalı mıdır?

26
Odadaki ince ince işlenmiş duvar, … Kızıl halının kıvrım ve yuvarlakları … harika yorgan… Bir yanda bakmakta olduğunuz resmin güzelliğini vurgularken, bir yandan da içinde ölmekte olduğunuz odanın, terketmekte olduğunuz dünyanın ne de güzel bir yer olduğunu hatırlatırlar. Resmin ve dünyanın güzelliğinin sizin ölümünüze kayıtsızlığı, ölürken yanınızda karınız da olsa yapayalnız oluşunuz resme bakarken kafanıza dank eden asıl manadır.

27
Üslup diye tutturdukları şey, kişisel bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca.

28
(Katil) kaba Semerkandi kâğıt

"Şirazlı, Heratlı eski ustalar", dedim, "Allah'ın istediği ve gördüğü hakiki bir at resmi çizebilmek için nakkaşın elli yıl hiç durmadan at çizmesi gerektiğini söyler ve zaten en iyi at resminin karanlıkta çizileceğini eklerlerdi. ..."

32
(Enişte) Bu yaşıma geldim, gerçek saygının yürekten değil, küçük kurallardan ve boyun eğmekten kaynaklandığını bilirim.

Ona (Kara) Şirazlı nakkaşların ufuk çizgisini resmin tâ yukarısına çekmekle Şiraz'da yeni bir usülü ortaya çıkarttıklarını anlatırdım.

Nakış ve sanatta hayal kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin.

34
(Enişte) Resmettirdiğim şeyler, tıpkı Venedikli üstatların resimlerindeki gibi, Padişahımızın bütün âlemini temsil etsin istiyordum. Ama bunlar Venediklilerin yaptığı gibi malın mülkün değil, tabii ki iç zenginliğinin ve Padişahımızın âleminin sevinçlerinin ve korkularının resimleri olacaktı.

35
"Her resim bir hikâye anlatır," dedim. "Okuduğumuz kitabı güzelleştirmek için nakkaş, hikayenin en güzel meclisini resmeder. ... Eğer hikâyede aklımızın ve hayal gücümüzün canlandırmakta zorlandığı bir şey varsa, resim hemen imdada yetişir. Resim hikâyenin renklerle çiçeklenişidir. Kimse hikâyesi olmayan bir resim düşünemez."

36
(Venedikli beyin sarayının duvarında asılı resim) "Hangi hikâyeyi süslemek ve tamamlamak için bu resim yapılmıştı? Resme bakarken anlıyordum ki bu resmin hikâyesi kendisiydi. Bir hikâyenin uzantısı değildi de resim, kendisi için bir şeydi."

İtalyan üstatları herhangi bir adamı, bir diğerinden kıyafetleri ve nişanlarıyla değil, yüzünün şekliyle ayırabilecek gibi resmetmenin usüllerini ve hünerini bulmuşlar. Portre dedikleri şey bu.

Yüzün bir kere olsun böyle resmedilmişse artık hiç kimse unutturamaz seni. Sen çok uzaklardayken bile, resmine bir bakan, seni yakınındaymış gibi içinde hisseder. Yaşarken seni hiç görmemiş olanlar bile, senin ölümünden yıllar sonra, sanki sen karşılarındaymışsın gibi seninle göz göze gelebilirler.

41
(Kara) Şeküre'nin yüzünün İtalyan üstatlarının usülleriyle yapılmış bir resmi olsaydı yanımda, demek ki, on iki yıl süren yolculuğumun ortalarında bir yerde geride bıraktığım sevgilimin yüzünü artık hiç mi hiç hatırlayamıyorum diye kendimi yersiz yurtsuz hissetmeyecektim hiç. Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir.

42
Sultan'ın bu kitabı Hicret'in bininci yıl dönümüne yetiştirmek istediğini anlattı bana. Cihanpenâh Padişahımız takvimin bininci yılında, kendisinin ve devletinin Frenklerin usüllerini de onlar kadar kullanabileceğini göstermek istiyordu.

istinsah: yazıya geçirme
intisap: manen bağlanma

[Safeviler 1501 - 1760
Başkent Tebriz, Kazvin, İsfahan; din: İslam (Caferilik Mezhebi); Yönetim: Mutlak Monarşi;
Bugünkü Azerbaycan, İran, Ermenistan, Irak, Afganistan, Türkmenistan ve Türkiye'nin doğu kesiminde varlığını sürdürmüş Şiî devleti.]

59
aharsız kaba kâğıt
Erzurumi Hocacılar

60
(Ağaç) Şah Tahmasp'ın yeğeni ve damadı, Sultan İbrahim Mirza, vali olduğu Meşhed'e çağırdı ve onları nakkaşhanesine yerleştirip Timur zamanında Herat'ta en büyük şair olan Câmî'nin Heft Evreng'inin yedi mesnevisini (her beyti ayrı uyaklı bir divan edebiyatı nazım biçimi, ikili manzum şiir; ikili beyitler halinde yazılan bir nazım türü) yazdırıp nakışlı, resimli harika bir kitap yaptırmaya başladı. ... haset, öfke, valilikten sürgün, nakkaşhanenin dağılması...

Ama bir mucizeyle Sultan İbrahim Mirza'nın harika kitabı yarıda kalmadı; çünkü hakikatlı bir kitapdarı vardı. Bu adam atına biner, en iyi tezhibi yapan usta oradadır diye ta Şiraz'a gider, oradan en zarif nestalik hattı (Nestâlik, Talikin neshi, incesi anlamını taşıyan ve genel olarak İran'da kullanılan bir yazı türüdür. Adından da anlaşılacağı gibi, nesih ve tâlik yazım şeklinin karışımı ile türetilmiş olan ünlü bir yazı türüdür) yazan hattat için iki sayfayı alır Isfahan'a götürür, sonra dağları geçip ta Buhara'ya çıkıp Özbek Hanı'nın yanında nakşeden büyük üstat nakkaşa resmin istifini yaptırır, insanları çizdirir; Herat'a inip bu sefer yarı kör eski üstatlardan birine otların ve yaprakların kıvrım kıvrım kıvrılışını ezberden nakşettirir; Herat'ta başka bir hattata uğrayıp resmin içindeki kapının üstündeki levhadaki yazıyı altın rika ile yazdırıp hadi yine güneye, Kain'e gider ve altı ay yolculuk ederek yarılayabildiği sayfayı Sultan İbrahim Mizra'ya gösterip aferini alırdı.

61
(Ağaç) Bugün bitirildiğini kederle işittiğim bu kitabın sayfasında da ben olacaktım. Ne yazık ki soğuk bir kış günü beni taşıyarak kayalık geçitlerden geçen Tatar ulağın yolunu haramiler kesti. Önce dövdüler zavallı Tatar'ı, sonra harami usülünce soydular, ırzına geçip imansızca öldürdüler. Bu yüzden ben de bilmiyorum hangi sahifeden düştüğümü. Sizden ricam bana bakıp bunu söylemeniz: Acaba Leyla'yı çadırında çoban kılığında ziyaret eden Mecnun'a gölge mi olacaktım? Umutsuz inançsızın ruhundaki karanlığı anlatayım diye gecenin içine mi karışacaktım? Bütün cihanda kaçıp, denizler aşıp, kuşlar, meyvelerle dolu bir adada huzur bulan iki sevgilinin mutluluğuna eşlik etmek isterdim! Diyar-ı Hind'i fethederken başına güneş geçip günlerce burnu kanaya kanaya ölen İskender'in son anlarına gölge olmak isterdim. Yoksa oğluna aşk ve hayat nasihatları veren babanın gücünü ve yaşını ima etmeye mi yarayacaktım? Hangi hikayeye mana ve zarafet katacaktım?

Ulağı öldürüp, beni yanlarına alıp dağ şehir demeden gezdiren haramilerden biri, arada bir kıymetimi biliyor, bir ağaç resmine bakmanın, bir ağaca bakmaktan daha hoş olduğunu anlayacak kadar incelik gösteriyordu, ama bu ağacın hangi hikâyenin parçası olduğunu bilmediği için çabuk sıkılıyordu benden. ...

62
(Ağaç) Bir de son olarak Frenk nakkaşlarından söz edeceğim ki, onlara özenen soysuz varsa ibret alsın. Şimdi bu Frenk nakkaşları, kralların, papazların, beylerin, hatta hanımların yüzlerini öyle bir nakşediyorlar ki, o kişiyi resmine bakıp sokakta tanıyabiliyorsun. Bunların karıları zaten sokakta serbest gezer, artık gerisini siz düşünün. Ama bu da yetmemiş, işleri daha ileri götürmüşler. Pezevenklikte değil, nakışta diyorum...

63
Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum.

64
Gazzali'nin İhya-ı Ulum'unun evliliğin zararları kısmı
istinsah: yazıya geçirme, çoğaltma
murakka: Hattatların ayrı ayrı kâğıtlara yazıp sonra bir arada mecmua haline getirdikleri, aynısını yazmaları için öğrencilerine verdikleri yazı örneği.

68
Resmetmekten cayamayan bazı büyü ustalar bir kitabın, bir hikayenin parçası olmayan tek tek resimler yapıp satıyorlar. O tek resme bakarken bu hangi hikâyenin hangi meclisidir demiyorsun da, yalnızca resmin kendisi için, görme zevki için bakıp, mesela tam bir at olmuş bu, ne güzel diyor, ressama parayı bu yüzden veriyorsun. Savaş resimleri de, sikiş resimleri de pek isteniyor. Kalabalık bir savaş meclisi üç yüz akçeye kadar düşmüş ve sipariş eden yok gibi. Bazıları ucuz olsun, alıcı çıksın diye aharsız, cilasız kâğıda, boya bile sürmeden siyah beyaz resimler yapıyorlar.

69
(Kara) ("Vaziyet" töreninde) ... Padişahımızın her iki ayda bir nakkaşhane binasını ziyaretleri sırasında yapılan bir törendi. Hazinedarbaşı Hazım, Şehnamecibaşı Lokman ve Başnakkaş Üstat Osman'ın eşliğinde Padişahımıza nakkaşhanenin üstatlarının, hangi kitapların hangi sahifeleri üzerinde çalıştığı, kimin hangi tezhibi yaptığı, kimin hangi resmi renklendirdiği, renkbazların, cetvelkeşlerin, müzehhiplerin, ellerinden her iş gelir on parmağında on marifet usta nakkaşların tek tek hangi işlerin üzerinde oldukları anlatılırdı.

71
(Enişte) Resmin, güzelliğiyle insanı hayatın zenginliğine, sevgiye, Allah'ın yarattığı âlemin renklerine saygıya, iç düşünceye ve imana çağırması önemlidir. Nakkaşın kimliği değil.

73
(Üstat Osman) Has nakkaşı hünersiz, imansız nakkaştan ayıracak tek bir kıstas yoktur. Zamana göre değişir bu. Sanatımızı tehdit eden kötülüklere karşı nakkaşın ahlakının ve hünerinin ne olduğu önemli. Bugün bir genç nakkaş ne kadar has, anlamak için üç şeyi sorardım ona.

Yeni âdete uyup Çinlilerin ve Frenklerin etkisiyle aman benim şahsi bir nakış usülüm, bir üslubum olsun diye tutturuyor mu? ... İşte bunu anlamak için ben ona üslup ve imzayı sorardım ilk.

Sonra kitaplarımızı ısmarlayan şahlar ve padişahlar ölüp, ciltler el değiştirip parçalanıp yaptığımız resimler başka kitaplarda, başka zamanlarda kullanılınca bu nakkaş ne hissediyor onu öğrenmek isterdim. Üzülmekle de, sevinmekle de üstesinden gelinemeyecek bir hassas şeydir. Bu yüzden nakkaşa zamanı sorardım. Nakşın zamanını ve Allah'ın zamanını.

Üçüncüsü körlüktür! ... Körlük sessizliktir. Demin dediğim birinciyle ikinciyi birleştirirsen körlük belirir. Nakşın en derin yeri, Allah'ın karanlığında belireni görmektir.

76
(Kelebek'in birinci soruya yanıtı) Nakşı göz zevki ve imanı için değil de parası ve namı için yapan soysuzlar çoğaldıkça, ... imza ve üslup merakı gibi daha pek çok çirkinlik ve tamahkârlık göreceğiz demektir. İnanarak değil, usüldendir diye yapıyordum bu girişi (Kara'ya): Çünkü hakiki yetenek ve hüner, altın ve ün sevgisiyle bile bozulmaz. Hatta, doğrusunu söylemek gerekirse, bana olduğu gibi, para ve ün hüner sahibinin hakkıdır ve onu aşka getirir.

79
(Kelebek'in anlattığı hikayeden) Kim en güzel resmi yapacak! Tıpkı Raşidüddin gibi, genç nakkaşlar da bunun eski üstatlar gibi resmetmek olduğunu bildikleri için...
Eski üstatlar, harika resimlerinde güzel kızları Çinliler gibi çizerlerdi ve bu Doğu'dan gelen şaşmaz bir kuraldır.

fırça ve kalem ve maktaların arasına...

83
(Kelebek) Ondan (Kara'dan) düşüncelerimi saklamama rağmen, yaptığım resimleri ve içinde yaşadığım bu odayı pervasız ve saldırgan bakışlarına teslim ediyorum. ... Allah nakşın bir şenlik olmasını istemiştir ki, âlemin de, bir şenlik olduğunu bakmasını bilene göstersin.

85
(Leylek'in ikinci soruya hikayelerle yanıtı) (Bağdatlı ünlü hattat İbni Şakir'in hikayesi) ... o güne kadar Allah'a bir başkaldırı olarak gördüğü ve küçümsediği resim sanatıyla acısını ve gördüğü felaketi ifade etmek geldi içinden ve hiçbir zaman yanından ayırmadığı kâğıda minareden gördüklerini resmetti. Moğol istilası sonrası, İslam resminin üç yüzyıl süren gücünü ve onu puta tapanların ve Hıristiyanların resminden ayıran şeyi, âlemin Allah'ın gördüğü yerden, yukarıdan, ufuk çizgisi çizilerek ve içten bir acıyla resmedilmesini bu mutlu mucizeye borçluyuz.

87
(Leylek'in zaman konusundaki soruya yanıtı) (Nakkaş Uzun Mehmet, İstanbul) aşağı yukarı yüz on yıl kör olmadan nakış yapan bu üstadın en büyük özelliği, özelliksizliğidir. Ama burada kelime oyunu yapmıyor, içten bir övgü sözü söylüyorum. Her şeyi, herkes gibi, daha çok da eski büyük üstatların tarzında resmederdi ve bu yüzden en büyük üstattı. ... ağaçların binlerce yaprağını, bulutların kıvrımlarını, atların tek tek taranması gereken yelelerini, tuğla duvarları ve birbirini hep tekrar eden sayısız duvar süsünü ve çekik gözlü, ince çeneli, hepsi birbirinin aynı on binlerce yüzü sabırla nakşetti.

89
Bir tek bu yaptığım resimde, meydandaki kalabalığa florin dolu keselerden para atarken, onu (padişahı) ayakta çizdim. Paraları kapışmak için birbirlerini boğazlayan, yumruk yumruğa dövüşen, tekmeleşen, yerden para toplarken götleri göğe kalkan kalabalığın hayret ve neşesini resmedebilmek için yaptım bunu.

91
(Zeytin'in körlük üzerine yanıtı)
Nakıştan önce bir karanlık vardı ve nakıştan sonra da bir karanlık olacak. Boyalarımızla, hünerimiz ve aşkımızla Allah'ın bize, görün, dediğini hatırlarız. Hatırlamak gördüğünü bilmektir. Bilmek gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir. Demek ki nakşetmek karanlığı hatırlamaktır. Büyük üstatların resim aşkı, renklerin ve görmenin karanlıktan yapıldığını bilip, Allah'ın karanlığına renklerle dönmeyi ister. Hafızası olmayan ne  Allah'ı hatırlar, ne de onun karanlığını.

92
Nefehât-ül Üns'ünün Lamii Çelebi tarafından çevrilmiş Türkçesi... Şeyh Ali

ketebe: Hattatın yazdığı yazının altına şahsi imzasını koyması

95
... Allah âlemi önce görülsün diye yarattı. Sonra da gördüğümüzü birbirimizle paylaşalım, konuşalım diye kelimeleri verdi bize, ama biz kelimelerden hikâyeler yaptık da nakşı bu hikâyeler için yapılır sandık. Oysa Nakış doğrudan Allah'ın hatıralarını aramak, âlemi onun gördüğü gibi görmektir.

96
(Zeytin'in körlük sorusuna Seyyit Mirek'le ilgili bir hikayeyle yanıtı)  ... en yeteneksiz nakkaş bile, kafasının içi bomboş olduğu için, tıpkı bugünkü Frenk ressamları gibi, bir ata baka baka at resmi çizerken bile, resmi hafızadan yapar. Çünkü, aynı anda hem ata hem de üzerine atın resmini çizdiği kâğıda kimse bakamaz. Önce ata bakar nakkaş, sonra aklındakini hemen kâğıda çizer. Aradan göz kırpacak kadar bir zaman bile geçse, nakkaşın kâğıda geçirdiği, görmekte olduğu at değil, az önce gördüğü atın hatırasıdır ki, bu da en sefil nakkaş için bile, resmin ancak hafızayla mümkün olabileceğinin kanıtıdır.

temrin tekrarlatarak alıştırma

97
Kör nakkaşın hatıralarının Allah'a ulaştığı yerde, mutlak bir sessizlik, mutlu bir karanlık ve boş sayfanın sonsuzluğu vardır.

98
(Ester) Aşkta acele işleri geciktirir.

115
(Katil) Çırakken, bütün dayaklara rağmen, Üstat Osman bizi sevdiği, nakşımızın güzelliğinden gözleri sulanıp bizi ellerimizden kollarımızdan öptüğü, o bizi öptükçe hünerimiz de aşkla çiçeklendiği için Cennet'te gibiydik. Bu mutlu yılları gölgelendiren kıskançlığın rengi bile başkaydı o zamanlar.

116
... beni ele verecek kişisel üslubum ve kusurum yoktur benim. Üslubun, bir nakkaşı bir diğerinden ayıracak herhangi bir şeyin kusur olduğuna inanırım; bazılarının övünerek söylediği gibi, kişilik değil.

117
"Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep." Fuzuli..

Yusuf ile Züleyha'nın bu meclisini resmetmekten pek hoşlanırım...

118
renkzenlikten tezhibe, cetvelkeşlikten ressamlığa...

119
(Katil, Enişte'ye) Doğru mu Zarif Efendi'nin o dedikleri, yaptığınız resimlerde Padişahımızın güvenini kötüye kullanma, nakşetme usüllerimize bir ihanet, dinimize küfür var mı? Son büyük resmi bitirdiniz mi?

120
(Para) Nakkaşlar arasında böyle bir ölçü olarak kabul görmek ve lüzumsuz tartışmalara da bir son vermekle iftihar ediyorum. ... her gece dövüşür, birbirlerinin dişlerini dökerlerdi (yok sen daha hünerbazın, yok asıl renkbaz benim, vb). Şimdi her şeye benim mantığımın hâkim olması, nakkaşhanedeki çalışma nizamına da tatlı bir ahenk ... veriyor.

122
Şimdi tuhaf olan duruma dikkat çekeyim. Artık bu Venedik gavuru resim yapınca resim yapmıyor da sanki resmettiği şeyin hakikisini yapıyor. Ama para yapınca da hakiki bir para yapmıyor da onun sahtesini yapıyor.

124
Ondan da daha iyi nakkaşsanız, elde edin beni.

125
(Enişte) Sanki bir salgına kapılmış gibi, hepsi kendi portrelerini yaptırıyorlardı. Bütün Venedik. Parası ve gücü olanlar, hem kendi hayatlarına bir tanık, bir hatıra olsun diye portrelerini yaptırıyorlardı, hem de servetlerinin, güçlerinin, iktidarlarının işaretleri olarak. Hep orada, karşımızda durmak, var olduklarını birbirlerine duyurmak, herkesten ayrı ve değişik olduklarını ima etmek için.

126
Bir de, bu dünyada olmanın, çok özel ve esrarengiz bir şey olduğuna bizi inandırmaya çalışıyorlar.

127
Portrelerinin yapılmış olması öyle sihirli bir şey bulaştırmış, onları öyle benzersiz kılmıştı ki, resimler arasında, bir an kendimi kusurlu ve güçsüz hissettim. Sanki bu âlemde neden var olduğumu bu usüllerle resmedilirsem daha iyi kavrayacaktım.

Nasıl desem, sanki günahkârca bir istekti bu, sanki Allah'a karşı büyüklenmek, kendini önemli bir şey sanmak, dünyanın merkezine kendini yerleştirmek gibiydi.

(Kara) Daha sonra, Frenk üstatlarının elinde bir çeşit mağrur çocuk oyununa dönüşen şeyin, Yüce Padişahımıza yönelmesi halinde bir sihiri de aşarak, gören herkesi etkisi altına alacak haklı bir güce, dinimize hizmete dönüşeceği gelmiş aklına.

(Enişte bunları Padişaha söyleyince, o itiraz etmiş önce)

"Aslı olan hikayedir. Güzel bir resim bir hikâyeyi zarafetle tamamlar. Hikâyeyi tamamlamayan bir resmi düşünmeye çalıştığımda o resmin sonunda bir put olacağı geliyor aklıma. Çünkü olmayan hikâyeye inanamayacağımıza göre, resme, o şeye inanacağız o zaman. Peygamberimiz kırdırmadan önce Kâbe'deki putlara tapmak gibi bir şey bu."

128
(Enişte) Duvara asılan her resme, en sonunda, farkına varmadan tapmaya başlayacağımızı anlıyorsun değil mi?

"Ama Frenk üstatlarının usülleriyle bir resmimin yapılmasını da istiyorum." demiş Padişahımız. "O resmin bir kitabın sayfaları arasına gizlenmesi gerek. O kitabın ne olacağını sen söyleyeceksin bana."

130
(Enişte) ... İtalyan üstatlarının resimdeki en büyük buluşu gölgelerden de söz ettim.

133
Perspektiften, arkadaki şeylerin Venedik resminde gittikçe küçülerek resmedilmesinin dinsizlik olup olmadığından konuştuğumuz kadar, zavallı Zarif Efendi'nin para kıskançlığı ve hırs yüzünden öldürülmüş olabileceğinden de söz ettik.

143
tevil: bir fikir veya sözden başka mana çıkarma; anlaşılması zor olan ayet ve hadislerde ne kastedildiğini ve ince manaları bildirme

(Katil) İsra suresi ne diyor otuz üçüncü ayette? Haklı bir neden olmadan, Allah'ın katlini yasakladığı cana kıymayın, demiyor mu?

Padişahımızın gizlice sipariş ettiği o kitap için çalışanlara, bizlere dil uzattı bu adam. Eğer sesini kısmasaydım Enişte Efendi'yi, bütün nakkaşları, hatta Üstat Osman'ı zındık ilan edip gözü dönmüş Erzurumlu Hoca'nın adamlarının önüne atacaktı. Bir kere birisi, nakkaşların dinsizlik ettiğini yüksek sesle söylemeye görsün, kuvvetlerini göstermek için zaten bahane arayan bu Erzurumiler, yalnız biz usta nakkaşları değil, bütün nakkaşhaneyi dümdüz ederler de Padişahımız bile sesini çıkaramadan seyreder.

Şah Tahmasp

148
(Ölüm) Böylece eski üstatlara ve hünerlerine saygılı nakkaşlara yaraşır bir şekilde, çift anlamlar, kinaye, cinas, telmih ve sezdirmelerle dolu ince bir sohbettir koyulttular.

"Nakkaşın hünerinin kıstası, her şeyi eski üstatların mükemmeliyetiyle resmetmesi midir, yoksa kimsenin göremediği konuları resme sokması mıdır?" dedi mucize elli, güzel gözlü, akıllı nakkaş.

"Venedikliler nakkaşın gücünü hiç çizilmemiş konuları ve usülleri bulmasıyla ölçüyorlar," dedi iddialı ihtiyar.

149
(şu şeytani fikir:) Bütün ışıklarıyla tanıdığımız bir şeyi değil, tanımadığımız yarı karanlık bir şeyi çizebilmeyi isteriz aslında.

(ihtiyar, önündeki kitaplardan) El Cevziyye'nin Kitab-ur Ruh'undan, Gazzali'den, Kitab-ül Ahval-ül Kıyamet'ten, Suyuti'den ölüm üzerine parçalar okudu.

168
(Şeküre) Allahım, hepsi bu yetimler ortada kalmasın diye, sen yardım et.

171
Öpüşürken sanki bütün âlem tatlı bir karanlığa girdi. Herkes birbirine bizim gibi sarılsın istedim. Sevmenin böyle bir şey olacağını sanki hatırlıyordum. Dilini ağzımın içine soktu. Yaptığımdam öylesine hoşlanıyordum ki, sanki bizimle birlikte âlem ışıl ışıl bir iyiliğe batıyor, bir kötülük aklıma gelmiyordu.

Babamın bana heyecanla gösterdiği bazı harika sayfalar vardır: Yazının aşkıyla, yaprakların dalgalanışı aynı coşkudan, duvar süsleriyle, sayfanın tezhibi aynı dokudan olur; çerçeveyi ve tezhibi kanadıyla delen kırlangıcın telaşı ile âşıkların telaşı birbirine benzer. ... Kara ile ben, birbirimize sarıldığımızda, inanın bana, sanki bütün âleme aynı şekilde bir iyilik yayılıyordu.

177
(Kara) Nakkaşın, ya da bizim gibi Allah'ın alçak gönüllü kullarının samimiyeti, hüner ve mükemmeliyet zamanlarında değil, tam tersi, dil sürçmesinin, hatanın, kırıklığın ve acıklı kırılganlığın yaşandığı anlarda çıkar ortaya. ... Güzeller güzeli Şirin'in ağzını Nizami içi inci dolu bir hokkaya benzetir.

181
(Katil) İsfahanlı Musavvir Şeyh Muhammed...  Siyah Kalem tarzıyla Çin'den, Moğollar aracılığıyla gelen korkunç şeytanları, boynuzlu cinleri, iri taşaklı atları, yarı insan yarı canavar yaratıkları, devleri, cinleri, şeytansı ince ve hassas Herat resmine hüner ve dengeyle o katmış, Portekiz ve Felemenk'ten gelen gemilerden çıkma portre resimlerine herkesten önce o ilgi duyup etkilenmiş; tâ Cengiz Han zamanına kadar giden unutulmuş usülleri parçalanmakta olan eski kitaplardan o bulup çıkarıp canlandırmış; İskender'in kadınlar adasında yüzen çıplak güzelleri dikizleyişi, Şirin'in gece ay ışığında yıkanışı gibi sik kaldıran konuları herkesten önce cesaretle o resmetmiş; Peygamberimiz Hazretleri'ni atı Burak ile uçarlarken, şahları kaşınırken, köpekleri çiftleşirken, şeyhleri şarap sarhoşuyken resmedip, bütün nakkaşlar camiasına o kabul ettirebilmişti.

182
(Katil) Kitabımızın Şeytan'ı bile sevimli gösterdiğini söyleyenler var. Âleme sokaktaki murdar köpeğin gözünden perspektif ile bakıp bir at sineği ile camiyi -cami arkadadır bahanesiyle- aynı büyüklükte resmederek dinimize küfrettiğimizi, camiye giden müminlerle alay ettiğimizi söylüyorlar.

185
"Niye hepsi resmin Cennet'in kapısını kendilerine kapatacağını düşünüyorlar?"
"Biliyorsunuz niye! Çünkü Peygamberimiz Hazretleri'nin kıyamet günü ressamların Allah tarafından en sert bir şekilde cezalandırılacaklarını söylediğini hatırlıyorlar."
"Ressamlar, değil," dedi Enişte Efendi. "Musavvirler. Bu bir hadis, Buhari'den."
"Kıyamet günü musavvirden yarattığı şekillere can vermesi istenecek," dedim dikkatle. "Ama hiçbir şeyi canlandıramayacağı için cehennem azabına çarptırılacak. Unutmayalım; musavvir Kuran-ı Kerim'de Allah'ın sıfatıdır. Yaratıcı olan, olmayanı var eden, cansızı canlandıran Allah'tır. Kimse onunla yarışmaya kalkışmamalı. Ressamların onun yaptığı işi yapmaya kalkışmaları, onun gibi yaratıcı olacaklarını iddia etmeleri en büyük günah."

"Perspektif, resmi Allah'ın bakışından sokaktaki itin bakışına indirdiği için değil yalnız, Frenk üstatların usüllerini kullanmanın, kendi bildiğimizi, kendi hünerlerimizi gavurların hüner usülüyle karıştırmanın da bizleri saflığımızdan edecek, onların kölesi durumuna düşürecek bir Şeytan ayartması olduğunu söylüyormuş."

"Saf hiçbir şey yoktur," dedi Enişte Efendi. "Nakışta, resimde ne zaman harikalar yaratılsa, ne zaman bir nakkaşhanede gözlerimi sulandırılacak, tüylerimi ürpertecek bir güzellik ortaya çıksa, bilirim ki orada daha önceden yan yana gelmemiş iki ayrı şey birleşip bir yeni harikayı ortaya çıkarmıştır. Behzat'ı bütün Acem resminin güzelliğini, Arap resminin Moğol-Çin resmiyle karışmasına borçluyuz. Şah Tahmasp'ın en güzel resimleri Acem tarzıyla Türkmen hassasiyetini birleştirdi. Bugün herkes Hindistan'daki Ekber Han'ın nakkaşhanelerini anlata anlata bitiremiyorsa, nakkaşlarını Frenk üstatların usülleri almaya teşvik ettiği içindir bu. Doğu'da Allah'ındır, Batı da. Allah bizi saf ve karışmamış olanın isteklerinden korusun."

makta

189
(Katil) Üstat Osman'ın Heratlı eski üstatlardan mülhem (esinlenmiş) nakşının bir geleceği olmadığını hissettim.

192
(Enişte, Katil'e) Onu öldürmene şaşmıyorum. Kitaplarda yaşayan, sayfaları rüyasında gören bizim gibileri bu âlemde hep bir şeyden korkar. Biz üstelik daha da yasak, daha da tehlikeli bir şeyle, Müslüman şehrinde resimle uğraşıyoruz. Her nakkaşın içinde, tıpkı Isfahanlı Musavvir Şeyh Muhammed'de olduğu gibi, suçluluk duymak, pişman olmak, kendini herkesten önce suçlamak, nedamet getirip Allah'tan ve cemaatten af dilemek için kuvvetli bir dürtü vardır. Kitaplarımızı suçlular gibi gizli gizli ve çoğu zaman da özür diler gibi hazırlıyoruz.

193
İstediğin gibi korkusuzca resmetmek istediğin için öldürdün onu!

195
(Enişte Katil'in, yani Zeytin'in usüllerini anlatıyor) Kalemin, çizginin doğrusunu, sanki senin dokunmanla değil, kendiliğinden buluverir. Ne doğru, ne de şakacıdır senin kaleminin gösterdiği şey! Kalabalık bir meclisi çizdiğinde, insanlar arasındaki bakışmalardan, sayfanın istifinden, metnin manasından çıkan gerilim, senin resminde hiç bitmeyen zarif bir fısıltıya dönüşür. Ben senin resimlerine yeniden döne döne o fısıltıyı dinlemek için bakarım; her dönüşte mananın değiştiğini gülümseyerek farkeder ve, nasıl söylesem, resmi yazı gibi yeniden okumaya girişirim. Böylece, bu anlam tabakaları, arka arkaya dizilince, Frenk üstatlarının perspektifinden de uzaklara varan bir derinlik çıkar.

196
bir şemailnameye bakar gibi...

İtalyan üstatların hiçbirinde senin şiirin, inancın, hassasiyetin, renklerinin saflığı ve parlaklığı yok, inan bana. Ama onların resimleri daha inandırıcı, hayatın kendisine daha çok benziyor. Dünyayı bir minarenin şerefesinden görür gibi ve perspektif dedikleri şeye aldırmadan değil, sokaktan, o olmazsa prensin odasının içinden, yatağı yorganı, masası, aynası, kaplanı, kızı ve paralarıyla birlikte resmediyorlar; her şeyi resmediyorlar, biliyorsun. Ben yaptıkları her şeye kanmıyorum; resmin dünyayı doğrudan taklide kalkışması küçüklük geliyor bana, ağrıma gidiyor. Ama o yeni usüllerle yaptıkları resimlerin öyle bir çekimi var ki! Gözün görüverdiği her şeyi gözün görüverdiği gibi resmediyorlar. Onlar gördüklerini resmediyorlar, bizler ise baktığımızı. Yaptıklarını görür görmez hemen anlıyorsun ki, yüzünü kıyanete kadar bırakmanın yolu Frenklerin usüllerinden geçer. ... İnsanı, aklın gördüğü gibi değil, yeni usüllerle, gözün gördüğü gibi resmetmek bu fırsatı veriyor. İleride bir gün, herkes onlar gibi resmedecek. Resim deyince bütün cihan onların yaptığı şeyi anlayacak! ..."

"Sonunda bizim usüllerimiz ölecek, renklerimiz solacak. Kitaplarımızla, resimlerimizle kimse ilgilenmeyecek. İlgilenenler de ya hiçbir şey anlamayıp, dudak büküp, neden perspektif yok, diyecekler ya da kitapları hiç mi hiç bulamayacaklar. Çünkü ilgisizlikle birlikte, resimlerimizi zaman ve felaketler yavaş yavaş yiyip bitirecek. Ciltlerindeki arap zamkında balık, kemik, bal olduğu için ve sayfaları yumurta ve nişastayla yapılmış aharla cilalandığı için, aç gözlü arsız fareler sayfaları hapır hupur yutacak; beyaz karıncalar, kurtlar, bin bir çeşit böcek kitaplarımızı tıkır tıkır kemirip yok edecek. ... bir gün acımasız bir yangının alevleriyle yutulup yok olacak. İstanbul'un yirmi yılda bir yanıp yok olmayan mahallesi mi var ki kitap kalsın. ... Böylece, Şirin'in pencereden Hüsrev'i gururla seyretmesi, Hüsrev'in de ay ışığında yıkanan Şirin'i ne güzel seyretmesi ve bütün aşıkların karşılıklı zarafet ve incelikle göz süzmeleri; Rüstem'in beyaz Şeytan'ı kuyunun dibinde boğuşarak öldürmesi; aşktan aklını kaçırmış Mecnun'un çölde beyaz kaplan ve dağ keçisiyle arkadaşlık ederken ki kederli hali; her gece çiftleştiği dişi kurda bekçilik ettiği sürüden bir koyunu armağan eden hain çoban köpeğinin yakalanıp ağaca asılışı; çiçeklerle, meleklerle, yapraklı dallarla, kuşlarla ve göz yaşlarıyla yapılmış bütün o kenar süsleri; Hafız'ın esrarlı şiirlerini süslemek için çizilmiş ud çalanların hepsi; binlerce, on binlerce nakkaş çırağının gözlerini bozan, üstatları kör eden bütün duvar süsleri; kapı üstlerine, duvarlara asılı küçük levhalar, resmin içindeki iç içe geçmiş çerçevelerin içine gizlenmiş bütün beyitler; duvar diplerine, köşelere, alınlıklara, ayakaltlarına, çalı diplerine, kayaların arasına gizlenmiş alçakgönüllü imzalar; aşıkları örten yorganları örten bütün çiçekler; Padişahımızın rahmetli dedesinin düşman kalesine zaferle saldırışı sırasında kenarda sabırla bekleyen kesik gâvur kellelerinin hepsi; kefere elçisinin Padişahımızın büyük büyük babasının ayağını öperken arkada gözüken ve senin de gençliğinde çizimine katıldığın topların, tüfeklerin, çadırların hepsi; boynuzlu, boynuzsuz, kuyruklu, kuyruksuz, sivri dişli, sivri tırnaklı bütün şeytanlar; aralarında bilge hüthüt, sıçrayan serçe, acemi çaylak, şair bülbül de olmak üzere çeşit çeşit binlerce kuş; huzurlu kediler, huzursuz köpekler; aceleci bulutlar; binlerce resimde tekrarlanmış küçük sevimli otlar, acemice gölgelenmiş kayalar ve peygamber sabrıyla yaprakları tek tek çizilmiş on binlerce servi, çınar ve nar ağacı; Timur zamanından ya da Şah Tahmasp zamanından kalma saraylar örnek alınarak yapılmış, ama çok daha eski zamanların hikayelerini süsleyen saraylar ve yüz binlerce tuğlaları; kırda çiçekler üzerine ve açmış bahar ağaçları altına serilmiş harika bir halının üzerine oturup güzel kadınlarla oğlanların çaldığı musikiyi dinleyen on binlerce hüzünlü şehzade; mükemmelliklerini son yüz elli yılda Semerkant'dan İstanbul'a binlerce nakkaş çırağının göz yaşlarıyla yediği dayağa borçlu olan bütün o harika çini ve halı resimleri; senin hâlâ aynı coşkuyla çizdiğin o harika bahçelerin ve çaylakların, inanılmaz ölüm ve savaş meclislerin, zarafetle avlanan padişahlar ve aynı zarafetle kaçan ürkek ceylanların senin ve ölen şahların, esir düşmüş düşmanların, gâvur kalyonlarının ve düşman şehirlerin ve kaleminden karanlık damlar gibi ışıldayan bütün o parıl parıl karanlık gecenin, yıldızlar, hayalet gibi serviler ve kırmızıya boyadığın aşk ve ölüm resimlerin senin, hepsi, hepsi yok olacak."

Hokkayı bütün gücüyle kafama indirdi.

203
… tıpkı Gazzali'nin Dürret-ül Fahire'de söylediği gibi tatlılıkla dedi ki:

"Ağzını aç, ruhun oradan çıkıversin."

Ağzımı açtım ve her şey Peygamberimizin Cennet'i ziyaret ettiği Miraç yolculuğunu anlatır resimlerde olduğu gibi, rengârenk kesildi ve bol altın suyu sürülmüş gibi şahane bir aydınlığa büründü.

215
(Kırmızı) Bir yanım burada gözlerinize sesleniyor; o benim ağır yanım. Bir yanım havada bakışlarınızla kanatlanıyor; o benim hafif yanım.

Susun da dinleyin nasıl da böyle harika bir kırmızı olduğumu. Boyadan anlar üstat nakkaş, Hindistan'ın en sıcak yerinden gelen en iyi kırmızı böceğinin kurusunu kendi havanında elceğiziyle döve döve iyice toz edip, bunun beş dirhemini ve bir dirhem çöven ve yarım dirhem de lotor hazır etti. Üç okka suyu tencereye koyup, çöveni içine atıp kaynattı. Sonra lotoru sıya koydu, güzelce karıştırdı. Bir güzel kahve içecek zaman kadar kaynattı. O kahveyi içerken, ben de, az sonra doğacak çocuk gibi sabırsızlanıyordum. Kahve aklını açıp, gözlerini cin gibi yapınca kırmızı tozunu tencereye attı, bu iş için kullandığı ince ve temiz çubuklardan biriyle güzelce karıştırdı. Şimdi gerçek bir kırmızı olacaktım, ama kıvamım o kadar önemlidir ki; suyun hem boş yere kaynamaması lazım, hem de tabii biraz da kaynaması lazım. ... kıvamım iyiydi ama tortularım vardı. Tencereyi ocaktan indirdi, bei tertemiz bir kumaştan geçirip süzdü, daha da saf oldum. Sonra ateşe koydu, iki kere daha kaynatıp köpürttü beni, azıcık dövülmüş şap koydu, soğumaya bıraktı.

226
(Kara) Birbirlerini bir zaman sırasıyla izleyen olayları, bir resimde aynı anda resmedebilmek, ancak zeki nakkaşların sayfasının istifinde gözetecekleri bir kurnazlıkla halledilebilir.

252
(At) Hepiniz biliyorsunuz ki tıpatıp benim gibi at yok aslında. Ben yalnızca nakkaşın içindeki bir at hayalinin resmiyim.

Aman ne güzel at bu! derler bana bakıp. Beni değil, nakkaşı överler aslında. Oysa bütün atlar birbirinden farklıdır ve herkesten önce bunu nakkaş farketmelidir.

Bütün atlar, her birimiz en büyük musavvir ulu Allah'ın elinden bir diğerinden farklı olarak çıktığımız halde, nakkaşlar takımı bizleri niye ezberden çizer? Niye bizlere hiç bakmadan, binlerce, on binlerce at resmi çizivermekle övünürler? Çünkü kendi gözleriyle gördükleri âlemi değil, Allah'ın gördüğü âlemi resmetmeye çalışıyorlar da ondan. Bu şirk koşmak, -haşa- Allah'ın yapabildiğini ben de yapabilirim demek değil midir? Kendi gözünün gördüğü ile yetinmeyip, hayallerindeki aynı atı -bu Allah'ın gördüğü at- diye binlerce kere çizenler, en iyi atı ezberden kör nakkaşların çizebileceğini iddia edenler asıl Allah'la yarışıp dinsizlik etmiyorlar mı?

Frenk üstatlarının yeni resim usülleri dinsizlik değil, tam tersi dinimizce en uygun şeydir.

253
Ama hiç savaşa çıkmadan evde kadınlar gibi oturan nakkaşlarca yanlış gösterilmekten de bıktım. Koşarken iki ayağımı aynı anda önce uzanmış çiziyorlar. Hiçbir at öyle tavşan gibi koşmaz. Ön ayağının biri öndeyse, öteki arkadadır. Hiçbir at, sefer resimlerinde gösterildiği gibi, ön ayağının biri bütünüyle yerdeyken ötekini meraklı bir köpek gibi ileri uzatmaz. Birbirinin gölgesi misali, aynı kalıbın üzerinden arka arkaya yirmi kere geçip resmedildiği gibi, hiçbir sipahi bölüğünün atları aynı anda aynı ayağını atamaz. Kimse bize bakmazken, önümüzdeki yeşil otları eşeleyip yeriz; resmedildiğimiz gibi dimdik dikilip zarafetle beklemeyiz hiç. Niye yememizden, içmemizden, sıçmamızdan ve uyumamızdan bu kadar utanılıyor? Niye şu benim maşallahı var âletimi resmetmekten korkuyorlar? Özellikle çocuklarla kadınlar, kimse yokken gözlerini doyura doyura seyretmeye bayılırlar, ne zararı var? Erzurumlu Hoca buna da mı karşı?

Sarayın en güzel kır atını getirmişler de yeni şah atın baca gibi burun delikleri, edepsiz bir götü, resimlerdeki gibi hiç parlamayan tüyleri, kaba bir sağrısı olduğunu görünce hayal kırıklığına uğrayıp memleketin bütün atlarını öldürtmüş.

259
(Kara) Eski Divan Odası diye bilinen yere geniş bir kapıdan girdik. Büyük bir kubbenin altında ellerinde kumaşlar, deri parçaları, gümüşten kılıç kınları, sedeften sandıklar, bekleyen ustalar gördüm. Bunların Padişahımızın ehli hıref bölüklerinden topuzcu, çizmeci, gümüşçü ve kadife ustası, fildişi işleyen kündekâr ve elinde ud saztıraşlar olduğunu hemen anladım.

Saray'ın kalbi Enderun...

261
Hıçkıra hıçkıra ağladım. Bu on iki yıl boyunca yaşlandığımı, kemale erdiğimi zannediyordum. Ama insan Padişahına, devletinin kalbine bu kadar yakın olunca bir çocuk olduğunu anlıyor hemen.

firasetname

264
Kitab-ur Ruh

(Enişte öldükten sonrasını anlatıyor) Mutlu rüyalardaki gibi, ne kadar da sarsıntısız ve yumuşacık ve ne kadar da hızlı yükseldik! Alev ormanlarından geçtik, ışık ırmaklarını aştık, karanlık denizlere, kar ve buz dağlarına girdik. Her biri binlerce yıl sürüyordu bunların, ama bana bir göz kırpacak kadar kısa geliyordu.

... ölüm üzerine yazılmış sayfalarda Gazzali'nin, El Cevziyye'nin ve diğer âlimlerin anlattığı gibi oluyordu.

266
Bu renk şenliği içinde ölürken neden bir dar gömleğin içinden çıkar gibi rahatladığımı da anladım: Bundan sonra bana hiçbir şey yasak değildi ve bütün zamanları ve mekâmları yaşayabilmek için sınırsız bir sürem ve yerim vardı.

Hayatımın son yirmi yılında Venedik'te gördüğüm kâfir resimlerinden etkilendim. Hatta bir ara kendi resmim onların usülleriyle yapılsın istedim, ama bundan korktum. Sonra senin âlemini, kullarını ve âlemdeki gölgen Padişahımızı kâfirlerin usülleriyle resmettirdim.
O'nun sesini değil, ama bana verdiği cevabı kendi içimde hatırladım.

Doğu da, Batı da benimdir.

Heyecandan kendimi tutamadım.

Peki hepsinin, bütün bunların... bu âlemin anlamı ne?

'Sır,' diye içimde işittim. Ya da 'Sev', diye. Bu ikisinden de tam emin olamadım ama.

Kıyamet gününe kadar Berzah'ta hepimizin bekleyeceğimizi anladım.

270
(Üstat Osman) Bütün bunların en basit anlamı şudur: Artık başı olduğum Padişahımızın nakkaşhanesinde eskisi gibi harika şeyler yapılamıyor. İşlerin daha da kötüye gideceğini de görüyorum; her şey tükenecek, bitecek. Bütün ömrümüzü bu işe aşkla vermemize rağmen, Herat'lı eski üstatların güzelliklerine burada çok seyrek erişebildiğimizi de acıyla hissediyorum.

271
İki yıldır oradan geçen alayları resmettiğim At Meydanı'na çıkıp yürümek insanın kendi resmettiği şeye çıkıp yürümesine benziyor. Bir sokağı döneriz, eğer Frenk resmindeysek çerçeveden ve resimden çıkar gideriz; eğer bizim Heratlı üstatlar gibi yaptığımız resimdeysek, Allah'ın bizi gördüğü yere geliriz; eğer Çin resmindeysek resimden hiç çıkamayız, çünkü Çinlilerin resimleri hiç bitmeden uzar gider.

(Üstat Osman) Mercekleri üzerlerinde gezdirirken gördüklerimi nasıl anlatabilirim ki size. Gülmek geliyordu içimden, ama gülünç oldukları için değil. Öfke duyuyordum, ama ciddiye alınacak şeyler olduğu için de değil. Sanki Enişte Efendi, benim usta nakkaşlarıma kendiniz gibi değil de, başka biriymişsiniz gibi resmedin demişti. Sanki onları var olmayan hatıralarını hatırlamaya, hiçbir zaman yaşamak istemeyecekleri bir geleceği düşleyip resmetmeye zorlamıştı. Daha da inanılmazı, bu saçmalıklar için birbirlerini öldürmeleriydi.

291
(Kara, büyük ustaların atları ezberden çizer gibi çiziverdiklerini söylüyor) (Üstat Osman) Doğru. Ama bu yıllarca düşünerek, üzerinde durularak, kafa yorulup çalışarak elde edilmiş bir ezberdir. Hayatları boyunca yeterli sayıda at resmi ve at gördükleri için, karşılarındaki kanlı canlı en son atın kafalarındaki mükemmel at fikrini zedeleyeceğini çok iyi bilirler. Bütün hayatı boyunca on binlerce kere at resmi çizen üstat nakkaşın kalemi, en sonunda Allah'ın tasarladığı At resmine iyice yaklaşır ve bunu kendi ruhundan ve tecrübesinden bilir. Elin ezberden bir anda çizdiği at, hüner, çile ve bilgiyle çizilmiştir ve Allah'ın atına yakın bir attır. Ama elin hiçbir bilgi biriktirmeden, ne yaptığını bilip düşünmeden ve padişahın kızının kulağına da dikkat etmeden çizdiği kulak bir kusur olur hep. Kusur olduğu için de her nakkaşta farklı olur. Yani bir çeşit imza.

295
(Üstat Osman)
Zeytin'in Sıfatları
Asıl adı Velican'dır. ... Velican'ı sanırım on yaşındayken İstanbul'a getiren babası, Safevi Şahı'nın Tebriz'deki nakkaşhanesinin ünlü surat ressamı Siyavuş'un yetiştirmesidir ve üstatlarının silsilesi tâ Moğollara kadar gider.

296
(Üstat Osman) Oysa bütün katiller, sanıldığının aksine, inançsızlardan değil, fazla inananlardan çıkar. Nakkaşlık ressamlığa,, ressamlık da Allah'a, hâşa, meydan okumaya açılan birer kapıdır; herkes bilir bunu: Bu anlamda inançsızlığı yüzünden Zeytin gerçek bir ressamdır.

297
Kelebek'in Sıfatları
Baruthaneli Hasan Çelebi olarak bilinir... Güzel bir oğlan, renk ustası...

300
Leylek'in Sıfatları
Musavvir Günahkâr Mustafa Çelebi diye imza attığını gördüm. (İmza meselelerine kafayı takmadan) imzasını gülümseyerek ve bir zafer duygusuyla atar. (Detayları, hareketleri inceliyor)

317
tıpkı Behzat'ı, Mir Musavvir'i över gibi öveceklerdi.

çöreotu
intisap: manen bağlanma

323
Tabi bu değildir asıl mesele. Benim resmim gözün gördüğünü değil, aklın gördüğünü nakşeder. Resim de, bildiğiniz gibi, göz için yapılmış bir şenliktir. Bu iki düşünceyi birleştirin, benim âlemim çıkar ortaya. Yani:
            Elif: Resim aklın gördüğünü gözün şenliği için canlandırmaktır.
            Lam: Gözün dünyada gördüğü akla hizmet ettiği kadar girer resme.
            Mim: Demek ki güzellik, aklın kendinden bildiğini, gözün dünyada yeniden keşfetmesidir.

328
(Katil) Ebu Said'e ilham veren yaşlı usta Kara Veli, gözleri görmeyen nakkaşın karanlıkta zaten Allah'ın atlarını göreceğini, asıl hünerin, gözleri gören nakkaşın dünyaya kör gibi bakabilmesi olduğunu söylemiş, bunu da altmış yedi yaşındayken gözleri sonuna kadar açık kâğıda bakar olduğu halde, kâğıdı hiç görüp düşünmeden, kaleminin ucuna geliveren bir atı çizivermesiyle kanıtlamıştı. … Semerkant'tan Kazvin'e geçtikten iki yıl sonra, Kuran-ı Kerim'in, "hiç kör ile gören bir olur mu" yolundaki âyetini kötü niyetlerle çürütmek istiyor diye, önce kör edilip sonra genç Nizam Şah'ın askerlerince öldürülmüştü.

329
"İlk Şeytan'dır , ben diyen!" demek geldi içimden. "Şeytan'dır bir üslubu olan, Doğu ile Batı'yı birbirinden ayıran da Şeytan'dır."

331
(Şeytan) Benim hesabıma bu mantığı sonuna kadar götüren Hallacı Mansur, veya meşhur İmam Gazzali'nin kardeşi Ahmet Gazzali gibiler, demek ki, Allah'ın izni ve isteğiyle yapıldığına göre, aslında benim işlettiğim günahların da, Allah'ın istediği şeyler olduğunu, iyi ile kötü olmadığını, çünkü her şeyin Allah'tan geldiğini, hatta benim de Allah'ın bir parçası olduğumu yazıp söylemeye kadar vardırmışlardır işi.

332
(Şeytan) Her şeyin başına dönelim. Herkes Havva'ya yasak meyveden yedirmeme takıldığı için bu başlangıcı unutuyor. Hayır, başlangıç yüce Allah'ın beni mağrur bulması da değildir. Her şeyin başlangıcında O'nun bana ve diğer meleklerine insanı gösterip secde etmemizi istemesi ve öteki melekler insana secde ederken çok yerinde bir kararla
BENİM İNSANA SECDE ETMEMEM
var. Beni ateşten yarattıktan sonra, daha değersiz bir malzeme olan çamurdan yapılmış
İNSANA SECDE ET
demesi sizce yerinde mi?

BEN İNSANA SECDE ETMEDİM.
Oysa yeni Frenk üstatları, şimdi tam bunu yapıyorlar.

hazine kethüdası

348
(Üstat Osman) Bazen bir kuşun kanadı, yaprağın ağaca tutunuşu, saçağın kenarının kıvrılışı, bir bulutun havada duruşu, bir kadının gülüşü ustadan çırağa, kuşaklar boyunca gösterilerek, öğretilerek, ezberlenerek asırlarca saklanır. Üstat nakkaş, kendi üstadından öğrendiği ve bir kalıp olduğuna inandığı için değişmezliğine Kuran-ı Kerim'in değişmezliğine inandığı gibi kalben inanıp Kuran-ı Kerim ezberler gibi hafızasına nakşettiği bu ayrıntıyı hiç unutmaz. Ama unutmaması, usta nakkaşın bu ayrıntıyı hep kullanacağı anlamına hiç gelmez. (Bir gün, öyle nakşetmez de) … o ara çalıştığı nakkaşhanenin alışkanlıkları içerisinde, herkesin yaptığı çiziverir.

353
(İki Abdal) Bu durumda, derviş tabiatiyle dışardaki âlemi değil, kafasındaki âlemi seyreder ki, kafalarımız esrarlı olduğundan manzara içerde çok daha hoştu.

354
(İki Abdal) Çünkü âlemde insanlar: 1. Beyler, 2. Tacirler, 3. Çiftçiler, 4. Sanatkârlar olmak üzere 4 sınıfa ayrılırlar. Bunlar hiçbirinde yoktur. O halde fazladırlar.

367
(Üstat Osman) İster Heratlı büyük üstatlar olsun, ister Tebrizli yeni üstatlar olsun, Acem nakkaşları biz Osmanlı nakkaşlarından daha mükemmel resimler ve harikalar nakşettiler.

377
(Üstat Osman) O zamanlar (İbni Şakir'in dönemi) Kuran-ı Kerim yasaklıyor diye kitaplara resim yapılmaz, nakkaşlar da ciddiye alınmazdı. Mesleğimizin en büyük sırrı olan, âlemi minareden görmeyi, ufuk çizgisinin, ama gizli ama açık, sürekli varlığını ve bulutlardan böceklere her şeyi Çinlilerin gördüğü gibi kıvır kıvır canlı ve iyimser renklerle resmetmeyi borçlu olduğumuz pirimiz, üstadımız İbni Şakir…

382
(Kara) Hepimiz, Heratlı eski üstatların hayranıyız. Bütün büyük nakkaşların arkasında Behzat'ın Herat'ı, Herat'ın arkasında da Moğol atlıları ve Çinliler var.

kendisine zeval olmak

401
… ona şehevi duygular besledim.

403
(Kadın kılığına girmiş erkek)
Diyor ki kararsız kalbim, Doğu'dayken Batı'da,
            Btı'dayken Doğu'da olmak istiyorum.
Erkeksem kadın, kadımsam erkek olmak istiyorum,
            diyor öteki yerlerim.
Ne zormuş insan olmak, daha da çetini insan gibi
            bir hayat.
Hem önümle, hem arkamla, hem Doğu'yla hem
            Batı'yla keyif almak istiyorum.

bazı güzel şakirtler: öğrenci, çırak; Gülen Hareketine dahil öğrenci

422
"Nakkaş kendi gördüğünü değil, Allah'ın gördüğünü resmeder," dedi Kelebek, kıskançlıkla.
"Evet, ama," dedim (Leylek), "yüce Allah da bizim gördüğümüzü görüyor zaten."

426
(Leylek) Zavallı Kelebek hiç sesini çıkarmadı: Ne kadar hünerli, iddialı veya arkası sağlam olursa olsun, birbirlerini nefretle kıskandıkları halde birbirlerini arayan bütün nakkaşlar gibi, aslında Cehennem'e gitmekten ve bu dünyada yapayalnız kalmaktan ödü patlıyordu.

434
(Zeytin) Padişahımızın nakkaşhanesinde artık Frenk tarzında nakşedilecek, bütün hayatlarımızı verdiğimiz usüller ve kitaplar yavaş yavaş unutulacak, aslında her şey bitecek ve Erzurumiler bizi sıkıştırıp hırpalamazsa Padişah'ın işkencecileri bizi sakat bırakacaktı…

436
… mühreyi hızla oynatarak kâğıt cilalıyordu.

442
(Katil) Bir rüyadaki gibi, ötekilerin aralarında fısıldaştıklarını, benden düşmanca söz ettiklerini o zaman hissettim.

Birden üçü birlikte üzerime atıldılar. Üzerime yüklenirken ayaklarımı yerden öyle bir hızla kestiler ki, dördümüz birlikte yere yuvarlandık.    

kara - leylek - kelebek  ---> zeytin

444
(Zeytin) Üstat Osman gerçekten kör olur, ya da ölür de bizler de Frenklerin etkisiyle, içimizden geldiği gibi, bütün kusurlarımız ve kişiliğimizle nakşedip üslup sahibi olursak, kendimize benzeyeceğiz, ama kendimiz olamayacağız.

446
(Zeytin, Zarif Efendi'yi anlatıyor) Zavallı Enişte'nin son resimde perspektif usülünü pervasızca kullandığını söyledi. Bu resimde, Frenklerin yaptığı gibi, şeyler Allah'ın aklındaki önemlerine göre değil de, gözlerimize gözüktüğü gibi resmediliyormuş. Bu büyük bir günahmış. İslam'ın halifesi Padişahımızı bir köpekle aynı büyüklükte resmetmek ikinci günahmış. Üçüncü günah aynı büyüklükte Şeytan resmi yapıp, bir de onu cana yakın resmetmekmiş.

452
(Zeytin) Ama Frenk üstatlarının usülleri yayıldıkça herkes başkalarının masalını kendi hikâyesi gibi anlatmayı marifet sanacak.

453
cezbeye kapılmak

467
(Şeküre) Kara'nın nakış ve resim hevesi Padişahımız dört yıl sonra ölünce tahta geçen Sultan Mehmet'in bu işlere sırtını dönmesiyle birlikte, gösterişle kutlanan bir zevkten, kapalı kapılar arasında tek başına yaşanan bir sırra dönüştü.

468
Acem ülkesinden ilhamla İstanbul'da bir yüz yıl açan nakış ve resim heyecanının kırmızı gülü de işte böyle soldu. Nakkaşların aralarında kavgalara, bitip tükenmez sorulara yol açan Heratlı eski üstatlar ile Frenk üstatlarının usûlleri arasındaki çatışma bir sonuca ulaşmadı hiç. Çünkü resim bırakıldı; ne Doğulular gibi resmedildi, ne de Batılılar gibi: Nakkaşlar öfkelenip isyan etmediler; bir hastalığı sessizce kabul eden ihtiyarlar gibi, yavaş yavaş ve gösterişsiz bir tevekkül ve hüzünle durumu kabul ettiler…

Kimse resmi bırakmak büyük bir kayıpmış gibi davranmadı. Belki kimse, kendi yüzünün resmini hakkıyla görmediği için.

.
.

Osmanlı Minyatür Sanatı

Banu Mahir
Kabalcı Yayınları 2004 İstanbul

F. Banu Mahir, 1956 İstanbul
Avrupa Sanatı, Türk-İslam Sanatı ve Bizans Sanatı sertifikaları bulunuyor. Lisans: Osmanlı Minyatür Sanatında Abdullah Buharî'nin Yeri; Doktora: Osmanlı Resim Sanatında Saz Üslûbu. Topkapı Sarayı Müzesi'nde araştırmacı olarak çalışıyor.


15
Genel bir tanımlamayla yazma eserlerde anlatılan olayları görselleştirmek üzere yapılan kitap resimlerine minyatür denilmektedir.
Lat. miniare; İt. miniatura; Fra. miniature; Osm. tasvir veya nakış

Renkler üst üste sürüldüğünden birbirleriyle karışmaması için önce taze yumurta sarısı, sonra suda eritilmiş tutkal, tutkalın içinde de bir damla pekmez ya da iki damla üzüm suyu...

Minyatür yapımına uygun fırçalar, üç aylık beyaz kedi yavrusunun gıdı tüyünden yapılmış çok ince kıllı fırçalardır. Kâğıtlar ise yumurtalı veya aharlı kâğıtlardır. Yumurtalı kâğıtlar, yumurta akıyla bir miktar şapın sıvılaşıncaya kadar bir fincan içinde karıştırılıp kâğıda sürülmesi ve kuruduktan sonra kuru ceviz veya ıhlamur ağacından çukur bir tahta üzerinde mühürlenmesiyle elde edilir. Mühürlenmiş, yani parlatılmış kâğıda yapılan minyatür daha parlak görülür. Aharlı kâğıtlar içinse şekersiz nişasta içeren boza kıvamında bir karışım kullanılır, bu karışım kâğıda sürüldükten sonra kurumaya bırakılır ve sonra kâğıt mühürlenerek işlem tamamlanır.

Minyatürde işlenecek konu, eskiz olarak çok ince kıllı fırçalarla kiremit rengi boya veya sepya mürekkebiyle kâğıda çizilir. Boyama işleminde önce altın sürülür sonra diğer renklere geçilir.

16
İslam kültüründe anıtsal resim sanatı yalnızca Emevîler döneminde, VII. ve VIII. yüzyıllar arasında var olabilmiştir. Bu dönemde fethedilen yeni topraklardaki kadim kültürlerin yüzyıllar boyunca kökleşmiş resim gelenekleriyle temasa geçilmiş, bunun sonucunda da Kubbetü's-Sahra (691), Şam Emevîye Camii (705-721), Kusayr-ı Amrâ (711-715) ve Kasru'l Hayri'l Garbi (728) gibi dini ve sivil yapıların duvarlarına Geç Helenistik ve Sasanî sanat geleneklerinin etkisini yansıtan natüralist tarzda resimler ve mozaikler yapılmıştır.

(IX. yüzyılda) Kur'an-ı Kerim'de resmi yasaklayan kesin bir buyruk olmamasına rağmen bazı hadisler kıyamet günü geldiğinde canlı varlıkların resimlerini yapanlardan hesap sorulacağı ve onların cezalandırılacağı şeklinde yorumlanmış, yaratılmış varlıkların benzerlerini tasvir etmek bir anlamda Allah'ı taklit etmek sayılmıştır. ... Abbasiler döneminden itibaren kitap resimlemeye başlanmasının sebebi, resim yasağıyla çelişmeyen bir İslam düşüncesinin oluşmasına bağlanır. (aydın çevreler ve İslam mistikleri, Yunan düşünürleri Plato'nun idealar teorisi ve Plotinus'un panteist ışık metafiziği ile tanışmaları, resim sanatının kitaplar içinde yeni bir hayat bulmasında etkili olduğu belirtilir).

Bununla birlikte Geç Abbasîler döneminde toplumdaki iktisadi yapının değişmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni zengin ve tüccar sınıfı, resimli kitap üretiminin artışında etkin rol oynamıştır. ... Abbasi döneminde filizlenen bu gelişmenin günümüze ulaşan en erken örnekleri XI. yüzyıla aittir.

17
Osmanlı döneminde kitap sanatının icra edildiği atölyelere nakkaşhane adı verilmekteydi. Bu atölyeler, XIV. yüzyıldan itibaren İran ve Hindistan'da kurulan Müslüman devletlerde sanat koruyuculuğunu da üstlenmiş hükümdarların desteğiyle faaliyet gösteren ve aynı zamanda sanatçıların eğitildiği kutub-hâne denilen atölyelerin işlevini üstleniyordu. XIV. yüzyılda İlhanlı Veziri Reşiddedin'in Tebriz yakınlarında kurduğu Rab-i Reşîdî kentinde sanat atölyelerinin varolduğu anlaşılmıştır. 1420'li yıllarda Timurlu hâkimiyetindeki Herat'ta Baysungur Mirza'nın himayesinde etkin olan ve kutub-hâne adını taşıyan bir sanat atölyesinin varlığını kanıtlayan bir belge mevcuttur.

18
Nakkaşlar Osmanlı sarayı için çalışan sanatçılar ve zanaatkârlar teşkilatı olan ehl-i hiref içinde şüphesiz en önemli bölüğü oluşturuyorlardı. Nakkaşlar yazma eserlerin bezenmesi (müzehhiplik), resimlenmesi (musavvirlik), metinleri sınırlayan cetvellerin çekilmesi (cetvelkeşlik) ve boyaların hazırlanması (renkzenlik) gibi kitap sanatlarıyla ilgili işlerin dışında; kalem işi ya da çini desenleri gibi mimari süslemelerin tasarlanması; ahşap ve mukavvadan yapılan küçük sandıkların bezenmesi; çadır, otağ, halı ve kumaş gibi dokumalarda kullanılan desenlerin hazırlanmasından da sorumluydular.

19
Yazma eserleri hazırlayan sanatçıların atölyeleri... Ayasofya'nın karşısında yer alan ve eski bir Bizans kilisesi olan Arslanhanenin üst katları ... bunun dışında Atmeydanında bulunan bir Hassa Nakkaşhanesi

XVII. yüzyılda yazılmış Evliya Çelebi Seyahatnâme'sinde de Arslanhane'nin üst katlarındaki hücreler ve yüz dükkânda çalışanlar ile evlerinde çalışan bin nakkaştan söz edilir.

21
Nakkaşlar tek yaprak minyatürler de yapmışlardır: Murakkalar içerisinde korunarak günümüze kadar ulaşabilen bu minyatürlerin bazıları tarihi konulu bir eser için hazırlanmış ön çalışmalar olabildiği gibi bazıları da tek bir kişinin, genellikle de padişahın ya da şehzadenin tasvir edildiği resimlerdir.

Bunların dışında nakkaşlara ait mürekkep resimleri de bulunur. Bu resimlerin büyük bölümünü aharlı kâğıtlar üzerine siyah mürekkep, sulandırılmış renkli mürekkep, altın veya gümüşle çalıştıkları Saz Üslûbu'ndaki resimler oluşturur. İslam kitap sanatında XIV. yüzyılın ilk yarısından itibaren yapıldığı anlaşılan, kalem-i siyahi resim geleneğinin devamı sayılan ve saz üslubundaki resimlere konu olan motifler ve efsanevi mahluklar ormana özgü unsurlardır.

Saz sözcüğü, özellikle Dede Korkut Hikayeleri'nde 'orman' anlamında kullanılmış ve bu sözcük XIV. yüzyıl Türkçesinde "vahşi hayvanların yatağı, balta girmemiş sık ve gür orman" olarak tanımlanmıştır. Bu sebeple aslan, fil, panter, maymun, tavşan ve geyik gibi hayvanların; sivri uçlu hançerî yapraklar arasında ejderha, zümrüdü anka, chi-lin gibi efsanevi yaratıkların; peri gibi doğa üstü varlıkların; atlı avcıların ve hatayi denilen çeşitli stilize çiçeklerin betimlemelerinin bulunduğu bu tarz çalışmalar Dede Korkut Hikayelerinde geçen "orman" anlamındaki saz ile ilişkilendirilerek Osmanlı kaynaklarına "saz işlemek" veya "saz yazmak" olarak kaydedilmiştir.

22
Ressam Şah Kulu'nun Osmanlı topraklarına taşıdığı bu resim geleneğinin, aslında XIV. ve XVI. yüzyıllar arasında İran'da yaşayan Celâyirli, Timurlu, Safevî ve Türkmen sanatçıların yaptığı mürekkep resimlerinde gerek teknik gerek ikonografik bakımdan ön örnekleri bulunmaktadır.

Ressam Şah Kulu dışında Veli Can, Mustafa bin Mehmed ve Kemal gibi sanatçılar tarafından saz üslubunda resimlerin yapılmış olması Osmanlı nakkaşhanesinin özel çalışmaları arasında bu üslupta yapılmış eserlerin ayrıcalıklı bir yeri olduklarını göstermektedir.

23
XIX. yüzyıla gelindiğinde saz sözcüğü, sadece dönemin bezeme üslubunun iri kıvrık, barok yaprakları için kullanılmıştır.

Osmanlı nakkaşhanesinin mürekkep resimleri arasında tek veya çift figürlü tasvirlere de rastlanır. XVI. yüzyılın son çeyreğinde saz üslubunda resimler de yapan Tebriz'den gelme Veli Can'ın yapmaya başladığı bu tarz çalışmalar XVII. yüzyıl başlarından itibaren minyatür geleneğinde de yapılmış ve murakkalar içinde toplanmıştır.  

24
... XVI. yüzyılda Osmanlı vezirlerinin sanat hamiliğinin giderek güç kazanması... Kitap sanatını gözetenler arasında II. Selim ve III. Murad dönemlerinde nakkaşların çalışmalarını yönlendirecek girişimlerde bulunan Sokullu Mehmet Paşa'nın başı çektiği bilinir.

Sokullu Mehmet Paşa, Şehnâmeci Seyyid Lokman'ın şehnâme tarzında yazdığı Şehnâme-i Selim Han adlı eserin resimlendirilmesi işini Nakkaş Osman'a veren kişidir. Ayrıca Osmanlı minyatüründe dizi padişah portreciliğinin başlatılmasında etkin rol oynayan kişi yine Sokullu Mehmed Paşa olmuştur.

25
III. Murad'ın oğullarının 1582 yılında yapılan sünnet düğünü şenliklerini anlatan Sûrnâme-i Hümâyûn adlı eseri kaleme alan İntizamî, bu eseri hazırlarken, III. Murad'a yakın olan Dârüsaade ağası Mehmed Ağa ile Hazinedarbaşı Zeyrek Ağa'nın büyük ölçüde yardımlarını görmüş, onların temin ettiği malzeme sayesinde eserini tamamlayabilmiştir. Hatta eserin resimlendirilmesinden sorumlu olan nakkaş Osman'ın yaptığı minyatürleri inceleyen Mehmed Ağa ve Zeyrek Ağa, beğenmedikleri resimlerin tekrar yapılmasını istemişlerdir. 

31
Türklerde minyatür geleneğinin, Orta Asya'da Uygurlar (745-840; 840-1300) döneminde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Günümüze ulaşan bazı minyatürlü yaprak parçaları, bu dönem kitap resminin şekillenişinde Manihaizmin etkili olduğunu gösterir.   

mani dini

(Hoço tapınak K buluntusu 8.-9. yüzyıl minyatür parçası) Uygurlu sanatçılar tarafından yapılan bu resimlerdeki figürler, Doğu Türkistan bölgesindeki Uygur duvar resimlerinde de görüldüğü gibi uzun saçlı, dolgun yanaklı, ufak ağızlı, ince uzun burunlu, hafif çekik badem gözlü ve kalem kaşlıdır.

İslam sanatının bilinen ilk minyatürlü yazmaları XI. yüzyılın sonundan gelmekle birlikte, Mısır'da Fayyum ve Fustat'ta bulunan ve Fatımi hanedanlığı dönemine ait olduğu düşünülen bir takım resim parçaları X. ve XI. yüzyıllarda da kitap ressamlığının varolduğunu kanıtlamaktadır.

32
Dioskorides'in şifalı otlar hakkında yazdığı Materia Medica adlı eserinin Arapça çevirisi Kitâb el-Haşâ'iş ile Pseudo Gallenos'un zehirlenmeler konulu eserinin Arapçası olan Kitâb el-Tiryâk nüshaları dönemin en erken tarihli minyatürlerini içerir. Antik kitaplardan kopya edilerek yapılan bu ilk tasvirlere Bizans resminin etkileri yansımıştır. ... Eserin Musul'da hazırlandığı sanılan 1229 tarihli nüshasında Bizans özellikleri taşıyan figürlerle antik geleneğe bağlı kalınarak ışık-gölge yaklaşımıyla resmedilmiş bitki betimlemelerine ve iki boyutlu bitki tasvirlerine rastlanır.

Kitâb el-Tiryâk adlı eserin günümüze ulaşmış iki nüshasında bulunan bazı minyatürlerde, Uygur fresklerindeki kompozisyon kurallarının yinelendiği görülür.

takdim minyatürü

Ptolome'nin Almagest adlı  astronomi kitabına dayanan ve IX. yüzyıla ait Arapça bir eserin derlemesi olan Suvar el-kavâkıb es-sâbita adlı yazmanın minyatürlerinde antik ikonografi, Selçuklu figür üslubu ve Asya'ya özgü fırça resmi geleneğiyle yeniden şekillendirilmiştir.

33
Beydaba'nın Kelile ve Dimne'siyle Harirî'nin Makamât adlı eseri ... dönemin sosyal hayatını ve bölgenin kozmopolit nüfusunu -Hıristiyan, Habeşî, yerli Arap ve Selçuklu Türkü- belgeler nitelikte tasvirlere yer verilmiştir.

… orjinali X. yüzyıl Bağdat, Ebûl Ferec İsfahanî tarafından yirmi cilt halinde yazılmış şarkılar kitabı Kitâb el-Aganî

Artuklular
Artuklu Emiri Nasreddin Mahmud'un (1220-1222) emriyle, Diyarbakır'da saray mühendisi Ebûlizz Ebûbekir İsmail bin er-Razzâz el-Cezerî tarafından yazılıp resimlendirilen Kitâb fî Ma'rifet el-Hıyal el-Hendesiya'dır. Arşimed'in ve diğer Yunanlı âlimlerin mekanik keşiflerini ele alan eserin bölümlerinde; su saatleri, çeşitli içki kapları, fıskiye havuzlar, müzik aletleri, tulumbalar, şifreli kilitler ve oymacılık ayrıntılar renkli çizimlerle görselleştirilmiştir.

34
(Artuklu) Sufî'nin 965 yılında yazdığı yıldız bilimi ve burçlarla ilgili Suvar el-kavâkıb es-sâbita adlı kitabının 1135'te Mardin'de hazırlanmış kopyası... siyah mürekkeple yapılmış, renklendirilmemiş.

Anadolu Selçuklu resim sanatının en önemli örnekleri, Konya'da XIII. yüzyıl başlarında Hoylu Abdülmümin bin Muhammed adlı nakkaş tarafından resimlendirilen Varka ve Gülşah adlı eserde yer alır. ... metnin içerisinde yatay frizler halinde yerleştirilmiş tasvirlerle öykünün tüm ayrıntıları verilmeye çalışılmıştır. Kökleri Orta Asya Uygur resmine kadar uzanan bu resimler ...

Anadolu Selçuklularından günümüze ulaşan son minyatürlü yazma Nasreddin Sivasî'nin Tezkere'sidir. Eser üç bölümden oluşur: İlk bölümü astroloji ve sihirle ilgilidir. Daka'îk ü'l-Hakâ'ik adlı ikinci bölüm 1271'de Aksaray'da yazılmıştır. Eserin 1272'de Kayseri'de yazılmış üçüncü bölümüyse Mu'nis ü'l-Havâid adını taşır... Tasvirlerinin ikonografyasında İç Asya etkileri görülürken, form diliyle Bizans sanatına yakınlık gösteren minyatürlere sahip olması bu eseri ilginç kılar.

Bu bilgiler ışığında, Diyarbakır yöresinde Artukluların ve Konya'da Selçukluların himayesinde gelişen Anadolu minyatür sanatının ilk örneklerinin XII. ve XIII. yüzyıllarda daha çok bilimsel eserlerde yer aldığını belirtmek mümkündür.

Osmanlı Minyatürünün Gelişim Evreleri

Osmanlılarda tezhipli yazmaların hazırlandığı atölye faaliyetlerinin XV. yüzyılın ilk yarısında Çelebi Mehmed, II. Murad ve devlet adamı Umur Bey'in koruyuculuğu altında, Bursa'da yoğunluk kazandığını kanıtlayan örneklerin olmasına rağmen o dönemden günümüze minyatürlü bir eser ulaşamamıştır.

başkent Bursa'dan Edirne'ye... 

39
Timurlu ve Türkmen Resim Üslupları

XII. yüzyıl sonuyla XIII, yüzyıl başlarında İslam minyatür sanatında oluşan yeni Selçuklu sentezinin, XIV. yüzyılda Moğolların Orta Doğu'yu istilasının ardından Asya etkileriyle zenginleştiği görülür. Bununla birlikte 1335'te Moğol İmparatorluğunun tarihe karışmasıyla ortaya çıkan bağımsız hanedanların koruyuculuğunda gelişen İslam kitap resmi hem Moğol dönemindeki İlhanlı atölyelerinin üslubundan esinlenen hem de kendine özgü yenilikler taşıyan bir karaktere bürünmüştür. Resimli yazma hazırlama faaliyeti bu dönemde Fars bölgesindeki Şiraz kentinde yoğunluk kazanmıştır. Yüzyılın sonundan itibaren de Celâyirlilerin hakimiyetindeki Bağdat ve Tebriz'de, İslam kitap resimlerinin gelişeceği yönü tayin edecek bezemeci bir üslup yaratılmıştır. Eski geleneklerle Moğol resim üslubunun sentezinden doğan bu yeni bezemeci üslupta, yükseltilen ufuk çizgisi ve figür gruplarının peyzaja nazaran küçük gösterilmesiyle çevreye kazandırılan öneme dikkat çekilirken bu resimlerin en önemli özelliği mesafe gözetilmeksizin kullanılan saf ve parlak renkler olmuştur.

40
XIV. yüzyıl sonlarında, İran toprakları Çağatay Türklerinin bir kolundan gelen Timur ordularının istilasıyla karşılaşmış bunun sonucunda İslam kitap resimleri XV. yüzyıl boyunca önce Timurlu, daha sonra Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen devletlerinin koruyuculuğunda gelişmiştir. Timurlu döneminde Şiraz, Yezd ve Herat'ta; Karakoyunlular döneminde Şiraz, Yezd, Abarkuh ve Bağdat'ta; Akkoyunlular dönemindeyse Şiraz ve Tebriz'de bezemeci ve kalıplara bağlı minyatür üslubunda seçkin eserler hazırlanmıştır.

Timurlu Şiraz minyatür üslubuyla resimlendirilen eserler, Nizamî ve Emir Hüsrev Dehlevî gibi şairlerin şıirlerinden oluşan derlemelerdir. Küçük boyutlu olan bu kitaplardaki minyatürler, genellikle metnin arasında enine gelişirken, hareketli çizgilerle biçimlendirilmiş küçük figürleri ve yalın bitki örtüleriyle dikkat çeker.

Timurluların başkenti Herat'ta kurulan Herat Kitab-hanesinde, Şirazlı ve Tebrizli sanatçıların birlikte çalışmasıyla desene dayalı bir üslupla kaliteli eserler hazırlanmıştır. Aynı kentte XV. yüzyılın sonlarına doğru Behzad adlı yetenekli bir nakkaşın yarattığı, daha gerçekçi figürlere ve belirli bir derinliği olan kompozisyonlara sahip eserler hazırlanmıştır.
Karakoyunlu Türkmenlerinin Şiraz Üsîubu'ndaysa önceleri Timurluların Şiraz okulunun etkileri görülürse de Türkmenlere özgü daha sade bir resim dili yaratılmıştır. Yapılan araştırmalar, Karakoyunlu Türkmenlerinin geliştirdiği Şiraz üslubunda figürlerin iri başlı, dolgun yüzlü ve tıknaz olduğunu; doğa unsurlarının, bulutların, kayaların, ağaçların sınırlı ifade biçimleriyle ve aykırı renklerle yansıtıldığını göstermiştir. Türkmen Üslubu olarak da tanımlanan bu üslup, genel olarak ayrıntılardan arındırılmış ve gözü fazla yormayan sade kompozisyonlara sahiptir. Bu dönemde, Timurlu hükümdarlar için çalışan sanatçıların belirlediği program doğrultusunda Hacu Kirmam Hamsesi, Firdevsî Şahname'si ve Nizamî Hamse'si gibi edebiyat kitapları en çok resimlendirilen eserler olmuştur.

41
Karakoyunlu Türkmenlerinin geliştirdiği Bağdat Üslubu'yla, yeni bir tasvir tarzı yaratılmıştır. Erken dönem Timurlu Herat üslubuyla Karakoyunlu Şiraz üslubunun birleşiminden doğan ve ince, uzun figürleriyle dikkati çeken Karakoyunlu Bağdat üslubunun etkileri, sadece Akkoyunlu Türkmen ve Safevî tasvir sanatına değil, aynı zamanda Memlük ve Osmanlı saraylarına kadar uzanan bir resim dilinin ifade kalıplarını içermekledir. Türkmen üslubu, 1467'den sonra, Akkoyunlu Türkmenlerinin egemenliğinde Tebriz'de çok daha zengin ve fantastik bir karaktere bürünmüştür.

XIII. yüzyıl sonlarından itibaren Batı Anadolu'daki en önemli siyasi güç olan Osmanlılar, kısa bir sürede sınırlarını genişletmeyi başarmış ve 1299 yılında büyük bir imparatorluğa dönüşecek olan Osmanlı Devletini kurmuşlardır, ilk dönemlerinde Bursa ve çevresine egemen olan bu küçük devlet, XIV. yüzyılın başından itibaren Anadolu'nun diğer bölgelerine ve Trakya'ya doğru yayılmaya başlayarak güçlenmiştir.

XIV. yüzyıla ait resimli yazmalar günümüze ulaşamamış olsa bile birtakım tezhipli yazma eserlerin üretilmesinde sanat hamisi olarak Osmanlıların yanı sıra Karamanlı ve Germiyanlı beyliklerinin de rol oynadıkları anlaşılmıştır.

Erken Dönem Osmanlı Minyatürünün Biçimlendiği Kentler: Amasya ve Edirne

Osmanlı minyatür sanatının günümüze ulaşabilen en erken tarihli örnekleri II. Murad'ın (1421-1444 ve 1445-1451) şehzadelik döneminde Amasya'da ve oğlu Fatih Sultan Mehmed'in saltanat yıllarında (1451-1481) Edirne'de hazırlanmıştır.

42
Osmanlı minyatürlü yazmalarının günümüze ulaşmış en erken tarihlisi, Şair Ahmedî'nin İskendernâmesi'nin 1416'da Amasya'da kopya edilmiş resimli bir nüshasıdır. (Makedonyalı İskender'le ilgili öyküler, İslam tarihi, Osmanlı tarihi ve Mevlit bölümlerini içerir) ... eserde yer alan üç özgün minyatürün, Hıristiyan resim sanatını tanıyan yerel bir ustanın fırçasına ait olduğu düşünülür.

Ahmedî'nin İskendername'sinin 1460-80 yılları arasında hazırlandığı düşünülen iki nüshası daha (biri Venedik Marciana Kitaplığında, diğeri St. Petersburg Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsünde) bulunmaktadır. (ilk nüshada Dört nakkaştan ikisinin üslupları) Timurlu Herat okulu etkisini taşıyan Karakoyunlu Türkmenlerinin Şiraz üslubunun özelliklerini taşımaktadır. (Bu kitabın çok sayıda nüshalarının olmasının bir nedeni Fatih Sultan Mehmed'in kendisini Büyük İskender'in kahraman kişiliğiyle özdeşleştirmesi olduğu sanılıyor)

43
Yapılan araştırmalar ve üslup değerlendirmeleri sonucunda erken dönem Osmanlı minyatürünün 1455-80 yılları arasında Edirne'de hazırlanan küçük boyutlu ve edebiyat konulu yazmalar içinde biçimlendiği; bunda Timurlu ve Türkmen resim geleneklerini Osmanlı kültürüne taşıyan Şirazlı nakkaşların da katkısı olduğu anlaşılmıştır.

... 1455-56 yılları arasında Bedi'eddin Minuçihr el-Tacirî el-Tebrizî'ye ait Dilsûznâme adlı yazma...

44
Timurlu Şiraz minyatür üslubu + Osmanlıya özgü özellikler... figürleri biçimlendiren sert çizgilerde, insan boyutunda çizilmiş iri bitki motifleri ve Türklere özgü kadın başlıkları...

1460-80 Külliyat-ı Kâtibî

Geç Timurlu, Erken Karakoyunlu Türkmen devri Şiraz üslubu...

... Amasya'da yazılıp resimlendirilmiş olan cerrahlıkla ilgili Cerrâhhi-yetü'l-Hakaniyye ... Amasya Dârüşşifasında görevli Şerefeddin Sabuncuoğlu adlı bir hekimin kaleminden çıkan bu eserde, çeşitli hastalıkların tedavisinde uygulanan tıbbi müdahaleleri ve kullanılan cerrahi gereçleri gösteren tasvirler bulunur. Eserin 1465-66 yılları arasında kopya edilen iki nüshası bulunmaktadır.

45
Fatih'in Batılı krallar gibi kendi portresini yaptırma arzusu ... padişah portreciliği gibi yeni bir geleneğin doğmasını sağlayacaktır.

1461'de Fatih Sultan Mehmed, ... Matteo de Pasti'yi davet etmek ister, casus olduğu gerekçesiyle gelmesi mümkün olmaz.

46
1460'lı ve 1470'li yıllarda İstanbul'da kaldığı düşünülen Costanzo da Ferrara... padişahın profilden büst portresi, diğer yüzeyindeyse onu at üzerinde gösteren tasvirinin yer aldığı madalyayı hazırlamaya başlamıştır. ... Bu büst portrenin, minyatür geleneğine uygun bir kopyasının yapılmasıyla Avrupalı sanatçıların Osmanlı nakkaşları üzerindeki etkisini gösteren önemli bir örnektir.

... 1480'li yıllarda Venedikli Ressam Gentile Bellini bir heykeltıraşla birlikte İstanbul'a gelmiştir. Gentile Bellini'nin İstanbul'da yaptığı yağlıboya Fatih Portresi, yerli sanatçılar üzerinde etkili olmuş bir diğer yapıt olarak önem taşır. (1480, Sinan Bey veya Bursalı Şiblizâde Ahmed'in yaptığı sanılan Fatih'in Gül Koklayan Portresi)

47
Akkaoyunlularla savaş... kitap üretim merkezi olan Şiraz ve İsfahan'da valilik yapan Uzun Hasan'ın oğlu Uğurlu Mehmed'in Osmanlılara sığınıp Fatih'in kızıyla evlenmesi sonucunda Akkoyunlulara hizmet eden İsfahanlı, Şirazlı ve Tebrizli sanatçılar İstanbul'a göç etmiş ve bu sanatçılar Osmanlı minyatürünün II. Beyazid dönemindeki oluşumuna katkıda bulunmuşlardır.

Hamse-i Nizamî

II. Beyazid'in tahta bulunduğu dönem 1481-1512

Bu dönemde İstanbul Nakkaşhanesinde Kelile ve Dimne, Hüsrev ü Şirin, Yusuf u Züleyha gibi edebiyat konulu yazmaların resimli nüshaları hazırlanmıştır.

Bu minyatürlerde, mimari çizimlerle üçüncü boyut etkisi uyandırılmaya çalışılmış, doğa unsurlarında gölgeli boyamayla hacimlendirilmeye gidilmiş, manzara ve iç mekân ayrıntılarıyla izleyicinin gözü derinlere çekilmiştir. Tüm bu denemeler Avrupalı sanatçıların Osmanlı nakkaşhanesinde ne kadar etkili olduğunu göstermektedir.

Ehl-i hiref teşkilatının kurulduğu bu yıllarda...

II. Beyazid döneminin bir diğer resimli yazması da Bursalı şair Uzun Firdevsî'nin hükümdar ve bilge peygamber Süleyman'ın mucizevi olaylarla dolu yaşamını anlatan Süleymannâme'dir. Ansiklopedik bilgiler içeren bu eser...

49
Şehnâme-i Melik-i Ümmî... bir tarih kitabı... 1484-85

Osmanlı Minyatürünün Yükseliş Dönemi

Yavuz Sultan Selim'in tahta çıkmasıyla birlikte (1512-1520) Osmanlı minyatürü için verimli bir dönem başlar ve bu Kanuni Sultan Süleyman döneminde de (1520-1566) devam eder.

Herat ve Akkoyunlu Türkmenlerinin yarattığı Şiraz üslubunun yanı sıra Memlûk ve büyük ölçüde Safevî Tebriz üslubunun etkileri...

50
Mantıku't-Tayr, 1515 tarihli kopya

... iri sarıklı zayıf yapılı figürler, çiçek kümeleri, yeşil yapraklar ve serviye benzeyen tepesi kıvrık ağaçlar... Bu üslubun Kanuni Sultan Süleyman döneminde hazırlanan diğer edebiyat konulu eserlerde de kullanılıyor olması, Herat kökenli nakkaşların İstanbul nakkaşhanesi üzerinde uzunca bir süre etkili olduklarını gösterir. Örneğin 1530'larda resimlendirilen Divân-ı Ali Şîr Nevâî'nin 1539-40 yılları arasında Muhammed bin Gazanfer tarafından kopya edilen ... Mecmua-i eş-âr ve 1540'larda yapıldığı sanılan Sinbadnâme'nin Türkçe çevirisi olan Tuhfetü'l-ahyâr...

1515'te Hamdî'nin Yusuf u Züleyha adlı mesnevisini hazırlayan Pîr Ahmed bin İskender'in, 1530-31'de de Ali Şîr Nevâî'nin Hamse'sini kopyaladığı, tezhiplediği, resimlediği ve ciltlediği belirlenmiştir.

51
Kanuni Sultan Süleyman... 1525, Selimnâme

Topografik Ressamlık

... konusu tarih olan eserler... Matrakçı Nasuh

Pirî Reis, Kitâb-ı Bahriye, 1521

52
Matrakçı Nasuh, 1547, Tarih-i Sultan Beyazid...; Beyân-ı Menâzil-i Irakeyn, Mecmu'ı Menâzil...

55
padişah portreciliği... XVI. yüzyıldaki temsilcisi Nigarî mahlaslı Haydar Reis bu dönemde tam profil veya dörtte üç kalıbını kullanarak Kanuni Sultan Süleyman'ın, II. Selim'in ve Barbaros Hayreddin Paşa'nın minyatür geleneğinde portrelerini yapmıştır.

56
II. Selim (1566-1574) ve özellikle III. Murad (1574-1595) zamanında en verimli dönemine ulaşan Osmanlı minyatürü bu dönemde Klasik Üslubuna kavuşmuştur. ... resimlenen yazmaların başında Osmanlı ordusunun zaferlerini, Osmanlı padişahlarının adaletini, avdaki hünerlerini, elçi kabullerini anlatan Farsça ve Türkçe eserler geliyordu. Şehnamecilik kurumunun daha da güçlendiği bu dönemde Seyyid Lokman'ın yazıp Nakkaş Osman ve ekibinin resimlendirdiği, yeni kurgulara sahip şehnâme türü...

Osmanlı minyatürü bu dönemde, diğer İslam minyatürlerinin kalıpçı ve bezemeci anlayışından sıyrılıp gerçekçi, yalın bir anlatım diline kavuşur. Bu üslubun yaratılmasında etkin olan sanatçıysa Nakkaş Osman olmuştur. ... Ahmed Feridun Paşa tarafından yazılan Nüzhet (ü'l-esrâr)ü'l-ahbâr der-sefer-i Sigetvâr.... 1569 ... gerçekçi üslubun ilk örnekleri... Nakkaş Osman'ın kişisel üslubunun fark edildiği bu tasvir...

57
1579-97 ... Seyyid Lokman'ın yazdığı ve Nallaş Osman'ın resimlediği... Şehnâme-i Selim Han ... 1581...

58
Osman Gazi'den başlayıp Yavuz Sultan Selim'e kadar hüküm sürmüş padişahların tahta çıkışlarını, zaferlerini ve hünerlerini anlatan Hünernâme'nin ilk cildi ... ve 1584'te Bosnalı Sinan bin Mehmed temize çekilmiş... Statik ve az figürlü kompozisyon şemalarına sahip olan tam sayfa minyatürlerin Osman, Ali, Mehmed Bey, Veli Can, Molla Tiflisi ve Mehmed Bursavî adlı nakkaşlarca yapıldığı saray arşivindeki bir belgeyle belirlenmiştir.

60
III. Murad için hazırlanmış ve Nakkaş Osman'ın ekibindeki sanatçılardan biri tarafından resimlendirildiği düşünülen... Mustafa Cenâbi'nin kaleme aldığı Cevâhirü'l-garâib fî tercemet bahrü'l-garâib ... III. Murad'ın sarayın içindeki kütüphanesinde ve sarayın dışında at üzerinde maiyetiyle birlikte gösteren ilginç tasvirler bulunur.

61
Osmanlı Minyatüründe Safevî Dönemi Kazvin Üslubu Etkisi

İstanbul Nakkaşhanesinde Şehnâmeci Seyyid Lokman ve Nakkaş Osman işbirliğiyle yoğun bir resim faaliyeti sürerken, Doğu'da Osmanlılarla Safevîler arasında kesintili olarak otuzdört yıl sürecek olan savaşlar başlamıştır (1578). ... Safevîlerin başkentlerini Tebriz'den Kazvin'e taşımaları...

63
Osmanlı Minyatüründe Yeni Konular

1590'dan sonra Osmanlı minyatür sanatına Nakkaş Hasan'ın üslubu hakim olur. İlk tasvirlerini Nakkaş Osman'ın ekibinde görev alan bir nakkaş olarak Surnâme-i Hûmayun'da ortaya koyduğu anlaşılan Nakkaş Hasan, Şehnâmeci Talikizâde Suphi Çelebi'yle birlikte çalışarak konusu tarih ve edebiyat olan yirmi kadar eseri resimlendirmiştir.

65
III. Mehmed dönemi (1595-1603) ... Siyer-i Nebî ... Hazreti Muhammed'in hayatı, devlet adamı ve asker kişiliği ortaya konularak anlatılır. Başında halesi, yüzünde peçesiyle betimlenen Hz. Muhammed'in yönettiği savaşlar, ordu yürüyüşleri ve toplantı sahneleri tarihi konulu yazmaları hatırlatır.

69
Tek Yaprak Minyatürler

I. Ahmed döneminde (1603-1617) murakka hazırlama geleneği orantılı olarak tek yaprak resim ve minyatür yapımının da arttığı görülür. (murakka: Hattatların ayrı ayrı kâğıtlara yazıp sonra bir arada mecmua haline getirdikleri, aynısını yazmaları için öğrencilerine verdikleri yazı örneği) ...

I. Ahmed Albümü, günlük yaşam tasvirleriyle halktan ve saraydan kişileri tek tek veya grup halinde göstermesiyle ya da önceki dönemlerin yazma eserlerinden çıkma dizi padişah portrelerini içermesiyle önem taşır; eserde yer alan tek figür kadın ve erkek tasvirlerinin giysileri de dönemin sosyal hayatını belgeler.

70
Bu dönemde saray için çalışan nakkaşlar şehnâme türünden tarihi konulu eser siparişi alamamışlardır.

71
Klasik Tasvir Geleneğinin Çözülüşü

II. Osman'ın saltanat yıllarında (1618-1622) eserler veren Ahmed Nakşî'yle birlikte Osmanlı minyatür sanatının klasik üslubundan kopmaya başladığı görülür.

72
İstanbul'da yaşayan esnaf grupları hakkında bilgiler veren Evliya Çelebi, kentte faaliyet gösteren üç farklı nakkaş grubunun olduğunu söyler:
(1) Arslanhane'nin üst katlarındaki hücreler ve yüz dükkânda çalışan esnaf-ı nakkaşan-ı cihan ile evlerinde çalışan bin nefer saray-ı ali nakkaşları,
(2) Genellikle, kahramanlık ve mücadele sahneleri içeren şehnâme tasvirleri yapan lırk nefer esnaf-ı nakkaşan-ı musavvir,
(3) Peygamberler ve padişahlar hakkında halk arasında yaşatılan söylencelerle aşk öykülerini betimleyen tasvirler eşliğinde fal söyleyen ve Mahmut Paşa Çarşısı'nda bir dükkânda bulunan bir nefer esnaf-ı falcıyan-ı musavvir.

74
İstanbul'a gelen yabancıların siparişleri üzerine hazırlanan kıyafet albümlerinin dışında, XVII. yüzyıl ortalarından günümüze ulaşan ve gösterim sanatlarında kullanılmak üzere yapıldığı sanılan bir dizi büyük boy resmin varlığı da ilginçtir.

75
XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı padişahları Edirne Sarayında yaşamaya başlamışlardır. Ancak Edirne Sarayı Nakkaşhanesinde hazırlanan eserlerden ne yazık ki çok azı günümüze ulaşabilmiştir. Edirne''de, IV. Mehmed (1648-1687) ve II. Süleyman (1687-1691) dönemlerinde eserler veren ve kişisel üslubuyla kendinden sonraki Nakkaş Levnî üzerinde etkili olan Musavvir Hüseyin'in imzasına ... rastlanır.

Musavvir Hüseyin İstanbulî, Silsilnâme, 1692

76
Musavvir Hüseyin'in perspektifle resmetmeye çalıştığı padişah portreleri, muhtemelen onun öğrencisi olan Levnî tarafından da örnek alınmıştır.

Batılılaşma Dönemi

XVIII. ve XIX. yüzyıllar Osmanlının bir dünya devleti olarak eski önemini yitirdiği; Batının siyaset, askeri ve teknik alandaki üstünlüğünü kabul ettiği bir dönem olmuştur. ... Bu dönemde ticareti ele geçiren Fransızlar, Osmanlının her yanına yayılmaya başlayarak sosyal hayat üzerinde de etkili olmaya başlamışlardır. 1676 yılında Fransız elçiliğinde düzenlenen tiyatro ve bale temsillerini Türklerin de izleyebilmesi batı biçiminde sanata duyulan merakın en açık göstergesidir.

77
... Fransa'ya gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin seyahati Batıya açılan ilk pencere olarak kabul edilir. ... 1722'de yaptırılan Sadabad Kasırları, XIV. Louis'nin saraylarına benzeyen yeni tasarımlara göre inşa edilmiştir.

İlk Türk matbaasının 1727'de Said Mehmed Efendi'yle İbrahim Müteferrika tarafından kurulması ve Türkçe kitapların basılması sanat çevrelerini etkilemiştir. ... Ressam Vanmour'un saray için çalışan Levnî mahlaslı Abdülcelil Çelebi'yi etkilemiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Levnî'nin (ölümü 1732) ilk eserlerinden biri olduğu sanılan Kebir Musavver Silsilnâme ... geleneksel kalıpları yeni bir anlayışla yorumladığı görülür. ... ışık-gölge etkilerini vermeye çalışan kendinden önceki nakkaşların başlattığı perspektif kazandırma girişimlerini daha ileri götüren denemelerdir.

78
(Levnî) 1720, Sûrnâme-i Vehbî... Sanatçı bu tasvirlerinde boyayı yan yana değil, üst üste kullanarak tonlamalar da yapmaya çalışmıştır.

79
1721... Hattat Çavuşzade Hayrullah Hayri tarafından kopya edilmiş Hamse ... 1728 ve 1738 tarihli iki nüshası daha bulunmaktadır. ... Bu resimlerde yaldızın kullanılmamış olması artık geleneksel minyatür tekniğinden giderek uzaklaşıldığını gösterir.

Geleneksel minyatür tekniğiyle çalışan son nakkaşlardan biri de Abdullah Buharî'dir. I. Mahmud döneminde (1730-1754) çalıştığı anlaşılan sanatçının fırçasından çıkan tek figür kadın ve erkek tasvirleri, saray çevresi için hazırlanmış albümlerde toplanmış olup, Levnî'ninkilerden farklı olarak belirli bir modele bakılarak yapılmış gibidir.

İki boyutlu yüzeysel anlatımdan üç boyutlu hacimli anlatıma geçişi Levnî'den daha ileriye taşıyan Abdullah Buharî'nin ... 1728-29 yıllarında bir cilt kabı üzerine lake tekniğiyle yaptığı iki manzara, Türk resminde Batılı resim anlayışıyla çalışılmış ilk manzara kompozisyonları olarak değerlendirilir.

81
1727-1747 yılları arasında hazırlanmış ve burçları simgeleyen figür tasvirlerine sahip Tercüme-i İkdü'l-Cüman fi Tarih ehl-ez-Zaman adlı eser... Bu eserde ... üç boyutlu hayvan, kuş ve insan betimlemeleri bulunur. Bunlar arasında, çıplak kadın tasvirlerinin de oluşu XVIII. yüzyılın değişen dünya görüşü ve beğenisiyle açıklanabilir. Bu eserin tasvirlerindeki figürlerin vücut hatlarında sergilenen ışık-gölge uygulamaları, hacimlendirme ve orantılardaki doğruluksa geleneksel minyatür üslubundan uzaklaşılarak Batı resim geleneğine ne kadar yaklaşıldığını gösterir.

82
Kitap Resminden Tuvale Geçiş

XVIII. yüzyılın ikinci yarısında padişahların büyük boyutlu yağlıboya portrelerini yaptırmasıyla birlikte Osmanlı tasvir sanatında yeni bir dönem başlar. Bu dönemde Osmanlı sarayının hizmetine giren Refail ve Kapıdağlı Konstantin'in tuvallere yaptıkları padişah portreleri bu değişimin ilk örnekleridir. Ancak bu değişim birden bire olmamış, her iki sanatçı da kâğıt üzerine farklı malzemeyle de olsa minyatür geleneğine yakın resimler yapmışlardır.

... Refail'in kâğıt üzerine tempera ve yağlıboya tekniğiyle yaptığı tek figür resimleri, Osmanlı minyatür geleneğinin son örnekleri arasında yer alır.

84
Kapıdağlı Konstantin, minyatür geleneğini geliştirerek kâğıt üzerine guvaş boyayla çalıştığı gibi, III. Selim'in büyük boy yağlıboya tablolarını da yapmıştır.

Konstantin... taşra kökenli Rum bir ressam...

91
Şehnameler
... hazırlandıkları dönemin önemli olaylarını belgelemeleri ve resim üslubunu belirleyen minyatürler içermeleri bakımından Osmanlı yazmalarının en önemli türünü oluştururlar. Osmanlı padişahlarının, kendi veya kendinden önceki dönemlerin olaylarını nazım halinde yazdırma geleneği olan şehnâmecilik...

95
Gazavatnâmeler
Savaşları konu alan, bazıları manzum olarak ve mesnevi biçiminde yazılan gazavatnâmeler, belirli bir savaş veya seferi ayrıntılarıyla anlatmaları bakımından önem taşır.

97
Silsilnâmeler
Osmanlı padişahlarının soyunu Âdem'den başlayarak tüm din ve tarih büyüklerine bağlayan Silsilnâme türündeki resimli yazmalar, ilk kez III. Mehmed döneminde (1595-1603) Bağdat'ta hazırlanmıştır.

99
Sûrnâmeler
Sünnet düğünü şenliklerinin anlatıldığı sûrnâmeler türündeki resimli yazmalar ilk kez III. Murad döneminde (1574-1595) hazırlanmıştır.

113
cülus: tahta çıkış; muayede: bayramlaşma; hilat veriliş: yabancı elçilerin ve takdir gören görevlilerin hilat denilen süslü kaftanlarla bir merasim eşliğinde onurlandırılması

173
Sonsöz

Bu resimler... Cumhuriyet sonrası Türk resmine de kimi zaman esin kaynağı olmuşlardır (Eip Cansever?)

Osmanlı minyatürü, XI. yüzyıldan itibaren Türklerin katkılarıyla geliştirilen Selçuklu resim üslubu ve XIV. yüzyıl sonu XV. yüzyıl başlarında Celâyirlilerin ve Timurluların hâkimiyetindeki İran topraklarında oluşturulan klasik İslam minyatürü üslubunun resim dili üzerine kurulmuş, erken dönemde Amasya'da yerli, Edirne'de Timurlu ve Karakoyunlu Türkmenler için çalışan göçmen sanatçıların katkılarıyla geliştirilmiştir. İstanbul'un fethinin ardından Osmanlı minyatürü Doğu-Batı etkileşimine açık, Anadolu, Rumeli ve İran'dan gelen sanatçıların çalışmalarıyla bir evrim geçirerek XVI. Yüzyıl ortalarından itibaren klasik üslubuna kavuşmuştur. XVII. yüzyıl başlarına kadar benimsenen bu klasik üslupla resimlenen edebiyat, bilim ve tarihi konulu eserlerde, metinleriyle bağlantılı özgün tasvir kalıpları ve ifade biçimleri yaratılmıştır.

174
(XVIII. yüzyılın sonlarına doğru) tutkallı toprak boyanın, guvaş ve suluboyayla yer değiştirmesiyle birlikte bazı yazmalar geleneksel minyatür sanatını sonlandıran tekniklerle resimlendirilmiştir.

Cifr (cefr) ilmi: İslam kültüründe geleceğe ilişkin bilgilere ulaşma yollarını gösterdiğine inanılan ilim.

Ehl-i hiref: Osmanlı Devletinin imparatorluk haline gelmeye başladığı yıllardan sonra saray teşkilatı içinde oluşturulan sanatçı ve zanaatkâr topluluğu. Bu topluluk sarayın her türlü sanatsal gereksinimini karşılayan sanatçı ve zanaatkârların yanı sıra cerrahlık, kehhallık gibi uzmanlık ve bilgi gerektiren mesleklerle, güreşçileri de içermektedir.

Hurûfîlik: Tanrıyı, insanı ve tüm varlıkları harfler ve sayılarla açıklamaya çalışan tarikat. Bu tarikat Fazlullah tarafından 1398 yılında Horasan'ın Esterabad kasabasında kurulmuştur.





.
.
.
.