26 Şubat 2014

V.Belgin Demirsar - Osman Hamdi

.
.
.
.


 
.
.

Osman Hamdi Tablolarında Gerçekle İlişkiler

V. Belgin Demirsar
Kültür Bakanlığı Yayınları, 1058, 1989 Ankara




5
[Kaptan-ı Deryâ Hüsrev Paşa tarafından evlatlık edinilerek yetiştirilen Osman Hamdi’nin babası İbrahim Edhem, 1829 yılında Fransa’ya okutmaya gönderilen ilk Türk öğrencilerindendir. (9-10 yaşlarında).  … 1839 Paris Maden Okulu’ndan mezun oluyor. … 1877-1878 yılları arasında sadrazamlık yapıyor. … 1883 İçişleri Bakanı… 1893’de ölüyor.]

Edhem Paşa kendisi gibi oğullarının da Batı’da öğrenim görmesini, Batı kültürüyle yetişmesini çok arzu etmiş ve bunu sağlamak için de elinden geleni yapmıştır. 1857 yılında büyük oğlu Osman Hamdi’yi hukuk öğrenimi için Paris’e göndermiştir. Osman Hamdi burada bir süre hukuk öğrenimine devam ettikten sonra güzel sanatlara olan sevgisinin ağır basmasıyla, hukuk ve resmi bir arada yürütmeye çalışmış fakat sonunda resmi tercih etmiştir. Paris’te Güzel Sanatlar Okulu’na devam ederken, aynı zamanda özel atelyelere de gitmiştir. Osman Hamdi’nin hocaları zamanın tanınmış ressamlarından Gérôme (1824-1904) ve Boulanger (1824-1888)’dir.

O’nun Paris’te olduğu sırada 1862 yılında Ahmed Ali Efendi (Şeker Ahmed Paşa, 1841-1907) ve Süleyman Seyyid (1842-1913) de Paris’e resim öğrenimi için gelmişlerdir. (Süleyman Seyyid Cabanel’in (1823-1889) atelyesinde çalışıyor).

6
Osman Hamdi Paris’te on iki yıl kalmıştır. Yani 1867 Uluslararası Paris Sergisi sırasında oradadır. [Bu sergide onun da bir eseriyle katılmış olması muhtemeldir. Çünkü bu sergiden aldığı bir madalyası bulunmaktadır].

Osman Hamdi Paris’te Marie adlı bir kızla evlenir. Bu evlilik on yıl kadar sürer (Türkiye’ye döndükten 4-5 yıl sonra ayrılırlar. Fatma ve Hayriye isimli iki kızları olur).

Osman Hamdi Viyana’da bulunduğu sırada (Abdülaziz tarafından 1873 yılında Viyana’da açılan Uluslararası sergiye komiser olarak atanmıştır) yine bir Fransız ve

1869 yılında Osman Hamdi İstanbul’a döner.

7
Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk binası, müzenin bahçesinde şimdi Eski Şark Eserleri Müzesi olarak kullanılan binadır.

9
1874 yılında Fransız ressam Guillemet İstanbul’da ilk özel resim akademisini açmıştır (Eylül 1874’de Beyoğlu’nda). 1877 yılında ilk defa resmi bir akademinin kurulması yolunda çalışmalara başlanır. Bu okul hem resim, hem de mimarlık alanında öğretim yapacaktır. Guillemet de okulun hem müdürlüğünü yapacak,hem de resim derslerini verecektir. [Bu sırada Guillemet Osmanlı-Rus savaşı çıktığı sırada ölür] Bundan sonra akademinin kurulup, öğrenime geçmesi için daha beş buçuk yıl geçecektir.

Sanayi-i Nefise Mektebi’nin, Ticaret Nezareti’ne bağlı olarak (30 Aralık 1886’da Ticaret Nezareti’nden ayrılarak Maarif Nezareti’ne bağlanır) ve müdürlüğüne de Osman Hamdi getirilerek kurulmasına karar verilir. … 2 Mart 1883 yılında … öğretime başlanır. Öğrencilere resim, heykel, mimarlık ve gravür konusunda dersler verilecektir. Fakat gravür dersini verecek hoca bulunamadığından, önceleri bu bölüm faaliyete geçememiştir. Sonunda Fransa’dan Napier adlı kişinin getirilmesi ile 1892’de bu bölüm de derslerine başlar.

Akademinin ilk açılışındaki öğretim görevlileri ve dersleri şöyledir:

Heykel Öğretmeni: Yervant Osgan (aynı zamanda müdür muavini),
Yağlıboya öğretmeni: Salvator Valéri,
Karakalem ve Tezyinat Öğretmeni: Warnia-Zarzecki,
Fenn-i Mimari Öğretmeni: Vallauri ve yardımcısı P. Bello,
Tarih Öğretmeni: Aristofanis Efendi,
Ulûm-u Riyaziye (matematik) Öğretmeni: Kaymakam Hasan Fuat Bey,
Teşrih (anatomi) Öğretmeni: Kolağası Yusuf Râmi Efendi.

Osman Hamdi’nin Sanayi-i Nefise Mektebindeki müdürlüğü ölümüne kadar devam eder (27 yıl). O’nun ölümü üzerine 1892’den beri müdür muavinliği görevini yürüten kardeşi Halil Edhem Bey müdürlüğe atanır.

Osman Hamdi, müze ve Sanayi-i Nefise Mektebi müdürlüklerinden başka, 1894’den beri Düyûn-u Umumiye’nin Osmanlı Dayinler Vekili idi. Yine tütün rejisi ile birtakım bankaların da başkan ve üyesiydi.

Ölüm, 24 Şubat 1910… Eskihisar’da Köşk’ün arkasında, ağaçlar arasındaki bir tepeye gömülür. Mezarının baş ve ayak kısmına o zamanın heyet-i vükelası (bakanlar kurulu)’nın kararıyla isimsiz iki Selçuklu mezar taşı dikilmiştir.

(Dipnot 25: … Osman Hamdi, Eskihisar’ı, babasının Gebze’deki konağına gittikleri sıralarda tanımıştır. Daha gençlik yıllarında buradan yirmi sekiz dönümlük bir arazi almıştır. 1884 yılında da bu sakin yerde bir köşk yaptırmıştır. Planını kendisinin çizdiği bu yüz yıllık yapı, Fransız mimarisinin izlerini taşır. Yapının bütün malzemeleri (kiremit, tuğla, ahşap aksam, vs.) Fransa’dan, Lyon’dan getirilmiştir.)

10
Batı Anlamında Türk Resim Sanatı

[Lale Devri  Osmanlı Devleti'nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemdir. Bu dönemin padişahı III. Ahmet, sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'dır. "Zevk ve sefâ" devri olarak bilinir. Adını, o dönemde İstanbul'da yetiştirilen ve zamanla ünü dünyaya yayılan lale çiçeklerinden alır. Bu dönem gerileme dönemine dahil olmaktadır. İnce ve hassas bir ruha sahip olan Sultan III. Ahmet, sadrazam Damat İbrahim Paşa ile uyum içerisinde çalışmış, bu sırada yaşanan Lâle Devri'nde sanat ve toplumsal hayata özgün bir anlayış getirilmişti. Sultan III. Ahmet, Topkapı Sarayı ile Yeni Câmii'de birer kütüphane, Ayasofya'da Bâb-ı Humâyun'un karşısında Türk sanat şaheserlerinden sayılan Sultan Üçüncü Ahmet Çeşmesi ve İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak amacıyla da "Deryayi Sim" adlı bir su bendi inşa ettirmiştir. Bunlardan başka Üsküdar Yeni Vâlide Câmii, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Damat İbrahim Paşa Camii ve Külliyesi, İstanbul'da Yeni Postane arkasında Daarül Hadis ve Sebil, Ortaköy Camii önündeki çeşme, Üsküdar Şemsi Paşa'da Hüsrev Ağa Camii önündeki çeşme ve Çubuklu Camii yanındaki Mesire Çeşmesi gibi eserler de yine bu dönemde yapılmıştır.  Yenilikler: Paris, Londra ve Viyana gibi Avrupa başkentlerine geçici elçilik heyetleri yollanmış, böylelikle Avrupa’yı daha yakından tanıma imkânı sağlanmıştır.
Sayid Efendi ve İbrahim Müteferrika Avrupa'dan matbaayı getirmişlerdir. İlk kez çiçek hastalığına karşı aşı uygulanmıştır. İstanbul'daki yangınları önlemek için yeniçerilerden Tulumbacılar adı verilen bir itfaiye ocağı kurulmuştur. Çini atölyeleri açılmıştır. Kağıt fabrikası açılmıştır. Lale Devri’nde sanat alanında görülen en önemli kişi Levni’dir. Asıl adı Abdülcelil Çelebi olan Levni bu devrin en büyük nakkaşıdır.]

(Lale Devri’yle başlayan bu süreçte) … karşılıklı ilişkiler sonucunda Osmanlı devlet adamları Batının teknolojisini iyice tanıyor ve ondan faydalanmayı düşünüyor, Batı ise bu topraklarda ekonomik, siyasi, askeri menfaatler edinmeye çalışıyordu. Batı anlamında resim Türkiye’ye bu sırada girmiştir. Yani Batının bilgi ve teknolojisinden faydalanmaya çalışılırken bu tür resim Türkiye’de tanınmaya başlanmıştır.

(1773’de Mühendishane-i Bahri-i Hümâyun (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) öğretime başlıyor). Türkiye’de programında ilk defa resim dersinin kesin olarak yer aldığını bildiğimiz okul 1793’de kurulan Mühendishane-i Berri-i Hümâyun (İmparatorluk Teknik Mühendishanesi)’dur. … Fakat burada, resmin sanat yönüne ağırlık vermekten çok, teknik bilgiye önem veriliyordu (desen ve perspektif). Bu dersi veren hocalar ise dışarıdan gelen mühendislerdi.

Sadece süsleme amacıyla yapılan minyatürde, perspektif ve ışık-gölge söz konusu olmadığından, bir eşyayı veya doğayı doğru olarak vermek mümkün değildi.

Avrupa’ya ilk olarak 1829 yılında (askeri öğrenim görmek için) öğrenci gönderilmiştir. 1835 yılında Avrupa’ya gönderilen Ferik İbrahim Paşa (1815-1889) ve Ferik Tevfik Paşa (1819-1866) bugün için bildiğimiz, Avrupa’da resim öğrenimi gören ve yağlıboya ile çalışan ilk ressamlarımızdır. (Hüsnü Yusuf Bey (1817-1939) daha sonra gitmiş). Batı tarzında resim yapan bu üç sanatçımız renkten çok desen ve perspektife önem vermişlerdir.

II. Mahmud dönemi (1808-1839) güzel sanatlar açısından olduğu kadar hemen her alanda ilerlemenin kaydedildiği bir devre olmuştur (yukarıda belirtildiği gibi, ilk öğrenci kafilesi onun döneminde gönderiliyor). II. Mahmud kendi resmini yaptırıp, devlet dairelerine astırarak bu konuda çok önemli bir adım atmıştır.

(1840’lar) Sir David Wilkie, İstanbul’da bulunduğu sırada Abdülmecid’in bir portresini yapmıştır. Fransız ressam Felix Zeim’in (1821-1911) İstanbul’da bulunduğu 1845-48 yılları arasında yaptığı suluboya ve yağlıboya manzaralar… Baba-oğul Preziosiler de İstanbul’u konu alan gravürler, yaşamdan kesitler ve kıyafetlerle ilgili suluboya taplolar yapmışlardır. … Mimar Gaspare Fosatti… İstanbul yapılarını konu alan resimler yapmıştır. Avusturyalı ressam Ordeker (ya da Oreker), sarayda yalnızca padişaha sergilenmek üzere kendi resimlerinden oluşan ilk resim sergisini açmıştır.

(1839’da kurulan Rüştiye -ilkokul ile ortaokul arasında bulunan bir basamak) … bu tarihten itibaren pek çok sivil okul açılmıştır ve askeri, sivil tüm okulların ders programında resim dersi yer almıştır.

(1861 yılında tahta çıkan Abdülaziz’in 1867 yılı Avrupa gezisinden sonra at üzerinde bir heykelini yaptırmak istemiş). Bunun için de C.F.Fuller isimli bir heykeltıraşı İstanbul’a getirtmiş ve heykelini yaptırmıştır (1871). (Heykel Beylerbeyi Sarayında)

Abdülaziz devrinde Avrupa’da resim öğrenimi gören Şeker Ahmed Paşa, Süleyman Seyyid ve Osman Hamdi İstanbul’a geri dönmüşlerdir. (Avrupa’ya gitmemiş ama tanınmış ressam Hüseyin Zekai Paşa…) [Bu kuşaktan önce, ama çelişkili bir biçimde doğumları bu kuşaktan sonra gelen, N. Berk’in minyatür geleneğinden sıyrılan ilk Türk ressamları, Türk İptidaileri, geçiş dönemi ressamları olarak adlandırdığı kuşak vardır.] Primitif Salih Molla Aşkî (1846-1925)… genellikle asker kökenlidirler. Eyüplü Cemal, Ahmed Ragıp, Osman Nuri, Cihangirli Mustafa, Ahmed Ziya, Hüseyin Giritli, Hilmi Kasımpaşalı, Şekip ve Şevki, Fahri Kaptan, Emin Baba, Ahmed Rıfat, Salih Molla Aşkî ve Ahmed Münib… ortak özellikleri birbirine benzer peyzajlar yapmalarıdır ve doğadan değil de fotoğraftan yapıldıkları için birbirine benzemektedirler. … Bu resimlerde gökyüzü hep masmavidir. Hiçbir şey kımıldamaz, her şey sonsuza kadar aynı ışık kaynağından, aynı derecede aydınlanmıştır. Ressamların kişiliklerini saklayan, yorumsuz resimlerdir bunlar. Sanki ilk bakışta hepsi bir elden çıkmış gibidir.

14
19. yüzyıl başlarında romantik ressamlar Doğuya ait konuları işleyerek kısıtlı konulardan kurtulmuşlardır. Başta Fransa olmak üzere (kolonileşme sonucu dış dünyaya en fazla açılan ülkedir) İngiltere, Almanya ve Avusturya’da akademik ressamların Orientalist türde resimler yaptıkları görülür. Kolonileşme ve ticaretin yanı sıra arkeoloji alanındaki ilerlemeler de Batılının Osmanlı topraklarına olan ilgisini arttırmıştır. Jean Léon Gérôme, 1854 yılında Orta-Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerini kapsayan bir geziye çıkmış, İtalya, Türkiye, Mısır’da sanatıyla ilgili pek çok çalışma yapmıştır (foto çekmiş). (Orientalist sanatçılar) tablolarında Doğunun gerçek yaşantısını yansıtmaya çalışmışlardır. Parlak renkler, güneş, Doğu kıyafetleri, sokak ve Pazar yerlerinin hareketliliği, çiniler, halılar, kilimler ve parlak yüzeyler bu tabloların vazgeçilmez elemanlarıdır. Akademik resimler içinde Orientalist olanları gerçekçilikleriyle hemen fark edilirler. Gérôme’un, Kahire’ye giderken yanında bir fotoğraf makinesi götürdüğü ve bu fotoğraflardan faydalanarak yaptığı resimlerin 1865 yılındaki sergide fotografik gerçekçilikleri açısından övgü ile karşılandığı bilinir.

(Art in America dergisinin Mayıs 1983 tarihli sayısında Linda Nochlin’in bir makalesinde:) … Fransız resminin gerçekçilik iddialarını ortaya sürdüğü çeşitli savlarla çürütmektedir. Bu yazara göre Batı, özellikle Fransa, Doğu ülkelerine yaptıkları müdahaleleri haklı göstermek için bu yollara başvuruyordu. Yine ona göre, Gérôme’un resimlerinde, Batılıların Doğudaki varlığı tümüyle gizlenmişti. Doğu, Batı’daki ilerlemelere karşı ilgisiz, kendi zevk ve düş dünyasına dalmış, bakımsız bir yer olarak gösterilmişti. Nochlin, bu sanatçıların, özellikle Doğunun yıkılan, harap yerlerini, yapılarını resmederek kendilerini haklı göstermeye çalıştıklarını savunmuştur. Nochlin, Orientalistlerin sanıldığı kadar saf ve gerçekçi olmadıklarını, resimlerinde politik olayları bu görüntülerle gizleme yollarına gittikleri düşüncesindedir.

15
(Osman Hamdi, Şeker Ahmed Paşa o sırada Avrupa’da Delacroix, Ingres, Courbet’in bağlı olduğu realist akım, Impressionist akım, … tüm bunlara karşı ilgisizdiler). Belki ilk yıllar için bunu doğal karşılamak gerekir. Batı anlamında resim geleneği olmayan bir ulusun çocuklarının henüz öğrenciyken, Impressyonistlerin çalışma tarzını kabul etmelerini bekleyemeyiz.

Gérôme tam anlamıyla Orientalist bir ressamdır. … Fakat O’nu (Osman Hamdi’yi) Batılı Orientalistlerle bir tutamayız. Batılı Orientalistler … kendilerinin Doğu üzerindeki baskı ve müdahalelerini haklı göstermek için, hep Doğunun geri kalmışlığını, harap yapılarını, sokak satıcılarını, yılan oynatıcılarını resmetmişlerdir. Kadını bir seks sembolü olarak almışlardır. Oysa Osman Hamdi’nin amacı farklıdır. O tablolarında Batılıya ilginç gelecek sahneleri işler, Doğu’nun özellikle de Türk sanatının güzelliklerini gözler önüne serer.

Türk resminde, içinde insan figürü bulunan konulu kompozisyonlar ilk ressam Osman Hamdi’dir. Büyük boyda insan figürü ilk kez O’nun tablolarında görülür. O’nun figürleri kendine güvenen, dimdik duran, düşünen insanlardır. … Erkek figürlerinin kıyafetleri ya dini, ya da O’nun yaşadığı devirden eski zamanlara aittir (O’nun zamanının Türkiye’sinde artık erkekler Batıda giyilen kıyafetleri giyiyorlardı). Erkek giysilerinin bazılarında, Suriye ve Irak yörelerinin etkisi görülür. Dönemin giysileri hakkında çok geniş bilgiye sahip olan Osman Hamdi gibi bir sanatçının neden tablolarındaki figürlerde bu kıyafetleri tercih ettiği sorusu akla gelir: Doğu yaşantısını kuvvetle vurgulamak için bu giysileri kullanmış olsa gerek. Kıyafetler bir tarafa bırakıldığında… (sonrası Türklük).

Osman Hamdi’nin tablolarında, İslâm dininin tasviri günah saymasının yarattığı çekingenlikten hemen hemen hiçbir iz yoktur.

16
Tablolarında, kullandığı eşyanın yapısını, özelliklerini bozmadan, bunlara yeni bir şeyler katmadan en ince ayrıntısına kadar işlediği görülür.

Osman Hamdi’nin bazen bir tabloda değişik giysi ve duruşlarda, ikili veya üçlü görünümlerde yer aldığı da olmuştur. Örneğin, “Cami Kapısı Önünde Konuşan Hocalar” adlı tablosunda gördüğümüz üç kişi de Osman Hamdi’nin kendisidir.



.
.
.
.

13 Şubat 2014

Mike Cahill - Another Earth 2011

.
.
.
.


.
.

01:08:10,336 --> 01:08:52,177
Biyologlar olarak yaşamımız boyunca küçük, çok daha küçük şeylere bakmayı başarmamıza ve astronomlar olarak, karanlık gecelerde zamanın gerisinin ve uzayın dışının ilerisine, çok daha ilerisine bakmayı başarmamıza hayret ettik. Ama belki de en gizemli olay ne büyük ne de küçük olanıdır. Biziz, o kadar yakın işte. Kendimizi ayırt edebilir miyiz? Edebilirsek, kendimizi tanıyabilir miydik? Kendimize ne derdik? Kendimizden ne öğrenirdik? Orada durup kendimize bakıyor olsaydık gerçekten ne görmek isterdik?


.
.
.
.

20 Ocak 2014

Ali Akay - Sanatın Sosyolojik Gözü

.
.
.
.



















.
.

Sanatın Sosyolojik Gözü
Ali Akay

Bağlam Yay. 1999 İstanbul


Önsöz

7
… fiili olarak kendi mevcudiyetimi … ortaya koyarak ne sosyoloji, ne sanat ne de sanat sosyolojisi olarak adlandırılan bir işle uğraşıyorum. Sanat eleştirmenliği, teorik yazılar, sanat programları, sosyoloji-sanat ve doğa bilimleri arasındaki geçişler ve bunlarla birlikte küratörlükler ve de sanat pratiğine içeriden bakmaya çalışan sanat hareketlerinin içindeki danışmanlıklar ve jürilerdeki mevcudiyetler ve tartışmalar. Bunlar sosyoloğun sanat alanını bir nesne olarak ele almasından farklı bir konumu gerektiriyor.

ars-ligare olarak Liberal sanatlar

Bu ilişkiler ağında bileşkeler ayrı ayrı disiplinleri değil; ne de disiplinler-arasılığı ortaya koymakta; tersine disiplinler-aşırı bir şekilde kartezyen dönem öncesi, pre-modern döneme ait olan bir eğitim ve araştırma pratiği ile entelektüelliği sorgulayan bir tecrübeyi ifade etmek istemektedir. ... Pre-modern ile postmodern arasındaki bağlar, modernite'nin sorunlarının dışına doğru taşınan bir dönemin içindeki 'geçiş' öğelerini aramaya çalışmaktadır. 

ayrı ayrı disiplinler X   -   disiplinler arası X    -    disiplinler-aşırı √ 

8
Braudel “Kapitalizm ve Maddi Uygarlık”, Annales Ekolü

9
... Deleuze ve Guattari'yi izleyenler sosyal bilimlerden çok sanat alanında çalışanlar olmuştur. ... Nathalie Henich benzer bir şekilde, Fransa'daki sosyolojinin sanata verdiklerinin yanında artık sanatın sosyolojiye bazı okumaları borçlu olduğunu belirttiği kitabında (Ce que l'Art fait a la sociologie), tekilliklerin yaratıcılıktaki öneminin sanatçıların yalnızlığında bulunduğunu yazmaktadır. 19. yüzyıl sanatçıları kendi modernliklerini kurarken 'tekillik rejimlerini' ortaya çıkarmışlardır. ... Sanatçılar sosyal olanı, genel olanı, kolektif ve kişisellik-dışı kamu alanını ayrıcalıklı olarak ortaya çıkaran bir 'enderlik etikasını' gündeme getirmişlerdir. Bireyciliğin ve topyeküncü kolektifliğin aynı problemin iki yakasını oluşturduğunu yazarken, aslında Foucault'nun, Deleuze'ün ve Blanchot'nun özelliklerinin 'birey-sonrası' perspektifini bir kez daha belirtmektedir.

10
…sosyoloji de, sanatın kendisi olma konumuna gelirken, Comte öncesi bağları kendi bağrına doğru çekmektedir.

11
Sanat ve siyaset veya sanat ve sosyoloji, bunlar aralarında geçişlerle işlediğinde işlevselleşmektedirler. Felsefe politikasını ortaya koyduğunda selim bir felsefe olarak vücuda gelir.

Karışık olan bileşkeleri olan demektir. Saf sanat veya saf politika veya sosyoloji günümüz için ne kadar geçerlidir? Ve hatta, her zaman için, ne kadar geçerli olabilmiştir? Burada; bu saflığa karşı, bileşkelerin bütünlüğünden bahsetmenin sanatın zaten yapmakta olduğu bir şey olduğunu hatırlatmaya çabaladığımızı belirtmek isteriz.

12
[Bu kitap] sanatın bir adı olarak adlandırdığım sosyolojiyi [vücuda getirmektedir]. Sanat sosyolojisi olmayan; ama kendisini bir sanat türü olarak sunan sosyoloji.

Sosyal Bilimler ve Sanat

16
(Fransa'da) 1820 ile 1860 yılları arasında Güzel Sanatlar Akademisi'nin Konseyi içinde kriz başgösterir. Akademinin içinde bir grup güzel sanatlarda geleneksel yolların ve eğitimin geliştirilmesini arzularken, diğer bir yenilikçi kanat ise gelecekteki ressamların teknik konulara sahip olması gerektiğini belirtmekte ve bu yollardan estetik sorunları çözmelerinin gerekeceğini savunmaktaydılar. Bugün de aynı sorunlar Akademi ve Tatbiki Güzel Sanatlar arasındaki ayrımı, biraz da olsa belirlemektedir. Güzel Sanatların geleneksel yöntemlerinin kullanılması ile Bauhaus ekolünün de etkisiyle teknik sorunların da estetik sorunlarla birlikte ele alınmasının doğru olacağını arzulayanlar arasındaki ayrım da yukarıda ele alınan Fransa örneğine benzemektedir.

(bauhaus: adı modernizmle beraber anılan; adolf walter gropius'un 1919'da kurduğu; wassily kandinsky, paul klee, moholy nagy, mies van der rohe gibi adamları öğretici olarak bünyesinde barındırmış; geçmişle bağlarını külliyen koparmaya pek meraklı modern'in işi sanat tarihi derslerini kaldırmaya kadar ileri götürdüğü; bugün kullandığımız fincandan yaşadığımız binalara kadar her boku derinden etkilemiş okul/ekol. nazi baskısına dayanamamış, 1933'te kapanmıştır. ekşi)

20
Claude Levi-Strauss, … sanatların toplumsal organizasyona tekabül ettiğin belirtmektedir. … makalesini “estetik, sosyal organizasyon ve ruhsal yaşam ‘yapısal’ olarak birbirlerine bağlıdır” diye bitirmektedir.
               
24
[Zeynep Sayın] Yeni tarihçilik akımının öncülerinden olarak sunduğu Greenblatt[‘ın], aslında Foucault, Barthes, Blanchot ve Deleuze’dan yola çıkarak metnin yazarının yazarın kendisi olmaktan çok içinde bulunduğu toplumsallık ve dil olduğunu ileri sürmekte.

25
Disiplinler-arasılık zaten disiplinlerin varlığını baştan kabul eden bir terimi vücuda getiriyor. Bu anlamda disiplinlerin aralarındaki bu “sızmayı” ve “sirayeti” açıklayacak olan terimin disiplinler-aşırılık olduğunu düşünüyorum.

Böyle bir bilgi türü için (göçebe bilgi) doğa, sosyal ve sanat bilimlerine ihtiyacımız vardır, ama onların akademik disiplinlerde ele alınmış şekline sanki ihtiyacımız kalmamaya başlamıştır.

Sanatın Pratiğini Siyasete Geçirebilmek

27
… çağdaş sanat 19. yüzyıldaki modern sanatın çizgisini izlemekten başka bir şey yapmadı. … Herhangi bir gündelik olay, siyasi bir anlam taşıyarak, evrensel bir değer kazanmayı hakkediyordu.

Yeni söz hakkı olanlar ile bu hakka sahip olmayanlar arasında bir mesafe, cumhuriyetin demokratik girişimini zedelemeye başlıyor. Ülkemizde de, siyaset kelimesinin içinde yatan 'seyislik' anlamının hâlâ 'atları eğitmekten' geçtiğini sanan bir pratik hakimiyetini sürdürmekte.

28
Dış yorum (Fransız ihtilali ile dışlanan Üçüncülerin (Tiers) parlamentoya sokulduğunu görüyoruz; ama diğerlerini temsil etmek üzere orada bulunuyorlar ve onların “adına” konuşuyorlar. Burada içeri alınanların yeni dışlama mekanizması yarattığını fark etmemek elde değil), siyasetçilerin veya hukukçuların ve dünyayı yönettiğini sanan iktisatçıların çözümleme alanına ne zaman girecek? Aslında hepsi parasal gücün tabandan geldiğinin farkında; bankalardan medyaya, reklam sektöründen araştırma şirketlerine kadar, üçüncülerin rolünün bilincine tam olarak varıldığı halde; klasik sanattaki yanılsama gücü, bu alanda kullanılmaya çalışılıyor. Ancak; daha siyasette dışarıdan bakana yorumlama şansı verilmiş değil.

29
Bu açılardan baktığımızda, sanatın siyasete oranla daha canlı ve “demokratik” bir şekilde geliştiğini saptamakla karşı karşıya kalıyoruz. Duyumların aklın karşısındaki rolü, ülkemizde duygusallıkla sınırlanıyor.

Kültür Bakanlığı da sadece geçmiş mirası korumakla kalmasın…

21. Yüzyıla Doğru Yaşam: İnsan ve Çevre

30
refah devleti

31
… uluslararası sermayenin bir parçası olan dünya küresel burjuvazisi…

Bu dünya-ekonominin küresel koşullarında çevre kirliliği kadar insanlararası ilişkilerin de kirlenmekte olduğunu; yeni sağ bir söylem biçimi içinde biyolojik ırkçılığın yerini 21. yüzyıla doğru giderken kültürel ırkçılığa bırakmaya başladığını…

Devlet - Sanat - Toplum

34
… sanatçıları her alanda özgür bırakan, onları “güdümlü” kılacak kısıntı tehditlerini göstermeyen bir Kültür Bakanlığı…

Bu da, piyasayı göz önünde bulunduran bir Refah-Devleti modelinin gereği olacaktır.

Belki o zaman, popüler kültürün tahakkümü altına girmeyen, daha dengeli bir anlayışın gelişebileceğini, bu gelişme ile de istenilen demokratik ve cumhuriyetçi bir anlayışın toplumlarda yerleşebileceğini düşünmekle karşı karşıyayız.

Hangi Dil Modern?

35
… edebiyat veya [ve] sosyal bilimler arasındaki farkı silmek… J. Pollock’un Action Painting’i gibi yazmak isterdim: Yazıyı ve mantığı akıtmak isterdim. … keşke böyle bir yazıyı sosyal bilimlere sokabilsek.

Dilin kendisini zorlamadan, anlaşılmaz cümlelerle değil, ama akışkan bozuk cümlelerle dili bir “fluxus”a koymak. Şizofrenleştirmek.

36
Ve tabii ki, “salt popüler kültür” “medya destekli popüler kültürle” aynı şey olmayacak.

39
Bilim dilinin “katılığından” nasıl çıkacağız? Sosyal bilimlerin kalkanını nasıl aşacağız ve diğer dallarla (plastik sanatlar, ve marjinal ve çağdaş edebiyat) nasıl ilişki kurabileceğiz?

Modernist mi, O da Neymiş?

41
…“tabanın sevdiği iyidir!”  Sorunludur; çünkü 1982 Anayasası bu mantıkla kabul edilmiştir; daha da vahimi ise 1933’te Almanya’da Naziler, bu şekilde, “demokratik” yoldan iktidara gelmişlerdir: Halk istiyor diye!

45
Jacques Derrida, C.Lévi-Strauss’un “Yaban Düşünce”den ve hatta “Akrabalık ilişkilerinin temel yapıları” kitabından beri doğal ve medeni veya toplumsal ayrımını yadsıdığına dikkatimizi çekmektedir. Bu ayrım ilerleyen bir tarih fikrini reddettiği gibi, bilimsel ve bilimsel olmayan arasındaki veya duyumsal ve akılsal arasındaki sınırların da altedilmesi uğraşını vermektedir.

48
“yasakaşma” Bataille … Bu bakımdan, öncü ile farkı yasakaşmanın geçmiş olan sınırları genişletirken, Hegel’in Aufhebung (aşma, kaldırma ve saklama) kavramından çok uzaklaşmamak olduğunda yatıyordu.   

50 
Bu da, aşmanın (Aufhebung) ne kadar arta kalma veya arda bırakılamama ile alakalı olduğuna şahit olmaktadır.

51
Türk sanatı bu denemesinde artık batılı veya doğulu normlarıyla değil; bu ikisini de içinde taşıdığı ikili karakteriyle birlikte sanatını ele alacaktır. … Emre Zeytinoğlu, eleştirinin nereye dayandırabileceği sorusunu sormaktadır: “Tanpınar’a mı, Osmanlı’yı odaklayan Kemal Tahir’e mi, Anadolu uygarlıklarıyla Hümanizma’ya mı, Nurullah Ataç’ın batıcılığı mı tercih edilmelidir?”.

54
(Deleuze) Başkasının sesini ödünç alarak konuşan filozofları çıkarır karşımıza: Kendisini. … Aracılar aracılığıyla konuşur ve yazar; bu anlamda da, asla bir “birey” olmamıştır. Çünkü o grup-öznedir; kolektif bir anlatım düzenlemesidir. Anonim bir yazıyı oluşturur. Kendisinden de çalınacağı ölçüde o da başkalarından çalar.

55
“hepimiz bir sürüyüz”

56
(Deleuze) Beraber çalıştığı öğrencilerine en az onlar kadar zaman ve çaba harcayarak çalışmaları sürdürüyordu. Bu insana saygı ve sevginin büyük bir örneğidir zannediyorum, her ne kadar kendisi için hümanist bir düşünür demek mümkün olmasa da: Hümanist’in evrensel bir kelime olmasından çok bir dönemi belirttiğini çok iyi biliyordu, tıpkı Foucault ve Althusser gibi. Faucault'nun episteme'si kadar mütasyonlara güveniyordu. Her dönemin ancak kendi dönemine ait olana sahip olabileceğini söyleyebilmekteydi, tıpkı her insanın kendi gücünün sınırları içinde güce sahip olabileceği gibi.

58
Artık Kültür Bakanlığı’ndan yardım beklenemezdi. Geçmiş Kültür Bakanlarından birisi olan sayın (İsmail) Kahraman, yağlı güreşleri gençlerin sanatı karşısında yeğliyordu.

62
Gençler de göçebeler gibi geleceği önceleyeceklerdir; erkene alacaklardır; başıbozuklaştıracaklardır; kapıkulsuzlaştıracaklardır; yeniçerisizleştireceklerdir.

63
Doxa (Kamu görüşü)

64
“Anadolu Kaplanları”nda olduğu gibi, sanat alanında da Türkiye'nin bir Güneydoğu patlaması yaşamakta olması.

67
Türkiye’nin plastik sanatlar tarihi Cumhuriyet dönemiyle birlikte önemli bir modernleşme süreci içine girmiş olarak kabul edilse bile, süreç aslında Osmanlı dönemi içinde 19. yüzyıl sonlarına doğru başlamıştır. Bu açıdan resim ve heykel tarihi bir kopmayla birlikte, bir sürekliliği ve geleneği de devam ettirmektedir. Osman Hamdi Bey zamanında başlayan bu serüven (1883) kendisini 1950’li yıllarla birlikte başka bir serüvene terk etmeye başlamıştır.

… Bu tarih büyük olaylar ile birlikte “habitüsleri”, onun getirdiği pratikleri ve buradan yola çıkarak da gelişen sistem ve yapıyı ele almaktadır. … Akademi ağırlıklı bir sanat ortamı…

68
Bu şekilde de tual resmi, heykel ve enstalasyon arasında varolduğu ileri sürülen pozitivist hiyerarşinin de olamayacağı ifade edilmektedir.

Osmanlı dönemi içinde askeri geleneğin ve haritacılığın içinden gelen bir pratik, perspektif dersleri ve  resim çalışmalarını ortaya koyarken, bir ressam nesli ortaya çıkarmıştır. … Asker ressamların peyzaj çalışmaları, perspektif bilgisi, çevreyi tanıma çalışmaları resim sanatına doğru yön aldı.

69
1908’de Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin kuruluşu…

71
Devletin himayesinde gelişen bir resim sanatı, Cumhuriyet döneminde de bu himayeyi daha ideolojik bir düzeyde sürdürdü.

1914 kuşağı… Burada hemen hemen herkesin hemfikir olduğu şey, Akademi kurulunun resim ve heykelde tekeli elinde tutmuş olduğudur.

72
kübik eğilimler + yerel motifler

1940’lı yılların içinde Akademi’de de d Grubu saltanatı sürmektedir. Bu yıllarda İnönü’nün ve Hasan Ali Yücel’in himayesinde gelişir Türk Sanatı. Konserlerden sergilere kadar açılış konuşmaları, söylevler sanatı himayesi altına alır. Bunu “güdümleme” olarak ele almaktan çok “himayesine almak” olarak görmek daha doğru olacaktır. Özellikle resim sanatında bu böyledir. Ama belki de iktidarın resim hakkındaki bilgisizliğinden kaynaklanmaktadır bu durum.

Heykelde ise biraz daha “güdümlülükten” söz edebiliriz.

73
(Afet İnan’ın Cumhuriyet’te yazdığı “Sanat Galerileri” ile ilgili yazısı) Profesör Afet Hanım “ilk Türk galerisinin Atatürk’ün eliyle açıldığını” yazdığı yazısı daha önce Osmanlı dönemindeki galerileri pek kaile almamaktadır. Pozitivizmi hissedebileceğimiz bu yazı eski rejim ve yeni rejim arasındaki farkı da biraz İslam’ın resim yasağına bağlamaktadır; bu tutum minyatürlerin resim olarak algılanamayacağı tartışmasını günümüze kadar sürüklemektedir.

76
1975'de Antalya festivali bünyesinde Kuzgun Acar'ın başlattığı Sempozyum; 1976'da, Antalya'da, 8. Antalya Uluslararası Film ve Sanat Festivali çerçevesinde Orhan Taylan'ın girişimiyle yeniden gerçekleştirilir. Belediye ile anlaşılarak, sanatçılara duvarlar verilir. ... Önce Cihat Aral'ın resmi vali tarafından konusunun uygun bulunmadığı gerekçesiyle kapattırılır. Mehmet Aksoy'un heykelinin kille hazırlanan ön çalışması bir gece kimliği belli olmayan kişilerce saldırıya uğrar...

83
Her ne kadar Deleuze ve Guattari “anti-psikiyatri” yapmadıklarını anlatmaya çalışsalar bile veya “marjinallerden” gına geldiğini vurgulasalar da yine şizofrenlerin devrimci potansiyeli içlerinde barındırdıkları ve mikro analizleri oluşturdukları ileri sürüldüğünden ve şizofrenler ile göçebeler arasında kaçış çizgisi yaratan grup-özneler oldukları yazılmış olduğundan şizofrene devrimci misyon yüklenmiş gibiydi.

84
Asyagil üretimin veya Samir Amin’in deyişi ile haraç üretim biçiminin periferisinde duran batı nasıl olmuştu da belli bir tarihsel anda merkez olmayı başarmıştı? … Kapitalizm pazar ekonomisi ile başlamıştı ve pazar ilişkileri ve pazarın çeşitli alt grupları sistemi bedenleri ve dilleri ile yükseltmişlerdi. Burjuvalaşmadan önce kapitalizm marjinallerden kaynaklanmaktaydı.

87
Kapitalizm marjlardan ortaya çıkmıştır (Dünya merkezi doğu iken Braudel dünya-ekonominin batı’da oluştuğunu anlattı)

(marj: vadeli mal ve döviz piyasalarında gelecek işlemler sözleşmesi gibi bugün yapılan, fakat teslimin gelecekte olacağı sözleşmelerde sözleşmeyi güvence altına almak için yapılan ön ödemedir. Buna örnek olarak dört ay sonra teslim alınacak olan bir malın değerinin %10'unun marj olarak ödenmesi gösterilebilir. viki)

85
… dünya ekonomisinin yerini alan “ekonomi-dünya” (Weltteater veya Weltwirschaft diye adlandırır Braudel)

90
(Kusursuz Cinayet- Jean Baudrillard) Özne ve nesne artık aynı ise; öznellik umudu ortadan kalkmış demektir. Bu da hepimizi birer Duchampçı anlamıyla “ready made” (hazır ürün) haline getirmektedir. Öznelliğin yok olduğu anda nesnellik veya bilimsellik de yok olmuştur. Sadece anlatı ve onun hikayesi kalır geriye. … Ancak; ya Baudrillard paranoyak ise… Bunlar gitmekte olduğumuz yönü göstermekte ve bu yöne doğru gelişen ne Batı ne de Doğu. Aynı tüketimin ve aynı üretimin değişik görünümleri ile karşı karşıyayız.

91
Herkesin sanatçı olabileceğini söyleyen bir paradigmaya doğru yolculuk başlıyor. Herkes ve her şey sanat ise yanılsamanın katli gerçekleştirilmiştir. … Öznenin dünya üzerindeki hakimiyetini kuran yanılsama üzerine kurulu olan estetiğin sonuna gelindiğinde artık ortada ne özne ne de nesne kalacaktır: Bu da öteki’nin katlidir.

93
… hayvanlarla yaşam … (Kulig)

94
Ne zaman yanılsama tekrar gerçekleştirebilecek?: Sanatın sıfır derecesi. Temsiliyet ortadan kalktığında görüntünün estetik yanılsama ilke ilişkisini de bitirmekte miyiz? Aslında burada, modern sanatların temsiliyete karşı verdikleri büyük mücadelenin eleştirisini hissetmekteyiz Baudrillard’da.

95
Hızın silikleştirdiği gerçeklik daha da hız kazandığında izi de silebilecek mi? … Bunun için herhalde insanlık paradigması içinden tamamen çıkmalıyız. Post-humanistic bir gerçeklik içine girmeliyiz ki, bu da Nietzsche’den beri süregelen “insanın ölümü” temasından başka bir şey gibi durmuyor. Belki de biraz abartıyor diyebiliriz Baudrillard ve onun umutsuz yaklaşımları için.

98
(Fransız Yeni Sağında Fark Fikri)
Fikir hareketleri dendiğinde, siyasi olarak en önemli hareketler anti-komünizmde ve göç politikasını hedefleyen yabancı düşmanlığında gözükmekteydi. “Beyazların kültürü”nün diğer ırklarınkine göre üstünlüğü söz konusu ediliyor…

99
seçkinler  eugenik

108
(Jean-Philippe Domenq)… “çağdaş sanat ancak eskiye dair bir güzelliği yakalayarak, tarihine dönerek zafer dolu bir doğal güzelliği” yakalayabilecektir. … (Gerard Zwang) “eşcinsel güdüler” taşıyan “terörist” ve “sapkın” barok sanatı eleştirmektedir.

111
(dipnot: Dini değerler bile artık kültürel değerler arasında sayılmaya başlanır.)

112
(Alain de Benoist’ya göre Hıristiyanlık Orta Doğu’da ortaya çıkmıştır) … Bu kültür birçok benzer Orta Doğu kültürü gibi, boyun eğmeyi ve reddetmeyi içermektedir. Bu karakter Avrupa’nın pagan yırtıcılığını yok etmiştir. İbn Haldun’un asabiya’nın yok edilmesinde gösterdiği gibi, Benoist da kendi farklılığını kaybeden Avrupa kültürünün eşitlikçiliğe yöneldiğini, ve bu şekilde de, egemenliğini zedelediğini öne sürmektedir. Farklılığı yok eden bir Orta Doğu tek tanrıcılığı farklılığı asimilasyon ve ikna ile yok etmekte ve bütünselleştirmektedir: Müslümanlıktaki “tevhid” ilkesi gibi, Benoist’ya göre Avrupa tek tanrıcılığı ayrımları ortadan kaldırdığı gibi, yaratıcılığı da yok etmiştir; çünkü; kültürü “boyun eğme” üzerine oturtulmuştur.

(asabiya: göçebeler arasındaki büyük dayanışma duygusu. göçebelerin aşiret halinde ve birbirleriyle yaşadıklarından dolayı aralarında kandaşlık olduklarına inanırlar. birbiri içi ölme/öldürülme duygusu gelişir. hızlı, birlikte hareket etme yeteneği gelişmiştir. din asabiyaları birleştirmedeki en büyük etkendir. ekşi)

120
(Deleuze&Guattari - Kafka) Edebiyat halkın davasıdır. (dipnot: Edebiyat, edebiyat tarihinin olmaktan çok halkın işidir.)

121
Özne yoktur, sadece anlatımın kolektif düzenlemeleri vardır. … Deleuze ve Guattari, Alain de Benoist’nın savunduğu fark fikrinin karşıtındadırlar: Farklı kültürlerin ayrı ayrı bağdaşıklığı değil; ama melezlik. Yeni sağın nefret ettiği şeydir. … Hatta büyük bir edebiyat ülkesinde doğma talihsizliğindeki birisi, kendi dilinde Çek bir Yahudi’nin Almanca veya bir Uzbek’in Rusça yazdığı gibi yazmalıdır. Çukurunu kazan bir köpek, toprağı eşeleyen bir fare gibi yazmak. Ve bunun için, kendi az-gelişmişlik noktasını, kendine haz mahalle argosunu, kendi Üçüncü Dünyasını, kendi çölünü bulmak.

123
Kendi dilinde nasıl göçebe ve göçmen ve Çingene olmak. Kafka şöyle söylüyor: çocuğu beşikte çalmak, gergin ipte dans etmek.

124
Dönüşüm eğretilemenin tam tersidir. Ne asıl anlam ne de mecazi anlam vardır; sadece kelimeler yelpazesinde durumların dağıtımı vardır. Şeyler ve diğer şeyler sadece sesler tarafından katedilen yeğinlikler veya kendi kaçış çizgilerini izleyen yersizyurtsuzlaştıtılmış kelimelerdir.

128
Bayrak simgesel olarak bir milletin duygusal değer taşıyan öğelerinden biridir; ancak ona sarınmak, tahmin edilebileceği gibi “ölümü” çağrıştıran bir harekettir ve değerlerin yaşadığını değil de ölmeye yüz tuttuğunu anımsatır…

132
1957 “Şair Ressamlar/ Ressam Şairler”, 1969 “Tavırlar Biçim Haline Geldiğinde”, 1972 “Dokumenta 5” Kürator: Harald Szeemann

134
Bizim Batılı olup olmamamız; belirli bir kültür birikimine sahip olup olmamamız çağdaş sanat açısından bir sorun teşkil etmiyordu.

137
Irit Hemmo hayvanların iğdiş edilmelerini eleştirdiği işinde Kulig gibi “hayvan hakları”nı sorunsallaştırıyor. Benzer bir şekilde Polonyalı sanatçılar, Leszek Golec ve Tatiana Czekalska hayvanların “özgürleştirilmesini” ele alırken, “bütün canlı varlıkların madde ve ruh dünyasında” yaşadığını hatırlatıyor bizlere ve eski bir soruyu gündeme getiriyor: meleklerin cinselliği var mı?

162
Galeri Apel, yer olmaktan çok alanı (topos) çağıran ve kurmak isteyen havasını vermekte.

163
Sohbetin bittiği yerde kurumlar ortaya çıkmaya başlar.

173
İffet Karanis bu anlamda bilgisayarın tembelleştirdiği el emeğine olan saygısını, disiplin sözcüğü ile açıklamaktadır.

Eserin Birliği: Erol Akyavaş'ın Resmi

186
(20. yüzyıl) Felsefe metafizik ile bağlarını koparıp sekülerleşmeye çalışırken; Sanat, soyut sanat bağlamında, daha belirgin olmak üzere; ama aynı zamanda bilinçdışının da sembolik olanla ilgisini kurarak teoloji ve metafizik arasındaki etkileri pekiştirmiştir. ... Doğu'nun kadim etkisi bu sıradışı ilişkileri zaten başından beri sürdürmüş ve değişime pek sokmamıştı. Zamanın döngüsel kavranışı da bu değişimin içinde yatan sabitliği bize açmayan niteliktedir. Batı'nın düz çizgisel tarih anlayışının tersine Doğu ve Güney ülkelerinin geleneklerinde çevrimsel veya döngüsel bir zaman anlayışının hakim olduğu durumda, sanatın ve yazının bu zaman meselesiyle ilgilenmesinden daha doğal bir şey olmamaktadır. 

187
Erol Akyavaş'ın soyut dönemleri, Doğu'nun gizemi ve dinsel boyutunun toplumsaldan çok insanın iç dünyasını geliştirmesiyle ilgili çalışmalarından en fazla bahsedilen işlerinden bir tanesi de Hallac-ı Mansuru ve Fihi ma fif (İçimdeki içim) aslında bu iç dünyanın zenginleştirilmesi çalışmasıyla ilişkilendirilebilir. Tanrı ve kula arasındaki ilişkinin 'hiç bir şeyden' geçtiğini öne sürerken Fena Fillah olan Tevhid ilkesini içinde barındıran İslam düşüncesi, bu bütünleştirme çabalarından birini oluşturuyordu sanatçı için: Doğu ve Batınınkileri.

188
Sanatçı da, toplumsal bellekten yola çıkarak, derinlerde duranı yüzeye çıkaran bir dalgıç gibi yalnız ve riskli bir eylemi güncelleştiren kişidir. Mükemmelliğe varan Tevhid, o zaman sanatçının elinden gerçekleştirilebilecek olanı gösterebilecektir.

ilk nedenin suretsizliği... İlk neden kendinden evvel bir şey gelmediğinden ve kendisinden sonra gelene de bağlı olmasına rağmen aralarında geri dönüşlü bir nedensellik olamayacağından surete ihtiyacı olmaz. Eğer sureti olmuş olsaydı özünün madde ve suretten meydana gelmesi gerekmekteydi. Farabi'ya ait olan bu tip bir düşüncede Tek neden birlik olarak hem 'kendinde' hem de 'kendi için' olan ve ancak peşinden gelenleri kendi suretine benzeten bir varlık fikri hakim olacaktır.

189
Eser yaratıcısından koparken, öznellikten uzaklaşılmakta “Tevhid-i eser” sanatçının adını ebediyetle bütünleştirmektedir.

(tevhid: birlik, Allah'ın birliği; "tevhid, insanı maddi olmayan erdemlerden, yücelme arzularından ve ilahi misyonundan soyutlamaz. tevhid, insanı ekonomik bir hayvan derecesine indirgemez ve onun kainatın yaratıcısı ile olan bağını koparma yoluna başvurmaz. insanın allah ile olan ruhsal ilişkisini kesintiye uğratmaz. tevhid, insanda değerin asaleti yerine kazanç ve çıkarın asaletini oturtmaz. tevhid, tabiatta ebedilik arayan olgunluk estetik ve hakikat aşığı "tanrı-benzeri" insanın hayvan gibi salt tüketim ve güç peşinde koşuşturan bir seviyeye inmesine müsaade etmez. tevhid insana kör bir makina; hedefsiz, amaçsız, dağınık, tesadüfi ve saçma hareketler toplamı olarak bakmaz. insana irade, hedef, bilinç, bilgi, mantık ve yaratıcılık sahibi, düşünür, bilgin, kemale doğru hareket eden, güzellik ve duyarlılık sahibi bir varlık olarak bakar. tevhid, toplumu ölü ve sahipsiz elemanlardan değil, bilakis diri, bilgili, bilinçli, ve kalp sahibi öğelerden ibaret bilir. güzel ruh dalgaları karşısındaki sevgiyi hissettirerek kuvvetlendirir. kainatta, hiçbir zerrenin hareketinin sonuçsuz, boşuna ve tesadüfi olmadığı gerçeğini de öğretir." Ali Şeriati [ali şeraiti: aslen iranlıdır ve horasanda doğmuştur. iran devriminin sosyal aktorlerinden biri olarak kabul edilir. sosyolog kişiliği ve halife dönemine dair yaklaşımları benzeri olmayan gerçekçi bir sadelik ve doğrulukta olduğundan her zaman tehlikeli addedilmiştir. bugün bile hala bir çok insan ali şeriati okumaktan korkar. cezayir ve mısırda verdiği konferanslar onu ölümsüzleştirecek fikir yapısını ortadoğuya yaymıştır. 44 yaşında zehirlenerek öldürülmesine rağmen -bıraktıkları/yaşadığı hayatı- oranı oldukça yüksektir. saadet devri ve islami fetihlerin sorgulanması, halife seçimlerindeki yanlışlıkları ve bu süreçteki ilk başkaldırı örneği veren ebu zerr el gifari yi anlattığı eser okunmaya değerdir. fikirlerinin olgunlaşması çektiği acılara ve yattığı hapis cezalarına bile bağdaştırılabilir ki iranda 1962 yılında yakalanmasından sonra 17 ay hücrede yatmıştır.] ekşi)

246
1845 yılında Salonlarda Baudelaire modernliğe “yeninin olayı” adını veriyordu. ve … çizginin dışında figürasyonun yok olmaya başladığı resimleriyle Delacroix’yı buluyordu… 

247
...”uçucu olan” ile “ebedi” olanın bireşiminden çıkmaktadır modernlik … evrensel ve tikel’in beraberliğidir.

248
1846 salonları…

254
figüral figür ve kavram arasındaki ayrımların dışında flu bir bütünlüğü vücuda getirme potansiyelini içinde taşımaktadır. … nooloji: düşüncelerin imgeleri

256
Osmanlı’ya gönderme illa bir Osmanlılık ilahiliğinden geçememektedir. Eleştirel tavır bunu zorunlu kılmaktadır.

259
Liberal sanatlarda dilde Karolenj döneminde yapılan bu atılım (Hümanizma) İtalyan Rönesansını hazırlarken ortaçağ süsleme sanatı, mimarinin görünür bir şekilde önem kazanması, katedraller, bazilikalar, manastırlar, bunların bronz kapıları ve tüm bir artizanal sanat yerini yavaş yavaş figürleşmeye doğru bırakmaktaydı. Daha bu dönemde bronz kapıların üzerine sanatçılar figürleri yerleştirmeye başlamışlardı. En önemlisi de belki kamu mekanlarına konulmaya başlanan heykeller oldu.

261
Rothman’ın adlandırdığı gibi “Kurşun yılları”nın ardından gelen ve Türkiye’yi dış pazarla buluşturmayı amaçlayan; bunun için de sendikaların ve her türlü örgütlenmenin yasaklandığı 12 Eylül darbesi siyasi yaşamı askıya aldığından, Türk solu kendisini mikro mücadele biçimleri içinde bulurken, aynı zamanda da liberalizm’i keşfetmekteydi.

263
(Türkiye’de ekoloji ile ilgili ilk protesto gösterileri) 1975, Samsun Bakır Fabrikası ve İzmit Körfezi; 1984, Gökova Körfezi: Dalyan İztuzu’na yapılması düşünülen bir turizm kompleksinin, deniz kaplumbağalarına vereceği zarar.

268
(MSÜ Temel Sanat Eğt.) Sanat fakültelerinde gitgide daha fazla yer almaya başlayan sosyal bilimlerin yeri, gençlerin felsefe ve refleksiyon üzerine kurulu düşünce biçimlerine olan ihtiyacı…

269
sanatçı adayları

274
(Alternatif Sanat Eğitiminde İkilem)
Günümüzdeki sanat eğitimini ele aldığımızda, geleneksel bir eğitim sisteminin YÖK’e bağlı Üniversiteler yasası altında ele alındığını görmekteyiz. … Disiplinler kendi içlerine kapalı bir şekilde mi süregitmelidir yoksa disiplinler-arasılık mı ön plana çıkarılmalıdır?

276
kuramsal dersler eğitim içinde yeterince ciddiye alınmıyor.

277
(Kuramsal derslere ağırlık verilirse) Sanatçı sanatını yapar, eleştirmen yazısını yazar, küratör sergisini düzenler şeklindeki “parçalı bir iş bölümü”, yani fordist ve organik topluma değgin bir iş bölümünden kurtulmuş olurduk. … iş bölümünün yerine esneklik yer edindiğinde, aynı esnek eğitimi niye sanat atölyelerinde veya okullarında görmeyelim? (Güzel sanatlar fakültelerinin saklandığı, mevcut durumda korunduğu ve dışarıdan sızabilecek her tür farklılığın yasaklandığı, hani bir tür ‘kapatma’ gibi davranıldığı iddiası…)

281
Deleuze’ün düşüncesine göre yeni ifade biçimleri içinde form gitgide hıza maruz kalmak zorunda kalıyor. Hız bilimcisi (dromoloji) olarak bilinen Paul Virilio’nun “yokolmanın estetiği” adını verdiği ve formları hıza maruz bırakan bu estetik aynı zamanda felsefi olarak özneyi de yeğinliklere veya etkilere maruz bırakmakta: Bu görüş içinde mekanın kendisi bir beden olarak, hatta Artaud’nun kavramıyla “organsız beden” olarak ele alınmakta.

283
Bir azınlık bilimi olan Madencilik Çingenelerin işiydi: Madenci zanaatçi seyyardı. Ve sanatın bedenini oluştururdu. ... Göçebe olmalarıyla yerleşik değerlerden bir kaçış çizgisi oluştururlar: 21. yüzyılın kapitalizminin mimarisinin gerçekleştirmek yersizyurtsuzlaştırılmış çizgileri gün ışığına çıkarmaktan geçmektedir.

... Toni Negri'nin Paris'teki Sentier mahallesi için yapmış olduğu sosyolojik çalışma... Ekonomi, siyaset, ekoloji ve mimari yan yana yatay bir şekilde birbirlerini esmekte ve katetmektedir.

284
Bu mekansallaştırma içinde her şeyin işlevi her an değişikliğe uğramaktadır… İşlevi ise bir sahtelikten başka bir şey değildir zaten; sadece insanları denetim altına almaya yarar: Haussman’ı düşünelim; çünkü bazen kahvede uyumak, sinemada çalışmak, atölyede eğlenmek çok keyifli olabilir. İşlevsizleştirmek moleküler mekanı yeniden kurmaktır.



.
.
.
.