09 Aralık 2013

Ahmet Hamdi Tanpınar - Beş Şehir

.
.

.
.



Beş Şehir (1946)

Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergah Yay. 1992 İstanbul


Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)



1943   Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi'nin Rüyaları (hikaye) 1943
1946   Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (deneme) 1946 (Dergâh Yay. 2004)
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (monografi) 1949
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (roman) 1949 (Dergâh Yay. 2004)
1955   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru (hikaye) 1955
1961   Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler 1961
1962   Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (roman) 1962 (Dergâh Yay. 2004)
1967   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal (deneme) 1967
1969   Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (deneme) 1969
1970   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi (deneme) 1970
1973   Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (roman) 1973
1975   Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste (roman) 1975 (Dergâh Yay. 2003)
1976   Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri 1976 (YKY 1999)
1983   Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikayeler (1983) (Dergah 2002)
1986   Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (roman) d1986



Önsöz

7
Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır (özlem). … vatanın manevi çehresi olan kültürümüz…

Bizden evvelki nesiller gibi bizim neslimiz de, bu değerlere, şimdi medeniyet değişmesi dediğimiz, bütün yaşama ümitlerimizin bağlı olduğu uzun ve sarsıcı tecrübenin bizi getirdiği sert dönemeçlerden baktı. Yüzeli senedir hep onun uçurumlarına sarktık. Onun dirseklerinden arkada bıraktığımız yolu ve uzakta zahmetimize gülen vaitli (vaid: İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kati hadiseleri haber vererek korkutmak) manzarayı seyrettik.

Gideceğimiz yolu hepimiz biliyoruz. Fakat yol uzadıkça ayrıldığımız âlem, bizi her günden biraz daha meşgul ediyor. Şimdi onu, hüviyetimizde gittikçe büyüyen bir boşluk gibi duyuyoruz, biraz sonra, bir köşede bırakıvermek için sabırsızlandığımız ağır bir yük oluyor. İrademizin en sağlam olduğu anlarda bile, içimizde hiç olmazsa bir sızı ve bazen de, bir vicdan azabı gibi konuşuyor.

Sade millet ve cemiyetlerin değil, şahsiyetin de asıl mâna ve hüviyetini, çekirdeğini tarihîlik denen şeyin yaptığı düşünülürse, bu iç didişme hiç te yadırganmaz. Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her ân hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.

… biz neydik, neyiz ve nereye gidiyoruz?...

Hiç unutmam: Uludağ’da bir sabah saatinde, dinlediğim çoban kavalına birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığını gördüğüm ânda, gözlerimden sanki bir perde sıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilmezdim. Manzara hakikaten güzel ve dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının his tarihi yazılır ve hayatımız bu zaviyeden (anlayış, görüş) gerçek bir sorgunun süzgecinden geçirilirse, moda sandığımız birçok şeylerin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır.

9
Tarihçilerimiz Selçuk ile Osmanlı arasındaki farkı, bir hanedan değişmesinde görmekte fazla ısrar eder gibidirler. Biz ise, bu farkın muaşeretten (birbiriyle toplumsal ilişkiler içinde bulunma), üsluba, insan ve zevke kadar derinleştiğine inanıyoruz. Selçukla Osmanlı, biri öbüründe az çok devam eden iki ayrı âlem, yahut daha iyisi, büyük mânasında iki ayrı üslûptur. … Biz bugün Selçuk’u, geçen asrın başlarında Avrupa’nın Gotik veya Romen sanatlarını yeniden keşfetmesi gibi keşfetmiş bulunuyoruz. Onu görebilmemiz için Osmanlı’nın içinden çıkmamız lâzım geliyordu.

Okuyucu, “Beş Şehir”de buna benzer birçok tekliflere veya cesaretlere rastlayacaktır.

Her düşünen insanımız gibi, ben de hayatımızın değişmesi için sabırsızım. Daima hayranı bılunduğum yabancı bir romancının hemen hemen aynı şartlar içinde söylediği gibi “eski bir garpçıyım”. Fakat canlı hayata, yaşayan ve duyan insana, cansız madde karşısındaki bir mühendis gibi değil, bir kalb adamı olarak yaklaşmayı istedim. Zaten başka türlüsü de elimden gelmez. Ancak sevdiğimiz şeyler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak bizimle beraber yaşarlar.

Ankara, 25 Eylül 1960


İstanbul

14
Bu müslüman adam (babası), kadere yalnız İstanbul'dan uzakta ölmek endişesiyle isyan ederdi. Böyle bir ahret uykusunda yabancı makamlarla okunan Kur'an seslerine varıncaya kadar bir yığın hoşlanmadığı, hatta haksız bulduğu şey karışırdı.

15
Bizim nesil için İstanbul, dedelerimiz hatta babalarımız için olduğundan çok ayrı bir şeydir. O muhayyilemize sırmalı, altın işlemeli hil'atlere (kaftan) bürünerek gelmiyor, ne de din çerçevesinden onu görüyoruz.

dâüssıla: yurt özlemi; ihsas: sezdirme; munis: cana yakın; yeis: karamsarlık, üzüntü

16
Beyoğlu, hamlesi yarıyolda kalmış Paris taklidiyle hayatımızın yoksulluğunu hatırlatırken; ...

18
Yazık ki bu şiir dünyası artık hayatımızda eskisi gibi hakim değildir. Onu şimdi daha ziyade yabancı daüssılalar idare ediyor. Paris, Holivud, -hattâ dünkü Peşte ve Bükreş- İstanbul'un ışıklarını içimizde her gün biraz daha kıstılar. Ne çıkar İstanbul semtleri bütün vatan gibi orada duruyor; büyük mazi gülü bir gün bizi elbette çağıracak.

19
Meşrutiyet inkılabı, üç büyük muharebe, birbiri üstüne  bir yığın küçük, büyük yangın, mali buhranlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüz yıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir medeniyeti nihayet 1923'te olduğu gibi kabullenmemiz onun eski hüviyetini tamamıyle giderdi.

müstebit: despot, zorba; riyazet ve takvâ: nefsine hakim olma ve günahlardan uzak durma; müstehlik ve müstahsil: tüketici ve üretici

22
(eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin...) Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk müessesesi, bu iki mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında döndüren bir iktisadi şartla bütünü vardı.

müsavat: eşitlik

23
Evet, bizim küçüklüğümüzün şarkı biraz da dışarıda, yerli simsarların işaretiyle toptan yapılırdı. Bizim çocukluğumuzdan çok evvel de bu böyle idi. Fakat böyle de olsa, içine girdiği terkip o kadar enfüsi (öznel) bir âlemdi ki, farkedilmezdi. Büyük orkestranın içinde münferit sazlar kendiliklerinden kaybolurdu. Çünkü asıl yayı çeken ve âhengi gösteren şeyler bizimdi. Bunlar şehrin kendisi, bizim olan mimarlık, bizim olan musiki ve hayat, nihayet hepsinin üzerinde dalgalanan hepsini kendi içine alan, kendimize mahsus duygulanmaları, hüzünleri, neşeleriyle, hayalleriyle sadece bizim olan zaman ile takvimdi.

rahmani: tanrısal;
tevekkül: herhangi bir işte elinden geleni yapıp daha sonrasını allaha bırakma.
vehim: kuruntu

25
Geceleyin geçen bir satıcı sesi bugünün çocuğuna hangi ürpermeyi verebilir? Üst kattaki gramafonla yan taraftaki radyo arasında bir uğultu değirmenine dönen bugünün kafası için bir satıcı sesinin değeri ancak satılan şeyle ölçülebilir.

26
Tanbûrî Cemil'in Ninni'sini bir musikî şaheseri saymak epeyce güçtür. Fakat o plağı bulursanız iyi dinleyin. İktisadî denkliliği bozulmuş, mihrabı çökmeğe yüz tutmuş, gururunu yapan geleneklerin duvarı çatlamış bir topluluğun iç benliğini en canlı yerinde verir. Tanbur, san'atın hududuna girmeyen bir taklitle de olsa bütün havayı nakleder. Şüphesiz eski İstanbul sadece bu hüzün, bu hislilik değildi, sanıldığından çok fazla eğleniyordu. Belki de bu ninni, Hüseyin Rahmi'nin hayatımızın her safhasını alaya alan romanları gibi biraz da eğlenmek için yapılmıştı. Bununla beraber, bu fakirler cemiyetinde, saadeti bir ruh muvazenesinde arayan saf ve ahenkli insanların hayatında, her şeyin peşine bu gölge iyiden iyiye takılmaya başlamıştı. Doğrusu istenirse bu hüzün biraz da kendiliğinden gelen bir şeydi. Tıpkı boş bir tiyatro sahnesinde seyredilen bir akşam saati gibi hayatın bazı unsurlarından doğuyordu. Petrol lambası, hava gazı ile yarı aydınlanan sokak, dilenci sesleri, bekçi sopası, yangın korkusu, acı vapur düdükleri, fazla dindar hayatın verdiği o garip psikozlar adeta matematik şekilde onu hazırlayıp besliyordu. Fakat ne de olsa vardı ve etrafımızdaki havayı elle dokunulacak şekilde kesifleştiriyordu. Onu kaybettiğimiz zaman kendimizi çıplak bulmamız, sarsılmamız da hayatımızda büyük bir yeri olduğunu gösterir.

Ahmed Rasim'in 1913 yılı Nevsal-i Millî'sinde çıkan Sokaklarda Geceler adlı küçük yazısını hatırlar mısınız? İstanbul gecelerinin bütün büyüsü, yerli hayatın biçareliği ile beraber, bu yazıdadır. Artık kaybolan yahut kalıntı hayatını yaşayan İstanbul mahallesi orada sanki kendi uykusunda sayıklar.

mersiye: ağıt; insiyâk: içgüdü; itiyat: alışkanlık

28
Sinemanın zevkimizi dışarıdan idare ettiği devirde yaşıyoruz. Karanlıkta toplanıyoruz. Honolulu'da, mehtaplı gecede güzel çamaşırcı kızına fevkalade zeki, cüretle ve fedakar demir kralının oğlunun söylediği gitaralı şarkıları, ertesi sabah Boğaz kıyılarında mağaza çıraklarının ıslığından dinleyeceğimiz gülünç ulumaları dinliyor, kadının tuvaletine, erkeğin perendelerine, hülasa bir yığın ahmaklığa hayran oluyoruz.

sümbülî: yağmur yağdırmayan koyu renkli bulutlarla örtülü hava

30
Eski İstanbul bayramları çok başka türlü idi. Bayram sabahı güneş bile başka türlü, adeta ruhanî doğardı. Çünkü eski hayatımızda takvim semavî bir şeydi.

Hayır, İstanbul'a yeni hayat, yeni bayram, yeni eğlence şekli, yeni zaman lazım. İstanbul artık bundan böyle ekmeğini çalışarak kazanan bir şehirdir. Her şeyi ona göre düzenlenmelidir.

31
... İstanbul sadece âbide ve âbidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir. Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder. ... Yedi tepe, iki, hattâ Haliç'le üç deniz, bir yığın perspektiv imkânı ve nihayet daima lodosla poyraz arasında kalmasından gelen bir yığın ışık oyunu bu eserleri her an birbirinden çok başka, çok değişik şekillerde karşımıza çıkartır.

32
O, aydınlığın daima zengin rüyası, saatlerin sazıdır. Eski ustalarımızın asıl başarısı tabiatla bu işbirliğini sağlamalarındadır. Pek az mimaride taş mekanik rolünü, şekiller sabit hüviyetlerini İstanbul camileri kadar unutur, pek az mimari kendisini ışığın cilvelerine İstanbul mimarisinde olduğu kadar hazla, onun tarafından her an yeni baştan yaratılmak için teslim eder.

Bir katedralin heykel kalabalığını mimarî tesirle karıştıranlar, istedikleri kadar başka sanatları övsünler; benim hayranlığım, çıplak bir insan vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan âbidelerin yapıcılarına, ruhlarındaki ilahi nispet sezişiyle duayı zakânın bir tebessümü haline getiren, duygusuz maddeyi güneşin adına söylenmiş bir kaside yapan mimarlarımıza, çoğunun adını unuttuğumuz ve hayatımızda hüküm süren gömlek değiştirme telaşı içinde eserlerine bir kere olsun dönüp bakmadığımız, hattâ sabırla, imanla, karış karış işledikleri şehrin hangi köşesinde, hangi devrilmiş servinin altında yattıklarını bilmediğimiz o derviş feragatli ustalara gider.

33
Onlar İstanbul'u iyi bir elmas yontucusunun eline geçmiş bir mücevher gibi işlediler. Niçin övünmeyelim? Dışından ve içinden camilerimiz kadar mimari eseri azdır.

Şüphesiz bu bir günde olmadı. Bu incinin böyle sade kendi ışık külçesi olarak teşekkül edebilmesi için ilkin Selçuk sedefinin yüzyıllarca bir yığın mazi mirası ve yerli anane üzerine kapanması, sonra İznik'le Bursa'nın imbiklerinden geçmesi, kabuklarını yavaş yavaş atması; Nilüfer imaretinde, Yıldırım'da, Yeşil'de, Edirne'deki Üç Şerefeli'de sağlamlığını denemesi lâzım geldi.

kayser: roma, bizans, alman imparatorlarına verilen unvan; fecir: tan vakti;
payıtaht: başkent

Gerçek Bizans saltanatı Fatih ile Beyazid külliyelerinin, İstanbul'un iki tepesine bir fecirden ardı ardına boşanmış güvercin sürüleri gibi beyaz ve yumuşak kondukları zaman yıkılır. Üçüncü tepeyi onlardan hemen biraz sonra gelen Sultan Selim'in çok usta ve rahat plâstiği fetheder.

34
Kanunî'nin tahta çıktığı senelerde ise İstanbul cami, han, hamam, medrese, büyük saray, evliya türbeleri ve çeşmeleriyle tam bir Türk şehriydi.

tenazur: bakışım

36
(Sinan zamanı) Koca imparatorluğun her tarafında beyaz taş yontuluyor, büyük kazanlarda kubbeler için kurşun eritiliyor, yarı simyager, yarı evliya kılıklı ustaların, başında bekledikleri çini fırınlarında nar çiçeklerinin, karanfillerin, badem, erik çiçeklerinin bir daha solmayacak baharları; tevhitlerin inancı, fetih ayetlerinin müjdesiyle beraber ağır ağır pişiyor; küçük, izbe dükkanlarda, yassı tunç tokmakların altında medreselerin, şifahanelerin, kervansarayların, hanların, büyük sarayların, sebil ve çeşmelerin saçakları, kitabeleri, yaldız süsleri için altın, dövüle dövüle kelebek kanatları kadar ince, menevişli yapraklar haline getiriliyordu.

Çok defa düşünürüm: Bakî ile Sinan acaba dost oldular mı? Süleymaniye'nin yapıldığı yıllarda Bakî yirmi beşle otuz arasında genç bir molla idi. Bir yıl kadar da Süleymaniye binalarının inşasına nezaret etmişti. Kimbilir, belki de Türkçe'yi o kadar kudretle bükmesini burada, nizamını yakından bilmediği bu sanatın göz önünde, çıldırtıcı bir sağlamlıkla yükselişini göre göre öğrenmişti.

37
Belki de bütün imparatorluğun gururu olan mimara koşmuş, ellerine sarılmış:
"- İlahi Sinan! Ey susan taşın ve konuşan hacimlerin şairi; ey maddenin uykusuna kendi nabzının ahengini hepimizin imanıyle beraber geçiren! Aydınlığı en bilgili terkiplerde eritilmiş madenler gibi yumuşatıp ondan zaferlerimize hil'atler biçen! Sen bu şehre bütün dünyanın kıskanacağı bir cami yapmakla kalmadın; insan düşüncesinin erişilmesi güç hadlerinden birini tespit ettin." demiştir. Hayır, elbette ki Bakî böyle şişkin, böyle taklit dille konuşmazdı; ona daha basit, çok basit ve çok güzel, bir duaya benzer şeyler söylemiştir.

38
Sinan bir anneyi tek başına tüketen, kendinden sonra gelenlere pek az bir şey bırakan sanatkârlardandır.

İstanbul'da kalanların işi daha güçtü. Her nisbeti ayrı ayrı deneyen ve en müşkül tertipleri ezberlenmiş bir şey gibi icat eden, aradığını kendinde bulan bu devden sonra şahsi olabilmek için ya geleneği kırıp yeni yollar aramak yahut da çok sabırla çalışmak lazımdı. Millî hayatın kıvamını bulduğu, hudutlara varıncaya kadar her şeyin yerli yerine oturduğu XVII. asırda birincisine, hele cami gibi dinî eserlerde imkân yoktu.

... bu hayatın arkasında öyle şuurlu ruh yaşıyordu ki bu terkipte en küçük bir çatlağa hiç kimse razı olamazdı. Dışardan gelecek bir tesire sade Garp için değil, şark için de kapalıydık. İskolastik tahsile, dini tesirlere rağmen Arap zevki imparatorluğa girememişti.

39
Sinan'dan sonra Türk mimarlığının meşalesini eline alan Sedefkâr Mehmet Usta'nın bazı nisbet değişikliklerine bakarak ondan tamamıyla ayrıldığını iddia edemeyiz. Çünkü Sultan Ahmed'in hususiyetini veren dört yarım kubbe üstünde yükselen orta kubbe fikri, Şehzade camii ile Sinan'ındır. Her eserinde yeni şekiller aramaktan hoşlanan ve bazan bulduklarını âdeta kaydetmekle iktifa (yetinme) eden Sinan, bir daha ona dönmemişti. Sedefkâr Mehmet, ustasının buluşunu çok değiştirmiştir. Bu değişikliklerin başında dışardan binaya kademe kademe yontulmuş bir dağ manzarası veren küçük yarım kubbeler manzumesi vardır.

Şehzadede görülen ayna duvarlarının çoğu burada ehramı ritmik bir şekilde tamamlayan kasnaklar olur. Bu itibarla Sedefkâr Mehmed mimarlığımızın en büyük virtüozudur, denilebilir. Camiin içinde de aynı şey vardır. İstediği genişliği elde edebilmek için mimar adeta binayı içten boşaltır!

Sultan Ahmed'in içi bütün bir mavi bahar rüyasıdır. Pek az mimarî, ışığı bu kadar lezzetle dokur.

40
Sultan Ahmed'den bahsederken çinilerin güzelliğini överler. Ben onlara ayrı ayrı dikkat edilmesi taraftarı değilim. Bütünün mekanik tarafı, süsün iptidailiği ile beraber derhal meydana çıkıyor. Bu çinilerin, nevinin en güzeli olduğu muhakkaktır. Fakat çininin kendisi, mimarî gibi üstün sanatın yanıbaşında övülecek şey değildir.

45
İstanbul, büyük mimarî eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehridir. Hatta iç İstanbul'u onlarda aramalıdır. Büyük eserler ona uzaktan görülen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi izleyerek portrenin içini dolduran, büyük tecridin (allaha sığınma) kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik hal ile, yaşanmış hayat izleriyle tamamlayan eserlerdir.

... küçük camiler, medreseler, çeşmeler, çeşme aynası, kapı çerçevesi, duvar, türbe, mezarlık...

47
Biz şimdi fetih tarihini garplılardan okuyor, Fatih'in hayatındaki aksaklıkları tenkit ediyor; ilim, sosyoloji filan yapıyoruz. Eskiler işi büsbütün başka türlü görüyorlar, İstanbul'u fetheden millî hamleye ilahî bir mahiyet veriyorlar, bu işte hiçbir izafiliğe yanaşmıyorlardı.

51
Üsküdar'da Doğancıların biraz altındaki Aziz Mahmud Hüdaî külliyesi Tanzimat mimarisinin zevksizliğine en büyük misaldir.

tebcil: yüceltme, ululama; aksülamel: tepki, reaksiyon; confrérei: kardeşlik

56
İstanbul gittikçe ağaçsız alıyor. Bu hal, aramızdan şu veya bu âdetin, geleneğin kaybolmasına benzemez. Gelenekler, arkasından başkaları geldiği için giderler. Fakat asırlık bir ağacın gitmesi başka şeydir.

Bir ağacın ölümü, büyük bir mimari eserinin kaybı gibi bir şeydir.

şehnişin: cumba; sayvan: saçak

58
... yapmasını çok iyi bilen ve seven Şark muhafaza etmesini bilmez.

61
Her şehir üç, dört yüz senede bir değişir. Eğer medeniyet dönümleri için ortaya atılan nazariye doğru ise bu değişiklik beş asır içinde tam bir devir yapar ve eskiden pek az şey kalır. Bu itibarla bütün hâtıraların tam muhafazası imkânsızdır. Fakat biz en yakın zamanları da aynı şekilde kaybettik.

64
Biri kendi mahallemde olmak üzere ben de birkaç yangın gördüm. İşin içindeki trajik tarafı düşünmeden konuşmak imkânı varsa başta Neron olmak üzere bütün bu acaip zevkin amatörlerini pek de haksız bulmadım diyebilirim.

65
Eski İstanbul nasıl bir tarafı ile yeniçeri ise Tanzimat'tan sonraki İstanbul'un bütün bir tarafı da az çok külhanbey idi. ... Ebuzziya'nın Yeni Osmanlılar'ı ... Tulumbacılık bir bakıma sporsuz İstanbul'un tek sporuydu. Daima harekete hazır civa gibi insanlardı ve bilhassa birbirlerine karşı son derece vefalıydılar.

68
Tanzimat'tan sonra insanla beraber kahve zevki de değişti. Viyana ve Paris usulü, duvarları aynalarla süslü, sandalye ve masalı kahveler açıldı ve bugün o kadar zevkle dinlediğimiz Kâtibim türküsünde kolalı gömleği ve setresiyle alay edilen İstanbul beyleri bu kahvelerde toplanmağa başladılar. Aziz devrinde birdenbire yayılan gazete zevki yüzünden bu kahvelerin bir kısmı kıraathane adını aldılar.

69
Hayalî Salim son büyük Karagözcülerdendir. Hattâ bir aralık Karagöz oyununa tıpkı tiyatro perdesi gibi bir perde ilâve ederek oyunu yenileştirmeğe çalışmıştı.

Çayhaneler üçüncü bir sınıf teşkil ediyordu. Ve bilhassa Şehzadebaşı'nda idiler. Buralarda çayı hususî bir zevk haline getiren tiryakiler toplanıyordu.

70
Gautier Türk kadınlarından bahsederken zannedildiği kadar hürriyetsiz olmadıklarını, yanlarında harem ağaları bulunmak şartıyla gezmekte serbest olduklarını... söyler.

72
Dergâh'a yazdığı makalelerle mecmuanın millî havasına Bergson'dan gelen çok özlü bir derûnilik katan Mustafa Şekip Tunç...

73
... aşırı milliyetçi...

Fakat Yahya Kemal'in konuşması ve kahkahalarımız kızışınca halka genişler, bütün bir yanı alırdık. Bilardo ıstakalarının gürültüsü, tavla şakırtıları, garson çığlıkları arasında, Anadolu'da olup bitenlerin verdiği hava içinde şiirden bahseder, projeler kurar, gazetelerden geç vakit dönen arkadaşlarımızdan İnönü ve Sakarya muharebelerinin en son havadislerini alırdık.

76
... Beyoğlu çıkışlarımızda daha ziyade yeni açılan Rus lokantaları bizi çekerdi.

Nedense bu beyaz Rus muhacirlerinin İstanbul hayatındaki tesirinden hiç bahsedilmedi. Halbuki Tanzimat'ın başında Fransız ve bilhassa İtalyan tesiri ne ise -Fransız tesiri Büyük İhtilalin neticesi olan akında başlar- bu beyaz Rusların tesiri de odur. Kadın kıyafetinden, lokanta ve bardan plajlara kadar birçok modayı onlar getirdiler.

Hiçbir zaman İstanbul bu kadar bahtsız, sınıflar muvazenesini alt üst edecek derecede paralı ve eğlenceli olmamıştı.

77
Radyonun yayılması, musikî takımlarını kahvelerden kovdu.

Ve Beyoğlu, şehrin hayatına yapıcı ve yıkıcı çehreleriyle girer. Tiyatrosu ile birden bire parlayan semt, Abdülâziz devrinde büyük otellerin, mağazaların, zenginler için kibar Avrupa terzilerinin, fakirler için hazır elbise mağazalarının ve her sınıf halk için Paris ve Avrupa ithalâtı bir yığın eğlencenin, alafranga konserlerin, şöhretsiz muganniye ve rakkaselerin göz alıcı köşesi olur.

79
Abdülâziz devrinden itibaren İstanbul hayatında hiçbir istikrar kalmamıştı. ... Transitini ve istihsalini kaybetmiş İstanbul, dünya piyasasını avucuna geçirmiş Paris'i taklit ettikçe istikbalini tehlikeye atıyordu. Ve Bender fabrikalarının lastik tekerlekli arabaları her dönüşünde asırlar görmüş imparatorluk mukadder âkıbetine biraz daha yaklaşıyordu.

80
Sanat için, insan için az çok doğru olan bir şey, niçin birkaç asrın yaşama üslûbuna, zevkine, sevme, duyma tarzlarına şahit olmuş, onları kendi imkânlarıyle beslemiş, hattâ idare etmiş bir manzara (Boğaziçi) için düşünülmesin?

84
(bir Yahudiyle yattığı söylenen kadının At Meydanı'nda recmedilmesi) Padişah bile görmeğe gider. Fakat her şey olup bittikten sonra şehirde aksülâmel başlar, taassup adamları bir daha kolay kolay istediklerini yapamazlar.

85
Yazık ki Venedik ve Napoli'den başka hiç bir memlekette rastlanmayan şekilde denizle böyle baş başa yaşamak imkânını veren Boğaziçi'nin açık bir tesirini edebiyatımızda görmek imkânsızdır. Nesrin ve resmin yokluğu, şiirin bir sanat oyunu oluşu yaşanmışı çok gerilere atar.

93
İbrahim Paşa imardan hoşlanıyordu. Yontulmuş mermer, yaldızlı kitabe, nakışlı saçak, güzel yazı hoşuna gidiyordu.

94
Hafız Post 1689'da, Itrî 1712'de ölür. ... Türk musikisinin hala tam bir diskoteği yapılamamış olması ne kadar hazindir.

97
Van Moor, Melling (ressamlar)

100
Şurası var ki tıpkı kendimiz gibi geçmiş zaman da, bizdeki aksiyle tekevvün (doğuş, oluş, oluşma) halindedir. Kâinatımızı nasıl kendi akislerimizle yaratırsak; maziyi de, düşüncelerimize, duygularımıza ve değer hükümlerimize göre yaratır, değiştiririz.

104
Fakat yanılmamalı, (musikimiz) Garp'ta yetişen eşitleri gibi o peyzajı ve hemen her söylemek istediğini, istediği gibi veremez. Eski musikimiz insan sesinin tabiî işaretiyle konuşur. Ne hususî lûgatı, ne de tam bir sentaksı vardır. Kudreti de, zaafı da buradadır. Hiçbir zaman kendi başına bir semboller dünyası olamamıştır. Üstün neşesi ve ... kudret, çığlığa bu kadar yakın bulunmasında, hattâ onun hudutları içinde kalmasındadır. Söyleyeceğini, insan sesinin billûruna geçirebildiği hallerde söyler.

110
Ne kadar çok hâtıra ve insan... İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir; ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum. ... Hattâ Kanunî'nin, Sokullu'nun İstanbul'unda bile on dakikadan fazla yaşayamam. ... Biz onun (Süleymaniye) güzelliğini dört asrın tecrübesiyle ve iki ayrı kıymetler dünyası arasında her gün biraz daha keskinleşen benliğimizle başka türlü zenginleşmiş olarak tadıyoruz. Yahya Kemal'siz, Mallarmé'siz, Debussy ve Proust'suz bir Süleymaniye veya Kanunî Mersiyesi, hattâ onlara o kadar yakın olan Neşâtî ve Nedim'in, Hafız Post ile Dede'nin arasından geçerek kendilerine varamayacağımız bir Sinan ve Bâki tahmin edebileceğimizden daha çok çıplaktır. ... bizim ancak batmakta olan bir güneşin son ışığına şahit olabildiğimiz yalılar, bugün ortada olsa idiler, belki kendimizi daha başka türlü zengin bulacaktık; fakat hiç bir zaman yokluklarının bizde uyandırdığı duyguyu tatmayacaktık; nesil ve zihniyet ayrılıkları yüzünden ancak bayramdan bayrama yüzlerini görmeğe razı olduğumuz ihtiyar akrabalar gibi zaman zaman yanlarına uğramakla kalacaktık. ... Hayır muhakkak ki bu şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.

112
En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız.


Bursa'da Zaman

113
Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen (belirli) bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştanbaşa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir.

"Osmanlı tarihinin dibacesi"
dibace: başlangıç, giriş

Gümüşlü
Türkçede Ş ve L harfleri daima en güzel terkipler yapar.

116
Geyikli Baba'ya gelince o Bursa fethini o kadar masallaştıran ve yeni Türk Devletinin kuruluşunu yeni bir dinin doğuşuna benzeten Horasan Erleri'ndendir.

119
... Anadolu'da ve Suriye taraflarında çok yaygın olan fütüvvet teşkilatı...  (Dini ve mesleki birlik, esnaf teşkilatı)

126
Şark için "ölümün sırrına sahiptir" derler. Fakat Şark milletleri içinde dahi ona bizi kadar hususi bir çehre veren, her türlü laübalilikten sakınmakla beraber, onu ehlileştiren, başka millet pek yoktur. Ve bunu ne kadar basit unsurlarla yaparız: sade mimarîli bir türbe çok defa tahtadan, sırasına göre oymalı ve zarif, bazen de düz ve basit bir sanduka, birkaç işlenmiş örtü veya düz yeşil çuha, bir kavuk, bir tuğ... İşte cedlerimize edebi hayatı tecessüm (boyut kazanma, cisimlenme) ettirmeğe yeten malzeme bundan ibarettir. Bu kadar fakir unsurlarla hazırlanan âbide de ferdi hayatı hatırlatan tek çizgi, isimden ibarettir.

127
(Yeşilcami) Andre Gidé bu cami için "zekânın kemal (kıymet, değer) halinde sıhhati" der.

128
(Balkan felaketinin o hazin arifesinde) André Gide böyle bir zamanda peyzajlarımızı (İstanbul) fakir ve neşesiz, sanatımızı derme çatma, insanımızı çirkin buldu. Takma bir "insanüstü" gözüyle etraftaki ıztıraba tiksine tiksine bakarak geçti. Bugünkü büyük felaketi idrâk eden Fransa'nın yarınki çocukları "La Marche Turque"ü okurken bu davranıştaki huşunetin (sertlik, kabalık, kırıcılık) ne kadar mânasız olduğunu çok iyi anlayacaklardır.

129
Eski Emir Sultan türbesi ve mescidi... Her sene bahar mevsiminde bu türbede büyük bir halk kütlesi toplanır, Erguvan Bayramı yaparlarmış. Bu erguvan sohbeti beni çok düşündürdü. Acaba eski dinlerden, bugün Bursa müzesinde küçük mezar heykellerini, yüzlerce kırık âbidesini gördüğümüz âkidelerden (akide: bir şeye inanarak bağlanmış) kalma bir şey mi? Yoksa sadece yeni fethedilmiş bir toprağı takdis için fâtih cedlerin icat ettikleri bir bayram mı? Nereden gelirse gelsin, bu Türk velisinin adı Bursa'da tarih boyunca devam eden ve "naturiste" (doğacı) bir ibadete çok benzeyen bir geleneğe karışıyor.

132
Tanzimat ve ona yaklaşan zaman şüphesiz ki geniş mânasında yapıcı bir devir olmuştur. Fakat sadece yapmakla kalmış, asıl yaratmağa gidememiştir. Bu ikisinin arasındaki farkı o zamanlardan kalma eserlerin hepsinde görmek mümkündür.

Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil'de dua eder, Muradiye'de düşünür ve Yıldırım'da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm (anlatma, ifade etme, güzel ve alçak sesle şarkı söyleme, şakıma) eder.

Ah, bu eski sanatkârlar ve onların dokundukları şeyi değiştiren, en eski bir unsurdan yepyeni bir âlem yapan sanat mucizeleri. Dedelerimiz bu mucize ile ve onun etrafına taşırdığı imanla Bursa'nın ve İstanbul'un çehresini değiştirdiler, onları yarım asır içinde halis Türk ve Müslüman yaptılar.

134
Aşk, sanat, arzu, zafer hepsi hasta nahvetimizin (gurur, azamet, büyüklenme) oyuncaklarından başka bir şey değildi ve hepsinin arkasında kaderin büyük çarkı işliyordu.

135
"Ne diye bunun böyle olmasından muzdaribim? diyordum. Niçin mutlaka hayatta bir devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibi olmalı? Bütün bunların lüzumu ne? Bütün pınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar? Lezzetle bitirdiğimiz her kadehin dibinde hep aynı ifrit (öfke), kül rengi hadekalarında (göz bebeği ile ilgili) hiç bir aydınlığın gülmediği kayıtsız, sabit gözlerle sarhoşluğumuza gülecek olduktan sonra... Ömrümüzü idare eden kudretler arzularımıza ne kadar uygun olurlarsa olsunlar, bizi ondan kurtaramazlar. Bütün hılkat, geniş ve eşsiz kudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur.

138
"En iyisi budur, diyorum; eşyayı bırakmalı güzelliğinin saltanatını içimizde kursun."

Geçmiş günlerimiz, hasretlerimiz, ıstıraplarımız, sevinçlerimiz, ümitlerimiz...


Konya

140
Dışardan bu kadar gizlenen Konya içinden de böyle kıskançtır. Sağlam ruhlu kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışardan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer.

enmûzec: örnek

144
Anadolu'nun politika ve kültür tarihinde daima mühim rol oynayan göçebeliğin, o kadar uzun sürmesinde Moğol istilâsı kadar olmamakla beraber bu ilk Haçlılar seferinin ve onun serpintilerinin ve 1176 tarihindeki üçüncü Haçlı seferinin de bir payı olsa gerekir.

148
Bu karışıklık içinde anarşinin tâ kendisi olan bir mistisizm alır yürür. Başlangıcından itibaren daima tasavvufa meyli olan, devletin resmî dinine rağmen bir türlü tam mânasıyle sünnî Müslümanlıkla yetinemeyen ve Şamanizm kalıntısı akideleri Müslüman dini ile ancak bu çerçeveler içinde birleştiren Anadolu'da Alevî akidelerle beraber Hayderîlik, Kalenderîlik gibi melâmî (çekiştirilmiş) tarikatleri çoğalır. İslâm âlemi için o kadar tehlikeli olan ve siyasi istikrara tesir eden Mehdî inancı kökleşir.

155
Ritm araştırması ve onun iki yanındaki duvarlarda veya çeşmelerde az çok tekrar eden büyük kapı bütünleri Selçuk ustalarındaki kitle fikri ile teferruat zevkinin birbiriyle nasıl bir yarışa girdiğini gösterir. Hakikatte Selçuk mimarîsi çok defa dince yasak olan heykelin peşinde gibidir. Bu binaların cephelerinde durmadan onun tesirlerini arar. Mektepten mektebe küçük madalyonlar, şemseler (işlenen veya çizilen güneş biçiminde süs), yıldızlar, kornişler, su yolları ve asıl kapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayan istalaktitler (sarkıt), iki yana fener gibi asılmış oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri, firizler ve kordonlar, arabesk levhalar bu cephelerde bazan yazıya pek az yer bırakır, bazan da onu ancak seçilebilecek bir oyun haline getirir.

Sahip Ata'nın yaptırdığı İnce Minareli'nin cephesi tiftikten dokunmuş büyük bir sultan çadırına benzer.

158
Kimdir bu Şems? Nasıl adamdı? Hangi hikmetlerle konuşuyordu? Mevlana'ya bütün devrinde o kadar yayılmış olan vahdet-i vücut felsefesi dışında ne öğretmişti?

159
menâkıp kitapları (menkıbeler, övgüye değer özellikler, faziletler)

160
Mevlana şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark'ın en büyük şairlerinden biridir. Nasıl Garp Ortaçağı, bütün azap korkusu, içtimaî düzen veya düzensizliği ile, rahmaniyet iştiyakı (özlemi) ve adalet susuzluğu ile Dante'nin eserinde toplanırsa, Müslüman Şark'ta bütün varlık hikmeti, Hakla Hak olmak ihtirası ve cezbesiyle (coşku) Divan-ı Kebir'dedir. Divan-ı Kebir, insan talihinin şartlarını bir türlü kabul edemeyen ihtiyar Asya'nın ebedilik iştiyakıdır.

Şüphesiz bütün bunlar İslâm dünyası için yeni şeyler değildi. Hallaç'tan beri tasavvuf, İslâm şiirinin ve hayatının bütün bir tarafı olmuştu. Fakat Mevlana'nın konuşma şekli başka idi.

161
Gel gel kim olursan gel
Kâfir de olsan Yahudi veya putperest de olsan gel
Dergâhımız ümitsizliğin dergâhı değildir
Yüz defa tövbeni bozmuş olsan yine gel.

Moğol tahsildarlarının korkusu ile kovuklarda, mağaralarda yaşayan, o müthiş 699 yılı kıtlığında kemirecek ot bulamayan, zulmün, vebanın, her türlü felaketin harap ettiği Anadolu üzerinde bu ses bir bahar rüzgârı gibi dalgalanır.

İlk cevap, Sakarya'nın sarı çamurlu kıyılarından geldi. Yunus'un sesi büyük orkestra eserlerinde birdenbire uyanan kuru, fakat tek başına yüklendiği bahar ve puslu manzara ile zengin bir fülüt sesine benzer. Şüphesiz o da Mevlânâ'nın söylediği şeyleri söylüyordu. O da aşk adamı idi. Hatta sözü daha ziyade ondan almıştı. Fakat aletle sanki motif değişmişti...

163
Mevlânâ'nın vahdet-i vücut felsefesi bu kadar kısa değildir. ... Mesnevî

164
Şeb-i lâhûtda manzûme-i ecrâm gibi
Lâfz-ı bişnevle doğan debdebe-i mânayız
Yahya Kemal

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin
Galib

165
Mevlevî âyini
Mukaddesin ıklimini zaptetmiş, orada hilkatin sırrını tekrarlayan bir bale. Yazık ki Degas cinsinden bir ressamı çıkmadı.

168
Hayır, Anadolu'nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.


Erzurum

171
Bu, bilgiden ziyade dine benzeyen bir coğrafya idi. Bütün akarsulara, dağlara canlı, ebedî varlıklar gibi vakardı. (ağırbaşlı)

177
1855'te yüz binden fazla nüfuslu bir şehir olan Erzurum, bu gelişmesini bir iktisadi denklik üzerine kurmuştu. İran, ithalât ve ihracatının yarıdan fazlasını Trabzon-Tebriz kervan yoluyle yapıyordu. İşte bu kervan yolu, Erzurum'u asırlar içinde, eşrafıyle (ileri gelenler), âyanıyle (Osmanlıda Âyan Meclisi azası, senato üyesi), ulemasıyle (alimler), esnafıyle tam bir şark ortaçağ şehri olarak kurmuştu. Bu transit yolunda her yıl otuz bin deve ve belki iki misli katır işliyordu. Bunlar ... kumanyasını daima Erzurum'dan tedarik ediyor, hayvanını nallatıyor, at eğeri, yük semeri, nal, gem, ağızlık, hülasa her türlü eksiğini orada tamamlıyordu.

178
1914'de, iki şey, Umumî Harp ve yeni zamanlar, bir arada gelmişti. Cevat Dursunoğlu'na, yeni transit yolu açıldığı zaman fırıncı Hasan adında bir Erzurum'lu şöyle demiş:
  - Efendi, eskiden kervan gelir, bütün kumanyasını burada düzer, şehre para dolardı. Şimdi yirmi katırın yükünü birden alan kamyon, sabahleyin Trabzon'dan kalkıyor akşama buraya geliyor. Şoför, İnhisar'dan aldığı kırkdokuzluk bir rakı şişesini duvarda kırıp içiyor, yoluna devam ediyor...

179
Defterdar Mehmed Paşa ile Erzurum'a gelen ve orada Gümrük katipliği yapan Evliya Çelebi, şehrin kapılarından bahsederken, yabancı tüccarların Gürcü kapısında oturduklarını söyler.
"Hakîrin kâtibi bulunduğum gümrük bundadır. Dört çevresinde Arap, Acem, Hint, Sint, Hatay, Hoten bezirgânlarının haneleri de vardır. İstanbul ve İzmir gümrüğünden sonra en işlek gümrük bu Erzurum gümrüğüdür. Zira tüccarına adalet ederler."

181
Ulemadan sonra, başlarında Dabaklar şeyhi bulunan ve şehrin asıl belkemiği olan esnaf gelirdi. Dabaklar şeyhi, icabında hükûmet nüfuzuna bile karşı koyabilecek bir şahsiyetti. Ne Tanzimat, ne Abdülhamid idaresinin merkezciliği şehrin ruhu olan ve esasını ahilik'ten alan bu otoriteyi yıkamamıştı.

183
Erzurum'un asıl hayatını bu esnaf yapıyordu. Asıl güzel olan şey de, sağlam bir sınıf şuuruna ermesi, yukarıya imrenmeden kendisini aşağıya açık tutmasıydı.

184
Mütareke yıllarında Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum'a gelmiş olan Amerikan Heyetine o zamanın Belediye Reisi Zâkir Bey'in verdiği cevabı kim hatırlamaz? Tercümana:
"-Dilmaç (tercüman), bana bak, bu beyler uzun boylu anlatıyorlar. Ben kısa bir misalle Erzurum'da ekseriyet kimlerde idi, Cenerale anlatayım" diyerek Heyeti oturdukları evin penceresine götürmüş,
"-Bakın, demiş, şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadar duvarla çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır; bunlar ölülerini yemediler ya!"

191
... o günlerin aktüalitesi olan medreselerin kapanmasına döndü ve bunun halk üzerindeki tesiri hakkında fikrimi almak istedi. Ses namına neyim varsa hepsini toplayarak, "Medrese survivance (hayatta kalma) halinde bir müessese idi. Hayatta hiç bir müspet fonksiyonu yoktu. Kapatılmasının herhangi bir aksülamel doğuracağını zannetmiyorum" dedim.

192
İri burnu üstünde nasıl tutturduğuna hâlâ şaşırdığım kırık gözlükleri, ince kirli sarı, kır düşmüş hafif sivri sakalı, zayıf yüzü ve perişan kıyafetiyle bir insandan ziyade hiç bir zaman lâyıkıyle anlayamayacağımız bir takım şartların, içtimaî olarak başlamış, fakat zamanla biyolojik nizam emrine girmiş şartların bir mahsulü gibiydi.

194
... yaşanmış hayatın sıcaklığını o dağınık hâtıralardan çıkarmak çok güçtü. Şehrin belli başlı mimarlık eserleri de buna yardım edemezdi. Birçokları etraflarında uğuldayan hayatla çoktan bağını kesmiş eserlerdi. Daha IV. Murad zamanında Erzurum'da top imalathanesi gibi bir işte kullanılan Çifte Minare, sadece kendi kendisi olmakla kalıyordu.

Erken gelişmiş bir gotik kemer, Ulus Cami'de bizi gerçekten üzerinde durulacak bir mimarlık meselesiyle karşılaştırır. Fakat bunlar, kültürümüzün o kadar uzak yerlerinden gelen eserlerdir ki onlarla hemen yanı başımızdaki hayat arasında bir münasebet bulmak imkansızdır. Mimarlık, meselâ musikîde, şiirde, resimde olduğu gibi bize derhal hayatı veren bir sanat değildir. Bu tecrit, daha yükseklerde dolaşır, hatırlatmadan duyguyu tatmin edebilir. Sonra bu eserlerin kendilerine mahsus bir devirleri var. Bursa'nın, İznik'in, Edirne'nin, İstanbul'un, yürüdükçe değişen yumuşak çizgileriyle toprakta canlı bir heykel gibi yükselen her asıldıkları tepeden uçmaya hazır büyük kuşlar gibi görünen mimarî eserleriyle bunlar arasında bütün bir kaynaşma, arınma devri geçmiştir.

198
Ses bir kartal gibi süzülüp yükseldikçe ruhumuzu da beraberinde sürüklüyor.

204
Asıl yolculuğu galiba üçüncü mevki vagonlarda aramak lazım. Gerçek hayatı halk arasında aramak lâzım geldiği gibi...

205
Çiftçiliği bir macera gibi yaşıyordu. Yorulmak nedir bilmiyordu...

207
İnsanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar! Yaratmanın hızı, onları içlerinden kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne güzel, ne temiz bir âhenkle işliyor!

208
(kabiliyetleri hayatta üstün kılacak bir dünya... Cinisli köylüler...) Türkiye bunu en iyi şekilde başarabilecek bir mevkide. Henüz yolun başındayız. Geniş ve hür bir vatanımız var. Milletimiz de çok kabiliyetli. Ona, içinde kendisini gerçekleştirecek büyük, plânlı bir iş hayatını açmak lâzım. Cumhuriyet, yirmi yıldan beri birçok şeyler yaptı. Şartlar düşünülürse bundan daha büyük başarı olamaz.

209
kartal yuvası


Ankara

212
Ankara, bana daima dâsitani ve muharip (savaşçı) göründü.

213
Bu muharebe (İstiklâl Savaşı) sadece Türk milletinin kendi hayat haklarını yeni baştan kazanmış olduğu harp değildir. Hakikatte 26 Ağustos sabahı Dumlupınar'da gürleyen toplar, iktisadî ve siyasî esaret altında yaşayan bütün şark milletleri için yeni bir devrin başladığını ilân ediyordu.

214
Hakikatte şehir bir taraftan millî mücadeledeki sıkışık hayatına devam ediyor, bir taraftan da yeni baştan yapılıyordu. Her tarafta bir şantiye manzarası vardı. Hiçbirinin üslûbu yanıbaşındakini tutmayan, çoğu mimari mecmualarından olduğu gibi nakledilmiş villalarıyle, küçük memur mahalleleriyle yeni şehrin kurulduğu devirdi bu. Tek bir sokakta Riviera, İsviçre, İsveç, Baviera ve Abdülhamid devri İstanbul'u ev ve köşklerini görmek mümkündü.

lajender: epik, mitolojik

216
Arslanhâne
Alâeddin camii

218
Fakat Hacı Bayram, sade Hakla Hak olan bir veli değildir. Türk cemiyetinin bünyesinde gerçekten yapıcı bir rol de oynar. Kurduğu Bayramiye tarikati esnaf ve çiftçinin tarikatidir. Böylece Anadolu'da Horasanlı Baba İlyas'la başlayan geniş köylü hareketiyle ahilik teşkilatı O'nun etrafında birleşir.

220
Halbuki Selçuk, büyük yapıcı idi. İmaret, cami, medrese, türbe bir yığın eserin bulunması icabediyordu. Vakıa asıl Selçuk macerası Konya, Kayseri ve Sivas arasında geçer (Ankara, değil). ... Üstelik bu iç kale büyük kervan yolları üzerinde değildir.

222
... bugün türlü kazılardan gelen Hitit eserlerinin daima şaşırtıcı plastikleri, bugünün san'atına o kadar yakın üslûplarıyle toprak altında asırlarca süren uykularından henüz uyanmış gibi bakan gözleriyle seyretmek beni daima düşündürmüştür. Yaşanmış hayat unutulmuyor, ne de büsbütün kayboluyor, ne yapıp yapıp bugünün veyahut dünün terkibine giriyor.

224
İnönü zaferini millete ve tarihe müjdeleyen telgrafı yazarken...
.
.
.

http://xurban.net/scape/5city/konya/konya.htm


.
.
.
.

02 Aralık 2013

Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü

.
.
.




.
.




Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962)

Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergâh Yayınları 1992 İstanbul


Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)

1943   Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi'nin Rüyaları (hikaye) 1943
1946   Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (deneme) 1946 (Dergâh Yay. 2004)
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (monografi) 1949
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (roman) 1949 (Dergâh Yay. 2004)
1955   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru (hikaye) 1955
1961   Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler 1961
1962   Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (roman) 1962 (Dergâh Yay. 2004)
1967   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal (deneme) 1967
1969   Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (deneme) 1969
1970   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi (deneme) 1970
1973   Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (roman) 1973
1975   Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste (roman) 1975 (Dergâh Yay. 2003)
1976   Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri 1976 (YKY 1999)
1983   Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikayeler (1983) (Dergah 2002)
1986   Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (roman) d1986

(Kitap arkası: Tanpınar, muhteva açısından metafizik eğilimleri ile estetik endişelerini şiire ayırdığı halde, sosyal temalar için nesri seçmiştir. ... Türkiye meseleleri ... Medeniyet değiştirme girişimlerinin insanımızı soktuğu çıkmazlar...)


11
Bütün bunlara bakıp hakikaten hayatımı, mühim, anlatılması behemehal lâzım gelen bir şey sandığıma, ona olduğundan fazla bir değer verdiğime inanmayınız. Öteden beri Cenabı Hakk'ın insanlara bu hayatı yazmak için değil, iyi kötü yaşamak için bahşettiğine inananlardanım. Zaten yazılmış şekli mevcuttur. Nezd-i İlahî'deki nüshasından, kaderimizden bahsediyorum.

15
Benim nazariyem şudur ki, insanlar kâinatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşya onlara uymak tabiatındadır.

Bilhassa bizim gibi üst üste inkılaplar yapmış, türlü zümreleri ve nesilleri  geride bırakarak, dolu dizgin ilerlemiş bir cemiyette bu sonuncusuna, yani az çok siyasi şekline rastlamak gayet tabiîdir.

17
Hayatı onun gibi (Halit Ayarcı) bir bütün olarak mütalâaya alıştım.  Değişme, koordinasyon, çalışma tanzimi, zihniyet değişikliği, üst düşünce, ilmî zihniyet gibi tabirlerle konuşmağa, kendi isteksizliğime "zaruret", "imkansızlık" gibi adlar koymağa, Şarkla Garp arasında ölçüsüz mukayeseler yapmağa, ciddiliğinden kendim de ürktüğüm hükümler vermeğe başladım.

22
Babam istediği kadar doğum günümü eski bir kitabın arkasına 16 Receb-i Şerif, sene 1310 diye kaydetmiş olsun…

23
Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi.

25
Gerek bu dedikodular, gerek sofaya verdiği o iç kapatıcı manzara yüzünden ben bu saatin düşmanı olmuştum. Halbuki güzel saatti. Kendi halinde, hiç kimsenin işine karışmadan, kervanını kaybetmiş bir mekkare (orduda taşıma işinde kullanılan hayvan) gibi başı boş, dalgın dalgın bir yürüyüşü vardı. Hangi takvimle hareket eder, hangi senenin peşinde koşar, neleri beklemek için birdenbire günlerce durur, sonra ağır, tok, etrafı dolduran sesiyle hangi gizli ve mühim vakayı birdenbire ilan ederdi? Bunu hiç bilmezdik. Çünkü bu bağımsız saat ne ayar, ne ıslah ve tamir kabul ederdi. O başını almış giden, insanlardan tecerrüt (sıyrılma, soyutlama, ayrılma) halinde yaşayan hususi bir zamandı. Bazan durup dururken üst üste çalmaya başlardı. Sonra aylarca yalnız rakkasının gidiş gelişiyle kalırdı. Annem onun bu ihtiyarî hallerini hiç iyiye yormazdı. Ona göre bu saat ya bir evliya idi, yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı. Bilhassa İbrahim Beyin vefat ettiği gece, belki de hemen hemen aynı sularda, haftalardır işlemiyen saatin birdenbire en derin sesiyle vurmağa başlamasından sonra bu korku hepimizin içine yerleşti. Annem o günden sonra ayaklı saatimizden hep Mübarek diye bahsetti. Bütün dindarlığına rağmen daha beşerî düşünen babam ise ona Menhus (uğursuz) adını koymuştu.

29
Saat hakkındaki düşünceleri (Nuri Efendi) bâzan daha derinleşirdi: "Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!"

31
Ayarsız saat bu halim selim adamı âdeta çileden çıkarırdı. … ayarsız bir saatin hiçbir mazereti yoktu. O bir içtimaî cürüm, korkunç bir günahtı. İnsanları iğfal etmek (ayartma, baştan çıkarma), onlara vakitlerini israf ettirmek suretiyle hak yolundan ayırmak için şeytanın başvurduğu çarelerden biri de Nuri Efendiye göre, şüphesiz ayarsız saatlerdi.

38
Mamafih Lûtfullah, kendisi de esrar kullandığını gizlemezdi. Onun için esrar tehlikeli bir keyif vasıtası değil büyüğe, hakikate ermek için bir yol, kendi karışık lügatince "târik" (yol, vasıta) idi. Aklı ortadan kaldırmadan hakikate ermenin imkansızlığını her zaman söyler, çok defa yarı mastor (çok sarhoş) gezerdi.

42
Nasıl biz Seyit Lûtfullah'ın hakikî güzelliğini göremiyorsak bu sarayın ihtişamını da öylece göremezdik. Ancak define meydana çıktığı zaman bu saray da som altın sütunları, firuze ve elmas kubbeleriyle parlıyacaktı. Zaten o zaman her şey yoluna girecekti. Aselban (rüyasında gördüğü kadına verdiği ad) maddesiyle görünmeğe razı olacak, âşığı asıl çehresiyle ortada gezecek ve beraberce ebedî lezzetlerle dolu bir hayat yaşayacaklardı.

43
Bu taraftan bakılırsa Seyit Lûtfullah ebedi hayata kavuşmak, namütenahi (sonsuz) hazlar ve kudretler elde etmek için tesadüfün kendisine verdiği nimetleri istihkar (hor görme, aşağılama) eden, onları doğru dürüst yaşamıyan bir adamdı. O büyük bir ruh ve idealistti. Hayatta "hep" veya "hiç"ten başka bir had tanımamıştı. Ve bu "hep"i elde etmek için "hiç"in kısır çölünde yaşamayı tercih etmişti.

Kafası tamamiyle ilmî metodlarla işleyen aziz dostum (Doktor Ramiz) bir aralık bu yüzden Seyit Lûtfullah'ın Marx'ı okuyup okumadığını bile merak eder olmuştu. Sık sık "Marx ve Engels'i okumuş olması lazım! Yazık ki tahkik etmemişsiniz" diye bana çıkışır...
- Sizler daima böylesiniz... Ruhunuzu saran küçüklük duyguları içinde büyük değerlerimizi kaybedersiniz... Azizim vazgeçin bu huydan. Ben kat'iyen eminim ki Almanca biliyordu ve bütün sosyalist edebiyatı okumuştu. Aksi takdirde devrimizin büyük meselesi olan adalet ve haksızlık davalarını bu kadar kuvvetle benimsemez ve uğrunda böyle mücadele etmezdi. O bizim sosyalist mektebimizin başlangıcıdır, diye sustururdu.

48
Kaldı ki, bu harap binanın yerinde yapılan apartmanları görünce insan ister istemez teselli buluyor. Semt âdeta şenlenmiş. Bu gidişle bir kaç yıl içinde modern bir mahalle kurulacak! Ben artık modern adamı, modern mimariyi, modern konforu seviyorum.

49
(Romanın kahramanı Hayri İrdal) Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder.
Hem ne oluyor kuzum, kendi hayatımızı mı yaşayacağız, yoksa ölüleri mi bekleyeceğiz?

51
(Asım Efendi) Hiç de Nuri Efendiye benzemiyordu. Saat hakkında hiçbir fikri ve felsefesi yoktu. Bir gün Nuri Eefendi'den öğrendiğim şeyleri şöyle bir tekrarlıyayım dedim, hiçbir şey anlamadı. Saat insana benzer, der demez, "Buraya bak, ben delilikten hoşlanmam!" cevabını verdi.

52
Halam neşesiz, somurtkan, son derece sofu, kibirli, alıngan, nefsine hakiki bir düşman muamelesi yapmaktan hoşlanan bir kadıncağızdı.

55
- Hoş geldin kardeşim... diye bir şeyler kekelemek istedi ve titreyen elleriyle ceplerine, koynuna doldurduklarının hepsini teker teker çıkardı. Beş dakika sonra küle basılmış sülük gibiydi. Bütün aldıklarını hattâ fazlasıyla vermişti. Fazlasiyle, çünkü istikbal için beslenen ümidi dahi orada bırakmıştı.

62
Fakat ben artık eski Hayri değildim. ... Seyit Lûfullah'ın mektebinden geçmiştim. Hayat kelimesi ile çalışma (o sırada iş arıyor) kelimesi arasında kafamda hiçbir münasebet kalmamıştı. Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı. ... Üç gün sonra tuluat (perdeli orta oyunu. Sanatçılar oynadıkları eserin konusuna bağlıdırlar, ama oyundaki sözleri içlerinden geldiği gibi söylerler. Yazılı esere uymak mecburiyetleri yoktur.) kumpanyalarından birinde idim.

Tabiî bana hiçbir mühim rol vermediler. Yaptığımızın fevkalâde bir iş olduğunu da hiç zannetmiyordum. Buna rağmen bu 1913 yılı, hayatımın en harika devri oldu. Gün baştan aşağı benimdi. Akşama doğru bir suikast hazırlar gibi yavaş yavaş tiyatroda toplanıyorduk. Sonra bir hay huydur başlıyordu.

63
Üçüncü merhale (aşama, evre) yine Kadıköyünde, bu sefer bir operet oldu. Alaturka ile alafranga arasında sallanan bir musikide sesimi tecrübe ettim. Hüzzam, Hüseyni, babamla her perşembe akşamı ve Cuma günü devam ettiğimiz tekkelerde beraberce okuduğumuz makamların bütün programı bu musikiye sığabiliyordu.

69
Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik söziyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz. Bütün telakkileri, hususi bağlanışları hep bu aklın varlığını yalanlar, ...

71
Emine, şimdiki sinema dilini hiç bilmeden, Abdüsselâm Beyin evindeki hayatımıza bakarak kendimize "muhabbet esiri" adını vermişti.

85
Daha o gün Doktor Ramiz'in bu tedavi sistemine (psikanaliz), hastası çıkınca tatbik edilecek bir usulden ziyade bütün dünyayı ıslah edecek tek vasıta, ancak dinlerde görülen o tek kurtuluş yolu gibi baktığını anladım.

Gençlik, memleket meseleleri, umumi terbiye, istihsal ve bilhassa hareket gibi kelimeler dilinden düşmüyordu.

iptidai: eskimiş, ilkel, primitif

95
(Doktor Ramiz) Bakın etrafa, hep maziden şikayet ediyoruz, hepimiz onunla meşgulüz. Onu içinden değiştirmek istiyoruz. Bunun mânası nedir. Bir baba kompleksi değil mi?... Büyük, küçük hepimiz onunla uğraşmıyor muyuz?... Şu Etilere, Frikyalılara bilmemne kavimlerine muhabbetimiz nedir? Baba kompleksinden başka birşey mi?

99
(Doktor Ramiz) - Size en yeni ve şahsi metodu, kendi bulduğum metodu tatbik ediyorum. Buna "Dirije rüya" metodu adını verdim. Evvelce görülmüş rüyalarla hastalığı teşhisten sonra hastanın rüyalarını sıkı bir kontrolla idare ederek onu tedavi etmek metodu...

... Doktor Ramiz'e göre irade, psikanalizin yanıbaşına konabilecek hayatı tıpkı bir kralın kraliçesi gibi onunla paylaşmağa layık tek şeydi. Bütün büyük filozoflar ondan bahsederlerdi. Ve tabiî hemen arkasından bir yığın isim geliyordu. Bir yığın isim ki iradenin ta kendisi idiler: Nietzsche, Schopenhauer...

Ve ben yalnız odada başım iki elimin arasında şaşkın ve budala "Beethoven, Nietzsche, irade, Schopenhauer, psikanaliz..." diye tekrarladım. Ah kelimeler, isimler ve onlara inanmanın saadeti...

101
(Doktor Ramiz) - Azizim, bizim bu eskiler, tükenmez hazine...
Niçin eskilerden bahsederken başımızı sallarız? Bu bir adet mi, gelenek mi, yoksa yeni bir hastalık mı?

108
Bu kahvede neler konuşulmazdı? Tarih, Bergson felsefesi, Aristo mantığı, Yunan şiiri, psikanaliz, ispritizma, alelade dedikodu, çıplak hikaye, korkunç veya meraklı macera, günlük siyasi hadise, birbiriyle sarmaş dolaş, biri öbürünü yarıda bırakarak, çok yüklü, beraberinde her rastgeldiğini taşıyan bir bahar seli gibi kabarık bu konuşmada beyhude ve şaşırtıcı akar giderdi. Tabii hiçbirinden tam bahsedilmezdi. Hepsi çok uzun bir uykudan, bir çeşit ölümden sonra hatırlanır gibi kahveye gelirdi. Büyük İskender veya Annibal, Kant'ın imperatif'leri, bu sayıklamaya benzer konuşmada sadece günlük hayatı uyuşturmak için icad edilmiş şeylerdi.

109
Zaten bu cins ciddi şeylerden bahsedenler, hususi bir isim altında tanınırlardı. Onlar Nizamıalemcilerdi. Dünyayı düzeltmek zahmetini üstlerine alan bu aristokratların altında daha geniş bir tabakaya "Esafili şark" adı verilmişti. Onlar kültürden, medeniyetten bu kahvedeki müşterek hayata yarayacak kadarını almakla yetinen günlük hazların ve geçim sıkıntısının veya çaresizliklerinin dışında yalnızca komiğin, aksayanın üzerinde zararsızca durmakla yetinirlerdi. Nihayet üçüncü bir tabaka, Şiş Taifesi gelirdi. Şiş, hiçbir inceliği olmıyan, şehir hayatına intibak etmemiş, yahut kaba insiyaklarını (içgüdülerini) yenememiş insanlardı.

111
(Halit Ayarcı) - Bana kalırsa bu çalışma hayatına tam intibak etmemekten gelen bir şeydir, demişti. Hayat, kendi şeklini yaratmazsa böyle olur. Bu kahve hakkında sizi dinlerken ben, çoğunu tanıdığım bu insanları hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmış gibi düşündüm. İsterseniz onlara kapının dışında kalanlar da diyebiliriz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde yarı ciddi, yarı şaka, tembel bir hayat! Öyle bir mazi falanla pek alakası olmasa gerek!

112
Şüphesiz işin içine menfaat girince her şey değişiyordu ve menfaat bu kahvede hiç de ikinci derecede kalan bir şey değildi. ... Ve bütün bu hesaplar, fiskoslar (gizli ve alçak sesle konuşma), bâzan çetin kavgalarda biten anlaşmazlıklar uysal dostlarımızı bile çok başka ışıklarda gösteren şeylerdi.

116
kollektif mimari

121
Mevsim yazdı. Odaya açık pencerelerden dalga dalga sıcak bir rüzgar giriyor, yüzlerimizi alazlıyor, bizi çok başka derinliklere çekip götürüyor ve sonra esniyerek, hatibin iyi niyetine teslim ediyordu. Bir arı, küçük cüssesinde birkaç dizel motörünün sesini bulmuş, durmadan başımızın üstünde vızıldıyor, havada üst üste çelik levhalar deliyor. Onların aralarından geçerek Doktor Ramiz'in sesine sarılıp, onu örtüyordu.

İlk önce Yangeldi Asaf Bey arka sırada seçtiği yerinde uyumağa başladı. Fahrî müdür sıfatiyle hatibin bir basamak aşağısında, iki elim dizimde, ayakkaplarımın söküğü görülmesin diye gayretler ederek, terbiyeli terbiyeli oturduğum sandalyeden -Avrupa'da böyle yapılırmış, tabiî müdür sıfatiyle oturmam için söylüyorum, ayakkapların eskiliği için değil- onun iki kolunu işgal ettiği iki sandalyeden çektiğini, sonra tam önündeki umacı şapkalı kadının ensesine doğru dikkatle baktığını bir lahza görür gibi oldum. Sonra birdenbire başı bu şapkanın arkasında kayboldu ve binlerce melek kemanlarını dinliyormuş gibi ilahî bir mışıltı başladı. Üçüncü sahifeye doğru bu mışıltıların, arının vızıltısiyle beraber teşkil ettikleri küçük, hafif ve serin çalkantılı körfezde bizim gruptan genç bir şairin rüyaları yelken açtı ve tek başına şiddetli bir geçmiş zaman deniz muharebesine girdi. Halatlar gıcırdıyor, ağızdan dolma toplar simsiyah gürlüyor, hücumlar (122) vaveylalar (çığlıklar) arasında yangınlar büyüyordu. En ön sırada oturan kırklık bir hanım bu karışıklıktan derhal istifade, etti ve şüphesiz gelirken cebine gizlediği bir düzine kadar ördek yavrusunu usulcacık yere bıraktı ve kendini onların vakvakları arkasında maskeledi. Onu biraz ötede bir başkası takip etti ve derhal bitmez tükenmez bir iştahla boşanan bir banyo oldu.

Onuncu sahifeye doğru evlerinde ve daha rahat şartlar altında uyumak için salonu terk edenler müstesna, hemen herkes uyudu. Hepsi uyur uyumaz hançeresinin müstait (kabiliyetli) olduğu yahut tercih ettiği sesi derhal buluyor, derhal o ses ve hareket oluyor, onu bütün rahatlığiyle yaşıyordu.

Doktor Ramiz, bu kollektif ihanetle elinden geldiği kadar mücadele etti. Hiçbir zaman onu bu kadar kahraman ve vaziyete hakim olma kararında görmemiştim. Sesi, Asaf Beyin mırıltılarının her lahza yeniden yetiştirdiği yumuşak otlar ve nebatlar arasından kükremiş bir aslan gibi fırlıyor, sağa sola en beklenmedik şekilde hücum ediyor, görünmez düşmanlariyle boğuşuyor, atılıyor, yakaladığını boğuyor, boğamadığını sindiriyordu.

Yüzü ter içindeydi, elleriyle durmadan işaretler yapıyor, sanki yirmi ağızdan birden üzerine hücum eden horlamaları iterek, kakarak kendisine yol açmağa çalışıyor, kelimeler, dudaklarından kırbaç şakırtılariyle çıkıyor, ateşli ökseler gibi dört yana fırlıyor, itfaiye hortumları gibi sağa sola uzanıyordu. Fakat, bir insan tek başına bu kadar çok, bu kadar terbiyeli, kaçmasını, değişmesini, sinmesini bu kadar iyi bilen bir düşmanla nasıl mücadele edebilirdi!

İki saniye evvel hakladığı, bir saniye sonra tekrar diriliyor, tekrar gölgede pusu başlıyor, ördek yavruları telaşlı telaşlı vaklıyorlar, delinmiş su borusu, bir kobra yılanı gibi ıslık çalıyor, banyo dünyanın bütün sularını döndüre döndüre boşaltıyor, imkansız yokuşlarda kamyonlar vites değiştiriyor, en gürültülü tren kazaları birbirini kovalıyordu.

Ve Doktor Ramiz'in sesi, her an uyanık, her an tetikte her hadiseyi anında karşılıyor, durmadan şekil değiştiriyor, yalvarıyor, örfi idareler ilan ediyordu.

Ben, ellerim dizimde, ikide bir ağırlaşan göz kapaklarımı parmaklarımla açarak, onun bu gayretini seyrediyor, gösterdiği cesarete, kudrete, her an biraz daha hayran oluyordum.

"Dahî bir avrat rüyasında azgın bir deli görse iyi niyet değildir. Hemen tövbe ve istiğfar eyleye..."

Yantarafta, üçüncü sırada o zamana kadar farkına varmadığım genç (123) kadın ağır uykusundan derin bir "Oh!" çekerek yerinde gerindi. Doktor Ramiz bu ilk ümit işaretine adeta bir kurtarıcıya yapışır gibi yapıştı ve en gür sesiyle devam etti.

"— Ve dahî bu mecnun er kişi ise ve çıplak ise ol avrat behemehal zina işler, zevci mukayyet ola..."

Kırklık hanımın boynu birdenbire iri bir kumru oldu ve dem çekmeğe (şakımaya) başladı. Ördek yavruları artık ortalıkta görünmüyordu. Hatip bu değişiklikten habersiz, devam ediyordu.

"-Ve dahî bir er kişi rüyasında kendisini cümlesi uyur bir taifenin arasında görse büyük beşarettir cümle ef'alinde faili mutlak olur ve kimesneye hesap verme zorunda bulunmaz."

Doktor Ramiz bu cümlenin verdiği hürriyetten istifade etti ve başını hemen oracıkta, boynunun üstünde eğerek o da uyumağa başladı.

126
Cemal Bey ise kollektif yalandan hoşlanacak adam değildi. (ruh çağırma cemiyeti)

138
Nasıl ilim, dünyamızı iyiden iyiye tanıdıktan sonra diğer yıldızları hedef almışsa, Sabriye Hanım da şimdi öbür dünya ile, oradaki hayatla meşguldü (İspritizma Cemiyeti)

140
- Hayır, ne münasebet! Şirket tasfiye edilir mi hiç! Bilakis eskisinden daha itibarda. Aksiyonlar yükseldi, daha da yükselecek!

174
- Garip şey, dedim. Birbirlerine de benziyorlar.
- Evet, benzerler. O benziyen şey yok mu, işte o hüviyetlerine sinen iktidardır. Dedim ya, bu bir hulûl (gelme, gelip çatma) hadisesidir, ben sende ve sen bende...

177
- Olur şey değil... diyordu. Böyle bir adam, aramızda bulunsun... Monşer, bu tam filozof, hem de muhtaç olduğumuz filozof... Zaman felsefesi... Anladınız mı? Zaman, yani çalışma felsefesi...

180
muganniye: şarkıcı kadın
- Aman beyefendi, dedim, hangi artist, hangi büyük... Arz ettim, sesi çirkin, sonra kabiliyetsiz... Sonra cahil. Daha İsfahanla Mahuru, Rastla Acemaşiranı birbirinden ayıramıyor.
- (Hayri Ayarcı) ... sanattan, bugünün sanatından anlamıyorsunuz. Evvela bu bir kalabalık işidir. Kalabalık neyi sever, neyi sevmez? Bunu kimse bilmez. Sonra bu mesele ümitsiz bir kalabalığın işidir. Siz de bilirsiniz ki zevk denen yüksek şeyin bizim içimizde içgüdüden kolaylığa kadar giden bir yığın karşılığı vardır. Zevkten ümit kesildi mi onlara kolayca teslim oluruz. İşler karışınca (181) zevkten ümit kesilir. Musiki denince herkes, evvela "Hangi musiki?" sualini kendisine soruyor. Bu sual bir kere soruldu mu sizin zevk üslup dediğiniz şeyler yoktur artık. Sonra kulağın herkeste ayarı bozuldu. Radyo devrindeyiz. Musikiyi nadir bir şey gibi dinlemiyoruz. O, romatizma, nezle para sıkıntısı harb ihtimali, çok geçimsizlik gibi günlerimizin tabiî arkadaşı oldu. Bu işe bir de kalabalığı ilave edin... Hayır, ben eminim ki bahsettiğimiz hanımefendi birkaç gün içinde yepyeni bir şöhret olarak İstanbul'u fethedebilir. Bakın! Vaziyet çok müşkül olurdu, şayet baldızınız hanımefendi Batı musikisine merak sarsaydı. Çünkü onu hakikaten yıllar boyu öğrenmek lazım.

Bir müddet yüzüme baktı. Hakikaten afallamıştım.

- Bu meselelerde herkes işin alayında... Farkında olmadan alayında.. Burasını anlamıyor musunuz?
- Hangi alay ? Çıldırıyorlar...
- Tabii... Hayatlarına biraz duygu, istisnaî zamanlar katmak istiyorlar. Herkes kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak, kendini süslemek istiyor, fakat musikiden o kadar anlamıyorlar ki, şarkıları güfteleri için seviyorlar. Zavallı Hayri Bey, siz garip bir adamsınız. Sizin bahsettiğiniz ölçüler geçmiş zamanda kaldı. Onlar, hani şu demin söylediğiniz, ustadan ustaya mektuplardı. Şimdi artık o klasik devirde değiliz. İsfahanla Acemaşiranı birbirinden ayırmak kimsenin aklından geçmez. Siz bana söyleyin, kimi taklit ediyor?
- Meşhurların hemen hepsini... Fakat hepsini aynı sesle, aynı makamdan, aynı şekilde söylüyor...
- Demek son derecede şahsî! Mesele halloldu. Orijinal ve yeni... Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur. Şimdi seçilecek yol kaldı. Halk müsikisi mi, alaturka mı? Yoksa alafrangaya kaçan halk musikisi mi, yahut halk musikisine kaçan alafranga mı?... Amma, bunu burada, bu masa başında pek kesip atamayız. Fakat öyle sanıyorum ki sesin bahsettiğiniz meziyetlerine göre -Halit Ayarcı burada yüzünü buruşturdu ve parmaklariyle çok adi bir kumaşı yokluyormuş gibi bir hareket yaptı- daha ziyade alafrangaya kaçan bazı mahallî halk türkülerinde muvaffak olacaktır... Evet öyle tahmin ediyorum. Meğerki türkçe tangoyu tercih etsin! Yahut bazı yeni şarkıları...

Yüzüme dalgın dalgın baktı.

- Evet, bütün mesele burada. Siz teşebbüs fikrinden mahrumsunuz. Sonra idealistsiniz. Realiteyi görmüyorsunuz... Hulasa eski  adamsınız. . Yazık, çok yazık! Biraz realist olsanız bir parça, ufak bir miktarda, her şey değişirdi.

182
(Halit Ayarcı) Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hahikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir manası ve kıymeti olmıyan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan alıyor seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek... Yani bozguncu olmak... Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz, dedim. Yeni adamın realizmi başkadır. Elinde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflariyle ben ne yapabilirim? İşte sorulacak sual.

183
(Halit Ayarcı) - ... Siz hakiki bir hazineye sahipsiniz, farkında değilsiniz. Toparlamaya çalışalım: Çirkin, diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telakkilerine göre sempatik demektir. Sesi kötü, diyorsunuz, şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir. Kabiliyetsiz, diyorsunuz, o halde muhakkak orjinaldir. Yarın baldızınızla meşgul olurum...

184
- Evet, dedi, tahminim gibi... Hanımefendi hakikaten muvaffak olacak... Hayata inanmak lazım Hayri Bey. Siz hayata değil, Acemaşirana inanıyordunuz... Gördünüz mü nasıl beğenildi? Bu canlı insanın insanla karşılaşmasıdır. Sizin klasik makamlarınız böyle bir muvaffakiyeti dünyada elde edemezdi. Şimdiden sonra yolu açıktır. Göreceksiniz neler yapar.

186
... enstitünün teşkilatını hazırlamış olduğunu bir sabah bize müjdeledi. Ondan sonra esbabı mücibe lâyihasını yazmaya başladı. (gerekçe tasarısı)

188
- Fakat niye gelmiyor?
- Gelecek... Ama biraz işleri yoluna koyduktan sonra... Yarın Ankara'ya gidiyor. Bu işleri konuşacak!

İçimden "Bari anlatmasa, kimseye bir şey söylemese!" diye dua etmekten başka ne yapabilirdim?

189
(Derviş Efendi) Fakat onun da aklı bu işi almıyordu, benim akşama kadar sağdan soldan bulduğum saatleri tamir etmekliğim, Nermin Hanımın süveter örerek hayatını anlatması, kendisinin bizi seyretmesi için bütün bu işin kurulmuş olmasına şaşıyordu.
- Beyim, demişti, bu işe ben de şaşıyorum. İçime acayip şüpheler girmeye başladı. Acaba öldüm de cennette miyim diye düşünüyorum.

193
Fakat Halit Ayarcı dinlemiyordu. O, bu işteki muvaffakiyetin tamamiyle belediye reisine ait olduğuna kanidi. Ne çare ki karşısındaki de aynı şekilde ısrar ediyordu.
- Evet, dediğim gibi... Bizim vazifemiz çalışanlara yardımdır, asıl muvaffakiyet sizindir. Ben sadece elimden gelen imkânı hazırladım... Ve tepsi olduğu gibi yine bize geldi.
Demek usul bu idi. Evvela muvaffakiyet denen bir şey kabul edilecek, sonra sahibi aranıp bulunacak, o tebrik edilecek, bu sefer o, muvaffakiyetin asıl karşısındakinin olduğunu iddia ederek ona ayniyle devredecek, öteki çok manalı bir kelime ile kendi hissesini ayırdıktan sonra yine geriye verecekti. Böylece üzerinde bu kadar devrü teslim, iade ve tekrar iade muamelesi geçtikten sonra bu muvaffakiyetten artık kim şüphe edebilirdi? Enstitümüzün kurulması bir muvaffakiyetti (başarı). Bu resmen muamelesini görmüş bir vâkıa idi. Artık müsterih olabilirdim.

194
Böylece parça parça bir adamın muhayyilesinde yaratıldıktan sonra ayrıca da büyük bir teşkilatın mihveri (eksen) olmuştum.

196
Hayır efendim, hayır... Onlar alelade memuriyetler için lazım gelen şeylerdir. Halbuki bu hayatın bizatihi kendisi olan bir iş.

200
- Aman beyefendi, dedim, bu tam aksi olmuyor mu? Yani evvela incelemeler yapılır, rakamlar, yani neticeler elde edilir. Sonra onların ifadesi olan kolonlar tanzim edilir. Hiç olmazsa benim bildiğim böyle...
- Eski usul, dedi, eski ve manasız. Müthiş zaman yer. Sonra hiçbir neticeye götürmez. ... Saymak bizi daima aldatır. Gülünç ve eksik neticelere götürür. Zaten herhangi bir şeyi saymanın imkânı yoktur. İnsan tek bir hal olsa istatistik denen şeye inanırım. İnsan karışıktır, durmadan değişir.

201
- Niçin inanmıyorsunuz?
- Bana müsbet bir işimiz yok gibi geliyor...
- Müsbet işten kastınız nedir? Herkesin inandığı aklın bir lâhzada (bir anda, çarçabuk) kavradığı değil mi? Mesela hamallık! Eşya var, bir yerden bir yere gidecek, götürülecek.
- Sade bu kadar mı?
 
205
- Personelin muayyen üniforması olacak mı? diye sordum.
- Henüz düşünmedim.
- Biliyorsunuz ki ben tutacağına inanmıyorum. Fakat tutması için böyle bir üniforma bana şart görünüyor. Erkeklerde vücudun bütün güzelliğini gösterecek, kadın ve kızlarda icap ederse yaşı örtmeye ve bilhassa az çok cins dışına çıkarak güzelliği daha keskin, ısırıcı daha sinema yapmağa yarayacak bir üniforma... Hiç olmazsa bir nevi kasketimsi bir şey! Daha ziyade genç erkek hali verecek bir kıyafet!

215
Halit Ayarcı bütün bu konuşma boyunca adeta lâkayt kalmıştı. Masanın bir köşesine hafifçe yaslanmış, sakin ve alakasız, beyhude sözlerle israf edilen zamana pek fazla fark ettirmeden acır gibi etrafına bakıyordu. Hiçbir zaman can sıkıntısı denen şeyin bu kadar asil, bu kadar üstün şeklini görmemiştim. Etrafındaki konuşmanın bitmesini, birdenbire kabaran bir rüzgârın savurduğu bir toz dalgasının geçmesini bekler gibi bekliyordu. "Ben işe karışacağım zamanı biliyorum. Fakat siz bir kere aranızda anlaşın! Sizleri huyunuzdan vazgeçiremem ki... Çaresiz tahammül edeceğim. Nasıl olsa olduğum yere geleceksiniz". Bir insan karşısındakine o anda yalnız sabır ve tahammül olduğunu ancak bu kadar terbiyeli şekilde gösterebilirdi.

217
"Ah Yarabbim, ekmek paramı niçin bana doğrudan doğruya vermedin de beni başkalarının uydurduğu bir yalan yaptın!"

218
(Fakat nasıl oldu da Ahmet Zamanî Efendinin adı işitilmedi?) -Eskiler malum efendim... Şöhrete afet diye bakarlardı.

- Öyle ya niçin olmasın? ... Eskileri o kadar az biliyoruz ki...

Ben söyledikçe belediye reisinin de, salâhiyetli (yetkili) zatın da yüzleri tebessüme gark oluyordu. Ah, bu küçük teferruat... İki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat... Tevekkeli değil eskiler yalnız şiir söylemişler!

219
riyaziyeci: matematikçi

220
- Artık bundan sonra şüphe etmezsiniz zannederim... dedi.
- Hayır, dedim. Müessese kurulacak. Bir de işimizi bilsek!
- Hâlâ bilmiyor musunuz? Saatleri ayarlayacağız...
- Evet ama nasıl? Bu kadar kalabalık bir teşkilatla...

221
(Halit Ayarcı) - Adı olan her şey mevcuttur Hayri Bey! dedi. Binaenaleyh Ahmet Zamanî Efendi vardır. Biraz da ikimiz böyle istediğimiz için vardır.

222
(Halit Ayarcı) - Kim yazdıysa bunu, işi anlamış... Zeki adam! Evvelâ asrını biliyor. Bu asra birçok ad verilebilir. Fakat o her şeyden evvel bürokrasi asrıdır. Spingler'den Kayserling'e kadar bütün filozoflar bürokrasiden bahsederler.

227
(Halit Ayarcı) (Pakize'nin gazeteye verdiği röportaj)  - Sizi ıslah ediyor, tanzim ediyor, sevebileceği şekle sokuyor... Niçin ters tarafından alıyorsunuz hep? Bütün bunları da sizi sevdiği için yapıyor. Size hakiki çehrenizi veriyor.
- Baştan aşağı yalan ve hamakat!...

224
(Halit Ayarcı) Elli senede bir medeniyete bütün tarihiyle yetişmek kolay mı? İşin içine elbette biraz mübalağa girecek!

229
(Halit Ayarcı) Hayat yürüyor. Birgün kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni diye bir şey var! Onu inkâr edenin vay haline! Zorla değiştiremeyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın peşindeyiz!

238
(Pakize'nin "Yine bu vakitlere kadar çalıştın, değil mi? Hayri, sen hiç kendine acımıyorsun!" sesi) Radyoda kadın sesiyle yapılan o reklâm özentileri bile bu kadar soğuk olamazdı.

244
(Hayri Ayarcı) - Onun (Ahmet Zamanî Efendi) Akd-ül-Mizaciî-Umur-il-İzdivaç adlı risalesini (küçük kitap, broşür) gençliğinizde okumuş olmanız hakikaten talih eseridir.
- Bir harekette başlangıçtaki hızı tutmak; onu yaratmak kadar mühimdir. Siz bizim hareketimizi maziye nakille hızlandırdınız. Ayrıca da cedlerimizin daima inkılapçı ve modern olduklarını gösterdiniz.

264
(Halit Ayarcı) Modern dünya, modern çalışma...

265
(Halit İrdal) Elimdeki viski kadehini ona tutuşturdum.

269
Fakat asıl dikkate değeri koltuğun tam karşısında, Naşit Beyin av tüfeklerinden sanki hakikaten karacalar, daha büyük ve tehlikeli hayvanlar avlıyormuş gibi her cins av bıçaklarından yapılmış armamsı süstü.

270
(Halit Ayarcı) - Koltuk rahattır. Biz çıkıyoruz, keyfinize bakın!
Yüzündeki tebessüme hayran oldum. İnsan bu istihzayı (ince alay) bulduktan sonra ebediyete kadar müsamahalı olurdu.

276
  - Amma bir yanlış yapabilirdim, her şey berbat olurdu.
(Halit Ayarcı) Bir kahkaha savurdu.
  - Yapsanız ne çıkardı? Hata denen şey yoktur ki zaten... İyi anlayın! Farz ediniz ki hakikaten bir yanlış yaptınız! Oradan yürürüz ve doğruya çıkarız. Hata denen şey tashih (düzeltmek) etmek budalalığında bulunanlar için mevcuttur. Bizim için değil... Bütün mesele bir vaziyeti iyi hazırlamaktır.

277
(Halit Ayarcı)  - Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktır. Bilselerdi, bilselerdi... Fakat bilselerdi bunu yapamazlardı. Bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden bulmaya erişemezlerdi. Bilgileri buna mani olurdu. Kızınız bu geceyi yarattı. Ne ile? ... Yaratma kabiliyetiyle... Çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir. Biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız. Siz istediğiniz kadar somurtun.
(Halit Ayarcı) - ... Üstelik şöhreti, hatta abes telakki ettiğiniz işler içinde olsa bile hareketi seviyorsunuz.
- Onun içindirki eskiler insan tabiatını olduğu gibi kabul ederek söze başlarlardı. Hani şu: "Cümlenin malûmudur ki tabiat-i beşerriye..."

296
Yarın sabah ben kibrit kutularımı bir sepete tıkıp enstitüye gittiğim zaman başka adam olacaktım. Daha ertesi günü belki etrafımda müthiş bir alkış tufanı kopacaktı. Halit Ayarcı öldürdüğüm köpeği bana sürükletmiş olmanın kendisine bahşettiği memnuniyeti en cömert şekilde ödeyecekti.

297
Altıncı pavyonun her iki katına ayrı merdivenlerden ve o kadar görülmemiş şekilde çıkılması yenilik taraftarlarını sevinçten heyecandan çıldırtmıştı. Bir dostum, günlerce gazetesinde "Teni, baştan sonuna kadar, akıl almayacak kadar yeni! Yaşasın yenilik!" diye bağırdı. Bir başkası, "Kokmuş ve klasik şekillerden ayrıldığımız için" bahtiyar olduğumuzu söylüyordu. Bir üçüncüsü ise bu acayip merdivenleri, onları binaya bağlayan hiç lüzumsuz iki küçük köprüyü -çünkü üç pavyonun arasını sırf bu küçük köprücükler için açık bırakmıştım- bir yığın övdükten sonra, "İşte, diyordu, Türkçede yeni sentaksın başladığı devirde yeni mimari de feyzini verdi. Devrik cümle düşmanları Hayri İrdal'ın muvaffakiyeti karşısında bakalım ne yapacaklar?"

298
Gariptir ki bu parlak muvaffakiyete rağmen, Saat Elerini yaptırmağa başladığımız zaman bütün mahalle için yapılacak planların tarafımdan yapılmasını Halit Ayarcı teklif eder etmez beni o kadar alkışlayan arkadaşların hiçbiri bu işe razı olmadılar.

- Bunlar hususi evlerdir. Bizden sonra çoluk çocuğumuza kalacak! Fazla orjinal olmasına ihtiyaç yoktur. Sağlam, ucuz, emniyetli olması kafidir! diyorlardı.
- Karıştırma azizim! Ev başka, insan şuuru ve ilim başka! cevabını aldım.
Karım da bu fikirde idi. Maketin başı ucunda otuz beş defa resim çektiren Pakize, evimizin tarafımdan yapılması ihtimalini işitince küplere bindi. İlk defa karımla, kızımın ve damadımın aynı fikirde olduklarını gördüm.

302
Kaldı ki, artık eskisi gibi müesseseden şüphe de etmiyordum. Halit Ayarcı'nın itişleriyle yavaş yavaş müessesenin hakikaten lüzumlu bir iş gördüğüne, hakikaten modern bir teşekkül olduğuna inanmıştım.

Tekrar odama döndüğümüz zaman heyetin reisi kendisine ikram ettiğimi içkiyi kabul edeceği yerde doğruca telefona koştu ve 0135'i arayarak saatin kaç olduğunu sordu. Aldığı cevap üzerine evvela duvardaki saate, sonra yüzüme baktı.

- Böyle bir kolaylık varken bu müesseseye ne lüzum var? diye sordu.
...
Her azımı açışta:
-Böyle bir müesseseye ne lüzum var? diyordu.

303
Bu müessese belki bir gün bir işe yarayabilirdi. Halit Bey, "Fonksiyonunu kendisi yaratacak!" diyordu. Bu fırsatın verilmediğine üzülüyordum. Diğer taraftan vaziyeti hiç de bizler gibi olmayan üç yüze yakın müstahdemi, filan vardı.

307
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Berna Moran 
Birikim, sayı:37, Mart 1978

(Haldun Taner, Ha Bu Diyar'da kullandığı 'anachronisme' yolu) Evliya Çelebi bugünün Ankara'sına gelir ve kendisiyle konuşanlardan modern Türkiye'yi dinler.

311
(Hicivin etkili olması için) ... yazarın okurla paylaştığı rasyonel bir normlar sisteminin bulunması gerekir.

312
Tanpınar, en etkin mizahı elde etmek iççin İrdal'ı bir gereç gibi kullandığından, kişiliğinin tutarlı olmamasına aldırış etmez.

313
"Rönesansı ve onun hayata getirdiği fiziki değişiklikleri idrak eden (...) bir Avrupa karşısında, ilmi hayatı durmuş, iktisadi nizami ve istihsal kuvvetleri (...) altüst olmuş, bir çok sahalarda tekâmülün (yavaş yavaş, derece derece olgunlaşma) mucizesini unutmuş bir Osmanlı İmparatorluğu mevcuttu." Tanpınar, Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı. (Tanzimattan önce)

314
Biz tarihi ve coğrafi bir zorunluluk gereği Tanzimat ile Batı'ya yönelmişiz, fakat ne eskiyi bırakabilmiş, ne de yeniyi tam olarak alabilmişiz. Mimarimizde, ev eşyamızda, kıyafetimizde, hayat tarzımızda bir ikilik doğmuş.

(Tanzimattan sonra) "Bizi sadece yaptığımız işlerden değil onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayati meselelerimiz yerine şaka denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran, yahut bu mühim ve hayati meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir." Tanpınar, Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan.

315
Tanpınar'a göre, yaptıklarımıza karşı beslediğimiz bu şüphe "bir neslin halledeceği davaları nesilden nesile havale eden, en basit meseleleri bir türlü atlanamayan eşikler haline" getirmişti. Tanpınar, İç İnsan

Yazarın bir makalesinde söylediği gibi "1923'de başlayan tasfiye eski ile yeni arasındaki bu denksiz mücadeleye son verir." Tanpınar, Yaşadığım Gibi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü ne iş göreceği belli olmadan kurulmuş, yeni yeni kadrolarla şubeler açıp gittikçe genişleyen öylesine saçma bir kurumdur ki ...

316
Tanpınar, bildiğimiz gibi, kendi köklerimizden kopmadan yenileşmekten yana. Yeni hayat biçimlerini yine Türk toplumunun yaratmasını ister. Bunları yaratırken, kendi geçmişimiz ve Batı, vazgeçemeyeceğimiz iki kaynaktır. Cumhuriyet'te geçmişe sırt çevirerek Batı uygarlığını kopya edebileceğimize inanmakla aldandık.

318
absurdité

319
... komik bir Kafka durumunu hatırlatan "abes"e ulaşır.

320
Northrope Frye'ın dediği gibi felsefe sistemlerinin ve genellemelerin hicve yatkın olmalarının nedeni, açıklamak iddiasında oldukları hayatın karmaşıklığı, insan davranışlarının sonsuz çeşitliliği karşısındaki basitlikleridir. ... Hiciv yazarları bu dogmatizmin zayıf yanlarını yakalayarak büyük iddiaları gülünç duruma düşürmek için gerçek hayatla bu soyut teoriler arasındaki uyuşmazlığı meydana koyarlar.

321
(Türkiye'nin sorunlarını çözmek iddiasında olan bazı 19. yüzyıl aydınları) pozitivizm, hür teşebbüs, Anglo-Saxon tipi eğitim

325
Ahmet Mithat'ın, Recaizade Ekrem'in, Hüseyin Rahmi'nin züppe tipi...

326
Biri aklı, mantığı, sağduyuyu savunur, öteki yeniyi, yararlıyı, eylemi.

329
(Doktor Ramiz'in Hayri İrdal için yazdığı mektup) Tanpınar bu mektubu belki de romanda devrimleri eleştirdiği için başına bir iş açılabileceğini düşünerek kitabın başına ya da sonuna eklemek üzere kaleme almıştı. Ama sonra gerek görmemiş olacak ki romana eklemekten vazgeçmişti.

330
... oğlu Ahmet, saatçi Nuri Efendi... işin nizamından geçmiş olanlar.
... bu sorunların çözülmesi üretim sorununa bağlıdır.

(dipnot) Hilmi Yavuz, "Tanpınar'ın Solculuğu Efsanesi", Yeni a Dergisi, Mayıs 1973, sayı 14, s11.

331
tefekkür: düşünme, düşünüş

"Bizim için asıl olan miras, ne mazidedir, ne de Garp'tadır" Tanpınar, Yaşadığım Gibi

332
Tanpınar'ın Yalan Dünyası
Mustafa Kutlu
Yönelişler, sayı:22, Nisan 1983

Söz marifet tâcıdır
Sanma gayri tâc ola
Taklit ile tok olan
Hakikatte aç ola
Gaybi Sunullah

333
Hayri İrdal yaşayan hayatın, geçip giden zamanın içinde belli bir yere konulamayan, çünkü o belli bir yeri araştıran, sahteliklerin içinden gerçeği yakalamaya çalışan, peşin hükümlerin ve sihirli formüllerin karşısına şüpheyle çıkan bir konumdadır.

334
... H. İrdal'ın "iç dünyasını" ortaya koymaya çalışan, kendi medeniyetimizin "içe dönük" karakterine uyma istidadında olan bir romandır.

"... Hürriyetin ilanından sonra ayrı ayrı plânlarda bir benzeri olduğu imparatorluk gibi" yavaş yavaş dağılan Abdüsselam Bey konağı...

Bu insanların bir yalan dünyaya kapılmaları "Tanzimattan önce Batı'daki bilimsel ve ekonomik gelişmelerden habersiz, dine yönelik -hurafelere denmeliydi. M.K.- gerçekçi olmayan bir çağı simgeliyordu" diye değerlendirilebileceği gibi...

Tanzimattan itibaren devletin adım adım kendi gerçekleri yerine bir takım "mucizeli kelimeyi, formülü, duayı yahut amelyeyi (ameliye: belli bir maksatla ve belli şekil ve şartlarda yapılan iş)" aramış olması, hatta yorumu genişleterek, kanuna, hürriyete, meşrutiyete, Tûran'a (İslami kaynaklarda Turan kavramı genellikle Orta Asya Türkleriyle özdeşleştirilmiştir.), Cumhuriyete, bilimsel sosyalizme, İMF'ye bağlanması Tanpınar'ın "bütünlük ve devamlılık" düşüncesinin dışında kalan aldanışlar olarak değerlendirilemez mi?

335
"Neden kaçarlardı, niçin kaçarlardı? Hiçbir mukavemetleri yok muydu?" SAE134
"... Hayat kendi şeklini yaratamazsa böyle olur..." SAE133  

336
Eşik (Bütün şiirleri, 1976)

... Tanpınar'ın "hayatın kendi şeklini yaratması'nı arzu ettiğini...

menfaat - hakikat çelişkisi

337
"Saçma hayatın kendisinde vardır ve İrdal, hayatı boyunca buna sık sık tanık olur. ..." B. Moran

338
"... hareketi seviyorsunuz..." SAE339

340
'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' Yahut Bir İnkıraz Felsefesi
Beşir Ayvazoğlu
Töre, sayı 169-170, Temmuz 1985

341
(Tanpınar) her an mazi ile hesaplaşma içindedir. Ne var ki bu hesaplaşmanın zaman zaman "Şarkla Garp arasında ölçüsüz mukayeselere SAE" girişmesi yüzünden, içinden çıkıp geldiği geçmiş aleyhine ağırlık kazanarak gerçekleştiği de görülür. Tanpınar, bütün samimiyetine rağmen, kendi neslinin bazı garip saplantılarından kurtulmuş değildir.

(Tanpınar'ın) 1932 yılına kadar "çok cezri (radikal)" bir batıcı olduğunu ve Doğu kültürüne karşı düşmanca bir tavır aldığını biliyoruz. Bu yıldan sonra "kendisi için tefsir (yorumlama) ettiği bir şarkta" yaşamaya başlar. Mahur Beste, Huzur, Beş Şehir gibi eserlerinde ve fikri yazılarının büyük bir kısmında Tanpınar, eğer hayatımızda bir devamlılık olsaydı nasıl bir yaşama üslûbuna sahip olurduk sorusuna cevap arayan bir aydın kimliğindedir.

... tashih (düzelti) ve 'tefsir' ederek yaşadığı şarkı, ...

342
... İrdal, eski kültürümüzün artıklarıyla geçinen biridir ve sahip olduğu değer hükümleri, içi boşalmış, asıl kaynağından uzaklaşmış, boşlukta yüzen alışkanlıklar seviyesindedir; onu bir yere sıkı bir şekilde bağlamazlar.

343
Romanın kahramanları, yekpare bir zamanı değil parçalanmış bir zamanı yaşamaktadırlar. Bilindiği gibi, Tanpınar'ın zaman konusundaki düşünceleri, Bergson'un "duree" anlayışına bağlı olarak gelişmiştir. Bergson'a göre, geçmiş sürekli olarak birbiri üzerine yığılmak suretiyle büyür. Başka bir deyişle, geçmiş kendini muhafaza ederek hayat hamleleriyle geleceğe uzanmaktadır. Sonra, önceye bağlı, fakat ondan daima yeni ve farklıdır.

344
Eserlerinin çoğunda ... geçmişle irtibatı kesilmiş bir hali anlatmaktadır.

... bu parmaklığın "yıldız benekli, lale motifleri arasından doğrudan doğruya maziye, o kadar yoksulluk içinde, fakat o kadar rüyalı ve ümitli geçen çocukluk günlerine" bakar gibi olmaktadır.

sürekli bir parçalanış

346
(Hayri İrdal) ... kendi kendisiyle tezat halindeki Türk aydınının prototipidir, hatta biraz da Tanpınar'ın kendisi.

Mephistopheles'e benzettiğimiz Halit Ayarcı...

Tanpınar, Osmanlı medeniyetinin inkırazı üzerinde ciddi bir şekilde kafa yoran tek Türk aydınıdır, denilebilir.

347
Bu realite dışılık, hayatın "kendi şeklini yaratamamasından ileri gelmektedir."

(kapının içi) ... bizim cemiyet olarak şimdiye kadar varmış olmamız gereken noktayı, başka bir deyişle, kültür ikiliğinin yaşanmadığı, geçmişimizin kendi içinde gelişerek 'muasır' gelişmelerle bütünleştiği kuvvetli bir sentezi anlatmaya çalışmaktadır.
Devam zinciri kopmuştur. Tanpınar ise, milli hayatın "devam ederek değişmek, değişerek devam etmek" olduğuna inanır. "Çünkü yaratmanın ilk şartı devamdır, hakiki kırılışlar ve kopuşlar ancak yaratış ucubeleri meydana getirir" Tanpınar, Yahya Kemal 1962 s14

350
yaratış ucubesi

354
Kitlelere gelince, onlar her zaman hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih etmişlerdir.


.
.
.
.