03 Ağustos 2015

Michel Foucault - Seçme Yazılar 5 (Felsefe Sahnesi)

.
.
.




.
.

Seçme Yazılar 5. Felsefe Sahnesi (2. Basım, 2011)
Michel Foucault
(Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, 2011, İstanbul)



Felsefe Sahnesi (Ferda Keskin, 2004)
I. Felsefe ve Psikoloji (A. Badiou ile söyleşi), 1965
II. İnsan Öldü mü? (C. Bonnefoy ile söyleşi), 1966
III. Suskun Kalmış Bir Tarih, 1966
IV. Filozof Kimdir? 1966
V. Nietzsche, Freud, Marx, 1967
VI. Tarihi Yazma Biçimleri Üzerine, 1967
VII. “Kimsiniz Siz, Profesör Foucault?”, 1967
VIII. Foucault Sartre’a Cevap Veriyor, 1968
IX. Bir Soruya Cevap, 1968
X. Bilimlerin Arkeolojisi Üzerine Epistemoloji Çevresi’ne Cevap, 1968
XI. Ariadne Kendini Astı, 1969
XII. Michel Foucault Son Kitabını Açıklıyor, 1969
XIII. Jean Hyppolite 1907-1968, 1969
XIV. Theatrum Philosophicum, 1970
XV. Nietzsche, Soybilim, Tarih, 1971
XVI. Michel Foucault ile Söyleşi, 1971
XVII. Tarihe Geri Dönüş, 1972
XVIII. Kültür Sorunları, Foucault-Preti Tartışması, 1972
XIX. Arkeolojiden Hanedanlığa, 1972
XX. Filozof Foucault Konuşuyor. Düşünün! 1973
XXI. Lacan, Psikanaliz “Özgürleştirici”si, 1981
XXII. Yapısalcılık ve Postyapısalcılık, 1983
XXIII. Foucault, 1984
XXIV. Yaşam: Deneyim ve Bilim, 1985




Felsefe Sahnesi, Ferda Keskin, 2004

12
[Foucault'nun hem felsefi önkabuller hem de yöntembilimsel ilkeler bakımından özellikle uzak durmaya özen gösterdiği iki ana düşünce biçimi:] ... bir yanda verili bir özne teorisi ve insan anlayışından hareket eden ve fenomenoloji ile varoluşçuluğu bir araya getiren yaklaşım, diğer yanda Foucault'nun zaman zaman yüzeysel Marksizm adını verdiği yaklaşım.

... söz konusu iki yaklaşımın benzer bir tarih anlayışına sahip olduğunu ve bu yaklaşımın 'zaman' ve 'geçmiş' nosyonları üzerinde odaklandığını belirten Foucault, aslında bu nosyonlar üzerinden şekillenen tarihin burjuva ideoloji içinden evrildiğini ve temelde "kapitalizmin ihtiyaç duyduğu... büyük ulusal birimlerin zamanın uzak geçmişlerinden nasıl geldiğini ve çeşitli devrimler aracılığıyla, kendi birliklerini nasıl sağlayıp sürdürdüklerini" gösterme işlevi taşıdığını belirtiyor. Eğer tarihi bu ideolojik eğilim ve işlevden kurtarmak gerekiyorsa, yapılması gereken şey 'zaman' ve 'geçmiş' nosyonlarının yerine 'değişim' ve 'olay' nosyonlarını koymak.

14
Tıpkı yapısalcılık gibi postyapısalcılık ya da postmodernite kavramlarının da kesin olarak tanımlanabileceğine inanmadığını dile getiren Foucault, daha çok Anglo-Amerikan dünyasına özgü bu genelleme ve sınıflandırmaları reddediyor. ... Herhangi bir düşünce biçimi, kavram, kurum ya da pratiğin anlaşılabilmesi, yani kavramsallaştırılıp bir düşünce nesnesi haline getirilebilmesi için benimsenmesi gereken yöntemin Foucault’ya göre analitik olması gerekiyor. Kavramsallaştırmak istediği şeyi başlangıçta nesneleştiren, ardından tanımladığı nesne için bir teori geliştiren ve bu nesnenin pratikte aldığı biçimleri aynı teoriden yola çıkarak açıklamaya girişen yaklaşım ise Foucault’nun özellikle karşı olduğu yöntem (Bkz. “Özne ve İktidar”, Seçme Yazılar II, s. 59). Örneğin bir özne teorisinden hareket ederek öznel deneyimin aldığı biçimleri açıklayan fenomenoloji ve felsefi antropoloji ya da iktidarı nesneleştirip teorisini yaptıktan sonra bu teori ışığında iktidarın tikel uygulamalarını açıklamaya çalışan hukuki-söylemsel iktidar modeli Foucault için tam da bu yüzden kuşkuyla karşılanması gereken yaklaşımlar (bu kitap, s.351-356). Yapılması gerekense, tersine, tikel öznel deneyimlerin tarihsel olarak nasıl kurulduklarının ya da iktidarın somut olarak uygulanma biçimlerinin bir analizini yapmak ve geriye doğru giderek tarihsel olarak kurulmuş olan öznel deneyimlerin ne tür bir özne tanımladığını ya da iktidarın uygulanış biçimlerinin nasıl bir iktidar sistemi kurduğunu görebilmek. Aynı şekilde yapısalcılık, postyapısalcılık ya da postmodernite adları altında belirli nesneler tanımlamak, bu nesneler için teorik açıklamalar getirmek ve aslında birbirinden çok farklı olan düşünürleri aynı teorik çerçeve içinde kavramsallaştırmaya çalışmak da yukarıda sözünü ettiğimiz yöntembilimsel ilkeyle ters düşen bir yordam.

15
söylemsel pratikler (epistemeler)

16
Foucault’nun arkeolojik analizi geride bırakıp soybilime geçmesinin nedeni, bir epistemenin yerini bir başka epistemeye bırakmasını zorunlu kılan tarihsel koşulları arkeolojik yönteme özgü kavramsal çerçevenin içinde kalarak açıklayamamış olmasıdır. Dolayısı soybilim, Foucault’ya söylemsel alanı söylemsel olmayan iktidar ilişkileri alanıyla bir araya getirme ve ilkindeki kopmaları ikincisinde meydana gelen değişimlerle açıklama imkânı vermiştir.

[söylemsel oluşumların dört ana bileşeni: nesneler, özne konumları, kavramlar ve stratejiler] Foucault'ya göre bir söylemin ortaya çıkabilmesini sağlayan ve belirleyen ilişkiler ağı "kurumlar, ekonomik ve toplumsal süreçler, davranış örüntüleri, norm sistemleri, teknikler, sınıflandırma tipleri, karakterize etme biçimleri arasında" tesis edilen bir bütün. Dolayısıyla Foucault 'söylem' kavramını özel bir anlamda kullanıyor, çünkü sözü edilen ilişkiler geleneksel anlamda 'söylem'e içkin olan ve önermeler arasında tümdengelimci bir yapı (mantık) ya da tümceler arasında tetorik bir yapı (gramer) kuran ilişkiler değil.


I. Felsefe ve Psikoloji (A. Badiou ile söyleşi), 1965

19
"-Psikoloji nedir?"

Psikolojiyi bilim olarak değil, ama belki de kültürel biçim olarak tanımlamayı denemek gerektiği kanısında olduğumu söyleyebilirim size...

20
Felsefe, kültürel bir biçim midir? ... gerçekten de, belki felsefe, Batı'nın ne olduğu hakkında düşünebileceğimiz en genel kültürel biçimdir.

Batı dünyasında felsefenin, bir alanın sınırlarını körü körüne ve bir anlamda boşuna, kendi bilincinin ve yöntemlerinin karanlığında, gecesinde çizdiği söylenebilir; bu alan, ruh ya da düşünce diye adlandırılan alandır ve şimdi, insan bilimleri bu alanı açık, aydınlık ve olumlu biçimde keşfedebilmek için bu mirası kullanmak durumundadır. O kadar ki, başlangıçta felsefenin işaret etmiş olduğu fakat kullanmadığı, oldukça belirsiz bu alanı insan bilimleri haklı olarak işgal etmektedir.

21
[antropoloji]
Belki de, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana bir tür antropolojinin mümkün olmasının nedeni, bunun Batı felsefesinin kaderinin bir parçası olmasıdır; antropoloji derken, bizim kültürümüzün dışında kalan kültürleri inceleyen ve antropoloji denen bu özel bilimi kastetmiyorum; antropolojiden benim anladığım şey, şimdi, tüm felsefe sorunlarını insanın sonluluğu diyebileceğimiz bu alanın içine yerleştiren tamamen felsefi yapıdır.

İnsan hakkında ancak homo natura olarak ya da sonlu bir varlık olması dolayısıyla felsefe yapabiliyorsak, bu ölçüde, tüm felsefe özünde bir antropoloji olmayacak mıdır? Bu durumda felsefe, genel olarak tüm insan bilimlerini mümkün kılan kültürel biçim halini alır.

... insan bilimlerinin kendi sorunsallarını, alanlarını, kavramlarını, kabaca on sekizinci yüzyıla ait bir felsefeden aldığı bir dönemde, sanıyorum, psikoloji -diyelim ki- ya ruhun bilimi olarak ya da bilincin bilimi, hatta bireyin bilimi olarak tanımlanabiliyordu. Bu ölçü içerisinde, o dönemde var olan diğer insan bilimleriyle arasındaki fark -ve zaten mümkün olan bu fark- oldukça açık bir biçimde ortaya konabilirdi: Psikoloji, fizyolojik düzeydeki bilimlerin karşıtıydı, tıpkı ruhla bedenin karşıt olması gibi; psikolojiyle sosyoloji birbirinin karşıtı olarak görülebilirdi, tıpkı bireyle topluluğun ya da grubun karşıt olması gibi; peki, eğer psikoloji bilincin bilimi olarak tanımlanırsa, bunun karşısına ne çıkarılacaktır? ... İnsan bilimlerinin yeniden düzenlenmesinin ve yeniden kesimlenmesinin, özellikle bilinçdışının açıklanması etrafında oluştuğunu düşünüyorum.

Freud'dan bu yana tüm insan bilimlerinin şu ya da bu biçimde psike bilimleri haline geldikleri söylenebilir. Toplumu bireye karşıt bir töz olarak, bireyi de topluma entegre olmuş bir tür töz olarak düşünen Durkheim'a özgü eski gerçekçilik artık bana düşünülemez bir şey olarak görünmektedir. Aynı şekilde, on dokuzuncu yüzyıl psikofizyolojisi için hâlâ geçerli olan, ruh ve beden arasındaki eski ayrım, bu eski karşıtlık da artık yoktur, çünkü şimdi artık bedenimizin, psike'mizin parçası olduğunu ya da psikolojinin hitap ettiği hem bilinçli hem de bilinçsiz bu deneyimin parçası olduğunu biliyoruz, öyle ki şimdi artık, temelde, psikolojiden başka bir şey yoktur.

23
... Freud'a göre, bilinçdışının bir dil yapısı vardır; yine de Freud'un bir göstergebilimci değil, bir yorumcu olduğunu unutmamak gerekir. ... onun sorunu bir dilbilim sorunu değil, deşifre etme sorunudur. Oysa bizzat kendi maddiliği içinde keşfetmek zorunda olduğumuz bir tür mutlak grafinin [ör. akciğer grafisi] varlığını özellikle kabul etmek (1. keşif); daha sonra bu maddiliğin gösteren olduğunu kabul etmek (2. keşif); daha sonra, bunun ne anlama geldiğini keşfetmek (3. keşif); ve nihayet, dördüncü olarak, bu göstergelerin söylemek istedikleri şeyleri hangi yasalara göre söylediklerini keşfetmek değilse, nedir yorumlamak? Bir dili dilbilimci olarak değil, yorumcu olarak, yorumbilgici olarak ele almak nedir? Göstergebilim tabakasına bu an, yalnızca bu an [dördüncü keşif anında] rastlarız, yani örneğin metafor ve metonimi sorunlarına, yani bir göstergeler toplamının bir şey söyleyebildiği yordamlara bu an rastlarız; fakat, bu dördüncü keşif ancak çok daha temel olan ilk üç keşfe göre dördüncüdür ve bu ilk üç keşif orada, önümüzde duran bir şeyin keşfidir, yorumlanacak bir metnin keşfidir, olası bir yorumbilgisi için bir tür mutlak zeminin keşfidir.

25
Hasılı, edebiyat, söylediği şeyi söylemediğini gayet iyi bildiğimiz bir tür dil değilse nedir? Çünkü, eğer edebiyat söylemek istediği şeyi söylüyor olsaydı, basitçe, “Markiz saat beşte çıktı…” derdi. İyi bilmekteyiz ki, edebiyat bunu demez, dolayısıyla edebiyatın, kendi üstüne katlanmış, söylediği şeyden başka bir şey söylemek isteyen ikinci bir dil olduğunu bilmekteyiz; alttaki bu diğer dilin ne olduğu bilinmemektedir, bilinen tek şey, romanı okuduktan sonra, bunun ne anlama geldiğini, yazarın söylemek istediği şeyi neye bağlı olarak, hangi yasalarla söylediğini keşfetmiş olmamız gerekir; metnin hem yorumunu hem de göstergebilimini yapmış olmamız gerekir.

[… göstergebilim ancak yorumlamada bulunarak yapılabilir, yorumlama da ancak göstergebilim uygulayarak yapılabilir ve bu aidiyet kesinlikle birbirinden ayrılamaz.]

27
… bir psikoloğun labirentteki bir farenin davranışlarını incelediğini düşünelim, onun tanımlamaya çalıştığı şey, fare için olduğu kadar insan için de geçerli olabilecek genel davranış biçimidir, insan hakkında neler bilinebileceği söz konusudur her zaman. [Ulus Baker’in Pavlov deneyleri hakkındaki görüşü].

… “açıklamak” ile “anlamak”ın ilk kez Dilthey’le birlikte ayırt edildiği ve özellikle radikal, mutlak ve birbiriyle bağdaşmaz epistemolojik biçimler olarak önerildiği kanısındayım … Anlamayı açıklamanın karşıtı olarak koyarak, biraz mitsel bir biçimde tanımlamış olduğu şey budur. Açıklama, kötü epistemolojik modeldir; anlama, yorumlamadaki radikal anlamına indirgenmiş olan insan biliminin mitsel figürüdür.

30
… dönüşlü düşünmeye dayalı [réflexif], genelleyici ve kurucu ilişki…


II. İnsan Öldü mü? (C. Bonnefoy ile söyleşi), 1966

31
Hümanizmanın, Montaigne'e ve çok daha ötelere uzanan, çok eski bir nosyon olduğuna inanılır. Oysa, "hümanizma" kelimesi Littré de (Emile Littré tarafından ilk kez 1863-1877 arasında yayımlanan Fransızcanın en kapsamlı sözlüğü. y.h.n.) yoktur. Aslında, kolaylıkla teslim olduğumuz geçmişe dönük bir yanılsamanın cazibesiyle, hümanizmanın her zaman Batı kültürünün en önemli sabiti olduğunu hayal etmeye can atarız. Örneğin, bu kültürü diğerlerinden, örneğin Doğu ya da İslam kültürlerinden ayırt eden şeyin hümanizma olduğuna inanırız. Bu hümanizmanın izlerine başka yerde, Çinli ya da Arap bir yazarda rastladığımızda rahatsız oluruz ve bu durumda, insan soyunun evrenselliğiyle karşı karşıya olunduğu duygusuna kapılırız.

32
Oysa hümanizma diğer kültürlerde olmadığı gibi, muhtemelen bizimkinde de ham hayal düzeyindedir.

On altıncı yüzyılın hümanizma çağı olduğunu, klasisizmin insan doğasının büyük temalarını geliştirdiğini, on sekizinci yüzyılın pozitif bilimleri yarattığını ve nihayet biyoloji, psikoloji ve sosyolojiyle birlikte, insanı pozitif, bilimsel ve rasyonel biçimde tanımaya başladığımızı lisede öğreniriz.

Tüm bunlar yanılsama niteliğindedir. Birinci olarak, hümanist hareketin tarihi on dokuzuncu yüzyıl sonudur. İkinci olarak, on altıncı, on yedinci ve on sekizinci yüzyılların kültürlerine biraz yakından baktığımızda, bu kültürlerde kelimenin gerçek anlamıyla insanın hiç yerinin olmadığını fark ederiz. O dönemde kültür, Tanrı'yla, dünyayla, şeylerin benzerliğiyle, uzayın yasalarıyla, elbette bedenle, tutkularla, imgelemle meşguldü. Fakat insanın kendisi kesinlikle yoktu.

Kelimeler ve Şeyler'de, on sekizinci yüzyıl sonunda ve on dokuzuncu yüzyıl başında insanın hangi parça ve bölümlerden oluştuğunu göstermek istedim. ... [şunu göstermek:] İnsanı, bilimse olarak tanıma fikri, insan varlığına dair ahlâki bir kaygı olduğu için değildir, tersine, insan varlığı mümkün bir bilginin nesnesi olarak inşa edildiğinden, daha sonra, çağdaş hümanizmanın tüm ahlâki temaları geliştirilmiştir; yumuşak Marksizmlerde, Saint-Euxpéry ve Camus'de, Teilhard de Chardin'de, kısacası, kültürümüzün tüm bu soluk figürlerinde rastlanan temalar bunlardır.

33
[Sartre] Hümanizmanın, antropolojinin ve diyalektik düşüncenin ortak yanları vardır. Russell'le birlikte doğduğunu gördüğümüz, Lévi-Strauss'ta ve dilbilimcilerde ortaya çıkan çağdaş analitik düşünce insanı göz ardı eder. Bu analitik akıl hümanizmayla bağdaşmaz, oysaki diyalektik, yanında hümanizmayı da getirir.

Bunu birçok nedenden dolayı yapar: Çünkü diyalektik bir tarih felsefesidir, çünkü insan pratiğinin bir felsefesidir, çünkü yabancılaşmanın ve uzlaşmanın felsefesidir. Tüm bu nedenlerle ve özünde her zaman bir kendine dönüş felsefesi olduğundan, diyalektik, insan varlığına, bir anlamda, sahici ve hakiki bir insan olacağını vaat eder. İnsanı insana vaat eder ve bu ölçüde içerisinde, hümanist bir ahlâktan ayrı olamaz. Bu anlamda, çağdaş hümanizmanın büyük sorumluları elbette Hegel ve Marx'tır.

[İmdi, Sartre] Çağdaş kültürü, yani psikanalizin, ekonomi politiğin, tarihin, sosyolojinin kazanımlarını diyalektiğin içinde toplayabilmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Fakat, çağdaş kültürün derinlemesine parçası olan analitik akıldan kaynaklanan her şeyi -mantık, enformasyon teorisi, dilbilim, biçimcilik- bir yana bırakmamayı başaramaması ayırt edici bir durumdur. ... Bu anlamda, Sartre sonuncu Hegelcidir, hatta sonuncu Marksist bile diyebilirim.

"- Demek ki, hümanizmanın ardından diyalektik-olmayan bir kültür gelecektir. B kültürü nasıl tasarlıyorsunuz...?"

34
Şu an oluşmakta olan bu diyalektik-olmayan kültür, birçok nedenle hâlâ kem küm eden bir kültürdür. Öncelikle, çok farklı bölgelerde kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Kendine özgü bir yeri olmadı. Kendini, başlangıçtan itibaren, tam bir altüst ediş olarak da sunmadı. Nietzsche'yle birlikte başladı; Nietzsche Tanrı'nın ölümünün insanın ortaya çıkışı değil, yok oluşu olduğunu; insanla Tanrı'nın arasında tuhaf akrabalık bağları olduğunu; ... Tanrı öldüğüne göre insanın da aynı zamanda ardından korkunç bir yaratık bırakarak ortadan kaybolmaktan başka bir şey yapamayacağını gösterdiğinde başladı.

Bu diyalektik-olmayan kültür Heidegger'de de görüldü: Varlıkla temel ilişkiyi Yunan kökene dönerek yeniden kavramayı denedi. Diyalektik-olmayan bu kültür, felsefenin mantıksal bir eleştirisini yaptığında Russel'da, mantıkla dil arasındaki ilişki sorununu ortaya attığında Wittgenstein'da, dilbilimcilerde, Lévi-Strauss gibi sosyologlarda da görüldü.

Kısacası, şu an bizim için analitik aklın tezahürleri hâlâ dağınıktır. Bizim için tehlikeli bir eğilim burada ortaya çıkmaktadır, yani on sekizinci yüzyıla açıkça geri dönüş... Fakat böyle bir geri dönüş olamaz.

"-Bu tehlikeli eğilim nasıl engellenebilir?"

Diyalektik-olmayan bu düşüncenin kendine özgü ve kesinlikle çağdaş biçimini keşfetmeyi denemek gerekir. On yedinci yüzyılın analitik aklının özelliği esas olarak doğaya yaptığı göndermeydi, on dokuzuncu yüzyılın diyalektik aklı ise özellikle varoluşa, yani birey-toplum, bilinç-tarih, praksis-yaşam, anlam-anlamsızlık, canlı-cansız ilişkileri sorununa göndermede bulunarak gelişti.

Bence şu an oluşmakta olan diyalektik-olmayan düşünce doğayı ya da varlığı değil, bilginin ne olduğunu işin içine katmaktadır. Onun asıl nesnesi bilgi olacaktır, öyle ki bu düşünce, bilgilerimizin toplamı, genel ağı karşısında ikincil konumda kalacaktır. Bir yandan, farklı bilgi alanları arasındaki, diğer yandan bilme ile bilmeme arasındaki ilişkiler hakkında kendini sorgulamak zorunda kalacaktır.

35
Burada, ansiklopedik bir girişim söz konusu değildir. Birinci olarak, I'Encyclopédie bilgileri biriktiriyor ve üst üste yığıyordu. Bugünkü düşünce, bilgiler arasındaki eşbiçimlilikleri tanımlamak zorundadır. İkinci olarak, I'Encyclopédie'nin amacı, bilme yararına, aydınlık yararına, bilmemeyi kovmaktı [İgnoramus]. Bizim, bilmeme ile bilme arasında var olan kalıcı ilişkiyi pozitif olarak kavramamız gerekir, çünkü biri diğerini ortadan kaldırmaz; bunlar kalıcı ilişki içindedirler, birbirlerine yaslanırlar ve ancak birbirleri dolayısıyla anlaşılırlar. Bu nedenle, felsefe günümüzde bir tür sıkı önlemler alma krizinden geçmektedir.

Bilgiden ve bilginin eşbiçimliliklerinden söz etmektense, varoluştan ve varoluşun yazgısından söz etmek insana daha ayartıcı gelir, bilme ile bilmeme arasındaki ilişkilerden söz etmektense tam bir aydınlanma içinde insanın kendisiyle barışmasından söz etmek daha teselli edicidir. Fakat, yine de, felsefenin görevi, insanların varoluşundaki sertliği gidermek ve onlara bir tür mutluluk vaat etmek elbette değildir. [Klasik yansıtmacılığa erkin olağan eğilimi]

[edebiyat] ... verili bir dönemde, verili bir kültürde dilin kullanılış tarzının bile tüm diğer düşünce biçimlerine sıkı sıkıya bağlı olduğu kanısındayım. ... bugünkü edebiyatın da felsefeyi niteleyen bu aynı diyalektik-olmayan düşüncenin parçası olduğu kanısındayım.

"-Nasıl yani?"

36
[Mallarmé'den bu yana... "Ça parle"ın olduğu yerde (Lacan), insan artık yoktur (id'in konuştuğu, yani bilinçdışının bir dil gibi yapılandığı yerde); Robbe-Grillet, Malcolm Lowry, Borges, Blanchot'nun eserleri insanın dilin yararına kayboluşunu anlatır. Tüm edebiyat, dille bir ilişki içindedir, bu ilişki aslında düşüncenin bilgi ile sürdürdüğü ilişkidir. Dil, edebiyatın bilinmeyen bilgisini söyler.]

[Klee] ... resim yapma ediminin kendisini resmin kendisinin sergilenen ve pırıldayan bilgisi haline getirir.


III. Suskun Kalmış Bir Tarih, 1966

38
Ernst Cassirer, Aydınlanma Felsefesi

40
Yaklaşık iki yüz yıldır Batı düşüncesini, kendi modernliği karşısında kör ederek şaşkınlığa düşürmüş olan Kantçı muamma, belleğimizdeki iki önemli figürü ortaya çıkarmıştır: Sanki, on sekizinci yüzyılın sonunda, modern dünya doğduğunda olup biten şeyin unutulması ikili bir özlemi açığa çıkarmış gibidir: Varlıkla ilişkimizi aydınlatmasını istediğimiz Yunan çağına duyulan özlem ve bilgimizin biçim ve sınırlarını yeniden sorgulamasını istediğimiz on sekizinci yüzyıla özlem. Hölderlin'den Heidegger'e uzanan Helenik hanedanlığın karşıtı, Marx'tan Lévi-Strauss'a uzanan modern Aufklarer'lerin [Aydınlanmacılar] hanedanlığıdır. Nietzsche'nin "aşırı büyüklüğü" belki her ikisine de ait olmasından gelir. Yunan ya da Aufklarer olmak, tragedyadan ya da ansiklopediden yana olmak, şiirden ya da düzyazıdan yana olmak, varlığın sabahından ya da temsilin öğle vaktinden yana olmak; modern düşüncenin -bize hâlâ egemen olan, ama ayaklarımızın altında sallandığını hissettiğimiz düşüncenin- henüz asla kurtulamadığı ikilem buradadır.

41
Biz Fransızlar, psikolojinin çekiciliğinden hâlâ kurtulmuş değiliz; bir kültür, bir düşünce, bizim için her zaman bir birey metaforudur: Tekil bir özne için geçerli olduğuna safça inandığımız şeyi bir dönem ya da bir uygarlık ölçeğine taşımak bizim için yeterli olur; tıpkı her bir kişinin kanıları, bilgileri, arzuları, endişeleri, özlemleri gibi, bir "yüzyılın" kanıları, bilgileri, arzuları, endişeleri, özlemleri olduğuna inanırız; Paul Hazard, Cassirer döneminde, Avrupa Bilincinin Krizi'ni tarif ediyordu. Aynı dönemde Marksist tarihçiler de kültürel fenomenleri, bunların yaratıcısı ya da tarihsel sorunlusu olan kolektif öznelere atfediyorlardı. Buna karşılık, Cassirer bir tür "kurucu soyutlama"ya göre davranır: Bir yandan, kişisel motivasyonları, biyografik rastlantıları, bir dönemi dolduran tüm olumsal figürleri siler; diğer yandan, ekonomik ve toplumsal belirlemeleri bir yana bırakır ya da en azından erteler. Bu durumda önünde açılan şey, kendi konfigürasyonu içinde analiz etmeye giriştiği, söylem ve düşüncenin, kavram ve sözcüklerin, sözce ve savların birbirinden ayrılmaz ve yaygın tabakasının tümüdür. [tipoloji - tipografya].

43
bağdaşık   homojen
erüdisyon   kültürlü, bilgili


IV. Filozof Kimdir? 1966

44
“-Toplumda filozofun rolü nedir?”

Toplumda filozofun rolü yoktur. Düşüncesini, grubun güncel hareketi karşısında bir yere yerleştiremeyiz. Sokrates bunun mükemmel bir örneğidir: Atina toplumu ona ancak yıkıcı bir rol verebilmiştir, sorgulamaları kurulu düzen tarafından kabul görmemiştir. Gerçekten de, bir filozofun yerinin bilincine yıllar sonunda varılır, bu da sonuçta ona atfedilen retrospektif bir roldür.

“- Peki bu durumda toplumla nasıl bütünleşiyorsunuz?”

Benim bütünleşmem mi?.. Biliyorsunuz, on dokuzuncu yüzyıla kadar filozoflar kabul görmemişlerdi. Descartes matematikçiydi, Kant felsefe değil, antropoloji ve coğrafya öğretiyordu, okullarda felsefe değil retorik öğretiliyordu, dolayısıyla filozofun toplumla bütünleşmesi diye bir sorun yoktu. … Hegel felsefe profesörüydü. Fakat o dönemde felsefenin sonuna geldiği kanısı yaygındı.

45
“- Tanrı’nın ölümü fikriyle az çok çakışan bir şey değil mi bu?”

Hegel’e göre, Akıl Tanrı’nın yerini alır, yavaş yavaş gerçekleşmekte olan şey insan tinidir… Nietzsche’ye göre Tanrı’nın ölümü metafiziğin sonu anlamına gelir, ama yeri boş kalır, Tanrı’nın yerini alan kesinlikle İnsan değildir.


V. Nietzsche, Freud, Marx, 1967

kolokyum  bir grubun uzman kişilerden, diğer grubunsa tartışmacılardan oluştuğu iki grubun katılımına dayanan tartışma yöntemi.

47
Dilin söylediğinden farklı bir şey söylemek istediği kuşkusunu duymanın ve dilden başka bir yerde de dilin olduğundan kuşkulanmanın her kültüre özgü -Batı uygarlığındaki tüm kültürel biçimleri kast ediyorum- kendi yorumlama sistemi, teknikleri, yöntemleri, tarzları olduğu kanısındayım. Dolayısıyla, tüm bu yorumlama sistemlerinin sistemini ya da -on yedinci yüzyılda dendiği gibi- tablosunu yapmak için bir girişime başlanması gerektiği kanısındayım.

On dokuzuncu yüzyılın hangi yorumlama sistemini kurduğunu, dolayısıyla bizlerin şimdi hâlâ hangi yorumlama sistemine bağlı olduğumuzu anlamak için, bence, geçmiş bir referansa, örneğin on altıncı yüzyılda var olmuş olabilecek türde bir tekniğe başvurmak gerekiyor. O dönemde, yorumlamaya yer veren şey, yorumlamanın hem genel görünümü hem de üzerinde durması gereken asgari birlik, benzerlik’ti. Şeylerin birbirine benzediği yerde, bu’nun benzeştiği yerde, bir şey söylenmek isteniyordur, dolayısıyla deşifre edilebilir; on altıncı yüzyıl felsefesinde, zoolojisinde, botaniğinde, kozmolojisinde, benzerliğin ve bunun etrafında uydular gibi dönen tüm kavramların oynadığı önemli rol bilinmektedir. Doğrusu, biz yirminci yüzyıl insanlarının gözünde tüm bu benzeşme ağı oldukça anlaşılmaz ve karmaşıktır. Aslında, on altıncı yüzyılda bu benzerlik corpus’u eksiksiz düzenlenmişti. Eksiksiz olarak tanımlanmış en azından beş nosyon vardı:

48
*Uygunluk nosyonu, convenentia, uyarlanmadır (örneğin ruhun bedene ya da hayvanlık dizisinin bikri dizisine uyarlanması);
*Sympatheia nosyonu, sempati, ayrı tözlerdeki rastlantıların özdeşliğidir;
*Emulatio nosyonu, ayrı tözlerdeki ya da ayrı varlıklardaki özniteliklerin ilginç bir şekilde paralelliğidir, öyle ki, öznitelikler, bir tözde ya da diğerinde birbirinin yansısı gibidir. (Örneğin, Porta, insan yüzünde saptadığı yedi bölümün, yedi gezegenli gökyüzüyle rekabet halinde olduğunu açıklar.);
*Signatura nosyonu, imza, bir bireyin görünür özellikleri arasındaki görünmez ve gizli bir özelliğin imgesidir;
*son olarak, elbette, analoji nosyonu, iki ya da çok sayıda ayrı töz arasındaki ilişkilerin özdeşliğidir.

Demek ki o dönemde gösterge teorisi ve yorumlama teknikleri, olanaklı benzerlik türlerinin tümünün son derece açık bir tanımına dayanıyordu… Tüm benzerlikler, bunları oluşturan dünyanın konsensüs’ünü ortaya çıkarır; bunlar, Tanrı ile Şeytan arasındaki anlaşmazlığa dayanan kötü benzerlik olan simulacrum’un karşıtıdır.

55
… on dokuzuncu yüzyıldan itibaren, Freud’dan, Marx’tan ve Nietzsche’den itibaren, bence, gösterge kötü niyetli olacaktır; yani, göstergede kötülük isteğinin ve “kötü yürekli olma”nın muğlak ve az çok karanlık bir biçimi vardır. Ve gösterge, kendini yorum olarak sunmayan bir yorum olduğu ölçüde bu böyledir. Göstergeler, kendilerini doğrulamayı deneyen yorumlardır, yoksa tersi değil.

Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde ve özellikle Kapital’in birinci cildinde tanımlandığını gördüğümüz paranın işlevi budur. … sonuç olarak göstergeler, maskedir. Yorumun üstünü örtme şeklinde yeni bir işlev edinen gösterge, daha Rönesans döneminde sahip olduğu basit gösteren varlığını kaybeder…

56
Yorum, kendini sonsuza dek yorumlama, kendine her zaman yeniden kavuşma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. … yorum her zaman kendini yorumlamak zorundadır ve kendine geri dönmeyi ihmal edemez. Bir sürenin zamanı olan gösterge zamanına karşıt olarak ve -her şeye rağmen doğrusal olan- diyalektiğin zamanına karşıt olarak, değirmi (yuvarlak, döngüsel?) bir yorum zamanı vardır. Bu zaman, önceden geçtiği yerden yeniden geçmek zorundadır, bunun sonucu, kısacası, yorumun gerçekten peşinde koştuğu tehlike, -ama bu aşırı bir tehlikedir-, paradoksal biçimde, onu peşinden koşturtan göstergelerdir. Yorumun ölümü, göstergelerin varlığına inanmaktır; birinci olarak, ilksel olarak, gerçekten, bağdaşık (birbirine benzer karakterlere veya yapıya sahip parça veya birimlerden oluşan bütün veya topluluk), anlamlı ve sistematik işaretler olarak göstergelerin var olduğuna inanmaktır.

57
Tersine, yorumun yaşamı, yorumlardan başka bir şey olmadığına inanmaktır. Bence, çağdaşlarımızın çoğunun unuttuğu bir şeyi, yorumbilgisiyle göstergebilimin iki amansız düşman olduğunu iyi anlamalıyız. Gerçekten de, göstergebilime geri çekilen bir yorumbilgisi, göstergelerin mutlak varlığına inanır: Yorumların şiddetini, tamamlanmamışlığını, sonsuzluğunu terk eder, belirticinin [indice] terörünü egemen kılar ve dilden kuşkulandırır. Burada Marx’tan sonraki Marksizmle karşılaşıyoruz. Tersine, kendi üstüne kapanan bir yorumbilgisi kendilerine işaret etmeye devam eden dillerin alanına girer, delilik ile katışıksız dilin bu ortak bölgesine girer. Nietzsche’yle karşılaştığımız yer burasıdır.

automystification  kendini aldatma

60
latent   gizliden gizliye varlığını sürdürmek, henüz ortaya çıkmamış olmak; herhangi bir şekilde göze çarpacak yaşam ve fizyolojik aktivite belirtileri görülmeyen biyolojik olayları ifade etmek için kullanılan deyim.


VI. Tarihi Yazma Biçimleri Üzerine, 1967

65
… tarih tuhaf bir biçimde kutsallaştırıldı. … tarihin haç işareti altında, her söylem haklı davaların tanrısına ibadet biçimini alıyordu. … bazılarının gözünde, disiplin olarak tarih, diyalektik düzenin son sığınağını oluşturuyordu: Rasyonel çelişkinin hâkimiyetinin kurtarılabildiği yer orasıydı… Bireyler, kendilerini aşan ve meydan okuyan bu bütünlük içinde tutulurlar, ama belki aynı zamanda onun kötü niyetli birer yaratıcısıdırlar. Öyle ki hem kişisel proje hem de bütünlük olan bu tarih, bazıları için dokunulmaz bir hal alır: Tarihsel sözün bu türden biçimini reddetmek, büyük devrim davasına saldırmak olur.

66
İnsan bilimleri ile tarih arasındaki eski karşıtlık (insan bilimleri eşsüremli olanı ve evrimsel-olmayanı incelerken, tarih, aralıksız büyük değişim boyutunu analiz eder) yok olur…

67
… Althusser’le benim aramda açık bir farklılık var: O, Marx’la ilgili olarak epistemolojik kopma kelimesini kullanmaktadır, bense, tersine, Marx’ın epistemolojik bir kopmayı temsil etmediğini ileri sürüyorum.

Marx’ın ekonomik analizlerinin Ricardo’nun kurduğu epistemolojik uzamın dışında kaldığını sanmıyorum.

69
Tarih, etnoloji ve dil gibi alanlarda betimleme çabalarının temel önem taşıdığı fark edileli yine de elli yıldan fazla oldu. … Tarih gibi kesin biçimini almamış disiplinlerin de, betimlemenin temel görevlerini yerine getirmesine niçin karşı çıkılıyor anlayamıyorum.

70
… betimleme bir anlamda sonsuzdur, diğer anlamda, incelenen söylemler arasında var olan ilişkileri açıklamaya uygun teorik model oluşturmaya yönelik olduğu ölçüde de kapalıdır.

72
Dilbilgisini, doğa tarihini ya da ekonomi politiği nesne olarak işleyen bu metinler bütününün ortaya çıkmasını mümkün kılan bizim dönemimizdir, yalnızca bu dönemdir.

Öyle ki, yazar bu konuda ve yalnızca bu konuda, sözünü ettiği şeyin kurucusudur. Benim kitabım doğrudan doğruya bir kurgudur: Bir romandır, ama onu yaratan ben değilim, bizim dönemimizin ve epistemolojik konfigürasyonunun tüm bu sözceler yığınıyla ilişkisidir. Öyle ki, özne gerçekten de kitabın bütünlüğünde mevcuttur, fakat o özne günümüzde söylenen her şeyde konuşan anonim “gizli özne”dir.

… çağdaş eleştiri -daha pek kısa süre önce yapılmış olandan onu ayıran da budur- çeşitli metinler üzerinde, kendi nesne-metinleri üzerinde bir tür yeni kombinatuar oluşturmakla meşguldür. (kombinatuar analiz, nesneler arasında, önceden verilmiş bir tanıma uygun düzenlemelerin yapılmasını ve bu düzenleme sonucunda bulunan ilişkilerin matematik modellerinin oluşturularak, genellemeyle tüm benzeri oluşumlarda uygulanabilmesini mümkün kılacak sonuçların incelenmesidir. Bu analizin çeşitlemeleri ise, nesnelerin gruplandırılma biçimlerine göre, permütasyon, kombinasyon ve varyasyon gibi adlar alır). İçkin sırrını yeniden oluşturmak yerine, metni bir öğeler bütünü (sözcükler, metaforlar, edebi biçimler, anlatı bütünleri) olarak ele alır; bu öğeler arasında kesinlikle yeni ilişkiler ortaya çıkarılabilir, yeter ki yazarın projesinin buyruğu altında olmasınlar ve yalnızca mevcut haliyle eser tarafından mümkün kılınsınlar.

73
Artık, çağdaş eleştiri büyük içsellik mitini terk etmek üzeredir: Intimior intimio ejus. … Metnin dışına yerleşen çağdaş eleştiri, metinlerin metnini yazarak metne yeni bir dışsallık katar.

Edebiyat üzerine her söylemi mümkün kılmış olanın Blanchot olduğu doğrudur. Öncelikle, eserlerin dillerinin bu dış yüzeyle birbirine bağlandıklarını ve “edebiyat”ın bu yüzeyde ortaya çıktığını ilk gösteren odur.

74
[Blanchot ile birlikte] Artık eserin, yazarın bir projesine ait olmadığını biliyoruz, onun varoluşuna da ait değildir, eser yazarla olumsuzlama, imha ilişkileri sürdürür...

75
... dilbilim ile edebiyat eserleri arasındaki, müzikle matematik arasındaki, tarihçilerin söylemiyle ekonomistlerin söylemi arasındaki ilişkiler artık yalnızca ödünç alma, taklit ya da irade dışı benzeşim düzeyinde değildir, yapısal eşbiçimlilik düzeyinde de değildir; bu eserler, bu gelişmeler karşılıklı ilişki içinde oluşur, bunlar birbirleri için vardır. Artık bir dilbilim literatürü vardır, yoksa dilbilgisi uzmanlarının, romancıların dilbilgisi ve söz dağarcığının üzerindeki etkisi değil. Aynı şekilde, on yedinci yüzyıl sonunda ve on sekizinci yüzyıl başında olduğu gibi, matematik de müzikal dilin inşasına uygulanabilir değildir, günümüzde matematik, müzikal eserin biçimsel evrenini meydana getiriyor. Öyle ki, dillerin eski dağılımının genel olarak ve baş döndürücü biçimde silinmesine tanık oluyoruz.

Günümüzde dilden başka bir şeyin bizi ilgilendirmediği ve dilin evrensel nesne olduğunu söylüyoruz seve seve. Yanılgıya düşmemeli: Dilin bu hükümranlığı, göçmen bir kavmin geçici, ikircil, eğreti hükümranlığıdır. Kuşkusuz, dille ilgileniyoruz; fakat sonuçta onun mülkiyetine girmek için değil, bugüne kadar bizden hiç uzaklaşmadığı kadar uzaklaşsın diye ilgileniyoruz. Dilin sınırları çöküyor, sakin evreni kaynaşmaya başlıyor; ve eğer sular altında kalmışsak, onun zamana bağlı olmayan sertliğinden değil, dalgasının şu anki hareketindendir.

76
Yapısalcı olarak adlandırılanlardan farklı olarak, ben dil gibi bir sistemin sunduğu biçimsel imkânlarla pek ilgilenmedim. Kişisel olarak, ben daha ziyade söylemlerin varlığıyla, sözlerin söylenmiş olmasıyla meşgul oldum...

... benim konum, dil değil arşivdir, yani söylemlerin birikmiş varlığı. Arkeolojinin, benim anladığım anlamda, ne -toprakaltının analizi olarak- jeolojiyle bağı vardır, ne de -başlangıçların ve devamların tanımı olarak- soybilimle; arkeoloji, söylemin arşiv kipliği içinde analizidir.

Özellikle mantıkçılarla, Russel ve Wittgenstein'ın öğrencileriyle birlikte biçimsel nitelikleriyle dilin, ancak somut işleyişini dikkate almak koşuluyla analiz edilebileceğini fark etmeye başlıyoruz. Dil, elbette bir yapılar bütünüdür, ama söylemler, işleyiş birimleridir ve dilin bütünlüğü içinde analizi bu temel talebiyle yüzleşmekten geri kalmaz.

77
Tarihin bir kıvrımına yerleşmiş olan bir birey, bir dönemin ya da bir uygarlığın tüm hakikatinin ifadesini bulduğu güzellik biçimlerini nasıl keşfedebilir? Günümüzde sorun artık bu terimlerle ortaya atılmıyor: Artık hakikatin içinde değiliz, söylemlerin tutarlılığı içindeyiz, güzelliğin içinde değil, karmaşık biçim ilişkileri içindeyiz. ... Anonimliği yeniden elde etmeliyiz, nihayet bir gün anonim olacağımıza olan devasa kanıyı kendimize doğrulamak zorundayız; tıpkı klasik düşünürlerin hakikati bulduklarına ve kendi adlarına buna eklediklerine olan güçlü kanılarını doğrulamak zorunda olmaları gibi. Eskiden, yazan kişi için sorun herkesin anonimliğinden kurtulma sorunuydu, günümüzün sorunu ise kendi özel adını silmeyi başarma ve mevcut söylemlerin bu büyük mırıltısına kendi sesini dahil etme sorunudur.

78
Tek iddiası anonim olmak olan bu tür kitaplara bu kadar çok tekillik ve şahsilik işareti veren şey, bir üslubun ayrıcalıklı göstergeleri değildir, tekil ya da bireysel bir yorumun işareti de değildir, yazılı bir şahsiliğe göndermede bulunabilecek her şeyi maharetle silen silgi darbelerinin doymak bilmezliğidir. Yazarlarla yazanlar arasında siliciler vardır. ... anonimliği hedefleyen silgi vuruşları, bir adın imzasını cakalı hat kalemlerinden daha kesin biçimde belirtir.

"- … felsefenin modern statüsü sizce nedir?"

Bence günümüzde felsefe artık yoktur, kaybolduğundan değil, büyük miktarda çeşitli faaliyetler içinde dağıldığından böyledir: Örneğin, aksiyomatikçinin, dilbilimcinin, etnoloğun, tarihçinin, devrimcinin, siyaset adamının faaliyetleri, felsefi faaliyet biçimleri olabilir. On dokuzuncu yüzyılda nesnelerin olabilirlik koşulları üzerine sorular soran düşünme tarzı felsefiydi; günümüzde, bilgi ya da pratik için yeni bir nesne ortaya çıkaran her faaliyet felsefidir - bu faaliyet ister matematikten, isterse de dilbilim, etnoloji ya da tarihten kaynaklansın.


VII. “Kimsiniz Siz, Profesör Foucault?”, 1967

84
... 50'li yıllar boyunca, ... anlam sorununu kafama takmıştım.  ... anlam ile tarih arasındaki, ya da fenomenolojik yöntem ile Marksist yöntem arasındaki ilişkiler sorunuyla uğraşıyordum.

85
Şimdi, tersine, nesne kurulurken anlamın, güneşin tutulması gibi, nasıl kaybolduğuyla ilgilendiğimi söyleyebilirim size. ... Yapısalcılık, anlamın ortaya çıkışının biçimsel koşulları sorununu ortaya atar... özünde ben ne anlamla ne de anlamın ortaya çıkış koşullarıyla ilgileniyorum; benim üstünde durduğum şey, anlamın değişim ya da kesintiye uğrama koşullarıdır, anlamın, başka bir şeyi ortaya çıkarmak için yok olma koşullarıdır.

86
Her toplum bir dizi karşıtlıklar sistemi ortaya koyar - iyi ve kötü, izinli ve yasak, meşru ve gayri meşru, suç olan ve olmayan arasında; toplumları kuran bütün bu karşıtlıklar, günümüz Avrupa’sında normal ile patolojik arasındaki basit karşıtlığa indirgenmiştir. … Bir suçlunun patolojik bir vaka olduğunu söyleyebilmek için onun bir deli olduğunu söyleyerek işe başlamak gerekir; sonra, her delinin akıl hastası olduğu, dolayısıyla patolojik bir vaka olduğu söylenecektir. Böylece, suçlu kişi patolojik kategorisine girebilir.

Aslında, özgürce ve kendi iradeleriyle LSD almaya, on iki saatlik bir evre boyunca “akıldışı”lık haline girmeye karar veren sapasağlam kişiler, normal ile patolojik karşıtlığı dışında delilik deneyi yaşarlar.

87
"- ... Batı uygarlığının bağrında bazı Doğu uygarlıklarının düşünce ve kültürünün ortaya çıkışından söz edilebilir mi?"

Hayır, tersine, karşıt bir fenomenin meydana geldiği kanısındayım. Görünüşte yüz elli yıldan bu yana, hatta Schopenhauer'den bu yana diyebiliriz, Şarklılaşıyoruz; gerçekte, bütün dünya Batılılaştığı için Batı, Hint felsefesini, Afrika sanatını, Japon resmini, Arap mistiğini almaya görece olarak daha müsait oluyor. [Bunların hepsi], Batı uygarlığının onları görece olarak asimile etmesini sağlayan bu yapılar sayesinde, kendinin bilincine eriyor.

88
[Böylece, bu örnekte de, tam olarak yapısalcılık sorunu söz konusu değildir: Önemli olan ve benim analiz etmeye çalıştığım şey, ne dilin içinde anlamın ortaya çıkışıydı, ne de verili bir kültür içinde söylemlerin işleyiş kipiydi: Bir söylem nasıl olup da bir dönem boyunca patolojik olarak, diğer bir dönemde edebi olarak işlev görebilmişti. Demek ki, beni ilgilendiren şey, söylemin işleyişiydi, yoksa anlam kipi değil.]

"- Sizin araştırmanız sizce hangi disipline dahildir?"

... kültürel olguların bir analizi... ait olduğumuz kültürün etnolojisi gibi bir şey söz konusu olabilir.

89
Yaptığım şeyin felsefeyle ilişkisinin olması çok mümkün, özellikle, en azından Nietzsche'den bu yana felsefenin görevi teşhis koymaktır, felsefe artık herkes için, bütün zamanlar için geçerli olabilecek bir hakikati söylemeye çalışmamaktadır.

90
Her tarihsel yaklaşım, neden-sonuç ilişkilerini ortaya koymayı kendine görev edinmelidir. Yine de, nedensel ilişkinin biçimsel rasyonalite terimleriyle ele alınmasının ve denetlenmesinin imkânsız olduğunu doğa bilimlerinin fark etmiş olmasının üzerinden birkaç yüzyıl geçti; insan bilimlerinin anlamasının üzerindense onlarca: Aslında, mantıkta nedensellik yoktur.

On yedinci yüzyıldan beri insanın dile getirdiği bilimsel söylemlerde, on sekizinci yüzyıl boyunca yeni bir nesne ortaya çıktı: "İnsan". İnsanla birlikte insan bilimlerini inşa etme olanağı doğdu.

92
dönüşlü düşünme

94
nolens volens   ister istemez

95
… bütünlüğü düşünmeyi hedefleyen felsefe, felsefenin mümkün biçimlerinden yalnızca biri de olabilir…  Hegel’den önce felsefe bu bütünlük tutkusuna sahip değildi: Descartes bir siyaset üretmemiştir, Condillac ve Malebranche da üretmemiştir, Hume’un matematik düşüncesini ihmal etmek büyük bir tehlike yaratmaz. Sonuç olarak, bütünlüğü kapsayan bir felsefe fikrinin görece yeni bir fikir olduğu kanısındayım… felsefe günümüzde farklı alanlarda işleyebilen bir faaliyet biçimidir. Saussure dili sözden ayırdığında ve dolayısıyla, dilbilim için bir nesne ortaya çıkardığında, felsefi türde bir işlem gerçekleştirdi. Mantık alanında Russel, “varoluş”u bir yüklem olarak kabul etmenin güçlüğünü, imkânsızlığını gün ışığına çıkardığında ya da varoluşsal önermeyi özne-yüklem türünde bir önerme olarak düşünmenin imkânsızlığını gün ışığına çıkardığında, kuşkusuz bir mantık ürünü yarattı, fakat mantıksal türdeki bu keşfi yapmasını sağlayan faaliyet, felsefi bir faaliyetti.

96
Nietzsche’ye göre, felsefe yapmak farklı alanlardan kaynaklanan bir dizi edim ve işlemden oluşuyordu: Yunan döneminden bir tragedyayı betimlemek felsefe yapmaktı, filoloji ya da tarihle uğraşmak felsefe yapmaktı. Ayrıca, Nietzsche felsefenin özel faaliyetinin teşhis etme çalışmasından oluştuğunu keşfetti: Bugün biz neyiz? [Kant: Aydınlanma nedir?]

97
Klee, gösterge olarak geçerli olan tüm bir figürler dizisini dünyanın yüzeyinden almış olan kişidir ve bunları, gösterge biçimini ve yapısını koruyarak, kısacası, gösterge olma kiplerini sürdürerek ve aynı zamanda hiç anlamları olmayacak şekilde işlev görmelerini sağlayarak, resim uzamı içinde parlak bir şekilde düzenlemiştir. Ve yapısalcı ve dilbilimci olmayan yanım, göstergenin bu tarz kullanımı karşısında kendinden geçmektedir: Yani, göstergenin varlık kipi içinde gösterge, yoksa anlamı ortaya çıkarma kapasitesi içinde değil.

"- ... yeni eğilimler üzerine... Örneğin, pop art'la ilgilendiniz mi?"

98
Özellikle, deyim yerindeyse, ortaya çıktığı toplumsal bağlamla doğrudan ve bilinçli ilişkisi nedeniyle -bu oldukça kolay bir ilişki- pop art'la da op art'la da pek ilgilenmediğimi size itiraf etmeliyim. Bana göre, ... Arnal, Corneille...

99
[hümanizma] 1948 yılında, Stalinizmi ve Hıristiyan demokrasisinin hâkimiyetini aklamaya hizmet etmiş olan tam da bu hümânizmadır, Camus'de ve Sartre'ın varoluşçuluğunda karşılaştığımız hümânizmadır. Sonunda, bu hümanizma son yirmi yılın tüm düşüncesinin, tüm kültürünün, tüm ahlâkının, tüm siyasetinin bir anlamda küçük fahişesi oldu. Bugün bunu bize erdem örneği olarak sunmanın tahrik olduğu kanısındayım.

"- ... günümüzde asla hümanist olmamanın nasıl mümkün olabildiğini bana söylemenizi istiyorum."

İnsan bilimlerinin "insan" denen bir şeyin -insanın hakikati, doğası, doğumu, yazgısı- keşfine yol açtıklarını hiç sanmıyorum; gerçekte, çeşitli insan bilimlerinin meşgul oldukları şey, insandan oldukça farklı bir şeydir, sistemler, yapılar, bileşimler, biçimlerdir, vs.

100
"- Bu, bilimsel, bilişsel düzeyde. Fakat, ahlâki düzeyde..."

Siyasal düzeyde diyelim: Aslında, ahlâkın bundan böyle siyasete ve cinselliğe tümüyle indirgenebilir olduğunu kabul ediyorum, cinsellik de siyasete indirgenebilir: Bu nedenle ahlâk, siyasettir. Son elli yılın (yalnızca bu yılların da değil) deneyimi bu hümanist temanın yalnızca hiçbir verimliliği olmamakla kalmadığını, aynı zamanda ne kadar zararlı, tehlikeli olduğunu da kanıtlamaktadır, çünkü en çeşitli ve en tehlikeli siyasi operasyonlara bu hümanizma imkân tanımıştır; gerçekte, siyaset yapanların önüne getirilen sorunlar, demografik büyüme göstergesinin artmasına izin vermeli mi; ağır sanayiyi mi yoksa hafif sanayiyi mi teşvik etmeli; verili bir konjonktürde tüketimin, tüketim artışının ekonomik avantajları var mıdır gibi sorunlardır. İşte, siyasal sorunlar bunlar. Bu düzlem üzerinde, "insanlar"a asla rastlamıyoruz.

101
Kimsenin teknokratlardan daha hümanist olmadığı doğrudur. Diğer yandan, tüm bu bulanık hümanist mitlerden yararlanmayan sol bir siyaset yapabilmek yine de mümkün olabilmelidir. Demografik büyüme, tüketim, bireysel özgürlük, herkes için zevk olanağı arasındaki belli bir ilişki sayesinde elde edilen, toplumsal işleyişin en uygun koşulunun asla bir insan fikrine dayanmadan tanımlanabileceği kanısındayım. En uygun işleyiş, bunun böyle olmasının "kimin için" iyi olduğu söylenmeden, içeriden tanımlanabilir. teknokratlar ise hümanisttir, teknokrasi bir hümanizma biçimidir. Bunlar, gerçekten de, "insanların mutluluğu"nun ne olduğunu tanımlamayı ve bunu gerçekleştirmeyi sağlayan iskambil oyununu yalnızca kendilerinin bildiğini sanırlar.

... niçin "hümanist olmalı"? Benim tek söylediğim, günümüzde mümkün olan en uygun toplumsal işleyişi siyasal olarak tanımlamaya çalışabileceğimizdir.

102
İnsanın var olmadığını söylerken, insanın, canlı tür olarak ya da toplumsal tür olarak gezegenden yok olduğunu kesinlikle söylemedim. Toplumsal işleyiş kuşkusuz karşılıklı işleyiş halindeki bireylerin işleyişi olacaktır.

Organizma işlev görmektedir. Niçin? Üremek için mi? Hiç değil. Hayatta kalmak için mi? Bu da değil. İşliyor. Çok karmaşık biçimde işliyor, yaşamak için işliyor, ama ölmek için de işliyor, çünkü yaşamayı sağlayan işleyişin sürekli biçimde tüketen bir işleyiş olduğu da bilinmektedir, öyle ki aynı zamanda ölümü üreten şey tam da yaşamayı sağlayan şeydir. Tür kendi için işlemez, ne insan için, ne de Tanrı'yı hamdetmek için işler; kendini işlev görmekle sınırlar. İnsan türü için de aynı şey söylenebilir. İnsanlık, tür olarak, öyle bir sinir sistemiyle donanmıştır ki, kendi işleyişini denetleyebilir. Ve bu denetleme imkânı, açıktır ki, insanlığın bir amacı olması gerektiği fikrine sürekli olarak yol açar. Kendi işleyişimizi denetleyebildiğimiz ölçüde bu amacı keşfederiz. Fakat bu, durumu ters yüz etmektir. Kendimize şöyle deriz: Bir amacımız olduğuna göre kendi işleyişimizi denetlemeliyiz; oysa ki, işleyişin denetimi imkânını bir noktada toplayabilen belli bir imgeyi sağlayan tüm ideolojiler, felsefeler, metafizikler, dinler gerçekte yalnızca bu denetim imkânı temelinde ortaya çıkabilir. ... Amaç fikrini ortaya çıkaran şey, denetim olanağıdır. Fakat insanlık gerçekte hiçbir amaca sahip değildir, işler, kendi işleyişini denetler ve bu denetlemeyi her an doğrulamaya çabalar. Bunların yalnızca haklı çıkarmalar olduğunu ileri sürmekten uzak durmak gerekir. Hümanizma bunlardan biridir, sonuncusudur.

Şimdi bana şöyle diyorsunuz: İnsanlık fikrinin var olması belki gereklidir, bu insanlığın işlemesi için bir mit olsa bile. Size cevabım şu olacak: Belki, ama belki de değil. İnsanlık fikri Tanrı fikrinden ne daha fazla ne de daha az gereklidir.

104
Felsefelerin yok olmasından söz ettim, filozofun yok olmasından değil. Genel olarak bir kültürün şimdiki zamanına teşhis koymaktan ibaret belirli alanlarda, belli türde "felsefi" faaliyetlerin var olduğu kanısındayım.


VIII. Foucault Sartre’a Cevap Veriyor, 1968

106
"-Kelimeler ve Şeyler" adlı kitabınızın sonuç bölümünde, insan bilgisinin önüne konulmuş en eski ya da en değişmez sorunun insan olmadığını yazdınız. İnsan, diyorsunuz, yakın geçmişteki doğumu ve belki de yakın gelecekteki sonu düşünce arkeolojimiz tarafından gösterilen bir icattır. Büyük yankılar uyandıran cümlelerden biri budur. Bilginin uzamında insanın doğum tarihi sizce nedir?"
On dokuzuncu yüzyıl, örneğin mikrobiyoloji, elektromanyetizma, vs. gibi çok önemli bazı şeylerin keşfedildiği yüzyıldı, aynı zamanda, insan bilimleri de bu yüzyılda keşfedildi. insan bilimlerini keşfetmek, görünüşte, insanı mümkün bir bilimin konusu yapmaktı. Bu, insanı bilgi nesnesi olarak kurmaktı. Oysa, bu aynı on dokuzuncu yüzyılda, şu büyük eskatolojik mit umut ediliyor, hayal ediliyordu: Bu insan bilgisi sayesinde insanın yabancılaşmalarından kurtulmasına, hâkim olamadığı tüm belirlenimlerden kurtulmasına, kendisi hakkında sahip olduğu bu bilgi sayesinde yeniden ya da ilk kez kendisinin efendisi ve sahibi olmasına çabalamak. Başka deyişle, insanın kendi özgürlüğünün ve kendi varoluşunun öznesi olması için insan bir bilgi nesnesi haline getiriliyordu.

Oysa olaylar öyle gelişti ki ... bu ünlü insan, bu insan doğası ya da bu insan özü ya da bu insan aslı asla bulunamadı. (107) Örneğin delilik ya da nevroz fenomenleri analiz edildiğinde keşfedilen şey bir bilinçdışıdır, içinden itkiler, içgüdüler geçen bir bilinçdışı, insanın özünden, insan özgürlüğünden ya da varoluşundan beklenebilecek şeylerle kesinlikle hiç ilişkisi olmayan mekanizmalara ve topolojik uzama göre işleyen bir bilinçdışı, biraz önce söylendiği gibi, bir dil gibi işleyen bir bilinçdışı. Sonuç olarak, insan, derinliklerine doğru inildikçe buhar olup uçuyordu. Dil için de durum aynıdır. On dokuzuncu yüzyılın başından beri, insan zihninin büyük sabitlerinden birkaçını bulmak için insan dilleri sorgulandı ... Oysa, dilin içini kazarak ne bulundu? Yapılar bulundu. Karşılıklı bağıntılar bulundu, bir anlamda kısmen mantıksal olan sistem bulundu ve insan, özgürlüğü içinde, varoluşu içinde insan burada da kayıptı.

110
... filozoflar, genellikle, kendilerine ait olmayan tüm disiplinler karşısında pek cahildirler.


IX. Bir Soruya Cevap, 1968

[Çok ağır bir metin!]
113
"-Düşünce tarihine sistemin zorlamasını ve süreksizliği dahil eden bir düşünce, ilerici bir siyasi müdahalenin tüm temellerini ortadan kaldırmaz mı?
Şu ikileme varmaz mı:
-Ya sistemin kabulü,
-ya da sistemi sarsacak tel şey olan yabanıl olaya, dışsal bir şiddetin ortaya çıkmasına çağrı?”

114
Benim yapmaya çalıştığım şeyi son derece doğru karakterize ettiğinizi nasıl kabul etmem? Ve aynı zamanda, kaçınılmaz uyuşmazlık noktasını da adlandırdınız: "Düşünce tarihine sistemin zorlamasını ve süreksizliğini dahil etmek." Evet, ben kendimi neredeyse tamamen bu noktada buluyorum.

Öncelikle, sistem kelimesini tekil halde kullanıyorsunuz. Oysa ben çoğulcuyum. ... Benim ortaya attığım sorun, söylemlerin bireyselleştirilmesi sorunudur. Söylemleri bireyselleştirmek için bilinen ve kesin (ya da yaklaşık olarak kesin) ölçütler vardır: Ait oldukları dil sistemi, onları eklemlemiş olan öznenin kimliği. Fakat, yakından tanıdığımız başka ölçütler çok daha muammalıdır. Psikiyatriden, tıptan, dilbilgisinden, biyolojiden ya da ekonomiden söz ettiğimizde, neden söz etmiş oluyoruz? İlk bakışta tanınabileceği sanılan, fakat sınırlarını tanımlamakta güçlük çektiğimiz bu tuhaf birimler nelerdir? Bazıları tarihimizin derinliklerine kadar uzanıyor gözüken (matematik, hatta tıp), bazıları kısa süre önce ortaya çıkmış (ekonomi, psikiyatri) ve bazıları da kaybolmuş (kazuistik) birimler. (kazuistik   görevler arasında uyuşmazlıkların bulunduğu belirli durumlarda, genel din ve ahlak kurallarını uygulayarak vicdana ait sorunları açıklığa kavuşturan ahlak dalı). Yeni sözcelerin sürekli olarak gelip dahil oldukları ve sık sık dönüştürdükleri birimler (doğdukları andan itibaren sürekli yeniden başlayan tuhaf birimler olan sosyoloji ya da psikoloji). Onca hatanın, onca unutmanın, onca yeniliğin, onca dönüşümün ardından varlıklarını inatla sürdüren, ama kimi zaman da çok kökten mutasyonlar geçirdiklerinden kendilerine özdeş olarak kabul etmekte güçlük çektiğimiz birimler (fizyokratlardan Keynes'e kadar, kesintisiz biçimde hep aynı ekonomi bilimiyle karşılaştığımızı nasıl ileri sürebiliriz?).

115
Kendi bireyselliklerini her an yeniden tanımlayabilen söylemler de vardır belki (örneğin, matematik zamanın her noktasında kendi tarihinin bütünlüğünü yeniden yorumlayabilir); fakat, belirttiğim örnek durumların hiçbirinde söylem, tarihin bütünlüğünü biçimsel bir mimarinin birliği içinde geri getiremez. İki geleneksel çare kalır geriye. Tarihsel-transandantal çare: İlksel bir temeli, tükenmez bir ufkun açılımını, tamamlanmamış bir birliğin her zaman çözüme bağlanmış eskizini tarih boyunca sürdüren ve her olay karşısında gerileyen bir projeyi, her tezahürün ve her tarihsel doğumun ötesinde aramayı denemek. Amprik ya da psikolojik çare: Kurucuyu aramak, onun söylemek istediği şeyi yorumlamak, onun söyleminde sessizce uyuklayan zımni (üstü kapalı) anlamları araştırmak, bu anlamların akışını ya da yazgısını izlemek, gelenekleri ve etkileri anlatmak, insanların duygu, düşünce ya da ilgilerindeki uyanıklık, unutkanlık, bilinçlenme, kriz, değişim anlarını saptamak. Oysa, bence başvurulan bu yolların birincisi totolojik, ikincisi ise temel-olmayan ve dış-merkezlidir. Söylemlerimizin evrenini kendiliğindenlik ya da ardışıklık içinde kesintiye uğratan büyük birimleri tek tek ele almayı, bunların kendilerine özgü karakterlerini saptayarak ve sistemleştirerek yapmayı denemek istiyorum.

116
Üç ölçüt grubu saptadım:
1) Oluşum ölçütleri. Ekonomi politik ya da genel dilbilgisi gibi bir söylemi bireyselleştirmeyi sağlayan şey, … ne kadar dağınık olsalar da tüm nesneleri için, tüm işlemleri için, tüm kavramları için, tüm teorik tercihleri için oluşum kurallarının varlığıdır.
2) Dönüşüm ya da eşik ölçütleri.
3) Bağıntı [correlation] ölçütleri.
Bu ölçütler, bütünselleştirici tarih temalarının (bu “aklın ilerlemesi” de olabilir, “bir çağın tini” de) yerine, farklılaşmış analizleri koymayı sağlar. Bunlar bir dönemin episteme’si olarak, bilgilerinin toplamını ya da araştırmalarının genel üslubunu değil, çeşitli bilimsel söylemlerinin uzaklığını, mesafesini, karşıtlıklarını, farklılıklarını, ilişkilerini betimlemeyi sağlar: Episteme, açıkça görülmeyen bir tür büyük teori değildir, dağılma uzamıdır, açık ve son derece tanımlanabilir ilişkiler alanıdır. Ayrıca bunlar, tek ve aynı esin içinde tüm bilimleri sürükleyen büyük tarihi değil, farklı söylemleri (matematik tarihiyle biyoloji tarihi aynı modele uymaz, biyoloji tarihi de psikopatoloji tarihinin modeline uymaz) karakterize eden tarih türlerinin -yani, neden yok olduktan sonra da fenomenin varlığını sürdürme [rémanence] ve dönüşüm türlerini- betimlemeyi sağlar: episteme, tüm bilimlere ortak bir tarih dilimi değildir; spesifik varlık sürdürme ısrarlarının [rémenance] eş zamanlı bir oyundur. Son olarak bunlar, farklı eşikleri konumlandırmayı sağlar: Çünkü, onların kronolojilerinin tüm söylem türleri için aynı olduğunu önceden kanıtlayan hiçbir şey yoktur (ve inceleme sonrasında da hiçbir şey kanıtlamaz); on dokuzuncu yüzyıl başında dil analizi için betimlenebilecek olan eşiğe, matematik tarihinde simetrik olan bir epizod kuşkusuz yoktur; ve daha paradoksal olanı, ekonomi politiğin (Ricardo’nun işaret ettiği) oluşum eşiği, -Marx’ın- toplum ve tarih analiziyle çakışmaz. Episteme, aklın genel bir evresi değildir; art arda gelen zamansal uyumsuzlukların karmaşık bir ilişkisidir.

122
... benim yaptığım şey ne bir biçimselleştirmedir ne bir metin yorumlama. Bir arkeolojidir: Yani, adından açıkça anlaşılacağı gibi, arşiv'in betimlenmesidir. Arşiv sözcüğünden anladığım şey, verili bir dönemde derlenmiş ya da yokoluşun büyük serüvenleri arasında bu dönemden kalmış metinler yığını değildir. Benim kastettiğim şey, verili bir dönemde ve belirli bir toplum için şunları tanımlayan kurallar bütünüdür:

* Söylenebilirliğin sınırları ve biçimleri: Söz edilmesi mümkün olan şey nedir? Söylem alanı olarak oluşmuş olan şey nedir? Hangi söylem türü hangi alanı etkiler? (Anlatı neden oluşur; betimleyici bir bilim neden oluşur; edebi bir formülasyon neye atfedilmiştir, vs.?)

123
* Korumanın sınırları ve biçimleri: İz bırakmadan geçip gitmeye mahkûm sözceler hangileridir? Tersine, insanların belleğine girmeye aday olanlar hangileridir (ritüel terennüm, pedagoji ve eğitim yoluyla, eğlence ya da şenlik, reklam yoluyla)? Hangileri yeniden kullanılabilir olarak saptanmıştır, hangi amaçlarla? Hangileri dolaşıma dahil edilmiştir, hangi gruplar içerisinde? Bastırılmış ve sansüre tabi tutulmuş olanlar hangileridir?

* Farklı söylemsel oluşumlar içerisinde ortaya çıktığı şekliyle belleğin sınırları ve biçimleri: Herkesin geçerli, tartışılabilir ya da kesinlikle geçersiz olarak gördüğü sözceler hangileridir? İhmal edilebilir diye bir köşeye bırakılmış olanlar ve yabancı diye dışlananlar hangileridir? Şimdiki sözceler sistemi ile geçmiş sözceler corpus'u arasında hangi tür ilişkiler oluşmuştur?

* Yeniden etkin hale getirmenin sınırları ve biçimleri: Önceki dönemlerin ya da yabancı kültürlerin söylemleri arasında, akılda kalanlar, değer verilenler, önem taşıyanlar, yeniden oluşturulmaya çalışanlar hangileridir? Bunlarla ne yapmaktayız, bunları hangi dönüşümlerden (yorum, metin yorumlama, analiz) geçirmekteyiz, hangi değerlendirme sistemlerini bunlara uygulamaktayız, onlara hangi rolü vermekteyiz?

* Sahiplenmenin sınırları ve biçimleri: Hangi tür söyleme hangi birey, grup ya da sınıflar erişebilir? Söylemde bulunan kişi ile söylemin eriştiği kişinin söylemle ilişkisi nasıl oluşur? Söylemin yaratıcısıyla ilişkisi kendini nasıl gösterir ve nasıl tanımlanır? Sınıflar, uluslar arasında, dilsel, kültürel ya da etnik topluluklar arasında söylemleri üstlenme mücadelesi nasıl cereyan eder?

Dolayısıyla ben... Söylemleri, sessizce söylemek istedikleri şeye göre değil, belirgin ortaya çıkışlarının gerçekliği ve koşulları üzerine sorguluyorum; içerebilecekleri kapsamlara göre değil, gerçekleştirdikleri dönüşümlere göre sorguluyorum; onlarda kalıcı bir köken olarak varlığını sürdüren anlam üzerinden değil, birlikte varoldukları, varlıklarını sürdürdükleri ve silindikleri alan üzerinden sorguluyorum söylemleri. Dışsallıklarının boyutu içinde söylemlerin analizidir bu. buradan üç sonuç çıkar:

124
(1) geçmişteki söylemi, onu yeniden canlandıracak bir yorumun teması olarak değil, kendi niteliği içinde betimlenecek bir anıt olarak ele almak;
(2) söylemin içinde, yapısalcı yöntemlerin yaptığı gibi yapılış yasalarını değil, varoluş koşullarını aramak;
(3) söylemi, onu doğurmuş olabilecek düşünceye, tine ya da özneye değil, içinde açılım gösterdiği pratik alana göndermek.

125
Benim giriştiğim eleştirel işlemleri şöyle özetleyebilirim:
(1) Geleneksel biçimiyle düşünce tarihinin kendine tanımsız bir uzam verdiği yerde sınırlar oluşturmak.
(2) Az düşünülmüş karşıtlıkları silmek. ... Gelenek ile yeniliğin, eski ile yeninin, ölü ile canlının, kapalı ile açığın, statik ile dinamiğin tarihinin anlatıldığı yerde, ben, kalıcı farklılığın tarihini anlatmaya girişiyorum.
(3) Söylemin varlığına yönelmiş yadsımayı ortadan kaldırmak.

127
Söylem, bir dönemde doğru biçimde (dilbilgisi ve mantık kurallarına uygun olarak) söylenebilen ile fiilen söylenen arasındaki farktan oluşur. Söylem alanı, belirli bir dönemde, bu farkın yasasıdır. Böylece, dilsel yapı ya da biçimsel tümdengelim türünden olmayan bazı işlemleri tanımlar. Söz ile yazının, aralarındaki karşıtlık sistemini ve işleyiş farklılıklarını değiştirebilecekleri 'nötr' bir alan açar. ... Benim yapmaya giriştiğim şey, "söylenen şeyler"in tarihidir.

128
(4) Nihayet, (tüm diğerlerini özetleyen ve kapsayan) sonuncu eleştirel görev: Fikir tarihi, bilim tarihi, düşünce tarihi, bilimlerin, kavramların ya da bilincin tarihi diye adlandırılan bu disiplinler bütününü belirsiz statülerinden kurtarmak. Bu belirsizlik birçok biçimde ortaya çıkar:
* alanları sınırlandırmadaki güçlükler: Bilimler tarihi nerede biter, kanıların ve inançların tarihi nerede başlar? Kavramlar tarihi ile nosyonlar ya da temalar tarihi birbirinden nasıl ayrılır? Bilginin tarihi ile imgelemin tarihi arasındaki sınır nereden geçer?
* nesnenin doğasını tanımlama güçlüğü: Bilinen, öğrenilen, unutulan şeyin tarihini mi yapıyoruz, yoksa zihniyet biçimlerinin tarihini mi ya da bunların birbirinin içine girmesinin tarihini mi? Bir dönemin ya da bir kültürün insanlarına ortak olarak ait olan karakteristik özelliklerin tarihini mi yapıyoruz? Kolektif bir tin mi tarif ediyoruz? Aklın (teleolojik ya da genetik) tarihini mi analiz ediyoruz?

129
... sizin sözünü ettiğiniz siyaset; eğer kendini ilksel bir temelin ya da transandantal bir teleolojinin güvencesi olarak sunuyorsa, yaşam imgeleri ya da hareket modelleri sayesinde zamanın sabit bir metaforlaştırılmasından yararlanıyorsa ve pratiklerin, ilişkilerinin, dönüşümlerinin genel analizi gibi güç bir görevi reddedip, bütünlüklerin, anlatımcı ilişkilerin, sembolik değerlerin ve düşüncelerle şeylerin içine yatırılmış tüm bu anlamların bütün tarihine sığınıyorsa, bu siyasetin taşıdığı tehlikeli kolaylıkların farkına vardığım kanısındayım.

130
Günümüzde, siyasal pratik açısından önemsiz olmayan bir sorun varsa, o da, bilimsel söylemlerin statüsü, işleyiş, işlev ve kurumsallaşma koşulları sorunudur. İşte ben bunun tarihsel analizine giriştim -en güçlü epistemolojik yapıya (matematik ya da fizik) değil, en yoğun ve en karmaşık pozitiflik alanına (tıp, ekonomi, insan bilimleri) sahip söylemleri seçtim.

130-133
[Kliniğin Doğuşu’nun analizi]

134
... söylemlerin ve özellikle bilimsel söylemin, nasıl, hangi ölçüler içerisinde, hangi düzeyde siyasi bir pratiğin nesnesi olabileceğini ve bu pratik karşısında hangi bağımlılık sistemi içinde yer alabileceğini tanımlamaya da çalışıyorum.

136
Söylemleri, bunlarda ifade olunan yumuşak, sessiz ve mahrem bilinçten yola çıkarak değil, anonim kuralların karanlık bütününden yola çıkarak ele almanın ne kadar iç gıcıklayıcı olduğunu biliyorum. Katışıksız bir şeffaflık içinde deha ve özgürlük oyunlarının açılım kazandığını görmeye alıştığımız yerde, bir pratiğin sınır ve gerekliliklerini ortaya çıkarmanın can sıkıcı olduğunu biliyorum. Bugüne kadar yaşamın iç ferahlatıcı dönüşümleriyle ya da yaşantının yönelimsel sürekliliğiyle harekete geçirilmiş olan bu söylemler tarihini bir değişiklikler demeti olarak ele almadaki kışkırtıcılığı biliyorum. Herkesin, söze başlarken, kendi söylemine “kendinden” koymak istediği, koymayı düşündüğü şey verili olduğundan, yazarın bağlam değiştirmiş yüzü metinde asla belirmeden, şimdi sessizliğe geri dönmüş tüm bu metinleri kesme, analiz etme, birleştirme ve yeniden oluşturmanın ne kadar katlanılmaz olduğunu biliyorum.

137
Onların çektiği sıkıntıyı gayet iyi anlıyorum. Onlar, tarihlerinin, ekonomilerinin, toplumsal pratiklerinin, konuştukları dilin, atalarından kalma mitolojinin, hatta çocukluklarında anlatılmış masalların; tüm bunların bilinçlerinde varili olmayan kurallara boyun eğdiklerini kabul etmekte güçlük çekerler; düşündükleri, inandıkları ya da hayal ettikleri şeyi, mesafesiz, doğrudan doğruya söyleyebildikleri bu söylemden yoksun bırakılmayı -üstüne üstlük- pek istemezler; sadece kendilerinden gelen ve sonsuza dek kaynağa hep yakın kalan bir sözün diriliğiyle, dünyayı ya da yaşamı değilse de, en azından bunların “anlam”larını değiştirebilmenin bu yumuşak gerçekliğinden yoksun kalmaktansa, söylemin, analiz edilebilir kurallara ve dönüşümlere tabi olan, karmaşık ve farklılaşmış bir pratik olduğunu inkâr etmeyi tercih edeceklerdir. Birçok şey zaten onların dilinden kaçıp gitmiştir: Ayrıca, söyledikleri şeyin de onlardan kaçmasını istemezler, kırılgan ve belirsiz varlığı, yaşamlarını daha uzağa ve daha uzun süreye götürmesi gereken bu küçük söylem parçasının -ister söz olsun, ister yazı, önemi yok- kaçıp gitmesini istemezler. Onlar şöyle dendiğini işitmeye katlanamazlar -ve biz onları az da olsa anlarız: Söylem yaşam değildir; onun zamanı sizin zamanınız değildir; söylemin içinde ölümle barışamazsınız; söylediğiniz her şeyin ağırlığı altında Tanrı’yı öldürmüş olabilirsiniz, fakat söylediğiniz her şeyin sizi ondan daha uzun ömürlü bir insan yapacağını sanmayın. Söylediğiniz her cümlede -ve özellikle şu an yazmakta olduğunuz cümlede, kişisel olarak sizi ilgilendirdiğini düşündüğünüz bir soruya sayfalarca cevap vermeye can atan ve bu metni kendi adıyla imzalayacak olan siz- her cümlede adsız yasa, boş ilgisizlik hüküm sürer: “Kimin konuştuğunun ne önemi var; biri dedi ki: Kimin konuştuğunun ne önemi var.”


X. Bilimlerin Arkeolojisi Üzerine Epistemoloji Çevresi’ne Cevap, 1968

139
[Epistemoloji Çevresi:] "Epistemolojik kopuş nosyonu, tüm bilimlerin doğuşu ile geçmişe yönelik olarak bu doğumu öncelediği kabul edilen "pozitif, direngen, dayanışma içindeki hatalar dokusu" arasında, bilim felsefesinin ve tarihinin belirlediğine inanılan süreksizliği, Bachelard'ın eserinden bu yana adlandırmaya yaramaktadır." 

Dipnot 1. Bu soruda, G. Canguilhem'in M. Foucault'nun kitabına yönelik makalesinin şu bölümü yeniden ele alınmaya çalışılmaktadır: "Teorik bir bilgi [savoir] söz konusu olduğunda, bunu, herhangi bir norma referansta bulunmadan, kavramın spesifikliği içinde düşünmek mümkün müdür? On yedinci ve on sekizinci yüzyılların epistemik sistemine uygun geliştirilen teorik söylemler arasında, doğa tarihi gibi bazıları, on dokuzuncu yüzyıl episteme'si tarafından dışlanmış, başka söylemler ise dahil edilmiştir. Newton fiziği on sekizinci yüzyıl boyunca hayvan ekonomisinin fizyolojistlerine model olarak hizmet etmiş olsa da onunla birlikte yok olmamıştır. Buffon, Etienne Geoffroy Saint-Hilaire tarafından değilse de, Darwin tarafından çürütülmüştür. Fakat Einstein Newton'u Maxwell'den daha fazla çürütmemiştir. Mendel ve Morgan, Darwin'i çürütememişlerdir. Galileo, Newton ve Einstein'ın art arda gelişi, botanikte Tournefort, Linné, Engler'in sistematik olarak art arda gelişinde görülene benzer kopmalar göstermez.  "

[Gaston Bachelard. Fransız bilim tarihçisi ve felsefecisi. bilim tarihi ile bilim felsefesi arasındaki ilişkiye dair yeni yaklaşımı ile analitik eğilimli anglo-sakson epistemoloji çevrelerini incitti. ... "Bilginin her zaman bir düzenleme değerine haiz olması gerekir. Kendini eğitmek, bilme hücrelerinin bölünme değerinin bilincine varmaktır. Bilginin her zaman uygulamalı akılcılığın ikiliği içinde ele alınması gerekir: bir olgu her zaman bir yöntemi yargılamalı, bir yöntem de her zaman bir olgunun onayını almalıdır. Amprizm ile akılcılık böylece gündelik bir diyalog kurabilir. Kültürün değerlerini belirlemek için ikili bir felsefecilik zaruridir."]

140
Onlarca yıldır tarihçiler dikkatlerini tercihen uzun dönemlere yöneltmiş durumdalar. ... Tarihin eski sorusunun (süreksiz olaylar arasında nasıl bir bağ kurulabilir?) yerine bundan böyle zor sorgulama oyunları geçmiştir: Hangi katmanları birbirlerinden yalıtmak gerekir? Bunların her biri için hangi dönemlendirme türünü ve ölçütünü benimsemek gerekir?

141
Düşüncenin büyük süreklilikleri altında, tinin büyük ve homojen tezahürleri altında, başlangıcından itibaren varolmak ve tamamlanmak için büyük istek duyan bir bilimin inatçı oluşumu altında, şimdi, kesintilerin gelişi keşfedilmeye çalışılmaktadır. G. Bachelard, bilimlerin sonsuz birikimini kopukluğa uğratan epistemolojik eşikleri saptadı; M. Gueroult, kapalı sistemler, felsefi söylemin uzamını duraklara ayıran kapalı, kavramsal mimariler betimledi; G. Canguilhem mutasyonları, yer değiştirmeleri, geçerlilik alanındaki dönüşümleri ve kavramların kullanım kurallarını analiz etti. Edebi analize gelince, bunun sorguladığı şey, eserin -daha da azı: metnin- iç yapısıdır.

142-143
[Tarih disiplini]

143
Sürekli tarih, bilincin bağlaşığıdır: Elinden kaçırdığı şeyin geri verileceğinin garantisi; onu çevreleyen ve ona tepeden bakan tüm bu şeylere günün birinde yeni baştan sahiplensin, hâkimiyetini yeniden kursun ve orada rahatlıkla barınak olarak adlandırabileceği şeyi -fazlalık olarak sahip olduğu her şeyi sözcüğe bırakarak- bulsun diye, bu şeylerin ona verileceği vaadi. Tarihsel analizi süreklinin söylemi yapmak ve insan bilincini her bilginin ve her pratiğin ilksel öznesi yapmak istemek; bunlar, aynı düşünce sisteminin iki yanıdır. Zaman burada bütünselleştirme terimleriyle kavranmıştır ve devrim asla bir bilinçlenmeden başka bir şey değildir.

144
Pratiklerinde ve söylemlerinde güncel olarak olup biteni görmeyi reddetmek; disiplinlerindeki büyük mutasyona gözleri kapamak; bilincin hükümranlığı için, tarihin, mitlerden, dilden ya da cinsellikten daha az tehlikeli, daha korunaklı bir yer belki de olmadığı gerçeğine inatla kör kalmak; kısacası, selamet amaçları için, artık yapılmayan bir tarihi yeniden inşa etmek gerekir.

145
Süreklilik postulatına bağlı tüm nosyonların oyunundan kurtulmak gerekir. ... gelenek nosyonu ... etki nosyonu ... gelişme nosyonu böyledir. ... bir çağın ruhu ya da zihniyeti  nosyonları da böyledir. Tamamen oluşmuş bu sentezleri, her türlü araştırmadan önce kabul edilen bu gruplaşmaları, geçerliliği oyunun başında kabul edilen bu bağları terk etmek gerekir; ... ilk elde, yalnızca dağınık olaylar topluluğuyla ilişkide olmayı kabul etmek gerekir.

146
[Bourdieu]
Alıştığımız kesintileri ya da gruplaşmaları da geçerli kabul etmemek gerekir. Ne büyük türdeki söylemlerin ayrımı ne de biçimlerin ya da türlerin ayrımı (bilim, edebiyat, felsefe, din, tarih, kurgu, vs.) olduğu gibi kabul edilebilir. Nedenler besbelli ortadadır. Bize ait olan söylemler dünyasında bu ayrımların kullanılabilirliğinden emin değiliz.

Fakat, özellikle ertelenmesi gereken birlikler, en dolaysız biçimde kendilerini dayatan birliklerdir: Kitap ve eser birlikleri.

147
Dahası, bir kitabın marjları asla net ya da kesin olarak ayrılabilir değildir: Hiçbir kitap kendi kendine var olamaz; her zaman başka kitaplarla destek ve bağımlılık ilişkisi içindedir; bir ağ içindeki bir noktadır; başka kitaplara ya da başka metinlere ya da başka cümlelere -açıkça ya da zımni olarak- göndermede bulunan bir gösterme sistemi içerir... Kitap, boş yere kendini el altındaki nesne olarak sunar; kitap boş yere kendisini kapatan bu küçük paralel yüzün içinde büzüşür, birliği değişken ve görecedir: Ancak bir söylem alanı dolayısıyla kendini oluşturur, gösterir ve dolayısıyla tarif edebilir.

Esere gelince, bunun ortaya çıkardığı sorunlar daha da güçtür. ... Yazarın yayımladığı metinlere, baskıya vermeyi tasarladıklarını ve ölümü dolayısıyla tamamlanmadan kalmış olanları eklemek yeterli midir? Eserlerin müsveddesini, ilk taslağını, düzeltme ve tashihlerini de eklemek gerekir mi? Mektuplara, notlara, aktarılan konuşmalara, dinleyicilerin tuttuğu konuşma notlarına, kısacası, ... bu devasa sözel izler yığınına hangi statüyü vermeli?

148
Aslında, bir yazarın "eser"ine verilebilecek tek birlik, belli bir anlatım işlevidir. ... Fakat, opus'un, doğrudan doğruya verili olmaktan uzak olan bu birliğin bir işlemle oluşmuş olduğu hemen görülür; bu işlem yorumlayıcıdır... Eser, ne dolaysız bir birlik olarak, ne kesin bir birlik olarak, ne de homojen bir birlik olarak kabul edilebilir.

153
Benim arşiv olarak adlandırdığım şey, bir uygarlığın koruduğu metinler bütünlüğü ya da bu uygarlığın felaketinden kurtarılabilmiş izler bütünü değil, bir kültür içinde sözcelerin ortaya çıkış ya da yokoluşunu, yeniden yayılma ya da silinmelerini, olay ya da şey olarak paradoksal varoluşlarını belirleyen kurallar oyunudur. Arşivin genel öğesi içinde söylem olgularını analiz etmek, onları (gizli bir anlama ya da bir inşa kuralına ait) belgeler olarak değil, anıtlar olarak kabul etmektir... [Anıtlar kavramını bu anlamda kullanma fikrini Canguilhem'e borçluyum.]

155
... sözceler arasındaki birlikte-varoluş ilişkilerini betimlemeye giriştim.

157
Paradoksal bir biçimde, bir sözce bütününü bireysel olarak sahip olduğu şey içinde tanımlamak, onun nesnesini bireyselleştirmekten, kimliğini belirlemekten, sürekli olarak koruduğu nitelikleri betimlemekten ibaret değildir; tersine, bu nesnelerin dağılımını betimlemek, onları birbirinden ayıran tüm küçük aralıkları kavramak, aralarında hüküm süren mesafeyi ölçmektir - başka deyişle, dağılım yasalarını formüle etmektir.

160
sözce   bir konuşucunun ürettiği, iki susku arasında yer alan söz zinciri parçası. Tümce, sözün çözümlenmesi ile elde edilen bir birimdir, sözce ise bu türlü bir işlemden önce belirlenen bir bütündür. Sözce, Foucault'ya göre, tarihsel ve güncel şartlar neticesinde oluşan bir hakikat rejiminin sonucunda, öznenin mümkün söylemler içerisinde birisini "tercih" etmesidir.

koşaç   (Ör. -dir; değil (dir)) isim cümlelerinde - "En sevdiğim ev, bu evdir"; "Ali yakışıklıdır"- özne ile yüklemi birleştiren; yükleme güçlü ihtimal, olumluluk, olumsuzluk, süreklilik veya kesinlik kavramları veren -dir eki ile değil kelimesi.

... yüklemleme teorisi; eklemlenme teorisi; adlandırma teorisi; türeme teorisi...

162
fizyokrat   ekonomide de geometri ve cebir yasaları kadar kesin kanıtlanabilecek doğa yasaları olduğuna inanan düşünürlerin kendilerine verilen ad.

164
... asla geleneksel birlikler olmayan (bunlar "metin", "eser", "bilim" olabilir; ya da söylem alanı veya biçimi, söylemin kullandığı kavramlar ya da belirttiği tercihler de olabilir) söylemsel birlikleri tanımamızı sağlayan dört ölçütle karşı karşıyayız. Bu dört ölçüt yalnızca uyumsuz olmakla kalmaz, bunlar birbirlerini de adlandırır: Birincisi bir söylemin tüm nesnelerinin oluşum kuralıyla bu söylemin birliğini tanımlar; diğeri, bir söylemin tüm sözdizimsel öğelerinin oluşum kuralıyla; üçüncüsü, tüm anlambilimsel öğelerinin oluşum kuralıyla; dördüncüsü, tüm işlemsel olasılıklarının oluşum yasasıyla bu söylemin birliğini tanımlar. Söylemin tüm yanları böylece kapsanmış olur. Bir sözce grubunda bir gönderge, bir sözcesel ayrım türü, bir teorik ağ, bir stratejik imkân alanı saptayabilir ve betimleyebilirsek, bu durumda, bunların söylemsel oluşum olarak adlandırılabilecek şeye ait olduğundan emin olabiliriz. ... [Bu oluşum] Bugüne kadar karanlıkta kalmış olan ve söylemlerin yüzeyinde doğrudan doğruya yazılı bulunmayan ilişkileri, sözcelem fenomenleri arasında gün ışığına çıkarır. Fakat, onun gün ışığına çıkardığı şey, bir sır değildir, gizli bir anlam birimi değildir, genel ve tek bir biçim de değildir; farklılıkların ve dağılmaların düzenlediği bir sistemdir. Söylemsel bir oluşumu düzenleyen ve ortak öğelerini değil, ayrımlarını, küçük aralıklarını, mesafelerini -bir anlamda, dolu yüzeylerinden çok, boş yüzeylerini- açıklayan dört düzeyli bu sistemi, söylemin pozitivitesi olarak adlandırmayı öneriyorum.

171
Söylemsel oluşumları ve bu oluşumlara denk düşen pozitivitelerle birlikte, bilgiyi analiz etmek, bilimsellik biçimleri tahsis etmek değil, söylemi, belirişleri, varlığını sürdürmeye devam edişleri, dönüşümleri ve gerektiğinde silinmeleri içinde açıklaması gereken tarihsel bir belirlenim alanını katetmektir; bu söylemlerin bazıları günümüzde hâlâ bilimsel olarak kabul edilirken, bazıları ise bu statüyü kaybetmiştir, bazıları bu statüyü hiç elde etmemiştir, nihayet bazıları da bunu elde ettiklerini hiç ileri sürmemişlerdir. Tek sözcükle, bilgi, iç yapıları art arda yer değiştiren bilim değildir, bilimin fiili tarihinin alanıdır.

172
Gerçekten de, tümdengelimci sistemleri içinde tarihsel oluşumlarının her bir epizoduna yeniden kavuşacak türde bilimler vardır...

173
Yunanlıların hipotezleri tüketme yönteminin, sonlu entegraller hesabının çağdaşı gözüktüğü matematiğin durumu elbette budur. Buna karşılık, zaman içindeki birliklerini ancak kendi tarihlerinin anlatısı ya da eleştirel yeniden ele alınışı yoluyla sağlayabilen bilimler vardır: Fechner'den bu yana bir ve tek bir psikoloji varsa, Comte'tan ve hatta Durkheim'dan bu yana tek bir sosyoloji varsa, çeşitli söylemlere -hayal edebileceği kadar hafif- tek bir epistemolojik yapı atfedilebildiği için değildir bu; sosyoloji ve psikoloji, kendi söylemlerini, onaylamanın ya da geçersiz kılmanın eleştirel kipi üzerinden bizzat kat ettikleri tarihsel bir alana her an yerleştirebildiği içindir. Matematiğin tarihi, epistemolojik betimlemenin sınırını her zaman aşacak noktadadır; psikoloji ya da sosyoloji gibi "bilimler"in epistemolojisi her zaman için oluşsal bir tanımın sınırındadır. [Bir sonraki paragraf bu iki kutbu biraz daha açıklıyor].

Buradan yola çıkarak, bilimsel söylemin bazı meşru betimlemelerini, olabilirlikleri içine yerleştirmek mümkündür, ama aynı zamanda sınırları içinde tanımlamak da mümkündür.

174
Böylece, bir bilimin içinde ve bir bilim hakkında ortaya çıkan kanı ya da teorik tercihler oyununu betimlemek tamamen meşru olur; bir dönem ya da belirli bir alan için, tercih ilkelerinin neler olduğu, bunların hangi biçimlerde (hangi retorikler ya da hangi diyalektiklerle) belirdiği, gizlendiği ya da doğrulandığı, polemik alanının nasıl örgütlendiği ve kurumsallaştığı, bireyleri belirleyebilecek güdülenmelerin neler olduğu tanımlanabilmelidir; kısacası, kanısal olguların (sosyolojik ya da dilbilimsel, istatistik ya da yorumlayıcı) betimlemesi olan bir doksolojiye yer vardır. ... kanı, bilimin kendine özgü alanında bilimsel olmayanın (psikolojik, siyasi, toplumsal, dini olanın) belirişidir. Fakat, diğer yandan, kanının, tüm bilimsel söylemlerin açıldığı merkez çekirdeği, odağı oluşturduğunu da varsayar; kanı, (metafizik, dini, siyasi) temel tercihlerin merciini gösterir... Doksolojik yanılsama, teorik tercihlerin oluşum yeri ve yasası olarak bir bilgi alanını silmenin bir biçimidir.

Kısacası, bilimsel bir söylemin anlambilimi ve sözdizimi her zaman saptanabilir. Fakat, biçimselleştirici yanılsama olarak adlandırılan şeyden sakınmak gerekir: Yani, bu yapım yasalarının aynı zamanda ve haklı olarak varoluş koşulları olduğunu; geçerli kavram ve önermelerin yabanıl bir deneyimi biçimlendirmekten ya da önceden varolan önermeler ve kavramlar üzerine bir çalışmanın sonucundan daha fazla bir şey olmadığını; bilimin belli bir kavramsallaştırma düzeyinden ve önermelerin inşa ve birbirine eklenmesinin belli bir biçiminden itibaren varolduğunu; bu bilimin söylemler alanında ortaya çıkışını betimlemek için, onu niteleyen dilbilimsel düzeyi saptamanın yeterli olduğunu hayal etmekten sakınmak gerekir. Biçimselleştirici yanılsama, kavramların ve önermelerin yeri ve yasası olarak bilgiyi (teorik ağ ve sözcesel dağılım) siler.

175
Bilimin somut ve yaşanmış bir deneyimin eksiksizliği içinde kök saldığını varsayan bir yanılsama vardır: Geometrinin algılanan bir uzam hazırladığı, biyolojinin mahrem yaşam deneyimine biçim verdiği ya da ekonomi politiğin sanayileşme süreçlerini teorik söylem düzeyinde ifade ettiği; dolayısıyla, göndergenin, bilimsel nesnenin yasasına sahip olduğu yanılsaması. Fakat, bilimin bir kopma ve karar tavrıyla oluştuğu, niteliksel alandan ve imgelemin tüm mırıltılarından, kendi savları içinde oluşan bir aklın (serinkanlı ya da polemik) şiddeti yoluyla bir çırpıda kurtulduğunu hayal etme yanılsaması da vardır: Bilimsel nesnenin kendi kimliği içerisinde kendi kendine varolmaya başladığı yanılsaması.

178
Öznenin hükümranlığının korunması için tarihin sürekli olması gerekiyordu; fakat, buna karşılık, tarihin kendi birliği içinde düşünülebilmesi için, kurucu bir öznelliğin ve transandantal bir teleolojinin tarihi kat etmesi gerekiyordu. Bilginin anonim süreksizliği söylemden bu şekilde dışlanmış ve düşünülemez olanın içine bu şekilde fırlatılmıştı.


XI. Ariadne Kendini Astı, 1969
[Deleuze'ün Différence et Répétition kitabı üzerine]

182
Farklılığı ve tekrarı bundan böyle düşünebiliriz. Yani -bunları temsil etmek yerine- yapmak ve oynatmak. Yoğunluğunun doruğundaki düşüncenin kendisi farklılık ve tekrar olacaktır; düşünce, temsilin bir araya getirmeye çalıştığı şeyi farklılaştıracaktır; düşünce, inatçı metafiziğin kökenini aradığı sonsuz tekrarla oynayacaktır. Artık şunları sormamalıyız: Neler arasındaki farklılık? Hangi türleri sınırlandıran ve başlangıçtaki hangi büyük birliği paylaşan farklılık? Artık şunları sormamalıyız: Neyin tekrarı, hangi olayın ya da hangi ilk modelin tekrarı? Farklılığı ve farklılıkların farklılığını kapsayan araçlar olarak benzerliği, benzeşimi ya da özdeşliği düşünmek gerekir; ne olursa olsun hiçbir şeyin kökeni olmayan, aynı şeyin yeniden ortaya çıkışı da olmayan tekrarı düşünmek.

Nitelik ve niceliklerden daha çok (ve daha erken) yoğunlukları düşünmek; uzunluklardan ve genişliklerden daha çok derinlikleri düşünmek; türlerden ve cinslerden daha çok bireyleşme hareketlerini düşünmek; ve dün hükümran öznenin egemen olduğu yerde, larva halindeki binlerce küçük özneyi, binlerce küçük erimiş beni, binlerce pasifliği ve karınca gibi kaynaşmayı düşünmek. Batı'da, yoğunluğu düşünmek her zaman reddedildi. Çoğu zaman, eşitlerin oyunuyla ve ölçülebilir olanla yetinildi; Bergson, niteliksel ve sürekliyle yetindi. Deleuze, şimdi yoğunluğu, en yüksek, en keskin ve en yoğun olacak bir düşüncenin içinde ve bu düşünce aracılığıyla serbestleştiriyor.

183
Bu, bizim evrenimizde Nietzsche'den bu yana gürleyen şeyi düşünecek ve sevecek kadar özgür olmaktır; sönmüş yaşlı volkanımızı sarsan, boyun eğmeyen farklılıklar ve kökensiz tekrarlar; Mallermé'den bu yana edebiyatı parçalayan; resim uzamını çatlatan ve çoğaltan (Rothko'nun paylaşımları, Noland'ın kırışıkları, Warhol'un biçim değiştirmiş tekrarları), müziğin katı çizgisini Webern'den bu yana kesin olarak parçalamış olan; dünyamızın tüm tarihsel kopmalarını duyuran, boyun eğmeyen farklılıklar ve kökensiz tekrarlar.


XII. Michel Foucault Son Kitabını Açıklıyor, 1969

184
Bilginin Arkeolojisi... Öncelikle bu sözcüğü biraz körce kullandım, tam anlamıyla (örneğin keşifler ya da fikirler tarihinin anlatıldığı anlamda) tarih olmayan, epistemoloji -yani bir bilim yapısının iç analizi- de olmayan bir analiz biçimini belirtmek için kullandım. Arkeoloji... -> Arşiv'in betimlenmesi. Arşivden, fiilen dile getirilen söylemler bütününü anlıyorum.

185
Bu "arkeoloji" kelimesi beni biraz rahatsız ediyor. ... başlangıç teması... (Yunancada arke başlangıç anlamına geliyor). Oysa ben başlangıcı, geri kalan her şeyi mümkün kılan ilk köken anlamında, temel anlamında inceliyor değilim. Örneğin, tüm Batı matematiğini mümkün kılmış olan o ilk törensi anın peşinde değilim. Euklides'e ya da Pythagoras'a kadar uzanmıyorum. Benim aradıklarım her zaman göreceli başlangıçlar; temellerden, kuruluşlardan çok kurulmaların ya da dönüşümlerin peşindeyim. Ayrıca, kazı fikri de beni rahatsız ediyor. Benim aradığım şey, saklı, gizli olan, insanların bilincinden daha derin ya da daha sessiz ilişkiler değildir. Tersine, bizzat söylemlerin yüzeyinde olan ilişkileri tanımlamaya çalışıyorum; şeylerin fazlasıyla yüzeyinde olduğu için görünmez olan şeyi görünür kılmaya çalışıyorum.

"-Yani fenomenle ilgileniyor ve yorumu reddediyorsunuz?"

Ben, insanların söylemlerin altındaki düşüncesinin ne olduğunu araştırmaya çalışmıyorum, söylemi görünür varlığı içinde, kurallara itaat eden bir pratik olarak ele almayı deniyorum. Oluşum, varoluş, birlikte-varoluş kurallarına, işlev görme sistemlerine, vs. itaat eden bir pratik olarak. Benim betimlediğim şey, kararlılığı ve neredeyse maddiliği içindeki bu pratiktir.

"-Yani psikolojiyi reddediyorsunuz."
Kesinlikle. Söylemin dönüşümünün tarihsel analizini, insanların düşüncesine, algı kiplerine, alışkanlıklarına, maruz kaldıkları etkilere, vs. başvurmadan yapabilmeliyiz.

190
... söylemsel pratiğin analizi birincil analizdir, şeylerden yola çıkan analiz ve sözcüklerden yola çıkan analiz ise ikincil olarak ortaya çıkar. [Gerçek ve algılanan şeyler, nasıl olur da sözcükler aracılığıyla bir söyleme eklemlenebilir? Bu eski sorunu Foucault ters bir biçimde ele alıyor ve şeylerin ne olduklarını tanımlamayı ve sözcüklerin kullanımını saptamayı sağlayan söylemsel pratiklere odaklanıyor.]

191
... tıp ya da ekonomi politik, matematikle kıyaslandığında belki de çok yüksek bir bilimsellik derecesine sahip olmayan disiplinlerdir. Fakat, toplumsal pratiklere çok yaygın şekilde eklemlenirler, beni ilgilendiren de özellikle budur.

192
"-... sözceden anladığınız nedir?"
Cümle, dilsel kurallarla birbirine bağlı öğelerin dilbilgisel birliğidir. Mantıkçıların bir önerme olarak adlandırdıkları şey, kurallı olarak oluşturulmuş semboller toplamıdır; bir önermenin hakiki ya da sahte, doğru ya da yanlış olduğu söylenebilir. Benim sözce diye adlandırdığım şey, göstergeler bütünüdür, bu bir cümle de olabilir, bir önerme de, fakat bu bütünün varoluşu düzeyinde düşünülmüştür.

193
Yapısalcılık, uygulama alanı a priori olarak belirlenmemiş bir yöntemdir. Başlangıçta belirlenmiş olan şey, yöntemin kuralları ve bunu uygulamak için yerleşilen düzeydir [operasyonel]. Fakat, şu an için kesinlikle öngörülmemiş alanlarda da yapısal analizler yapmak mümkündür. Bu araştırmaların alanının a priori olarak sınırlandırılabileceğini sanmıyorum.


XIII. Jean Hyppolite 1907-1968, 1969

195
O kendisini felsefe tarihçisi olarak nitelendirmiyordu. ... felsefi düşüncenin tarihinden söz ediyordu.


XIV. Theatrum Philosophicum, 1970
(Gilles Deleuze Üzerine. Différence et Répétition ve Logique du sens)

yeryazım  kadastro; her türlü toprak ve taşınmazların yerini, alanını, sınırlarını, konumsal değerlerini ölçüp tasara (bir iş, bir düşünce sırasını, düzeyini gösteren resim, yazı, plan) bağlama işi (ekşi)

205
Platonculuğu altüst etmek, onu yukarıdan (dikey ironi mesafesi) almak ve kökeni içinde yeniden  kavramaktır. Platonculuğu saptırmak onu en ince ayrıntısına kadar takip etmek, bir fikirle onurlandırılmayı asla hak etmeyen saç teline, tırnak kirine kadar (mizahın yerçekimine uygun olarak) inmektir; Modelin, Özdeşin, Aynının çevresinde yeniden merkezlenmek için gerçekleştirdiği merkezsizleşmeyi keşfetmektir; (tüm sapkınlıklarda olduğu gibi) yan yüzeyleri kullanmak için Platonculuk karşısında. İroni yükselir ve altüst eder; mizah düşmeye bırakır ve baştan çıkarır.

206
Fantazmaları bedenlerin sınırında oynamaya bırakmak gerekir: Bedenlere karşı; çünkü buraya yapışır ve buradan yansırlar, ama aynı zamanda onlara dokunurlar, onları keserler, onları bölümlere, bölgelere ayırırlar, yüzeyleri çoğaltırlar; aynı zamanda bedenlerin dışında, çünkü kendi aralarında, hiç bilmedikleri yakınlık, bükülme değişken mesafe yasalarına göre oynarlar. Fantazmalar, organizmaları imgesele kadar götürmez; bedenin maddeselliğini topolojikleştirir.

207
Deleuze’de fantazma, bedenin cisimsiz ve nüfuz edilemez yüzeyini oluşturur…

208
neksus  bağlantı noktası; hücre bağlantı türü

Platonculuğun öte yanında stoacılar. Deleuze’ün sırayla Epikuros’u ve Zenon’u, Lucretius’u ve Chrysippus’u sahneye koyduğuna bakarak, onun yönteminin katı bir Freudculuk olduğunu düşünmeden edemiyorum. O, Batı felsefesinin Büyük Bastırılmış’ına doğru, gürültüyle yönelmez; ihmal edilenleri, sanki geçerken değiniyormuş gibi belirtir. … Epikurosçu simülakrları işe yaramaz ve biraz da çocuksu olarak kabul etmeye pedagoji bizi nasıl da alıştırdı!

209-212
[olay]
Olay, bir önermeye gönderge olarak hizmet edebilen bir durum değildir (ölü olma olgusu, bir savın doğru ya da yanlış olmasını belirleyen bir durumdur; ölmek, asla bir şeyi doğrulamayan saf bir olaydır).

210
noematik  (Husserl) nesnel yapı

211
Derin cisimlerin sınırında, olay bir cisimsizdir (metafizik yüzey); şeylerin ve kelimelerin yüzeyinde, cisimsiz olay, önermenin (mantıksal boyut) anlamıdır; söylemin akışı içinde cisimsiz anlam-olay, fiile (şimdiki zamanın mastar noktası) ilişmiştir.

Az ya da çok yakın dönemde, olayı düşünmeye yönelik üç büyük teşebbüs olduğu kanısındayım -neopozitivizm, fenomenoloji, tarih felsefesi.

212
… üç felsefe de olayı ıskalar. Birincisi [neopozitivizm], dünyanın “dışında” olan hakkında hiçbir şey söylenemeyeceği bahanesiyle, olayın saf yüzeyini reddeder ve onu -bir gönderge olarak- dünyanın küresel tamamlanmışlığına zorla kapatır. İkincisi [fenomenoloji], yalnızca bilinç için anlam olduğu gerekçesiyle, olayı dışarıya ve öne ya da içeriye ve sonraya yerleştirir ve olayın yerini her zaman ben çemberine göre belirler. Üçüncüsü [tarih felsefesi], olayın ancak zaman içinde olduğu bahanesiyle, onu özdeşliği içinde tanımlar ve merkezi iyi saptanmış bir düzene tabi kılar. Dünya, ben ve Tanrı, küre, çember, merkez: Olayı düşünmeyi imkânsız kılan üç koşul

213
ilinek   rastlantı

(Eksik olan) olayın ve tekrarının oyunu olarak fantazma, biçim olarak bireyselliği (kavramdan daha aşağı ve dolayısıyla informel biçim) almamalıdır…

214
Düşünmek nedir? Düşünülen’in düşüncesinin nasıl olabileceğini bize söyleyen stoacıları dinleyelim; düşünce’nin nasıl düşünebileceğini bize söyleyen Freud’u okuyalım. Hem özneden hem de nesneden tamamen kurtulmuş düşünce teorisine belki ilk kez burada erişiyoruz.

“Yük arabası dediğinde, ağzından bir yük arabası geçer.” (Zenon). … Çığlıkların fonem, morfem, semantem halinde parçalandığı ağız: Oral bir cismin derinliğinin cisimsiz anlamdan ayrıldığı ağız.

215
Logique du sens, felsefenin yüzyıllar boyunca sürüncemede bırakmış olduğu şeyi düşünmemizi sağlar: Olay (kavram içinde asimile edilmiş, daha sonra, onu, bir önermeyi doğrulayan olgu, özne kipliği olan yaşantı, tarihin ampirik içeriği olan somut türlerinden çekip almak için boş yere uğraşıldı); ve fantazma (gerçek adına indirgenmiş ve aşırı uçta, normatif bir sekansın patolojik kutbuna doğru konumlandırılmış: Algı-imge-anı-yanılsama). Ne de olsa, bu yirminci yüzyılda, olaydan ve fantazmadan daha önemli, düşünecek ne var?

Deleuze’e minnettarız. Bizi bıktıran şu sloganı tekrarlamadı: Freud ile Marx, Marx ile Freud, ya da arzu ederseniz her ikisi birden bizimle birlikte! … Her ikisini de ayrı ayrı olumlamayı sağlayan felsefeyi keşfetti.

216
Deleuze, Batı’yı başlatmış olan büyük unutkanlığı gözler önüne sermek yerine, Nietzsche’ci soybilimci sabrıyla, ufak pislikler, iğrenç gizli anlaşmalar yığınını işaret etmektedir. Minik, tekrarlanan alçaklıkların peşindedir, felsefi mantarı günden güne beslemeye devam eden tüm bu budalalık, kendini beğenmişlik, yaltaklanma özelliklerinin peşindedir.

219
Farklılığı serbest bırakmak için, bize çelişkisiz, diyalektiksiz, yadsımasız bir düşünce gerekiyor: Iraksamaya evet diyen bir düşünce; ayrıksamayı araç olarak kullanan olumlayıcı bir düşünce; çoğulun düşüncesi - aynının hiçbir kısıtlamasının sınırlandırmadığı ya da yeniden gruplandırmadığı, dağınık ve göçebe bir çoğulluk; önceden hazırlanmış cevapların yanılttığı okul modeline uymayan, fakat çözümsüz sorunlara; yani koşulları ayırt edildiği ölçüde yer değiştiren ve bir tekrar oyununda ısrar eden, ayak direyen bir sıra dışı noktalar çoğulluğuna yönelen düşünce. … Sorunun cevabı nedir? Sorun. Sorun nasıl çözülür? Soruyu yerinden ederek. Sorun üçüncünün dışlanması mantığına uymaz, çünkü sorun dağılmış bir çoğulluktur: … Hegelci olumsuza uymaz, çünkü o çoğul bir olumlamadır; varlık - varlık-olmayan karşıtlığına tabi değildir, o varlıktır. Diyalektik olarak sorgulamak ve yanıt vermek yerine sorunsallayıcı biçimde düşünmek gerekir.

220
Görüldüğü gibi, farklılığı ve tekrarı düşünmenin koşulları, giderek artmaktadır. Aristoteles’le birlikte, kavramın özdeşliğini terk etmek gerekmişti; her türlü temsil felsefesinden kurtulmak ve aynı anda, algıdaki benzerliği reddetmek gerekmişti; ve işte şimdi de Hegel’den, yüklemlerin karşıtlığından, çelişkiden, yadsımadan, diyalektiğin tümünden kurtulmak gerekiyor. Fakat daha korkunç olan dördüncü koşul şimdiden ortaya çıkmaktadır. Farklılığı en direngen tabi kılma tarzı, kuşkusuz kategorilerinkidir: Çünkü kategoriler, varlığın hangi farklı biçimlerde kendini ifade edebileceğini göstererek, varlığın atfedilme biçimlerini önceden spesifikleştirerek, kendi dağılım şemasını varolanlara bir anlamda dayatarak, varlığın farklılıksız dinginliğini, en yüksek zirvede korumasını sağlar. Kategoriler, olumlamaların ve yadsımaların oyununu keyfince yönetir, temsil içindeki benzerliklerin meşruiyetini tesis eder, kavramın ve çalışmasının nesnelliğini garanti eder; anarşik farklılığı bastırır, onu bölgelere bölüştürür, haklarını sınırlandırır ve kategorilerin varlıklar arasında yerine getirmek zorunda olduğu spesifikasyon görevini farklılığa buyururlar. Kategoriler, bir yandan bilginin a priori biçimleri olarak okunabilir; fakat diğer yandan, arkaik ahlâk olarak, özdeşin farklılığa dayattığı eski on emir olarak da ortaya çıkarlar. Farklılığı serbest bırakmak için, a-kategorik bir düşünce icat etmek gerekir. … felsefe tarihinde varlığın tek anlamlılığının radikal formülasyonu zaten vardı, en azından iki kez yapılmıştı: Duns Scot ve Spinoza.

221
[Deleuze’de] Varlık, asla bölgelere dağılmaz: Gerçek, mümkün olana tabi olmaz; olumsal, zorunlunun karşıtı değildir. … Kategorilerin ortadan kaldırılması, varlığın tek anlamlılığının olumlanması, varlığın farklılık etrafında tekrar tekrar dönüp durması; işte, sonuçta, fantazmayı ve olayı düşünmenin koşulu.

[Bouvard ile Pécuchet’nin yanıldıkları söylenebilir mi?] Bu yanılmak değildi, başarısızlıktı. Yanlışın içinde olmak, bir nedeni bir başkası sanmaktır; ilinekleri [rastlantıları] önceden görememektir; tözleri yanlış tanımaktır, muhtemel olanı zorunlu olanla karıştırmaktır; kategorilerin kullanımında dikkatsiz davranarak, bunları zamansız uygulamak kişiyi yanıltır. Başarısız olmak, her şeyde başarısız olmak başka bir şeydir; bu, tüm kategori çerçevesini (yalnızca uygulama noktalarının değil) ıskalamaktır.

222
Böylece kategorilerin pek görünür olmayan bir kullanımını saptarız; bir doğru ve yanlış uzamı yaratan, hatanın bu uzama serbestçe eklenmesine yer veren kategoriler, aptallığı sessizce reddeder. Kategoriler nasıl bilmek gerektiğini bize yüksek sesle söylerler ve bir tören havası içinde yanılma imkânı hakkında uyarılarını yaparlar; fakat, alçak sesle, sizin zeki olduğunuza dair güvence verirler size; dışlanmış aptallığın a priori’sini oluştururlar. Dolayısıyla, kategorilerden kurtulmayı istemek tehlikelidir; onlardan kurtulur kurtulmaz aptallık magmasıyla karşı karşıya geliriz ve bu dağılım ilkeleri bir kez yıkıldığında, etrafımızda, farklılıkların harikulade çoğulluğunu değil, fakat eşdeğeri, bulanık olanı, “her şey aynı anlama geliyor”u, eşitleyici tekbiçimliliği ve tüm başarısız çabaların termodinamizminin yükseldiğini görme riskine gireriz. Kategoriler biçiminde düşünmek, doğruyu bilip onu yanlıştan ayırt etmektir; “a-kategorik” bir düşünceyle düşünmek, koyu aptallıkla karşılaşmak ve yıldırım hızıyla ondan ayrılmaktır. Aptallık tefekkür edilir: ona derinlemesine bakılır ve büyülenilir, aptallık sizi tatlılıkla alıp götürür, kendini teslim edip aptallık taklit edilir; aptallığın biçimsiz akışkanlığından destek alınır; algılanamaz farklılığın ilk silkinişi kollanır ve boş bakışlarla, ölgün ışığın dönüşü, coşkusuz, gözlenir. Hataya, hayır denir ve üstü çizilir; aptallığa evet denir, görülür, tekrarlanır ve yavaş yavaş onun içine gömülünür.

223
Konserve kutularıyla, aptalca kazalarıyla ve bir dizi reklam gülümseyişiyle Warhol’un büyüklüğü: o yarı açık dudaklarının, dişlerin, domates salçalarının, o deterjan temizliğinin sözel ve besleyici eşdeğerliği; paramparça olmuş bir arabanın içindeki ölümün eşdeğerliği, bir direğin tepesindeki telefon kablosunun ucundaki, elektrikli sandalyenin ışıldayan ve mavimsi kolları arasındaki ölümün eşdeğerliği. Aptallık, kendi içine çekilerek ve kendi hakkında söylediği şeyden -“Burada ya da başka yerde, hep aynı şey; değişik birkaç rengin ve az çok büyük aydınlıkların ne önemi var; hayat ne aptalca, kadın, ölüm ne aptalca! Aptallık ne aptalca!”- yola çıkarak kendi varlığını sonsuza dek genişleterek, “Hepsi birbirinin aynı” der. Fakat, bu sınırsız tefekkürüne dalmışken aniden aydınlanan şey, çoğulluğun kendisidir -ne merkezinde, ne zirvesinde, ne de ötesinde hiçbir şey olmayan hiçlik- bakıştan bile daha hızlı giden ve hiçbir şey söylemeden sonsuza dek birbirine gönderme yapan hareketli etiketleri ve tutsak anlık görüntüleri birbiri ardına aydınlatan ışık patlamaları: Aniden, eşdeğerliğin eski ataleti üzerinde, olay çizgileri karanlığı yırtar ve ezeli fantazma o çorba kutusunu, o tekil ensiz yüzü ifade eder.

katatonik   günlerce, haftalarca hareketsiz ve balmumu esnekliğinde kalma haliyle tanımlanan psikomotor bir rahatsızlık, semptom. Şizofrenide görülür. (algılar açık)

225
… farklılıklar, kategoriler tarafından önceden indirgenmediğinden, algının her zaman tanıyabileceği bir çokluk içinde bölüştürülmediğinden, türlerin ve cinslerin kavramsal hiyerarşisine uygun olarak örgütlenmiş olmadıklarından, varlık kendini aynı biçimde ifade edebilir. Varlık, farklılık hakkında ifade bulan şeydir, farklılığın Gerigelişidir.

226
Kronos, oluşumun ve yeniden başlamanın zamanıdır. … Fakat, Aion, gerigelişin kendisidir, zamanın dümdüz çizgisidir…

227
… şimdiki zaman sürekli geri gelir. Fakat, tekil farklılık olarak geri gelir; geri gelmeyen şey, analogdur, benzerdir, özdeştir.

228
Eğer varlık kendini her zaman aynı şekilde ifade ediyorsa, bunun nedeni varlığın bir olması değil, şimdiki zamanın tek bir zar atışında tüm rastlantının olumlanmış olmasıdır.

Buradadır, Deleuze'ün metinlerinde, önümüzde, aramızda, sıçrayarak, dans ederek; oluşsal düşünce, yoğunlaştırılmış düşünce, olumlayıcı düşünce, a-kategorik düşünce...


XV. Nietzsche, Soybilim, Tarih, 1971

232
Soybilimci Nietzsche, en azından bazı durumlarda, köken (Ursprung) arayışını niçin reddetmektedir? Öncelikle, şeyin esas özü, en katışıksız olabilirliği, titizlikle kendi üstüne katlanmış özdeşliği, dışsal, ilineksel ve ardışık olan her şeyden önce gelen ve kımıltısız biçimi burada [kökende] toplansın diye çaba gösterildiğinden. Böyle bir köken aramak, "önceden olmuş olanı", kendine tamamen uygun bir imgenin "aynı"sını bulmaya çalışmaktır; bu, meydana gelebilecek beklenmedik olguların tümünü, tüm hileleri ve gerçeği peçeleyen her şeyi arızi olarak kabul etmektir; bu, sonuçta ilk kimliği açığa çıkarmak için tüm maskeleri kaldırmaya girişmektir. Oysa soybilimci, metafiziğe inanmak yerine tarihi dinlemeye özen gösterirse, ne öğrenir? Şeylerin ardında, "çok başka bir şey"in var olduğunu: Onların özsel ve tarihsiz sırlarını değil, özsüz oldukları sırrını ya da onlara yabancı olan figürlerden yola çıkarak özlerinin parça parça inşa edilmiş olduğu sırrını. Akıl mı? Fakat o, tamamen "makul" bir biçimde doğmuştur - rastlantıyla. Hakikate ve bilimsel yöntemlerin katılığına bağlılık mı? Bilgilerin tutkusundan, birbirlerine duydukları kinlerden, bitmek tükenmek bilmeyen fanatik tartışmalardan, üstün gelme ihtiyacından -kişisel mücadeleler boyunca yavaş yavaş hazırlanmış silahlardan doğmuştur. Ya özgürlük, insanın kökeninde, onu varlığa ve hakikate bağlayan şey midir? Aslında, o "yönetici sınıfların bir icadı"ndan başka bir şey değildir. Şeylerin tarihsel başlangıcında karşımıza çıkan şey, kökenlerinin hâlâ korunan özdeşliği değildir - diğer şeylerin uyumsuzluğudur, uyumsuz olandır.

Tarih, kökenin törensi gösterişine gülmeyi de öğretir. Yüce köken, "her şeyin başlangıcında en değerli ve en özlü olan vardı, diyen fikirde yeniden ortaya çıkan metafizik üst-tomurcuklanmadır". Şeylerin başlangıçta eksiksiz olduğuna; yaratıcının ellerinden kusursuz çıktığına ya da gün doğumunun gölgesiz ışığına çıktıklarına inanmak hoşa gider. Köken, her zaman yeryüzüne düşüşten öncedir, bedenden öncedir, dünyadan ve zamandan öncedir; kökenin yeri tanrıların tarafındadır ve kökeni anlatmak her zaman bir tanrıdoğum ezgisi söylemektir. Fakat tarihsel başlangıç bayağıdır.

234
Hakikat, çürütülemeyen hata türüdür, kuşkusuz, çünkü tarihin uzun pişirme süreci onu değişmez kılmıştır.

235
Soybilimcinin, köken kuruntusunu başından savmak için tarihe ihtiyacı vardır; iyi filozofun ruhun gölgesini başından savmak için tıbba ihtiyaç duymasına az çok benzer bu.

238
"Barbarlık dönemlerinde [...] insanın takati kalmadığında, kendini yorgun ya da hasta, melankolik ya da gözü doymuş ve sonuç olarak, geçici bir şekilde isteksiz ve iştahsız hissettiğinde, nispeten daha iyi bir insan haline gelir, yani daha az tehlikeli biridir artık o ve karamsar fikirleri artık ancak sözlerle ve düşünceyle ifade bulur. Bu ruh halinde, o bir düşünür ve kâhin olacaktır ya da imgelemi batıl inançlarını besleyecektir." (Tan Kızıllığı)

240
İnsanlar başka insanları tahakküm altına aldığında özgürlük fikri doğar (İyinin ve Kötünün Ötesinde 260, Ahlâkın Soybilimi II, 12); sınıflar başka sınıfları tahakküm altına aldığında özgürlük fikri doğar (Gezgin ile Gölgesi 9); insanlar yaşamak için gerek duydukları şeyleri ele geçirdiklerinde, bu şeylere ait olmayan bir süreyi onlara dayattıklarında ya da onları zorla bir araya topladıklarında mantık doğar (Şen bilim 111).

243
Nietzsche’nin anladığı anlamda tarihsel anlama özgü olan ve geleneksel tarihin karşısına wirkliche Historie’yi [gerçek tarih] çıkaran özellikler buradan yola çıkarak kavranabilir. Wrikliche Historie, olayın ortaya çıkışı ile sürekli zorunluluk arasında alışıldık üzere kurulan ilişkiyi tersine çevirir. Tüm bir (teolojik ya da rasyonalist) tarih geleneği, tekil olayı ideal bir süreklilik -ereksel hareket ya da doğal zincirlenme- içinde eritme eğilimi taşır. “Gerçek” tarih, biricikliği ve keskinliği içinde ortaya çıkarır. Olay: Bundan anlaşılması gereken şey bir karar, bir anlaşma, bir saltanat ya da bir muharebe değil, tersine dönen bir güç ilişkisi, el konulan bir iktidar, ele geçirilen ve kullanıcılarına karşı çevrilen bir sözcük dağarı, zayıflayan, gevşeyen, kendi kendini zehirleyen bir tahakküm, bir diğer tahakkümün kendini maskeleyerek ortaya çıkışıdır.

246
Tarihçi her türlü zevksizliğe duyarsızdır: Daha doğrusu, midesini kaldırması gereken şeyden bile zevk alır. Görünüşteki serinkanlılığıyla, hiçbir şeyi yüce görmemeye ve her şeyi en zayıf ortak paydaya indirgemeye dört elle sarılır. Hiçbir şey ondan daha büyük olmamalıdır. Bilmeyi bu kadar arzulaması, her şeyi bilmek istemesi, küçülten sırları keşfedebilmek içindir. “Soysuz merak.” Tarih nereden gelir? Plepten. Kime hitap eder? Plebe. Tarihin plebe hitaben söylemi, demagoğun söylemine pek benzer: “Kimse sizden daha büyük değildir,” der tarih, “ve sizin üzerinizde -iyi olan sizsiniz- hâkim olma isteğiyle kurumlanan kişi, kötü biridir”; ve onun ikizi olan tarihçi onun sesini yankılar: “Hiçbir geçmiş sizin şimdiki zamanınızdan daha büyük değildir ve tarihte kibirle kendini satanların hepsinin ne denli küçük, kötü ve uğursuz olduğunu benim kılı kırk yaran bilgim size gösterecektir”.


247
Demagog, zaman-dışı fikrin hükümranlığını iyice yerleştirmek için bedeni yadsımaya yöneldi; tarihçi, başkalarının sahneye girmesi ve söz alabilmesi için kendi bireyselliğini silmeye vardırdı işi. Demek ki, kendi kendine saldıracaktır: Kendi tercihlerini susturmak ve tiksintilerinin üstesinden gelmek, kendi perspektifini bozup yerine kurgusal olarak evrensel bir geometri koymak, ölüler krallığına girmek için ölü taklidi yapmak, yüzsüz ve adsız bir yarı-varlık edinmek. Ve kişisel istencine gem vurduğu bu dünyada, başkalarına yüksek bir istencin kaçınılmaz yasasını gösterebilecektir. Kendi bilgisinden istencin tüm izlerini silmeye girişmiş olduğundan, bilinecek nesnenin yanında, ezeli bir istenç biçimiyle karşılaşacaktır. Tarihçinin nesnelliği, istencin bilgiyle ilişkisinin tersine dönmesidir ve aynı zamanda, Tanrı'ya, nihai nedenlere ve erekselliğe duyulan zorunlu inançtır. Tarihçi, çileciler ailesine aittir. "Tarihin bu hadım tensel isteklerinden, çileci ideale sıkı sıkıya sarılanlardan tiksiniyorum; yaşamı üreten bu süslü püslü mezarlardan tiksiniyorum; bilgelik kisvesine bürünen ve nesnel bir bakışa sahipmiş gibi davranan bu yorgun ve iradesiz varlıklardan tiksiniyorum." (Ahlâkın Soybilimi)

248
Günümüzde bulunduğumuz sahnenin özü, bir tiyatro gösterisidir; bizim eserimiz olan ve bize ait olan anıtların yokluğunda, bir dekor kalabalığı içinde yaşıyoruz. fakat dahası da var: Avrupalı kim olduğunu bilmiyor; hangi ırkların karışımı olduğunu bilmiyor; kendi rolünü arıyor; bireysellikten yoksundur o. ... yaratma imkânsızlığı, eser yokluğu, önceden ve başka yerde yapılmış olan şeyi dayanak alma zorunluluğu, bu yüzyılı plebe özgü aşağılık meraka mecbur eder.

Metafiziğin zuhur ettiği yer, elbette Atinalılara özgü demagojiydi, Sokrates'in ayaktakımına özgü kiniydi, ölümsüzlüğe olan inancıydı. fakat Platon bu Sokratik felsefeyi ele geçirebilirdi, ... bunu yapmayı birçok kez denedi. Onun yenilgisi, bu felsefeyi temellendirmeyi başarmış olmasıdır.

249
Tarihi soybilimsel olarak kullanabilmek için, yani kesinlikle anti-Platoncu bir kullanım için kendini tarihin efendisi kılmak. ancak böylelikle tarih duygusu, tarih-üstü tarihten kurtulacaktır.

251
Soybilimsel olarak yönlendirilen tarihin amacı kimliğimizin köklerini bulmak değildir, tersine, onu dağıtmaya can atmaktır; geldiğimiz biricik odağı, metafizikçilerin geri döneceğimizi vaat ettikleri bu ilk bölümü saptamaya girişmez; bizi kateden tüm süreksizlikleri ortaya çıkarmaya girişir. ... "Antik tarih"te, şimdiki zamanımızın kök saldığı süreklilikleri tanımak söz konusuydu: toprağın, dilin, kent-devletin sürekliliği; "hep varolmuş olan şeyi ihtimamla yetiştirerek, doğduğumuz koşulları sonradan gelecek olanlar için korumak" söz konusuydu. İkinci Zamansız Mülahaza, böyle bir tarihin tüm yaratılışı iman yasası adına öngörme riski taşımasına itiraz ediyordu.


XVI. Michel Foucault ile Söyleşi, 1971

255
[anlambilimsel (semantik), analitik, fenomenolojik, epistemolojik, semiyolojik, hermeneotik, ontolojik, amprik, pozitivist]

[bilimler, geleneksel tarihinden bağımsız olarak bir başka yöntemle ele alınabilir. bu yöntem, bir anlamda bilimin içeriğinden çok varoluşunu ele alır. Belli dönüşüm çizgileri... olguları sorgulama...] Bilimin içeriği ve biçimsel düzeni sorununu bir yana bırakarak, bilimin varolmasını sağlayan nedenleri araştırmak ya da belirli bir bilimin, verili bir anda, varolmaya ve bizim toplumumuzda belli işlevleri üstlenmeye başlama nedenlerini araştırmak gerekiyordu.

257
[ör. Psikopatoloji gibi] Örgütlenmesi, teorik aygıtı, kavramsal alanı ve iç sistematiği oldukça zayıf bilimsel söylemler...

258
Birbirine tamamen yabancı ve hiçbir doğrudan iletişimi olmayan bilimsel pratiklerde, aynı zamanda, aynı genel biçime uygun olarak, aynı yönde dönüşümler gözlemleyebiliriz. ... Darwin, canlı varlıkları tek tek değil, nüfus düzeyinde ilk ele alan kişiydi; Boltzmann fiziksel parçacıkları tek tek olarak değil, nüfus olgusu düzeyinde, yani istatistiki olarak ölçülebilir olasılıklar dizisi olarak ele almaya başladı. Oysa Darwin ile Boltzmann arasında, hiçbir doğrudan ilişkinin olmadığı açıktır: Birbirlerinin varlığından habersizdirler. ... epistemolojik eşzamanlılıklar.

Bir bilimin ortaya çıkışı, gelişimi, işlev görmesi için gerekli koşulları oluşturarak hizmet gören ekonomik ve toplumsal koşulların, -tıpkı bir arzunun, bir ihtiyacın ya da bir itkinin, bir bireyin söylemi ya da davranışı içinde ifade bulması gibi- bilimin içinde bilimsel söylem biçimini alarak ifade bulmadığı kanısındayım.  Bilimsel kavramlar ortaya çıktıkları ekonomik koşulları ifade etmezler.

260
İkincisine gelince [birincisi epistemolojik eşzamanlılıklar], dilbilgisinin, doğa tarihinin ve ekonomipolitiğin dönüşümlerini, teoriler ve savunulan tezler düzeyinde değil, bu bilimlerin nesnelerini oluşturma tarzları düzeyinde, kavramlarının oluşma tarzı düzeyinde, bilen öznenin bu nesne alanı karşısında kendini konumlandırış tarzı düzeyinde az çok kavramayı denedim. Epistemolojik düzeye karşıt olarak, bilimin arkeolojik düzeyi olarak adlandırdığım budur. Epistemolojik düzeyde, verili bir anda bilimsel bir sistemin teorik bütünlüğünü keşfetmek önem taşır. Arkeolojik analiz -epistemolojik yapıların ortaya çıkışından önce ve bu yapıların altında- nesnelerin kuruluş tarzının, öznelerin kendilerini gösterme ve kavramların oluşma tarzının analizidir. ... kitabı, son kitap olsun diye yazmıyorum; illa benim tarafımdan yazılması gerekmeyen başka kitapların mümkün olması için kitap yazıyorum.

263
Özneler birbiri ardına, bir süredir kendine özgü ve bir anlamda insanların bilincinden bağımsız sistematikliğiyle varlığını muhafaza etmekle kalmayan, aynı zamanda kendine özgü ve şu ya da bu özneninkinden bağımsız varoluşu olan bir sistemin içinde, deyim yerindeyse yan kapılardan girmekle yetinirler.

264
Orada burada meydana gelen, eşzamanlı ya da ardışık dönüşümler olur yalnızca, muammalı bir biçimde türdeş olan ve kimsenin malı olmayan dönüşümler. Dolayısıyla, insan bilincini yalnızca hakikati garanti eden nesnellik biçimlerinden değil, bizim oluşumumuzun içine hapsedildiği tarihsellik biçimlerinden de koparmak gerekir.

266
[bilim o kadar da önemli bir fikir değildir. bilim o kadar da önemli bir şey değildir. Marksizmi ya da psikanalizi bilim diye ilan ettiğimizde onları taçlandırdığımız söylenemez. zaten kendinde bilim diye bir şey de yoktur.] Bilim verili bir dönemde ancak belirli şemalara, modellere, değerlendirme ve kodlara uygun olarak bir normative taşıyabilir ya da bilim olarak işlev görür; hiç durmaksızın tekrarlanan, tamamen can sıkıcı ve gündelik, çok mütevazı söylemsel pratiklerin ve söylemlerin bütünüdür o. Bu söylemlerin bir kodu vardır, bu pratikler için normlar vardır, bu söylem ve pratiklerin bu normlara uyması gerekir. Bu uygunluk bir gurur duyma nedeni değildir... [Marksizme ya da psikanalizme bilim statüsü atfetmek...] Bu, bu disiplinlere öyle katı, öyle çetin koşullar dayatmak anlamına gelir ki, onları, kendi iyilikleri için, bilim diye adlandırmamak tercih edilir olur.

269
"- ... edebiyatın episteme'lerin doğuşunda genellikle öncü bir rol oynadığı kanısını uyandırıyorsunuz [Kelimeler ve Şeyler'de]..."

272
Açılış dersine gelince [Collége de France'daki], canımı çok sıktığını tekrar edeyim, belki, hangisi olursa olsun her kuruma düşman olduğumdan.


XVII. Tarihe Geri Dönüş, 1972

276
… yapısalcılık eşzamanlı ya da senkron ilişkilerin incelenmesine, evrimci ilişkilerin incelenmesi karşısında öncelik tanımıştır. Örneğin, sesbilimciler sesbilimsel yasaları incelediklerinde, dil durumlarını, bunların zaman içindeki evrimlerini dikkate almadan incelerler. Zaman dikkate alınmazsa, nasıl tarih yapılabilir? Dahası da var. Yapısal analiz, eşzamanlıyı ardışık karşısında ayrıcalıklı kılmakla kalmayıp, ayrıca mantıksal olanı da nedensel olan üzerinde ayrıcalıklı kıldığında, bu analizin tarihsel olduğu nasıl ileri sürülebilir?

278-280
[Dumézil]


XVIII. Kültür Sorunları, Foucault-Preti Tartışması, 1972

288
... Saussure dilin söz karşısında ne olduğunu ya da diakroni karşısında senkroninin ne olduğunu tanımladığında, yeni bir potansiyel inceleme sektörünü ortaya çıkarmaktadır, önceden var olmayan yeni bir nesnel alan ortaya çıkarmaktadır.

"-Fakat, her halükârda, bir meta-dile, dili tarif edecek bir dile başvurmak yerinde olacaktır."

Her zaman değil; bu, hangi bilimden söz edildiğine bağlıdır. Tıbbi bir teşhisin bir meta-dil olabileceğini sanmıyorum.

"-Meta-dil, bir söylem üzerine söylemdir."

Evet, ama ... günümüzde, meta-dil terimi çok geniş, çok genel ve pek az kesin biçimde kullanılmaktadır. ... Meta-dilin daha kesin bir tanımına -bir dilin kuruluş öğelerinin ve kurallarının tanımlanmasını sağlayan bir söylemin söz konusu olduğu bir tanıma- geri dönmenin tercih edilir olup olmadığını kendime soruyorum.

289
Ben episteme'den söz ettiğimde, bilimin farklı alanları arasında belli bir dönemde var olmuş tüm ilişkilerden söz ediyorum. ... Bir dönemin episteme'si diye adlandırdığım şeyi, bilimler arasındaki ya da çeşitli bilimsel sektörlerdeki farklı söylemler arasındaki tüm bu ilişki fenomenleri oluşturur.

291
... özne ile düşünen-ben arasında transandantal düzeyde bir özdeşliği reddediyorum. [transandantala karşı tarihselleştirme...]

297
[ahlak ve etik arasındaki ayrım]

299
Sınıf mücadelesiyle ilgili her şeyi "siyasi" diye ve bunun sonucu olarak insan ilişkilerinde ve kurumlarda meydana gelen her şeyi de "toplumsal" diye adlandırıyorum.


XIX. Arkeolojiden Hanedanlığa, 1972

300
[Japon basınından biri Kelimeler ve Şeyler hakkında:] "tarihi ve insanı katletmiş yapısalcı filozof..."

307
Söz yoluyla, profesörün sözü yoluyla salonlarda, bir uzamda, üniversite gibi bir kurumda ya da bir kolejde, fark etmez, bilgi aktarımı şimdi tamamen geride kalmış bir şeydir. Bu bir arkaizmdir, boş deniz kabuğu gibi sürüklenen bir tür iktidar ilişkisinin ta kendisidir. Profesörün öğrenciler üzerinde gerçek iktidarı yoktur ama bu iktidar ilişkisinin biçimi hâlâ durmaktadır, bundan tümüyle kurtulunamamıştır.

308
Batının felsefi, edebi söylemi içinde Blanchot, Bataille, Klossowski, Artaud, bence bizzat düşüncenin dili olan bir şeyi çıkardılar. Bu, felsefe değildir, edebiyat değildir, deneme değildir, konuşmakta olan düşüncedir ve bir anlamda her zaman dilin ötesinde ya da berisinde olan, dilden her zaman kaçan ve dilin kendi ötesine giderek tekrar yakaladığı düşüncedir, yeniden ortaya çıkan düşüncedir; bu yazarlarda beni çok ilgilendiren şey, düşünce ile söylem arasındaki bu ilginç birbirine bağlanma, karşılıklı aşılma, iç içe geçme ve dengesizlik ilişkisidir.

311
... binlerce yıllık ölçekte ele alınan Uzakdoğu'nun tarihinde bu kısa süreli Batılılaşma tamamen yapay olarak ve en fazla iki yüzyıl sürmüş bir fenomen olarak görülecektir. Fakat, günümüzde Batılı olmayan dünyanın, geçen yüzyılda ya da bu yüzyılın başında Batı'nın tanıttığı korkunç ekonomik sömürüden kurtulma yollarını Batı'dan ödünç aldığı kanısındayım. Şimdi ne olacak? Batı kaynaklı bu aygıtlar aracılığıyla elde edilmiş bu kurtuluştan yola çıkarak çok başka bir şey olacak mıdır, tamamen Batı-dışı bir kültür, bir uygarlık keşfedilecek midir? Bunun mümkün olduğu kanısındayım; hatta bu muhtemel bile gelmektedir. Her halükârda, bunun mümkün olmasını ve dünyanın, kapitalizmin oluşumunun karakteristik özelliği olan bu iktidar biçimlerinin ayrılmaz parçası olan bu Batı kültüründen kurtulmasını dilerim. Kapitalist olmayan bir kültürün Batı dışında doğması şimdi gerçeğe daha yakındır. ... Batılılar şu an için kendi kolonileştirmelerinin, tüm dünyayı Batılılaştırmalarının tuzağına düşmüşlerdir, çünkü Batılı olmayan dünya Batı'da oluşmuş aygıtlar aracılığıyla Batı'nın nüfuzundan kurtulmuştur.


XX. Filozof Foucault Konuşuyor. Düşünün! 1973

314
Diyalektik olmayan bu düşüncenin mutlak anlamda çağdaş ve uygun biçimini bulmak için çaba göstermemiz gerekir. On sekizinci yüzyılın analitik aklı, esas olarak, doğayla ilişkiyle karakterize ediliyordu; on dokuzuncu yüzyılın diyalektik aklı özellikle varoluşla ilişkisine göre gelişti, yani birey ile toplum arasındaki ilişkiler, tarihsel bilinç, anlam ve anlamsızlık, canlı ve cansız sorunlarına göre gelişti.

Günümüzde filozofun sorgulaması, öznenin dünyayı nasıl yaşayabileceği, deneyimleyebileceği, katedebileceğini bilmeye çalışmak değildir. Şimdi kendini gösteren sorun, bizi çevreleyen şeyin sistematik ağı içine herhangi bir öznenin dahil olabilmesi, bunun içinde işleyebilmesi, ağda düğüm noktası olarak hizmet edebilmesi için bu özneye dayatılan koşulların neler olduklarını bilebilmektir. Buradan yola çıkarsak, betimlemenin ve analizin konusu, insanlıkla ilişkileri içindeki özne değil; bir öznedeki sezgisel temel olacak bir şeye hiçbir biçimde göndermede bulunmadan işleyen, gelişen, dönüşen bazı nesnelerin (örneğin bilim) varoluş kipiyle ilişkili olacaktır.

315
Edebiyat, insanın dil adına yok olduğu yerdir. Sözcüğün ortaya çıktığı yerde insan var olmaya son verir. Sırasıyla Robbe-Grillet'nin, Borges'in ve Blanchot'nun eserleri insanın dil adına bu yok oluşunun kanıtlarıdır.

[Blanchot] ... öznelerden bağımsız edebi özne...

İnsan, sığınağını ve yerini eserin içinde bulur. Eserde oturur, onun vatanı eserdir; esersiz, yazar, kelimenin tam anlamıyla varoluştan yoksun olur. Fakat, sanatçının eseri içindeki bu varoluşunun öyle bir doğası vardır ki, sanatçıyı gözünün yaşına bakmadan yokoluşa sürükler.


XXI. Lacan, Psikanaliz “Özgürleştirici”si, 1981

316
O [Lacan], psikanalizi, tıbba ve tıp kurumlarına tehlikeli olarak kabul ettiği, yakınlıktan kurtarmak istiyordu. Psikanalizde onun aradığı şey, davranışların normalleştirilme süreci değil, özne teorisiydi. Bu nedenle, onun düşüncesi, son derece spekülatif bir söylem görünümüne rağmen, akıl hastalığı pratiklerini yeniden tartışma konusu eden çabaların hiçbirine yabancı değildi.


XXII. Yapısalcılık ve Postyapısalcılık, 1983

320
... çok kabaca dile getirirsek, biçimci kültür, düşünce ve sanat, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, genel olarak, solcu siyasal, diyelim eleştirel ve hatta bazı durumlarda devrimci hareketlerle birlikte düşünüldü de eşlik etti ve Marksizm tüm bu hareketleri kendi içine aldı; sanatta ve teoride biçimciliğin şiddetli bir eleştirisini yaptı, bu eleştiri 1930'lu yıllardan itibaren açıkça ortaya çıktı. Otuz yıl sonra, bazı Doğu Avrupa ülkelerinde ve Fransa gibi bir ülkede insanların biçimcilikten açıkça esinlenmiş analiz biçimlerinden, analiz türlerinden yola çıkarak Marksist dogmatizmi sarsmaya başladıklarını görürsünüz.

322
... öncelikle Marksizm fenomenolojiyle evlendirilmeye çalışıldı, ardından, ... fenomenolojinin yerini yapısalcılık aldığı görüldü. Merleau-Ponty ... O dönemde, dil sorunu ortaya çıktı ve dilbilimsel türde bir yapının -fenomenolojik anlamdaki öznenin anlam verici olarak müdahale etmediği yapının- üretebileceği anlam etkilerini fenomenolojinin yapısal bir analiz kadar açıklayamayacağı fark edildi. ... Diğer yandan psikanaliz de, büyük ölçüde Lacan'ın etkisiyle, dil sorunundan çok farklı olmakla birlikte bu sorunla analojiler taşıyan bir sorunu ortaya çıkardı. Bu, özellikle bilinçdışı sorunuydu; fenomenolojik türdeki bir analize giremeyen bilinçdışı. ... Dil sorununun ortaya atıldığı dönemle hemen hemen aynı zamanda, Lacan, "Boşuna uğraşıyorsunuz, işlev gördüğü haliyle bilinçdışı, fenomenolojik öznenin yapabileceği türden anlam verme etkilerine indirgenemez" dediğinde, dilbilimcilerin ortaya attığı sorunlara mutlak anlamda simetrik olan bir sorun ortaya atıyordu. ... Ve Lacan'ın, bilinçdışının da dil gibi yapılanmış olduğunu niçin o dönemde söylediğini anlıyoruz.

325
Amprizmle ilgilenen Deleuze'ün Nietzsche ilgisini Hume'a ve özellikle şu soruya borçlu olduğuna neredeyse eminim: Fenomenolojiyle birlikte sahip olunan özne teorisi, bu özne teorisi tatmin edici midir?

326
... Kantçı "Was ist Aufklarung?" sorusu... aklın          reşit" ve "hamisiz" olarak ortaya çıkabildiği bu tarihsel anın ne olduğu üzerine sorgulamada bulunmanın modern felsefenin belli başlı işlevleri arasında yer aldığı kabul edilebilirse, bu durumda, on dokuzuncu yüzyıl felsefesi aklın özerklik kazandığı bu anın ne olduğunu, aklın tarihinin ne anlama geldiğini ve aklın bilimsel düşünce, teknik aygıtlar ve siyasi örgütlenmenin üç büyük biçimi aracılığıyla modern dünyada kurduğu tahakküme ne değer vermek gerektiğini kendine sormaktır.

328
Tüm akıl eleştirisi ya da rasyonalite tarihi üzerine tüm eleştirel sorgulama karşısında çok sık uygulanan şantajın (ya aklı kabul edersiniz ya da irrasyonaliteye düşersiniz!), rasyonalitenin rasyonel bir eleştirisi yapılamazmış gibi, tüm dallanmaların ve tüm ikiye ayrılmaların rasyonel bir tarihini, rasyonalitenin olumsal bir tarihini yapmak imkânsızmış gibi bir hale soktuğu kanısındayım.

... akıl statüsü verilen rasyonalite biçimi...

329
tekhné'ler [tekhnai]

330
... aklın bir temeli ve asli bir projesi olduğunu ileri süren fenomenolojik tema...

335
Postmodernite neye deniyor? Haberim yok benim.

337
... karmaşık bir sorun olan sanat sorununu ise bir yana bırakıyorum

343
a fortiori   daha kesin olarak

345
Fransa'da, 50'li yıllara doğru, pratikte birbirlerine yabancı olmasa da en azından birbirlerinden bağımsız olan iki düşünce akımı vardı: Bir yanda, üniversiteye özgü ya da akademik diyebileceğim bir dolaşım, bilgiye dayalı düşüncenin dolaşımı, ardından, diğer yanda, açık düşüncenin ya da yaygın düşüncenin dolaşımı; ben "yaygın" derken, ille de düşük kalitede olduğunu kastetmiyorum. Fakat bir üniversite kitabı, bir tez, bir ders, üniversite yayınevlerinde kalan şeylerdi, üniversitelerden başka hiçbir yerde etkisi olmayan, üniversiteli okurların kullanımında kalan şeylerdi.

346
... ne denirse densin, televizyon önemli bir rol oynuyor: insanlar yeni bir tarih olduğunu öğreniyor, vs.


XXIII. Foucault, 1984

Eğer düşünce derken, bir özne ile bir nesneyi, mümkün olan çeşitli ilişkileri içinde ortaya koyan bir edim anlaşılıyorsa, düşüncenin eleştirel tarihi özneden nesneye kimi ilişkilerin -bu ilişkiler mümkün bir bilginin kurucusu oldukları ölçüde- oluştuğu ya da değiştiği koşulların analizidir.

"Hakikat oyunu", doğru şeylerin keşfi değil; bir öznenin bazı şeyler hakkında söyleyebileceği şeyin, doğru ya da yanlış sorunuyla bağlantılı olmasını belirleyen kurallardır.


XXIV. Yaşam: Deneyim ve Bilim, 1985

357
[pozitivizm] ... biçimciliğe ve sezgiciliğe uzanacaktır...

360
[bilimler tarihi] Koyré, Bachelard, Cavaillés, Canguilhem, fRankfurt OKulu

361
G. Canguilhem sorunu tersine çevirdi; bir bilimin gelişiminin ortaya attığı sorunların teorik öneminin o bilimin eriştiği biçimselleştirme düzeyiyle doğrudan ilişkide olmak zorunda olmadığını bilerek, çalışmasının özünü biyoloji tarihine ve tıp tarihine odakladı. Dolayısıyla, bilim tarihini zirve noktalardan (matematik, astronomi, Galileo mekaniği, Newton fiziği, görelilik teorisi) bilgilerin çok daha tümdengelimci olduğu, çok uzun süre boyunca hayal gücünü etkileyen şeylere bağlı kaldığı ve felsefi alışkanlıklara çok daha tuhaf bir dizi soru sorduğu bölgelere doğru indirdi.

süreksizlik

362
Bilim tarihinde, hakikat elde edilmiş olarak görülemez, fakat hakikatle bir ilişkiden ya da doğru-yanlış karşıtlığından da tasarruf yapılamaz. Bu tarihe spesifikliğini ve önemini veren şey, doğru ve yanlış düzenine yapılan bu göndermedir. Hangi biçim altında?   "Hakikat söylemleri"nin tarihiyle karşı karşıya olunduğunu kavrayarak; yani kendini düzelten, onaran ve kendileri üzerinde, "doğruyu söylemek" amacıyla ereklendirilmiş bir geliştirme çalışması işleme koyan söylemler. ... Yanılgı, yavaş yavaş gölgeden çıkan bir hakikatin gizli gücüyle değil, "doğruyu söyleme"nin yeni bir biçiminin oluşumuyla ortadan kaldırılır.

365
... yaşamın bilgisinde, onu fiziksel-kimyasal alanlara gönderme yapabilecek tüm bilgiden uzakta tutan fenomenler vardır; gelişiminin ilkesini ancak patolojik fenomenleri sorgulamada bulabilmiştir. Nesnesinin özü olarak hastalık imkânını, ölüm imkânını, yaradılıştan aykırılığı, anomali ve hata imkânını dikkate almadan canlıya dair bir bilim oluşturmak imkânsızdı.

Yaşam bilimlerindeki paradoksal bir olgu buradan kaynaklanır. Bu bilimlerin gelişimi, fiziksel ve kimyasal mekanizmaların aydınlatılmasıyla, hücrelerin ve moleküllerin kimyası gibi alanların oluşumuyla, matematik modellerin kullanımıyla vs. gerçekleşmiş olsa bile, buna karşılık, bu gelişim hastalığın spesifikliği ve tüm doğal varlıklar arasında belirlediği eşik sorunu hüç durmaksızın bir meydan okuma olarak geri geldiği ölçüde meydana gelebildi. Bu, onca imgeyi dolaşıma sokmuş ve onca miti sürdürmüş olan canlıcılığın [vitalisme] doğru olduğu anlamına gelmez.

367
[G. Canguilhem] [... biyolojinin enformasyon teorisinden ödünç aldığı nosyonlar toplamının buluşmasına verdiği önem...] [Kodlar, mesajlar, haberciler, vs.]

368
Bu sorunların merkezinde, hata sorunu vardır. Çünkü, yaşamın en temel düzeyinde, kod ve kod çözümü oyunları, hastalık, eksiklik ya da yaradılış bozukluğu olmadan önce, enformatif sistemdeki bozukluk, bir tür "küçümseme" gibi bir şey olan bir rastlantıya yerini bırakır. Sonunda, yaşam -radikal karakteri buradan kaynaklanır- hata yapabilir olandır.

Ve kavramın, yaşamın bu rastlantıya kendi verdiği cevap olduğu kabul edilirse, hatanın insan düşüncesini ve tarihini yapan şeyin kökü olduğunu da kabul etmek gerekir. ... Bilimlerin tarihi süreksizse, yani yalnızca bir "düzeltmeler" dizisi olarak, asla hakikatin son anını nihayet ve sonsuza dek serbest bırakmayan yeni bir dağılım olarak analiz edilebilirse, bunun nedeni, burada da "hata", ... insanların yaşamına özgü ve türün zamanı için kaçınılmaz boyutu oluşturduğu içindir.

Nietzsche, hakikatin en derin yalan olduğunu söylüyordu. ... Canguilhem'e göre hata, yaşamın tarihinin ve insanların geleceğinin etrafında döndüğü kalıcı rastlantıdır.









.
.
.
.