03 Ağustos 2015

Michel Foucault - Seçme Yazılar 2 (Özne ve İktidar)

.
.
.




.
.

Seçme Yazılar 2. Özne ve İktidar (3. basım, 2014)

Michel Foucault

[Dits et écrits (1954-1988), Gallimard, 1994]
(Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014 İstanbul, Ayrıntı Yayınları


Michel Foucault
Sunuş: Özne ve İktidar (Ferda Keskin)
I. “Omnes et Singulatim: Siyasi Aklın Bir Eleştirisine Doğru, 1979
II. Özne ve İktidar, 1982
III. Hakikat Kaygısı, 1984
IV. Hakikat, İktidar ve Kendilik, 1982
V. Bireylerin Siyasi Teknolojisi, 1982
VI. Stephen Riggins’le Söyleşi, 1982
VII. İktidarın Halkaları, 1976
VIII. Aydınlanma Nedir?, 1984
IX. Aydınlanma Nedir?, 1984
X. Etiğin Soybilimi Üzerine: Sürmekte Olan Çalışmaya İlişkin Bir
                               Değerlendirme, 1983
XI. Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği, 1984
XII. Ahlâkın Dönüşü, 1984
XIII. Bir Varoluş Estetiği, 1984
XIV. Siyaset ve Etik, 1983
XV. Polemik, Siyaset ve Sorunsallaştırmalar, 1984
XVI. Hükümetlere Karşı, İnsan Hakları, 1984
XVII. Başka Mekânlara Dair, 1967


Michel Foucault

9
1975’te Surveiller et punir: Naissance de la prison (Gözetleme ve Cezalandırma: Hapishanenin Doğuşu) yayımlandı. İktidar ilişkileri, teknikleri, stratejileri ve taktiklerinin; yani modern Batı toplumlarında öznelliği kurma biçimlerinin analizini yaptığı bu kitap olağanüstü bir ilgi gördü. [Cinselliğin Tarihi] Cinselliğin bastırılmadığını, tam tersine modern biyo-iktidar tarafından üretilip bedene nüfuz etmek için bireylere dayatıldığını söylediği bu kitap…

(Yeni bir düşünme biçiminin en önemli temsilcilerinden biri…) 1960’lı yıllardan itibaren özellikle Nietzsche ve Heidegger’in etkisiyle ortaya çıkan bu yeni düşünme biçimi, Foucault’nun “antropolojizm” olarak adlandırdığı ve öncelikle insanı ve insan doğasını felsefi düşünce için çıkış noktası olarak alan, özelde ise bir özne ve bilinç felsefesinde yoğunlaşan geleneği hedef alıyordu. … El attığı her alanda öncelikle yerleşik bakış açılarını ve yöntemleri sorgulayan Foucault, bu tutumuyla öncelikle düşüncenin kendisi üzerinde düşünmesi ve kendini dönüştürmesinin önemini hatırlatmış ve bu anlamda düşünce tarihine radikal anlamda yön veren dönüm noktalarından biri olmuştur.


Sunuş: Özne ve İktidar (Ferda Keskin)

11
Bir yanda fenomenoloji ve yorumbilgisi (hermeneutik), öbür yanda tarihsel maddecilikten hareket eden pro-marksist gelenek. … Foucault’nun fenomenolojik yaklaşımı reddetmesinin nedeni, öznel deneyimin kaynağını ve nasıl biçimlendiğini açıklamak için öncelikle öznede yoğunlaşan ve öznenin deneyimi nasıl yaşadığına bakan yaklaşımları reddetmesinde yatıyor. Ama Foucault’nun fenomenolojiye olan tavrı daha temel bir felsefi seçimle bütünleşiyor. Öznenin deneyimini niçin şu ya da bu biçimde yaşadığını insan doğasına gönderme yaparak açıklayan, kısacası bir tür felsefi antropolojiye dayanan tüm teorik yaklaşımlara, Foucault’nun terimiyle “antropolojizm”e duyduğu tepki. Foucault, öznel deneyim biçimlerinin verili bir insan doğasının teorik olarak belirlenmiş evrensel yapılarından yola çıkarak açıklanamayacağını; çünkü bu deneyim biçimlerinin tarih içinde belli ihtiyaçlara cevap vermek üzere kurulduğunu ve bu anlamda tekil olduğunu savunuyor. Yine bu yüzden öznel deneyim biçimlerinin kendi tekil tarihleri içinde spesifik olarak incelenmesi gerekiyor.

13
Fenomenoloji ve pro-maksist geleneğe alternatif olarak Foucault, öznel deneyim biçimlerinin sorunsallaştırmalar yoluyla oluşturulduklarını, geliştirildiklerini ve dönüştürüldüklerini öne sürüyor. Böylece Foucault kendi yapıtlarını, insanların Batı kültüründe özneye dönüştürülmesinde özel bir yer tuttuğunu düşündüğü delilik, hastalık, yaşam, dil, emek, suç, cinsellik gibi deneyimleri kurmuş olan sorunsallaştırma süreçlerinin bir tarihi olarak yorumluyor. Sorunsallaştırmayı ise “herhangi bir şeyi doğru ve yanlış oyununa sokan ve onu bir düşünce nesnesi (ister ahlâki düşünce, ister bilimsel bilgi, isterse siyasi analiz, vb. biçiminde olsun) olarak kuran söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler bütünü” olarak tanımlıyor.

… Foucault’ya göre “düşünce” yalnızca felsefe veya bilime özgü teorik ifadelerde değil; bireyin özne olarak ortaya çıktığı tüm konuşma, yapma ya da davranış biçimlerinde aranması gereken bir şey. Öte yandan Foucault’nun doğru ve yanlış oyunu ya da genelde hakikat oyunu (jeux de vérité) ile kastettiği, insanın varlığını tarihsel bir biçimde deneyim olarak, yani düşünülebilecek ve düşünülmesi gereken bir şey olarak kuran; başka bir deyişle sorunsallaştıran şey hakkında belli hakikatlerin üretilmesi için kullanılan bir kurallar bütünü.

14
… analizin amacı örneğin sorunsallaştırma öncesi delilik diye bir şeyin var olmadığını kanıtlamak değil; yukarıda verdiğimiz tanım uyarınca deliliğin hangi söylemler, hangi hakikat oyunları, hangi tanımlar yoluyla sorunsallaştırılarak “akıl hastalığı” olarak değerlendirilmesine neden olacak kurumsal bir alana dahil edildiğini görmek. Bu anlamda sorunsallaştırılan şey delilik, “kurulmuş” olan deneyimse “akıl hastalığı” olarak ortaya çıkıyor.

Focault sorunsallaştırmanın üç ana eksen üzerinden gerçekleştiğini söylüyor: bilgi, iktidar, etik. Bu tanım çerçevesinde her deneyim, belli kavramlar ve kuramlar içeren ve ürettiği hakikatlerle ifade bulan bir bilgi alanı, belli normlar ve kurallar içeren bir iktidar alanı ve bu bilgi ve iktidar alanları bağlamında bireyin kendisiyle kurduğu belli bir ilişki biçimini bir araya getirir. Bu yüzden kendimizin tarihsel bir ontolojisini yapmak; bilgi öznesi, iktidar ilişkilerinin öznesi ve kendi eylemlerimizin etik öznesi olarak nasıl kurulduğumuz sorularını sormayı gerektirir. Birinci sorunun cevabı, öznesi olarak göründüğümüz bir deneyime (örneğin delilik, hastalık, yaşam, dil, emek, suç ya da cinsellik gibi bir deneyime) gönderme yapan bilgi alanının oluşumunun, bu oluşuma özgü söylemsel pratiklerin ve hakikat oyunlarının analizini; ikinci sorunun cevabı iktidar ilişkileri ve teknolojilerinin, yani tarihsel olarak kurulmuş bir deneyimin pratiğini düzenleyen normatif bir sistemin (örneğin delilerin, hastaların ve suçluların kurumsallaştırılması ve “normal” insanlardan ayrılıp tecrit edilmesini düzenleyen bir sistemin) örgütlenmesinin ve bu sistemde söz konusu olan hakikat oyunlarının analizini; üçüncü sorunun cevabı ise insanın kendisiyle olan ilişkisinin, bireylerin kendilerini tarihsel bir deneyimin özneleri olarak (örneğin deli, hasta, suçlu, eşcinsel ya da normal olarak) kurma, tanıma ve kabullenme ya da reddetme pratiklerinin ve bunu yaparken geçerli olan hakikat oyunlarının analizini gerektirir.

15
… Kant ile Foucault’nun arasındaki çok temel bir farkı vurgulamak gerekiyor. Kant’a göre eleştirel soru, aklın (tüm kullanım biçimlerinde) aşmaması gereken zorunlu sınırları arayan negatif bir sorudur. Oysa Foucault’ya göre eleştirel soru artık pozitif bir biçim taşıyor.

16
Foucault'ya göre öznesi olarak tanıtıldığımız deneyimlerin kurulmasını gerçekleştiren söylemsel ve söylemsel olmayan pratiklerin merkezinde bir iktidar alanı var. ... Ama bu analizin sonucunda ortaya çıkan iktidar anlayışı geleneksel siyaset teorilerinde rastladığımız negatif iktidar anlayışlarından çok farklı. Foucault'nun "hukuki-söylemsel" (juridico-discursive) model olarak tanımladığı geleneksel model iktidarı bir hükümranlık, yasa, yasaklama ve itaat sistemi içinde tasarımlar. Oysa Foucault on yedinci yüzyılın sonundan itibaren Batı toplumlarına hukuksal-söylemsel modelin iktidar göremediği yeni bir iktidar biçiminin hâkim olduğunu söylüyor. ... bu yeni iktidar biçimi üretken, yaşamı desteklemeye, yaşamın sağladığı güçleri sınırlamaya değil arttırmaya yönelik, yani pozitif. Bu yüzden Foucault bu yeni iktidarı biyo-iktidar olarak adlandırıyor. Foucault'ya göre biyo-iktidar yaşama iki ana biçimde müdahale eder: insan bedenine bir makine olarak yaklaşan birinci biçimi "disiplinci" bir iktidardır. Foucault'nun bedenin "anatomo-politiği" olarak adlandırdığı bu biçimin amacı, insan bedenini disipline etmek, yeteneklerini geliştirmek, daha verimli ve uysal kılmak ve ekonomik denetim sistemleriyle bütünleştirmektir. "Nüfusun biyo-politiği" olarak adlandırdığı ikinci biçimi ise bedene bir doğal tür olarak yaklaşır ve nüfusu düzenleyici bir denetim getirir. Foucault’ya göre biyo-iktidar burjuva toplumunun büyük buluşlarından biridir ve kapitalizmin gelişmesinde vazgeçilmez bir unsur olmuştur; çünkü kapitalizm bedenin üretim sürecine denetimli bir şekilde girmesini ve nüfusun ekonomik süreçlere uygun kılınmasını gerektirir. … biyo-iktidar tahakküm ve hegemonya ilişkileri getiren ayrımcılık ve toplumsal hiyerarşi etmenleri olarak da etkili olmuştur. Ama bu etkiyi yaparken kullandığı teknikler negatif ve sınırlandırıcı değildir ve bedensel şiddeti dışlar; çünkü bireyin biyolojik yaşamı ve onun sahip olduğu güçleri sınırlamak ve en uç noktada yok etmek yerine daha da güçlendirmek, en iyi şekilde kullanmak, örgütlemek ve denetlemek zorundadır. Böylece on sekizinci yüzyıldan itibaren kapitalizmin gelişmesine çok yakından bağlı olarak yalın anlamda insan yaşamı tarih sahnesine, siyasi tekniklerin alanına girmiştir. Yaşamın ta kendisinin siyasi stratejilerde ortaya sürülmesi Foucault'ya göre bir toplumun "modernliğe girme eşiği"dir. "İnsan, binlerce yıl boyunca Aristoteles için neyse o olmuştur, yani yaşayan ve buna ek olarak siyasal bir varlık olma yeteneğine sahip olan bir hayvan; modern insan, bir canlı varlık olarak yaşamını kendi siyaseti dahilinde söz konusu eden bir hayvandır."

18
Şiddetin dışlanmasıyla birlikte bedenin iktidar tarafından kuşatılmasında tüm toplumsal bütüne yayılan yeni ve ince teknikler gerekmiş, bu teknikler Foucault'nun "dispositif" olarak adlandırdığı somut düzenlemeler biçimini almıştır. Dispositif'ler Foucault'ya göre söylemler, kurumlar, mimari biçimler, düzenleyici kararlar, yasalar, idari tasarruflar; bilimsel, felsefi, [sanatsal?], ahlâki önermelerden oluşan heterojen bütünler; bu söylemsel ve söylemsel olmayan öğeler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu sistemlerdir. Dispositif'lerin işlevi temelde stratejiktir: yani güç ilişkilerini güdümlemek, belli bir yönde geliştirmek ya da önlerine geçmek, dengelemek, kullanmak işlevine sahiptirler. Dolayısıyla dispositif'ler her zaman bir iktidar oyunu içinde yer alırlar; ama aynı zamanda bu iktidardan doğmakla birlikte iktidarın kendisini koşullandıran bir bilginin sınırlarına da bağlıdırlar. Çünkü iktidar ve bilgi karşılıklı olarak birbirlerini içerimler; karşılığında bir bilgi alanı oluşturmayan iktidar ilişkisi olmadığı gibi iktidar ilişkileri varsaymayan ve oluşturmayan bilgi de yoktur.

19
"... birey, iktidarın dışında ve karşısındaki şey değil, ... iktidarın birincil bir... etkisi ve aynı zamanda bir etkisi olduğu ölçüsünde de bir aracıdır: iktidar kurduğu, oluşturduğu birey üzerinden işler." (Foucault, İki Ders)

Temelde dispositif'ler yoluyla işleyen biyo-iktidarın strateji terimleriyle düşünülmesi gerektiğini, bu stratejilerin de belli hegemonya biçimlerinde kristalleştiğini söylemiştik. Foucault'ya göre iktidar ilişkilerinin kristalleşerek aldığı bu biçimlerden en çok öne çıkanı on altıncı yüzyıldan bu yana sürekli olarak gelişen devlettir. Bu yüzden devlet genel kanının tersine ... bireyselleştiren, insanları kurulmuş deneyimlerin özneleri haline getiren, yani "bilinç ya da özbilgi yoluyla kendi dayattığı kimliğe bağlayan" ve bu yolla denetim altına alan bir iktidardır. ... [Bu yüzden Foucault, günümüzde bireyselleştirme teknolojilerine karşı verilen mücadelelerin etnik, toplumsal, dinsel, ekonomik sömürüye karşı verilen mücadelelere göre daha öne çıktığını belirtmektedir] Günümüzün sorunu artık ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.

20
İktidarın bir güç ilişkileri çokluğu olduğunu, dolayısıyla evrensel, kendiliğinden varolan, sahip olunabilen ve uygulanmayı bekleyen bir iktidar olmadığını söylemiştik. İktidar bir ilişki, bir eylem biçimidir.

21
[yönetim - gouvernement] ... yönetim burada çok geniş anlamda, on altıncı yüzyılda kullanıldığı biçimiyle, başkalarının önünde açık olan mümkün eylem alanını yapılandırmak olarak anlaşılmalıdır. İktidarın işleyişini ... başkalarının eylemi üzerine bir eylem olarak ve bu eylemi de yönetmek olarak tanımlamak çok önemli bir öğeyi, özgürlüğü, iktidar ilişkilerine katmak demektir. İktidar yalnızca özgür özneler üzerinde ve yalnızca özgür oldukları sürece işleyebilir. ... Bir iktidar alanı tıkandığında, yönetim ve yapılandırma ilişkisi tek yönlü, sabit ve tersine çevrilemez hale geldiğinde artık iktidar ilişkilerinden söz edilemez. Böyle bir durumda artık yalnızca tahakküm (domination) vardır ve tahakkümün olduğu yerde iktidar ilişkisi olamaz. ... özgürlük iktidarın işlemesinin koşulu, hatta önkoşuludur. ... İktidarın olduğu her yerde bir direniş ya da direniş imkânı vardır. ... İktidar ilişkilerinin her yerde olması, bütün gücü ellerinde bulundurdukları anlamına gelmez.

22
Buradaki sorun artık özgürlüğün var olup olmadığı değil, etik olarak nasıl kullanılacağıdır; çünkü Foucault’ya göre etik, özgürlüğün düşünülerek yapılan bir pratiği, özgürlükse etiğin ontolojik koşuludur.


I. “Omnes et Singulatim: Siyasi Aklın Bir Eleştirisine Doğru, 1979

27
Benim önceki çalışmalarımda izlediğim çizgi şuydu: Delilik, ölüm, suç, cinsellik gibi deneyimler ile çeşitli iktidar teknolojileri arasındaki ilişkileri analiz etmek. Şimdi üzerinde çalıştığım konu ise bireysellik; daha doğrusu, "bireyselleştirici iktidar" sorununa bağlı olarak özkimlik sorunudur.

28
Demek istediğim, iktidar tekniklerinin gelişmesinin giderek bireylere yöneldiği ve  bireyleri sürekli ve kalıcı bir biçimde yönetmeyi amaçladığıdır. Eğer merkezileşmiş ve merkezileştirici olan bir iktidarın siyasi biçimi devletse, bireyselleştirici iktidara da pastorallik* diyelim. [* Burada Foucault'nun "pastorship" (fr. pastorat) kelimesi, "pastor" kelimesinden geliyor; "pastor" ise çoban, papaz, yönlendirici, yol gösterici anlamlarını taşıyor. y.h.n.]

... sürü metaforuna büyük Yunan ya da Roma siyasi literatüründe rastlanmadığını söyleyebiliriz.

31
Tarihte görülen bütün toplumlar içinde bizimkiler -bununla, Avrupa kıtasının Batı yakasında antikçağın son dönemlerinde ortaya çıkan toplumları kastediyorum- herhalde en saldırgan ve en fetihçi yapıda olan toplumlardır; hem kendilerine karşı hem de başkalarına karşı en koyu şiddeti uygulayabilecek niteliktedirler.

32
Nomos (yasa) sözcüğü nomeus (çoban) sözcüğüyle bağıntılıdır: Çoban dağıtıcı, yasa paylaştırıcıdır.

38
Eğer bir Yunanlının mutlaka itaat etmesi gerekiyorsa, bunu yasa ya da sitenin iradesi olduğu için yapıyordu. Özel olarak birinin (bir hekimin, bir hatibin, bir pedagogun) iradesine uymuşsa, o kişi kendisini rasyonel temelde ikna etmiş demekti. Ve ona uymasının kesinlikle belirlenmiş bir amacının olması gerekiyordu: Ya tedavi olmak ya belli bir hüneri öğrenmek ya da mümkün olan en iyi tercihi yapmak, vb.

39
Yunan felsefesinde apatheia, bireyin, aklını kullanması sayesinde, kendi tutkularına gem vurabilmesini gösterir. Hıristiyan düşüncesinde pathos sözcüğü insanın kendi için kendisi üzerinde uyguladığı irade gücünü gösterir. Apatheia ise bizi bu tür iradesellikten kurtarır.

Hıristiyan pastoralliği, papaz ile koyunlarının her biri arasında özel bir bilgi içerimler.

Bu bilgi özel bir bilgidir. Bireyselleştiricidir. Sürünün durumu hakkında bilgi sahibi olmak yetmez. Bunun yanında, ayrı ayrı her koyunun durumu hakkında bilginin de edinilmesi gerekir. ... Hıristiyan pastoralliği ... üç değişik biçimde gelişmiştir: Çoban sürünün her üyesinin maddi ihtiyaçları konusunda bilgi sahibi olmalı ve gerektiği zaman bu ihtiyaçlarını karşılayabilmelidir. Çoban sürüde neler olup bittiğini, her birinin neler yaptığını, her birinin işlediği aleni günahları bilmelidir. Nihayet, her birinin ruhunda neler dolaştığını, yani onların gizli günahlarını, aziz olma yolunda ne kadar ilerlediklerini bilmelidir.

Hıristiyanlık, bu bireysel bilgileri edinebilmek amacıyla, Helenistik dünyada etkili olan şu iki temel aracı sahiplenmiştir: vicdan muhasebesi ve vicdanın yönlendirilmesi.

40
Vicdan muhasebesini, itirafı, vicdan yönetimini ve itaat etmeyi içeren bütün Hıristiyan tekniklerinin bir amacı vardır: Bireylerin bu dünyada "kendi nefislerini köreltmeleri" için çalışmalarını sağlamak. Nefsin körelmesi kuşkusuz ölüm demek değildir; ama, bu dünyadan ve kendinden vazgeçmek anlamına gelir: Bir nevi her gün ölmek yani. ... Hıristiyanlardaki nefsini köreltme, insanın kendi kendisiyle kurduğu bir ilişki türüdür. Bu, Hıristiyan özkimliğinin bir parçası, üstelik kurucu bir parçasıdır.

Hıristiyan pastoralliğinin ne Yunanlıların ne de Musevilerin akıl ettiği bir oyun icat etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Unsurları, yaşam, ölüm, hakikat, itaat, bireyler ve özkimlik olan tuhaf bir oyun; yurttaşlarının canlarını feda etmeleri sayesinde ayakta kalan site oyunuyla hiç ilgisi olmayan bir oyun. Bizim toplumlarımızın, modern devletler diye adlandırdıkları birimler içinde bu iki oyunu (site-yurttaş oyunu ile çoban-sürü oyunu) birleştirdikleri için gerçekten de şeytansı oldukları ortaya çıkmıştır.

41
[yukarıda iki oyunun birleştirilmesi üzerine kurulu bu sorun], ... deneyimler (delilik, hastalık, yasaların ihlal edilmesi, cinsellik, özkimlik gibi), bilgi (tıp, kriminoloji, seksoloji, psikoloji gibi) ve iktidar (psikiyatrik kurumlar ve cezalandırma kurumları, ayrıca bireysel denetimi ilgilendiren bütün diğer kurumlarda kullanılan iktidar gibi) arasındaki ilişkilerde odaklanmaktadır.

Bizim uygarlığımız en karmaşık bilgi sistemini, en girift iktidar yapılarını geliştirmiştir.

43
... devlet iktidarının uygulanmasında başvurulan rasyonalite titpi...

44
Devlet iktidarının rasyonalitesi özellikle iki doktrinle formüle edilmişti: Devlet Aklı* ve polis teorisi. [* devlet aklı - reason of state deyimi dilimizde "hikmeti hükümet" olarak da bilinmektedir. y.h.n.]

"Devlet aklı" doktrini, devlet yönetiminin ilke ve yöntemlerinin, diyelim Tanrı'nın dünyayı, babanın ailesini ya da bir amirin kendi topluluğunu yönetiş biçiminden nasıl farklı olduğunu tanımlamayı amaçlamaktaydı.

Polis doktrini ise devletin rasyonel faaliyetlerinin nesnesi olan şeylerin doğasını, peşinde olduğu amaçları ve söz konusu araçların genel biçimini tanımlar.

45
Devlet aklı bir "sanat", yani belli kurallara uyan bir teknik sayılmaktadır. ... devletleri yönetme sanatı...

Aziz Thomas, "sanatın, kendi alanında, doğanın kendi başına gerçekleştirdiği şeyleri taklit etmesi gerektiği"ni anlatır; sanat ancak bu koşulda akla uygun bir uğraş olabilir. Kralın kendi krallığını yönetmesi Tanrı'nın doğayı yönetmesini ya da ruhun bedeni yönetmesini taklit etmelidir. Nasıl Tanrı dünyayı yaratmışsa, nasıl ruh bedene biçim veriyorsa, kral da siteler kurmalıdır. Tıpkı Tanrı'nın doğal varlıklar için ya da ruhun bedeni yönetirken yaptığı gibi, kral da insanları nihai ereğine yöneltmelidir.

46
Devlet aklının ateizmle bir tutulması bununla açıklanabilir.

47
Devlet aklının karakteristik bir özelliği olan yönetme sanatı, ya siyasi istatistik ya da aritmetik diye adlandırılan disiplinin gelişmesiyle iç içe geçmiş durumdadır; yani, burada söz konusu olan, farklı devletlerin güçlerinin bilinmesidir.

Devlet aklı ilahi, doğal ya da insani yasalara göre bir yönetim sanatı değildir. Dünyanın genel düzenine saygı göstermesi gerekmez. Bu, devletin gücüne uygun olarak yönetmektir. Amacı geniş kapsamlı ve rekabetçi bir çerçeve içinde bu gücü arttırmak olan yönetimdir.

48
... polisli bir devlet adına öngörülen ilk ütopya-programlardan biri... Turquet de Mayerne'in kaleme aldığı bu metin 1611 yılında Hollanda Genel Meclisi'ne sunulmuştur. Nitekim J. King de XIV. Louis'nin Yönetiminde Bilim ve Rasyonalizm adlı kitabında bu tuhaf çalışmanın önemine dikkat çekmektedir.

Şimdi Turquet'nin önerdiği örgütlenme biçimini özetleyelim. Kralın yanında dört büyük yetkili bulunmaktadır. Bunlardan birisi Adalet'ten, diğeri Ordu'dan, üçüncüsü Maliye'den, yani kralın vergileriyle gelirlerinden, dördüncüsü ise polis'ten sorumludur. Anlaşılan polis'ten sorumlu olan görevliye düşen rol esasen ahlâki bir roldü. Turquet'ye göre, bu görevli halk arasında "alçakgönüllülük, hayırseverlik, sadakat, çalışkanlık, dostça işbirliği ve dürüstlük" duygularını yerleştirecekti.

Turquet, her eyalette yasayı ve düzeni koruyan kurullar bulunması gerektiğini ileri sürer. bu kurullardan ikisi halkı, ikisi de mülkleri gözetmeliydi. Halkla ilgilenen birinci kurul, yaşamın olumlu, etkin, üretken yanlarını gözetecekti. Başka bir deyişle, eğitimle; herkesin kendi beğenilerini ve yeteneklerini saptamayla; meslek -yararlı meslekler- seçimiyle ilgiliydi: Yirmi beş yaşını geçen herkes yaptığı mesleği bir deftere kaydettirmek zorundaydı. Yararlı bir meslekte çalışmayanlara toplumun tortusu gözüyle bakılırdı.

49
Polis her şeyi kapsar. Ama son derece özel bir açıdan. İnsanlar ve eşya ilişkileri bakımından ele alınır... Turquet bu noktada çarpıcı bir ifade kullanır: "Polisin gerçek nesnesi insandır."

50
Peşinde koşturulan amaçlar nelerdir? ... Birincisi, polis siteye güzellik, biçim ve görkemlilik kazandıran her şeyle ilgilenmek durumundadır. Görkemlilik sadece kusursuzluğu arayan bir devletin güzelliğini anlatmakla kalmaz, sitenin gücünü, dayanıklılığını da gösterir. Bu yüzden polis devletin dayanıklılığını sağlar ve vurgular. İkincisi, polisin öteki amacı, insanlar arasında yardımlaşma ve karşılıklı dayanışma kadar, çalışma ve alışveriş ilişkileri de yerleştirmektir. ... Polis insanlar arasında sözcüğün geniş anlamıyla "iletişim"i sağlamalıdır. Aksi takdirde insanlar yaşamlarını sürdüremezler ya da yaşamları güvensizleşir, sürekli yoksullukla yüz yüze gelirler ve hep tehdit altında olurlar.

İnsanlar üzerinde siyasi iktidar kullanan rasyonel bir müdahale biçimi olarak polisin rolü, insanlara biraz daha fazla güzel bir yaşam sunmak ve böylece devleti de biraz daha güçlendirmektir. Bunu yapmanın yolu ise "iletişim"i, yani bireylerin ortak faaliyetlerini (çalışma, üretim, mübadele, yerleşim) denetlemekten geçer.

Bu fikirler ya uygulamalı siyaset (kameralizm ya da merkantilizm gibi) ya da öğretilmesi gereken konular (Almanca Polizeiwissenschaft; Almanya'da yönetim biliminin bu başlık altında öğretildiğini de unutmamak gerekir) şeklinde on yedinci ve on sekizinci yüzyıllar boyunca her tarafa yayılmıştır.

51
De Lamare’in Compendium’unu her tarihçi bilir. On sekizinci yüzyılın başlarında bu idareci, tüm krallığın polis düzenlemelerini derlemeye girişmişti.

De Lamare, polisin devlet içinde on bir şeyi gözetmesi gerektiğini söyler: (1) din; (2) ahlâk; (3) sağlık; (4) ihtiyaç maddeleri; (5) yollar, caddeler, şehir binaları; (6) kamu güvenliği; (7) serbest meslekler (kaba bir dille ifade edersek, sanat ve bilim); (8) ticaret; (9) fabrikalar; (10) erkek hizmetçiler ve emekçiler; (11) yoksullar.

Öyleyse, kültürel ritüellere, küçük ölçekli üretim tekniklerine, entelektüel yaşama ve yol şebekesine yapılan müdahalenin arkasındaki mantık nedir?

De Lamare anlaşılan buna bir parça tereddütlü bir cevap vermektedir. Kâh, “Polis insanın mutluluğuyla ilgili olan her şeyi gözetir,” der; kâh, “Polis, toplumu, (insanlar arasındaki toplumsal ilişkileri) düzenleyen her şeyi gözetir,” der; kâh, polisin yaşamı gözettiğini söyler.

52
Tiyatro, edebiyat ve eğlenceyle ilgilenmekteki amacı yaşamın zevkli yanlarını arttırmaktır. Kısacası, yaşam polisin amacıdır…

"Polisin biricik amacı, insana bu yaşamda tadabileceği azami mutluluğu sağlamaktır"

Alman ders kitapları ... idare bilimi dersi... Bazı Fransızlar, bilhassa Napoléon'un çevresinde bulunanlar Polizeiwissenschaft öğretilerini çok iyi biliyorlardı.

53
Von Justi'nin Polisin Genel Öğeleri başlıklı çalışması... İlk olarak "devletin toprak mülkü" dediği konuyu, yani devletin sahip olduğu toprak parçasını inceleyerek başlar. Bu konuyu iki farklı yönüyle ele alır: Bu topraklarda nasıl yerleşilmiş (kırın karşısında kentin durumu) ve kimler yerleşmiştir (insanların sayısı, çoğalmaları, sağlığı, ölümleri, göçleri)?

54
... Von Justi, on sekizinci yüzyıl sırasında önemi gün geçtikçe artan bir nosyona De Lamare'den çok daha fazla ağırlık verir: nüfus. Nüfus, canlı bireylerin oluşturduğu bir grup olarak anlaşılmaktaydı. Nüfusun karakteristik özellikleri, aynı türe ait olan ve yan yana yaşayan bütün bireylerin özellikleriydi (böylece nüfuslar ölüm ve doğum oranlarıyla niteleniyordu; salgın hastalıklara, aşırı büyümelere maruz kalıyor; belli tipte bir bölgesel dağılım gösteriyorlardı).

Von Justi "istatistiği" (devletlerle ilgili bilgileri) yönetim sanatıyla birleştirir. Poizei wissenschaft, aynı zamanda hem bir yönetim sanatı hem de belli bir toprak parçasında yaşayan bir nüfusun analizi için bir yönetimdir.

Bu tür tarihsel düşünceler çok uzakta kalmış, güncel kaygılarımız karşısında oldukça yararsızmış gibi görünseler gerektir. Ben, sadece "durmadan tarihe, geçmişe, antikçağa başvurmanın" verimli bir yol olduğunu söyleyen Hermann Hesse kadar aşırıya gidecek değilim. Ancak yaşanan deneyimler bize öğretmiştir ki, çeşitli rasyonalite biçimlerinin tarihini kesin fikirlerimizi ve dogmatizmimizi yerinden etmekte soyut eleştirilerden daha etkili olmaktadır.

55
yönetim sanatı

İktidar bir töz değildir. İktidar, kökeni uzun uzadıya araştırılması gereken esrarengiz bir şey de değildir. İktidar yalnızca bireyler arasındaki bir tür ilişkidir.

İktidarın karakteristik özelliği, bazı insanların başka insanların davranışlarını az çok bütünüyle (ama asla tamamen ya da zorlamayla değil) belirleyebilmeleridir. Zincire vurulup dövülen bir adam kendisi üzerinde güç uygulanmasına maruz kalmaktadır. Ama bu iktidar değildir. Ne var ki, ölümü tercih ederek ağzını açmamakta ısrar etmek gibi kesin bir tavır koyabileceği bir durumda konuşmaya kışkırtılabilmişse eğer, o takdirde belli bir şekilde davranmaya itilmiş demektir. Bu durumda, o insanın özgürlüğü iktidara tabi olmuştur. Yönetime boyun eğmiştir. ... Potansiyel bir reddetme ya da başkaldırma olmadan iktidardan söz edilemez.

... iktidarı belirleyen bir sürü etken vardır. ancak rasyonelleşme iktidar üzerinde aralıksız olarak çalışır ve spesifik biçimler alır. Bu, ekonomik sürece ya da üretim ve iletişim tekniklerine özgü olan rasyonelleşmeden farklıdır; bilimsel söylemin rasyonelleşmesinden de farklıdır. İnsanların insanlar tarafından yönetilmesi (bunlar ister büyük ister küçük gruplar olsun; iktidar ister erkekler tarafından kadınlar üzerinde, yetişkinler tarafından çocuklar üzerinde, bir sınıf tarafından başka bir sınıf üzerinde, isterse bürokrasi tarafından bütün bir nüfus üzerinde uygulansın) belli bir rasyonalite gerektirir.

56
Sorun şudur: Böylesi iktidar ilişkileri nasıl rasyonelleştirilir? Aynı hedefler peşinde koşturup aynı etkilerde bulunan başlıca kurumların onların yerini almasını engellemenin tek yolu bu soruyu sormaktır.

... siyasi eleştiri, devleti, aynı zamanda hem bireyselleştirici bir etken hem de totaliter bir ilke olmakla suçlamıştır. ... ilk polis projesinin ne olduğuna bakmak bile, en başından itibaren, devletin hem bireyselleştirici hem de totaliter bir nitelik taşıdığını açıkça sergilemeye yeter.

Siyasi rasyonalite ilk dayanağını pastoral iktidar fikrinde bulmuş, daha sonra devlet aklına yaslanmıştır. Siyasi rasyonalitenin kaçınılmaz etkileri hem bireyselleştirme hem de bütünselleştirmedir.


II. Özne ve İktidar, 1982

57
Benim burada tartışmak istediğim fikirler ne bir kuramı ne de bir yöntembilimi temsil ediyor.

58
... amacım insanların, bizim kültürümüzde, özneye dönüştürülme kiplerinin bir tarihini oluşturmaktı. Yapıtlarım, insanları özneye dönüştüren üç ayrı nesneleştirme kipi üzerinde durmuştur.

Bunlardan birincisi, kendilerine bilim statüsü kazandırmaya çalışan araştırma kipleridir; örneğin, grammaire générale (genel dilbilgisi), filoloji ve dilbilim alanlarında, konuşan öznenin nesneleştirilmesi. Gene, bu ilk kiple ilgili olarak, refah ve ekonomi analizinde üretken öznenin, emek harcayan öznenin nesneleştirilmesi. Ya da, üçüncü bir örnek olarak, doğa tarihi ya da biyolojide, salt yaşıyor olma olgusunun nesneleştirilmesi.

Çalışmamın ikinci bölümünde, öznenin "bölücü pratikler" diye adlandıracağım pratiklerde nesneleştirilmesini inceledim. Özne, ya kendi içinde bölünmüş ya da başkalarından bölünmüştür. Bu süreç onu nesneleştirir. Bunun örnekleri deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı, suçlular ile "iyi çocuklar"dır.

Son olarak, bir insanın kendini özneye dönüştürme biçimini incelemeye çalıştım. Örneğin, cinsellik alanını -insanların kendilerini nasıl "cinsellik" öznesi olarak tanımayı öğrendiklerini- seçtim.

Yani benim araştırmalarımın genel teması iktidar değil, öznedir.

59
Bir iktidar teorisine ihtiyacımız var mıdır? Bir teori önceden bir nesneleştirmeyi varsaydığından, analitik bir çalışmanın temeli olarak kullanılamaz. Ancak bu analitik çalışmada da süregiden bir kavramsallaştırma olmadan yol alınamaz.

Faşizm ile Stalinizm... büyük ölçüde siyasi rasyonalitemizin fikir ve araçlarından yararlanmışlardı.

60
Kant'tan beri felsefenin rolü, aklın, deneyimde verilmiş olanın sınırlarını aşmasını önlemektir; ama aynı dönemden itibaren felsefenin rolü, siyasi rasyonalitenin aşırı güçlerini gözetim altında tutmaktır.

Aklı yargılayacak mıyız? Bana kalırsa, hiçbir şey bundan daha kısır bir sonuç vermeyecektir. Birincisi, bu alanın suçla ya da masumiyetle hiçbir ilgisi olmadığı için; ikincisi, akla, akıl-olmayanın zıddı bir şey olarak başvurmak anlamsız olduğu için; son olarak da, böyle bir yargılama bizi ya rasyonalist ya da irrasyonalist olmanın keyfi ve sıkıcı rolünü oynama tuzağına düşüreceği için.

Modern kültüre özgü görünen ve kökeni Aufklarung'da (Aydınlanma) bulunan rasyonalizm türünü mü sorgulayacağız? [Frankfurt Okulu... benim amacım onların çalışmaları üzerine bir tartışma başlatmak değil] ... ben, rasyonelleşme ile iktidar arasındaki bağları araştırmanın başka bir yolunu önereceğim.

Toplumun ya da kültürün rasyonelleşmesini bir bütün olarak almak yerine, her biri temel bir deneyime (delilik, hastalık, ölüm, suç, cinsellik, vb.) gönderme yapan çeşitli alanlar çerçevesinde analiz etmek daha akıllıca olabilir.

Bence rasyonelleşme sözcüğü tehlikeli bir sözcüktür. Bizim yapmamız gereken, daima rasyonelleşmenin genel ilerlemesine başvurmaktan ziyade, spesifik rasyonaliteleri analiz etmektir.

61
… bir yol önermek isterim. Bu yol, farklı iktidar biçimlerine karşı direniş biçimlerini çıkış noktası olarak almaktan oluşur. Başka bir metafor kullanırsak, bu yol iktidar ilişkilerini gün ışığına çıkarmak, onların konumlarını saptamak ve uygulanma noktaları ile kullanılan yöntemleri öğrenmek amacıyla bu direnişten kimyasal bir katalizör olarak yararlanmaktan oluşur. Yani, iktidarı kendi içsel rasyonalitesi açısından analiz etmekten ziyade, iktidar ilişkilerini, stratejilerin uzlaşmazlığı aracılığıyla analiz etmekten oluşur.

Örneğin, toplumumuzun aklı başında olmaktan ne anladığını öğrenmek için belki delilik alanında olup bitenleri araştırmamız gerekmektedir.

Yasallıktan ne kastedildiğini anlamak için yasadışılık alanında olup bitenleri;

Ve, iktidar ilişkilerinin içeriğini anlamak için de, belki direniş biçimleri ile bu ilişkileri ayrıştırmaya yönelik girişimleri araştırmamız gerekmektedir.

Başlangıç noktası olarak, son birkaç yıldır gelişmekte olan bir dizi muhalefet odağını alalım: Erkeklerin kadınlar, ana babaların çocuklar, psikiyatrinin akıl hastaları, tıbbın genelde insanlar, yönetimin insanların yaşama biçimleri üzerindeki iktidarına muhalefet.

Bunların otorite-karşıtı mücadeleler olduğunu söylemek yeterli değildir; onların ortak yanlarını daha net biçimde tanımlamamız gerekmektedir.

1) Bunlar “sınıraşırı” mücadelelerdir; yani, tek bir ülkeyle sınırlı değillerdir. Kuşkusuz bazı ülkelerde daha kolayca ve daha büyük oranda gelişirler, ama tikel bir siyasi ya da ekonomik yönetim biçimiyle sınırlı değillerdir.

62
2) Bu mücadelelerin amacı, oldukları haliyle iktidar etkileridir. Örneğin, tıp mesleği esas olarak kâr güdüsüyle hareket eden bir alan olduğu için değil; insanların bedenleri, sağlıkları, yaşamları ve ölümleri üzerinde hiçbir şekilde denetlenmeyen bir iktidara sahip olduğu için eleştirilir.

3) Bunlar, iki nedenle “doğrudan” mücadelelerdir. Bu tür mücadelelerde, insanlar kendilerine en yakın olan, eylemleriyle bireyleri etkileyen iktidar mercilerini eleştirirler. “Baş düşman” yerine, doğrudan düşman arayışına girerler. Sorunlarına gelecek bir tarihte çözüm (yani, özgürlük, devrim, sınıf mücadelesinin bitmesi gibi) bulmayı da ummazlar. Tarihçiyi kutuplaştıran kuramsal bir açıklama ölçeği ya da devrimci bir düzenle karşılaştırıldığında, bunlar anarşist mücadelelerdir.

4) Bunlar bireyin konumunu sorgulayan mücadelelerdir. … bireyi parçalayan, başkalarıyla bağlarını koparan, cemaat yaşamını bölen, bireyi kendi üzerine kapanmaya zorlayan ve kısıtlayıcı bir biçimde kendi kimliğine bağlayan her şeye saldırırlar.

Bu mücadeleler tamamen “birey”den yana ya da “birey”e karşı olmayıp; daha çok, “bireyselleşmenin yönetilmesi”ne karşı yürütülen mücadelelerdir.

5) Bunlar, bilgi, beceri ve kalifikasyona bağlı olan iktidar etkilerine karşı bir muhalefet, yani bilginin ayrıcalıklarına karşı yürütülen mücadelelerdir. Ama aynı zamanda gizliliğe, deformasyona ve insanlara zorla dayatılan gizemlileştirici temsillere karşı yürütülen mücadelelerdir de.

... bilgi rejimdir (régime du savoir).

63
6) Son olarak, halen varlığını sürdüren bütün bu mücadeleler şu soru ekseninde dururlar: Biz kimiz? Bunlar, bizim bireysel olarak kim olduğumuzu göz ardı eden soyutlamaların, ekonomik ve ideolojik devlet şiddetinin reddedilmesi ve gene, insanların kim olduğunu belirleyen bilimsel ya da idari engizisyonun reddedilmesidir.

Özetle, bu mücadelelerin esas amacı “şu ya da bu” iktidar kurumuna, gruba, elit kesime ya da sınıfa saldırmaktan çok, bir tekniğe, bir iktidar biçimine saldırmaktır.

Bu iktidar biçimi bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir. Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor. ([sujet] Fr. Türkçedeki “özne” kelimesi burada Foucault tarafından belirtilen ilk anlamı taşımıyor. Fransizca “sujet” (özne) kelimesi aynı zamanda “tebaa”, yani tabi (boyun eğmiş) anlamını taşıyor. Aynı şekilde Fransızca “assujetir” kelimesini de Foucault iki anlamda kullanıyor: özneleştirmek ve tabi kılmak, boyun eğdirmek. y.h.n.)

Genel olarak üç tip mücadele olduğu söylenebilir: Ya tahakküm biçimlerine (etnik, toplumsal ve dinsel) karşı yürütülen mücadeleler, ya bireyleri ürettikleri ürünlerden ayıran sömürü biçimlerine karşı yürütülen mücadeleler, ya da bireyi kendisine bağlayan ve bu şekilde diğerlerine tabi kılan duruma karşı yürütülen mücadeleler (tabi kılmaya karşı, öznellik ve boyun eğdirme biçimlerine karşı mücadeleler).

64
Şimdilerde ise ... tabi kılma biçimlerine -öznelliğin boyun eğdirilmesine- karşı mücadele gün geçtikçe daha fazla önem kazanmaktadır.

... çoğu zaman devlet, bireyleri görmezlikten gelen, sadece bütünlüğün ya da yurttaşlar topluluğu içindeki bir sınıfın ya da grubun demeliyim, çıkarlarını gözeten bir siyasi iktidar türü olarak tasarlanır.

Bu oldukça doğrudur. Ancak, devlet iktidarının hem bireyselleştirici hem de bütünselleştirici bir iktidar biçimi olduğunun (ki onun kuvvetini yansıtan nedenlerden birisi budur) altını çizmek isterim.

66
Bir bakıma, devleti modern bir bireyselleştirme matrisi ya da pastoral iktidarın yeni bir biçimi olarak görebiliriz.

Sorun artık insanları öteki dünyadaki selametlerine götürme değil; daha çok, aynı selameti bu dünyada sağlamaktı. Bu bağlamda selamet sözcüğü farklı anlamlar kazanır. Sağlık, refah (yani, yeterli ölçüde bir servet, yaşam standardı), emniyet, kazalara karşı korunma. Geleneksel pastoralliğin dinsel amaçlarının yerini bir sürü "dünyevi" amaç almıştı.

67
... on sekizinci yüzyıl... o sıralarda, pastoral işlevleri üstlensin diye eski kurumlar, örneğin aile de seferber edilmişti.

Bütün bunlar, yüzyıllar boyunca -bin yıldan fazla bir süre için- tanımlı bir dinsel kuruma bağlı kalmış olan pastoral türden bir iktidarın aniden tüm toplumsal bünyeye yayıldığını ve birçok kurumda destek bulduğunu içerimler. Ve birbirine az çok bağlı ve gene az çok rakip olan bir pastoral iktidar ile bir siyasi iktidar yerine, bir dizi iktidarı (ailenin, tıbbın, psikiyatrinin, eğitimin ve işverenlerin iktidarı) karakterize eden bireyselleştirici bir "taktik" vardı.

68
Ben kimim? Biricik; ama evrensel ve tarihsel-olmayan bir özne olarak ben kimim? Ben, Descartes'a göre herhangi bir anda ve herhangi bir yerdeki herkes demektir.

Oysa Kant, kendi sorusunda bundan başka bir şeyi kastetmektedir: Tarihin çok kesin bir anında biz neyiz? Kant'ın bu sorusu hem bizim hem de yaşadığımız çağın bir analizi olarak ortaya çıkmaktadır.

Bugünkü hedef beklide ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir. Modern iktidar yapılarının eşzamanlı olarak bireyselleştirmesi ve bütünselleştirmesi olan bu siyasi “double bind”dan (“ikili kısıtlama”) kurtulmak için ne olabileceğimizi tahayyül etmek ve bunu gerçekleştirmek zorundayız.

Sonuç olarak şu söylenebilir: Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız.

75
... yönetmek, başkalarının mümkün eylem alanını yapılandırmaktır.

İktidar yalnızca "özgür özneler" üzerinde ve yalnızca onlar "özgür" oldukları sürece uygulanır. ... Belirleyici etmenlerin tümüyle doyurulduğu yerde iktidar ilişkisinden söz edilemez. Kölelik, insan zincirlenmiş olduğunda değil (bu durumda söz konusu olan maddi bir kısıtlama ilişkisinin dayatılmasıdır) hareket edebileceği ve hatta kaçabileceği zaman bir iktidar ilişkisidir. ... Bu oyunda özgürlük, iktidarın uygulanmasının koşulu (hem iktidarın işleyebilmesi için özgürlük olması gerektiğinden iktidarın önkoşulu; hem de özgürlük iktidardan tümüyle arındığında iktidar ortadan kalkacağı ve onun yerini salt ve basit şiddet zorlaması alacağı için iktidarın desteği) olarak görünecektir. Ancak yine de özgürlük iktidarın uygulanmasına yalnızca karşı çıkabilir, çünkü son tahlilde iktidar özgürlüğü tümüyle belirlemek eğilimindedir.

76
... özgürlüğün boyun eğmeyi reddetmesi ile iktidar arasındaki ilişkiyi ayırmak mümkün değildir. ... İktidar ilişkisinin özünde yatan ve onu devamlı kışkırtan etken, istencin boyun eğmeyişi ile özgürlüğün inadıdır. Özsel bir uzlaşmazlıktan söz etmektense, bir çekişmeden (agonisme [kavga]) söz etmek, aynı zamanda hem karşılıklı teşvik etmeyi hem de mücadeleyi içeren bir ilişkiden söz etmek; birbirine karşı her iki tarafı da felce uğratan yüz yüze bir kapışmadan ziyade sürekli bir kışkırtmadan söz etmek daha yerinde olur.

... iktidar ilişkilerini kurumlar açısından analiz etmek, iktidar ilişkilerinin açıklamasını ve kökenini kurumlarda aramak, yani sonuç olarak iktidarı iktidarla açıklama tehlikesi...

77
Söz konusu olan, kurumların iktidar ilişkilerinin kurulmasındaki önemini inkâr etmek değil; kurumların iktidar ilişkileri açısından analiz edilmesi (iktidar ilişkilerinin kurumlar açısından analiz edilmesi yerine) gerektiğini ve bu ilişkilerin temel bağlantı noktasının, bir kurumda somutlaşsa ve kristalleşse bile, kurumun dışında aranması gerektiğini önermektir.

Somut olarak bakarsak, iktidar ilişkilerinin analizi birçok noktanın saptanmış olmasını gerektirir:

1) Başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunmaya olanak tanıyan farklılaştırma sistemi: Hukuksal ya da geleneksel statü ve ayrıcalık farklılıkları; zenginliklerin ve malların edinilmesinden meydana gelen ekonomik farklılıklar; üretim süreçlerinde bulunulan yerle ilgili farklılıklar; dinsel ve kültürel farklılıklar; ustalık ve uzmanlık farklılıkları, vb. Her iktidar ilişkisi, kendisi için aynı zamanda hem koşul hem de sonuç olan farklılaşmaları işlerliğe koyar.

78
2) Başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunanların peşinde koştuğu amaç tipleri: Ayrıcalıkların muhafaza edilmesi, kâr birikimi, statüye dayalı otoritenin işlemesinin sağlanması, bir memuriyet ya da mesleğin uygulanması.

3) İktidar ilişkilerini uygulamanın araçları: İktidarın silah tehdidiyle, sözün etkisiyle, ekonomik eşitsizlikler aracılığıyla, az çok karmaşık denetim araçlarıyla, arşivli ya da arşivsiz gözetim sistemleriyle uygulanmasına göre, belirgin, sabit ya da değişebilir olan ya da olmayan, maddi dispositifleri olan ya da olmayan kurallara göre, vb.

4) Kurumsallaşma biçimleri: ... geleneksel eğilimleri, hukuksal yapıları, gelenekle ya da modayla ilintili fenomenleri (aile kurumunda görüldüğü gibi) birbirine karıştırabilir; ayrıca, kendi spesifik yeri, kendi düzenlemeleri, sınırları titizlikle belirlenmiş, işleyişinde göreli özerkliği olan kendi hiyerarşik yapılarıyla dışa kapalı bir dispositif biçimine bürünebilir (okul kurumlarında ya da askeri kurumlarda olduğu gibi); ...

5) Rasyonalizasyon dereceleri: İktidar ilişkilerini imkânlar alanında bir eylem olarak devreye sokmak, araçların etkiliği ve sonuçların kesinliği (iktidarın kullanılması sürecinde başvurulan büyük ya da küçük teknolojik incelikler) ya da gene, muhtemel bedelleri (bu, ister devreye sokulan araçların ekonomik "maliyeti", isterse karşı karşıya gelinen direnişin oluşturduğu "tepkisel" bedel olsun) ile bağlantılı olarak az ya da çok gelişmiş olabilir.

81
... her çatışma stratejisi bir iktidar ilişkisine dönüşmenin rüyasını görür ve her iktidar ilişkisi de, kendi gelişme çizgisine uyduğu kadar doğrudan bir direnişle karşılaştığında de bir kazanma stratejisi olmaya eğilim gösterir.

Aslında, bir iktidar ilişkisi ile bir mücadele stratejisi arasında karşılıklı bir çekim, sürekli bir bağlantı ve sürekli bir tersine dönüş vardır.


III. Hakikat Kaygısı, 1984

84
... zevkin, arzuların ve cinsel davranışın antikçağda belli bir yaşam sanatıyla ilişkili olarak sorunsallaştırılışının, irdelenişinin ve düşünülüşün tarihini yazıyorum.

85
Benim yapmaya çalıştığım şey, düşünce ile hakikat arasındaki ilişkilerin tarihini yazmaktır...

Deliliğin Tarihi'nden bu yana yapmış olduğum bütün çalışmalarıma ortak bir biçim veren nosyon, zamanında yeterince tanımlayamamış olsam da sorunsallaştırma nosyonudur.

86
Sorunsallaştırma, ne önceden varolan bir nesnenin temsil edilmesi anlamına gelir ne de söylem yoluyla var olmayan bir nesnenin yaratılması anlamına. Sorunsallaştırma, herhangi bir şeyi doğru ve yanlış oyununa sokan ve onu (ister ahlâki düşünce biçiminde, ister bilimsel bilgi, isterse siyasi analiz, vb. biçiminde olsun) bir düşünce nesnesi olarak kuran söylemsel ya da söylemsel olmayan pratikler bütünüdür.

Birinci durumda söz konusu olan delilerin nasıl "yönetildiğini" anlamaktı; şimdi ise insanın "kendini" nasıl yönettiğini anlamak.

88
[Zevklerin Kullanımı ve Kendilik Kaygısı kitapları…] varoluş sanatı, daha doğrusu bir yaşam tekniği… Söz konusu olan, mümkün olan en güzel şekli (başkalarının gözünde, kendi gözünde ve onlara bir örnek olarak gösterilebilecek gelecekteki kuşakların gözünde) vermek amacıyla insanın kendi yaşamını nasıl yöneteceğini bilmekti. Zaten benim yeniden oluşturmaya çalıştığım şey budur: İnsanın kendisini, kendi yaşamının güzelliği için uğraş veren bir işçi olarak kurmasını amaçlayan bir kendilik pratiğinin ortaya çıkarılıp geliştirilmesi.

91
Ben günümüzde ifade edildiği biçimiyle bir sorundan yola çıkıp bunun soybilimini yapmanın çabası içindeyim. Soybilimin anlamı, analizi şimdiki zamana ait bir sorudan yola çıkarak yürütmektir.

94
Kliniğin Doğuşu'nda ... anatomik-patolojik türde bir bilginin nasıl geliştiğini göstermeye çalıştım.

Entelektüelin işi başkalarının siyasi iradesine şekil vermek değildir; entelektüelin işi, kendi alanında yaptığı analizler aracılığıyla, apaçık bir postula olarak kabul edilen önermeleri tekrar tekrar sorgulamak, insanların zihinsel alışkanlıklarını, olayları ele alma ve düşünme biçimlerini tepeden tırnağa sarsmak, alışılmış ve genel geçer şeyleri yıkmak, kurallar ve kurumları yeniden incelemek ve bu sorunsallaştırma (ki burada spesifik entelektüel rolünü oynar) temelinde siyasi bir iradenin oluşum sürecine katılmaktır (ki burada yurttaş olarak rolünü oynar).

97
Bir siyasi rejimin hakikate kayıtsız kalmasından daha tutarsız hiçbir şey gösteremezsiniz bana; ama, hakikati kendi tekelinde bulundurduğunu iddia eden bir siyasi sistemden daha tehlikeli de hiçbir şey yoktur.


IV. Hakikat, İktidar ve Kendilik, 1982

99
İnsanın düşünüş tarzı topluma, siyasete, ekonomiye ve tarihe bağlıdır... Evrensel mantık kategorileri, insanların gerçekten düşünüş tarzlarını gerektiği gibi açıklamaya uygun değildir.

Benim rolüm -ki bu çok şatafatlı bir terim- insanların sandıklarından daha özgür olduklarını, belli bir tarihsel dönemde yaratılmış bazı temaları hakikat ve apaçıklık olarak kabul ettiklerini ve bu sözde apaçıklığın eleştirilebileceğini ve yok edilebileceğini göstermektir. İnsanların düşüncesindeki bir şeyleri değiştirmek, işte entelektüelin rolü budur.

100
Benim bütün analizlerim insan varlığındaki evrensel zorunluluklar düşüncesine karşıdır. Bu analizler kurumların keyfi niteliğinin altını çizer ve hâlâ sahip olduğumuz özgürlük alanlarını ve yapabileceğimiz değişiklikleri bize gösterir.

101
[Deliliğin Tarihi] Kitabımda psikiyatriyi ortadan kaldırmaya yönelik bir tavır görüldü, oysa ki bu tarihsel türde bir betimlemeydi. Hakiki bir bilimle sahte bir bilim arasındaki farkı biliyor musunuz? Hakiki bir bilim, kendi tarihini, kendini saldırıya uğramış hissetmeden tanır ve kabul eder. Bir psikiyatriste, psikiyatri kurumunun cüzzam hastanesinden doğduğunu söylediğinizde kızmaya başlıyor.

Eski çağların tüm bu güzelliği bir nostalji kaynağı olmaktan çok, nostaljinin sonucudur. Bunu kendimizin icat ettiğini çok iyi biliyorum. Ama tıpkı insanın çocukları olduğunda kendi çocukluğuyla iyi bir ilişki kurmasının iyi olması gibi, bu tür bir nostalji hissetmek de iyidir. Bazı dönemlere ilişkin nostalji hissetmek iyidir; yeter ki bu şimdiki zamanla bilinçli ve olumlu bir ilişki kurmanın yolu olsun. Ama eğer nostalji şimdiki zaman karşısında saldırgan ve anlayışsız olmanın bir nedeni haline gelirse, o zaman nostaljiyi yok etmek gerekir.

102
Bazı insanların, benim öğrencilerin entelektüel sağlığı için bir tehlike temsil ettiğimi düşünmelerinden gurur duyuyorum. Entelektüel faaliyetlerde insanlar sağlık terimleriyle düşünmeye başladıklarında bu bazı şeylerin pekiyi gitmediğini gösterir. Onlara göre ben gizli bir Marksist, irrasyonalist ve nihilist olduğum için tehlikeliyim.

103
Kelimeler ve Şeyler'in konusu özellikle bilimsel düşüncedir...


V. Bireylerin Siyasi Teknolojisi, 1982

106
"Kendilik teknikleri" diye adlandırdığım şeyin genel çerçevesini belirleyen şey on sekizinci yüzyılda ortaya çıkan bir sorudur. ... "Dünya nedir? İnsan nedir? Hakikat nedir? Bilgi nedir? Bilme nasıl mümkün olabilir?" gibi, geleneksel olduğu söylenen felsefi sorulardan çok farklıdır bu soru. ... İçinde bulunduğumuz bu güncel zamanda biz kimiz? (Kant). ... kalıcı ve sürekli olarak değişen soru... Ve bu bence, kendimiz üzerine tarihsel olarak düşünme alanıdır.

Şimdi incelemek istediğim bir başka soru alanı var: bireylerle ilgili bir siyasi teknoloji aracılığıyla kendimizi toplum olarak, toplumsal bir şey, bir ulusun veya bir devletin parçası olarak tanımaya varma tarzımız.

108
1779 yılında, Alman J.P. Frank'ın System einer vollstandigen Medicinischen Plizei adlı eseri... yayımlandı. ... Frank'ın eseri modern devlet için ilk büyük sistematik kamu sağlığı programıydı. ... Bu kitap dolayımıyla, bireysel yaşam kaygısının o dönemde devlet için bir görev haline geldiğini görebiliriz.

Beveridge planı da ... bu dönemde yayımlanmıştır.

Siyasi yapıların bağrında, dev imha makinaları ile bireysel yaşamın korunmasına adanmış kurumların birlikte varlığı araştırılmayı hak eden şaşırtıcı bir şeydir.

109
"Devlet Aklı"... on altıncı yüzyıl... İtalyan hukukçu Botero devlet aklının şu tanımını yapmaktadır: "Devletlerin oluşmasını, güçlenmesini, sürmesini ve büyümesini sağlayan araçların tam olarak bilinmesi." ... Bir başka İtalyan, Palazzo, ... Yönetim ve Doğru Devlet Aklı Üzerine Söylev, 1606. "Bir devlet aklı, cumhuriyetin bağrında düzenin veya huzurun nasıl egemen kılındığını anlamamızı sağlayan bir yöntem veya bir sanattır." Ve on yedinci yüzyılın ortasında Alman yazar Chemnitz (De ratione Status, 1647) ise şu tanımı vermektedir: "Tek amacı devletin korunması, büyümesi ve mutluluğu olan bütün kamusal işler, danışma ve tasarılar için zorunlu bir siyasi değerlendirme"

110
Bu tanımların [17. ve 18. yüzyılda yapılmış "devlet aklı" tanımları] bazı ortak noktaları üzerinde duralım. Devlet aklı, her şeyden önce, bir "sanat" olarak, yani bazı kurallara uyan bir teknik olarak kabul edilmiştir. Bu kurallar sadece alışkanlık veya geleneklerle ilgili değil, belli rasyonel bilgiyle de ilgilidir. Günümüzde, "devlet aklı" deyimi, bildiğiniz gibi, daha ziyade keyfiliği veya şiddeti çağrıştırmaktadır. Ama o dönemde, bu deyimden devletleri yönetme sanatına özgü bir rasyonalite anlaşılıyordu.

111
Devlet aklı bir başka tür analize karşıttır. Prens'te, Machiavelli'nin sorunu miras veya fetih yoluyla elde edilmiş bir eyalet veya bir toprağın, içerideki veya dışarıdaki düşmanlarına karşı nasıl korunabileceğini bilmektir. Machiavelli'nin bütün analizi prens ile devlet arasındaki bağı sağlamlaştıracak olan şeyi tanımlamaya çalışmaktır, oysaki on yedinci yüzyıl başında devlet aklı kavramıyla ortaya atılan sorun devletin kendisi olan bu yeni şeyin varlığı ve doğasıdır. ... Bu yeni yönetme sanatının niyeti özellikle prensin iktidarını güçlendirmemektir. Devletin kendini sağlamlaştırmak söz konusudur.

114
Almanya ve Fransa gibi çeşitli nedenlerle devlet sorununun önem taşıdığı ülkelerde insanlar, bu yeni iktidar teknolojisini, bireyin toplumsal varlıkla bütünleşmesini sağlayan yeni teknikleri çok açıkça tanımlama, betimleme ve örgütleme zorunluluğunu gördüler. Bu zorunluluğu gördüler ve ona bir isim verdiler: police (Fr.); Polizei (Alm.). (İngilizcede police'in çok farklı bir anlamı olduğunu sanıyorum).

O dönemde (on altıncı yüzyıl sonundan on sekizinci yüzyıl sonuna) "polis"ten söz edildiğinde, bir yönetimin insanları dünya için önemli ölçüde faydalı bireyler olarak yönetmesini sağlayan spesifik tekniklerden söz ediliyordu.

115
... her teknolojinin gelişimi ve tarihi boyunca edinebileceği üç büyük biçim altında ele almanın daha iyi olduğunu sanıyorum: [1] Bir düş veya daha doğrusu bir ütopya; [2] ardından, bir pratik ya da gerçek kurumlar için kurallar; [3] ve nihayet, akademik bir bilim dalı.

[1] Louis Turquet de Mayerne, 1611 [ütopik]. eserinde yürütme gücünün ve "polis" yetkilerinin uzmanlaşmasını önerir; "polisin" görevi yurttaşlığa saygıyı ve kamusal ahlâkı kollamak olarak görülür. [Turquet'nin önerdiği dört polis meclisinin görev dağılımı burada detaylı bir biçimde anlatılıyor]

117
[2] düşten gerçeğe... idari uygulamalar... Fransa krallığı, devletin küçük memurlarının kullanımına sunulan bir tür elkitabı veya sistematik ansiklopedi: N. de Lamare'in "polis" ansiklopedisi, (Traité de la police, 1705): Birinci bölüm dini ele alır; ikinci bölüm ahlâk anlayışını; üçüncü bölüm sağlığı; dördüncü bölüm mühimmat tedarikini; beşinci bölüm yolları, köprü, şose ve kamu binalarını; altıncı bölüm, kamu güvenliğini; yedinci bölüm serbest mesleği (kabaca sanat ve bilimi); sekizinci bölüm ticareti; dokuzuncu bölüm fabrikaları; onuncu bölüm erkek hizmetçileri ve fabrika işçilerini; ve on birinci bölüm yoksulları ele alır. ... ordu, adalet ve dolaysız vergiler hariç, polis görünüşte her şeye göz kulak olur.

"polis insanların mutluluğunu ilgilendiren her şeyin bekçisidir." (De Lamare).

118
[De Lamare] "Polis" dinle, elbette, dogmatik hakikat açısından değil, yaşamın ahlâki niteliği açısından ilgilenir. ... Tiyatroya, edebiyata, gösterilere göz kulak olurken hedefi yaşamın zevklerinden başka bir şey değildir. Kısacası, yaşam "polis"in hedefidir. Elzem, yararlı ve lüks: İhtiyacımız olan veya yaşamımızda kullanabileceğimiz üç tür şey bunlardır. İnsanlar hayatta kalsınlar, yaşasınlar, sadece hayatta kalmaktan veya yaşamaktan daha iyisini yapsınlar: "Polis"in görevi tam olarak budur.

Bundan böyle, mutluluk sadece basit bir etki değildir. Bireylerin mutluluğu devletin ayakta kalması ve gelişmesi için bir gerekliliktir. Bir koşul, bir araçtır, yoksa sadece bir sonuç değil.

119
[3] Böylelikle, last but not least, (sonuncu ama bir o kadar da önemli olarak) "polis" bir bilim dalı haline gelir. Von Justi'nin Eléments de police adlı eseri, Polizei wissenchaft öğrencileri için bir tür el kitabı.

Von Justi "polis" diye adlandırdığı şeyle siyaset (die Politik) dediği şey arasında önemli bir ayrım yapar. Die Politik, onun gözünde, devletin olumsuz görevidir. Devletin iç düşmanlarına karşı yasaları, dış düşmanlarına karşı orduyu kullanarak savaşmasını gerektirir. Buna karşılık Polizei'nin olumlu bir görevi vardır ve araçları ne silahlar ne yasalar ne de savunma veya yasaklamadır. "Polis"in hedefi, yurttaşların yaşamını ve devletin gücünü sağlamlaştırdığı kabul edilen yeni bir şeyin üretimini sürekli olarak arttırmaktır.

120
Kuşkusuz, Turquet ve onun tarzındaki ütopistler de ırmaklardan, ormanlardan ve tarlalardan, vs. söz ediyorlardı; ama bunları esas olarak vergi ve gelir üretebilecek unsurlar olarak görüyorlardı. Von Justi'ye göre ise, tersine, nüfus ve ortam sürekli olarak karşılıklı ve canlı bir ilişki içindedir ve bu iki tür canlı varlık arasındaki karşılıklı ve canlı ilişkileri yönetmek devletin görevidir. Bundan böyle, on sekizinci yüzyılın sonunda polisin hakiki nesnesinin nüfus haline geldiğini söyleyebiliriz; veya, başka deyişle, devlet her şeyden önce insanlara nüfus olarak göz kulak olmalıdır. Canlı varlıklar üzerindeki iktidarını onların canlı varlık olduklarını kabul ederek uygular ve siyaseti, sonuç olarak, ister istemez bir biyo-siyasettir. Nüfus, devletin kendi çıkarı için göz kulak olduğu şeyden öte olmadığından, devlet, gerek duyduğunda nüfusu katledebilir. Böylece biyo-siyasetin tersi thanato-siyaset'tir (ölüm siyaseti)

122
... toplumbilimin ortaya çıkışı ne bu yeni siyasi rasyonelliğin ortaya çıkışından ne de bu yeni siyasi teknolojiden soyutlanabilir. Etnolojinin sömürgecilikten doğduğunu herkes bilmektedir (ama bu emperyalist bir bilim olduğu anlamına gelmez); aynı şekilde, eğer insan -yaşayan, konuşan ve emek üreten varlıklar olarak biz- diğer çeşitli bilimler için bir nesne haline geldiyse, bence, bunun nedenini bir ideolojide değil, toplumlarımızın bağrında yarattığımız bu siyasi teknolojinin varlığında aramak gerekir.


VI. Stephen Riggins'le Söyleşi, 1982

124
... yönetmen Daniel Schmidt...
... çok koyu bir düşmanlığı yansıtan suskunluk türlerine rastlandığı gibi, köklü bir dostluğu, yoğun bir duygusal hayranlığı, hatta aşkı ifade eden suskunluk türleri de vardır.

125
Ben suskunluğun kültürel bir ethos olarak geliştirilmesinden yanayım.

127
[anılarım]
... Bakan Dollfuss sanırım 1934'te Naziler tarafından öldürüldüğü zaman ilk kez iliklerime kadar işleyen dehşet duygularımdan birini yaşamıştım.

128
"-Felsefeci olma kararınızın kökeninde ne yatıyordu?"
On altı-on yedi yaşlarıma geldiğimde bildiğim tek bir şey vardı: Okul yaşamı dış tehditlerden, siyasetten korunan bir ortamdı. Kaldı ki bir okul ortamının, entelektüel bir çevrenin kanatları altında yaşamak beni daima büyülemiştir. Bilgi, bence, bireysel varoluşun bir kalkanı ile dış dünyanın kavranması işlevini görmelidir. Hepsi bundan ibarettir: Anlayarak hayatta kalmanın aracı olarak bilgi.

129
Bence '68'den önce, en azından Fransa'da, felsefeci olarak ya Marksist ya fenomenolojist ya da yapısalcı olmak zorundaydınız. Ben bu dogmaların hiçbirine bağlı değildim. ... '68'den sonra ilk yaşanan, dogmatik bir çerçeve olarak Marksizmin gözden düşüp, kişisel yaşama ağırlık veren yeni siyasi ve kültürel ilgilerin boy göstermesi oldu.

"-... cinsel fanteziler üzerinde yoğunlaşmanın ve bir cinsellik arkeolojisinden ziyade cinsel fanteziler arkeolojisi yaratmanızın...."

[Kahkaha] Hayır. Ben bir cinsel fanteziler arkeolojisi yazmaya çalışmıyorum. Aslında yaptığımız, yapmakla yükümlü olduğumuz, yapmamıza izin verilen şeyler, cinsellik alanında yapmamız yasaklanmış olan şeyler ile cinsel davranışlarımız üzerine söylememize izin verilen, söylememiz yasaklanmış ya da söylemek zorunda olduğumuz şeyler arasındaki ilişkiyi oluşturan cinsellik üzerine söylemin arkeolojisini yapmaya çalışıyorum.

131
Çocukların mastürbasyon yapmalarını engellemenin olanaksız olduğunu herkes bal gibi bilir. Mastürbasyonun zararlı olduğu konusunda hiçbir bilimsel kanıt yoktur.

132
On dokuzuncu yüzyıldan önce yasaklanmış davranışların, çok ağır biçimde cezalandırılsalar bile, daima bir aşırılık olarak, bir "libertinaj", çizmeyi aşmak olarak değerlendirildiğini görmek çok ilginçtir. Eşcinsel davranış, yalnızca doğal davranışta bir aşırılık türü olarak, belli sınırlar içinde tutulması çok güç bir güdü olarak değerlendiriliyordu. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren, eşcinsellik gibi davranışların anormallik sayılmaya başladığını görürsünüz. Bunun libertinaj olduğunu söylediğimde, hoşgörüyle yaklaşıldığını söylüyor değilim tabi.

Bana kalırsa, bireyleri cinsel davranış ya da arzularıyla karakterize etme fikrine on dokuzuncu yüzyıldan önce ya hiç rastlanmaz ya da çok ender hallerde rastlanır.

136
Çok iyi biliyorum ve çocukluktan beri bildiğimi düşünüyorum ki, dünyayı dönüştürme çabalarında bilginin elinden hiçbir şey gelmez. Belki yanılıyorum.

Bilginin bizi dönüştürebileceğini, hakikatin yalnızca dünyayı deşifre etmenin bir yolu olmadığını (belki de hakikat dediğimiz şey hiçbir şeyi deşifre etmez); ama hakikati bilirsem kendimin değişeceğini de biliyorum. O zaman belki de kurtulacağım. Belki de öleceğim, ama bence zaten hepsi aynı şey. [Kahkaha].

Görüyorsunuz, bunun için tam bir köpek gibi çalışıyorum ve bütün ömrüm boyunca bir köpek gibi çalıştım. Yaptıklarımın akademik statüsüyle ilgilenmiyorum, çünkü sorunum kendimi dönüştürmek. ... İnsanın bilgisiyle kendi kendisini dönüştürmesi, bence estetik deneyime çok yakın bir şey. Bir ressam kendi resmiyle dönüşüme uğramıyorsa niçin çalışsın ki?

"Etik" sözcüğüyle bize nasıl davranılacağını bildirecek bir kodu kastediyorsanız, o zaman Cinselliğin Tarihi elbette bir etik değildir. Ama "etik" derken hareketlerinizde kendinizle kurduğunuz ilişkiyi kastediyorsanız, o zaman bu kitabın bir etik olma niyeti taşıdığını, en azından bir cinsel davranış etiğinin ne olabileceğini göstermeyi amaçladığını söyleyeceğim.

137
Kitaplarım insanlara ne yapacaklarını söylemez.

Ben, on dokuzuncu yüzyılın başlangıcına kadar psikiyatrinin tarihini yazmaktan öte bir şey yapmış değilim. Öyleyse niçin bir sürü insan -psikiyatristler dahil olmak üzere- benim bir anti-psikiyatrist olduğuma inansın? Çünkü onlar kendi kurumlarının gerçek tarihini bir türlü kabullenemiyorlar, ki bu da psikiyatrinin bir sözde-bilim olduğunun göstergesi. Gerçek bir bilim kendinin ortaya çıkışına dair en utanç verici, çirkin hikayeleri dahi içine sindirebilir. [Kahkaha]


VII. İktidarın Halkaları, 1976

monarşizm  siyasal yetkinin babadan oğula geçtiği, ortaçağda yaygın; halkın yönetim dışında bırakıldığı; tek iktidar merkezli; merkantilizmin uygulanış biçimi olan; despotizm'den kralın ya da güç odağının fikir teatisinde bulunacağı bir meclis, divan, kamara ya da kurulun varlığı ile ayrılan; kralın bu kurula hesap verme ya da karar ve sanksiyonlarını meşrulaştırma mecburiyeti yoksa mutlak monarşi, varsa meşruti monarşi, meclisin krala hesap verme mecburiyeti yoksa sembolik monarşi olarak adlandırılan; din, miras, seçim ya da yerleşmiş gelenekler temeli üzerine bir kral ya da kraliçenin iktidarı anlamına gelen; kralın iktidarı zor ve hile yoluyla ele geçirdiği durumlarda adının despotluk olduğu, yönetim biçimi.

140
İktidar kavramının analizine girişmeyi deneyeceğiz. İçgüdünün karşısına baskıyı çıkaran, içgüdü ve kültürü karşı karşıya getiren Freudçu şemanın sınırlarını çizmeye çalışan ilk ben değilim; tam tersine. On yıllardan beri bütün bir psikanalistler okulu, "kültüre karşı içgüdü ve baskıya karşı içgüdü" biçimindeki bu Freudçu şemayı değiştirmeye, geliştirmeye çalıştılar; Melanie Klein, Winnicot ve Lacan gibi baskının, doğası gereği verili bir içgüdüsel oyunu denetlemeye girişen ikincil, sonradan gelen, gecikmiş bir mekanizma olmak bir yana, içgüdü mekanizmasının veya en azından cinsel içgüdünün geliştiği, canlandığı, itki haline geldiği sürecin parçası olduğunu göstermeye çalışmış hem İngilizce hem de Fransızca yazan psikanalistlere gönderme yapıyorum.

141
Freudçu Trieb kavramı basit bir doğal veri, baskının gelip kendi yasaklama yasasını dayatabileceği doğal bir biyolojik mekanizma olarak değil; psikanalistlere göre, baskı tarafından zaten derinlemesine nüfuz edilmiş bir şey olarak yorumlanmalıdır. İhtiyaç, iğdiş etme, yoksunluk, yasaklama ve yasa arzunun kendini cinsel arzu olarak kurmasını sağlayan unsurlardır; bu da, on dokuzuncu yüzyıl sonunda Freud'un tasarlamış olduğu biçimiyle cinsel içgüdüye ilişkin temel bilginin dönüşümünü içerimler. Dolayısıyla, içgüdüyü doğal bir veri olarak değil, beden ile yasa arasındaki, beden ile nüfusu denetlemeyi sağlayan kültürel mekanizmalar arasındaki bütün bir karmaşık oyun, bütün bir şekillendirme olarak düşünmek gerekir.

Psikanalistler, iktidarın gösterileninin, merkezi noktasının, iktidarı oluşturan şeyin hâlâ yasaklama, yasa, hayır deme olgusu, bir kez daha, "yapmamalısın!" deme biçimi ve formülü olduğunu kabul etmeye devam ediyorlar. İktidar, özünde, "yapmamalısın!" diyen kimsedir. Bence bu iktidara ilişkin tamamen yetersiz bir anlayış olan, hukuksal ve biçimsel bir iktidar anlayışıdır ve Batı toplumlarında iktidar ile cinsellik arasında oluşmuş ilişkileri hiç kuşkusuz daha iyi anlamayı sağlayacak bir başka iktidar kavramı oluşturmak gerekir.

Sadece hukuksal ve olumsuz bir anlayışını değil, bir iktidar teknolojisi anlayışını da içeren bir analizin hangi yönde geliştirilebileceğini açmaya, dahası göstermeye çalışacağım.

İktidarın esas olarak kural, yasa, yasaklama olduğu, izin verilen ile yasaklanan arasındaki sınırları belirlediği şeklindeki anlayış psikanalistlerde, psikologlarda ve sosyologlarda sık karşılaşılan bir düşüncedir. Bu iktidar anlayışının, on dokuzuncu yüzyıl sonunda, derinlemesine formüle edildiği ve etnoloji tarafından fazlasıyla geliştirildiği kanısındayım. Etnoloji her zaman bizimkinden farklı toplumlardaki iktidar sistemlerini kuralcı sistemler olarak bulup ortaya çıkarmayı denedi. Ve biz de, kendi toplumumuz üzerine, iktidarın burada uygulanış tarzı üzerine düşünmeye çalıştığımızda, esas olarak hukuksal bir anlayıştan yola çıkarak düşünürüz: İktidar nerededir, iktidarı elinde tutan kimdir, iktidarı yöneten kurallar hangileridir, iktidar toplumsal gövde üzerinde hangi yasalar sistemini inşa eder.
 ... Durkheim'dan Lévi-Strauss'a etnolojik araştırmalarda .... Bu bir yasaklama sorunu, esas olarak, ensestin yasaklanması sorunudur. Ve, bu matristen, ensestin yasaklanmasına ilişkin bu çekirdekten yola çıkarak, sistemin genel işleyişi kavranmaya çalışıldı

143
"yapmamalısın!"... ... Kant'ın etkisinden yola çıkan bu açıklama açıkça tamamen yetersizdir.

Aslında, Batı'da, ortaçağdan bu yana yerleşmiş büyük sistemler, feodal iktidarın, daha doğrusu iktidarın zararına, monarşik iktidarın büyümesi aracılığıyla gelişti. Oysa, feodal iktidarla monarşik iktidar arasındaki bu mücadelede hukuk, her zaman feodal toplumun özelliği olan kurumlara, ahlâka, kurallara, bağ ve aidiyet biçimlerine karşı monarşik iktidarın aracıydı. ... Monarşik iktidar, devlet iktidarı özünde hukukta temsil edilir.

144
Oysa, kraliyet iktidarının gelişiminden ve feodal sistemlerin küçülmesinden, gerilemesinden geniş ölçüde yararlanan burjuvazinin, diğer yandan, ekonomik mübadelelere biçim vermesini sağlayan, kendi toplumsal gelişimini güvence altına alan bu hukuk sistemini geliştirmekte büyük çıkarı vardı. Öyle ki, hukukun söz dağarcığı ve biçimi burjuvaziyle monarşinin ortak iktidarının temsil edildiği sistemdi. ... Ve burjuvazi sonunda monarşik iktidardan tam da bizzat monarşiye karşı çevirdiği -oysa monarşiye de ait olan- bu hukuksal sistemi kullanarak kurtuldu.

... Batı'nın hukuktan, yasa sisteminden başka bir iktidar temsiliyeti, formülasyonu ve analiz sistemi olmadı. Ve sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, yasa, kural, hükümran, iktidara vekil tayin etme gibi temel, asıl, vs. kavramları kullanmak dışında iktidarı analiz etmenin başka imkânlarına yakın zamana kadar sahip olamamamızın nedeninin bu olduğunu sanıyorum. İktidarın temsil edilişinin analizine değil, iktidarın gerçek işleyişinin analizine girişmek istiyorsak, sanırım bu hukuksal iktidar anlayışından, yasa ve hükümrandan yola çıkan bu iktidar anlayışından artık kurtulmak zorundayız.

İktidarı pozitif mekanizmaları içinde analiz etmeyi nasıl deneyebiliriz? Belli başlı bazı metinlerde bu tip bir analiz için temel unsurları bulabileceğimizi sanıyorun... : Bentham, Marx, Kapital'in II. cildi...

145
Öz olarak, Kapital'in II. cildinde bulabileceğimiz şey, ilk olarak, bir iktidarın değil; bir çok iktidarın var olduğudur. (atölyede, orduda, köleci tipteki bir mülkiyette veya serflik ilişkilerinin var olduğu bir mülkiyette yerel olarak işleyen tahakküm biçimleri... ... iktidarın yerini kendi tarihsel ve coğrafi spesifiklerinde belirlememiz gerekir.

Marx, örneğin, toplumun geri kalanında varolan hukuksal tipteki iktidara kıyasla bir atölyede patronun uyguladığı fiili iktidarın hem spesifik hem de özerk ve bir anlamda geçirgen olmayan niteliği üzerinde fazlasıyla durur. Dolayısıyla, iktidar bölgeleri vardır. Toplum, farklı iktidarlardan bir takımadadır.

146
Devlet birliği, aslında, ilk başta gelen bu bölgesel ve özgül iktidarlara oranla ikincildir.
[Bu sayfalarda orduda tüfeğin icadıyla ve atölyelerde verimliliğin arttırılması ilkesi altında "yapmamalısın!" türünden bir hiyerarşik iktidar yapısının değil, verimliliği arttırıcı, işbirliği, işbölümü gerektiren bir araya gelme pratiğinin oluştuğu anlatılıyor. İktidar yapısının pozitif bir bakış açısıyla ele alınmadığı takdirde anlaşılamayacak durumlar anlatılıyor]

147
Bu iktidar mekanizmalarını, bu iktidar yöntemlerini teknikler olarak, yani keşfedilmiş, yetkinleştirilmiş ve durmadan geliştirilen yöntemler olarak kabul etmek gerekir.

Devlet aygıtına, muhafaza etme işlevine ve hukuksal üstyapıya öncelik vermek, aslında, Marx'ı "Rousseau'laştırmak"tır.

148
Böylece, bu yöntembilimsel ilkeden yola çıkarak, cinsellik konusundaki iktidar mekanizmalarının tarihini nasıl yazabiliriz? Sanırım çok şematik bir biçimde, şunu söyleyebiliriz: Ortaçağ sonunda itibaren monarşinin örgütlemeyi başardığı iktidar sistemi kapitalizmin gelişimi için iki temel sakınca sergiliyordu. İlki, toplumsal gövdede uygulandığı haliyle siyasi iktidar oldukça süreksiz bir iktidardı. Ağın gözleri çok büyüktü, neredeyse sonsuz sayıda nesne, eleman, davranış ve süreç iktidarın denetiminden kaçıyordu. ... kaçakçılık insanların varlık koşullarından biriydi; deniz korsanlığı olmasaydı ticaret işlemezdi ve insanlar yaşayamazdı. Başka deyişle yasadışılık yaşam koşullarından biriydi... Sonuç olarak, bir biçimde denetim dışında kalan ekonomik süreçler ve çeşitli mekanizmalar sürekli, belirli, atomik türde bir iktidarın yerleşmesini gerektiriyordu...

149
Monarşide faaliyet gösterdikleri biçimiyle iktidar mekanizmalarının ikinci büyük sakıncası aşırı ölçüde masraflı olmalarıydı. ... O dönemde iktidar esas olarak tahsildar ve yağmacıydı. [Bu nedenle şeyleri ve kişileri en ufak ayrıntısına kadar denetlerken toplum için masraflı olmayan veya esas olarak tahsildarlık yapmayan, ekonomik süreç yönünde faaliyet gösteren bir iktidar mekanizması bulmak gerekiyordu.]

[En az buhar makinası kadar ya da buna benzer keşiflerden çok daha etkili bir başka teknolojik keşif de oldu:] Siyasi teknolojinin keşfi. [1] disiplin; [2] nüfus
Disiplin, ... İktidarın bireyselleştirme teknikleridir. Birini nasıl gözetlemeli, davranışını, tavrını, becerilerini nasıl denetlemeli, performansını nasıl pekiştirmeli, yeteneklerini nasıl çoğaltmalı, en yararlı olacağı yere onu nasıl yerleştirmeli: Benim anladığım disiplin işte budur.

Bu disipline edici teknolojinin ortaya çıktığını gördüğümüz bir diğer nokta eğitimdir. ...

151
Sayısal olarak not vermenin ortaya çıkışı, imtihanların ortaya çıkışı, giriş imtihanının ortaya çıkışı, sonuç olarak bireyleri, her birinin tam olarak yerinde, öğretmenin gözü önünde veya dahası her birine ilişkin yaptığımız niteleme ve yargılama dahilinde sınıflandırma imkânı da böyle doğar. [Foucault, öğretmenin önünde sıralarda oturur konumun tarihçe yeni bir şey olduğunu, daha on dokuzuncu yüzyıl başında öğretmenin etrafında ayakta grup olarak durduklarını, bu oturum sayesinde öğretmenin okula kimin gelip gelmediğini, kimin esnediğini, ne yaptıklarını, hayale dalıp dalmadıklarını görebildiğini, onları gözetleyebildiğini anlatıyor. Orduda ve atölyelerde de benzer gözetleme konumlanmaları mevcut.

... on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ... bir başka iktidar teknolojileri familyası daha var: Bireylerle birey olarak ilgilenmeyen, ama tersine nüfusla ilgilenen teknolojiler.

152
İktidar sadece tebaa üzerinde uygulanmaz; hükümran ile tebaanın var olduğunu söyleyen monarşinin tezi buydu. İktidarın nüfus üzerinde uygulandığı keşfedilir. Peki nüfus ne demektir? Bu sadece kalabalık bir grup insan demek değil; biyolojik süreçlerin ve yasaların nüfuz ettiği, emrettiği, yönettiği canlı varlıklar demektir. Bir nüfusun doğum oranı, ölüm oranı vardır, bir nüfusun yaş eğrisi, yaş eğrisi, yaş piramidi, hastalanma hali, sağlık durumu vardır, bir nüfus yok olabilir veya tersine, gelişebilir.

Biraz önce sözünü ettiğim anatomo-siyasete karşıt olarak, biyo-siyaset diye adlandırdığım şey o dönemde keşfedildi.

On sekizinci yüzyıldan itibaren artık yaşam bir iktidar nesnesi haline geldi. Yaşam ve beden. Eskiden sadece tebaa vardı, malları hatta hayatları ellerinden alınabilen hukuksal tebaa vardı. Şimdi, bedenler ve nüfuslar var. İktidar materyalistleşti. Özünde hukuksal olmaya son verdi. Beden, hayat gibi bu gerçek nesneleri ele almak zorunda. Hayat iktidarın alanına giriyor: Bu, insan toplumlarının tarihinde en temel, hiç kuşkusuz en önemli değişimlerden biridir...

153
Cinsellik anatomo-siyaset ile biyo-siyaset arasındaki birleşme noktasındadır, disiplinlerin ve düzenlemelerin kavşağındadır...

[154 ve 155. sayfalarda hapishane/hapsetme ve suç üzerine değerlendirmeler var. Hapishanenin ortaya çıkışı, bugün yok olması gerekirken neden yok olmadığı, suça eğilimliliğin gerekliliği ve ekonomiye faydası, kaçakçılık, fahişelik, pezevenklerin kârının otel ve banka hesaplarındaki dolaşımı, bütün siyasi partilerin afiş yapıştırıcılardan dayak atıcılara kadar uzanan ve suça eğilimlilerden oluşan bir işgücüne ihtiyacından söz edilmektedir.]

158
Benim biyo-iktidar veya anatomo-siyaset diye adlandırdığım şeyin ortaya çıkışından bu yana, artık bir hukuk toplumu olmaya son vermekte olan bir toplumda yaşamaktayız. Hukuk toplumu monarşik toplumdu. On ikinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla doğru giden Avrupa toplumları esas olarak hukuk sorununun temel sorun olduğu hukuksal toplumlardı: Hukuk için mücadele ediliyordu, hukuk adına devrimler yapılıyordu. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren, parlamento, mevzuat, yasalar ve mahkemelerle kendini hukuk toplumu olarak sunan toplumlarda, hukuksal biçimlere boyun eğmeyen, fark edilmeden sızan ve temel ilkesi yasa değil; daha ziyade norm ilkesi olan ve mahkemeleri, yasa ve hukuk aygıtını değil; tıbbı, toplumsal denetimleri, psikiyatriyi ve psikolojiyi araç olarak kullanan çok başka bir iktidar mekanizması fiili olarak vardı. Dolayısıyla, disipline edici bir dünyadayız, bir düzenleme dünyasındayız. Hâlâ bir yasa dünyasında olduğumuzu sanıyoruz, ama hukuksal olmayan aracılar vasıtasıyla fiili olarak kurulmakta olan şey başka tipteki bir iktidardır.

160
... sanıyorum ki iktidar ilişkileri bir yanda iktidara sahip olanlar ve diğer yanda olmayanlar gibi biraz şematik biçimde kavranmamalı. Bir kez daha, burada belli bir akademik Marksizm "ezilen sınıfa karşı egemen sınıf, ezilen söyleme karşı egemen söylem" biçimindeki karşıtlığı sık sık kullanmaktadır. Oysa bu ikilik, önce, Marx'ta asla görülmez, ... çünkü Marx gerçekte böyle bir şeyi kabul etmeyecek kadar kurnazdır; iktidar ilişkilerini sağlam kılan şeyin asla bitmemeleri olduğunu çok iyi bilmektedir...

161
İşçi sınıfı iktidar ilişkilerine aracılık eder, iktidar ilişkileri uygular. Öğrenci olarak siz de ... ben, profesör olarak, ... bir kadın değil, bir erkeğim ve siz bir kadın olduğunuzda siz de bir iktidar konumundasınız, aynı değil, ama biz hepimiz iktidar konumundayız. İlginç olan şey, gerçekte, bir grup içinde, bir sınıf içinde, bir toplumda iktidarın halkalarının nasıl işlediğini bilmektir...


VIII. Aydınlanma Nedir? 1984

163
[Kant] Bugün neler olup bitmektedir? Şu anda neler olup bitmektedir? ... "şimdi" nedir?
... Descartes'ta, "Öyleyse, benim de ait olduğum şimdiki zaman tam olarak nedir?" gibisinden bir soruya rastlamazsınız.

164
"Şimdiki zamanda, felsefi düşünme için fiilen anlamlı olan nedir?"
"Şimdiki zamanda, sanatsal edim için fiilen anlamlı olan nedir?"

Kısacası, bence Kant'ın metninde [1784, Kozmopolit Bakış Açısından Evrensel Bir Tarih Fikri], konuşan filozofun da ait olduğu şimdiki zamanın felsefi olay olarak ortaya çıkmasını görürüz. ... Aufklarung üzerine yazılmış olan bu metinde de, felsefenin -sanırım ilk kez dersem fazla bir zorlama yapmış olmam- kendi söylemsel güncelliğini sorunsallaştırdığını görürüz: felsefenin olay olarak, anlamını, değerini, felsefi tekilliğini söylemek zorunda olduğu ve içinde kendi varlık nedeni ile söylediği şeyin temelini bulduğu bir olay olarak sorguladığı şimdiki zaman. ... biz'e ait olma sorunu...

166
1798'de Kant ... "Devrim nedir?" [sorusunu, ilk soruyla bağlantılı bir biçimde ele alır]

"İnsanlığın sürekli ilerlemesi diye bir şeyden söz edilebilir mi?"

167
"Bizim çevremizde, bir bütün olarak insanlığı etkileyen sürekli bir ilerlemenin hatırlatıcısı, kanıtlayıcısı ve gelecekte de süreceğinin göstergesi olan bir olay var mıdır?" [Devrim]

168
Çok dikkat edin, der Kant okurlarına, ilerlemenin hatırlatıcı, kanıtlayıcı ve gelecekle ilgili işaretini aramamız gereken yer büyük olaylar değil, çok daha az görkemli, gözle çok daha zor görülebilir olaylardır. ... "büyük" bir olay olmayan bu olay nedir?

169
... anlam taşıyan ve ilerlemenin işaretini oluşturacak olan şey, devrimin etrafında, Kant'ın sözleriyle "coşku derecesine varan bir özlem birliği" olmasıdır.

171
Ne olursa olsun, devrim daima her şeyin eski duruma dönmesi riskiyle yüz yüze gelecektir, ama içeriği önemsiz bir olay olarak devrimin varlığı akıldan asla çıkarılamayacak sürekli bir potansiyel güce işaret etmektedir: Gelecekteki tarih açısından, devrim ilerlemenin sürekliliğinin güvencesidir.

Bizim muhafaza etmemiz gereken yan, Aufklarung'tan geriye kalanlar değil; canlı ve üzerinde düşünülmesi gereken şey olarak zihinlerimizde tutulması gereken bu olayın kendisi ve anlamıdır.

172
Gelgelelim, modern ve çağdaş felsefede, başka tipte bir soru, başka tipte bir eleştirel sorgulama daha vardır: ... "Güncelliğimiz nedir? Şimdiki zamanda yaşanabilecek mümkün deneyimler alanı nedir?" sorusudur. Burada söz konusu olan, bir hakikat analitiği değil; şimdinin ontolojisi, kendimizin bir ontolojisidir. Bence bugün için bizim önümüzdeki felsefi tercih şöyle özetlenebilir: Ya kendini genelde hakikatin analitik felsefesi olarak sunan bir eleştirel felsefe tercih edilebilir ya da kendimizin bir ontolojisi, şimdiki zamanın bir ontolojisi biçimine bürünecek eleştirel bir düşünceden yana seçim yapılabilir; nitekim, Hegel'den gelip Nietzsche ve Max Weber üzerinden Frankfurt Okulu'na kadar uzanan, benim de içinde çalışmaya çaba harcadığım bir düşünme biçimi kurmuş olan felsefe biçimi budur.


IX. Aydınlanma Nedir? 1984

173
Bugün bir dergi okurlara yönelik bir soru sorduğu zaman, bununla amaçlanan, herkesin zaten bir fikrinin olduğu belirli bir konu hakkındaki düşüncelerinin toplanmasıdır; böyle bir soruşturmada yeni bir şey öğrenme ihtimali pek yoktur. On sekizinci yüzyılda ise henüz çözümü bulunmamış sorunlar üzerine halka soru sormak tercih ediliyordu. O yüzyıldaki uygulamanın daha etkili olup olmadığını bilmiyorum; yalnız daha eğlenceli olduğu tartışma götürmezdi.

176
[Kant'ın felsefi "şimdiki zaman" sorununu ele alışı]
Kant hemen konuya girerek, Aydınlanma'yı karakterize eden "çıkış"ın bizi "olgunlaştırmak" statüsünden kurtaran bir süreç olduğuna işaret eder. "Olgunlaşmamışlık" derken kastettiği de, irademizin belli bir durumunun bizi aklımızı kullanmamızın gerekli olduğu alanlarda başka birisinin otoritesini kabullenmeye sürüklemesidir. Kant buna üç örnek gösterir: Kendi kavrayış gücümüzün yerini bir kitap, vicdanımızın yerini ruhani bir kılavuz aldığı, nasıl bir diyet uygulayacağımıza bir doktor karar verdiği zaman, "olgunlaşmamış" bir durumdayız demektir (Gerçekten not edelim ki, metin bunu açıkça söylemese de bu üç örnekte Kant'ın üç eleştirisi -Saf Aklın, Pratik Aklın, Yargı Gücünün Eleştirisi- kolayca tanınmaktadır).

177
Aydınlanma sürecine girmiş olanın tüm insan türü olduğunu mu düşüneceğiz?

178
[Kant] Vergi sistemi hakkında dilediği kadar tartışabilmekle birlikte gene de vergi ödemek, olgunlaşmanın karakteristik bir özelliği olacaktır. ... İnsanların körü körüne ve aptalca itaat etmelerini istemez, ama aklın kullanımının belirli koşullara uyarlanmasını ister.

181
... modernliği tarihin bir dönemi olmaktan ziyade tutum olarak tasarlayıp tasarlayamayacağımızı merak ediyorum. Burada "tutum" derken kastettiğim, güncellikle kurulan bir ilişki kipi, bazı insanların yaptığı gönüllü bir tercih; nihayet bir düşünme ve hissetme tarzı, aynı zamanda bir aidiyet ilişkisini gösteren ve kendisini bir görev olarak sunan bir eyleme ve davranma biçimidir. Kuşkusuz, bir parça Yunanlıların ethos dedikleri şey gibidir bu.

[Modernlik tutumu] [Baudelaire] [on dokuzuncu yüzyıl]

1) Modernlik genellikle zamanın süreksizliği bilinci temelinde karakterize edilmeye çalışılır: gelenekten kopuş, yenilik duygusu, zamanın geçip gidişi karşısında duyulan baş dönmesi. ... Ama, Baudelaire'in gözünde, modern olmak bu sürekli hareketi fark edip kabullenmekle değil; tam tersine, bu harekete karşı belirli bir tutum benimsemekle belli olur.

Modernlik zamanın akışını takip etmekten başka bir şey yapmayan modadan farklıdır; modernlik, şimdiki anın "kahramanca" boyutunu kavramayı sağlayan tutumdur.

182
2) Söylemeye gerek yok ki, bu kahramanlaştırma olayı ironiktir. Modernliğin tutumunda söz konusu olan, geçip giden anı, muhafaza etmek ya da süreklileştirmek çabasıyla kutsallaştırmak değildir.

183
Modernliğin tutumu açısından, şimdinin yüce değeri, onu olduğundan başka türlü tahayyül etme ve onu yok ederek değil; onda olanı kavrayarak dönüştürme isteğinden ayrılamaz.

3) ... Baudelaire'in gözündeki modernlik basitçe şimdiyle kurulan bir ilişki biçimi değil, ayrıca kendiyle de kurulması gereken bir ilişki kipidir. ... kendini yaratmaya çalışan insandır.

186
Hümanizm, Avrupa toplumlarında zaman içinde çeşitli defalar yeniden boy gösteren bir tema ya da temalar bütünüdür; daima değer yargılarıyla [bağlı bir temadır.]

... hümanist tematiğin kendi başına bir düşünce ekseni işlevi göremeyecek kadar esnek, çeşitli ve tutarsız olduğu sonucuna varmalıyız. Kaldı ki, en azından on yedinci yüzyıldan beri, hümanizm olarak adlandırılan olgunun her zaman için din, bilim ya da siyasetten ödünç alınmış belli insan anlayışlarına dayanmak zorunda kaldığı da bir gerçektir. Hümanizm, başvurmak zorunda kaldığı insan anlayışlarını renklendirme ve onları haklı göstermeye yarar.

187
[184 - Ben, bir yandan, aynı zamanda insanın şimdiyle ilişkisini, insanın tarihsel oluş kipini ve kendini özerk bir özne olarak kurmayı sorunsallaştıran felsefi bir sorgulamanın Aydınlanma'da kök salışını vurgulamaya çalışırken, öbür yandan da, bizi Aydınlanma'ya bağlayabilecek olan bağın doktriner unsurlara sadakat değil, tam tersine, bir tutumun, yani, tarihsel varlığımızın aralıksız bir eleştirisi şeklinde nitelendirilebilecek olan felsefi bir ethos'un sürekli olarak canlı tutulması olduğunu vurgulamaya çalışıyorum.]... söylediğimiz, düşündüğümüz ve yaptığımız şeylerin kendimize ilişkin tarihsel bir ontoloji süzgecinden geçirerek eleştirilmesinden oluşan felsefi bir ethos...

188
Bu felsefi ethos bir sınır-tutum şeklinde karakterize edilebilir. Bu noktada bir reddetme eyleminden söz ediyor değiliz. bir dış-iç alternatifinin ötesine geçmek, sınırda olmak zorundayız. Eleştiri aslında sınırları analiz etmek ve sınırlar üzerinde kafa yormaktan oluşur.

Buna bağlı olarak açık bir sonuç belirir: Bu eleştiri artık, evrensel değerlere sahip formel yapılar arayışında değil; bizi kendimizi oluşturmaya ve kendimizi yaptığımız, düşündüğümüz ve söylediğimiz şeylerin özneleri olarak tanımaya yönelten olayların tarihsel temeldeki sorgulaması olarak işleyecektir. Bu anlamıyla, bu eleştiri aşkın değildir; hedefi bir metafiziği mümkün kılmak değildir. Bu eleştiri, ereksel olarak soybilimsel, yöntemiyle arkeolojik niteliklidir. Tüm bilgi ya da tüm ahlâki eylem biçimlerinin evrensel yapılarını saptamaya değil; düşündüğümüz, söylediğimiz ve yaptığımız şeyleri eklemleyen söylemleri tarihsel olaylar olarak ele almak anlamında arkeolojik olacaktır -transandantal değil.

189
... kendimize ilişkin tarihsel ontoloji, global ya da radikal olma iddiasındaki bütün projelerden uzaklaşmak durumundadır.

191
Pratik sistemler üç genel alanla ilişkilidir: Şeyler üzerindeki denetim ilişkileri, başkaları üzerinde eylem ilişkileri, insanın kendisiyle kurduğu ilişkiler. ... bilgi ekseni, iktidar ekseni ve etik ekseni. ... Kendimizi bilgimizin özneleri olarak nasıl kurduk? İktidar ilişkilerini kullanan ya da bu ilişkilere tabi olan özneler olarak nasıl kurduk? Kendi eylemlerimizin ahlâki özneleri olarak nasıl kurduk?

192
Kendimize ilişkin eleştirel ontoloji kesinlikle bir kuram, bir doktrin, hatta sürekli biriken bir bilgi yapısı olarak anlaşılmamalı; bir tutum, bir ethos, olduğumuz şeyin eleştirisi, hem bize dayatılmış olan sınırların tarihsel analizi hem de bu sınırların aşılmasının denenmesi olan felsefi yaşam olarak kavranmalıdır.


X. Etiğin Soybilimi Üzerine: Sürmekte Olan Çalışmaya İlişkin Bir Değerlendirme, 1983

194
... kendilik nosyonu ve kendilik teknikleri...
İnsanlar, yasakları karşısında hiçbir zaman zevkleri karşısında olduğundan daha yaratıcı olmadılar.

196
Hayır! Ben bir çözüm arayışı içinde değilim; bir sorunun çözümünü, başka insanların başka bir zamanda ortaya attıkları başka bir sorunun çözümünde bulamazsınız. Benim yapmak istediğim şey bir çözümler tarihi değil.

Bence yapılması gereken çalışma, bir sorunsallaştırma ve yeniden sorunsallaştırma çalışmasıdır.

197
Yunan özünde bir erkek toplumunun ahlâkıydı. Bu toplumda kadınlar "baskı" altındaydı, kadınların zevki önem taşımıyordu, cinsel yaşamları babaya, veliye, kocaya bağlılık statüsüne göre belirleniyordu.

"-... [Yunanlılarda] homoseksüel aşkın durumu şimdikinden daha iyiydi mutlaka?"

Öyle gözükebilir. ... Oysa ben, ... oğlanları sevmenin [tam tersine] bir sorun olduğunu kanıtladığını söylüyorum. Çünkü eğer böyle bir sorun olmasaydı, bu tür bir oğlan sevgisinden erkeklerle kadınlar arasındaki sevgiyi anlatırken kullandıkları terimlerle söz ederlerdi.

199
Yunanlıların zevk ahlâkı, erkekçe bir toplumla, simetrik olmayan bir durumla, başkasının dışlanmasıyla, diğerinin bedeninin içine girme takıntısıyla, kendi enerjinizi elinizde tutamama tehdidiyle, vb. bağıntılıdır. Bütün bunlar hiç de çekici değil.

200
Yunanlılar ve Romalıların, zevkin kullanımının çok büyük rol oynadığı bir tekhné tou biou'ları, "yaşama sanatı", vardı.

201
Bu tekhné tou biou fikrinde beni ilgilendiren birçok şey var. Bir yandan şimdi biraz uzak düştüğümüz şu fikir, yani gerçekleştirmemiz gereken eserin yalnızca, temel olarak arkada bırakacağımız bir şey (bir nesne, bir metin, bir servet, bir icat, bir kurum) değil; sadece kendi yaşamımız ve kendimiz olduğu fikri. Bizim için, yalnızca bir şey yaratıcısının ölümlülüğünden kurtulabiliyorsa eser ve sanat vardır. Antikçağdakiler içinse tekhné tou biou tersine bu sanatı uygulayanın, en iyi durumda, ardında bir şöhretin izini ya da işaretini bırakacak şekilde uygulayanın yaşamı olan şeyle ilgiliydi. Yaşamın ölümlü olduğu için, bir sanat eseri olmak zorunda olmuş olması, bu kayda değer temadır.

Öte yandan, bu tekhné tou biou fikrinde antikçağ boyunca bir evrim olmuş gibi görünüyor. Sokrates bu sanata her şeyden önce kendilik kaygısının hâkim olması gerektiğini belirtiyordu. Ama Alkibiades'te iyi bir yurttaş olmak ve başkalarını yönetebilmek için "kendi kendine bakmak" gerekiyordu. Bu kendilik kaygısının özerkleştiğini ve sonunda kendi içinde bir erek haline geldiğini düşünüyorum. Seneca sonunda kendisiyle ilgilenebilmek için hızla yaşlanmayı istiyordu.

202
Kendi arzularınızın kölesi misiniz yoksa efendisi mi? Sorun burada düğümleniyordu.

İnsanın kendine hâkim olmasını sağlayan birtakım egzersizler vardı. Epiktetos'a göre, rastladığınız güzel bir genç kıza ya da güzel bir oğlana içinizde hiçbir arzu uyanmadan bakabilmeliydiniz.

"-Yunanlılar güzel bir yaşam peşinde oldukları için katıydılar, bugün biz ise psikolojinin desteği sayesinde kendimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz."

Benim görüşümce, ahlâki sorunları bilimsel bilgiyle ilişkilendirmek hiç de zorunlu değildir.

203
Yüzyıllar boyunca, kendi ahlâkımız, kişisel ahlâkımız, gündelik yaşamımız ile büyük siyasi, toplumsal ve ekonomik yapılar arasında analitik ilişkiler bulunduğuna, sözgelimi cinsel yaşamımızda ya da aile yaşamımızda ekonomimizi, demokrasimizi, vb. tehlikeye atmadan bir şey değiştiremeyeceğimize koyu biçimde inandırıldık. Bana kalırsa, ahlâk ile diğer toplumsal, ekonomik ya da siyasi yapılar arasında analitik ya da zorunlu bir bağ bulunduğuna dair bu fikirden kurtulmamız gerekmektedir.

"Soru: Biz şimdi, ahlâk ile diğer yapılar arasında zorunlu bir ilişki bulunduğunu değil de, yalnızca tarihsel bir biraradalıklar bulunduğunu bildiğimiz bu noktada, nasıl bir etik inşa edebiliriz?"

Bana çarpıcı gelen nokta, toplumumuzda sanatın, bireylerle ya da yaşamla değil; sadece nesnelerle ilintili bir şey haline gelmiş olmasıdır. Ayrıca, sanatın özelleşmiş olması ya da artistlerden oluşan uzmanlar tarafından yapılması. Peki ama, herkesin yaşamı bir sanat eserine dönüştürülemez mi? Niçin bir tablo ya da ev sanat eseridir de, kendi yaşamımız değil?

204
Üç soybilim alanı mümkündür. İlk olarak hakikatle ilişkimiz içinde kendimizin bir tarihsel ontolojisi; kendimizi hakikatle bu ilişki üzerinden bilgi nesneleri olarak kurarız. İkincisi, bir iktidar alanıyla ilişkimiz içinde kendimizin bir tarihsel ontolojisi; kendimizi iktidarla bu ilişki üzerinden başkaları üzerinde etkide bulunan özneler olarak kurarız. Son olarak, ahlâkla ilişkilerimizin bir tarihsel ontolojisi; kendimizi ahlâkla bu ilişki üzerinden ahlâki failler olarak kurarız.

hakikat -> Kliniğin Doğuşu, Şeylerin Düzeni
iktidar  -> Gözetleme ve Cezalandırma
ahlâk  -> Cinselliğin Tarihi

Edimler ya da davranışlar insanların, kendilerine dayatılmış ahlâki reçeteler karşısındaki gerçek tutumlarıdır. Hangi edimlere izin verildiğini ya da hangilerinin yasaklandığını ve mümkün olan farklı tutumların pozitif ve negatif değerini belirleyen kodu bu edimlerden ayırmak gerekir. Ancak, ahlâki reçetelerin kendi başına ayrıştırılmamış olan, ama açık olarak büyük önem taşıyan bir başka yanı daha vardır: bu, insanın kendisiyle kurması gereken ilişki, bireyin kendini kendi eylemlerinin ahlâki öznesi olarak nasıl kurması gerektiğini belirleyen kendilikle ilişkidir.

Bu ilişkinin dört temel yanı vardır. [ahlâkın birinci yanı] Birinci yanı kendiliğin ahlâki bir davranışla ilgili olan parçası ya da tutumdur. Örneğin, genelde, bizim toplumumuzda, ahlâkın esas alanının kendimizin ahlâkla en ilgili yanımızın duygularımız olduğu söylenecektir. Buna karşılık Kantçı bakış açısıyla düşünüldüğünde, niyetin duygulardan çok daha önemli olduğu açıkça ortadadır. Hıristiyan bakış açısıyla düşünüldüğünde ise önemli olan temelde şehvettir (ki bu edimin önem taşımadığı anlamına gelmez.).

206
[ahlâkın ikinci yanı] Kendilikle ilişkinin ikinci boyutu, benim tabi kılma kipi (mode d’assujettissement) dediğim şeydir; yani, insanların kendilerine dayatılmış ahlâki yükümlülükleri tanıma kipi. Örneğin, bir metinde vahyedilmiş olan ilahi bir yasa mıdır? Her durumda yaşayan her varlık için aynı olan bir doğa yasası mıdır? Rasyonel bir yasa mıdır? Yoksa bir varoluş estetiği ilkesi midir?

207
[ahlâkın üçüncü yanı] Üçüncü boyut da şudur: normal özneler haline gelmek için kendimizi hangi araçlar sayesinde dönüştürebiliriz?

Yapacağımız şey nedir: Ya arzularımızı yumuşatmak ve ölçülü bir dengeye oturtmak veya ne olduğumuzu anlamak ya da arzularımızı bastırmak ya da cinsel arzularımızdan çocuk sahibi olmak gibi belli amaçlara ulaşmak üzere yararlanmak; etik bir davranış biçimi amacı taşıyan bütün bu kendimizi geliştirme çalışması. Bu benim, kendilik pratiği ya da asetizm (hayattan koparak kendini ibadete vermek, bir çeşit kendini dünyadan soyutlamak) -ama çok geniş bir anlamda asetizm- olarak adlandırdığım yandır.

[ahlâkın dördüncü yanı] Dördüncü boyutu da şu şekilde açıklayabiliriz: Ahlâki bir şekilde davrandığımız zaman ne tür bir varlık olmaya özeniriz? Sözgelimi, arı, ölümsüz, özgür ya da kendimizin efendisi, vb. mi olacağız. Bu ahlâki ereksellik adlandırılabilecek olan şeydir.

Ahlâk olarak adlandırdığımız şeyde yalnızca insanların fiili davranış biçimleri, yalnızca kodlar ve davranış kuralları yoktur, aynı zamanda yukarıda sıraladığımız dört yanı kapsayan bu kendilikle ilişki de vardır.

209
Çok şematik olarak konuşursak, edim, zevk ve arzu kutuplarının farklı kültürlerde aynı biçimde değer bulmadıkları söylenebilir.

210
İ.Ö. dördüncü yüzyıl civarından başlayıp İsa'dan sonra ikinci ya da üçüncü yüzyıla kadar devam ederek Helenistik kültürde, Yunan-Roma kültüründe beni ilgilendiren yan, Yunanlıların spesifik biçimde epimeleia heautou sözcüğüyle karşıladıkları, kendilik kaygısı kuralıdır.

Epimeleia heautou, Yunancada, herhangi bir şey üzerinde çalışma uygulama, didinme anlamına gelen çok vurgulu bir sözcüktür. Örneğin, Xenophon epimeleia heautou sözcüğünü malvarlığına gösterilmesi gereken özeni ifade etmek amacıyla kullanıyordu. Bir monarkın kendi yurttaşlarına karşı duyduğu sorumluluk da epimeleia türündendi. Bir hastayı tedavi ettiğinde hekimin yaptığı şey de epimeleia olarak adlandırılır. Dolayısıyla bu, bir etkinliğe, bir dikkate, bir bilgiye (connaissance) dair çok güçlü bir sözcüktür.

... Epiküryenler için, ... İnsanın fiziği ya da kozmolojiyi daha iyi öğrenmesinin nedeni, kendi kendine yeterli olacak hale gelebilmekti.

211
Hıristiyanlığın, genellikle hoşgörülü olan Yunan-Roma yaşam tarzı yerine bir dizi feragat, yasaklama ya da engellemeyle belirlenmiş katı bir yaşam tarzı geçirdiği söylenir. ... [Oysa ki] Hoşgörülü antikçağ ile katı Hıristiyanlık arasında bir ahlâki kopuş söz konusu değildir.

[Kendilik] Soru: İnsan kendisine dayattığı bu yaşam tarzını ne adına seçer?

Söz konusu olanın ölümden sonra ebedi yaşama ulaşmak olduğunu düşünmüyorum, çünkü bu tür şeyler onları [Antikçağ] özellikle kaygılandırmıyordu. Tam tersine, söz konusu olan kendi yaşamlarına belli değerler (Örnek oluşturmak, arkalarında sıradışı bir nam bırakmak ya da yaşamlarına azami parlaklığı vermek) kazandırmaktı. Söz konusu olan yaşamı bir bilgi (connaissance) ya da tekhné nesnesi, bir sanat nesnesi haline getirmekti.

Bizim toplumumuzda, insanın kaygı duymak zorunda olduğu temel sanat eserinin, estetik değerleri uygulaması gereken temel alanın insanın kendisi, kendi yaşamı, varoluşu olduğu düşüncesinin bir kalıntısını dahi bulamayız.

212
Meydana gelen, kesinlikle klasik çağın kendilik kültürünün tersyüz edilmesidir. Bu bir sanat eseri olarak kurulması ve yaratılması gereken kendilik fikrinin yerine Hıristiyanlık tarafından vazgeçilmesi gereken bir kendilik fikrinin geçirilmesiyle oldu; çünkü Hıristiyanlığa göre kendiyle uğraşmak Tanrı'nın iradesine karşı gelmekti.

[hupomnémata] Teknik anlamıyla, hupomnémata hesap defterleri, kamu kayıtları, ama aynı zamanda not almaya yarayan bireysel defterler olabilir. Hayata ilişkin defterler, davranışlara ilişkin kılavuzlar olarak kullanılmaları en azından eğitimli insanlar arasında yaygınmış gibi görünmektedir. Bu defterlere çeşitli alıntılar, yapıtlardan parçalar, az çok tanınmış insanların hayatlarından çıkarılmış örnekler, tanıklık edilmiş olaylar, aforizmalar, düşünceler ya da akıl yürütmeler geçirilir. Bütün bunlar, okunan, duyulan ya da düşünülen şeylerin elle tutulur bir belleğini oluşturuyor, böylece yeniden okunmayı ve üzerinde kafa yorulmayı bekleyen birikmiş bir hazine sunuyordu.

213
Hiçbir teknik, hiçbir mesleki beceri pratik olmadan edinilemez; yaşama sanatı, tekhné tou biou da insanın kendi kendini yetiştirmesi şeklinde değerlendirilmesi gereken bir askesis (Stoacılık'da askesis, benliği geliştirme çabası ya da kişinin kendi üzerinde hakimiyet kurması anlamına gelir. Bu dünyanın gerçekliğine kişinin kendini hazırlaması...) olmadan öğrenilemez: ... Bu kendini yetiştirmenin aldığı bütün biçimler arasında (ki bunlar içinde perhiz yapmalar, ezberlemeler, vicdan muhasebeleri, meditasyonlar, suskunluk ve başkalarını dinleme gibi araçlar yer alıyordu), yazının (insanın kendisi ve başkaları için yazması) ciddi bir rol oynaması oldukça geç gelmiş bir şey gibi görünmektedir.

214
... çok belirgin biçimde kendilik kaygısına dönük olan, insanın kendi içine çekilmesi, içsel yaşam, kendisiyle yaşama biçimi ve kendinden hoşlanması gibi somut hedeflere yönelen bir ahlâk gelişmekteydi. Hupomnémata'nın hedefi şudur: okumakla, dinlemekle ya da öğretimle iletilen parça parça bir logosun hatırlanmasını kendilikle olabildiğince uygun ve eksiksiz bir ilişki kurmanın aracı yapmak.

... antik ahlâkta "arılık" sorunu görece olarak az önem taşır. ... Hıristiyanlıkta giderek daha çok önem kazandı. ... Kadın namusu modeliyle birlikte bekâret teması... Bu noktadan itibaren sorun artık insanın kendisiyle yetkin bir ilişki kurması değil, tersine kendini deşifre etmesi ve kendinden vazgeçmesiydi.

216
... on altıncı yüzyılda yaşanan dinsel krizde (Katolik pastoral pratiklerin reddedilmesiyle patlak veren büyük krizde), yeni kendilikle ilişki kurma kipleri gelişmekteydi.

218
Kendilik kültürü, Hıristiyanlığın denetimine geçtiği andan itibaren, epimeleia heautou esas olarak, aslında papazın işi olan epimeleia tôn allôn'a (başkaları adına kaygılanmak) dönüştüğü ölçüde, bir pastoral iktidarın uygulanmasının hizmetine sokulmuştur.

Rönesans boyunca, kahramanın kendi kendisinin sanat eseri olduğu da görülür (Burada, Burckhardt'ın varoluş estetiği üzerine ünlü metnini anmaktayım). İnsanın kendi yaşamından bir sanat eseri yapabileceği düşüncesi, kuşkusuz ortaçağa yabancı olan, Rönesans döneminde yeniden ortaya çıkan bir düşüncedir.

219
Yunan felsefesinin kendimizi içinde gördüğümüz bir rasyonaliteyi bulduğu doğru olsa bile, bir öznenin, ilk önce kendisini hakikati bilmeye hazır hale getirecek bir çalışma yürütmezse hakikate ulaşamayacağını savunmuştur. Hakikate ulaşmak ile kendi kendini geliştirme çalışması antik düşüncede ve estetik düşüncede temel bir yer tutar.

Descartes'ın, "Hakikate ulaşmak istiyorsam, apaçık olan şeyleri görebilecek herhangi bir özne olmam yeter," dediği zaman bu çizgiden koptuğunu düşünüyorum. Kendilikle kurulan ilişkinin, başkalarıyla ve dünyayla olan ilişkiyle kesiştiği noktada asetizmin yerini apaçıklık alır. Kendilikle kurulan ilişki artık hakikatle ilişkiye geçmek için asetik olmaya ihtiyaç duymaz.


XI. Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği, 1984

222
Yunan ve Roma uygarlıklarında, bu kendilik pratiklerinin önemi ve özerkliği, onların belli bir noktaya kadar dinsel, pedagojik ya da tıbbi ve psikiyatrik türde kurumlar tarafından kuşatıldıkları daha sonraki dönemlere oranla çok daha fazlaydı.

Soru: Şimdi bir tür kayma gözleniyor: Bu hakikat oyunları artık zorlama pratikleriyle değil, öznenin kendini oluşturması pratikleriyle ilgili.

Bu doğru. Buna asetik bir pratik adı verilebilir, ancak asetizm sözcüğünü çok genel bir anlamda; yani ahlâki çilecilik anlamında değil, insanın kendini geliştirmeye, kendi kendisini tepeden tırnağa değiştirmeye ve belirli bir oluş tarzına ulaşma kaygısıyla kendi kendisi üzerinde çalışması anlamında kullanmamız koşuluyla.

223
Bir sömürge halkı kendisini sömürgecisinden kurtarmaya çalışıyorsa, bu hakikaten, sözcüğün tam anlamıyla bir özgürleşme eylemini temsil eder. Ancak, gene bildiğimiz gibi, son derece belirgin olan bu örnekte, bu özgürleşme eylemi, daha sonra bu halkın, bu toplumun ve bu bireylerin kendi varoluşlarının ya da siyasi toplumlarının algılanabilir ve kabul edilebilir biçimlerini belirlemeleri için gerekli olacak özgürlük pratiklerinin yerleşmesine yetmez. İşte bu yüzden, özgürleşme süreçlerinden ziyade, özgürlük pratiklerinde ısrar etmekteyim. Özgürleşme süreçlerinin de bir yeri vardır, ama bence tek başlarına özgürlüğün tüm pratik biçimlerini tanımlayamazlar.

224
Özgürleşme, gene özgürlük pratikleriyle denetlenmesi gereken yeni iktidar ilişkilerine kapıyı açar.

225
Özgürlük, etiğin ontolojik koşuludur. ama etik, özgürlüğün aldığı düşünülmüş biçimdir.

Kendilik kaygısı, Yunan-Roma dünyasında bireysel özgürlüğün kendini etik olarak düşünme tarzıydı.

226
Öbür yandan, bizim toplumlarımızda, belirli bir andan başlayarak (Bunun ne zaman başladığını söylemek çok zordur) kendilik kaygısının bir ölçüde şüpheli bir şey haline geldiğini görmek ilginçtir. Kendiyle ilgilenmek belli bir noktadan itibaren bir tür kendine âşık olma, bir tür egoizm ya da zorunlu özveriyle çelişen bireysel çıkar biçimi diye kasıtlı olarak mahkûm edilmiştir.

... hem Yunanlılarda hem Romalılarda (özellikle Yunanlılarda), doğru biçimde davranmak için, özgürlüğü doğru biçimde hayata geçirmek için gerek kendini bilmek, gerekse kendini geliştirmek, kendini aşmak, sizi kendi girdabına çeken iştahlarınıza hâkim olmak amacıyla kendine özen göstermenin zorunlu olduğu düşüncesindeyim. Bireysel özgürlük Yunanlıların gözünde çok önemliydi... özgürlük kaygısı sekiz yüzyıllık antik kültürde temel ve sürekli bir sorun oluşturuyordu. ... : "Kendin için kaygı duy!"

227
İnsan bilgi olmadan kendi için kaygı duyamaz. Kendilik kaygısı elbette kendinin bilgisidir, ama aynı zamanda belli davranış kurallarının ya da aynı zamanda hem hakikat hem buyruk olan ilkelerin bilgisidir. Kendi için kaygı duymak demek, bu hakikatlere sahip olmak demektir. Etiğin hakikat oyunuyla bağlantılı olduğu nokta burasıdır.

[Plutarkhos] "İlkeleri öylesine özümseyerek öğrenin ki, arzularınız, iştahlarınız ya da korkularınız içinizde havlayan köpekler gibi dipdiri uyandığı zaman, logos size, köpekleri tek bir emirle susturan bir efendinin sesiyle seslensin." Bu noktada, bir bakıma sizin herhangi bir şey yapmanıza gerek kalmadan etkili olabilecek bir logos fikriyle karşılaşırsınız. Bu durumda ya siz logos'a ya da logos size dönüşmüş olacaktır.

228
Ethos, olma ve davranma biçimi demekti. Ethos, öznenin olma kipi ve başkalarının çıplak gözle görebileceği bir yapma biçimiydi. Bir insanın ethos'u, giyiminden, tavırlarından, yolda yürüyüşünden, olaylara tepki gösterişindeki istikrardan, vb. çıkarılabilirdi. Yunanlılara göre, özgürlüğün somut ifadesi budur; özgürlüklerini böyle sorunsallaştırıyorlardı. İyi bir ethos'a sahip olan, örnek olarak kabul edilip gösterilebilecek insan, özgürlüğü belirli bir tarzda hayata geçirebilen biridir.

... özgür olmak insanın kendisi ve kendi iştahlarının kölesi olmaması ölçüsünde siyasi bir modele sahiptir, bu ise kişinin kendi kendisine arche adı verilen bir iktidar, hükmetme ilişkisi kurmasını içerimler.

229
[Sokrates] "Kendinize özen gösteriyor musunuz?"

230
[Yunanlılar] Kendisi için kaygı duymadan önce başkaları için kaygı duymak gibi bir zorunluluk yoktur.

... iyi yönetici, kesinlikle, iktidarını doğru biçimde, yani iktidarını aynı zamanda kendisi üzerinde de uygulayan kişidir.

... başkalarını tahakküm altına alma ve onlar üzerinde tiranca bir iktidar kullanma tehlikesi yalnızca bir insanın kendisi için kaygı duymamasından ve dolayısıyla kendi arzularının kölesi durumuna gelmesinden kaynaklanır. Oysa, kendiniz için doğru biçimde kaygı duyuyorsanız, yani kendinizin ne olduğunu ontolojik bakımdan biliyorsanız, gene kendinizin ne yapabilecek kudrette olduğunuzu biliyorsanız, ... bu durumda kendi iktidarınızı başkaları üzerinde istismarcı bir şekilde kullanamazsınız.

233
Benim sorunum her zaman için, ... özne ile hakikat arasındaki ilişki oldu. Özne belli bir hakikat oyununa nasıl dahil olur?

Benim reddettiğim, öncelikle bir özne kuramı ortaya atılması ve bu özne teorisinden yola çıkılarak, örneğin herhangi bir bilgi biçiminin nasıl mümkün olduğunu bilme sorununun gündeme getirilmesiydi. ... belli bir a priori özne kuramını reddetmek zorundayım.

234
Özne bir töz değildir; özne bir biçimdir ve bu biçim öncelikle ya da daima kendisiyle özdeş değildir.

235
"İktidar"dan söz edildiği zaman, insanların aklına hemen bir siyasi yapı, bir hükümet, hâkim bir toplumsal sınıf, kölenin karşısındaki efendi, vb. gelir. ... ne olursa olsun bütün insan ilişkilerinde -röportaj, aşk, ekonomik- iktidar hep vardır: Bir kişinin başkasının davranışlarını yönlendirmeye çalıştığı ilişkiyi kastediyorum

236
Her toplumsal alanda iktidar ilişkilerine rastlanıyorsa, bunun nedeni her yerde özgürlüğün de olmasıdır.

238
... on dokuzuncu yüzyılın -hatta bu dönemi Rousseau'ya ve Hobbes'a kadar da uzatmak zorunda kalabiliriz- siyasi düşüncesinde, siyasi özne esasen, ya doğalcı çerçevede ya da pozitif hukuk çerçevesinde hukuk öznesi olarak düşünülmekteydi. Buna karşılık, bence, etik özne sorununun çağdaş siyasi düşüncede çok fazla bir yeri yoktur.

240
[ekoloji] Bir anamıyla, bilimle, en azından hakikatin güvencesi altında olan bir teknolojiyle genellikle düşmanca bir ilişki tutturmuş olan -ve esasen geçmişi çok eskilere dayanan, yalnızca yirminci yüzyıla özgü bir fenomen olmayan- bir ekoloji hareketi çıkmıştır. Oysa, aslında ekoloji de bir hakikat diliyle konuşmaktaydı. Nitekim temel eleştiriler, doğa, canlıların süreçlerinin dengesi, vb. hakkındaki bilgiler adına yöneltilebilmekteydi. Bu durumda, bir hakikat tahakkümünden hakikat oyununa tamamen yabancı nitelikteki bir oyun oynayarak değil de, hakikat oyununun diğer kozlarını kullanarak, oyunu başka bir biçimde oynayarak ya da oyunu değiştirerek kurtulmuş olunuyordu.

241
... iktidar ilişkilerine ve hakikat oyunlarına değindiğim zaman, hakikat oyunlarının gizlemek istediğim iktidar ilişkilerinden başka bir şey olmadığını söylemek istemiyorum kesinlikle; korkunç bir karikatür olurdu bu. ... Bu olgu [deliliğin tıbbileştirilmesi] psikiyatrinin bilimsel geçerliliğini ya da tedavi gücünü hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. Tabii psikiyatrinin geçerliliği açısından bir güvence oluşturmaz, ama geçersizliğini de göstermez.

242
... hakikat oyunlarının iktidar oyunlarından ibaret olduğu hiç bir şekilde söylenemez.

"Oyun" sözcüğü sizi yanıltmasın: Ben "oyun" derken hakikat üretiminin kurallar bütününü kastediyorum. Bu, taklit etmek ya da eğlenmek anlamında bir oyun değildir... belli bir sonuç doğuran, ilkelerine ve prosedür kurallarına bağlı olarak geçerli ya da geçersiz, galip ya da mağlup sayılabilecek olan bir prosedürler bütünüdür.

Belirli bir hakikat oyununda, başka bir şeyi keşfetmek, herhangi bir kuralı, hatta bazen hakikat oyununun bütününü az ya da çok derecede değiştirmek her zaman mümkündür. Kuşkusuz, diğer toplumlar karşısında Batı’ya başka hiçbir yerde rastlamadığımız türden gelişme olanakları kazandırmış olan etken budur. Hakikati küm söyler? Özgür olan, belli bir konsensüs düzenleyen ve kendilerini belirli iktidar pratikleri ve kısıtlayıcı kurumlar ağına girmiş durumda bulan bireyler.

“-Öyleyse hakikat bir kurgu değil midir?”

Bu duruma göre değişir. Hakikatin bir kurgu olduğu hakikat oyunları da vardır, kurgu olmadığı hakikat oyunları da. Örneğin, şeyleri şu ya da bu şekilde betimlemekten oluşan bir iktidar oyunu olabilir. Toplumun antropolojik bir betimlemesini yapan bir hakikat oyunu bize bir kurgu değil, bir betimleme yapar, bunun da kendine göre, tarihsel olarak değişen kuralları vardır. Öyle ki başka bir betimlemeye göre bunun belli bir noktaya kadar bir kurgu olduğu söylenebilir. Tabii, bu ortada hiçbir şeyin olmadığı, her şeyin birinin kafasından çıktığı anlamına gelmez.

243
Bu sorun, Habermas iletişim ilişkilerine çok önemli bir yer, hatta benim “ütopyacı” diyeceğim bir işlev yüklediği zaman kendini gösteriyor. Hakikat oyunlarının hiçbir engellemeyle, kısıtlamayla ve baskıcı önlemle karşılaşmadan özgürce dolaşabileceği bir iletişim durumunun var olabileceği düşüncesi [Habermas] bana ütopya gibi geliyor. Bu, iktidar ilişkilerinin kendi başlarına kötü, aşılması gereken bir şey olmadığına gözleri kapatmak demektir. Eğer iktidar ilişkilerinden bireylerin başkalarının davranışlarını yönlendirmeye, belirlemeye çalışmasını sağlayan stratejiler anlaşılıyorsa, iktidar ilişkisi olmayan toplum olamayacağına inanıyorum. Sorun, onları kusursuz derecede saydam bir iletişim ütopyasında çözmeye çalışmakta değil; insanın kendine, iktidar oyunlarının asgari bir tahakküm ilişkisi çerçevesinde oynanmasını sağlayacak olan hukuk kurallarını, yönetim tekniklerini, ayrıca ahlâkı, ethos'u, kendi pratiklerini vermesinde yatar.

“-Bize her fırsatta "İktidar kötüdür", deyip duran Sartre'dan çok uzak bir konumdasınız.”

Evet ve nedense bu fikir genellikle bana atfedilmiştir. Oysa benim düşüncelerimle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. İktidar kötü değildir. İktidar stratejik oyunlardır. İktidarın kötü bir şey olmadığını aslında çok iyi bilmekteyiz. Örnek olarak cinsel ilişkiye ya da aşk ilişkilerine bakalım. Şeylerin kolayca tersine çevrilebileceği açık bir stratejik oyunda bir başkası üzerinde iktidar uygulamak kötülük değildir. Bu, sevginin, tutkunun, cinsel zevkin bir parçasıdır. Bunun dışında, genellikle haklı olan bir sürü eleştirinin hedefi olmuş başka bir şeye, pedagoji kurumuna bakalım. Belirli bir hakikat oyununda başkasından daha fazla bilgi sahibi olan, bu başkasına ne yapması gerektiğini anlatan, ona bir şeyler öğreten, bilgi aktaran, hüner ve becerilerini ileten birisinin pratiğinde kötülüğün nasıl olabileceğini anlayamam doğrusu. Sorun, daha çok, sizin bu pratiklerde (iktidarın etkili olamayacağı ve kendi başına kötülük sayılmayacağı durumlarda), bir çocuğu bir öğretmenin keyfi ve yararsız otoritesine tabi hale getirecek ya da bir öğrenciyi otoritesini kötüye kullanmayı alışkanlık  edinmiş bir hocanın etkisine sokacak olan tahakküm etkilerinden nasıl uzak duracağınızı bilmenizdir. Ben bu sorunların hukuk kuralları, bununla ilişkili rasyonel yönetim teknikleri, ethos, kendilik pratikleri ve özgürlük çerçevesinde ortaya konulması gerektiği kanısındayım.

[tahakküm: hüküm altına alma; zorbalık etme;  baskı]

245
Bana kalırsa, özgürlükler arasındaki stratejik özgürlük oyunları -birilerinin başkalarının davranışlarını belirlemeye çalıştığı, ötekilerinse kendi davranışlarının belirlenmesine izin vermemeye ya da karşılık olarak onların davranışlarını belirlemeye çalıştığı stratejik oyunlar- olarak iktidar ilişkileri ile üstünkörü biçimde iktidar demeye alıştığımız tahakküm durumlarını birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Ve bu ikisi arasında, iktidar oyunları ile tahakküm durumları arasında yönetim teknolojileri vardır; “yönetim teknolojileri” terimini çok geniş bir anlam katarak kullanıyorum, çünkü bu terim, aynı zamanda, kendi karınızı, kendi çocuklarınızı ve gene bir kurumu yönetme biçiminizi de gösterir. Bu tekniklerin analizinin yapılması bir zorunluluktur, zire tahakküm durumları genellikle bu tür teknikler aracılığıyla yerleşir ve devamlılığı sağlanır. Benim iktidar analizinde üç düzey bulunmaktadır: Stratejik ilişkiler, yönetim teknikleri ve tahakküm durumları.

247
Bu arada, insanlar birbirleri karşısında ne kadar özgür olurlarsa, birbirlerinin davranışlarını belirleme isteği de o kadar büyük olur. Oyun ne kadar açık oynanırsa, o kadar cazip ve büyüleyici bir niteliğe kavuşur.

Eleştirel yanıyla felsefe, kendilerini hangi düzeyde ve hangi biçimde -siyasi, ekonomik, cinsel, kurumsal, vb.- gösterirlerse göstersinler, her türlü tahakküm fenomenini sorgulayan şeydir. Felsefenin bu eleştirel işlevi, belli bir noktaya kadar, Sokratesçi buyruktan türer: "kendine özen göster"; yani; "kendini özgürlükte, kendin üzerinde sağladığın hâkimiyette temellendir".


XII. Ahlâkın Dönüşü, 1984

250
G.B. ve S.A.: Sizce Yunanlılar nasıl insanlardı?
Pek parlak değillerdi. Çok geçmeden bence antik ahlâkın çelişki noktası olan yere vardılar: bir yanda belirli bir varoluş üslubuna yönelik kararlı bir arayış ile öbür yanda bu arayışı herkese yayma çabası arasındaki çelişki.

252
… Sokrates’ten Aristoteles’e kadar, genellikle felsefi düşünce bir bilgi, siyaset ve bireysel davranış kuramının matrisini oluşturmaktaydı. Daha sonra siyaset teorisi, antikçağ sitesi yok olup gittiği ve onun yerini İskender’i takip eden büyük monarşiler aldığı için, bir gerileme dönemine girmiştir.

260
… hiçbir Yunanlı düşünür bir özne tanımı bulmadığı, üstelik asla böyle bir tanım aramadığı için, sadece özne olmadığını söylemekle yetineceğim. Tabii bu demek değildir ki, Yunanlılar bir deneyimin (bir özne deneyimi değil, ama bireyin kendisini kendi efendisi olarak kurmayı istediği ölçüde bireyin deneyimi) yaşanacağı koşulları tanımlamaya çaba harcamıyorlardı. Klasik antikçağda eksik olan, kendiliğin özne olarak kurulmasının sorunsallaştırılmasıydı. Hıristiyanlığın başlangıcından itibaren ise bunun tam zıddı bir durumla karşı karşıyayız: Özne kuramının ahlâka el koyması.


XIII. Bir Varoluş Estetiği, 1984

264
... ahlâki bir özne olma istenci ile bir varoluş etiği arayışı antikçağda asıl olarak insanın kendi özgürlüğünü olumlamasına ve kendi yaşamına, kendisinin tanıyabileceği ve kendisinden sonraki nesillerin de örnek olarak görebileceği belirli bir biçim kazandırma çabasıydı.

İşte bence, antikçağdaki ahlâki deneyimin, ahlâk isteminin temelinde insanın, bazı toplu kurallara boyun eğmek durumunda kalsa da, kendi yaşamını kişisel bir sanat eseri gibi yoğurması yatıyordu.

267
… yönetilenlerin parrhesia’sıdır (özgür konuşma).

268
“İyi” okurdan geçtim, okur sayısı giderek azalıyor.


XIV. Siyaset ve Etik, 1983

270
Her an, adım adım, düşünülen ve söylenen şey ile yapılan ve olunan şeyi karşı karşıya koymak gerekmektedir. “Siz fikirleri Nietzsche’den alıyorsunuz; tabi, Nietzsche’yi de Naziler kullanmıştı, dolayısıyla…” türünden sözler sarf eden kişilere asla önem vermedim… Bütün bu “pratik” üzerinde ısrar ettiysem, bunu fikirleri “uygulamak” için değil; onları sınamak ve değişikliğe uğratmak amacıyla yaptım. Bir filozofun kişisel siyasi tutumunun anahtarı -sanki oradan çıkarılabilirmiş gibi- onun fikirlerinde değil; daha ziyade, onun yaşam olarak felsefesinde, felsefi yaşamında, ethos’unda aranmalıdır.

273
... ben etiğin bir pratik ve ethos, bir varlık tarzı olduğunu düşünüyorum.

275
... pedagojik ilişki (bununla öğretme ilişkisini, bilginin en çok bilenden en az bilene aktarılmasını kastediyorum)


XV. Polemik, Siyaset ve Sorunsallaştırmalar, 1984

278
Ben tartışmayı severim ve soru sorulduğunda cevaplamaya çalışırım. Polemiğe girmekten hoşlanmadığım doğrudur.

279
Ciddi bir oyun olan soru-cevap oyununda, karşılıklı bir açıklık getirme çabasında, tartışmaya katılan herkesin hakları tartışmaya içkindir. Bu haklar yalnızca diyalog durumuna bağlıdır. Soru soran kişi sadece kendisine verilmiş olan bir hakkı kullanmaktadır: ikna olmamak, bir çelişki yakalamak, daha fazla bilgi talep etmek, farklı postulatlara dikkat çekmek, yanlış akıl yürütmeleri göstermek, vb. Soruları cevaplayan kişi de, tartışmanın sınırlarını aşmayan bir hakkı kullanmaktadır; soruları cevaplayan kişi, kendi söyleminin mantığı çerçevesinde daha önce söylemiş olduklarıyla, diyaloğu kabullenmesi çerçevesinde ise ötekinin yönelttiği sorularla sınırlıdır. Sorular ve cevaplar, her iki tarafın da yalnızca ötekinin ve diyaloğun kabul edilmiş biçiminin kendisine tanıdığı hakları kullandığı bir oyuna -sürdürülmesi hem zevkli hem de zor olan bir oyun- dayanmaktadır.

Polemikçi ise baştan sahip olduğu ve sorgulamaya asla yanaşmayacağı birtakım ayrıcalıklarla donatılmış biçimde polemiğe giriştir. İlke olarak, kendisine bir savaş yürütme yetkisi tanıyan ve bu mücadeleyi haklı bir çabaya dönüştüren haklara sahiptir; karşısındaki kişi hakikati arayan bir ortak konumunda değil; bir hasım, yanılmakta olan, zarar vermekte olan ve varlığıyla tehdit oluşturan bir düşman konumundadır. Polemikçinin gözünde, oyunun sırrı, karşısındaki kişinin konuşma hakkına sahip bir özne olarak kabul edilmesinde değil; muhatap olarak, her türlü diyalogtan dışlanmasında yatar. Polemikçinin nihai amacı, elde edilmesi güç bir hakikate mümkün olduğu kadar yaklaşmak değil, kendisinin en başından beri açıkça savunmakta olduğu haklı davayı zafere ulaştırmak olacaktır. Polemikçi, tanımı gereği düşmanına tanınmayan bir meşruiyetle hareket eder.

Belki bir gün polemiğin, tartışmanın asalak bir yönü ve hakikat arayışının önündeki bir engel olarak uzun bir tarihi yazılacaktır.  Çok şematik bir dille ifade edersek, günümüzde polemiğin üç şekilde varolduğunu gözlemleyebiliriz: dinsel model, hukuksal model ve siyasi model.

280
Polemiğin kısırlaştırıcı bir etki yapması söz konusudur: polemikten yeni bir fikir çıktığı görülmüş müdür hiç? Kaldı ki, muhatapların söylediklerini geliştirmeye, giderek daha fazla risk almaya değil; sürekli olarak iddia ettikleri haklara, bu hakların savunmaları gereken meşruiyetine ve masumiyetlerinin olumlanmasına başvurmaya kışkırtıldıkları göz önünde getirildiğinde, başak türlü bir tabloyla karşılaşılması mümkün müdür?

285
… her deneyimin üç temel öğesinin (bir hakikat oyunu, iktidar ilişkileri, insanın kendisiyle ve başkalarıyla ilişkilerinin biçimleri) içerimlendiği farklı örnekler…

286
Düşünceyi ayırt eden özellik, onun belirli bir davranışın temelini oluşturan temsiller bütününden, ayrıca bu davranışı belirleyebilecek tutumlar alanından tamamen farklı bir şey olmasıdır. Düşünce, belirli bir davranışa işlemiş olan ve ona anlamını veren şey değil; tersine, bu eylem ya da tepki gösterme tarzından geri çekilip, onu, kendine bir düşünce nesnesi olarak sunma ve anlamı, koşulları ve amaçları konusunda sorgulamaya olanak tanıyan şeydir. Düşünce insanın yaptıklarından özgür olması; yaptıklarından kopma, onları bir nesne olarak kurma ve sorun olarak düşünme hareketidir.

287
Bir verinin bir soru halini alması, bir grup engel ve güçlüğün çeşitli çözümlerle cevap bulunmaya çalışılacak sorunlara dönüşmesi: Sorunsallaştırmanın amacını ve düşüncenin spesifik eserini oluşturan şey budur.


XVI. Hükümetlere Karşı, İnsan Hakları, 1984

289
Hükümetler, toplumların mutluluğuyla ilgilenmek iddiasında olduklarından, kararlarının insanlarda neden olduğu veya ihmallerinin yol açtığı mutsuzluklar hükümetlerin kâr-zarar hanesine geçirilmelidir. İnsanların mutsuzluğundan hükümetlerin sorumlu olmadıkları fikri yanlış olduğundan, insanların mutsuzluğunu hükümetlerin gözlerine ve kulaklarına sokmak bu uluslararası yurttaşlığın her zaman görevidir.


XVII. Başka Mekânlara Dair, 1967

291
On dokuzuncu yüzyılın büyük saplantısı, bilindiği gibi, tarihti: gelişme ve duraklama temaları, kriz ve döngü temaları, geçmişten gelen birikim, ölümlerin aşırı artması, dünyayı tehdit eden soğuma temaları. On dokuzuncu yüzyıl, mitolojik kaynaklarının özünü termodinamiğin ikinci ilkesinde buldu. [Termodinamiğin ikinci yasası: Isı, soğuk bir bölgeden sıcak bir bölgeye anında akamaz; başka bir deyişle, belirli bir sıcaklık derecesindeki ısı, tamamen işe dönüşemez. Bunun bir sonucu olarak, kapalı bir sistemin entropisi zaman içerisinde en yüksek değerine ulaşır. Yani, tüm kapalı sistemler bir denge haline ulaşmaya meyleder ve bu denge halinde entropi en yüksek düzeyde iken iş yapabilecek enerji miktarı sıfırdır. wikipedia.tr] İçinde bulunduğumuz dönem, belki de, daha ziyade, mekân dönemidir. Eşzamanlının dönemindeyiz, yan yana koyma dönemindeyiz, yakın ve uzak döneminde, yan yananın, kopuk kopuğun dönemindeyiz.

292
... Batı deneyiminde mekânın kendisinin bir tarihi vardır... kabaca belirtirsek, ortaçağda, hiyerarşik bir yerler bütünü ... kutsal ve dünyevi yerler, korunaklı yerler ve tersine açık ve korunmasız yerler, kentsel yerler ve köylük yerler (İşte, bunlar insanların gerçek yaşamı içindir)... Çok kabaca ortaçağ mekânı denebilecek şey -bir yere yerleştirilmenin mekanı-, tüm bu hiyerarşi, tüm bu karşıtlık, tüm bu kesişmedir.

Bu yerleştirilme mekânı Galileo'yla birlikte parçalandı; çünkü Galileo'nun eserinin asıl büyük günahı, Dünya'nın güneş etrafında döndüğünü keşfetmiş, daha doğrusu yeniden keşfetmiş olması değil, sonsuz ve son derece açık bir mekân kurmuş olmasıdır; öyle ki, ortaçağ yeri bir anlamda bu mekânda erimiş, bir şeyin yeri artık hareketi içindeki bir noktadan ibaret haline gelmiştir, tıpkı bir şeyin duruyor olmasının son derece yavaşlamış hareketinden başka bir şey olmaması gibi. Başka deyişle, Galileo'dan itibaren -on yedinci yüzyıldan itibaren- uzam yerleştirilmenin yerine geçmiştir.

293
Günümüzde ise, yerleştirilmenin yerini almış olan uzamın yerine mevki geçti. Mevki, noktalar ya da unsurlar arasındaki yakınlık ilişkileriyle tanımlanır...

Diğer yandan, çağdaş teknikte mevki sorunlarının önemi biliniyor: enformasyonun ya da bir hesabın kısmi sonuçlarının, bir makinenin hafızasına depolanması, tesadüfi çıkışlı ayrı ayrı unsurların dolaşımı (örneğin, karayolundaki trafik, hatta telefon hattındaki sesler gibi), kimi zaman tesadüfi bölüştürülmüş, kimi zaman tek anlamlı bir sınıflandırmaya dahil edilmiş, kimi zaman da çok anlamlı bir sınıflandırmaya göre sınıflandırılan bir bütünün içinde işaretlenmiş ya da kodlanmış unsurların saptanması, vs.

Daha somut bir biçimde, yer ya da mevki sorunu demografi terimleriyle insanların karşısına çıkar; bu mevki sorunu, sadece dünyada insana yeterince yer olup olmadığını bilme sorunu -çok önemli bir sorun olsa da- değildir; bu, aynı zamanda, belirli bir durumda belirli bir amaca ulaşmak için hangi yakınlık ilişkilerinin, insani unsurların hangi depolama, dolaşım, saptama ve sınıflandırmalarının tercihen akılda tutulması gerektiğini de bilmektir.

... çağdaş mekan, onu kuşatan tüm tekniklere rağmen, onu belirlemeye ya da biçimlendirmeye yarayan bütün bilgi ağına rağmen ... belki henüz tümüyle kutsallıktan arındırılmış değildir. Elbette, (Galileo'nun eserinin işaret ettiği) mekanın teorik olarak kutsallıktan arındırılması bir ölçüde meydana gelmiştir, fakat ... pratik olarak kutsallıktan uzaklaştırılmasına belki henüz erişmedik. Ve belki yaşamımız hâlâ dokunulmazlığını koruyan, kurumun ve pratiğin dokunmaya cesaret edemediği bazı karşıtlıkların hükmü altındadır: veri olarak kabul ettiğimiz karşıtlıklar: örneğin, özel mekanla kamusal mekan arasında, aile mekanı ile toplumsal mekan arasında, kültürel mekan ile yararlı mekan arasında, boş vakit mekanı ile çalışma mekanı arasındaki karşıtlıklar; bunların hepsi hâlâ açıkça belli olmayan bir kutsallaştırmayla yönetilirler.

294
Şimdi size sözünü etmek istediğim şey, dış mekândır. ... birbirine asla indirgenemez olan ve asla üst üste konamayan mevkiler tanımlayan bir ilişkiler bütünü içinde yaşıyoruz.

... pasajların, sokakların, trenlerin mevkilerini tanımlayan ilişkiler bütününü betimlemek. Geçici, ara mevkiler olan cafe'ler, sinemalar, plajlar, bu mevkileri tanımlamayı sağlayan ilişkiler ağı dolayısıyla betimlenebilir. Ev, oda, yatak, vs.'nin oluşturduğu kapalı ya da yarı açık dinlenme mevkisi de, ilişkiler ağı dolayısıyla betimlenebilir. Fakat tüm bu mevkiler içinde beni ilgilendiren, tüm diğer mevkilerle ilişkide olmak gibi ilginç bir özelliği olan; ama belirttikleri, yansıttıkları ye da temsil ettikleri ilişkiler bütününü erteleyen, etkisizleştiren ya da tersine çeviren mevkilerdir. [Bu mevkiler iki ana türe ayrılır].

295
Önce ütopyalar vardır. Ütopyalar, gerçek yeri olmayan mevkilerdir. ... ütopyalar özünde, esas olarak gerçekdışı olan mekanlardır.

Yine ve muhtemelen bütün kültürlerde, bütün uygarlıklarda gerçek yerler, fiili yerler vardır, bizzat toplumun kurumlaşmasında yer alan ve karşı-mevki türleri olan, fiilen gerçekleşmiş ütopya türleri olan yerler vardır -gerçek mevkiler, kültürün içinde bulunabilecek tüm diğer gerçek mevkiler bunların içinde hem temsil edilir hem de tartışılır ve tersine çevrilir-, bunlar fiili olarak bir yere yerleştirilebilir olsalar da bütün yerlerin dışında olan yer çeşitleridir. Bu yerler, yansıttıkları ve sözünü ettikleri tüm mevkilerden kesinlikle farklı olduklarından, bunları, ütopyalara karşıt olarak heterotopya diye adlandırıyorum.

296
... bunlar [heterotopyalar] nasıl tanımlanabilir, ne anlamları vardır? ... bu betimleme, heterotopoloji diye adlandırılabilir. Birinci kural, muhtemelen, dünyada heterotopya oluşturmayan tek bir kültürün bile olmamasıdır. ... Fakat, heterotopyalar elbette çok çeşitli biçimler alır ve belki, mutlak anlamda evrensel olan tek bir heterotopya bile bulunmaz.

[İlkel toplumlarda "kriz heterotopyaları:] ... yeniyetmeler, âdet dönemindeki kadınlar, hamile kadınlar, yaşlılar, vs. - ayrılmış ayrıcalıklı, kutsal ya da yasak yerler vardır.

Bizim toplumumuzda, bu kriz heterotopyaları, hâlâ bazı kalıntılarına rastlansa da, kayboluyorlar. ... yatılı okul ... askerlik hizmeti... Genç kızlar için ... balayı seyahati. Genç kızın bekâretini kaybetmesi "hiçbir yerde" olabiliyordu ve o dönemde (yirminci yüzyılın ortasına kadar), tren, balayı oteli, bu hiçbir yerin yeriydi, coğrafi koordinatları olmayan bu heterotopyaydı.

297
Fakat, bu kriz heterotopyaları günümüzde yok olmaktadır ve sanıyorum, onların yerini sapma diye adlandırılabilecek heterotopyalar almaktadır: Davranışı, ortalamaya ya da istenen norma göre sapma olan insanların içine yerleştirildiği heterotopya. Bunlar dinlenme evleri, psikiyatri klinikleri; bunlar, elbette, hapishanelerdir de ve kuşkusuz, kriz heterotopyasının ve sapma heterotopyasının bir anlamda sınırında olan -çünkü ne de olsa yaşlılık bir krizdir fakat aynı zamanda bir sapmadır ... (aylaklık)- huzurevlerini de ekleyebiliriz.

Heterotopyaların bu betimlenmesinin ikinci ilkesi, bir toplumun, tarihi boyunca, var olan ve var olmaya devam eden bir heterotopyayı çok farklı biçimde işletebileceğidir; gerçekten de, her heterotopyanın toplum içinde belirgin ve kesin bir işlevi vardır ve aynı heterotopya, içinde bulunduğu kültürün eşzamanlılığına göre, şu ya da bu işlevi edinebilir. [örnek, mezarlık heterotopyası]

298
Üçüncü ilke. Heterotopyanın, birçok mekânı, birçok mevkiyi kendi içlerinde bağdaşmaz olan birçok mekanı tek bir gerçek yerde yan yana koyma gücü vardır. [tiyatro, sinema sahneleri, bahçe], [bahçeler, günümüzdeki hayvanat bahçelerine kaynaklık etmiştir].

299
Dördüncü ilke. Heterotopyalar, genellikle, zamanın bölünmesine bağlıdırlar, yani katışıksız simetriye, hetekroni diye adlandırılabilecek şeye açılırlar; insanlar geleneksel zamanlarıyla bir tür mutlak kopma içinde olduklarında heterokroniler tam olarak işlemeye başlar... [mezarlarlık], bir birey için yaşamın kaybı anlamına gelen ve yok olmaya, silinmeye devam ettiği o yarı ebedilik olan bu garip heterokroniyle başlar.

Genel anlamda, bizimki gibi bir toplumda, heterotopya ve heterokroni görece olarak karmaşık bir biçimde örgütlenir ve düzenlenir. Öncelikle, sonsuza dek biriken zaman heterotopyaları vardır, örneğin müzeler, kütüphaneler; müseler ve kütüphaneler, zamanın yığılmaya ve kendi zirvesini aşmaya devam ettiği heterotopyalardır, oysa ki ao yedinci yüzyılda, on yedinci yüzyıl sonuna kadar müzeler ve kütüphaneler kişisel bir tercihin ifadesiydi. Buna karşılık, her şeyi biriktirme fikri, bir tür genel arşiv oluşturma fikri, bütün zamanları, bütün dönemleri, bütün biçimleri, bütün zevkleri bir yere kapama istenci, zamanın dışında yer alacak ve zamanın zarar veremeyeceği bir yer oluşturma fikri, kmıldamayacak bir yerde zamanın bir tür kalıcı ve sonsuz birikimini örgütleme projesi; tüm bunlar bizim modernliğimize aittir. Müze ve kütüphane, on dokuzuncu yüzyıl Batı kültürüne özgü heterotopyalardır.

[zamanın biriktirilmesi karşısında, önemsiz, eğreti, geçici zamanın heterotopyaları da vardır. Bunlar şenlik kipindedir. Ezeli değil ama kronik heterotopyalar: panayırlar ve yakın zamanda keşfedilen tatil köyleri...]

300
Beşinci ilke. Heterotopyalar her zaman bir açılma ve kapanma sistemi gerektiriler; bu, heterotopyaları hem tecrit eder hem de nüfuz edilebilir kılar. ... kışlanın, hapishanenin durumu budur ya da kurallara ve arınmalara boyun eğmek gerekir. [Müslüman hamamları, İskandinav saunaları]

Tersine, düpedüz açık olan, fakat genel olarak, ilginç dışlamaları gizleyen başka heterotopyalar da vardır; bu heterotopik mekanlara herkes girebilir, fakat, doğrusu, bu bir yanılsamadır: İnsan girdiğini sanır, oysa girilmiş olduğu için bile dışlanılmıştır. [Güney Amerika'nın büyük çiftliklerinde var olan -tanrı misafiri- odaları; gayrimeşru cinselliğin mutlak anlamda emniyet altında ve mutlak anlamda gizli kapaklı yapıldığı Amerikan motelleri].

301
Nihayet, heterotopyaların sonuncu özelliği, geri kalan mekan açısından da bir işlevlerinin olmasıdır. [Genelevler... koloniler...]










.
.
.
.