01 Kasım 2016

Michel Foucault - Fotojenik Resim

.
.
.





.
.

['görüntülerin çoğalması / çoğaltılması üzerine etik' konusunu tekrar gündeme getirmenin yolunu açacak bir metin... (not: metnin tamamı)]

Michel Foucault

Seçme Yazılar 6. Sonsuza Giden Dil (2. Basım, 2014)
(Çev. Işık Ergüden), Ayrıntı Yayınları, 2014, İstanbul

XIX. Fotojenik Resim*, 1975 (s.304-314)

* "La peinture photogénique", Le désir est partout, Fromanger, Paris, Galerie Jeanne Bucher, Şubat 1975, s. 1-11

(Sunuş)

304
Ingres: "Fotoğrafın bir dizi manüel işlemde ifade bulduğu dikkate alındığında..." Peki ya bu dizi dikkate alınır ve bu diziyle birlikte de resmi ifade eden manüel işlemler dizisi dikkate alınırsa? Ya bunlar uç uca konursa? Ya bunlar birleştirilirse, birbirlerinin yerine kullanılır, üst üste konur, kesişir, silinir ve birbirlerini coştururlarsa?

Yine Ingres: "Fotoğraf çok güzel, ama bunu söylememeli.'' Fotoğrafı kapsayan, muzaffer ya da hileli bir biçimde fotoğrafı istila eden resim fotoğrafın güzel olduğunu söylemez. Daha iyisini yapar: Klişe ile tuvalin güzel erdişisini, androjen görüntüyü yaratır.

305
Bir yüzyılı aşan bir geçmişe dönmek gerekir. 1860-1880 yıllarına doğru, görüntüler yeni yeni çılgınlığa başlarlar; görüntülerin makine ile şövale arasında, tuval, madeni levha ve kâğıt -üzerine baskı yapılmış ya da basılı kâğıt- arasında hızla dolaştığı dönemdi; edinilen tüm yeni güçlerle birlikte, yer değiştirme, bağlam değiştirme, dönüşüm, benzerlik ve sahte benzerlik, yeniden üretim, kopyalama, hile özgürlüğü dönemiydi. Görüntülerin, henüz çok yeni olmakla birlikte ustalıklı, eğlenceli ve utanmadan çalındığı dönemdi. Fotoğrafçılar sahte tablo yapıyordu; ressamlar fotoğrafları eskiz gibi kullanıyordu. Büyük bir oyun alanı açılıyordu ve bu alanda teknisyenler ve amatörler, sanatçılar ve göz boyamacılar, kimlik kaygısı duymadan, çılgınca eğlenmekten zevk alıyorlardı. Belki de duyarlı metal levhalardan ve tablolardan çok görüntülerin kendisi, görüntü göçü ve sapması, görüntünün çarpıtılması, kılık değiştirmiş farklılığı seviliyordu. Görüntülerin -desenler, gravürler, fotoğraflar ya da resimler- şeyleri bu kadar iyi anımsatmalarına kuşkusuz hayran kalınıyordu; ama özellikle kaçamak uyumsuzluklarla birbirlerini aldatmaları büyüleyiciydi. Gerçekçiliğin doğuşu bu birçok ve benzer görüntülerin büyük hamlesinden ayrılamaz. XIX. yy sanatının aniden gerektirdiği, gerçekle keskin ve sade bir tür ilişki, belki de 'illüstrasyon' deliliğince olanaklı kılınmış, karşılanmış ve hafifletilmiştir. Hissedilmez biçimde farklı ve hep aynı rondosu başlarının üzerinde dönen bu görüntü kaymaları açısından, şeylere sadakat de hem bir meydan okuma hem de bir vesileydi.

Fotoğrafın doğuşuyla zamandaş bu deliliği, bu küstah özgürlüğü tekrar nasıl bulabiliriz? O dönemde görüntüler sahte kimlikler altında dünyayı dolaşıyordu. Bir tablonun içinde, bir fotoğrafın içinde, bir gravürün içinde, bir yaratıcının imzası altında tutsak kalmaktan, kendileriyle özdeş kalmaktan daha tiksinti verici bir şey olamazdı onlar için. Hiçbir destek, hiçbir dil, hiçbir kalıcı söz dizimi onları tutamıyordu; yeni yer değiştirme teknikleri sayesinde doğum yerlerinden ya da son mola verdikleri yerden kaçmayı daima biliyorlardı. Bu göçlerden ve geri dönüşlerden kimse kuşkulanmıyordu; belki birkaç kıskanç ressam, birkaç sert eleştirmen (ve elbette Baudelaire) hariç.

306
XIX. yy'ın bu oyunlarına birkaç örnek: Hayali oyunlar -yani görüntü imal etmeyi, dönüştürmeyi ve dolaşıma sokmayı bilenler: Kimi zaman sofistike, ama genellikle popüler oyunlar.

Bir portre ya da manzara fotoğrafını suluboya ya da pastel kimi öğelerle belirgin kılmak elbette.

1841'den itibaren Claudet'nin ve bir süre sonra da Mayall'ın Crystal Palace'ta sergilediği dagerotiplerde yaptığı gibi, "şiir ve duygu"yu açıklamak için ya da Muhterem Peder Béde'i Anglosakson bir çocuğu kutsarken göstermek için fotoğrafı çekilen kişilerin arkasına dekorlar, harabeler, ormanlar, sarmaşıklar ya da dereler resmetmek.

Fotoğrafı çekilmiş o sahnenin gerçek ya da olası bir tablonun fotoğrafından başka bir şey olmadığına inandırmak için, gerçek bir tabloya oldukça benzer ya da bir ressamın üslubuna oldukça yakın bir sahneyi stüdyoda yeniden oluşturmak. Raphello'nun Madonna'sı için Reijlander'in yapmış olduğu budur. Julia Margarets Cameron'un, Pérugin için; Richard Polack'ın, Pieter de Hoogh için; Paul Richier'nin, Böcklin için; Fred Boissonas'ın, Rembrandt için ve Lejaren'in dünyanın tüm Çarmıhtan İnenler'i için Hiller'e yaptığı budur.

Bir kitaptan, bir şiirden, bir efsaneden yola çıkarak bir tablo oluşturmak ve onu bir kitabı resimlemekte kullanılan bir gravüre benzetmek için fotoğrafını çekmek: Örneğin, William Lake Price, Don Kişot'un ve Robinson Crusoe'nin fotoğrafını çekiyordu.; J.-M. Cameron, Tennyson'u resimlendirerek ve Kral Arthur'un bir klişesini alarak Gustave Doré'ye karşılık veriyordu.

Farklı figürlerin fotoğraflarını ayrı negatiflere çekmek ve tek bir kompozisyon yaratmak için bunları Reijlander'in yapmış olduğu gibi altı hafta boyunca ve otuz negatifte pozlandırmak. O dönemde bu, dünyanın en büyük fotoğrafı olmuştu: Les Deux Chemins de la vie [Yaşamın İki Yolu], hem Rafaello'ya hem de Couture'e -Ecole d' Athénes'e [Atina Okulu] ve Romains de la décadence'a [Dekadans Dönemi Romalıları] karşılık olacaktı.

Bir sahnenin eskizini kurşun kalemle çizmek, gerçeğin içinde farklı öğeleri yeniden oluşturmak, bunların fotoğrafını birbiri ardına çekmek, klişeleri makasla kesmek, onları remin üzerinde yerlerine yapıştırmak ve ortaya çıkan bütünün fotoğrafını yeniden çekmek. Bu, Robinson'un -Lady of Shalott'ta (1861) olduğu gibi, Down and Sunset'te (1885)- otuz yılı aşkın süredir uyguladığı teknikti.

307
Fransa'da Demarchy, İngiltere'de Emerson, Almanya'da Heinrich Kühn gibi empresyonist fotoğraf-tablolar elde etmek için negatif üzerinde çalışmak -ve bu özellikle çifte kromlu zamkın kullanımıyla birlikte Rouillé-Ledevéze'den itibaren.

Ve tüm bu yüksek dönem harikalarına, kuru plakalardan ve ucuz aletlerden başlayarak, amatörlerin gösterdiği sayısız becerileri de eklemek gerekir: fotomontajlar; bir fotoğrafın kontur ve gölgeleri üzerinden çini mürekkebiyle geçilen, sonra da biklorür cıva banyosunda bunların yok edildiği desenler; eskiz olarak kullanılan daha sonra kalın boya tabakasıyla resmedilmesi ya da iyice sulandırılmış renklerin şeffaflığı altına gölgelerin ve ışıkların oynaşmasına izin vererek biçim kabartısını emmeden boyayan saydam bir boyayla kaplanması; (kadmiyum klorür, aselbent ve gözyaşı sakızıyla hazırlanmış bir bileşimle duyarlı kılınmış= ipek bir doku üzerine ya da gümüş nitratında -degrade bir aile fotoğrafı elde etmek isteyen manuel alet kullanıcılarına şiddetle tavsiye edilen yöntem- işlenmiş yumurta kabuğu üzerinde pozlandırılan fotoğraf; abajur üzerine, lambanın camı üzerine, porselen üzerine klişe; Fox Talbot ye da Bayard tarzı fotojenik desenler; foto-resim, foto-minyatür, foto-gravür, fotoğrafik seramik.

Bunlar önemsiz şeyler, amatör zevksizliği, salon ya da aile oyunu mudur? Hem evet, hem hayır. 1860-1900 yıllarına doğru, resmin ve fotoğrafın sınırlarında, herkese açık, ortak bir resim pratiği oluştu; XX. yüzyılda ise sanatın püriten kodları bunu inkâr etti.

Ama Sanat'la alay eden bu önemsiz yöntemlerle herkes eğleniyordu. Her yerde ve her araçla görüntü arzusu, görüntü zevki. Tüm bu kaçakçıların kesinlikle en büyüğü olan Robinson, o neşeli günlerde şunları yazmıştı: "Günümüzde, kendini fotoğrafa adayan herkesin, ne olursa olsun, gerekli ya da gereksiz, tatmin olmamış tek bir arzusu bile kalmamıştır." Şenlik oyunları önemini yitirmiştir. Amatörlerin gayet iyi kullanabildikleri ve onlara sayısız hileli geçiş imkânı sağlayan fotoğrafın tüm teknik ortamına teknisyenler, laboratuvarlar ve tacirler sahip çıkmıştır; kimileri fotoğrafı "çekiyor", kimileri fotoğrafı "teslim ediyor"; görüntüyü "serbest bırakacak" kimse yok. Profesyonel fotoğrafçılar, kopyalama suçunu iç kuralları sayesinde engellemesi gereken bir "sanat"ın ciddiyetine sarılmışlardı.

308
Diğer yandan resim, görüntüyü tahrip etmeye kalkışmış, hatta ondan kurtulduğunu bile söylemişti. Bu hırçın söylevlerden, göstergenin kesintiye uğramasını benzerliklerin rondosuna, dizin [syntagme] düzenini simülakrların yarışma, sembolik olanın gri rejimini hayali olanın çılgınca kaçışına tercih etmek gerektiğini öğrendik. Görüntünün, gösterinin, benzerliğin ve aldatıcı görünüşün iyi bir şey olmadığına, ne teorik ne de estetik olarak iyi olduğuna bizi ikna etmeye çalıştılar. Ve tüm bu boş lakırdıları hiç küçümsememenin de yakışıksız kaçacağını anlattılar bize.

Görüntüler imal etmenin teknik olanağından yoksun kalarak, görüntüsüz bir sanatın estetiğine tabi olarak, görüntüleri diskalifiye etmenin teorik zorunluluğuna alışarak, görüntüleri yalnızca bir dil olarak okumakla görevli kılınarak, elimiz ayağımız bağlı bir halde, üzerlerinde hiçbir gücümüzün olmadığı -politik, ticari- başka görüntülerin gücüne ancak bu şekilde teslim olabilirdik.

Geçmişteki oyuna nasıl tekrar kavuşabiliriz? Yalnızca bize dayatılan görüntüleri deşifre etmeyi ya da başka yöne çevirmeyi değil, her türden görüntü imal etmeyi nasıl yeniden öğrenebiliriz? Yalnızca başka filmler ya da daha iyi fotoğraflar yapmayı değil, yalnızca resimdeki figüratifi bulmayı değil, ama görüntüleri dolaşıma sokmayı, onları transit geçirmeyi, çarpıtmayı, deforme etmeyi, kızartmayı, dondurmayı, çoğaltmayı nasıl yeniden öğrenebiliriz? Yazı sıkıntısını ortadan kaldırmak, gösterenin ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak, görüntü-olmayanın biçimciliğinden kurtulmak, içerikleri çözmek ve görüntü iktidarlarının içinde, bu iktidarlarla birlikte, bu iktidara karşı tam bir ustalık ve hazla oynamak.

309
Görüntü sevgisi, pop ve hiper-gerçekçilik bize bunu yeniden öğretti. Ama asla figürasyona geri dönüş yoluyla değil, asla gerçek yoğunluğuyla birlikte nesnenin yeniden keşfiyle değil; görüntülerin sonsuz dolaşımına bağlanarak öğrendik bunu. Fotoğrafın yeniden keşfedilen kullanımı, bir starın, bir motosikletin, bir mağazanın ya da bir lastik modelinin resmini yapmamanın bir yoludur; bu onların görüntülerini resmetmenin ve bir tablonun içinde, görüntü olarak değerlendirmenin bir yoludur.

Delacroix kendine nü fotoğraflardan albümler oluştururken, Degas enstantane fotoğraflar kullanırken, Aimé Morot dört nala giden at klişeleri kullanırken, nesneyi daha iyi saptayabilmeyi önemsiyorlardı. Nesneyi daha doğru, daha yerli yerinde, daha ölçülebilir bir şekilde kavramaya çalışıyorlardı. Bu, eski karanlık oda ve aydınlık oda tekniklerini sürdürmenin bir tarzıydı.

Ressamın resmettiği şeyle ilişkisinin yerini başka şey almıştı, bu ilişki yardım görüyor, destek alıyordu. Pop sanatçılar, hiper-gerçekçiler görüntünün resmini yaparlar. Kendi resmetme tekniklerine görüntüleri dahil etmezler, bu tekniği büyük bir görüntü banyosuna daldırırlar. Bu bitmek bilmez yarışta bayrağı devralan onların resimleridir. Görüntüleri iki anlamda resmediyorlar. Tıpkı bir ağacı resmetmek, bir yüzü resmetmek dediğimizde olduğu gibi; ister negatif kullanılsınlar, ister diyapozitif ya da banyosu yapılmış fotoğraf veyahut çini mürekkebiyle yapılmış gölgelendirme, bunlar önemli değildir. Görüntünün ardında temsil ettiği ve belki de asla görmedikleri şeyi aramazlar; görüntüyü hapsederler, tek yaptıkları budur. Ama görüntünün resmini de yaparlar, tıpkı bir tablo için dendiği gibi; çünkü çalışmalarının sonunda ürettikleri şey ne bir fotoğraftan yola çıkarak yapılmış bir tablo, ne de tablo olarak görünümü değiştirilmiş bir fotoğraftır; bu, fotoğraftan tabloya götüren güzergâhta kavranan bir görüntüdür.

Geçmişin oyunlarından daha iyi olan -geçmiştekiler biraz bulanık kalıyordu, kimi zaman dalavere kokusu seziliyordu, ikiyüzlülüğe tapıyorlardı- yeni resim kendi döndürdüğü görüntülerin hareketi içinde neşeyle kımıldar. Fromanger ise daha öteye ve daha hızlı gitmektedir.

310
Onun çalışma yöntemi anlamlıdır. Öncelikle, tablo "yapan" bir fotoğraf çekmez. "Herhangi bir" fotoğraf çeker; Fromanger baskı klişelerini uzun süre kullandıktan sonra şimdi artık fotoğrafı sokakta çektirmektedir, tesadüfi fotoğraflar, biraz körce çekilmiş, hiçbir şeye bağlanmayan fotoğraflar, merkezleri ya da ayrıcalıklı nesneleri olmayan fotoğraflar. Ve dışardan hiçbir şeyin komuta etmediği fotoğraflar. Olup bitenin anonim hareketinden bir pelikül gibi kesilip alınan görüntüler. Demek ki, Estes ya da Cottingham'ın yararlandıkları ve fotoğrafları genelde düzenleyen tablonun bu gücül varlığı ya da tablo halindeki bu kompozisyon Fromanger'de bulunmaz. Onun görüntüleri, gelecekteki tabloyla her türden suç ortaklığından muhaftır. Sonra, saatler boyunca karanlıkta, bir ekrana yansıtılan diyapozitifle birlikte kapanır kalır: Bakar, düşünür. Nedir aradığı? Fotoğrafın çekildiği anda tamamlanmış olması gereken şeyi değil; görüntü nedeniyle, görüntünün üzerinde gerçekleşmiş olan ve halen de devam etmekte olan olayı; kesişen bakışların üzerinden, bir avuç para tutan bir elin içinden, bir eldiven ile bir civata arasındaki güç hattından, bir manzaranın bir bedeni işgalinden transit geçen olay. Her zaman, her koşulda biricik bir olay, görüntünün olayı; ve görüntüyü, Salt ya da Goings'te olduğundan daha fazla, kesinlikle biricik kılan olay: yeniden üretilebilir, yeri doldurulamaz ve rastlantısal.

Fromanger'in çalışmasının var kılacağı şey, görüntünün içindeki bu olaydır. Ekrana yansıtılan bu görüntüyü kurşun kalemle yeniden çizmek ve böylece kesinlikle doğru bir eskiz elde etmek için; dolayısıyla, bir biçimi yakalayabilmek için Guardi'nin, Canaletto'nun ve başkalarının karanlık odadan yararlanması gibi, diyapozitife başvuran birçok ressam da bundan yararlanır. Fromanger ise desenin aracılığını ortadan kaldırı. Resi doğrudan doğruya projeksiyon ekranına uygular, renge gölgeden -sınırları belirsiz ve yok olmanın eşiğindeki bu dayanıksız desenden- başka dayanak vermez. Ve farklılıklarıyla (sıcak ve soğuk renkler, yakanlar ve donduranlar, ilerleyenler ve gerileyenler, kımıldayanlar ve duranlar) birlikte renkler, mesafeleri, gerilimleri, çekim ve itim merkezleri, yüksek ve alçak bölgeleri, potansiyel farklarını oluşturur. Desenin ve biçimin aracılığı olmadan fotoğrafa uygulandıklarında bunların rolü ne olur? Olay-fotoğraf üzerinde bir olay-tablo yaratmak. Bir diğerini aktaran ve yücelten, onunla karışan ve bakmaya gelecek herkes için ve üzerine yönelen her tekil bakış için bir dizi sınırsız geçişe yer veren bir olayı karıştırmak. Fotoğraf-rengin kısa devresiyle, eski fotoğraf-resmin hile katılmış özdeşliğini değil, fışkırma halindeki sayısız görüntü için bir odak yaratmak.

311
Bir çatının üzerinde isyan etmiş tutsaklar: Her yerde çoğaltılmış bir basın fotoğrafı. Ama orada olup biteni kim gördü? Bu fotoğrafta dolaşan biricik ve birçok olayı sonsuza dek serbest bırakan hangi yorumdur? Mevkii ve değerleri hesaplanırken tuvalle orantısı dikkate alınmayan çokrenkli lekeleri ekerek serpen Fromanger sayısız şenlik fotoğrafı çeker.

Kendisi söylüyor bunu: Ona göre en yoğun ve en endişe verici zaman, çalışmanın bitip projeksiyon lambasını söndürdüğü, resmettiği fotoğrafı ortadan kaldırdığı ve tuvalini “tek başına” var olmaya bıraktığı andır. Belirleyici an; akım kesildiğinde, yalnızca kendi güçleriyle olayın olup bitmesine izin vermesi ve görüntüyü var kılması gereken şey resimdir. Bundan böyle elektriğin güçleri yalnızca ona, onun renklerine aittir; resmin aydınlatacağı tüm şenliklerin sorumluluğu onundur. Ressamın kendi tablosundan fotoğraf desteğini çektiği hareketin içinde, olay ellerinin arasından kaçar, demet halinde fışkırır, sonsuz hızına erişir, noktaları ve zamanları anlık olarak birleştirir ve çoğaltır, jestlerin ve bakışların kalabalıklaşmasına yol açar, bunlar arasında kendine olası binlerce yol çizer -ve özellikle onun geceden çıkan resminin bundan böyle asla “tek başına” olmamasını sağlar. Şimdiki zamanın ve gelecek zamanın binlerce dışsallığıyla dolu bir resim.

Fromanger’nin tabloları görüntü avcısı değildir; onları sabitlemez; içinden geçirir. Görüntüleri sürüklerler, cezbederler, onlara geçitler açarlar, onların yollarını kısaltırlar, bir an önce varmalarını sağlarlar ve yele fırlatırlar. Her tabloda mevcut olan fotoğraf-diyapozitif-projeksiyon-resim dizisinin işlevi bir görüntünün transit geçişini sağlamaktır. Her tablo bir geçiştir, bir enstantanedir ve nesnenin hareketi üzerinden fotoğraf tarafından kesilip almaktansa, ardışık dayanakları aracılığıyla görüntünün hareketini canlandırır, odaklar ve yoğunlaştırır.  Görüntülere başkaldıran resim. Zaman içinde giderek hızlanan başkaldırı. Fromanger buraya kadar koruduğu işaret şamandıralarına ya da mihemk taşlarına ihtiyaç duymaz. Boulevard des Italiens’de, Le Peintre et le Modéle’de, Annonces la couleur’de o sokakları resmediyordu -görüntülerin doğduğu yer, görüntülerin kendisi. Le Désir est partout’daki görüntüler çoğunlukla sokaktan alınmıştı ve kimi zaman bir sokak adıyla anılmıştı. Ama sokak, görüntünün içinde verilmemişti. Yok olduğu için değil. Ama bir anlamda ressamın tekniğinin parçası olduğu için. Ressam, bakışı, ona eşlik eden fotoğrafçı, onun makinesi, çektikleri klişe, tuval, tüm bunlar hem kalabalık hem de hızlı, görüntülerin ilerlediği ve bize kadar indiği bir tür uzun sokak olmuştur. Tablolar sokağı temsil etmek zorunda değildir; onlar sokaktır, yoldur, kıtaları aşan yollardır, ta Çin’in ya da Afrika’nın kalbine kadar.

312
Değişik sokaklar, sayısız olay, aynı fotoğraftan kaçan farklı görüntüler. Önceki sergilerde, Fromanger dizilerini birbirlerinden farklı, ama benzer teknik yöntemlerle hazırlanmış fotoğraflardan yola çıkarak oluşturuyordu: Tek bir gezintinin görüntüleri gibi. Burada, ilk kez, tek bir fotoğraftan yola çıkarak hazırlanmış bir dizi vardır: Zenci çöpçü dizisi, çöp kamyonunun kapısı önünde (ve daha büyük bir klişenin bir köşesinden alınma küçücük bir görüntüden başka bir şey değildi); bu siyah ve yuvarlak kafa, bu bakış, bu çapraz süpürge sapı, sapın üzerinde duran kocaman eldiven, çöp kasasının metali, kapının demir aksamı ve tüm bu öğelerin anlık ilişkisi zaten olay oluşturuyordu; ama resim, her seferinde farklı ve  neredeyse asla tekrarlanmayan usullerle, uzaklarda gömülü bir dizi olayın tümünü ayrıca ortaya çıkarıyor ve serbest bırakıyor: Ormanda yağmur, köy meydanı, çöl, kaynaşan bir halk. Seyircinin görmediği görüntüler uzamın derininden geliyor ve karanlık bir gücün atılımıyla tek bir fotoğrafa yol açmayı başarıyorlar ve sonra da farklı tablolarda birbirlerinden ayrışıyorlar, bu tablolardan her biri yeni bir diziye, olayların yeni bir dağılımına yer verebilir.

Resmin, bilinmeyen sırları söküp aldığı fotoğrafın derinlikleri midir bu? Hiç değil; sınırsız görüntüleri fotoğraf aracılığıyla çağıran ve transit aktaran resim dolayısıyla fotoğrafın açılmasıdır bu.

313
Bu sonsuz kaynaşma içinde, ressamın kendini tablosunun içinde gri bir gölge olarak sunmasına ihtiyacı yoktur. Geçmişte (sokaktan geçen, yansıtılan diyapozitif ile resmi yaptığı ekran arasında izi yansıyan, sonunda tuval üzerinde kalan) ressamın bu karanlık mevcudiyeti bir anlamda aracı olarak, fotoğrafın tuval üzerine tutturulma noktası olarak hizmet ediyordu. BUndan böyle (yeni yoksunluklar, yeni hafiflikler, yeni hızlandırmalarla) gölgesi bile görülmeyen bir şenlik fişekçisi görüntüyü ileri püskürtmektedir. Görüntü kısa yoldan gelmektedir; ta çıkış noktasından -dağ, deniz, Çin- bizim kapımıza kadar fırlatılmaktadır -ressama artık yer olmayan değişik kadrajlarla (bir hapishane kapısının kilidi üzerinde, bir kasabın kocaman eli ile küçük bir kızınki arasındaki bir avuç kâğıt para üzerinde çok yakın plan; yalnızca renk noktalarıyla belirtilebilen minicik kişilerin bulunduğu ve onlara oranla ölçüsüz, kocaman dağ manzarası).

Deniz kıyısında duran  makineli tüfekli bir çocuğa bakan ya da bir fil sürüsü hayal eden kişilerle aynı arzu yollarına uygun olarak bize kadar dolaşıp duran görüntünün özerk göçebeliği [transhumance].

Resmin, "arınmak" için, sanat olarak gücünü arttırmak için resim olarak kendini iyice küçültmeye devam ettiği bu uzun dönemden henüz çıkmaktayız. Belki de göstergesi "fotojenik" resimle birlikte, bu resim geçişsiz tavrı, katışıksız göstergesi, "iz"i arayan kendinin bu parçasıyla nihayet alay edebilmektedir. İşte resim artık bir geçiş yeri, sonsuz geçiş, kalabalık ve gelip geçen resim olmayı kabullenmiştir. Ve işte kendisinin tekrar tekrar başlattığı bu kadar olaya açılarak tüm görüntü teknikleriyle bütünleşebilmektedir; onlara bağlanmak için, onları güçlendirmek, çoğaltmak, endişelendirmek ya da saptırmak için onlarla akrabalık kurmaktadır. Resmin etrafında açık bir alan çizilir ve burada ressamlar artık tek başlarına olamaz, resim de biricik egemen olamaz; tüm görüntü amatörlerinin, fişekçilerinin, üçkâğıtçılarının, kaçakçılarının, hırsızlarının, yağmacıların kalabalığını burada bulacaklardır; ve yaşlı Baudelaire'e gülebilirler ve onun estet küçümsemelerine geri dönmekten zevk alabilirler: "O anda," diyordu fotoğrafın icadı konusunda, "aşağılık yığın, metal üzerindeki kendi bayağı görüntüsünü seyretmek için yekvücut bir narsist gibi saldırdı. Bu yeni güneşe tapan herkesi bir delilik, olağanüstü bir fanatizm ele geçirdi." Fromanger de bizim için bu güneş imalatçılarından biri olsun!

314
Bundan böyle "her şey resmedilebilecek" midir? Evet. Ama bu belki yine de ressamın bir iddiası ve iradesidir. Daha doğrusu belki şöyle denebilirdi: Görüntülerin oyununa herkes katılsın ve oynamaya başlasın!

Bugünkü sergi iki tabloyla bitiyor. İki arzu odağı. Versailles'da: Parlaklık, ışık, parıltı, kılık değiştirme, yansı, cam; iktidarın görkemi içinde biçimlerin ritüelleştirilmesi gereken bu yüksek yerde, debdebenin parlaklığı içinde her şey çözülür ve görüntü bir renk uçuşunu serbest bırakır. Kraliyet şenlik fişeklerinden Haendel yağmur olup düşer; Folies-Royales'deki barda Manet'nin aynası çatlar; travesti prens olan erkek fahişe aslında kadın fahişedir. Dünyanın en büyük şairi ayin yönetiyor ve etiketlerin düzenli görüntüleri dört nala kaçıyorlar, geride yalnızca geçiş törenlerinin olayı, başka yere gitmiş renklerin atlı gezisi kalıyor.

Steplerin öbür ucunda, Hu-Xian'da, köylü-ressam-amatör uygulama yapıyor. Ne ayna var ne avize. Penceresinden hiçbir manzara görünmemektedir, ama penceresi, yüzdüğü ışığın içinde bağlam değiştiren dört yatay renge bakmaktadır. Saraydan disipline, dünyanın en büyük şairinden yedi yüz milyonuncu uysal amatöre dek bir yığın görüntü kaçışmaktadır ve bu da resmin kısa devre yapmasıdır.


(c. II, s. 707-715)






.
.
.
.

05 Haziran 2016

Hoimar Von Ditfurth - Dinazorların Sessiz Gecesi

.
.














.
.

Dinazorların Sessiz Gecesi  (1974)

Hoimar Von Ditfurth
(Çev. Veysel Atayman), Alan Yayıncılık, 1994 İstanbul


1. Kitap

12
Assam’da (Hint eyaleti) larva bırakma aşamasında, düşmanlarından kurtulmak için, … kendisini koruyan bir tırtıl yaşamaktadır. Kelebek araştırmacılarının Attacus Edwardsii adını verdikleri, üstü parlak, altı mat imparator ipeğini üreten tırtıldır bu.

Öteki birçok kelebek tırtılı gibi, bu tırtıl da, nemfa dönemi geldiğinde, kozanın içinde kelebekleşmeyi bekler. Bu ipekböceği ayrıca gizleyici örtü olarak bir de yaprak kullanır.

13
Tırtılın bu örtünme işini gerçekleştiriş tarzı, önceden belirlenmiş, belli bir hedefe yönelik amacın büyük ölçüde varlığına işaret eder gibidir. Çünkü yeşil, yaş bir yaprak, bir tırtılın onu bükerek koruyucu bir kabuk gibi örtünmesine olanak vermeyecek kadar esnek ve dengesizdir. Attacus tırtılı … kalkıp yaprağın sapını ısırır (ama daha önce yaprak düşmesin diye onu ipeğiyle dala bir güzel bağlar!). Bu girişimin kaçınılmaz sonucunda yaprak kurumaya başlar. Başka bir deyişle kuruyarak büzülür. Ama kuruyan bir yaprak aynı zamanda yuvarlaklaşır da. Birkaç saat sonra ipek böceği, içine girebileceği ideal bir yaprak boru elde etmiştir bile. … Buraya kadar bile oldukça şaşırtıcı, hayranlık uyandırıcı bir öyküdür bu; üstelik işin daha başında sayılırız.

Solmuş bir yaprak, “ambalaj” olarak gerçi tırtıla güvenilir bir korunak sunar, ama kuru yaprak öteki bütün yeşil yapraklar arasında hemen göze batmaktan da kurtulamayacaktır. … er ya da geç, kuşlardan biri böyle kuru bir yaprağı da inceleyecek ve içindeki lezzetli tırtılla karşılaşacaktır.

14
… imparator ipeğinin böceği, bu sorunu oldukça zekice, ama etkili bir biçimde çözmüştür. … Tırtıl, içine gireceği yapraktan başka, beş altı yaprağın daha sapını ısırarak bunları içinde yatacağı o yaprağın yanına yapıştırır. Böylelikle, dalda sarılmış, kuru altı-yedi yaprak yan yana sallanıp dururlar. … Kuşun larvayı ilk yoklamada bulma şansı 1/6’dır. Bu orandaki bir riziko güvencesi, kozasının içinde bilinçsiz ve hareketsiz uyuyan kelebek larvasına, hayatta kalma mücadelesinde oldukça büyük bir avantaj sağlar.

15
Bütün bunların ancak oldukça akıllı bir insanın hayatta kalabilmek için başvurabileceği yollar olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Oysa gerek merkezi sinir sisteminin ilkelliğini gerekse öteki davranışlarını göz önüne bulundurduğumuzda Attacus tırtılının ne belli bir amacı tasarlayabilmesi ne de bu doğrultuda akıl yürütebilmesi söz konusu olabilir.

17
… pratikte organik bir beyinden yoksun olan tırtılın akıllılığından söz etmek anlamsızdır. … Gene de … Belli bir amaca ve hedefe yöneliklik, gelecekteki olayları tahmin etme, kendi dışındaki canlı türlerinin olası davranışlarını ve tepkilerini hesaba katma, akıllılığın belirtileri değillerse nedirler?

18
Bu söylenenlerden … olağanüstü heyecan verici bir sonuç çıkmaktadır: Akıl (zekâ), bu dünyaya biz insanlarla birlikte gelmemiştir. Bu sonuç, öyle sanıyorum ki modern bilimlerden çıkarabileceğimiz en önemli ilkelerden birini dile getirmektedir. Belli bir amaca ve hedefe ulaşmaya çalışmak, ortam ile uyum sağlamak, öğrenmek, öğrendiğini sınamak, deneyimleri bellekte toplamak, hayal gücünü kullanmak ve yaratıcı buluşlar yapmak; bütün bu beceriler ve yetenekler, … bireysel beyinler ortaya çıkmadan önce vardırlar. … Akıl, hayal gücü, tasarlama, amaca yönelme becerisi, evrenin başlangıcından evren ile birlikte var oldukları için, doğa yalnızca hayatı değil, beyni ve bilinci yaratabilmiştir.

19
… doğa bilimlerinin ortaya çıkardığı bu gerçeğe bakarak canlı doğanın her alanında karşımıza çıkan düzenin ardında, onu dıştan düzenlemiş ya da düzenleyen, doğaüstü bir ruhun ve aklın var olduğu biçiminde aceleci sonuçlar çıkarmaktan kaçınmak gerekir.

20
Özellikle hayal gücü, yaratıcı buluş ya da gelecekteki olanak ve olasılıkların önceden kestirilmesi gibi etkinliklerin, bizim, yani insanın beyninin varlığını şart koştuğunu sanmamız bir yanılgı belirtisidir. Hint ipeklisinin tırtılı bize, evrende (Dünyada) bu türden işlemlerin en eski beyinlerden daha eski olduğunu kanıtlamaktadır.

38
Çevremizde bulduğumuz Dünyanın ve evrenin bütün zenginlikleri, çeşitlilikleri ve gizli nedenleriyle özellikle de biz insanların beyinlerinin kapasitesine sığmasını beklememizin ardında, ne büyük bir saflık yatıyor Bizden başka hiçbir canlıda bu serüvenci düşünceye rastlama olanağı yoktur. Dışımızdaki bütün öteki yaşama biçimlerinde, böyle bir beklentinin olanaksız olduğunu çok iyi bilmekteyiz.

39
Neandertal beyninin, onun göz algısının çok arkalarında kalan gerçekliğin parçalarını kavrayacak kadar gelişmemiş olduğunu kesinlikle iddia edebiliriz. Dünyanın büyük bölümlerinin bu ön insanın yaşantı alanı dışında kaldığını ya da ona göre yok sayılabileceğini ileri sürmek pek güç olmasa gerekir.

40
Ama söz konusu olan kendimizsek, aynı şeyleri düşünmekte nedense güçlük çekeriz. O zaman, bugüne kadar uzanagelen milyarlarca yıllık gelişme sanki yalnızca bizi şu anda bulunduğumuz gelişmişlik basamağına tırmandırabilme amacına hizmet etmiştir, diye düşünmekten kendimizi alamayız…

Gerçekte ise durumumuz, Neandertal insanınkiyle karşılaştırıldığında öyle dişe dokunur bir değişme göstermemiştir. … son 100 bin yılın bu ilerlemeleri, evrenin o korkunç boyutları ve içinde gözlemlenmesi gereken olay ve nesnelerin akıllar durdurucu karmaşıklığı ve bolluğu karşısında devede kulaktır.

92
… bundan yaklaşık 5-6 milyar yıl önce uzay tozu kütlelerinden, bugün üzerinde yaşadığımız gezegen doğdu. Varoluşunun ilk aşamasında bugünkünden birkaç kat büyük, gevşek dokulu bir toptu. Gittikçe artan ağırlığı yavaş yavaş büzülüp topaklaşmasına ve kütlesinin yoğunlaşmasına yol açmakla kalmadı, artan basınç, başlangıçta karmakarışık kütle yığınlarının içerdikleri radyoaktif elementlerin … etkisiyle, büyük bir ısınmaya yol açtı.

[Yaklaşık 4,5 milyar yıl önce dünyanın bugünkü görünümüne kavuştuğu düşünülüyor.]

155
…yerden 15 km yükseklikte 1000 metreküp havada ortalama 100 değişik mikroorganizma saptanmıştır. 25 km’de bu yoğunluk 15’e düşmektedir.

158
… yeryüzündeki deneylere göre daha yıllar önce kimi organizmalar mutlak sıfır noktası sayılan eksi 273 C’de bile hiçbir zarar görmeden yaşamsal işlevlerini sürdürebilmekteydiler.

163
Tüm belirtiler, tüm bulgular, tüm kanıtlar, hayatın doğuşunda öyle birdenbire ortaya çıkma gibi bir durumun kesinlikle söz konusu olmadığını apaçık göstermektedir.

165
… en uzak geçmişte bugün yeryüzünde rastladığımız elementlerin hemen hepsi vardı. Ne var ki bunlar birbirlerinden yalıtılmış değil de çeşitli kimyasal bileşimler halindeydiler. [gaz halinde yer alanlar: amonyak, metan, karbondioksit ve su].

166
Bu bağlamda her şeyin hidrojenle başladığını bir kez daha anımsatmakta fayda var.

172
Sorun metan, amonyak, su ve karbondioksit gibi dört temel bileşimden, proteinlerin, nükleik asitlerin ve hayatın bütün öteki karmaşık yapı taşlarının, bunları üretecek canlı öncülleri ortalarda yokken, nasıl türemiş olduklarını açıklayamamaktan kaynaklanıyordu.

173
(Chicagolu bir kimya öğrencisi Stanley Miller)
1953 yılında metan ve amonyağı bir araya getirdi, suyla karıştırdı. yeryüzünde birkaç milyar yıl önce egemen olan özgün koşulların aynısını kopya etmeyi aklına koymuştu, güneşin morötesi ışığı ve elektrik deşarjları, yani yıldırımlar, Miller ikincisini, yıldırımları seçti, yüksek gerilim uyguladı, 24 saat içinde bir dizi organizma bileşiminin yanı sıra çok önemli 3 amino asidin de meydana gelmesine yol açmıştı: Glisin, alanin ve asparajindi. … aminoasitler, biyolojinin vazgeçilmez temel öğeleri olan proteinlerin oluşumunu sağlayan moleküllerdir. Bütün bilinen proteinleri kuran aminoasit sayısı 20’dir. İşte Miller bu 20 aminoasitten üçünü elde etmişti.

194
Canlı ile cansız arasında, yaşayan ile yaşamayan, diri ile ölü doğa arasındaki çizgi gerçekten nereden geçmektedir?

197
… virüsler ilk bakışta kolay ve sorunsuz görünen bir ayrımı yapmaya ve doğanın canlı bölümü ile cansız bölümü arasına kesin bir çizgi çekmeye kalkıştığımızda, bu alanda geçerli bir tanım getirebilmenin ne kadar güç olduğunu göstermek bakımından da çok ilginç örneklerdir. Ayrıca biyolojik, yani canlı dünyaya özgü “üreme” ya da “çoğalma” kavramının canlılığın yeterli ve güvenilir bir belirtisi olabileceği düşüncesinin ne ölçüde yanıltıcı olduğunu da gene virüslerin varlığıyla kanıtlanmaktadır. Bu ve benzeri gerekçelerden ötürü son yıllarda biyoloji uzmanları canlı niteliğini belirleyebilme konusunda tanımlarını dayatabilecekleri yeni ölçütler aramaya başlamışlardır. … “enerjiyi düzenli bir biçimde dönüştürebilme” yeteneği…, “düzenli enerji dönüştürme mekanizmasına ilişkin bilgiyi başka bir özdeş sisteme aktarabilme yeteneği”…

198
… biyoloji uzmanları canlı niteliğini belirleyebilme konusunda tanımlarını dayatabilecekleri yeni ölçütler aramaya başlamışlardır. Bu bağlamda kullanılmaya başlanan yeni ölçütlerden biri enerjiyi düzenli bir biçimde dönüştürebilme yeteneğidir. Bir başkası ise, ‘düzenli enerji dönüştürme mekanizmasına ilişkin bilgiyi başka bir özdeş sisteme aktarabilme’ yeteneğidir. [canlı-cansız ayrımını tanımlayabilme güçlüğünün nedeni aslında çok basittir:] Canlı olmayanla canlı olanı birbirinden ayırt etmeye kalkışmak, aslında doğaya onun kendisinde bulunmayan bir duruma ilişkin dıştan bir müdahale ve bu müdahaleye bağlı bir kavram getirme anlamına gelmektedir. Gerçekten de böyle bir girişim doğaya, kendisinin tanımadığı sınırları yerleştirmekle eşanlamlıdır.

199
(Maddenin cansız durumdan canlı duruma geçtiğini varsaydığımız bölge…) … canlı olanın yeryüzünde ortaya çıkmasıyla birlikte, sanıldığı gibi yepyeni, temelden farklı ve beklenmedik bir şeyin birden kendini gösterdiği (bir durum yaşanmamıştır). (Hayat daha çok adım adım, basamak basamak ve gelişme zincirleri halkasında herhangi bir boşluk bırakmadan ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla hangi uğrakta, hangi noktada ve hangi durumda ortaya çıktığını söylemek olanaksızdır.)

Bugüne kadar bulunabilmiş en eski fosiller, çekirdeksiz algler türünden mineraller içindeki fosilleşmiş cisimlerdir ve bunların üç milyar yıldan daha uzun bir geçmişleri vardır. Ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar, bunlar bile oldukça karmaşık … organize edilmiş yaşam biçimlerini temsil etmektedirler.

209
Bundan yaklaşık 3,5 milyar yıl önce yeryüzünde canlıların görünmeye başladığı aşamada…

221
Mikroskoplarla organların hücrelerine ulaşan bilim adamları, sinir hücrelerinin yarım metreyi bulan uzantılarını da ortaya çıkarmakta gecikmediler. Bu kollar vücudun her noktasına ulaşırlarken, içlerinden elektrik sinyalleri geçiyor, bu sinyaller hücre yapıları öteki hücrelerden tamamen farklı beyin merkezi hücrelerinden yollanıyorlardı.

Bu yeni boyutların ortaya çıkartılması, bilim adamlarının hayat olayına tamamen değişik bir gözle bakmaya başlamalarına yol açtı. Daha önce çıplak gözle gördükleri insan, hayvan ve bitkilerin hayatı, aslında çıplak gözle görünmeyen milyonlarca, milyarlarca hücrenin ortak faaliyetinden başka bir şey değildi.

229
Bitkiler, hayvanlar ve insanlar yeni edinilmiş bilgilerin ışığında, ancak aracı aygıtlarla görülebilen sonsuz sayıda minik organizmaların (hücrelerin) bir araya gelmesiyle oluşmuş yapılar olarak benimsendiler. [Bu hücreler], bir araya gelerek oluşturdukları organik yapı sisteminin, başka deyişle, bireyin dışında kendi başlarına yaşayabilme yeteneğine sahip değillerdi…

249
Yeryüzündeki hayat tek bir kökten gelmiştir. (250) Bir şifrenin (kodun) yazılması için kullanılan dil, yani doğanın başvurduğu ifade sistemi, bütün canlılar için geçerlidir. Belli bir aminoasidin kurulması için gerekli buyruğu ileten bir baz-üçlü-öbeği ister bakteri, ister çiçek, ister balık, ister insan olsun, bütün canlılar dünyasında aynı aminoasidin kurulmasına yol açar.

254
… bizim sitokrom-c solunum enzimimiz ile Rhesus maymununkinin 104 aminoasitten oluşan diziliminin bir tek aminoasit dışında tıpatıp aynı oluşu, nispeten yakın bir akrabalığın belirtisidir. Köpekle aramızda 11 aminoasitlik bir fark bulunması, akrabalık bakımından nispeten birbirimize uzak oluşun bir göstergesidir. Bir balık, bize akraba olarak bakteriden daha yakındır, ama tavuktan daha uzak. Fırıncının kullandığı mayayla bile oldukça uzak bir akrabalığımız bulunduğu, ikimizin de aynı yaşama biçimini paylaşan bir aileye ait olduğumuz besbellidir. Maya ile aramızdaki bu derin akrabalık kimilerine ters ve inanılmaz gelse de, sitokrom-c enzim zincirinin üzerindeki aminoasitlerin bazılarının her iki durumda da aynı olması hiçbir şekilde rastlantıyla açıklanamayacağına göre, bize bu akrabalığı ‘kutlamak’ kalacaktır.

[Homo sapiens sapiens olan bizler ve primat akrabalarımız, o denli özel varlıklar değiliz; daha çok evrim sahnesine yeni çıkmış varlıklarız. İnsanların öteki yaşam biçimlerine olan benzerlikleri, farklılıklarından daha çarpıcıdır. Uçsuz bucaksız jeolojik çağlar boyunca süregelen derin bağlantılarımızın tiksinti değil, hayranlık uyandırması gerekir. (Ortakyaşam, 10)]


2. Kitap

19
… kloroplastlar sadece bitki hücrelerine özgü organellerdir; daha doğrusu bir hücrenin plazmasında 10 ile 20 arası kloroplastın yer alması, bu hücrenin bir bitki hücresi olduğu anlamına gelir.

20
İnsan ve hayvan, yaşamın üstesinden kloroplastsız gelmek zorundadırlar. Bu yüzden de sırf güneş ışığının enerjisiyle ayakta durabilmeleri sözkonusu olamaz.

27
… yeryüzündeki ilk canlı varlıklar, daha varolduklarından itibaren, kendilerini meydana getiren malzemeyi “yemeye” başlamışlardı. (28) Yeryüzünde hayat daha ortaya çıkar çıkmaz, handiyse kaçınılmaz görünen kıtlık tehlikesiyle burun buruna gelmişti.

54
Oksijensiz bir atmosfer, ultraviyole ışığının ve öteki enerji türlerinin etkisiyle, o ilkel okyanusların başlangıçta iyice “steril” sayılacak suları içinde git gide daha karmaşık molekülleri, sonunda da biyopolimerleri meydana getirdi. Bu moleküllerden ve polimerlerden ilk canlı hücreler oluşur oluşmaz, biyopolimerlerin birikimleri önü alınmaz bir biçimde gerilemeye başladı. Bunlar artık besin olarak öteki canlı hücrelere hizmet etmeye yöneldiler ve abiyotik yoldan ürediklerinden çok daha hızlı bir biçimde tükenmeye yüz tuttular. … besin krizi…

67
Yaklaşık 3,5 milyar yıl önce ilk çekirdeksiz hücreler ortaya çıkmış olmalılar. Daha yüksek düzlemdeki bir evrimin ürünü olan çok hücreli canlıların gelişmesi ise ancak bundan 3 milyar yıl sonra, yani günümüzden 600-700 milyon yıl önce başlamıştır. (68) Ve ilk omurgasız çok hücrelilerden insana kadar uzanagelen evrim içinse “sadece” 600-700 yıl kadar süren bir yol.

121
… ilk gerçek çok hücreli birey, ünlü “Volvox”tur. Volvox sayıları yüzleri hatta kimileyin binleri bulan kamçılı alg hücrelerinden oluşmuş bir birliktir.

123
(Volvox küreleri) … burada ölümsüz olanlar sadece üremeye yarayan çoğalma hücreleridirler. Öteki hücreler belli bir ömrü olan “bedeni” oluşturup, onunla birlikte yok olup giderler.

Bütün bu söylediklerimize bakarak, çok hücreli bir organizma bireyinin, dolayısıyla da biz insanların bedenlerinin, cinsellik hücrelerini paketleyen bir “ambalaj”dan öteye bir şey olmadığını ileri sürmek mümkündür. … bir ambalaj… bir kabuk…


3. Kitap

Dinazorların Sessiz Gecesi
Hoimar von Ditfurth
Alan Yayıncılık 1995 İstanbul

40
Anlaşılır nedenlerden ötürü her zaman, belli bir durumu kendi konumumuzdan ve koşullarımızdan, içinde bulunduğumuz anın perspektifinden hareket ederek değerlendirme eğilimi gösteririz. ... dilimizin kullanım alanında, bu hangi dil olursa olsun, farklılaştırma, ayırt etme, tanıma, öğrenme, seçme ve ayıklama anlamına gelen kavramlar bulunmaktadır... gerek bizim dilimizde gerekse yeryüzündeki konuşulan bütün dillerde, ayırtetme, tanıyıp öğrenme ve seçip ayıklama anlamına gelen kavramların bulunması, bu kavramların, bunların temelindeki düşünce yapılarının, doğuştan getirilmiş olmalarıyla açıklanabilir. Bu düşünce kategorilerinin insana doğuştan hazır gelmesi ise bu kategorilerin, canlı bir organizma ile onun çevresi arasındaki ilişkiyi daha evrimin başında belirlemiş olmalarının bir sonucudur. Ruhsal olay ve süreçlerin ortaya çıkmasından milyarlarca yıl önce, ilk sinir hücresinin varoluşundan milyar| arca yıl geride kalmış bir geçmişte, canlı birey ile çevresi arasındaki ilişkinin bu tekrar üstünde durduğumuz üç kategori tarafından belirleneceği kesindi. Bu kavramların, bugün bizim için taşıdıkları anlamların gizleyici örtüsü, başka deyişle, olup bitene içinde bulunduğumuz bilinçlilik konumundan bakmamız, kuralda, bunların dile getirdikleri ilişkilerin en başta psişik değil de biyolojik karakterli oldukları gerçeğini örtmektedir. Evrimde ortaya çıkan her şey, bu üç kavramın damgasını taşımaktadır; daha net söyleyecek olursak, bu üç kavramın sonucudur.

45
"Görülebilir ışığın" elektromanyetik dalgalar spektrumu içindeki payının ne kadar küçük olduğunu düşünmek bile, görme duyunuza bakarak, gerçeklik diye yaşadığımızşeyin, asıl dünyanın minicik bir bölümünü oluşturduğunu anlamamıza yeter.

46
"olabildiğince az, sadece ille de gerektiği kadar dış dünya" ilkesi... Beynimiz de başlangıçta dünyayı anlamaya değil, onu taşıyan canlıyı ayakta tutmaya yarayan, o günkü ihtiyaca cevap veren bir organdı.

[Tat alma duyusu, 46-54]

121
Biz, bütün öteki canlılar gibi, şu halimizle, önceden tasarlanmış bir planın sonucu olmayıp, sürekli olarak ve ancak ortaya çıktıktan sonra düzeltilen kusurların ürünüyüz.

130
Bitkiler hareketsiz oldukları için göze ihtiyaçları yoktur. … başka hayatları yok etmeden beslenebilen biricik dünya canlılarıdırlar.

131
… bitkiler besin zincirinin ilk halkasını oluştururlar. Bunlar, güneşten gelen enerjiyi dönüştürerek sonunda etoburlar da dahil olmak üzere bütün canlıların kullanabileceği hale getiren vazgeçilmez aktarım “antenleridirler”.

136
Dış dünya ile kurulmuş ilk ve en ilkel ilişkiden başlayıp, algılama organlarımıza kadar uzana gelen gelişmeyi bir kıstas olarak alırsak, aradan geçen 4 milyar yılın ardından rekorun görme duyumumuzda olduğunu kolaylıkla kavrarız. Bir tek bu duyu, ötekilerden farklı olarak hemen hemen sadece salt bir dış "nesneye" dönük duyum olma özelliği kazanmıştır. Böyle salt dış nesneye dönük bir optik duyum geliştirebilmemizin tek nedeni, ışığın, bugünkü konumumuzdan kavramaya kalktığımızda, bizim İçin, biyolojik anlamı çok azalmış bir çevre özelliği olmasıdır. ... İşe böyle baktığımızda, gözlerimizi bitkilere borçluyuz da diyebiliriz.

137
Işık bizi biyolojik bir büyüklük (miktar) olarak belli bir anlamda hiç ilgilendirmemektedir. Bitkiler, … başımızdan bu derdi almışlardır! İşe böyle baktığımızda, gözlerimizi bitkilere borçluyuz da diyebiliriz.

146
Nesne özneye dönüşüyor.
... evrimin belli bir uyarımı hayat bakımından işlevsel kılabilmesi için, bu uyarımın son derece güncel ve hayati bir önem taşıyor olması gerekmişti. Ama işte bu alabildiğine sınırlı arzın içindeki belli uyarımlar, denemeden başarıyla çıkmayı becerdiler. Gelişme bu arzın içindeki uyarımların biyolojik önemlerini de minik adımlarla azalta azalta, onların biyolojik işlevlerini sonunda tamamen geri plana itmeyi başardı. Biyolojik kökenli uyarımların yerini, dış dünyanın bir imgesi, kopyası anlamında, dolaylı (soyut) enformasyon taşı yan uyarımlar aldı.

Dışa bağımlı, edilgen nesne, dışa yön verecek etken özneye dönüşüyordu. ... Organizmanın, çevresinden bağımsızlaşması süreci...

149
... bitkilerin tamamen kendilerine özgü madde özümseme süreçleri, onu hayat verici bir enerji kaynağı olarak kullanmanın dışında, ışıktan herhangi başka bir yararlanmalarını kesinlikle önlemiştir.

… bitkiler hiç değilse yiyeceklerinin peşinden koşmak zorunda kalmamışlardır.

157
[Bitki-Hayvan'lar]
(150) Euglena, bitkilerin güneş ışığı topladıkları kloroplast organellerine sahiptir. Bu sayede Euglena, fotosentez yoluyla beslenir; dolayısıyla güneş enerjisi yardımıyla, inorganik maddeleri organik maddelere dönüştürebilir.

Euglena'yı bir bitkinin özellikleri konusunda uzmanlaşmış bir organizma saysak bile, bu organizmalardan, yani hücrelerden oluşmuş bir kültürü, gölgelik bir yerde tuttuğumuzda karşımızda bir bitki olduğunu ileri sürmemiz güçleşebilir. Çünkü gerçek bitki hücreleri koloniler halinde gölgede uzun süre ayakta kalamazlar. Oysa Euglena farklı davranmaktadır. Euglena'yı ışıktan çıkartıp gölgeye aldığımızda, fotosentez olayının gerçekleştiği kloroplastlar ağır ağır yaşama yeteneklerini yitirirler, ama hücrelerde yavaş yavaş, hem de hiç zarara uğramadan hayvansal bir beslenme tarzına yönelip, ...hayat enerjilerini parçaladıkları bakterilerden ve başka organik malzemeden elde ederler. Bu özellikleri tanımlayıcı terimle "heterotrof" bir süreç gerçekleştirirler.

171
[Retina ancak sürekli olarak hareket yani titreşim halinde bulunması durumunda görüntü oluşturabilir.) Göz doktorları, gözümüzün kış durmaksızın ince ve hızlı titreşimlerle hareket ettiğini (keşfetmişlerdi). ... gözümüz, saniyede elli titreşim yapmaktaydı yaklaşık. (Eğer bu titreşim gerçekleşmez ise 2 saniye sonra göz görme yeteneğini kaybeder.), (astronotlar yerçekiminin ortadan kalkmasıyla göz titremelerindeki hızın artmasından dolayı, yaklaşık 150km öteden dünyayı daha net görebilmişlerdir.), (saniyede 50 Hertzlik titreşim ne balıklarda, ne kuşlarda, ne sürüngenlerde ne de amfibi hayvanlarda bulunmaktadır.)

179
(Schipperheyn, 15 saniye sonra, kurbağa soluk alıp verse de, retina üzerindeki sinyal akışının kendiliğinden kesildiğini tespit etmiştir.)

180
"Olabildiğince az dış dünya ile yetinme" ilkesi... Evrimin bu aşamasında, hareketin dışında, göz retinası üzerinde oluşan öteki dış dünya nesnelerine ilişkin bilgiler, beyni boşu boşuna meşgul eden lüzumsuz görüntülerden başka bir şey değillerdi.
(Gözümüz örneğin bir metin okurken sadece odaklandığı harfleri net görür. sağdaki, soldaki, alttaki, üstteki harfler gittikçe flulaşır). (181) Göz bebeğinin tam karşısına gelen retina bölgesinin, fovea centralis'in| gerçek net görüntü oluşturabildiğimiz bu alanın çapı sadece 0. 2 milimetredir. Buradaki minicik nokta içine toplanmış ışık hücrelerinin hepsi değilse bile gene de çoğu, tek bir iletici sinir hücresiyle görme merkezine bağlıdırlar.... Retina üzerinde ortalama 100 hücre, topladıkları enformasyonu, "aynı tek kaba" doldurarak beyne yollarlar


4. Kitap

Dinazorların Sessiz Gecesi
Hoimar von Ditfurth

17
Doğuştan gelme, türe özgü bu programlara "içgüdü" diyoruz. İçgüdüler, doğuştan gelme "deneyimlerden" başka bir şey değillerdir. Bireyin, kendine yarayan davranışları seçerek biriktirdiği deneyimler değillerdir bunlar; onun ait olduğu türün yüz milyonlarca yıl içinde topladığı deneyimlerdir. Bu işin içinde öyle doğaüstü metafizikle ilintili bir yan aramak beyhudedir. Sadece düşünce tarihi geleneği içinde oluşmuş olan ve bedensel, maddi gelişme ile ruhsal gelişmeyi birbirinden tamamen kopuk, iki ayrı boyut olarak algılamamıza yol açan bir önyargıya öylesine paçamızı kaptırmışızdır ki, içgüdülerin, öteki deyişle paket programların oluşum süreçlerini sırf bu yüzden kavramakta güçlük çekeriz.

18
Belki de "deneyimlerin kalıtımla miras alınması" düşüncesinin yerine belli beyin yapılarının kalıtımla miras alınması düşüncesini koyduğunuzda, bildiğimiz kadarıyla çoğu kimseyi zorlayan psikolojik engel ve dirençlerin de ortadan kalkması daha kolaylaşabilir.

19

... orta beyinde depolanmış bir program, türün evrim boyunca biriktirdiği deneyimlerle eşanlamlıdır. Tür, birey değildir. Orta beynin gelişme aşamasında, ortalıkta henüz özne yoktur.
.
.
.
.


31 Mayıs 2016

Afşar Timuçin - Gerçekçi Düşüncenin Gelişimi

.
.


.
.

Gerçekçi Düşüncenin Gelişimi

Afşar Timuçin

De Yayınevi, 1986 Ankara

Bacon ve Hobbes


XVII. Yüzyıl Felsefesine Giriş: Uscu ve Mekanikçi Yönelimler

XVII. Yüzyılın Genel Görünümü
117
[Avrupa], [savaş, sanayi ve ticaret, sömürgecilik], [doğaya ve insana tutkuyla yönelim]

Siyasal bütünleşme çabası
118
[mutlakyönetim, düşünce özgürlüğü koşullarından yoksunluk]

Toplumsal birlik ve düzen fikri /matematiğe yöneliş
120
[canlıcılıktan mekanikçi kavrayışa…] O dönemin başta Galileo Galilei, Descartes, Hobbes, Gassendi olmak üzere tüm filozofları mekanikçiydiler.

“Felsefe, gözlerimizin önünde sürekli açık duran o koca kitapta (evrende demek istiyorum) yazılıdır, önce bu dili anlamayı öğrenmeden, yazıldığı harfleri tanımayı öğrenmeden anlayamayız onu. Matematiğin diliyle yazılmıştır o. Harfleri de üçgenler, daireler ve öbür geometrik biçimlerdir. Bunlarsız tek sözü anlama olanağımız yoktur.”     Galileo Galilei

121
[Gassendi]
… XVII. Yüzyılda atomculuğun en büyük savunucusu Gassendi’dir.

[Aristoteles felsefesi ile Aristotelesçilik arasındaki ayrım]

123
Algı nesnel dünyanın öznelde yarattığı imgedir. … algı doğru ya da yanlış da değildir, o bizim doğru ve yanlış yargılarımızın kaynağıdır.

124
Organik olmayan maddeden organik olana, canlı maddeden bilinçli maddeye doğru da bir geçiş söz konusudur. Böylece ruh dediğimiz şey Gassendi’de son derece incelmiş maddesel bir tözdür.

[Francis Bacon] [1561 - 1626]
128
Bacon, felsefe uğraşısıyla siyaset mesleğini bağdaştırmaya çalışırken felsefede eksikli kalmış, siyasette de güçlüklere uğramış bir soyludur.

130
[Bacon’a göre] Yunan felsefesinde ahlak sorunları, Roma düşüncesinde hukukun üstünlüğü, Ortaçağ hıristiyan anlayışlarında Tanrı temellendirmesi başlıca yeri almış, doğayla ilgili konulara pek yer verilmemiştir. Üstelik bütün bu devinimler insan usunun üstünlüğünü abartarak deneyi neredeyse araştırmanın dışına çıkarmışlardır.

Bacon’a göre kesinliklere ancak kuşkudan yola çıkıldığı zaman varılabilir. Buna karşılık kesinliklerden yola çıktığımız zaman kuşkulu durumlarla karşılaşmamız kaçınılmaz olur. … Bacon için, kuşkunun getireceği sallantılı durumun sıkıntısına belli bir süre katlanmayı becerebilmek önemlidir, gerçek anlamda kesinliği bulana kadar.

131
Bacon, insan zihniyle doğa arasına kesin bir ayrım koyar.

novum organum

132
[doğa tarihiyle uygarlık tarihini birbirinden ayırmak gerekir.], [diğerleri: felsefe ve imgelem bilimi (şiir)].

133
Bilimin amacı doğayı öğrenerek ya da Bacon’ın deyişiyle doğaya başeğerek doğayı değiştirmek olmalıdır.

134
İnsan doğayı incelemeye yönelmeden önce sanılarını ya da önyargılarını yani idola’sını zihninden atmayı bilmelidir. … [Bacon,] insan doğasının yol açtığı yani insanlık için ortak olan yanılgıları idola tribus (soy idolleri) olarak adlandırır.

[idola specus] (mağara idolleri) Kişilik yapımız, eğitimimiz, bulunduğumuz ortam, sahip olduğumuz ayrıştırma ve benzetme anlayışı bu yanılgıları kolaylaştırır. … Gündelik konuşmadan, daha çok onun bozulmuş biçimlerinden gelen yanılgıları da idola fori (çarşı idolleri) diye belirler. Bu yanılgılar sözün düşünceyi etkilemesinden doğarlar yani dilden kaynaklanırlar (Skolastik düşünce). … Bir de felsefeden ya da felsefe dizgelerinden gelen yanılgılar vardır; filozof bunları da idola theatri (tiyatro idolleri) diye belirler (Sofistler). [Yazılı deney önemlidir, belleğimiz bizi her zaman yanıltabilir], [elden geldiğince çok deney yapılmalıdır]

Böylece doğaya yönelişimizle bir olgular yığını karşısında kalmış oluruz. Bu olgular arasından doğa yasalarını süzüp çıkarabilmek için üç tablo yasası’nı kullanmamız gerekir. Birinci tablo olanlar tablosu’dur, burada bir olayın gerçekleşmesi sırasında ortaya çıkan durumlar gözlemlenir ve saptanır. İkinci tabloda, olmayanlar tablosu’nda olayın olmadığı zamanlarda ortaya çıkan benzer olaylar gözlemlenir. Üçüncü tablo olan dereceler tablosu’nda da olay değiştikçe ortaya çıkan benzer olaylar belirlenir. Bütün bu çalışmalar tek tek olaylardan genel bir sonuç çıkarmaya dayanan tümevarım yöntemiyle gerçekleşir.

Tümevarım bize olayların özünü ya da Bacon’ın deyişiyle biçimini kavratacaktır. … “Biçim burada derin bir tözsel gerçekliği, soyut bir kavramla sezilebilir olan ve göstermeci tasımın tanımından çıkarabileceği özelliklerin zorunlu kaynağı olan bir gerçekliği belirlemez. Biçim, Bacon’a göre, şey’in kendisidir, ipsissimares’dir, gerçek şey’dir … bu gerçek biçim tümevarımların kalıntısı gibidir, birçok arındırma işleminden sonra karninin dibinde kalan kimyasal bir tortuyu andırır” (Thonnard).

136
“Şeylerin biçimi olan bu kalıntı olgu Bacon^da maddenin belli bir düzenlenişiyle özdeşleştirilmiştir, Bacon bunu latens schematismus (örtülü şemacılık) diye adlandırır. Bu şey ortaya çıkarıldığı zaman gerçek özgül ayrımların belirlenmesiyle, tanıtlamalı olmayan ama özsel olan gerçek tanımlama yapılabilecektir; böylece şeylerin kurucu yasasına sahip olunabilecektir…  … Aristoteles’in Tanrı’yı adlandırdığı biçimde doğayı bütünü içinde ‘arı edim’ diye adlandıran Bacon, biçim’i lex actus puri (arı edimin yasası) olarak adlandırır. Ancak, doğanın gizlerini söküp çıkarmak zordur; doğa gözlerimizin önünde sayısız düzenini gerçekleştirir, ama bunu gerçekliği bir ölçüde bizden gizleyen processus latens’le (örtülü süreçler) yapar. Bu süreçler etkin nedenler’dir, bu etkin nedenler geçici olarak yetinmemiz gereken ve özel fiziğin konusu olan şeylerdir” (Thonnard).

137
Olumculuğa yönelik olan ama henüz tam anlamında olumcu nitelikler taşımayan  Bacon, … olumculuğun temel ilkesi olan ve elbette çok daha sonra ortaya konulacak olan göreli bilginin dışında bilgi yoktur ilkesiyle tersleşerek mutlak bilginin peşine düşer…

139
“… Novum scientiarum organon… Yeni felsefe bu iskeletin üzerine kuruldu” (Voltaire).


[Thomas Hobbes] [1588 - 1679] … İngilizlerin gerek düşüncede gerek eylemde siyasete en çok merak salmış filozofudur. … gelişmekte olan özgürlükçü devinimlere karşı çıkarak mutlakyönetimi savunmuş, bu yolda başı derde girince yani krala karşı olanların öfkesi karşısında tutunamaz olunca … [Paris’e gitmiştir].

140
Hobbes, Bacon deneyciliğiyle Descartes’ın matematiğe dayalı yöntem anlayışını bağdaştırmaya çalışırken olumculuğun temellerini atmıştır. … Hobbes her şeyden önce bir doğa filozofudur, bir devinim filozofudur.

141
O, dış dünyanın insan bedeni üzerindeki etkisini incelerken ses, koku, tad gibi duyulur niteliklerin eşyanın niteliği olmadığını, öznenin dış etkiyi almasıyla öznede ortaya çıkan bir oluşum olduğunu bildirir. … O, [dış dünyanın yasalarını değil], daha çok dış dünyanın algı üzerinde ve zihin üzerinde ne gibi etkilerde bulunduğunu araştırır.

142
Tanrı'nın varlığı Hobbes'da nedensellik ilkesine göre kanıtlanır: her nedenin bir nedeni, o nedenin de bir nedeni vardır; böylece nedenler zincirinde gide gide kendi dışında bir nedeni bulunmayan Tanrı'ya ulaşırız.

143
… Hobbes her usavurmayı bir hesaplama olarak, bir toplama ve çıkarma olarak değerlendirir. Matematikte sayılar, usavurmada adlar geçerlidir. Bu adlar cisimleri bazı özellikleriyle belirlemektedirler. Bir yargıda bulunmak ya da bir başka deyişle bir önerme ortaya koymak bir toplama yapmaktır, iki adı toplamaktır. Bir tasım* ortaya koymak da iki önermeyi toplamaktır. Gösterme de birçok tasımı toplamaktır. … her felsefe çalışması ya da her bilim çalışması önermeler, tasımlar, göstermeler çerçevesinde toplama ve çıkarmalar yapmaktan başka bir şey değildir.

* [tasım  gerçekliği mutlak öngörülen iki varsayımdan yola çıkarak yeni bir gerçeklik elde etme fiili. özellikle teorik fizik ve matematik teorilerinde atıp tutmayı meşrulaştıran bilimsel bir kavramdır; iki (veya daha fazla) öncül ve bir sonuçtan oluşan önermeler bütünü....; aristoteles, tasımı, kendisinden hareket edilen öncüllerin bilgisel değerine göre dörde ayırır: 1- tanıtlayıcı tasım: dayandığı öncüller hem ilk, hem de doğrudur. 2- diyalektik tasım: itibar edilir kaynaklara dayanan öncüller ve bu öncüllerden yapılan çıkarım. 3- tartışmacı tasım: dayandığı öncüller, kanı* olmadığı halde, kanıymış gibi görünen tasımdır. 4- yanıltıcı tasım: dayandığı öncüller ne doğru, ne ilk ne de kanıdır. ilk iki tür tasım, doğru, diğer ikisi yanlış akıl yürütme araçları olarak kabul edilir. ekşi]

Hobbes, felsefede ya da bilimde adlardan göstermelere kadar uzanan basamaklı bir yol izlerken tüm bilimselliği ya da düşünselliği adlar üzerine temellendirmeye çalışır.

144
Özel adlar tek bir şeyi belirler: "Ankara"… Genel adlarsa bir bireyler topluluğunu ortaya koyarlar. "Tava" dediğim zaman bir tavalar topluluğunu düşünürüm. … Hobes, tam tamına Aristotelesci bir tutum içinde, tek bir şeye uyan iki adla bir doğru önermenin, tek bir şeye uymayan iki adla bir yanlış önermenin kurulduğunu bildirir. … bilimsel çalışmada iki ayrı yöntem belirler: bileştirme ve ayrıştırma yöntemi. Ayrıştırmada deneyden yola çıkarak kavramlar ve tanımlar belirlenir. Tümdengelim yöntemi de diyebileceğimiz bileştirmede fikirlerden gerçekliklere doğru ilerlenir. …

Cisimler arasında sürekli bir etkileşim söz konusudur… bir cismin nitelikleri bir başka cisimde değişiklikler oluşturur. Bir cisimde bir cismi etkileyen nitelikler toplamını biz neden diye adlandırırız. … Her şey evrende gereklere göre düzenlenmiştir. Özgürlük ya da rastlantı diye bir şey yoktur. Bizim bunları var sayışımız nedenlerden haberli olmamamızdan gelir.

145
Her şey cisimsel olduğuna göre ruhumuz da cisimsel olmalıdır [ince yapılı bir şey olması gerekir]. Ruhumuzun iki tür edimi vardır [biri bilgiyle, diğeri eylemle ilgilidir]. Bilgi edimi dış nedenlerin duyu organlarımız üzerinde yaptığı etkiyle başlar. Be etki duyulur nitelikler olarak beyne taşınır ve beyinde izler olarak yerleşir. Beyin bu izleri sonradan imgelere dönüştürür. İmgeler bir araya gelerek bir bütün oluştururlar.

[Bilgi edinmede edilgin olan ruh] dış dünya karşısında etkinliğini eylemle gerçekleştirir. Eylem bizi toplumsal yaşama bağlar. [toplumsallaşmadan önce bu eylemler tutkularla gerçekleşiyordu]. Doğal durumdan toplumsal duruma geçmiş olan insanın eylemleri ahlâki ve siyasal boyutlar kazanmıştır. Hobbes'da siyasal yaşam her şeyden önce ahlâki bir değer taşır, buna göre ahlâk alanını siyasi alandan ayırmak olası değildir.

146
Doğal durumda olsun toplumsal durumda olsun, yaşam temelde insanın bencil eğilimleriyle koşullanmıştır. Gerçekte insan yaşamında özgecilik* diye bir şey yoktur.

* [bir kimsenin başkalarının çıkarları adına kendi çıkarlarından vermesi. bencillik'in karşıtıdır, ekşi]

Dünyada herkesin birbirinin gözünü oyması da açıkça gösterir bunu. Bencillik gerçekte iyidir …insana dünyadan yararlanma eğilimi kazandırır. … Bencillik insanı yararlıya yöneltirken, yararlıya yöneliş de hukukun temelini oluşturacaktır.

… bencilliklerin düşünsel güç ve fizik güç açısından eşit durumda bulunan bireylerce ortaya konuluyor olması insan yaşamını büyük açmazlardan koruyacaktır.

147
Mutlakyönetim [Mutlak monarşi] inancı Hobbes'da siyaset felsefesinin temelini kurar. … hükümdara sonsuz haklar tanıyan mutlakyönetim… [Hükümdar] yasaları yapacak, yasalara uymayacaktır.


[Toplum bir toplumsal anlaşma çerçevesinde düzenlenmelidir. Çünkü insan doğal olarak toplumsallığa uyarlı bir varlık değildir.], [Doğal durumda herkes kendini korumak isterken hiç kimse korunamayacaktır. İç savaşlar bunu kanıtlar]


.
.
.
.