13 Kasım 2012

Pierre Bourdieu - Sanat Sevdası

.

.
Pierre Bourdieu ve Alain Darbel
Sanat Sevdası
Avrupa Sanat Merkezleri ve Ziyaretçi Kitlesi
Çev. Sertaç Canbolat
Metis Yayınları 2011 İstanbul

13.
"Vaktiyle aristokratların kalesi olan bir yer [müze] gitgide sokaktaki insanın buluşma noktası haline geldi.." UNESCO

Sanat dininin de şeriatçıları ve yenilikçileri vardır, ama bunlar kültürel selamet sorununu hidayet veya kerem diliyle ifade etmekte uzlaşırlar. Pierre Francastel şöyle yazıyor: "Genel olarak şu saptamayı yapmamız gerek; müzik kulağı yok denen kişiler olduğu genel kabul gördüğü halde, herkes kendisinin biçimleri kendiliğinden doğru gördüğünü düşünür. Oysa böyle değildir, biçimleri ve renkleri göremeyen zeki insanların çokluğu şaşırtıcıdır; kültürü kıt kişilerin ise gözü sağlamdır." Selamet sofusunun sesi değil mi bu? "Kalbin kendine özgü bir düzeni vardır; aklın ise esası ve serimlenmesi itibariyle bambaşka bir düzeni." Kimilerine seçilmişliğin gösterge ve niteliklerini atfederken, eğitimsizlerin ve çocukların o ilahi saflıklarını övmeye vardıran da aynı mantıktır: "Bilgelik, bizi çocukluğa götürür", (14) "Akla başvurmadan inanmış saf insanlar görmek sizi şaşırtmasın." Estetik deneyimin mistik temsili de aynı şekilde kimilerini, adına "göz" dedikleri şu sanat basiretini seçkinci bir tavırla sadece birkaç seçilmişe uygun görmeye, başka nitelikleriyse cömert bir tavırla "akıldan yoksun kimselere" atfetmeye yöneltebiliyor.

Buradan şu sonuca varılabilir: Gelenekçiler ile modernistler arasındaki karşıtlık, gerçekte değil, görünüşte olan bir karşıtlıktır. Gelenekçiler, sanat dininin mekân ve araçlarından, müminlerin inayete ereceği hal dışında bir şey beklememektedir. Mahrumiyet ve perhiz, vuslata erdiren çile için cesaret verir. ... Her şey istidat ve kabiliyete bağlıyken -öğrenilemeyecek bir şeyin akılcı bir eğitimi de olamayacağına göre- sadece kimilerinde bulunan kuvvelerin fiile geçmesine yardımcı olacak koşulları yaratmaktan başka ne yapılabilir ki?

15.
Erwin Panofsky anlatıyor: "Aziz Bernard 'Mihrapta altının ne işi var?' diye hiddetlenince, Suger kendisi idarenin başındayken alınmış o muhteşem kıyafetlerin ve kutsal kaselerin kiliseye getirilmesini ister (...). Dünyevi olanı Tanrı'nın evinden uzak tutmak Sger'nin anlayışına çok uzaktı; olabildiğince büyük bir kalabalığa kapılarını açmak istiyordu... Meraklı kitleyi kutsal eşyalardan uzak tutmayı haksızlık eddediyordu: Kutsal emanetleri mümkün mertebe 'asilce' sergilemek arzusundayken, tek endişesi, itiş kakış ve curcunanın önlenebilmesiydi." Günümüze gelirsek, eserle bütünleşmenin biricik yolunun Çile çekme ayini ve Cîteaux tarikatı meşrebince perhiz olmadığını savunanlar ve müminlere bu kadar sarp olmayan yollar önerenler tam da böylesi bir himayeden -değerli taşlar, nadir vazolar, vitraylar, mineler ve kumaşlar satın almasıyla "çağdaş müze müdürünün kişisel çıkar gözetmeyen açgözlülüğünün öncüsü" olan Suger'nin himayesinden- dem vurabiliyorlar. Eserin tek başına, iyi yaradılışlı ruhları doğru yola çekmeye veya o yolda kalmaya ikna edecek kadar mucize içerdiği inancından esinlenmiyorlar mı bunlar da onun gibi? Hepsi de anagogicus mos (*anagogie: Kutsal metinlerin ilahi anlamlarını yorumlamak. "aşağı olandan (bu dünyadan) ruhani -yüksek, Tanrısal- olana ulaşılan yol.) yolunun, maddi eserlerin ahengine ve nuruna (compactio et claritas), "maddi olanı maddi olmayan intikal ettirerek ilahi ilhama eriştirme kudretini atfeden bu yüceltme yönteminin savunucusu değil mi?

"Nesneler plastik bir değer taşıyorsa öyle bir telkin gücü barındırırlar ki, dikkati o değerde toplamak, dikkati o değerden uzaklaştırmaktan çok daha kolaydır (...). Var olabilmek için, nesne haz almaya olanak tanımalıdır." (16) "Müze, dalgın ziyaretçisine yüce eserlerle karşılaştığında titremeyi telkin eden bir mekân olmalıdır." "Turizmin asıl mıknatısı, tarih ve sanat merakıdır." "Nesnelerin doğrudan izlenimini kullanarak öğretmek gibi benzersiz bir olanaktan yararlanmak dururken, az çok yüzeysel birtakım bilgileri tamamen düşünsel kavramlar aracılığıyla aktarmak isteyen bir dizi öğretim tekniği arasında insan kaybolup gidiyor. Böyle didaktik yöntemlerle ziyaretçinin ruhuna nüfuz etmek zaten asla mümkün olamaz." En coşkulu tanıklar, resim eserinin çekim gücünün bugün iki katına çıkmış olduğuna kendilerini inandırmak için, uygarlığımızın görüntüye verdiği yeri kanıt gösteriyorlar.

Zamanı geldiği için Sanatın Krallığı'nın dünyaya hükmettiği şimdiden görülebiliyor: "Devletlerin dikkatini ısrarla ve ciddiyetle bu noktaya çekmek, artık manevi bir açlığın pençesinde kıvranan, yeni bir yeryüzü nimeti arzulayan çağdaş toplumların bu yeni ve zorunlu ihtiyaçlarına cevap vermeleri açısından şarttır." Bu selamet inancı doğaldır ki ahiretten haberlerle taçlanıyor.

17.
Kısacası, kültürel selametin bahtını keremin uçsuz bucaksız tesadüflerine veya daha da iyisi "istidatların" keyfine bırakmada eskiler ve modernler tam bir uyum içinde. Kendileri ve başkaları için kültürden bahsedenler, yani eğitimliler, adeta kader mantığı dışında bir kültürel selamet düşünemiyorlar, erdemleri sonradan edinilmiş olunca gözden düşüyor galiba, bu adamların kültür tasavvurlarının tek amacı çok kültürlü bir ihtiyarın şu sözüne inanmak için gerekli izni koparmak sanki: "Eğitim doğuştandır."

[din, şeriat, selamet, hidayet, kerem, sofu, seçilmiş, ilahi, inanmış, mistik, mümin, inayet, perhiz, vuslat, çile, istidat, kuvve, ayin, ruh, mucize, nur, ilham, kudret, ahiret, baht, kerem, kader]

Araştırmanın Aşamaları

18
Elimizde kültürel dağılım süreçlerini inceleyen... Avrupa müzelerinin ziyaretçi kitlesi üzerine, bu kitleye mensup olanların eğitim durumları ile toplumsal konumlarının ayırt edici özelliklerini, müze konusundaki tutumlarını ve sanatsal seçimlerini ele alacak sistematik bir soruşturmayı, tutarlı bir kuramsal önermeler sistemi ile -geçerliliği ölçülecek varsayımlara uyan değil, bu varsayımlar tarafından üretilen- tutarlı bir olgular sistemini ... tasarlamak mümkün oldu.

Bireylerin birtakım değerlere bağlı oldukları, en soylu gördükleri cevaba farkında bile olmadan yönlenerek kendilerine de değer atfetme yolunu tuttukları bir alanda, çok basit bir soru çizelgesinin kullanılması şarttı. ... estetiğe dair felsefi bir bilinmezcilik tutumu...

19
... temsil örneklemi seçiminde yirmi bir müzenin kullanılması...

22
Okul gezileri ile turistlerin grup halinde ziyaretleri şöyle bir sorun doğuruyordu: Grubun her üyesine, oraya bağımsız olarak gelmiş bir ziyaretçiyle aynı ağırlık mı tanınacaktı?

23
kimi soruları boş bırakanlar... "Cevaplanmayan soruların"...
... ziyaretlerin nedenleri ve koşulları hakkında sorular ziyaretçilerin çoğunluğuna olan bitene dair birer soru gibi görünüyor, ama üst sınıfın kaymak tabakası burada bir art niyet olduğundan kuşkulanabiliyor: Müzeyi gezmenin bir soylu nedenleri vardır, bir de o kadar soylu olmayan nedenleri...

24
1000 anketlik bir örneklem çözümlemesi ardından, mekanografiye dayalı bir bilgi işleme programının hazırlanması ... faktoryel analiz programı... bağlaşım matrisleri ... ortalam ve standart sapma ... "özdeğer" ve "özyöney" hesabı...

mekanografi: The variation of the ground reaction forces over the time of a motion like typical every day movements (e.g. chair rise or jumps) are measured and centre of gravity related physical parameters like relative maximum forces, velocity, power output, kinetic energy, potential energy, height of jump or whole body stiffness are calculated.

dar örneklemlere dayalı soruşturma tekrarları

1965 tarihli bir soruşturma kerteriz alınarak bütün bu sonuçların son bir sağlaması yapıldı.

kerteriz: herhangi bir cismin yönü ile esas alınan yön arasındaki açı.

26
Bu kitabı eline alan ilk kişi, ilk okurumuz, matematik sembollerle dolu sayfalar karşısında, Matematik Maceraları'nda Kosinüs Hoca'nın U=O formülüne varan uzun tanıtlamasını gören şu Christophe karakteri gibi kalakaldığını, metni okumanın bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek gibi bir iş olduğunu söyledi. ... "Doğa bilimleri," diyordu Henri Poincaré, "ulaştıkları sonuçlardan, toplum bilimleri ise yöntemlerinden" bahsederler. Bu nükteyi bir kez olsun boşa çıkarmak için doğruca sonuçlara, üstelik aynı biçimde kesin iki yöntemin çok yakın ittifakı olmadan elde edilemeyecek olan kimi sonuçlara gönderme yapmakla yetineceğiz.*
* (dipnot) Matematik uslamlamaların temel evreleri ve ulaştıkları nokta daha sonra gündelik dille ifade edildiğinden, okuyucular söz konusu paragrafları atladıklarında metnin ana hattını kaybetmiş olmayacaktır.

27
... istatistik kaynaklarındaki belirsizlik veya boşluklardan kaynaklanan sorunlar...

29
Ziyaretçilerin gelir düzeyleri, toplumsal statüleri ve eğitim durumlarına ilişkin özgül nitelikleri ile müzelerin gezilmesi arasında amprik olarak saptanan ilişkilerin çözümlenmesi, müze gezilerini belirleyen veya özendiren etmenler toplamının kavranmasına, her birinin göreli ağırlığının tayin edilmesine ve aralarındaki ilişkilerin oluşturduğu yapının kurulmasına olanak sağladığına göre (ilk kısım: Kültürel Hayatın Toplumsal Koşulları), bu açıklayıcı etmenlerin ne derece etkili olduğu, kültürel eserler konusunda özellikle müze ziyaretiyle kendini dışa vuran eğilimin doğuşu ve yapısı ele alınmadan açıklanamaz (ikinci kısım: Kültürel Eserler ve Kültüre Düşkünlük). Son olarak, kültürel derinliği olan bir eserin (bir tiyatro oyunu, roman, konser veya resim) uygun biçimde alımlanmasının en genel koşulları incelenerek, müze ziyaretini açıklamaya ve anlamaya yarayan nedenler ve gerekçeler dizgesini genelleme testine tabi tutmak da önemli (üçüncü kısım: Kültürel Dağılımın Yasaları).


Birinci Kısım
Kültürel Hayatın Toplumsal Koşulları

30
... Latince (kültürlü bir ortama aidiyetin en açık göstergesi) görmüş olan ziyaretçi oranı %40'ı bulurken, bu oran içinde halk sınıfları, orta sınıflar ve üst sınıfların payı sırasıyla % 4, % 24 ve % 75'tir.

otodidaktların  (otodidakt, kendi kendini yetiştirmiş)

32
... farklı değişkenlerin bağlaşık değişkenlik (co-variation) içinde olması ve bu değişkenlerin ancak içlerinden bazılarının yardımıyla kavranabilen bir tertip oluşturmaları, karşımıza o bildik ortal çizgisellik sorununu çıkarıyor.

33
... yüksek gelirli sınıflardaki kadınlar müzeye erkeklerden daha sık gidiyor.

34
atipik (tipik olmayan)

35
(Fransizların gelir düzeylerinin mezuniyetlerine göre dağılımı henüz bilinmemektedir)

36
Bütün etmenler arasında gerçekten de en belirleyici olanı öğrenim düzeyi.

39
... mesai ve tatil dönemleri ... turizmin müze ziyaretleri üzerinde belirleyici bir etkisinin olduğunu söyleyebilir miyiz?

40
... müze gezisine sadece tatillerde yönelenlerin toplamdaki payının her zaman ince bir dilim olduğunu ... turizmin özgül etkisinden kuşku duymamıza yeterli: O halde turizm toplumsal kategoriler açısından sadece ayrımsal bir etki üretebilir, zira turizm alt düzeyde kültürlü olan bireyi bir müze gezisine yönlendirebilse de kalıcı "ihtida" için (ihtida dine, hidayete gelme) tek başına belirleyici olmayacaktır.

41
... kişilerde bir ilk istek uyandırsa bile, turizm sanatsal ve düşünsel birikim eksikliğini telafi edememektedir.

42
(turizm) Ziyaret fırsatlarını genişleterek kültür etkinliğini kolaylaştırsa da pekişmesini sağlamada yetersiz kalır.

... her zaman herkese açık sıradan bir müzeye yapılan gezi kolektif hayatın ritm ve denetimlerinden kaçar ve kişileri kolektif törenlere (bizzat ve temsilen) katılmaya zorlayan yaygın baskılarla uzaktan yakından ilgisi yoktur; kültür turizmiyse geziler dolayısıyla zorunlu birtakım etkinlikleri kapsayan, kültürel tutkuları en güçlü olanlara -yani kültürlü bir çevreye ait olanlara veya ait olmayı arzulayanlara- hitap eden bir programdır: Bu programın zorlayıcı gücünü -en azından kısmen- oluşturan kimi normların belirlenmesi, yayılması ve hatırlatılması referans alınan gruplara -örneğin tatil anılarının anlatılacağı dostlar veya çalışma arkadaşlarına-, hatta insanın kendisine ve başkalarına Yunanistan veya İtalya'da "Şunu yaptım," diyebilmesi için neleri yapması gerektiğini kafasına kazıyan turistik "yaşama sanatı" rehberlerine düşen bir görevdir.

43
Kültürlü sınıfların bireyleri, toplumsal varlıklarının olmazsa olmaz öğesi olarak kendisini dayatan kültürel yükümlülüklerin çağrısına uyduğunu hissettiren, gündelik hayatlarında çevrelerin estetik ve kültürel normlarından kopan (evlerini pazar işi posterler yerine tabloların röprodüksiyonlarıyla süsleyen veya şarkı-türkü yerine klasik müzik dinleyen) halk sınıflarından bireyler, onların bu "kendilerini geliştirme" çabasını derhal "burjuvalaşma" eğilimi olarak görecek olan çevrelerce hizaya çekilirler...

44
... faktoryel analizin (öğrenim düzeyini etkisiz öğe yapabilmek amacıyla) ayrı ayrı uygulandığı iki alt grupta...

47
gizli değişken (variable latent)

48
Açıklayıcı değişken ile açıklanan değişken arasındaki ilişkinin...

50
... ayrı ayrı değişkenler arasındaki ilişki dizgesinin yapısını bir başka yapıya dönüştürmeye olanak sağlayan bağlaşık değişkenliklerin dizgesi oluşturulabilmeli...

53
... eğitimde temel ağırlığı eski dil ve edebiyata vererek resim ve sanat tarihine çok dar bir alan bırakan Yunanistan...


İkinci Kısım
Kültürel Eserler ve Kültüre Düşkünlük

57
İstatistik, kültürel eserlere erişimin kültürlü sınıfın ayrıcalığı olduğunu ortaya koymaktadır; ancak bu ayrıcalık, dış görünüşü itibariyle tamamen meşrudur - yani aslında sadece kendisini dışarıda bırakanlar dışarıda kalmaktadır. Buna göre müzelerden daha erişilebilir hiçbir şey olmadığından ve etkisi başka alanlarda görülebilen maddi engeller burada neredeyse ortadan kalktığından, görüntü itibariyle, "kültürel ihtiyaçlardaki" doğal eşitsizlikten dem vurulması yerindedir.

58
Müze ziyareti ve ziyaret sıklığından da öte, ziyaretçilerin davranışları ve sergilenen eserlere karşı tutumları, hem aldıkları diplomalar hem de öğrencilik süreleriyle ölçülen eğitimlerine bağlıdır doğrudan doğruya. Şu halde sergilenen eserlere verilen değerin nesnel bir göstergesi sayılabilecek ziyarete harcanan ortalama süre alınan eğitimle birlikte artmaktadır: Halk sınıfları için 22 dakika, orta sınıflardan ziyaretçiler için 35 dakika, üst sınıflardan olanlar içinse 47 dakika.

59
"Mesajın" tüketilemezliğinin bir sonucu olarak, "alımlamanın" (kabaca süresiyle ölçülen) zenginliği her şeyden önce "alımlayanın" yetkinliğine, yani "mesajın" koduna hâkimiyet derecesine bağlıdır. ... Mesaj izleyicinin kavrama olanaklarını aştı mı, "maksadı" çıkaramayan ziyaretçi alacalı bulacalı bir renk cümbüşü, gereksiz bir takım rengârenk lekeler olarak gördüğü şeye ilgisini kaybeder. Diğer bir deyişle, kendisi için fazlasıyla zengin olan, -iletişim kuramının deyişiyle- mesaj tufanı karşısında "boğulduğunu" hisseder ve mesajın üstünde pek durmaz.

60
... ele alınan esere atfedilebilecek çeşitli özgül nitelikler (sanatçılar, ekoller, dönemler, üsluplar, temalar, vb.) açısından oluşabilecek bir belirsizlik durumunun sınıflandırma dizgesi olarak işlev görecek iki farklı kodun devreye sokulmasıyla ortadan kaldırılabileceği görülür hemen: 1) Üslupla ilgili özgüllüklerin deşifre edilmesine izin verecek söz konusu eseri bir topluma, ekole veya sanatçıya ("Bu bir Cézanne") ait eserler bütününü oluşturduğu sınıfa atfetmeyi olanaklı kılan tam anlamıyla sanatsal kod; 2) gösterge olarak ele alınan belli bir temsili belli bir gösteren sınıfına atfetmeye ve böylece -gösterilenler evreniyle arasında bulunan bağlaşımlar sayesinde- buna tekabül eden gösterilenin belli bir gösterilenler sınıfına ait olduğunu bilmeye olanak sağlayan gündelik yaşam kodu. İlkinde, izleyici, gerçekleşmiş olasılığı (bir eserin sınıfının özgül niteliğini) üslupla ilgili olasılıklar evreni karşısında bir yere konumlandıracak, yaprakların veya bulutların işleniş tarzına, yani üsluba dair göstergelere yönelir; ikincideyse, yaprakları ve bulutları, yukarıda tanımlanan mantığa uygun biçimde, söz konusu temsile aşkın olan anlamlarla ilişkili göstergeler veya imler olarak görür ("Kavak ağacı bu, bu da fırtına"), ama temsili bu şekilde tanımlayan, ona özgüllüğünü veren şeyi, yani üslubu (özel temsil üslubunu) büsbütün gözardı eder.

61
... ikinci tarzda eser, basit bir abide, yani aşkın bir anlamı iletmekle yükümlü olan basit bir iletişim aracı oluverir. Sanat eserini tam anlamıyla estetik yönünden (başka bir deyişle, kendisinden başka bir şeyi imlemeyen bir gösteren olarak) kavramak, kimi zaman söylendiği üzere onu "kendisi dışında bir şeyle duygusal ve düşünsel olarak bağlantılandırmadan" ele almak, kısacası eserin indirgenemez tekilliğine kapılmak değil, ona ait olduğu sınıfı oluşturan eserlerin toplamıyla ve sadece o eserlerle ilişkilendirerek üslubunun ayırt edici öğelerini bulmak demektir. Halk sınıflarının beğenisi, bunu tam tersine, Kant'ın Yargı Yetisinin Eleştirisi'nde "barbar beğeni" başlığı altında betimlediği gibi, "hoşa giden" ile "haz veren" arasındaki, daha geniş ifadesiyle izlemenin estetik niteliğinin tek güvencesi olarak "çıkarsızlık" (désintéressement) ile "hoş olanı" veya "Aklın ilgisini" tanımlayan "duyuların ilgisi" arasındaki ayrımı devreye sokmaya yanaşmamayla veya bu ayrımı devreye sokmanın olanaksızlığıyla ("hem yanaşmama hem olanaksızlık" demek lazım aslında) tanımlanır. ... Buradan çıkan sonuç şudur: En yoksullar için, göstereni aşan bir anlamı açık seçik ifade etmesini bekledikleri sanat eseri, anlatılama ve tanımlama işlevini ne kadar ortadan kaldırmaya çalışırsa (tıpkı figüratif olmayan sanatlar gibi) o kadar afallatıcı olur.

62
Roma sanatı ve Gotik sanat bölümlemesinden başka temeli olmayan birine göre bütün Gotik katedralleri aynı sınıfta yer alır, dolayısıyla da aralarında bir fark yokmuş gibi dururlarken, daha kapsamlı bir yetkinlik "ilkel", "klasik" ve "geç" dönemlerin üslupları arasındaki ayrımların farkına varmaya, hatta söz konusu üslupların her birinde farklı ekollerin eserlerini tanımaya olanak verecektir. Öyleyse bir döneme ait eserlerin başka bir dönemin eserlerine göre veya bir sanatçının eserlerini o sanatçının ekolünün veya döneminin eserlerine göre veya bir sanatçının belli bir eserinin aynı sanatçının bütün eserlerine göre özgünlüğünü belirleyen özelliklerin anlaşılması, gereksiz süslemelerin anlaşılmasından, yani belli bir üslubu tanımlayan resimsel malzemeyi işleyiş biçimlerinin farkına varmaktan geçer: Kısacası, benzerliklerin fark edilmesi farklılıklara, farklılıkların fark edilmesi benzerliklere örtük veya açık gönderme yapmayı gerektirir.

Tarihin belli bir anında belli bir topluma sunulan temsiller evreninin birbirini tamamlayan sınıflara bölünmesini yöneten ilkelerin oluşturduğu dizge olan sanatsal kod, adeta toplumsal bir kurumdur.

62 63 64
(Longhi) "Varsayalım ki 1680 ila 1880 arasındaki doğalcı ve izlenimci Fransız ressamlar eserlerini imzalamamış, onların muştucusu olarak da yanı başlarında Geffroy ve Duret zekâsında bir eleştirmen ve gazeteci bulunmamış olsun. Unutulduklarını hayal edelim, beğeninin ters yüz olması nedeniyle ve tarihsel araştırmalarda uzun bir gerileme dolayısıyla yüz yıl, yüz elli yıl unutulmuş olsunlar. Dikkatler tekrar bunlara odaklandığında önce ne olabilir? Bu dilsiz malzemelerdeki tarihsel değil de simgesel esasların ayırt edilmesiyle çözümlemeye başlanacağını tahmin etmek çok zor değil. İlki, Manet gibi simgesel bir ad taşıyacak, Renoir'ın gençlik döneminin bir kısmını ve, endişem odur ki, Gervex'den de bir kaç örnek içerecektir - Gonzales'i, bütün bir Morizot'yu ve Monet'nin tüm gençliğini saymıyorum bile. Yine simgesel bir ad haline gelmiş Monet'nin geç dönemiyse neredeyse bütün Sisley'yi, Renoir'in önemli bir kısmını ve en kötüsü de birkaç düzine Boudin'i, pek çok Lebour'u ve Lépine'i yutacaktır. Hal böyleyken birkaç Pisarro, hatta -övünülecek bir ödül olmasa da- bir-iki Guillaumin neden Cézanne'a atfedilmesin?" ... sanat eserlerinin belli bir dönemde bireylerin kafasındaki toplumsal imgesi, apaçık söylemek gerekirse, içinde bulundukları toplum tarafından sunulan ve tarihsel olduğu için tarihsel olarak da değişen algılama araçlarının bir ürünüdür ... Aynı şekilde eserin algılama araçlarının tarihi aynı zamanda eserin üretim araçlarının tarihidir, çünkü her eser bir bakıma iki kere üretilir, önce yaratıcısı, ardında da izleyicisi tarafından - daha doğrusu izleyicinin mensup olduğu toplum tarafından.

64 65
Belli bir dönemde belli bir toplumun kültürel sermayesini oluşturan eserler, eşit derecede karmaşık ve  incelikli olmayan, dolayısıyla kurumsal öğrenimle kolay ve hızlı, kurumsal olmayan (bireysel çaba sonucu) öğrenimleyse daha zor ve daha yavaş kazanılabilen kodlar gerektirdiğinden dolayı bu tür eserlerin ayırt edici özelliklerinden biri farklı yayılım düzeylerine ulaşmalarıdır; bunun sonucunda bir eserin okunabilirliği, eserin gerektirdiği ve esere içkin karmaşık ve incelik derecesi olarak tanımlanan yayılım düzeyi (dipnot 7 ... bir eser, ele alındığı yorumlama örgüsüne bağlı farklı düzeyde imlemler yayabileceğinden dolayı yayılım düzeyinin mutlak bir belirlemesi yapılamaz ...) ile aynı bireyin, aşağı yukarı eserin gerektirdiği koda denk düşen toplumsal koda vâkıf olma derecesi olarak tanımlanan alımlama düzeyi arasındaki mesafenin sonucu olarak ortaya çıkar.

Çağın sanatının okunabilirliği de belli bir çağ ve toplumdaki sanatçıların önceki çağın koduyla sürdürdükleri ilişkiye göre değişir. Şu halde kaba hatlarıyla iki tür dönem ayırt edilebilir: Sanatçıların miras alınmış bir sanatın sağladığı yaratım olanaklarını gerçekleştirdiği, hatta tükettiği, dolayısıyla bir üslubun kendi zirvesine eriştiği klasik dönemler ile yeni bir yaratım sanatının filizlendiği, biçimin yeni bir üretici dilbilgisinin, özellikle de bir devrin ve çevrenin estetik gelenekleriyle köprüleri atarak doğduğu kopuş dönemleri. Şurası besbelli ki toplumsal kod ile eserlerin gerektirdiği kod arasındaki mesafe kopuş dönemlerinde değil de klasik dönemlerde kısadır - hele ki içinde bulunduğumuz türden sürekli kopuş dönemlerinde olduğundan çok daha kısadır. Sanatsal üretim araçlarının dönüşümü kaçınılmaz biçimde  sanatsal algılama araçlarının dönüşümünden önce olur ve, şurası da apaçık ki, algılama tarzları ister istemez yavaş bir dönüşüm geçirir, çünkü kaçınılmaz olarak uzun ve zor olan yeni bir içselleştirme süreci sonunda yerine yenisi getirilecek bir sanatsal yetkinliğin kökünün kazınması söz konusudur

(Dipnot 8) Bu durum her kültürel oluşum, her sanatsal biçim, her bilim veya siyaset kuramı için geçerlidir. Eski habitus'lar, toplumsal kodlarda, hatta bu kodların toplumsal üretim koşullarında meydana gelen bir devrimden sonra uzun bir süre ayakta kalabilirler.

Sanatsal yetkinliklere (isterseniz habitus da diyebilirsiniz bunlara) özgü ağırkanlılığın sonuçlarından biri budur: Kopuş dönemlerinde, yeni sanatsal üretim araçlarının ortaya çıkardığı eserler, bir süreliğine de olsa, tam karşıtı olarak karşısına dikildikleri eski algılama araçlarıyla algılanmaya mahkûmdur.

65 66
... sanatın en yenilikçi biçimleri sadece birkaç usta için ulaşılabilir durumdaysa, bunun nedeni söz konusu biçimlerin gündelik varoluş kodundan başlayarak bütün kodlardan kopabilme yeteneğini gerektirmesi ve bu yeteneğin de farklı kodlar gerektiren eserlerle yakınlaşma ve  sanat tarihini yerleşik kodlardan sürekli bir kopuş olarak deneyimleme sonucu edinilen bir yetenek olmasıdır; özetle, ilk bakışta çok tuhaf gelen esere teslim olmak üzere mevcut bütün kodları askıya alabilmenin ön koşulu, belli bir zaman diliminde var olan eser toplamının nesnel olarak gerektirdiği farklı toplumsal kodların en doğru şekilde uygulanmasını düzenleyen "kodların koduna" ayrıntısıyla vâkıf olmaktır.

66
Sanatla içli dışlı olmak için gerekli araçları ailesinden veya okul eğitiminden almamış olanlar, kategorilerini gündelik deneyimden ödünç alan ve temsilî nesnenin basitçe tanınmasıyla sonuçlanan bir sanat eseri algılamasına mahkûmdur: Sanat eserinin üslubunun özgül niteliğini asla ortaya koymayan kimi basit anlamlardan başka bir şey göremeyecek olan donanımsız izleyici, Panofsky'nin de belirttiği üzere, en iyi olasılıkla "resmedici kavramlara" başvuracak, eserin ancak duyumsanabilir özelliklerini (tenin kadife gibi veya dantelin incecik olduğunun söylenmesi türünden) veya bu özelliklerin uyandırdığı duygusal deneyimi (renklerin ciddi veya cıvıl cıvıl olmasından bahsedilmesi gibi) yakalayıp ifade edebilecektir.

(Dipnot 9) "Eléments pour une théorie sociologique de la perception artistique" [Sanatsal algı üzerine sosyolojik bir kuram için temel kavramlar] Bourdieu 1968



67
… "varoluş deneyimimizden yola çıkarak nüfuz edebildiğimiz anlamların oluşturduğu ilk katmandan" …, bu kez adına "gösterilenin anlam alanı" diyebileceğimiz ikinci katmana, "ancak edebi tarzda aktarılan bir bilgiden yola çıkılarak deşifre edilebilecek bir anlam katmanına" geçmek için, duyumsanabilir özelliklerin basitçe sıralanmasının ötesine geçip sanat eserinin bütünüyle üsluba ilişkin özgül niteliklerini (bunların "resimlenişini" veya "biçimlenişini") yakalayarak eserin gerçek anlamda bir "yorumunu" ortaya çıkaracak kavramlar olan "öz­güllük niteleyici kavramlardan" ("resmedici kavramların" tam karşıtı) yararlanmamız gerekir. … Fenomenalin anlamı ile gösterilenin anlamının deşif­re edilmesini düzeltebilecek yalnızca iki şey vardır: Sırasıyla "üslup bilgisi" ve "tipler kuramı". Bu ikisinden yoksun olan kültürsüz özne­ler, sanat eserlerini fenomenal maddesellikleriyle kavramaya, yani bunları basit gündelik nesneler olarak görmeye mahkûmdur; özgül algılama kategorileri olmadığı için …, temsilde gerçekçilik aramaya ve istemeye fazlasıyla eğilimli olmalarının da başlıca nedenidir.

68
Eserlerin "anlatımsal" ve deyiş yerindeyse "fizyonomik" niteliklerinin "anlaşılması" estetik deneyimin alt düzey bir biçimidir, …

69
… estetik, kimi durumlar dışında, sınıf etiğinin (daha doğrusu, ethos'un) bir boyutudur. Donanımsız seyirci, sunulan eserleri "tatmak", yani "farkların ayırdına varmak ve beğenmek" ve tabii eserlere niçin değer atfedildiğini kendisine açıklamak için, çalışmanın nicelik ve niteliğinden dem vuracak, estetik hayranlığın yerini ahlaki bir saygı alacaktır. "Buradaki şeylerin değerini görmeli, yüzyıllar öncesinin çalışması sonuçta... Bunlar böyle korunduğuna göre, yüzyıllar önce yapılan çalışma görülsün diyedir, yani bunlar boş yere yapılmış değil." "Çok zor iş bunu yapmak, çok beğendim." "Tabloyu değerlendirmek için tarih olarak ne yazıldığına bakarım; çok eskiyse, o devirde nasıl da güzel yapmışlar diye şaşırırım." Sergilenen şeylerin yaşı, bunlara geri dönülmez bir hayranlık beslenmesi için en sağlam, en sarsılmaz nedendir hiç kuşkusuz. "Çok güzel... Çok eski. Belki yeni şeylerden de müzelerde olmalı ama o zaman onlar da gerçek müze olmaz ki. Buradakiler hakikaten çok eski." Sırf korunmuş olmaları bile eski şeylerin değerini kanıtlamıyor mu, korunan şeylerin eskiliği de korunmalarını yeterince haklılaştırmıyor mu? Burada söylemin tek işlevi şu: Telaffuz eden kişiye, bir esere nedenini bilmeden koşulsuz olarak bağlanmasının nedenlerini sunmak.

76
Eserle tanışmayı tanrının keremine nail olma fırsatına çeviren keramet (charisma) ideolojisi, ayrıcalıklı olanlara, eseri algılamanın zorunlu olarak birikim gerektirdiğini, birikimin de edinildiğini unutturup kültürel ayrıcalıklarının en "tartışılmaz" gerekçesini temin etse de, halk sınıflan sanat sevdasının ilk görüşte aşktan değil uzun süre içli dışlı olmaktan doğduğunu bilecek konumdadır.

… estetik yetkinliğin ilk derecesini tanımlamamız gerekirse, farklılıkları adlandırmaya ve adlandırarak kurmaya olanak tanıyan söz cephaneliğine -yani, tür kategorileri olarak işlev görebilen ünlü ressamların adlarına (Da vinci, Picasso, Van Gogh)- vâkıf olmaktır diyebiliriz …

80
Kültür düzeyi en yüksek ziyaretçiler seçimlerini, alışkınlık ve sahte bir aşinalık dolayısıyla gözden düşmüş eskiler yerine, çoğunlukla bir önceki kuşağın devrim yaratan ressamları veya çağdaş yaratıcıların en yenilikçileri arasından yaparak özgür kültürün bir parçası olduklarını hissediyorlar.

81
Kültür düzeyi en yüksek olan bireylerde, kaynağını okul eğitiminin türdeş ve türdeşleştirici, "kalıplaşmış" ve "kalıplaştırıcı" etkisinde bulan beğenilerin ve doğru beğeninin son derece gelenekçi olması ve Boas'ın da belirttiği üzere "Kültürlü dediğimiz sınıfların düşüncesinin öncelikle eski kuşakların aktardıkları ideallerle yönleniyor" olması size şaşırtıcı geliyor mu?

82 83
Müzelerin mevcut ziyaretçi kitlesinin %3'ü hayatında ilk defa bir müzeye 24 yaşından sonra (yani iş işten geçtikten çok sonra) adım atmış olduğundan ve alt katmanlardaki ailelerin çocukları ancak okul sayesinde bir müze gezebildiklerinden, bu yetersizlik çok vahim bir durum oluşturuyor.

Fransa'nın müfredatında son derece sınırlı bir yeri olan resim öğretiminde, resim öğretmenlerinin, alışılageldiği üzere sadece öğrenciler tarafından değil lise yönetimleri tarafından da hangi pedagojik ve maddi koşulları (derslere özel mekân ayrılmaması ve malzeme eksikliği, kurumsal desteğin olmayışı) beraberinde getireceği belli olan ikincil önemdeki bir öğretimin ikinci sınıf eğitimcileri olarak görülmesini ve sanat tarihi eğitiminin de aynı şekilde, resim teknikleri eğitiminin sınırları içinde kalan resim öğretmenlerine değil de müfredatın buyruğuyla, sanata ancak -içlerinden birinin deyişiyle- "her derste bir yüzyılı" işleyerek yer veren tarih öğretmenlerine emanet edilmesini, bütün bir eğitim sistemine, belki de toplumsal sisteme hâkim olan değerler hiyerarşisinin ifadesi olarak görmek gerekir. Sanat eğitiminin değerini yitirmesi, teknik eğitimin, yani kol gücünü gerektiren "zanaat" eğitiminin tümden değersizleşmesinden payına düşeni alırken, resim öğretmeninin bir ölçüde saygınlık bulduğu yerin tam da burası, bir bütün olarak değerini yitirmiş teknik eğitimin evreni olması anlamlıdır. Dahası, sanat tarihi eğitiminin sanat teknikleri eğitiminden koparılarak tarihe, kanonik bir bilgi dalının öğretmenlerine verilmiş olması, Fransız eğitim sistemindeki genel eğilimi, yani eser üretiminin eserler üzerine söylemin boyunduruğuna sokulmasını açığa vuruyor. Diğer taraftan resim veya müzik eğitiminin ast konumunun bir nedeni de, eserlerin tüketimini yücelten burjuva toplumunun eğlence sanatlarının icrasına veya sanat eserlerini üretenlere pek az değer vermesidir. Burada Hoffman'ın Kreisleriana'sını anmak gerek: "Çocuklar büyüdüklerinde, söylemeye bile gerek yok, sanatla uğraşmaktan vazgeçmeleri gerekiyor, çünkü bunlar ciddi adamlara göre şeyler değil, kadınlar açısında da bu tür uğraşlar daha önemli başka sorumlulukların savsaklanmasına neden oluyor. İşte bundan dolayı da çocuklarının veya meslekten müzisyen olanların icra ettiği müzikten edilgen bir haz almanın ötesine geçemiyorlar. Bu isabetli sanat tanımından kalkarak, sanatçıların, yani ömürlerini dinlenme ve eğlenceye yarayan bir şeye (ne kadar saçma olursa olsun, doğrudur bu!) adamış olan kişilerin en alt tabakadan sayılması ve miscere utili dulce'yi (Horatius'un Şiir Sanatı'nda geçen, "eğlenceli ile yararlıyı harmanlama" anlamına gelen bir ifade) hayata geçirdikleri için de eziyeti hak ettikleri sonucuna varabiliriz. Mantıklı ve olgun düşünen hiç kimse, çalışkan bir zabıt kâtibine, hatta avukatın yazıhanesinde, tüccarın tezgâhındayken üstüne oturduğu minderi yapmış olan döşemeciye verdiği değeri en büyük sanatçıya bile vermeyecektir, çünkü birinin kafasında yararlı şeyler diğerindeyse sadece hoşluklar vardır. O halde sanatçıya nezaket ve sevecenlik gösteriliyorsa bunun nedeni uygarlığımızın ve iyi yürekliliğimizin bir sonucu olarak çocuklara ve ciddiyetten uzak başka kişilere nazik davranabiliyor, gülüp geçebiliyor olmamızdır."

(dipnot 23) Yabancı ülkelerdeki müfredatlar için kaynak: İlk ve Ortaöğretimde Plastik Sanatlar Eğitimi, Uluslararası Eğitim Dairesi yayını, No. 164, UNESCO.

83
Okuldaki eğitim, sanat öğrenimine sınırlı yer ayırmasına, yani kültür etkinliğine yönlendirmemesine, dahası plastik sanatların eserlerine göre kurulmuş bir kavram çerçevesi sunmamasına rağmen, kendisini ilk gelene teslim etmeyen sanat eserlerinin yetkili alıcısı olarak kendimizi yuvamızda, dostlar arasında hissettiğimiz sanat evreniyle belli ölçüde bir tanışıklık (kültürlü çevreye ait olma duygusunun temeli) kazandırıyor. Benzer biçimde, sözgelimi üniversiteye gitmek çoğu öğrencinin kültürel etkinlik iştahını kabartır, çünkü o kapıdan adım atmak, -pek çok başka şeyle birlikte- kültürlü dünyaya girildiğine, yani kültüre sahip olma hakkına ve -aynı kapıya çıkan- ödevine işaret eder…

84
Okuldaki eğitim, yüzünü neredeyse tamamen edebiyat eserlerine dönerken, … genel bir yatkınlık yaratma ama­cını güder: Okulun edebi çözümlemeye dayalı kategorilerini kulla­nabilme ve eleştirel tavır takınabilme alışkanlığı için, en azından başka alanlardan eşdeğerli kategoriler edinmek ve edebi eğretileme­lere başvurmaya veya görsel deneyimden ödünç alınmış analojileri kullanmaya dayalı temel bir temsil kavrayışını olanaklı kılan bir bil­gi birikimine -dış kaynaklı ve anekdotik bile olsa- ulaşmak gerekir.

(dipnot 24) Okuldaki bilgi aktarımı her zaman bir meşrulaştırma işlevi görür; aktardı­ğı eserleri sırf aktarmasıyla bile hayran olunacak eserler olarak kurarken ve böyle­likle belli bir anda belli bir toplumda değerli olan kültür varlıklarının hiyerarşisini tanımlamaya katkıda bulunurken söz konusu eserlere yüklediği kutsallığın bir so­nucudur bu.

85
… bu kitapçıklar zaten aydınlanmış olanlardan başkasını aydınlatmazlar.

86
… sinemaya gitme sıklığı soylu etkinliklerinden başka bir mantığa tabidir.

88
Sanat eseri, kendisini üslubu tanımlayan ilke ve kurallar çıkarılamayacak bir somut bireysellik olarak sunduğu için sanat eserleriyle tanışıklığı olanaklı kılan araçlar ancak süreç içinde edinilebilir. Meraklısının yetkinliği hele ki öğüt ve yönergelerle hiç aktarılamaz; sanat eğitimi geleneksel eğitimdeki usta-çırak ilişkisinin yoğun temasının eşdeğerlisini, yani eserle (veya aynı sınıftan eserlerle) sürekli yinelenen bir teması gerektirir: Şu halde, örneğin, ekollere, dönemlere veya sanatçılara göre yöntemli biçimde sınıflandırılarak sunulan eserlerle süregiden ilişkinin, eserlerin ilkeleriyle genel ve bilinçdışı bir tanışıklık sağlaması sayesinde, kültürlü bir izleyici, başlı başına bir eseri, doğrudan doğruya bir sınıflama içinde, yani sanatçının tarzının, dönemin veya ekolün üslubunun söz konusu olduğu yerle birlikte ele alır. Nasıl ki çırak veya tilmiz, bizzat ustasının bile açık açık bilmediği sanat kurallarına, -sanatsal tutum örneğinin öğelerini ayıklayıp çözümlemeksizin- sırf kendini adamasının karşılığı olarak bilinçsiz bir şekilde vâkıf olabiliyorsa, sanat sevdalısı da benzer biçimde eserin kuruluşunun ilke ve kurallarını, birer ilke ve kural olarak formülleştirmeden ve bilinç düzeyine çıkarmadan (sanat kuramcısı ile -çoğu zaman yargılarının ilkelerini kesin olarak belirtebilecek durumda olmayan- sanattan anlayan arasındaki fark da budur) içselleştirir.

89 90
Öğrenciliğin daha ilk yıllarından itibaren mevcut bütün araçları devreye sokarak yöntemli ve sistemli şekilde okuldaki herkesin eserlerle doğrudan temasını veya bu deneyimin hiç olmazsa yaklaşık ola­rak eşdeğerlisini sağlamaktan kaçınan okul eğitimi, asıl görevini, kültürel seçkinliği tekelinde bulunduranları yani kültürel varlıkları benimsemenin koşulu olan düşünme, algılama ve ifadelendirme şe­malarına vakıf olan, keza bu kültürel varlıkları benimsemek için ge­rekli genel ve kalıcı yatkınlığa sahip olan yetkin bireyleri- kızdırmak pahasına yerine getirdiği sürekli ve uzun süreli, yöntemli ve birörnek, kısacası evrensel veya evrensel eğilimli bir etki uygulama -ki bu etkiyi seri olarak üretebilecek tek kurum odur- görevini icra et­me kabiliyetinden feragat etmiş olur. Özgül işlevi, öncelikle kişiyi kültürlü bir insan haline getirecek yatkınlıkları (aynı yatkınlıklar hem nicelik hem de nitelik yönünden uzun ve yoğun bir eğitime de destek olacaktır) geliştirmek veya yaratmak olan okul, aile ortamında kültü­rel etkinliğe özendirilmemiş, yani -eserlerle ilgili pedagojik söylem­lerde gerekli görüldüğü üzere- eserlerle tanışıklık sağlayamamış olanların daha en baştan geri düşmüş olmalarını kısmen de olsa telafi edebilir, ama bunun bir koşulu vardır: Elindeki bütün olanakları her türlü kültür eğitiminin mahkûm olduğu birikim sürecinin döngüsel silsilesini kırmak için kullanması. Tarihler, ekoller veya dönemler gibi temel bilgilerin (röprodüksiyonlar gösterilmesi ve resim ile res­samı eşleştirme gibi) basit tekniklerle aktarılmasını hedefleyen bir eğitime "kaba taslak" diyerek burun kıvıranlar, ne kadar üstünkörü olursa olsun bu yöntemlerin -ancak daha zorlu aktarım tekniklerine kıyasla küçümsenebilecek- söz konusu asgari bilgileri aktarabileceğini unutmaktadır. Kültür konusundaki eşitsizlikler sanki doğal eşit­sizliklerden, yani yetenek eşitsizliklerinden, ileri geliyormuş gibi ya­pan ve bazılarının ailelerine borçlu olduğu şeyi herkese vermeyi ih­mal eden eğitim sistemi, temel eşitsizlikleri hem onaylamakta hem de sürdürmektedir.

90 91
Toplumsal avantaj veya dezavantajların okul yaşamına, daha ge­nel ifadesiyle kültür yaşamına damgasını vurmasının nedeni, söz konusu avantaj ve dezavantajların -farkına varılsa da varılmasa da- her zaman için birikerek artmasında bulunabilir. Aynı ailedeki birey­lerin kültürel düzeylerinin birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve büyük veya küçük bir kentte, ortaokul veya lise sınıflarında, klasik veya "moderne" mahkûm bir eğitim görme olanağının ailenin top­lumsal konumuyla yakından ilgili olduğunu, keza en üst öğrenim düzeyinde dahi çocukluktaki kültürel hava ve okul geçmişi ile sanatsal birikim ve deneyimdeki eşitsizlikler arasında sımsıkı bir bağ oldu­ğunu bilince, anlıyoruz ki bütün öğrencileri hak ve yükümlülükleri bakımından eşit gören eğitim sistemi, kültür karşısında çoğunlukla temel eşitsizlikleri körükleyerek sürdürmektedir. … Şu halde, örneğin, öğrencilerin mensup olduk­ları toplumsal çevre ne kadar üst düzeyse tiyatro konusundaki bilgi­leri de o kadar geniş olduğu için, halk sınıflarından öğrencilerin ge­riye düşme durumu tiyatro kültürünün en çok yüceltilen alanlarında -yani "klasik" eserlerde- yumuşuyor olsa da özellikle avangard ti­yatroda ve bulvar tiyatrosunda, fazlasıyla belirgindir; aynı şekilde, resimde, en çok kabul gören ressamlar (Renoir, Van Gogh, Cézanne) açısından farklılıklar azalırken, okul eğitiminin, işbu durumda lise­nin, daha az ele aldığı konulara -örneğin Cranach, Chassériau, Moreau gibi çok ünlü olmayan ressamlara veya Klee, Mondrian, Dubuffet gibi modern ressamlara- geçildiğinde bütün şiddetiyle apaçık be­lirmektedir. Kültürel etkinliğe aileleri tarafından açıktan açığa ve­ya dolaylı olarak özendirilmiş olanlar aynı zamanda okul eğitimine uzun süre devam etme olanağına, dolayısıyla, okul eğitiminin istedi­ği ama asla yöntemli olarak vermediği "özgür kültürü" okula getir­melerinden hareketle erken eğitimin bilinçdışı kazanımlarıyla yoğ­rulmuş yatkınlıklarını kültür yatkınlığına dönüştürebildiklerini gör­me olanağına da en çok sahip olanlardır.

91 92
Sanat eseri karşısındaki sahici deneyimi, bir "gönül duygusu" ve­ya sezgiyle gelen dolaysız anlama olarak tanımlayan ve aklın zah­metli işlemleri ve soğuk açımlamalarının karşısına koyan, uzun bir tanışıklıkla veya yöntemli bir öğrenimin temrinleriyle (temrin tekrarlatarak alıştırma) edinilmiş ustalık sanki doğuştan gelen bir lütufmuş gibi yapıp böylesi bir deneyi­mi olanaklı kılan toplumsal ve kültürel koşulları sessizce geçiştiren keramet ideolojisine karşı (keramet ermiş insanların doğaüstü güçler kullanarak yarattığı şaşkınlık uyandıran inanılmaz olay), sosyoloji, kültür ve özellikle de yüksek kültür eserine uygun kavrayışın öncelikle eseri kodlayan şifreye sa­hip olmayı gerektirdiğini -hem mantıksal hem de deneysel olarak- kanıtlar. "Şifre" veya "kod" diye tanımlanabilecek nesnel anlamıyla kültür, düzenlediği somut anlam dizgelerinin anlaşılabilmesinin ön­koşuludur (ama nasıl ki dil söze indirgenemezse, kültür de bu dizge­lere indirgenemez); yetkinlik anlamındaki kültürse, tam da bu nes­nel kültürün içselleştirilmesi, kültürel nesneleri ve davranışları tam da onları şifreleyen kodu kullanarak çözmeye dönük kalıcı ve genel bir yatkınlığa dönüşmesidir. Yüksek kültür eserleri denen özel du­rumda, günlük deneyimin basit ve yaygın temrinleriyle tam olarak hâkim olunamayacak yorumlama kodu, bu amaca dönük bir kurumun düzenlediği yöntemli bir çalışmayı gerektirir. Öyleyse, bir sanat ese­rini kendi yoğunluğuyla, tarzıyla, dahası varoluşuyla anlamak, bakan kişinin, eserin türüne ve esere özgü koda ne kadar hâkim olduğuna (diğer bir deyişle sanatsal yetkinliğine) bağlıdır ve bu hâkimiyet de kısmen okulda gördüğü öğrenimden kaynaklanır; öte taraftan başka işlevlerinin yanı sıra yüksek kültür eserlerinin kodunu (aynı zaman­da bu yorumlama dizgisine göre gerçekleşen) aktarma işlevini üstle­nen pedagojik iletişimin değeri, yoğunluğu ve tarzı da (tarihsel ola­rak kurulmuş ve toplumsal olarak koşullanmış algılama, değerlendir­me, düşünme ve eylem şemalarından oluşan bir dizge olan) kültürün ürünüdür; alımlayanın aile ortamına borçlu olduğu bu kültür, okulun aktardığı yüksek kültürle ve bu aktarımı gerçekleştirirken kullandığı dilsel ve kültürel modellerle (hem içeriği hem de yüksek kültür eser­leri karşısındaki tutumu veya şart koştuğu kültürel bilgiler bakımın­dan) şu veya bu ölçüde çakışır.


Üçüncü Kısım
Kültürel Dağılımın Yasaları

110 111
… "müzebilim" dedikleri de adına rağmen bir bilim değil, yapıla edile yerleşmiş, gayriresmi bir tarzda, kulaktan kulağa aktarılan ampirik öğütler ve ilkeler toplamıdır. Katalog yayımlamak, eserlerin sunumuna çağdaş bir görünüm kazandırmak, müze derneği kurmak ve daha da önemlisi sergi açmak. Bu işin en gözde biçimleri de çeşitli müzelerde sürekli sergideki eserleri bir başlık altında veya bir sanatçıya odaklanarak alışılmadık bir yerde yeni bir düzenlemeyle bir araya getirmek ve, Washington'da Ulusal Galeri'deki "haftanın eseri" örneğinde olduğu gibi, ilgiyi belli bir süre boyunca belli bir esere yoğunlaştırmaktır. Bunların hepsi, yakından tanınan, ama sanat sevdalılarının sosyal etkinlik takvimine girecek bir olay sunmadığı sürece akıllarına gelmeyen bir müze için, söz konusu sevdalıların ilgisini uyandırmaya, canlı tutmaya, hatta bir sanat olayına sosyetik bir törenin veya "sosyal" bir olayın çekim gücünü kazandırabilecek olağanüstü bir değer yükleyerek olağandışı ziyaretçileri çekmeye dönük adımlardır. Birkaç seçilmişin ehli imanı (ehli belli konularda işin uzmanı ve itimat edilebilir kişi) beslemeye geldiği, uyaroğullarının (uyaroğlu hiçbir konuda itiraz etmeyen, her şeye uyumlu olan insanlara yakıştırılan bir sıfat)  ve kaba softa ham sofuların sınıf ayinlerinden birini alelacele yaptıkları bir kilise olan müze, kitlesel coşkuya sunulan bir başyapıta şöyle bir göz atmak için New York'ta, Washington'da, Tokyo'da veya Paris'te, eskiden bir haçı veya kutsal emaneti öpmek için olduğu gibi, müminlerin uzun kuyruklarda sabırla bekleyip içe­riye yığınla doluştukları bir hac yerine dönebilir bir anda; ancak bu harikaların uyandıracağı hayranlık, bir anda tutuşuveren bu kitlesel cezbe yangınını kutsalı bilmenin bir yolu -kuşkusuz kutsallıktan arındırılmış bir yolu- olarak görmek isteyenler için geçerlidir.

Picasso veya Tutankamon sergisinin ilgi görmesi gibi durumlara entelektüellerin heyecanla yaklaşmasının nedenini anlamak için, entelektüelin kültürle kurduğu ilişkiyi, dahası bu ilişkinin de ente­lektüelin entelektüel durumla ilişkisinin ne olduğu sorusunu bütü­nüyle kapsadığını görmek gerekir; bu soru da en çarpıcı ifadesini "Halk sınıflarının kültürle ilişkisi nedir?" sorusunda, entelektüelin halk sınıfları için, yani onların yerine sorduğu ve entelektüelin kül­tür alanındaki mülksüz sınıfları oluşturan halk sınıflarıyla ilişkisi­nin ne olduğu sorusunun üstünü örten işte bu soruda bulur. Entelek­tüellerin bu meseleye (veya çağdaş iletişim araçlarının, "popüler kültürün", kültür merkezlerinin veya cep kitaplarının etkisi de söz konusu olduğundan, benzer diğer meselelere) ilgisinin doğrudan doğruya çıkarları icabı olduğunu göstermek için kültüre erişimdeki en küçük demokratikleşme göstergelerine nasıl dört elle sarıldıkla­rını gözlemlemek yeterlidir.

112
Dekoratif Sanatlar Müzesi'ndeki "Karşıtlıklar" başlığı altında çağdaş sanatın en cüretli biçimlerine ayrılmış sergide üst sınıflardan ziyaretçilerin oranı %90'a erişirken (%18'i üst düzey yönetici, %33,4'ü üniversite öğrencisi, %21,6'sı öğretim görevlisi ve sanat uzmanı, % 17'si üst düzey yöneticilerle evli olan çalışmayan kadınlar) çalışan ve orta düzey yönetici oranı %8' de, zanaatkâr ve esnaf oranı %1,5’ta, işçilerin oranı %0,5'te kalmış, çiftçiler ise hiç yer almamıştır.

(dipnot 5) Sergiler de tıpkı kültür turizmi gibi, ziyaretçilerde süreklilik yaratamaz.

117 118
Bir eserin bildiri düzeyini düşürmenin yolu, eseri şifreleyen kodu eserle eşzamanlı olarak sunmaktan geçiyor; … Sergilenen eserler hakkında verilecek yazılı ve sözlü bilginin, dikkatleri eserlerin dışsal veya anekdotik özelliklerine çekeceğinden dolayı ziyaretçileri eser karşısındaki içsel bir yolculuktan alıkoyacağından kaygılan­mak demek, tek bir söz veya davranış gerekmeksizin eseri seyre dal­ma idealinin, uzun ziyaretlerin farkında olmadan kazandırdığı bilgi­ler sayesinde eserlerle doğrudan tanışıklık kurmuş kişilere özgü ol­duğunu görmezden gelmek demektir; aynı zamanda kendi-içinde ve kendi-için esere gösterilen ilginin ve eserin sunuyor olabileceği -adeta fazladan- bilgi içeriği karşısındaki ilgisizliğin özel bir estetik tutumu, tıpkı halk sınıflarının güzellik deneyimi gibi yine toplumsal olarak koşullandırılan ve sonuçta toplumsal koşullardan -"zevkli in­sanların" varlığını olanaklı kılan koşullardan- hiçbir biçimde ba­ğımsız olmayan bir estetik tutumu tanımladığını görmezden gelmek demektir. Estetik tutumun bu toplumsal tanımının anlam ve işlevinin en açık göründüğü yer, orta sınıflar ve halk sınıflarının "rekabetinin" üst sınıfların kültürel "tekelini" ve estetik veya etik kesinlikleri teh­dit ettiği alanlardır. Dolayısıyla, tutkulu fotoğrafçıların ve fotoğraf düşkünlüğünün kalburüstü sohbetlerdeki artık basmakalıplaşmış yergisi, aslında estetik bakışı seçkinlerin gözünden tanımlayacak kuralları ortaya koyuyor: Tıpkı kendilerini hatıralık biriktirme çile­sine adayan 35 mm. fanatikleri gibi veya görmedikleri filmlerin je­neriklerini sayabilecek sinema sevdalıları gibi, anekdotik bilgiler bi­riktirmeyle uğraşan bu müze ziyaretçileri de kataloglardaki çözüm­lemelere eserlerden daha fazla dikkat ediyorlar ve tabii ki estetin şu seçkinci "umurumda mı dünya" tavrının ayırt edici özelliği olan o bir anlık, o uçan duyguya kendilerini bırakma sanatından habersizler.

119
murakabe gözetlemek, dikkatle izlemek, ilgilenmek, gözleri açık tutmak

Koleksiyon yöneticileri, nesnel açıdan olanaklı iki politikadan, neredeyse her zaman müzenin aristokratik niteliğini yoğunlaştırmaya ve aristokratik kitlesini genişletmeye yönelik olanını seçiyorlarsa, bunun nedeni, bekçiliğini yaptıkları kültürün demokratikleştirilmesine aldıkları kararlarla kendi başlarına belirleyici ölçüde katkı yapamayacaklarının bilincinde olmaları değil, tam tersine, paradoksal biçimde “yeni göz” mitine bağlı bu uzmanların, sanat eserine ilişkin bir keramet tasavvuru adına, kutsal olanla aradaki hürmet mesafesinin akılcı bir eğitimle kısaltılması yönündeki bütün çabaları “zındıklık" ilan ederek reddetmeleridir. Gerçekten de koleksiyon yöneticileri, seçimlerini, tıpkı bu seçimlerini haklı göstermek için başvurdukları ideolojiler gibi, akılcı kararlarların mantığından çok, mesleği tanımlayan nesnel koşullara, söz konusu mesleği tam bir gelenekçilik adasına dönüştüren özgül toplumsal niteliklere borçlular.

zındık inanır göründüğü halde gerçekte dinin inanç ve öğretilerini benimsemeyen kişiler için kullanılır.

miraç yükseğe çıkma, göğe yükseliş

124
Ne var ki koleksiyon yöneticilerinin tutumlarına çekilen sınırlar aynı zamanda kültürel davranışları özendirmeye dönük her tür olası girişime çekilmiş sınırlar oluyor. Müze ziyaretlerini özendirme politikasının, özellikle de basın, radyo ve televizyon tanıtımının mucizevi etkisine inananlar, bu tarzın, aslında kılavuz kitapçıklarda, turizm ofislerinde veya turistik yerleşimlerin girişlerindeki tabelalarda zaten fazlasıyla verilmiş bilgileri yinelemekten öteye gitmediğinin farkında olmadıklarından bir yabancıya meramını daha iyi anlatmak için yüksek sesle tane tane konuşmanın yeteceğini sananlara benziyorlar.

125
Doğrudan özendirmeler toplumsal dirençleri kırıp ilk ziyareti kolaylaştırabilirler hiç kuşkusuz, ancak kültürel etkinliğin düzenli gerçekleştirilmesine insanları daha yatkın yapmaya yetmeyeceklerinden başarıları kısa ömürlü olmaya mahkûmdur. Benzer biçimde, doğrudan seslenme çabası, çağın iletişim araçlarıyla yapılan bilgilendirme-özendirme çalışmaları veya "popüler kültür" kurumları tarafından yürütülen kültür yaygınlaştırma girişimleri, ancak düzenli ve sürekli bir okul eğitiminin böyle bir etkiyi almaya hazırladığı bireylerde yankısını bulabilir.

127
(dipnot 18) Daha önce bahsi geçen IFOP soruşturması da gösteriyor ki, 100 kitap satışından sadece üçünde televizyonun, birinde de radyonun etkisi görülmektedir.

128 129
Kültür eserlerine ulaştıracak kestirme bir yol olmadığı gibi, yapay olarak üretilmiş ve doğrudan yönlendirilmiş buluşmaların da geleceği yoktur.

Halk eğitimi girişimlerinin çoğu ve özellikle de kültür merkezleri, genellikle belli bir toplumsal durumun ifadesi olarak tezahür eden ve ortak önyargılar etrafında örülen bir ideolojiden esinleniyor. Halkın çoğunluğunu eserlere yaklaşmaktan, bunları seyre dalmaktan ve tadını çıkarmaktan sadece fiziksel olanaksızlıkların uzak tuttuğunu zanneden sorumlular ve düzenleyiciler, halkı eserlere çekmede başarısız kaldıklarında eserleri halka götürmenin yeterli olduğunu sanıyorlar. … Ayrıcalıksız sınıfları kültür etkinliklerine özendirmek ve hazırlamak için sorumlu eğitimcilere başvurulduğundan halk eğitimleri görünüşte gerçekçidir, ancak eserle yüz yüze gelmenin, kalıcı bir kültür etkinliğinde bulunma eğilimini tek başına belirlemeye yeteceğini öneren ideolojiden bütünüyle kopmuş da değildir. En az kültürlü, yani üniversite eğitiminin şu kalıplaştırıcı etkisiyle en az bozulmuş olan sınıfların, o kültürel masumiyetleriyle sanatın en cüretli ve özgün biçimlerini önyargısız olarak benimseyeceklerine büsbütün ikna olmuş olan kültür merkezi sorumluları, öncü estetiğin arayışlarıyla halk kitlesinin arayışını hiç çelişkisiz uzlaştırabileceklerini düşünmektedirler.

130
… Seine Valiliği Gençlik, Spor ve Güzel Sanatlar Müdürü …

131
Doğrudan etkileme tekniklerinin (basın, radyo veya televizyon mecrasındaki tanıtımların veya kültür yayınlarının) hapsolduğu döngünün kırılması için öğrencilik süresinin uzatılmasının ve sanat eğitiminin müfredattaki payının arttırılmasının başlı başına yeterli olduğu bilimsel olarak ortaya konulabildiğine göre bu sorgulama, haklı bir sorgulama değil midir?

Mevcut durumda ilkokul diploması düzeyindeki Fransızların eğitim düzeyini üç yıl (yani bir birim/düzey) yükseltip ortaokul diploması düzeyine çektiğimizi, şimdiki ortaokul diploması sahiplerini de bakalorya düzeyine yükselttiğimizi hayal edelim, basit bir hesapla görebiliriz ki uzun vadede -yani üç kuşaklık bir süreçte- Fransızların toplam ziyaret oranı % 150 artacaktır. Burada önerilen model, kimi küçük ayrımlarla birlikte kültür etkinliklerinin bütün biçimleri için geçerlidir; okulun etkisinin artırılmasının hem kültürel etkinlik (müze ziyareti, tiyatro oyunları ve konserler, hatta radyo ve televizyondan kültür yayınlarının izlenmesi) oranının arttırılmasının hem de diğer yöntemlerin etkili olmasının zorunlu koşulu olduğuna kuşku yoktur; diğer bir ifadeyle, kültürel gereçlere yapılan yatırımlar, bu gereçlerin kullanıcılarını “üretebilecek” tek alan olan okul kurumuna yatırım yapılmadığı sürece pek verimli olamaz.

133
Sanat eseri, ancak algılandığı ölçüde sanat eseri olarak kavrandığına göre, bu algılamaya bağlı doyumları da (ister tam anlamıyla estetik haz söz konusu olsun, ister ayrıcalık hissi gibi nispeten dolaylı ikramiyeler) ancak sanat eserlerini benimsemeye, eserlere sahip olmaya yatkın olanlar, diğer bir ifadeyle sanat eserlerini benimsemek için gerekli olanaklara sahip olmalarının doğal bir getirişi olarak sanat eserlerine değer atfedenler yaşayabilecektir.

134
… diğer taraftan yoksunluk bilinciyse yoksunluğun artmasıyla ters orantılı olarak azaldığından, sanat eserlerini benimsemek için gerekli olanaklardan tamamen yoksun olanlar, bu yoksunluğun, bu mülksüzlüğün bilincine de en az sahip olanlardır.


Sonuç

135
“Burada ortaya konan yasalar, eğer doğruysalar (…), malumu ilamdır.” A. R. Radcliffe-Brown

Apaçık kimi gerçekleri ortaya koymak için bunca zahmete girilmesine şaşıranlar, sanat eseri deneyimlerinden aldıkları o apaçık ama sözcüklerle anlatılamayan tadı bu malumu ilamda bulamamalarından rahatsızlık duyacaklardır. Şöyle diyecekler: Van Gogh'un nerede ve ne zaman doğmuş olduğunu bilmenin, yaşamının dönüm noktalarını ve sanat yaşantısının dönemlerini bilmenin ne önemi var? Gerçek sevdalılar için önemli olan tek şey, bir Van Gogh tablosundan alınan hazdır. Sosyolojinin bir tür indirgemeci, bir tür keyif kaçırıcı şüphecilikle reddetmeye azmettiği şey tam da bu değil miydi zaten? Sosyolog gerçekten de estetik hazzın sahiciliğini ve samimiyetini tartışmaya açtığından, tam da o hazzın varoluş koşullarını betimlediğinden her zaman şüpheli konumundadır (sosyolojinin değil sanat sevdalısının mantığı açısından). Her sevda gibi sanat sevdası da kendi köklerini bilmekten hiç hoşlanmadığından, yazgı olarak yorumlanmaya elverişli tek tek rastlantıları koşullanmalara ve genel koşullara yeğler.

malumu ilam Bilinen ve açık olan bir şeyi söylemeye, açıklamaya kalkmak; genel olarak bilinen bir şeyi, yeni bir şeymiş edasıyla söylemek; tekrar tekrar hatırlatmak.

136
Kültürel etkinliklere katılma konusunda kalıcı ve azimli bir yatkınlığın oluşması için uzun süreli ve azimli bir katılımın olmasını şart koşan "kültürel gereksinim" döngüsünü ancak pedagojik bir otorite kırabilir… Aile veya okul eğitimi, kültürel keyfiliğin içselleştirilmesinden başka bir şey olmayan bir kültür (habitus) ürettiği ölçüde, keyfilik aşılayarak, aşılamanın keyfiliğini maskeler. "Doğuştan gelen beğeni" efsanesi, bütünüyle doğuştan geliyorsa öğrenim uygulamalarındaki zorlamalara veya etkilenmelerdeki rastlantılara hiçbir şey borçlu olamayacağı için, kişinin doğasında her türlü eğitimden önce bulunduğu varsayılan kültüre yatkınlık yanılsamasının -"dayatılmış anlamların keyfiliğini ve bunların nasıl dayatıldığını unutmayı dayatabilecek bir keyfiliğin dayatılması" olarak eğitimin zorunlu bir parçası olan bu yanılsamanın- sürekli nükseden ifadelerinden biridir sadece.

Sosyolog, Kant'ın "güzel, kavram olmadan hoşa giden şeydir" formülünü çürütme amacını güdüyor olmasa da bu deneyimi olanaklı kılan toplumsal koşulları, o koşulların bu deneyimi kimler (sanat sevdalıları veya "beğenisi olanlar") için olanaklı kıldığını tanımlamayı, buradan da hareketle söz konusu deneyimin hangi sınırlar içinde var olabildiğini saptamak ister. Kavramla anlaşılan şeyin hoşa gideceğini veya, daha doğrusu, bir şeyin hoşa gidebilmesi için kavramıyla anlaşılması gerektiğini; eğitimli biçimiyle estetik hazzın bir öğrenme sürecini, -konumuz bakımından söylersek- alıştırma yaparak ve alışkanlık kazanarak öğrenmeyi gerektirdiğini; doğal ola­rak yaşanmakla veya yaşandığı düşünülmekle birlikte, bütünüyle sanatın (art) ve suni süreçlerin (artifice) suni bir ürünü olan bu hazzın aslında kültüre bağlı bir haz olduğunu mantıksal ve deneysel olarak ortaya koyar.  

137
Kant'ın "barbar beğeni" dediği şey, yani avami beğeni, kültürlü beğeninin yine Kantçı tanımıyla her açıdan -özellikle de kültürlü be­ğeninin kavramları kuşanmış olması açısından- çelişkili görünme­sine rağmen, aslında kültürlü beğeninin gizli hakikatini ortaya çıkarır. Nasıl ki Hegel saf niyet ahlakının karşısına "gerçekleşmiş ahlak" olarak ethos'u çıkarmışsa, biz de saf estetiğin karşısına kültürlü beğeni­de (kalıcı bir varoluş biçimi olarak kişinin ilk doğasının aşılmasını ve yüceltilmesini sağlayan "ikinci doğa"da) gerçekleşmiş estetiği çıkarabiliriz. Beğeni yargısı (ve ona eşlik eden estetik haz), "gerçekleşmiş estetik" veya, daha doğrusu, kişinin doğası haline gelmiş bir kültür (bir sınıfın ve bir dönemin kültürü) olduğundan dolayıdır ki serbestçe yaşanan, hatta ortak kültür karşısında ele geçirilen öznel bir deneyime dönüşebilir. Kültürlü bireylerin kendi kültürlerine iliş­kin tutarsızlıklarına veya belirsizliklerine zemin sağlayan, bunları besleyen şey kültürün doğalaşmasını tanımlayan paradokstur. Eğer kültür ancak kültür olduğu yadsınarak, yani yapay olduğu ve yapıp et­meyle edinildiği yadsınarak, kültür oluyorsa, buradan şu çıkar: Beğeni yargısı üstatları kültür cenderesinden o kadar kurtulmuş, ürünü olduğu öğrenim süreçlerindeki o büyük sabrın izini o kadar az taşı­yan bir estetik inayet deneyimine (kaldı ki kültür ancak bu deneyimi aştığında tam anlamıyla gerçekleşmiş olur) nail olurlar ki, bu dene­yimi olanaklı kılan toplumsal koşulların ve koşullanmaların anımsa­tılması hem bir malumu ilam hem de bir skandal olarak görünür.

Kültürün büyüleme işlevini yerine getirebilmesi için, hem kül­türe (toplumun insanın yetkinliğinin farkına varmasını sağlayan ve doğal bir ayrıcalık olarak görülen ikinci doğaya) sahip olmayı hem de kültürden yoksun bırakılmayı (insanların doğasına temellendirilmiş olduğu için insanların mahkûm oldukları "doğal durumu") olanaklı kılan toplumsal ve tarihsel koşulların fark edilmeden kalması yeterli ve gereklidir.

138
İnayet ve istidadın bütün görünümleriyle donanmış olmakla birlikte yine de edinilen, yani "layık olunan" kültürü ve doğalaşan kültürü, kültürlü doğayı olanaklı kılan toplumsal koşulların askıya alınması, kültüre ve özellikle de "sanat sevdasına" burjuva "sosyodisesinde"* merkezi konum sağlayan keramet ideolojisinin olanaklılık koşuludur. Burjuvazinin tarihsel olarak aristokrasiye tanımadığı kan hakkından, eskiden soyluluk ayrıcalıklarına doğrultulan, bugün de burjuva "ayrıcalığına" doğrultulabilecek bir silah olan Doğa haklarından veya ilk kuşaktan burjuva girişimcilerin başarılarını liyakatleriyle meşrulaştırmalarına olanak veren çileci erdemlerden dem vuramayan burjuva ayrıcalıklarının mirasçısı, ancak şunlara güvenebiliyor: Kültürlü doğa ve doğalaşan kültür, dil sürçmesiyle kimi zaman "klas/sınıf” dedikleri şey, eğitime hiçbir şey borçlu olmayan bir eğitim ürünü anlamında kullandıkları "eğitim", liyakat olarak inayet ve inayet olarak liyakat demek olan, layık olunmayan edinimleri, yani mirası meşrulaştıran "ayrıcalık". Kültürün, miras kalan ayrıcalıkları meşrulaştırma işlevini yerine getirebilmesi için kültür ve eğitim arasındaki ilişkinin açık ama aynı zamanda da gizli ilişkisinin unutulmuş veya yadsınmış olması hem yeterli hem de gereklidir. Kimilerine Doğa tarafından bahşedildiği için doğuştan geldiği varsayılan kültür ve kültürel istidat kavramlarının doğaya aykırı düşünce tarzı, kültürel mirasın kârlılığını güvenceye alan eğitim kurumunun işlevleri konusunda hem gözleri kör etmeyi gerektirir hem de gerçekten kör eder ve eğitim kurumunun böyle bir iş gördüğünü gizleyerek söz konusu mirasın aktarımını meşrulaştırır: Okul, sonuçta, kültür konusundaki toplumsal koşullara bağlı eşitsizlikleri, istidat eşitsizlikleri olarak yorumlanan ve hiç kuşkusuz liyakat eşit¬sizlikleri anlamını da taşıyan başarı eşitsizliklerine -üstelik usul yönünden her türlü eleştiriden muaf olan hükümleriyle- dönüştüren kurumdur.

*sosyodise Felsefedeki "Tanrı'nın kötülüklerle dolu bir evren yaratmış olmasını meşrulaştırmaya çalışan" teodise kavramına koşut olarak kurulmuş sosyodise, "toplumdaki adaletsizlikleri meşrulaştırma söylemini" anlatır, -ç.n.

139  140
Burjuva toplumunun ayrıcalıklı sınıfları, iktisat alanında kendilerini diğer sınıflardan ayıran ilkeyi kültür alanına simgesel biçimde taşıyarak, daha doğrusu dar anlamıyla maddi malların belli ellerde toplanması sonucunu doğuran iktisadi farkları sanat eserleri gibi simgesel mallara sahip olmanın yarattığı farklarla veya bu malları (iktisadi veya simgesel anlamda) kullanıp simgesel ayrıcalığa kavuşma çabasıyla perçinleyerek, kısacası kendi kendilerinin (sözcüğün dilbilimdeki anlamıyla) "değerini", ayrıcalığını/farkını (distinction) -yani, Littré sözlüğünün de dediği gibi, "zarafeti, asaleti ve görgüsüyle" avamdan ayrılmalarının nişanesini- tanımlayan her şeyi doğal bir veriye çevirerek, eğitimin tarihsel olarak yeniden ürettiği iki kültür arasındaki farklılığın yerine, doğalında kültürlü olan bir doğa ile doğalında doğal olan bir doğa arasındaki öz farklılığını geçirir. Kültürün ve sanatın bu sayede kutsallaştırılması, paranın mutlaklığına köle olmuş bir toplumun taptığı bu "mutlağın geçer akçesi" toplumsal düzenin kutsanmasına katkıda bulunarak yaşamsal bir işlev görür: Kültürlü insanların barbarlığa inanmaları ve kendi içlerindeki barbarları barbar olduklarına ikna edebilmeleri için, kültürün, insanın yetkinliğinin toplum tarafından farkına varılmasını sağlayan ve doğuştan gelen bir ayrıcalık olarak deneyimlenen "insanın ikinci doğası" haline getirilmesi, dolayısıyla kültürün bu özel tanımının meşru tahakkümünü (veya isterseniz sadece "meşruluğunu" diyelim) hazırlayan toplumsal koşulları gözlerden ırak tutmaları ve görmezden gelmeleri hem yeterli hem gereklidir. İdeolojik çemberin tanı olarak kapanması için, mensup oldukları toplumu barbarlar ve medeniler diye ikiye bölen özcü bir temsilde kültürel mallara sahip olma tekelini meşrulaştıracak gerekçeyi bulmaları onlara yeterde artar bile.

Kültürün işlevi bu olduğuna ve sanat sevdası da görünmez ve aşılmaz bir engel olarak bu inayete erenler ile eremeyenleri ayıran seçimin belirtisi oluğuna göre, müzelerin yapılarındaki ve örgütlenmelerindeki en küçük ayrıntıda bile gerçek işlevlerini, yani ziyaretçilerinin bir kısmında aidiyet duygusunu, diğer kısmındaysa dışlanma duygusunu pekiştirme işlevini ele verdikleri anlaşılıyor. Burjuva toplumunun kendisine ait olmayan bir geçmişin kutsal emanetlerini koyduğu bütün o kutsal sanat mekânlarındaki her şey, eski saraylardaki veya büyük tarihsel yapılardaki, ayrıca 19. yüzyılın eklediği heybetli binalardaki, çoğunlukla Yunan-Roma tarzında inşa ettiği bu gösterişli tapınaklardaki her şey, sanat dünyasının, gündelik yaşamın dünyasıyla arasında kutsal olan ile olmayan arasındaki karşıtlık gibi bir karşıtlık kurmak istediğini göstermeye katkıda bulunur … Sanat eseri, kendi kutsalıyla özel yetiler ve yatkınlıklar gerektiriyorsa, o halde buna karşılık kendi kutsallığını da bu gereklilikleri karşılayanlara, çağrısını cevaplamaya yetenekli oldukları için kendiliğinden seçilmiş olan bu seçilmişlere bahşeder. Sanat eserine, kültürel açıdan ne kadar yoksunluk içinde bulunuyor olursa olsun herkesi estetik aydınlanmanın inayetine erdirme ve yayılımının koşullarını kendi başına üretme gücü yüklemek, eşitsiz dağılan bir eğitimin ürünü olan yetenekleri, südurcu* mistiklerin omne bonum est diffusium sui (iyi olan her şey yerini bulur) ilkesine uygun olarak, her durumda inayetin anlaşılmaz rastlantılarına veya "istidadın" keyfiliğine dayandırmak, yani bunları miras alınmış yetenekler, hem doğal hem de liyakatle edinilen meziyetler saymak demektir.

* südur Her şeyin, Tanrı'nın ilahi özünden çıktığını savunan yaklaşım, -ç.n.

141
Müze, görkemli bir geçmişin kamusal mirası olan anıtlarını, yani geçmişteki büyüklere abartılı övgüler düzmek için yararlanılan araçları kor önümüze: Sahte bir cömertlik olan serbest giriş olanağı, aynı zamanda isteğe bağlı olduğuna göre, eserleri benimseme yeteneğiyle donanmış oldukları için bu serbestiyi kullanma ayrıcalığına sahip olanlara ve böylelikle de kendilerindeki bu ayrıcalıkları, yani kültürel malları benimsemek için gerekli donanıma sahip olmayı veya, Max Weber gibi söyleyecek olursak, kültürel malları ve kültürel selametin kurumsal göstergelerini kullanma tekelini meşru görenlere mahsustur.
.
.
.