27 Kasım 2014

Alain Badiou - Deleuzecü Siyaset Diye Bir Şey Var mıdır?

.
.
.




.
.

Deleuzecü siyaset diye bir şey var mıdır? 2009
Alain Badiou
(Çev. Burcu Yalım, Emre Koyuncu). Norgunk Yay. 2013 İstanbul


5
(Deleuze) siyaseti asla başlı başına, kendisi için düşünülmesi gereken bir şey, spesifik bir düşünce olarak (yalıtmamıştır).


7
Siyaset adı altında iki tür şey buluruz. Öncelikle, evrensel tarihte üç basamak ortaya koyan bir tarih kuramı veya felsefesi. Önce "hükümranlık toplumları", daha sonra, Fransız Devrimi sonrasında "disiplin toplumları" ve nihayet günümüzde "denetim toplumları". (İkinci husus) Deleuze'ün felsefesinde, Nietzsche'de olduğu gibi, şiddetli bir anti-tarihselcilik vardır. Buradaki kritik ayrım "tarih" ile "oluş" arasından geçer. ... "Oluş tarihin parçası değildir [...]; akışta söz konusu olan yeni bir şeyler yaratılmasıdır." ... Mayıs 68 saf haldeki oluşun kendini ortaya koyması, ani ortaya çıkışıydı. O halde saf haldeki oluş tarihin bir parçasını teşkil etmez. ... Siyaset, Mayıs 68 gibi dönemler haricinde, tarihin parçası değildir, çünkü siyaset yeni bir şeyin yaratımı demektir.
(oluş tarihten daha önemlidir)

8
Denetim toplumu yalnızca oluş yasağının denetlenmesidir. Böylelikle, siyaset -gerçek siyaset- arzu ve oluşun özgürleşmesidir. Bununla beraber, yaratımın kendisi siyaset değildir. Yaratım sanattır (algılam yaratımı), bilimdir (fonksiyon yaratımı), felsefedir (kavram yaratımı).

9
Siyaset sanat, bilim veya felsefe için bir maksim olmadığında, kapitalizm analizinden başka bir şey olmaz. ... siyasetin iki tanımı vardır: Birincisi "yeni bir şeyin yaratımı" dır; yeni bir şey yaratmak insan davranışının küresel deneyimidir. İkincisi ise, "siyaset yeni kapitalizm biçimlerinin analizidir". Kapitalizm analizi bir nevi tarih kuramıdır; saf bir ortaya çıkış, yeni bir şeyin saf yaratımı değil.

10
Şimdi öyleyse: Ya siyaset her yerdedir ve o zaman, Mayıs 68'de Fransa'da olduğu gibi, baştanbaşa bütün insan deneyiminin siyasetin parçasını teşkil ettiğini ve cinselliğin içinde siyaset, sanatın ve günlük yaşamın içinde siyaset olduğunu söyleyeceğiz; ya da siyaset spesifiktir, ve tarihin ve tarihin yeni biçimlerinin felsefi analizi olup, bundan başkaca bir şey değildir diyeceğiz.

"Dünyada en eksik olan şey dünyaya olan inançtır. Dünyayı neredeyse kaybettik. Dünya bizden alındı. Dünyaya İnanıyorsanız, olayları denetimden kaçan bir biçim altında yağdırırsınız". Buna göre, dünyaya inanmanın, olayları yağdırmanın, denetimden kaçmanın Deleuze'ün etik maksimleri olduğu açıktır.

11
.. Deleuze'de başkaldırının, olumlamanın ve öznelliğin yeni bir düğümü vardır. Denetim toplumuna başkaldırı, yani iletişime karşı başkaldırı.

13
Oluş kendini tarihten koparır. Oluş tam olarak zamanın içerisinde değildir, sonsuzluğun bir fragmanıdır.

maksim: Kant'ın ahlaki bir eylemin gerisinde yatan niyet ve motiflere verdiği ilkeler.bu ilkeler insanın görev duygusunun ürünü olan ilkelerdir.






.
.
.
.

24 Kasım 2014

Necmi Zekâ - Postmodernizm

.
.
.




.
.

Postmodernizm
(Jameson, Lyotard, Habermas)

Hazırlayan: Necmi Zekâ
(Çev. Gülengül Naliş, Dumrul Sabuncuoğlu, Deniz Erksan) Kıyı Yayınları, 1994 İstanbul



Yolları Çatallanan Bahçe, Aynalı Gökdelenler, Dil Oyunları ve Robespierre
Necmi Zekâ

7
“Bilimde kesinlik üstüne
… Bu İmparatorluk’ta Haritacılık Sanatı öylesine bir Mükemmellik’e erişmişti ki, bir tek Eyalet’in haritası bütün bir Şehir’i ve İmparatorluğun haritası bütün bir Eyaleti kaplıyordu. Zamanla, bu Ölçüsüz Haritalar yetersiz bulundu ve Haritacılık Okulları, İmparatorluk büyüklüğünde olan ve noktası noktasına onunla çakışan bir İmparatorluk Haritası çizdiler. Haritacılık Çalışmasına daha az Bağlılık duyan Sonraki Kuşaklar, bu aşırı büyütülmüş Harita’nın Yararsız olduğunu düşündüler ve, Saygısızlık da göstererek, onu Güneş ve Kuşlar’ın Acımasızlıklar’ına terk ettiler. Batı çöllerinde hâlâ, Hayvanlar ve Dilenciler’in barındığı, parçalanmış Harita Kalıntıları duruyor; tüm Ülke’de, Coğrafya Bilim kollarından başka iz kalmamış.”
Subrez Miranda, Viajes de Varones Prudentes, kitap dört, bölüm XLV, Lérida, 1658.
J.L.Borges: Müze, Çev: C.B.Akal ve E.Özden, Gergedan s.4, 1987.



.
.
.
.

Italo Calvino - Üç Deneme

.
.
.




.
.

Üç Deneme (1974-1984)

Italo Calvino

(Çev. Bilge Karasu), Yapı Kredi Yayınları 1993 İstanbul



Haritada Bir Yolcu (1980)

11
Coğrafya haritasının en yalın biçimi, bugün bize en doğal gibi görüneni, yani yerin yüzünü yeryuvarlağı dışındaki bir gözün göreceği gibi gösteren harita değildir. Harita üzerinde yer saptanması yolunda duyulacak ilk gereksinim, yolculuğa bağlıdır: Harita, konakların dizilişinin andacıdır, bir güzergahın çizimidir. Dolayısıyla bir çizgisel imge söz konusudur; ancak uzun bir tomar üzerinde gösterilebilecek türden…

Bu çizgisel kalıbın yalnız Eski Çağda yürürlükte olduğunu sanmayın: 1675’ten kalma, şerit üzerine çizili bir İngiliz haritası var, Londra’dan Galler ülkesinde Aberystwyth’e giden yolu gösteren; yolun her kesimi için çizilmiş rüzgâr gülleri, yönümüzü bulmamıza olanak veriyor.

12
Haritacılık ile Açıkhava görüngesel resmi arasındaki sınıra konmuş bir XVIII. yüzyıl Japon tomarı var; on dokuz metreyi aşan uzunluktaki bu çizim, Tokyo ile Kyoto arasındaki yol üzerine bilgiler veriyor: İnce ince çizilmiş görünümde, yolun tepelere çıkıp indiğini, koruluklardan geçtiğini, köyler boyunca uzandığını, küçük, kemerli köprüler üzerinden ırmakları aştığını, hiçbir zaman çok engebeli görünmeyen arazinin özelliklerine uyduğunu görürüz. Göze hep hoş gelen bir görünümdür bu, somut yaşam imleriyle dolu da olsa bir insan betisine rastlanmaz. Japon tomarı, görünmeyen yolcuyla özdeşleşmeye çağırır sizi; yolu, her dönemeciyle görüp gidecek, küçük köprülerle tepelerden geçip aşacaksınız…

Bir imgeye uzay boyutuyla birlikte zaman boyutunu da sokma zorunluluğu, haritacılığın kökenini oluşturur. Zamanın, geçmişin öyküsü olarak görülmesi… …Zamanın gelecek olarak ortaya çıkışı: Yolculuk boyunca karşılaşılacak engellerin dökümü… Bu noktada zamanla hava kaynaşır: İklim haritaları işte bu işlevi görür; örneğin, Arap coğrafyacısı El İdrisî’nin daha XII. yüzyılda çizdiği harita…

Kısacası, coğrafya haritası, duruk olmakla birlikte bir anlatı düşüncesi de taşır içinde, bir yol düşünülerek yapılır…

13
Paris’in Pompidou merkezindeki “Yeryüzü Haritaları, Yeryüzü İmgeleri” sergisini gezerken, sergi dolayısıyla yayımlanan kitabı karıştırırken, düşündüm bunları.

14
(Venedik Cumhuriyetinin kozmografyacısı Venedikli papaz Vincenzo Coronelli dev yerküre ile gökküresi)
Kaliforniya’yı Coronelli bir ada olarak gösteriyor, yanına da şu kaydı düşüyor: “Kalforniya’nın bir yarımada olduğunu ileri süren deliler var…” Bir başka yerde de şu yazılı: “Bu noktada, bir ada var, deniyor ama yanlış, onun için de, göstermiyorum.”

Paris’teki sergi, her yeni edintinin yeni gediklerin bilincine erdirdiği bir bilgi dalının bu yönünü belirginleştiriyor; ilk seferi sırasında Magellan’ın yanaştığı Güney Amerika kıyılarının henüz bilinmeyen Avustralya’nın parçası olduğu sanısını ortaya koyan haritalar dizisinde olduğu gibi… Coğrafya, şüphe ile yanlışın içinden geçerek bir bilim haline geliyor. (Popper buna sevinse gerek…)

… Fra Mauro’nun haritasında (1459) Avrupa’nın dünyanın geri kalan bölümüne oranla küçüldüğünü görürüz; bu harita Marco Polo’nun anlattıklarına da, Afrika’nın çevresinde gemiyle dolaşılmış olmasına da dayanılarak çizilmiş ilk düzlem-yuvarlardandır…

15
XVI. yüzyılda İstanbul’da yapılmış Arapça bir levha, ince ince işlenmiş, eksiksiz bir dünya haritası taşır; üzerinde de (gerçek) bir pusula var; namaz kılacak kişinin, nerede olursa olsun, kıbleyi bilebilmesi için, gümüş bir gösterge Mekke’nin yönünü gösterir.

Bütün bunlara dikkat edilirse, haritacılık gibi en yansız bir nesnelliğe dayalı görünen bir işlemde öznel bir atılımın nasıl da hep varolduğu anlaşılabilir.

Açınsanmışın bilgisi olarak haritacılık, herkesin kendi yaşadığı çevrenin bilgisi olarak haritacılıkla atbaşı bir gider. İkinci tür haritacılığın kökenini, kadastro planları üzerindeki sınırların tanımı çabasında aramak gerekir… (İlginç bir nokta: En eski çağlardan beri mülk sınırları büyük bir titizlikle çizilmiş ise de devletler arasındaki sınırların aynı kesinlik, aynı titizlikle çizilmesi oldukça yeni bir kaygıya benziyor. Sınırların yaklaşık olmakla yetinmeyen bir biçimde çizildiği ilk antlaşmalardan biri, 1797’de imsalanan Campoformio antlaşmasıdır: Napoléon çağında askerî-siyasal coğrafya o güne dek eşi görülmemiş ölçüde önem kazanır.)

16
Borges’in, Çin İmparatorluğu haritasının İmparatorluğun uzamıyla çakıştığı öyküsü usunuza gelmez olur mu? [Bu nerede anlatılıyordu? Necmi Zeka’da mı?]


Yeni Dünya Ne Kadar da Yeniydi!



Trajanus Sütununun Anlattığı Öykü





.
.
.
.

22 Kasım 2014

Marc Augé - Yer-olmayanlar

.
.
.
.
















.
.





Yer-Olmayanlar  (1992)
(Üstmodernliğin Antropolojisine Giriş)
Marc Augé

Kesit Yayıncılık, (Çev. Turhan Ilgaz), 1997 İstanbul



Yakın ve Öte

13
“yakının antropolojisi”
“öte’nin ve bura’nın etnologlarının ilgi alanları arasındaki çakışma…”

Antropoloji, her zaman, bura’nın ve şimdi’nin antropolojisi olmuştur. Sahada çalışan etnolog herhangi bir yerde bulunan (bu yer, onun o anki ‘bura’sıdır) ve gözlemlediği ya da bizatihi o anda duyduğu şeyi betimleyen kişidir. Daha sonra elbette yaptığı gözlemin niteliği, oluşturduğu metni yönlendiren niyetleri, önyargıları ya da öteki etmenler üzerinde şüphe duyulabilir: yine de her etnolojinin mevcut bir güncelliğin bir doğrudan tanığını varsaydığı olgusu açıktır.

15
Bilgi verenin sözü, geçmiş için olduğu kadar şimdiki zaman için de geçerlidir. Tarihsel ilgileri olan ve olması gereken antropolog, bu yüzden, stricto sensu (Lat. kelimenin tam anlamıyla..) bir tarihçi değildir.

Elbette, Avrupalının, Batılının ‘bura’sı, bütün anlamını, İngiliz ve Fransız antropolojilerinin ayrıcalıklılaştırdıkları, öncenin ‘sömürgesi’, bugünün ‘az gelişmişi’ olan uzaktaki ‘öte’ye göre kazanmaktadır. Ama ‘bura’ ve ‘öte’ karşıtlığını iki antropoloji arasındaki karşıtlığın başlangıç noktası gibi kullanabilmek, ancak daha önce sorun olan şeyi önvarsaymakla mümkündür: yani, iki ayrışık antropolojinin söz konusu olduğunu önvarsaymakla.

16
Uzak toprakların kapanması nedeniyle etnologların Avrupa üzerine kapanma eğilimine girdikleri iddiası, itirazlara açık bir itirazdır. … antropoloji alanında, Avrupa üzerinde çalışmanın nedenleri olumlu nedenlerdir. … Avrupacı etnolojinin en modernlikçi bazı tanımlarının dayanmak istedikleri Avrupa/öte karşıtlığını sorgulamaya asıl yöneltebilecek olan şey de, bu olumlu nedenlerin incelenmesidir.

17
… çağdaş dünyanın özgül dolaşım kipleri, toplaşma kipleri (çalışma, dinlenme, eyleşme), kurumları, olguları, antropolojik bir bakış açısını doğrulayıcı nitelikte midirler?

18
Bu durumda yöntem sorununu, amaç sorunuyla karıştırmamak esastır. Araştırma yöntemlerimizin denetiminde olacak gözlem birimlerini yalıtabildiğimiz takdirde, modern dünyanın etnolojik gözleme uygun olduğu sıklıkla söylenmiştir (Lévi-Strauss).

Yöntemin görünümü, muhataplarla gerçek bir temas zorunluluğu bir şey, seçilen grubun temsil ediciliği bir başka şeydir: gerçekten de söz konusu olan, konuştuğumuz ve gördüğümüz kişilerin konuşmadığımız ve görmediğimiz kişiler hakkında bize ne dediklerini bilmektir. Saha çalışması yapan etnoloğun faaliyeti, baştan itibaren, bir toplum kadastrocusunun, ölçeklerle oynayan bir cambazın, küçük karşılaştırmacının faaliyetidir… Bu gerçek ampirik nesne sorununun, bu temsiliyet sorununun, büyük bir Afrika krallığı ile Paris banliyösündeki bir işletmede farklı olarak ortaya çıktığını öne sürmeye imkân verecek hiçbir şey yoktur.

24
… antropolojik araştırma öteki sorununu şimdiki zamanda ele alır. Öteki sorunu, fırsat düştükçe, karşılaştığı bir tema değildir; bu tema onun yegâne entelektüel nesnesidir, farklı araştırma alanları ondan kalkarak tanımlanırlar. Antropolojik araştırma bu temayı şimdiki zamanda ele alır, bu da onu tarihten ayırmaya yeter. Ve bu temayı eş zamanlı olarak birçok bağlamda ele alır, bu ise onu öteki toplumbilimlerinden ayırır.

26
… uzak toplumların antropolojisine ve ondan da fazla olarak incelediği toplumlara şu keşfi borçluyuz: toplumsal olan bireyle başlar; birey etnolojik bakışa bağlıdır.

29
Kültürler de yaş tahta gibi ‘çalışırlar’ ve asla tamamlanmış bütünsellikler oluşturmazlar (dışa ve içe bağlı nedenlerle); ve ne kadar basit olduklarını düşünürsek düşünelim, bireyler de, asla, kendilerini onlara bir yer ayıran düzene göre konumlandıracak kadar basit değillerdir: o yerin bütünselliğini ancak belli bir açıdan ifade ederler.

30
… çağdaş dünya, hızlanmış dönüşümleri yüzünden, antropolojik bakışa, yani ötekilik kategorisi üzerinde yenilenmiş ve yöntemli bir düşünülmemeye çağrıda bulunmaktadır. Bu dönüşümlerden üçü, özel bir dikkatle incelenecektir.

Birincisi, zamana, zamanı algılayış biçimimize, ama bir yandan da zamanı nasıl kullandığımıza, onu nasıl sahiplendiğimize ilişkindir.

31
Sonra’nın önce’ye göre açıklanabileceğini içeren gelişim düşüncesi, bir bakıma, XIX. yüzyılın açık denizinin aşılmasına eşlik etmiş olan umutlardan ya da yanılsamalardan çıkarken, XX. yüzyılın kayalıklarına çarpıp batmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu sav, birbirinden farklı birçok saptamaya dayanmaktadır: insanlığın ahlâki bir gelişimine tanıklık ettikleri her halde söylenemeyecek olan dünya savaşları, totalitarizmler ve soykırım siyasetlerinin sergiledikleri vahşetler; büyük anlatıların, yani insanlığın bütünsel evrimini açıkladıklarını iddia eden ve bunu başaramamış olan büyük yorum sistemlerinin sonu…

33
… tarih hızlanmaktadır. … Tarihi topuklarımızda taşıyoruz. Gölgemiz gibi, ölüm gibi bizi izliyor. … Tarih: yani birçokları tarafından olay olarak kabul edilen bir dizi olay, … olaylar.

34
François Furet Penser la Révolution’da (Devrimi Düşünmek) bize ne söyler? Devrim’in (Fransız Devrimi) patlak verdiği günden itibaren, devrimci olayın, “bu konumlanışın dökümü içinde kayıtlı olmayan yeni bir tarihi eylem kipselliğini kurumlaştırdığını”.

35
(olaylar çoğalması, olaysallıktaki aşırı bolluk, enformasyondaki aşırı bolluk, olaysallık yoğunluğu)

36
Yeni olan şey, dünyanın anlamdan yoksun oluşu, az ya da daha az anlama sahip olması değildir, bizlerin açıkça ve yoğun bir şekilde ona bir anlam vermenin her günkü ihtiyacını duymamızdır: dünyaya bir anlam vermek, yoksa falanca kasabaya ya da filanca soya değil. Şimdiki zamana, olmazsa geçmişe, bir anlam vermek için duyulan bu ihtiyaç, olaysallıktaki aşırı bolluğun bedelidir ve aşırılık, temel kipselliğini açıklamak üzere “üstmodernlik” diyebileceğimiz bir konumlanışa tekabül etmektedir.

Yaşam süresinin uzaması, üç yerine dört kuşağın bir arada yaşama alışkanlığına geçiş, toplumsal hayatın düzeni içinde aşama aşama pratik değişikliklere yol açıyor. Ama, buna koşut olarak, bu değişiklikler de kolektif, soya ilişkin ve tarihi belleği genişletiyor, her bireyin kendi tarihinin Tarih’le kesiştiği ve de berikinin ötekini ilgilendirdiği duygusuna sahip olabileceği fırsatları çoğaltıyorlar.

37
… yakın geçmişe bir anlam vermedeki güçlüğümüzün nedeni bütün bir şimdiki zamanı anlama arzumuzdur…

38
Çağdaş dünyaya özgü ikinci hızlandırılmış dönüşüm ve üstmodernliğe özgü aşırılığın ikinci figürü uzamla ilgilidir. Uzam aşırılığıyla ilgili olarak öncelikle söyleyebileceğimiz şey, burada da bir parça çelişkili olsa da, onun gezegenin daralmasıyla; uzay adamlarının başarımlarının ve yapma-uydularımızın danslarının tekabül ettikleri, kendimizin ulaşabileceğimiz uzaklığa yerleştirilmesiyle bağıntılı olduğudur. … hızlı ulaşım imkanları… antenler, … gezegenin öteki ucunda cereyan etmekte olan bir olaya ilişkin anlık ve bazen de eş zamanlı bir görüyü bize verebiliyorlar.

41
… bize öyle geldi ki, zamanın kavranışının tarihsel yorumun baskın modalarının köktenci bir yıkıcılığıyla kemirilmekten daha çok şimdinin olaysal aşırıbolluğu tarafından zorlaştırıldığı gibi, uzamın kavranışı da süregiden altüst oluşlar tarafından yıkılmaktan çok (zira toprağa ilişkin olguların gerçeği içinde ve, ondan fazla olarak, bireysel ve kolektif bilinçlerde ve hayal güçlerinde, hâlâ birtakım bölgeler, birtakım topraklar vardır) şimdinin uzamsal aşırıbolluğu tarafından zorlaştırılmıştır. Uzamsal aşırıbolluk, daha önce de gördüğümüz gibi, ölçek değişikliklerinde, görüntülendirilmiş ve imgesel gönderimlerin çoğalmasında ve de taşıma araçlarının şaşırtıcı hızlanışında dile gelmektedir. [Bu durum] Somut olarak çok büyük fizik değişmelere yol açmaktadır: kentsel yığılmalar, topluluğun bir yerden bir yere aktarımı ve … ‘yer’e karşı, bizim ‘yer-olmayanlar’ diye adlandıracağımız şeyin çoğalması. Yer-olmayanlar, insanların ve malların hızlandırılmış dolaşımı için zorunlu döşemler (ekspres yollar, bankamatikler, hava alanları) olabildikleri kadar da taşıma araçlarının kendileridir, ya da büyük alış-veriş merkezleridir, ya da yine, gezegenin sığınmacılarının beklemeye geldikleri uzatmalı transit kamplarıdır.

[Jeolojik Bakış]
42
Ölçek değişiklikleri, parametre değişiklikleri: tıpkı XIX. yüzyılda olduğu gibi, bizlere, yeni uygarlıkların ve yeni kültürlerin incelemesine girişmek kalıyor.

Üstmodernliğin dünyası, içinde yaşadığımızı sandığımız dünyanın ölçülerine tastamam uymuyor, zira henüz bakmasını öğrenemediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Uzamı düşünmeyi yeniden öğrenmemiz gerekmektedir.

43
Üstmodernlik konumlanışının kendisine göre tanımlanabileceği üçüncü aşırılık figürünü biliyoruz: Ego’nun, bireyin figürüdür bu ve, söylendiği gibi, antropolojik düşünülmemede bile yeniden kendini göstermektedir; zire topraksız bir evrende yeni sahaların ve büyük anlatılardan yoksun bir dünyada kuramsal soluğun bulunmayışı yüzünden, etnologlar, bazı etnologlar, kültürleri (yöreselleştirilmiş kültürler, Mauss’vari kültürler) tıpkı metinler gibi incelemeye kalkıştıktan sonra, yalnızca etnografik betimlemeyi ve üstelik metin olarak incelemekle yetinme noktasına geldiler. … etnolojinin kendi araştırma sahalarına, sahada araştırma yapanların araştırılmasını ikame ederek yoldan çıkması mümkündür.

44
Batılı toplumlarda birey, en azından, kendine bir dünya kılmak ister. Kendisine bırakılmış enformasyonları kendi kendine ve kendi için yorumlamayı düşünür.

45
… bireyi nasıl düşünüp konumlandırmalı?

46
… bireyin toplumlarımızdaki yenilenmiş statüsü dikkate alındığında, temsil edilebilirliğin koşullarının yeni baştan nasıl tanımlanacağı sorunu…

47
Bir çağdaşlık antropolojisinin gerçekleşme koşulları sorunu, yöntemden nesneye doğru yer değiştirmek zorundadır. … nesne sorunu bir önceliktir.

(olaysal aşırıbolluk, uzamsal aşırıbolluk ve gönderimlerin bireyselleşmesi)

48
XXI. yüzyıl, antropolojik bir yüzyıl olacaktır…


Antropolojik Yer

55
Mauss’a göre, modern toplum içinde, seçkinlerin kitlesine ait olmayanların herhangi biri, ‘ortalama’ insandır. Ama arkaizm, ortalamadan başkasını bilmez. ‘Ortalama’ insan, “arkaik ya da geri kalmış toplumlardaki hemen hemen bütün insanların” benzeridir; şu nedenle ki, tıpkı onlar gibi çok yakın çevreden gelen etkilere açıktır, bunlara karşı bir kırılganlık göstermektedir ve esasen onu ‘bütünsel’ olarak nitelemeye imkân veren de bunlardır.

61
… yer, … zorunlu olarak tarihseldir. Orada yaşayanlar, bilgi nesnesi olmaları gerekmeyen işaret noktalarını orada tanıyabildikleri ölçüde daha bir tarihseldir. … Antropolojik yer’in sâkini, tarihin içinde yaşar, tarih yapmaz.

63
Antropolojik yer’in tanımı üzerinde bir an duraklayacak olursak, bu yer’in öncelikle geometrik olduğunu fark ederiz. … Geometrinin terimleriyle, çizgi, çizgilerin kesişmesi ve kesişme noktasıdır söz konusu olan. Somut olarak, güncelliğin içinde daha bir aşinası olduğumuz coğrafyada, bir yandan güzergahlardan, bir yer’den ötekine götüren ve insanlar tarafından çizilmiş olan eksen ya da yollardan, öte yandan da insanların karşılaştıkları, buluştukları ve bir araya toplandıkları … alan ve kavşaklardan ve nihayet, … bir uzamı ve sınırları tanımlayan, şu ya da bu ölçüde anıtsal merkezlerden söz etmek mümkün olabilir.

64
Bu basit formlar büyük siyasal ya da ekonomik uzamları belirlemezler; köy uzamını olduğu gibi evin uzamını da tanımlamaktadırlar.

65
Kimlik/özdeşlik ve ilişki, klasik olarak antropolojik araştırmaya konu olan bütün uzamsal düzeneklerin içinde yer alır.
Tarih de öyle. Zira uzamda kayıtlı bütün ilişkiler, aynı zamanda da sürenin içinde kayıtlıdırlar ve anıştırageldiğimiz basit uzamsal formlar ancak zamanın içinde ve zaman aracılığıyla somutlaşırlar.

66
… dinsel ya da toplumsal takvim (ör. Perşembe pazarı) genellikle tarımsal takvimi örnek alır…

Anıt [monument], sözcüğün Latince etimolojisinin de gösterdiği gibi, daimiliğin ya da, en azından sürenin, elle tutulur deyimi olmaktadır. Tanrılar için tapınaklar, hükümdarlar için saraylar ve tahtlar gerekir ki, zamansal arıziliklere boyun eğmesinler. … Yaşayanların gözünde, anıtsal yanılsama olmaksızın tarih yalnızca bir soyutlama olurdu. Toplumsal uzamda, her bireyin, içlerinden çoğunun kendisinden önce varolduğu gibi kendisinden sonra da yaşayacağına ilişkin doğrulanmış bir duyguya sahip olabileceği görkemli taş yapılar, ya da alçakgönüllü toprak tapınaklar, doğrudan işlevsel olmayan anıtlar yükselmektedir. Zamanın devamlılığını, tuhaf bir şekilde, uzam içindeki bir dizi kopukluklar ve kesintiler işaretlemektedir.

67
En azından hayal gücü düzleminde, beden, dışarıdan kuşatılabilecek, karma ve aşamalı-düzene sokulmuş bir uzamdır.

68
(Akan uygarlıklarında -bugünkü Gana ve Fildişi Sahili) Bir kimseyi ani bir şekilde uyandırmak, o kimseyi, uyandıracak yerde öldürebilirse, bu, o “merciler”den birinin, geceleyin dolaşıp duran ikincisinin, uyanma anında yeniden kendi bedeniyle bütünleşecek zamanı bulamayabilmesi yüzündendir.

69
Bazen bedenin mumyalanması ya da bir mezarın yükseltilmesi, ölümün ardından, bedenin anıta dönüşmesini tamamlamaktadır.

Böylece bireysel tematik ile kolektif tematiğin, basit uzamsal formlardan hareketle, kesişip bağdaştığı görülüyor. Siyasal simgesellik, toplumsal bir topluluğun içsel çeşitliliklerini egemen bir figürün birliğinde birleştiren ve simgeleyen yetkenin gücünü ifade edebilmek için, bu olabilirlikleri kullanmaktadır. bazen bunu, kralın bedenini çok sayıdaki bir bedenmişçesine öteki bedenlerden ayırmak suretiyle başarır. Kralın çift bedenliliği teması Afrika'da tümüyle akla uygun bir temadır.

70
Ama, kralın bedeninin çoğalmasından da daha ilginç ve daha doğrulanmış olarak, asıl, hükümdarlık yetkesinin odaklanmış olduğu uzamın toplaşması ve yoğunlaşması dikkatimizi çekmelidir. Çoğu zaman, hükümdar zorunlu ikamete maruz kalmış durumdadır, ayrıca, saatler boyu kraliyet koltuğu üzerinde sergilenmek ve kullarına bir nesne gibi gösterilmek üzere, hemen hemen tam bir hareketsizliğe mahkûmdur. (Hükümdarın bedeninin bu edilgenliği-kitleselliği, Frazer'i ve ondan yola çıkarak, bu olguda eski Meksika, Benin Körfezi Afrikası, ya da Japonya gibi zaman ve uzam içinde birbirinden son derece uzakta yer alan krallıkların ortak bir çizgisini saptayan Durkheim'ı etkilemişti. Bütün bu örneklerde ilginç olan husus, hükümdarı uzun saatler boyunca bir mineral hareketsizliğine mahkûm eden, krallığın sabit merkezi olma işlevini yerine getirmek için, onun bedenine zaman zaman bir nesnenin (taç, koltuk) ya da bir başka insan bedeninin ikame edilebilirliğidir.

71
(Beyaz Saray, Kremlin)
Ardışık düzdeğişmeceler [mürsel mecaz] sonucunda, bir ülkeyi başkentiyle ve başkenti de yöneticilerin bulundukları binanın adıyla anmak, alışık olduğumuz bir şeydir. Siyasal dil doğallıkla uzamsaldır (yalnızca sağdan ya da soldan söz ettiğinde bile), hiç şüphesiz birliği ve çeşitliliği eş zamanlı olarak düşünmek zorunda olduğu için -merkezcilik de bu çift yönlü ve çelişik zorlamanın, aynı zamanda en yaklaşık, en imgeleşmiş ve en maddi ifadesi olmaktadır.

75
(Fransa), (gastronomi başkenti, bıçakçılık başkenti, çiftlik tavuğunun beşiği,...), (kapellalar, şatolar, taş anıtlar, el sanatları, dantel ya da seramik müzesi...) Tarihe derinlemesine malolmuşluk, dışa açılmayla aynı düzeyde talep edilmektedir, sanki biri ötekini dengelemektedir.

78
(üç Paris sarayı: Elysée, Fransa cumhurbaşkanlarının; Mantignon, başbakanların ve Hôtel de Ville [Belediye Sarayı] de Paris Belediye başkanlarının ikametgahları ve çalışma mekanlarıdır. çn.)

79
... insan kimi anlar, iktidar merkezinin Elysée'den Mantignon'a, hattâ Mantignon'dan palais Royal'e (anayasa Mahkemesi) doğru mu kaymakta olduğunu kendi kendine sorduğunda, söz konusu olan basit bir eğretileme değildir..


Yerler'den Yer-Olmayanlar'a

85
Sanatta modernlik, yerin bütün zamansallıklarını, uzamda ve sözde sabitleştikleri şekilde saklar.

Eğer bir yer, kimlikleyici/özdeşleyici, ilişkisel ve tarihsel olarak tanımlanabilirse, kimlikleyici/özdeşleyici olarak da, ilişkisel olarak da, tarihsel olarak da tanımlanamayan bir uzamı, bir yer-olmayan'ı tanımlayacaktır. Burada savunulan varsayım, üstmodernliğin yer-olmayanların üreticisi olduğu; yani, bizatihi antropolojik yerler olmayan ve Baudelaire'gil modernliğin öngördüğünün tersine, eski yerlerle bütünleşmeyen uzamların üreticisi olduğudur: eski yerler, dizgelenmiş, sınıflandırılmış, "anı yerleri" katına yükseltilmiş olarak, burada, çevrelenmiş ve özgül bir yer işgal etmektedirler. Klinikte dünyaya gelinen ve hastanede ölünen, geçiş noktaları ve geçici uğraşların (otel zincirleri ve eyleşilen mekanlar, tatil köyleri, mülteci kampları, yıkımın ya da yozlaştırıcı sürekliliğin pençesindeki gecekondu mahalleleri) ya gösterişli ya da insani olmayan kipsellikler halinde çoğaldıkları, aynı zamanda yaşanan mekanlar da olan ulaşım araçlarının girift bir şebeke halinde geliştikleri, geniş alanlara, bankamatiklere ve kredi kartlarına alışkın kişinin 'dilsiz' tecimin jestleriyle yeniden tanıştığı bir dünya; böylece yalnız bireyselliğe, geçişe, geçiciliğe ve anlık olana vaat edilmiş bir dünya, başkaları gibi antropoloğa da, hangi bakış açısından hoş görülebileceğini sormazdan önce ilk kez karşılaşılan boyutlarını ölçmenin uygun düşeceği yeni bir nesne önermektedir. ... Yer ve yer-olmayan, birer kaçıcı kutupsallıktır daha çok: birincisi hiçbir zaman tümüyle silinmemiştir, ikincisi kendini hiçbir zaman tümüyle gerçekleştirmez -kimlik/özdeşlik ile ilişki arasındaki tartışmalı oyunun durmadan ve yeniden yazılması için her seferinde silinen parşömenler gibidir bunlar.

90
'Uzam' teriminin kendisi 'yer' teriminden daha soyuttur, zira bu ikincisini kullandığımızda en azından bir olaya (bir yerde cereyan etmiş olan), bir söylenceye (anılan yer) ya da bir tarihe (olay yeri) göndermede bulunuruz. 'Uzam' terimi, fark gözetmeksizin, bir düzlüğe, iki şey ya da iki nokta arasındaki mesafeye, ya da zamansal bir büyüklüğe uyarlanabilir. (aralık, zaman aralığı).

94
Ve eğer yerler'in, özgül bir şekilde yolculuğu tanımlayan kullanımına 'uzam' adı verilecekse, seyrettiği şeyin doğası onu gerçekten ilgilendirmeksizin, bireyin seyirci olarak kendini duyumsadığı uzamların olduğunu da eklemek gerekmektedir. Sanki seyircinin konumu seyirin esasını oluşturuyormuş gibi, sanki, sonuçta, seyirci konumundaki seyirci, kendi için kendisinin seyircisiymiş gibi. Turistik amaçlı broşürlerin birçoğu, okyanusun sonsuzluğunu, karlar altındaki dağların kavisli zincirlenişini ya da gökdelenlerle kaplı kentsel bir ufuk çizgisini dikkatle gözleyen, yalnız ya da toplanmış, meraklı ya da temaşa etmekte olan yüzlerin imgesini gezi meraklılarına önceden sunmak suretiyle, bakışın böylesi bir geri dönüşünü, böylesi bir dolambaçlılığını öngörür: sonuç olarak yalnız ondan söz eden, ama bir başka isim taşıyan (Tahiti, Huez Alpleri, New York) kendi imgesini, önceleyen imgesini öngörür. Gezginin uzamı, böylece, yer-olmayan'ın ilk örneği [arketipi] olacaktır.

104
(Üstmodernliğin gerçek yer-olmayanları kendilerini aynı zamanda da bize önerdikleri sözcük ya da metinlerle tanımlarlar. Sağ şeridi izleyin; sigara içmek yasaktır; ... bölgesine giriyorsunuz.)

105
... otoyol güzergâhı iki yönden dikkat çekici olmaktadır: işlevsel zorunluluk nedeniyle bizi yakınlaştırdığı bütün önemli yerleri ıskalamaktadır; ama bunları yorumlamaktadır; ... geçenler... görmekten çok düzenli olarak okumak durumunda kaldıkları soyut manzara, sonuçta tuhaf bir şekilde aşina hale gelmektedir...

107
Çoğu zaman yerleşim birimini oluşturan evlerin arkasından geçirilen demiryolu, taşralıları gündelik hayatlarının mahremiyeti içinde, ön cepheden değil ama bahçe yönünden, mutfak yönünden, ya da yatak odası yönünden ve akşamları da, ışık yönünden yakalar...

110
Tek başına ama tıpkı başkaları gibi, yer olmayanın kullanıcısı da, yer-olmayanla (ya da onu yöneten güçlerle) sözleşmeye dayanan bir ilişki içindedir. (havaalanlarında biletin teyit edilmesi, hipermarkette kimlik ve kredi kartı, otoyollarda geçişler, vb).Yer-olmayanın kullanıcısı, belli bir şekilde, her zaman için masumiyetini kanıtlamakla yükümlü tutulmuştur.

111
Bütün sıradan esirikliler gibi, az çok yetenek ya da inanmışlıkla kendini bıraktığı yumuşak bir tutsaklığın nesnesi olarak, bir süre için kimliksizleşmenin edilgin sevinçlerini ve rol yapmanın daha etkin hazzını tatmaktadır.
Başkalarına olduğu gibi ona da seslenen metin-manzarayla sürdürdüğü sessiz söyleşim içinde belirginleşen tek çehre, duyulan tek ses kendininkilerdir.

112
(kaptan pilot) "Uçağın sağ tarafından, Lizbon kentini görebilirsiniz." Aslında görünen bir şey yoktur: ... seyirlik olan şey bir fikirden, bir sözcükten ibarettir.

115
Bugünkü dünyanın somut gerçekliği içinde, yerler ve uzamlar, yerler ve yer-olmayanlar birbirlerine karışmakta, birbirlerinin içine girmektedirler.

119
Modernliğin seyircisinin temaşa ettiği şey, eski ve yeninin üst üste binmişliğidir. Üstmodernlik ise, eskiyi (tarihi) özgün bir seyirlik haline getirir -her türlü egzotizm ve her türlü yerel tikellikler gibi. Onda, tarih ve egzotizm, yazılı metinde geçen 'alıntılar'la aynı rolü oynarlar...

120
Yer-olmayan ütopyanın zıttıdır: varolmakta ve hiçbir organik toplumu barındırmamaktadır.


Sonuç

126
Etnolojinin her zaman uğraşmak zorunda olduğu, en azından iki uzam vardır: incelediği yer'in uzamı (bir kasaba, bir işletme) ve o yer'in içine yerleşik bulunduğu ve yerel ilişkilerin içsel oyunu üzerinde birtakım etkiler ve baskılar uygulayan, daha geniş ölçekli alan (etnik grup, krallık, devlet). Etnolog böylece yöntembilimsel şaşılığa mahkum edilmiş durumdadır: gözleminin ilk ağızdaki konusu olan yer'i de, onun dıştaki adımlarının akla uygun sınırlarını da gözden kaçırmamak zorundadır.

127
yer-olmayanın deneyimi içinde anlamlı olan şey, onun, topraksal çekime, yer'in ve geleneğin yerçekimlerine ters orantılı olan çekim gücüdür.

128
bireysel imge (güzergâhı özgürce ve bireysel olarak kat etmenin imgesi)


.
.
.
.