13 Haziran 2020

Giorgio Agamben - Dispozitif Nedir? / Dost

.
.
.



















.
.

Türkçe’de Giorgio Agamben

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul




Dispozitif Nedir? / Dost

Giorgio Agamben

(Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul


İçindekiler

Dispozitif Nedir?                                11
Çevirenin Son Notları                       43
Dost                                                      61
Çevirenin Son Notları                       81



Dispozitif Nedir?

14
[dispozitif sözcüğü Foucault’nun düşünce stratejisinde kilit bir terimdir.] Foucault bu terimi çoğunlukla ‘yönetimsellik’ ve ‘insanların yönetimi’ adını verdiği meselelerle uğraşmaya başladığı 70’lerin ortasında kullanmaya başlamıştır.

[1977’de yapılan bir röportaj:]

“[dispozitif] adı altında araştırdığım, her şeyden önce söylemler, kurumlar, mimari yapılar, tüzel kararlar, yasalar, idari önlemler, bilimsel önermeler; felsefe, ahlak ve insanseverlik disturları gibi son derece heterojen unsurları içeren bir bütündür. Yani hem sözel unsurları var dispozitifin, hem de söz dışı. Dispozitif bu unsurlar arasında örülen bir dır.”

“(...) dispozitif ifadesinden ne mi anlıyorum? Belli anlarda acil duruma tepki vermek gibi temel bir işlevin biçimlendirdiği ‘oluşum’ diyelim. Yani dispozitifin önemi temelde stratejik olmasından gelir...” [fluks]

“(...) dispozitifin doğası aslen stratejik dedim. Bunu söylerken de şöyle bir varsayım vardı: Dispozitif, iktidar ilişkilerinin belli bir doğrultuda güdümlenmesidir, hesaplı kitaplı, akılcı bir müdahale şeklidir. Bu güdümleme ve müdahale bazen iktidar ilişkilerinin belli bir istikamette gelişmesini sağlamak, bazen önlerini kesmek, bazen de ilişkileri istikrara kavuşturup kendi yararına çevirmek maksadını güder. Bu yüzden dispozitif her zaman bir iktidar oyunu çerçevesinde yer alır. Ne var ki aynı zamanda bilme biçimlerimizi sınırlayan kurallara da işaret eder. Bilgiye şeklini dispozitif verir, fakat bilgi de dispozitifi biçimlendirmekten geri durmaz. Hah, işte dispozitif budur, yani bazı bilme biçimlerine dayandığı gibi bu bilme biçimlerine dayanak da teşkil eden iktidar ilişkisi stratejileridir.” (Dits et écrits, III. Cilt, s.299-300)

15
Üç noktayı kısaca özetleyelim:

a) Dilsel olsun dildışı olsun, virtüel olarak hemen her minvalden (söylem, kurum, yapı, yasa, polis önlemi, felsefi önerme vb.) unsurlar içeren heterojen bir bütün söz konusu. Bu öğeler arasında örülen ağın ta kendisi dispozitif.

16
b) Dispozitifin hep somut, stratejik bir işlevi var ve yine hep bir iktidar ilişkisi çerçevesinde yer alıyor.

c) Bu haliyle, iktidar ilişkileriyle bilme ilişkilerinin iç içe geçmesinden doğuyor.

Foucault, yetmişli yılların sonunda, ... araştırmalarının nesnesini belirlerken dispozitif sözcüğü yerine, ... başka bir sözcük kullanıyor: ‘Positivite’ (olumluluk).

17
[Jean Hiyppolite’nin çalışmasının başlığı, “Akıl ve Tarih: Pozitivite ve Yazgı İdeaları”. Hyppolite’e göre ‘yazgı’ ve ‘pozitivite’ teriminin ‘doğal din’ ve ‘pozitif din’ arasındaki karşıtlıkta kendine haz bir yeri var. Doğal din, insan aklının tanrısal akılla dolaysız ve genel ilişkisine atıfta bulunurken; pozitif, ya da tarihsel din, belli bir toplumda ve tarihin belli bir noktasında, bireye dışarıdan dayatılan inançlar, kurallar ve ayinler bütünüyle ilişkilidir. Hegel, Hyppolite’in alıntıladığı bir pasajda şöyle der:

“Pozitif dinde duygular, talimat zoruyla tetiklenir; kişinin kendisini doğrudan ilgilendirmeyen eylemler, buyruk ve itaatle yaşama geçirilir.”

19
[Hyppolite:] “Pozitivite, Hegel’e göre insan özgürlüğünün önünde bir bakıma engel teşkil ettiği için yazarın sert eleştirilerine maruz kalıyor.”

Hyppolite’le birlikte, kuralların, adetlerin ve kurumların yükünü taşıyan bireye dıştan bir iktidarın dayattığı, fakat bireylerin inanç ve duygu dünyalarında adeta içselleştirdikleri tarihsel unsura genç Hegel’in ‘pozitivite’ dediğini varsayarsak, Foucault’nun bu terimi alıntılamasını, kritik bir problem karşısında tavır alması olarak yorumlayabiliriz. Aslında Foucault’nun kendine özgü sorunsalı da budur: ‘Yaşayan bir varlık olarak birey’ ile ‘tarihsel unsur’, yani iktidar ilişkilerinin somutlaşmasından doğan kurumlar, özneleştirme süreçleri ve kurallar bütünü arasındaki ilişki. Ne var ki son kertede Foucault’nun amacı Hegel’de olduğu gibi iki unsuru birbiriyle bağdaştırmak değil. Keza aralarındaki bağdaşmazlığı şişirmek niyetinde de değil. Foucault bundan ziyade dispozitiflerin, iktidar ilişkileri ve düzeneklerinde, yani iktidar ‘oyunları’nda, hangi somut biçimlere bürünerek etkin olduğuna mercek tutuyor.

20
[Dispozitif] Söz konusu olan şu veya bu iktidar teknolojisine atıfta bulunan tikel bir terim değil, genel bir terimdir. … [Foucault’nun izlediği stratejide, eleştirel bir gözle tanımladığı ‘tümeller’]. … Foucault Devlet, Egemenlik, Yasa, İktidar gibi ‘tümel’ addolunabilecek genel kategoriler, yani akılsal varlıklar üzerinde durmaya kesinlikle yanaşmaz. … Foucault’nun izlediği stratejide dispozitifler, düpedüz tümellerin yerine geçmektedir: Dispozitif, ne tek bir polisiye önlem, ne tek bir iktidar teknolojisidir, ne de soyutlama yoluyla elde edilmiş bir genelleme. … dispozitif “bu unsurlar arasında örülen ağ”dır.

21
[‘Dispozitif’ sözcüğünün Fransızcada sık kullanılan bir sözlükte yer alan üç ayrı anlam:]

a) [Hukuk] “Bir mahkeme hükmünde gerekçelerden sonra gelen, mahkemenin neye hükmettiğini gösteren kısım.” [düzenleyici kısım]

b) [Teknoloji] “Bir makine yahut düzeneğin parçalarının tertip edilme şekli ve genel anlamda düzeneğin kendisi” [tertibat]

c) [Askeriye] “Bir plan çerçevesinde yapılan düzenlemelerin tümü.”

Foucault’nun dispozitifinde bu anlamların üçünü de işitmek mümkün. … Peki ‘dispozitif’ sözcüğünün temelinde yatan anlam ne acaba?

23
[Üç yıldır yürüttüğüm çalışma:] “ekonominin teolojik soykütüğü”. Yunancada oikonomia sözcüğü, oikos’un, yani evin bilfiil idaresi demek. Anlam genişlemesiyle de işletme, management anlamlarına geliyor.

24
… neden Kilise büyükleri bu terimi teolojiye taşıma ihtiyacı duymuşlar? ‘Tanrısal’ bir ‘ekonomi’, nasıl olmuş da dağarcıklarında yer etmiştir?

[Tertullianus, Hippolytos, Eirenairos vd.’nin argümanları:] “Tanrı, varlığı ve tözü itibariyle elbette birdir; fakat oikonomia’sına, yani hanesini, hayatını ve yarattığı alemi nasıl yönettiğine gelindiğinde üçlüdür. …” Oikonomia terimi … Tanrı’nın Oğul’da [İsa] vücut bulması, günahkârların ıslahı ve kurtuluş ekonomisi anlamlarına gelmeye başlar.

26
… Tanrı’nın varlığı ile edimini; doğası/özü ile hilkat aleminin idaresi edimlerini birbirinden ayıran, ayırdığıyla da birbirine eklemlendiren bir tür kırılma noktasına kadar sürdürebiliriz onların izlerini. Varlıkta temeli olmayan saf bir yönetme eylemi x’te ya da x yoluyla mı gerçekleşiyor, işte dispozitif o x’in adıdır. Bu yüzden dispozitifler her zaman bir özneleşme süreci gerektirirler. Çünkü kendi öznelerini yaratmaları şarttır.

27
... Foucaultcu anlamda dispozitifler, yalnız genç Hegel’deki ‘pozitivite” ile aynı bağlama oturmakla kalmayıp; Heidegger’in ikinci döneminde kullandığı ve dis-positio, dis-ponere sözcükleriyle akraba Gestell sözcüğüyle örtüştüğü için de fevkalade önemli. Heidegger, ... Ge-stell sözcüğünün genellikle “aygıt” anlamına geldiğini söylemekle beraber kendisinin bu terimle “Stellen’da (koyma edimi) toparlayıcı/bir-araya-getirici olanı, insanı edimsel gerçekliğinde [ortaya koyanı] ... kastettiğini vurguluyor. ... Bütün bu terimlerin ortak tarafı bir tür oikonomia’ya göndermede bulunmaları. Oikonomia bir pratikler, bilgiler, önlemler bütünü. Amacı ise insanların davranışlarını, vücut dillerini, düşüncelerini yararlı olduğu sanılan bir doğrultuda yönetmek, denetlemek, yönlendirmek.

29
... varolanı iki büyük kümeye, iki büyük sınıfa ayırmak: Bir kefeye canlı varlıkları (tözleri), diğerine ha bire takılıp kaldıkları dispozitifleri koyalım. [bir tarafta yaratılmışlar ontolojisi, diğer tarafta yaratılanları iyiye ve güzele yöneltmek suretiyle yönetmeye çalışan dispozitifler oikonomia’sı.]

Şu ya da bu şekilde; yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların vücut diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey. ... dil, en kıdemli dispozitif belki de. [flux]

30
Yaşayan varlıklar (tözler) ve dispozitifler. İkisi arasında da üçüncü bir sınıf olarak özneler var. .. Örneğin, aynı birey, aynı töz, çoklu bir özneleşme sürecine tabi olabilir: Aynı anda hem cep telefonu kullanıcısı, hem internet gezgini, hem öykü yazarı, hem tango tutkunu, hem de küreselleşme karşıtı (örnekleri çoğaltabiliriz) olabiliyoruz... Zamane dispozitiflerinin bitmek bilmez çoğalışı...

31
İçinde yaşadığımız kapitalizmin gelişiminin son safhasını dispozitiflerin sınırsızca birikimi ve yayılımı olarak tanımlarsak sanırım hata etmiş olmayız. Dispozitifler elbette Homo sapiens’in ortaya çıkışından beri varlar. Fakat bugün sanki bireylerin tarafından modellendirilmediği, bir dispozitifin bireylere sirayet etmediği, bireyin bir dispozitif tarafından denetlenmediği bir an yok gibi! Peki o zaman günlük hayatımızda dispozitiflerle çarpışmamızda bu hale nasıl göğüs germeli, hangi stratejiyi izlemeli?

32
Örneğin, birey davranışlarının cep telefonunun kullanımıyla tepeden tırnağa yeniden biçimlendiği bir ülke olan İtalya’da yaşayan bir insan olarak ben, insan ilişkilerini daha da soyutlaştıran bu dispozitife karşı müthiş bir nefret geliştirdim.

Doğrusu durum öyle gösteriyor ki dispozitifler insanların içine kazayla düştükleri bir durum değil. Köklerini daha ziyade, Homo sapiens olarak sınıflandırdığımız hayvanları ‘insan’ kılan ‘insanlaş(tır)ma’ (ominizzazione) süreciyle özdeş bir süreçte aramak lazım. İnsanın oluşumuna neden olan ve aslında canlılar için bir tür yarılma teşkil eden olay, bir bakıma oikonomia’nın Tanrı’nın varlık ve eylemi arasına soktuğu yarılmaya benzer surette yeniden türüyor. Bu yarılma canlıyı, kendi varlığından ve çevresiyle dolaysız ilişkisinden ayırıyor. Önce von Uexküll, sonra da Heidegger buna alma-ketsizleştirme çemberi adını vermişler. Bu ilişki kopup kesintiye uğradığında canlıda sıkılma (yani ket -engel- kaldıran unsurlarla dolaysız ilişkiyi kesebilme kabiliyeti) ve Açıklık (varlığı varlık olarak bilme, dünya kurma olasılığı) türer. Fakat bu olanaklılıkla birlikte dispozitiflerin olanaklılığı da dolaysız olarak verilidir. Dispozitifler Açıklığı araçlar, nesneler, alet edavat, süs ıvır zıvırı ve envai çeşit teknolojiyle tıka basa doldurur. İnsan dispozitifler aracılığıyla kendisinden ayrışmış hayvan davranışlarını boşuna çalıştırarak Açıklıktan Açıklık olduğu suretle, varlıktan varlık olarak yararlanmaya çalışır. Her dispozitifin kökünde insanca bir mutluluk arzusu vardır, ‘fazla insanca’ bir mutluluk. Ve bu arzunun ele geçirilip başka bir çerçevede öznelleştirilmesi dispozitife özgü potansiyeli oluşturur.

34
Yani dispozitifle olan göğüs göğüse mücadelemizde benimseyebileceğimiz stratejinin basit olması söz konusu değil. Aslında gereken, dispozitifler tarafından ele geçirilip yalıtılan şeyi olası bir kamu kullanımı doğrultusunda serbest bırakmaktır. [Size üzerinde çalıştığım bir kavramdan söz etmek isterim:] Dünyevileştirme (profanazione).

35
Takdis ve vakfetme [kendinin olan bir eşyayı bir amaca adamak] eşyanın insan hukuku çerçevesinden çıkması anlamına gelirken, dünyevileştirme eşyayı insanın serbest kullanımına iade ediyordu. Büyük hukukçu Trebatius “Layıkıyla tanımlayacak olursak, dünyevi (profano), dinsellik ya da kutsiyetten koparılıp insan kullanım ve mülkiyetine iade edilen şeye denir” der.

Bu bakımdan din, şeyleri, mekânları, hayvanları ve kişileri ortak kullanım alanından kopararak ayrı bir alana nakleder. Ayrılma olmadan din [olamaz]. ... Ayrılmayı hayata geçiren ve düzenleyen dispozitif ise kurbandır. [Kurban, insanlar aleminden tanrılar alemine geçişi tasdik ve takdis eder.] ... Dünyevileştirme, kurbanın ayırıp böldüğünü ortak kullanıma iade eden bir karşı-dispozitiftir.

36
Aslında bütün dispozitiflerin altında bir tür özneleştirme süreci aramak gerek. Özneleştirmeyen bir dispozitif, yönetim dispozitifi olarak işlevini yerine getiremeyecek, kaba kuvvete dönüşecektir. Foucault, disiplin toplumlarında dispozitiflerin, nasıl da bir dizi pratik, söylem, bilgi ve uygulama üzerinden yumuşak başlı ama özgür, ‘özgürlüklerini’ bizzat özneleştirilme süreçleri üzerinden elde eden bedenler yaratmayı hedeflediğini gösteriyor.

Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor. ([sujet] Fr. Türkçedeki “özne” kelimesi burada Foucault tarafından belirtilen ilk anlamı taşımıyor. Fransizca “sujet” (özne) kelimesi aynı zamanda “tebaa”, yani tabi (boyun eğmiş) anlamını taşıyor. Aynı şekilde Fransızca “assujetir” kelimesini de Foucault iki anlamda kullanıyor: özneleştirmek ve tabi kılmak, boyun eğdirmek. y.h.n.) Michel Foucault, Seçme Yazılar 2. Özne ve İktidar, (Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014 İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s.63

37
Kapitalizmin şu anki safhasında dispozitiflerin ayırt edici özelliği ise artık bir özne üretimi üzerinden işlemek yerine ‘öznellikten-çıkarma’ süreçlerini adını verebileceğimiz süreçler yoluyla işlerlik göstermeleridir.

38
Öznenin hakikatsizliğinde, kendi hakikati herhangi bir şekilde söz konusu olamıyor. Yakayı ‘cep telefonu’ dispozitifine kaptıran kişi, onu iten güç ne kadar kuvvetli olursa olsun, yeni bir öznellik değil, olsa olsa denetlenebileceği bir numara edinmiş oluyor.

... teknoloji üzerine beyhude iyi niyet söylevleri... Öyle görünüyor ki bu insanlar, her dispozitife karşılık gelen belirli bir özneleşme (yahut da şu an olmuş olduğu üzere öznesizleşme/öznellikten-çıkma) süreci olduğu sürece dispozitiflerin ‘doğru kullanımının’ imkansız olacağını göz ardı ediyorlar.

39
Sırayla iktidarın idaresine soyunan sağın da solun da içinden doğdukları siyasi bağlamla pek bir alakaları yok. Sadece aynı yönetimsel düzeneğin iki kutbunun adıdırlar. Kutuplardan biri vurdumduymaz bir tavırla öznellikten çıkarmayı hedefliyor, diğeri ise ikiyüzlüce bunu ‘iyi vatandaş’ başlığıyla demokrasi kisvesine büründürmeğe uğraşıyor.

40
Otoritenin gözünde -belki de haklı olarak- hiçbir şey sıradan insan kadar teröriste benzemiyor.

41
Bu da dispozitiflerin dünyevileştirimesi -yani ortak kullanımdan koparılıp ayrılanı ortak kullanıma iade etme- sorununa daha da büyük bir aciliyet kazandırır.


Çevirenin Son Notları

43
i. [Spinoza’nın Ethica’sında ilk önce tanımlar verilir, sonra belitler (axioma) ve koyutlar (postulata) sabitlenerek tümdengelimli bir aksiyomatik oluşturulur ve ardından tanıtlamaya (demonstratio) gidilir.]

44
ii. [dispozitif] “Belli bilme biçimlerinin koşullarını oluşturan ve bu bilme biçimleri tarafından koşulları oluşturulan güç ilişkisi stratejileri bütünüdür.”

Positivite   ‘koymak, yerleştirmek’; ‘konulmuşluk, yerleşmişlik’; tarihsel süreç içerisinde geleneğin ‘koyduğu’, ‘yerleştirdiği’ dini uygulama biçimleri

45
v. İncil’de “Tanrı’nın kurtuluş tasarısı”, dilimizdeki ‘ekonomi’ sözcüğünün kaynağı (bildiğimiz parasal ekonomi, iktisat anlamı 17. yy’dan beri kullanılmaktadır). [Ephesoslular ise bunun yanında “Tanrı’nın İsa’nın varlığında ortaya konulan, zamanın tamamı için tasarısı, insanı kurtarma stratejisi” anlamında kullanılır.]

46
vi. Politika’da Aristoteles, oikonomia’yı, yani ev idaresini, oluşturucu üç öğesi üzerinden inceliyor: Efendi-köle ilişkisi, karı-koca ilişkisi ve baba-evlat ilişkisi. ... “Bütün bunlardan, efendi (iktidarıyla) politik iktidarın aynı şey olmadığı sonucu çıkıyor [...] Çünkü biri doğaları itibariyle özgür insanlar üzerine, ötekisi köleler üzerine uygulanır. Aile reisininki bir monarşidir (çünkü bütün aile tek bir kişinin iktidarına tabidir), politik iktidar ise özgür ve eşit insanlar üstünedir. ...” Aslında Aristoteles’in demek istediği, efendiliğin, yani ‘aile monarklığı’nın seçilmemiş bir şey olduğu. Efendilik pek de önemli bir bilim olmadığı için, kölenin yönetimini genellikle çalışanlardan biri vekaleten yapar, efendi de politika ya da felsefeyle uğraşır.

51
xv. [Pasajı İtalyancasından çevirdik:] “Ge-stell, insanları, gerçeğin örtüsünü işe-tayin-etme yoluyla ve duraduran varlıklar suretinde kaldırmaya yerleştiren, yani söke-söke-vermeye-zorlayan bu koymanın toplayıcısı demek.” … Ge-stell, modern tekniğin özünü adlandırmak için Heidegger’in seçtiği sözcüktür. Ge-stell’in asıl anlamı, bir şeyin yerleştirildiği yer, raf ya da bir düzeneğin parçalarını üstüne monte ettiğimiz strüktürdür. ʘ. … toprağı işleyerek toprağa bakan ve toprakla ilgilenen köylüden farklı olarak modern teknik, toprağı ürün vermek işine tayin eder, işletir. Toprağı işlemek de, birisini ya da bir şeyi bir iş yapmak üzere tayin etmek de Almanca bestellen fiiliyle söylenir, ama köylüden endüstri toplumuna bu sözcük anlam değiştirir. Bu belli-bir-işe-tayin-etme, doğayı söke-söke-vermeye-zorlama anlamında işe-koymak şeklinde olur. … Bu (işe)-koyma da dolayısıyla bir söke-söke-vermeye-zorlamadır. Diğer taraftan, üretim, bir şeyi beriden-öne-getirmedir ve bu getirme de örtülmüşlükten örtülmemişliğe getirmek şeklinde olur. Örtü-kaldırmaya, Yunanlılar áλήθεια [álitheia, doğru, hakikat] (bizim “hakikat” diye çevirdiğimiz söz) derler. Teknik, örtü-kaldırma, yani hakikat koyma kiplerinden biridir. Yalnız modern teknik, bu hakikat örtüsü kaldırmayı beriden-öne-getirme şeklinde değil, söke-söke-vermeye-zorlamak şeklinde uygular.

53
olduğu vaziyette durma … ‘duraduran varlıklar’

56
xx. Biosemitik dalının kurucusu von Uexküll’ün buna verdiği isim Umwelt (Çevre-Dünya). Umwelt, merkwelt (İşaret dünyası) ve Wirkwelt (Edim dünyası) bütünüdür.

57
xxv. Marcel Mauss (1872-1950), Fransız sosyolog. Özellikle ilkel toplumlarda büyü, kurban ve armağan değiş tokuşu üzerine çalışmıştır.


Dost

63
Dostluk felsefenin tanımına o kadar sıkı sıkıya bağlı ki, onsuz felsefe mümkün olmazdı desek abartmış olmayız.

64
… bugün dostluk ve felsefenin yakınlığı gözden düşmüş durumda…

65
[Jacques Derrida’nın dostluk üzerine kitabının Aristoteles’e atfedilen laymotifi, “Ey dostlar, dost [diye bir şey] yok”.] [Aristoteles’in bu pasajını alıntılayanlar arasında Montaigne ve Nietzsche de var.] [Ne var ki Diogenes Laertios’un Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri kitabının çağdaş bir baskısında, Aristoteles bölümünde daha farklı bir cümleyle karşılaşıyoruz:] “Kimin (çok) dostu varsa, dostu yok (demektir).” [Derrida’nın kitabında bu çeviri sorunlarından hiç bahsetmemiş olması beni şaşırttı.] [Nietzsche de bu sorunun farkındaydı.]

67
Ne var ki dostluğun gerekliliği fikriyle koşut giden bir ‘dostlara karşı güvensizlik’ fikri Nietzsche’nin felsefi stratejisi için bir vazgeçilmezdi.

70
[Giovanni Serodine’nin Roma’daki Milli Eski Sanatlar Galerisi’nde, Petrus ve Pavlus adlı tablo] Bu tablo bana hep dostluğun mükemmel bir alegorisi gibi gelmiştir. Dostluk, temsile dökemeyeceğimiz, kavramlaştıramayacağımız bir yakınlık değilse nedir? Birisini dost bilmek, onu belli “bir şey” olarak tanıyamamaktır. “Beyaz”, “İtalyan”, “sıcak” dediğimiz zamankiyle aynı anlamda “dost” diyemeyiz -dostluk bir öznenin kendine has özelliği ya da niteliği değildir.

72
Gören görmekte olduğunu duyumsar, işiten işitmekte olduğunu, yürüyen yürümekte olduğunu; ve benzeri diğer (etkinliklerde) etkinlikte bulunduğumuzu duyumsayan bir şey vardır. Öyle ki eğer duyumsuyorsak, duyumsadığımızı (duyumsarız); düşünüyorsak, düşündüğümüzü: Duyumsadığımızı (duyumsuyorsak) ya da düşündüğümüzü (düşünüyorsak), o zaman (var) olduğumuzu da (duyumsuyor ya da düşünüyoruzdur) (Çünkü olmak duyumsamak ya da düşünmektir).

Yaşadığımızı duyumsamaksa kendisi itibarıyla haz verici şeyler arasındadır (Çünkü yaşam doğası itibarıyla iyidir, iyinin kendinde bize ait olduğunu duyumsamak da haz vericidir), yaşamak ise istenilir bir şeydir, özellikle iyi insanlar için, çünkü bunlar için (var) olmak iyi ve hoş bir şeydir (Çünkü kendinde iyiyi birlikte-duyumsamaktan haz alırlar). Erdemli insan kendisine karşı nasılsa dostuna karşı da öyledir (Çünkü dost başka bir kendisidir): Bu böyleyse her kişi için kendisi olmak istenilir bir şey olduğu gibi dostunun da böyle olması aynı derecede, ya da hemen hemen aynı derecede, (istenir bir şeydir). Gelgelelim olmak, kendisinin iyi olması itibarıyla istenilir bir şeydi. Bunun böyle duyumsanması ise kendisi itibarıyla hoştu. Ama aynı zamanda dostunun (var) olduğunu da onunla birlikte duyumsaması gerek. Bu ise onunla birlikte yaşayarak, söz ve düşünce paylaşarak olabilir. Çünkü insanlar için birlikte yaşamak bu şekilde söylenebilir gibi görünüyor, yoksa besi hayvanlarının aynı yerde otlaması gibi değil.

Çünkü dostluk bir ortaklıktır ve kendine nasılsa, dosta karşı da öyle. Kendin için (var) olduğunun duyumsanması nasıl da istenir bir şeyse, dost için de kesinlikle öyledir.

[Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, 8. ve 9. kitaplar]

74
[Aristoteles’in bu alıntısında ilk felsefeye dair savlar:]

[1] Saf bir olmak hissi, varoluşsal aisthesis’i var.

[2] Bu var olma hissi, kendisinde hoş.

[3] Olmak ve yaşamak, varolduğunu hissetmekle yaşa-dığını hissetmek arasında eşdeğerlik var.

[4] Var olmak hissine ısrarla bağlı ve büsbütün insanca başka bir his var: Dostun varoluşunu birlikte-duyumsama ya da dostun varoluşuna rıza gösterme hissi. ... bölüştürülen şey varlığın ya da olmanın ta kendisidir: Varlık kendisiyle özdeş değildir, Ben ve dost bu paylaşımın iki yüzü, iki kutbudur.

[5] Tam da bu yüzden dost bir diğer-kendiliktir.

76
Dost, diğer bir Ben değil, aynılığa içkin bir başkalık, aynının başkaya dönüşmesidir. Kendi varoluşumun hoş olduğunu algıladığım noktada, bu duyumum onu yerinden söküp dosta doğru sürükleyen bir birlikte-duyum (eş-duyum) tarafından kat edilir. Dostluk tam da bu mahrem kendilik hissinin kalbinde meydana gelen öznelik-dışılaşmadır.

[6] ... “dost” teriminin bir ulamsal [kategoriyal] değil de bir varoluşsal olduğunu söyleyebiliriz. ... bu varoluşsal, ... neredeyse siyasal güce benzeyen bir yeğinlik tarafından baştan aşağı kat edilmiştir.

77
[Aristoteles’te dostluğun ontolojik boyutunda paylaşımın siyasi anlamı...]

Ama aynı zamanda dostunun (var) olduğunu da onunla birlikte duyumsaması gerek. Bu ise onunla birlikte yaşayarak, söz ve düşünce paylaşarak olabilir. Çünkü insanlar için birlikte yaşamak (ancak) bu şekilde söylenebilir gibi görünüyor, yoksa besi hayvanlarının aynı yerde otlaması gibi değil.

78
“Aynı yerde otlamak” -> “(nomos) katılmak, iştirak etmek”, “-> aynıya katılmak”

Her halükarda önemli olan insan topluluğunun, hayvanlardan farklı olan bir “birlikte yaşama” üzerinden tanımlanıyor olması. Bu, ortak bir töze iştirak etmek üzerinden değil, tamamen varoluşsal bir paylaşım olarak, hatta tabiri caizse nesnesiz olarak tanımlanıyor: Dostluk, saf bir olma olgusunu birlikte hissetmektir. Dostların paylaştığı bir şey yoktur (doğum, yasa, mekan, lezzet). Bunlar, dostluk deneyimi tarafından birlikte-bölüştürülmüş yani ortaktır. Dostluk, her bölüşmeyi önceleyen bir paylaşmadır çünkü bölüştürdüğü şey varolma olgusunun, yaşamın kendisidir. Siyaseti teşkil eden de bu nesnesiz bölüşüm, bu özgün-birlikte duyumsamadır.

79

Nasıl olup da bu ilksel politik sinestezinin, evrilen demokrasilerin bitkinleşerek eriştikleri en uç evrelerinde kaderlerini teslim ettikleri konsensüse vardığı ise, ... başka bir bahis.


.
.
.

10 Haziran 2020

Giorgio Agamben - Dünyevileştirmeler

.
.
.


























.
.

Türkçe’de Giorgio Agamben

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul



Dünyevileştirmeler

Giorgio Agamben
(Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul


İçindekiler
Genius                                                                   9
Büyü ve Mutluluk                                                 29
Kıyamet Günü                                                      37
Yardımcılar                                                           47
Parodi                                                                   61
Arzu Etmek                                                           87
Özel Varlık                                                            91
Bir Hareket Olarak Yazar                                     101
Dünyevileştirmeye Övgü                                     123
Sinema Tarihinin En Güzel Altı Dakikası            157



Genius

9
“Olanlar oldu artık, afsunuma,
Kendi gücümle, kalakaldım.”
Prospero
William Shakespeare, Fırtına
11
Latinler doğum anında her insanın koruyucusu olan ilaha Genius derlerdi.

12
Genius’un generare [üretmek, doğurmak] ile ilgisinin olduğu, Latinler için her şeyden önce mükemmel bir “evlilik” nesnesi olan yatak, yani genialis lectus adlandırmasından anlaşılmaktadır, çünkü üreme eylemi yatakta gerçekleşir.

13
“Benim Genius’umdur o, çünkü beni dünyaya getirdi”. Ancak, mesele bundan ibaret değildir yani Genius cinsel enerjinin kişileştirilmesinden ibaret değildi. Tabii ki, her erkeğin kendi Genius’u, her kadının da kendi Iuno’su [Giugno yani Haziran ayına adını veren Roma tanrıçası, dişiliğin ve doğurganlığın sembolü.] vardı, her ikisi de dünyaya getiren ve yaşamı sürekli ve ebedi kılan doğurganlığın belirtileridir. Ama varlık haline gelen herkesin doğuştan getirdiği moral ve fiziksel niteliklerin tamamını anlatan ingenium teriminde apaçık görüldüğü gibi Genius bir şekilde kişinin yüceltilmesi, ilahlaştırılmasıydı, kişinin tüm varlığını ifade eden ve ona hâkim olup yol gösteren ilkeydi. Bu nedenle Genius için kutsal sayılan vücut bölgemiz cinsel organların bulunduğu bölge değil, alındır; kafamız karıştığı anlarda, neredeyse kendi kendimizi unutmuşuz gibi hissettiğimiz anlarda, farkına bile varmadan yaptığımız bir hareket olan elimizi alnımıza götürme hareketi, Genius kültünün ritüel hareketini hatırlatır.

15
Ancak, bu çok yakın, kişisel ve mahrem ilah, aynı zamanda bizim içimizdeki en kişiselleşmemiş şeydir, bizde bizi aşan ve bize fazla gelen şeyin kişiselleşmesi olarak görülür. “Genius bizden kaynaklanmayıp bize kaynaklık etmiş olduğundan yaşamımızın ta kendisidir.” Genius bizimle özdeşleşmiş gibi görünüyorsa, bunun tek nedeni, kendimizden daha fazlası olmadığımızı anlamamız, bize kendimizin, aşağı yukarı kendimiz olduğunu göstermek içindir. Genius’ta örtük olarak bulunan insan anlayışını kavramak, insanın sadece Ben ve bireysel bilinç olmadığını, doğumundan ölümüne kadar kişiselleşmemiş ve bireysellik öncesi bir öğe ile birlikte yaşadığını anlamak demektir. İnsan iki aşamalı tek varlıktır, karmaşık bir diyalektiğin sonucudur, bu diyalektikte bir aşamada (henüz) özellikleri bilinmeyen ve yaşanmamış bir taraf, öteki aşamada bireysel deneyim ve yazgının etkisindeki bir taraf bulunur. Ancak, kişiselleşmemiş ve özellikleri bilinmeyen taraf bir zamanlar, ilelebet ardımızda bıraktığımız ve belleğimiz ile yeniden anımsayabileceğimiz kronolojik bir geçmiş değildir. ... [Onun çehresi,] ... hatırlanması çok güç bir şimdi gibi şakaklarımızda zonkladığını hissettiğimiz, bizi ürpertip duran zamanı bilmediği anlamına gelir. Bu nedenle doğum günü [Doğum günü Genius için kutsaldır ve bu nedenle İtalyanlar bugün bile doğum gününü hâlâ genetliaco diye adlandırır.] geçmiş bir günün anılması ve kutlanması olamaz. Tam aksine her gerçek kutlama gibi, zamanın ortadan kaldırılması, kutsallığın görkemli bir biçimde görünüşü ve Genius’un mevcudiyeti olabilir.

18
... öznenin karşıt kutupları Genius ve Ben’dir. ... biri bireysel olandan kişisel olmayana, diğeri kişisel olmayandan bireysel olana hareket eden birleşen ama birbirine karşıt olan iki güç söz konusudur.

21
Çocuklar saklanmaktan çok özel bir keyif alırlar. Üstelik sonunda biri onları bulsun diye saklanmazlar. Kirli çamaşır sepetine, bir dolabın içine, bir koltuğun köşeciğine neredeyse gözden yitecek ölçüde saklanıyor olmakta benzersiz bir keyif, özel bir yürek çarpıntısı vardır ve herhangi bir nedenle yaşadıkları bu duygudan vazgeçmeyi asla istemezler. Walser’in kendi okunamazlığının koşullarını temin eden hazzı kadar, Benjamin’in tanınmamak için duyduğu inatçı arzu da bu çocuksu yürek çarpıntısından kaynaklanır. ... Çünkü şair, ... zaferini tanınmamışlıkta kutlar.

22
Simondon’a göre, heyecan bireysel öncesiyle ilişkiye girmemizi sağlayan şeydir. Heyecanlanmak içimizde kişisel olmayanı hissetmek, Genius’u iç sıkıntısı ya da keyif, güven ya da korku olarak deneyimlemek anlamına gelir.

24
[İran melekbiliminde Genius, Daena isimli bir melekle karşılık bulur.] Daena göksel bir arketiptir, her birey ona benzer biçimde yaratılmıştır, aynı zamanda bu melek, bizi sürekli takip eden, yaşamımızın her anında bize eşlik eden sessiz tanıktır. Bu yolculukta, meleğin yüzü zamanla değişir, ... belli belirsiz bir biçimde her hareketimizle, her sözcüğümüzle, her düşüncemizle dönüşür. Böylece ölüm anında, ruh, kendisini karşılamaya gelen meleğini, hayatta nasıl davrandıysa bu davranışına uygun bir biçimde değişmiş halde görür, bazen daha da güzel bir varlığa, bazen de korkunç bir şeytana dönüşür ve şu sözleri fısıldar: “Ben senin Daena’nım, düşüncelerinin, sözlerinin, davranışlarının oluşturduğu şeyim ben”.

25
Hepimiz Genius ile, yani içimizde bulunup bize ait olmayan şeyle bir ölçüde uzlaşırız. Herkesin Genius’tan uzaklaşma, onsan kaçma biçimi karakterini ortaya koyar. ... Bir yazarın biçemi, tıpkı her canlının zarafeti gibi, onun dehasına çok da bağlı olmayabilir, ama onda dehadan yoksun olan şeye, karakterine bağlıdır. Bu nedenle, birini sevdiğimiz zaman, onun ne dehasını, ne de  karakterini sevmiş oluruz (onun Ben’i de değildir sevdiğimiz), asıl sevdiğimiz şey, onun her ikisinden de kaçmak için takındığı özel tavırdır, deha ile karakter arasında gidip gelen uyanıklığını, çabukluğunu severiz.


Büyü ve Mutluluk

32
Benjamin bir keresinde çocuğun dünya ile ilgili ilk deneyiminin “büyüklerin ondan daha güçlü olması değil de, kendisinin büyü yapma yeteneğinden yoksunluğu” olduğunu söylemiştir. ... Meziyetlerimiz ve çabalarımızla ulaşabileceğimiz şey aslında bizi mutlu etmez. Bizi mutlu edebilecek tek şey büyüdür.

33
Eğer bir kadın bizi ona layık olduğumuz için severse bu ne büyük bir felakettir! Eğer mutluluk iyi yapılmış bir işin karşılığı ya da ödülü olarak gelirse ne can sıkıcı bir şeydir!

34
“Ümit var ama bizim için değil.” [Kafka’nın Janouch ile konuşmasından]. ... mutluluk, bizi hedeflemediği anda, bizim için olmadığında payımıza düşen şeydir.


Kıyamet Günü

39
Sevdiğim fotoğraflarda beni çeken, beni büyüleyen ne? ... Benim için fotoğraf bir biçimde Kıyamet Günü’nün yeri, fotoğraf dünyayı son gününde, Mahşer Günü’nde nasıl görünürse, o biçimde gösteren şey.

40
Louis Daguerre - Boulevard du Temple - 1838, çizmelerini boyatan adam...

41
[pagan cehennem, hristiyan cehennemi, öte dünyasal (eskatolojik)]

43
Dondero [Saurraute, Beckett, Simon, Robbe-Grillett], 1959

46
Yüzüme bak: “Benim Adım, Olabilirdi, Bana Artık Yeter, Çok Geç, Elveda da derler.” Edgar Auber


Yardımcılar

54
[Yurttaş Kane, Rosebud] ... sonunda “düşlerin yapıldığı maddeden” yapılmış olduğu ortaya çıkar.

55
teofani ... Tanrı’nın kendini, sürekli olarak başka şeylerde açığa vurması...


Parodi

63
Elsa Morante, Arturo’nun Adası. [Romanda bir kahraman Arturo’ya “Senin baban bir parodi!” der. Arturo bir retorik kitabında parodinin anlamını okur.] “Başkalarının söylediklerini taklit etmek, taklit ederken de başkalarının ciddi bir biçimde yaptığını gülünç, komik, grotesk hale getirmek.”

65
[Arturo’nun daha sonra baktığı, nispeten daha modern bir tanım, 16. yy Poetica’sında Scaligero’nun yaptığı bir retorik gelenekte yer alır:] “Nasıl ki, Satira Trajedi’den, Mim Komedi’den kaynaklanırsa, Parodi de Papsodi’den kaynaklanır. Gerçekten de rapsodoslar (destan anlatıcıları) sahnedeki işlerine ara verdiklerinde sahneye eğlence olsun diye ve dinleyicilerin ruhunu canlandırsın diye o ana kadar olanları tersine çevirip tepe taklak edenler girerlerdi. Tam da bu nedenle, onların söylediği şarkılara paroidous derlerdi, çünkü ciddi mevzunun yanı sıra, ona ilaveten, konuya gülünç başka şeyler de katıyorlardı. Yani Parodi, anlamı, sözcükleri değiştirerek gülünç hale getiren ters yüz olmuş bir Rapsodi’den başka bir şey değildir. ...”

66
[Scaligero’nun yapmış olduğu tanımla birlikte,] ... parodinin, kanona özgü değişmez iki özelliği yerleşmiş olur: Önceden var olan bir modele bağlı olması, yani ciddi olandan komik olana dönüşmesi ve uygunsuz yeni içeriklerin eklendiği biçimsel öğelerin muhafaza edilmesi.

67
Klasik dünyanın bildiği parodi teriminin, müzik tekniği alanına ait bir başka, daha eski bir anlamı da vardı. Parodi, şarkı ve söz, melos ve logos arasındaki ayrılığı gösterir. Yunan müziğinde, aslında, melodi köken açısından sözün ritmine karşılık gelmeliydi. Homeros’un şiirleri okunurken, bu geleneksel bağ çözülür ve rapsodoslar ahenksiz algılanan melodiler kullanmaya başlarlar, bu nedenle onların şarkıya karşı (ya da şarkının yanı sıra) şarkı söyledikleri söylenir. ... Oinopas’ın liri hakkında bize söylenen şey, müziği sözden ayırarak lirik şiire parodiyi soktuğudur. Şarkı ile dil arasındaki bu boşluk...

68
para   boşluk

... şarkının yanında yer alan (para-oieden) varlığını ve kendine ait yeri olmayışını reddedemez.

69
Hayatın, edebiyatta sadece bir gizemin terimleriyle sunulabilir olması...

70
Gizemde parodiden başka bir şey olamayacak şey şudur: Parodi dışında gizemi çağıracak, çağrıştıracak, onu akla getirecek başka her türlü girişimin sonu zevksizlik ve abartı olur. Bu anlamda modern gizemin mükemmel temsili olan geleneksel ayin düzeni de parodiktir. ... [Nietzsche] ... gizem karşısında sanatsal yaratı, karikatür olmaktan öteye gidemez.

80
Parodi, her zaman edebiyatın alametifarikasını oluşturan kurgu ile özel ilişkiler kurmuştur.

81
... parodi sadece kurgu ile örtüşmemekle kalmaz, onun simetrik karşıtını da oluşturur. Çünkü parodi, kurgu gibi, nesnesinin gerçekliğini şüpheli hale getirmez. -hatta parodinin nesnesi, öylesine dayanılmaz bir biçimde gerçektir ki, tam da bu nedenle belli bir mesafede tutulur. Kurgunun “sanki öyleymiş” gibisinin karşısında, parodi kendi dramatik “bu kadarı fazla”sını (hatta ‘sanki öyle değilmiş’ini) koyar. Bu nedenle, eğer kurgu edebiyatın özünü tanımlıyorsa, parodi, deyim yerindeyse, edebiyatın eşiğinde, sürekli olarak, ısrarla, gerçeklik ve kurgu, söz ve nesne arasındaki gerginlikte tutulur.

84
aufhebung   kapsayıp aşma


Arzu Etmek

89
Arzu etmek en basit ve insani şeydir. Madem öyledir, peki neden arzularımız, kendi kendimiz için bile itiraf edilemez şeylerdir?

Arzularımızı hayal etmiş olduğumuzdan, onları dile getiremeyiz. Onları tuttuğumuz kripto, yani gizli yer aslında, tıpkı henüz okumayı bilmeyen çocuklar için hazırlanmış resimli bir kitap gibi, tıpkı okuma yazması olmayan bir halkın Images d’Epinal’i gibi [19.yy Fransası’nda popüler konuların baskısı], sadece imgeleri (hayalleri) içerir. Arzuların bedeni bir imge, bir hayaldir. Arzuda itiraf edilemez olan şey, onda kendimiz için yarattığımız imgedir.


Özel Varlık

93
Orta Çağ filozofları aynaların büyüsüne kapılmışlardı. Özellikle merak ettikleri şey aynalarda görünen imgelerin doğasıydı. Onların varlığı (ya da daha doğrusu, varlık olmayanı) hangisiydi? Beden mi yoksa beden olmayan mıydılar? Töz müydüler yoksa ilinek mi?

ilinek   kendi başına, bağımsız bir varlığı bulunmayan, var olmak için başka bir töze, taşıyıcıya gereksinimi bulunan şey; örneğin sertlik, yumuşaklık, aklık birer ilinektir, var olmak için taşıyıcıya gereksinim duyarlar. / bir nesneye zorunlu olarak bağlı bulunmayan, onun özünde yer almayan, onda rastlantısal olarak var olan nitelik.

94
Her şeyden önce imge bir töz değil, bir ilinektir, aynada bir yerdeymiş gibi değil, bir öznedeymiş gibi bulunur.

... imge her an onun karşısında durup ona bakan kişinin varlığına ya da hareketine göre doğar.

İmge olmak kesintisiz bir biçimde üretilmektir. Üretiliyor olmaktır, töz olmamaktır, imge ... her an yeniden yaratılır.

95
İmgenin ikinci karakteri, nicelik kategorisine göre belirlenebilir olmayışı, tam olarak bir biçim ya da bir görüntü olmayışıdır... Yani imgenin boyutları, ölçülebilir nicelikler değil, sadece görüntüler, yani dış biçim, görünüş, var olma biçimleri ve “elbiseler”dir. Bu durum, -yani sadece bir “elbiseye/alışkanlığa” ya da bir ethos’a gönderme yapabilmek- “bir öznedeki varlık” ifadesinin en ilginç anlamıdır.

96
İmge, özü, bir tür olmak, bir görünürlük ya da bir dış görünüş olmak olan bir varlıktır. Özü kendini görünür kılmasıyla, türüyle örtüşen varlık özeldir. [97. Her varlık kendi varlığında ısrar etmeyi, kararlı olmayı, kendi kendisiyle iletişim kurmayı arzular.]

Özel varlık kesinlikle tözel değildir. Özel varlığın, bir türe ait olanın kendine ait bir yeri yoktur, bir özneye rastlar, o öznenin başına gelen şey olur, o öznede bir habitus ya da bir varlık biçimi gibi [Bruno Latour, Varoluş Modlarına Soruşturma (?)], aynadaki imge gibi bulunur.

98
“Her varlık arzulanabilirdir” ifadesi bir totolojidir.

99
Kişi (persona) köken olarak maske anlamına gelir, yani fazlasıyla “özel” olan bir şeydir.

Özel olan, nerede olursa olsun, kişisel olana, kişisel olan da tözsel olana indirgenmelidir. Görüntünün bir kimlik ve sınıflama ilkesine dönüşmesi kültürümüzün ilk günahı, yani doğuştan getirdiği günahtır ve onun en amansız, en acımasız aygıtıdır [Agamben’in “deneyim” izleği]. Bir şey özelliğinin kurban edilmesi şartıyla kişileştirilir -o şeye bir kimlik atfedilir. Aslında, bir varlık -bir yüz, bir hareket, bir olay- birbirine benzeyerek değil de, herkese benzeyerek özel olur. Özel varlık mükemmel bir biçimde ortak kullanıma sunulduğu ama kişisel mülkiyet nesnesi olamadığı için şahane bir şeydir.


Bir Hareket Olarak Yazar

103
[22 Şubat 1969’da Foucault “Bir yazar nedir?” başlıklı konferans vermişti.] ... Foucault, bir Beckett alıntısını (“Kimin konuştuğunun ne önemi var, demişti biri, kimin konuştuğunun ne önemi var”) çağdaş yazın etiğinin temel ilkesi ya da özlü sözü olarak kullanarak, yazara gösterilen kayıtsızlığı dile getirmişti. Yazın söz konusu olduğunda, onun önerisi, bir öznenin ifadesinden çok, yazan öznenin içinde bulunduğu bir alan açılması ve bu alanda yazan öznenin sürekli olarak yitip gitmesidir: “Yazarın izi, onun yokluğunun tekilliğinden başka bir yerde bulunmaz”.

104
[Beckett’ın alıntısında] ... herhangi bir isme ya da yüze sahip olmasa da biri vardır ve bu sözceyi dile getirmiştir, bu kişi olmadan, konuşanın önemini yadsıyan sav dile getirilemezdi.

[Foucault’nun iddiası iki kavram arasındaki ayrım üzerinde temellenmektedir. Kesinlikle devre dışı kalacak olan gerçek birey olarak yazar ve ... yazarın işlevi.

105
Yazarın adı sadece medeni durumunu ifade etmez., “bir söylemin içinden çıkıp, o söylemi üreten gerçek ve dışsal kişiye doğru ilerleyen bir özel isim değildir”. O ad, o isim, daha ziyade, “metinlerin sınırlarına” yerleşir, söz konusu metinlerin belli bir toplumdaki dolaşım rejimini ve yasasını tanımlar. “Bu nedenle, bizimki gibi bir kültürde yazar işleviyle donatılmış söylemler olduğu gibi, bu işlevden yoksun olan söylemler de vardır... Yazar-işlevi, bir toplumda bazı söylemlerin işleyiş, varoluş ve dolaşımda olma biçimlerini tanımlar”.

106
Günümüzde yazar işlevinin çeşitli özellikleri: yazara telif hakkı sağlayan özel bir kullanma/mülk edinme rejimini sunarken, aynı zamanda bir metnin yazarını cezalandırma ve kovuşturma olanağını, aynı işlevin farklı biçimlerinin birbiriyle örtüştüğü bilimsel ve yazınsal metinlerdeki söylemleri seçme ve birbirinden ayırt etme olanağını, metinlerden bir kanon oluşturarak ya da tam tersini yaparak onları bir kimlik doğrulamasına tabii tutma olanağını; sözceleme işlevinin eşzamanlı olarak farklı yerlerde bulunan birden fazla özneye dağılmasını, ve en sonunda, yazarı, yapıtının sınırları ötesinde, “bir söylemsellik göreviyle” oluşturan söylemsellik ötesi bir işlev kurma olanağını da beraberinde getirir.

[Söz konusu konferanstan iki yıl sonra Foucault, konferansın değiştirilmiş bir versiyonunu sunar]; birey olarak yazar ve işlev olarak yazar arasındaki karşıtlığı daha da belirgin bir biçimde ortaya koyar: “Yazar, yapıtı dolduran sonsuz anlamların kaynağından başka bir şey değildir. Yazar yapıtlarından önde gelmez. O belli bir işlevsel ilkedir ve bu ilke sayesinde kültürümüzde, kendini sınırlar, dışlar ve seçer: Kısacası, yazar, kurgunun serbestçe oluşturulmasını, oluşturulan kurgunun serbestçe bozulmasını ve yeniden oluşturulmasını, serbestçe dolaşıma sokulmasını ve manipüle edilmesini engellemeye yarayan ilkedir.”

107
Bu yazar-özne bölünmesi, bu bölünmenin toplumdaki işlevini somutlaştıran aygıtlarca gerçekleştirilir, bu bölünmede Foucaultcu stratejiyi derin bir biçimde gösteren bir hareket/jest bulunur. Foucault bir yandan, çeşitli vesilelerle özne üzerinde çalışmayı asla bırakmadığını tekrarlayıp durur, öte yandan araştırmalarının bağlamında, özne canlı bir birey olarak, her seferinde yalızca onu oluşturan özneleştirmelerinin nesnel süreçleri sayesinde mevcut hale gelir, aygıtlar onu kaydeder ve güç mekanizmalarına hapseder. Büyük bir ihtimalle, tam da bu nedenle saldırgan tavırlı eleştirmenlerin, Foucault’ya ete kemiğe bürünmüş bireye kaşı gösterdiği mutlak kayıtsızlık ve öznellik üzerine geliştirdiği tamamıyla estetik bakış nedeniyle karşı çıkma gerekçelerinde tutarsızlık yoktur. Foucault bu bariz aporia’nın kesinlikle farkındaydı. [:] “Oluşturucu bir özneye felsefi olarak başvurmayı reddetmek, bu özne yokmuş gibi yapmak ve onu saf bir nesnellik adına soyutlamak anlamına gelmez, bu reddedişin amacı, aslında özne ve nesnenin birbirine dönüşmesi ve birbirini oluşturması ve birinin diğerinin işlevine dönüşmesinden ibaret bir deneyimi tanımlayan süreçleri görünür hale getirmektir.” ... “Yazar-işlevinin nasıl uygulandığını tanımlamak... yazarın var olmadığını söylemek ile eşdeğer değildir... Gözyaşlarımızı tutalım yani.”

108
Foucault’nun sürekli tekrarladığı teşhisine göre, söylemin düzeninde “yazarın izi sadece yokluğunun tekilliğinde bulunur; yazara düşen yazma oyununda ölü rolüdür”. Yazar ölmemiştir, ama kendini yazar olarak ortaya koymak, bir ölünün yerini işgal etmek anlamına gelir. Bir özne-yazar vardır ve her şeye rağmen bu kişi ancak kendi yokluğunun izleri sayesinde varlığını kanıtlar. Ama bir yokluk nasıl olur da tekil olabilir?

109
[“öznenin tanınamazlığı” bahsinin geçtiği tek metin, Rezil İnsanların Yaşamı (1977) kitabının 12-29 sayfaları arasında yer alır:]

110
... 1701’de, Paris’teki Bicétre Hastanesi’ne kapatılan ateist ve homoseksüel mezarlık bekçisi Jean Antoine Touzard’ın ağzını yüzünü buruşturup durması ve ... 1707 Charenton Islahevi ve Hastanesi’ne yatırılan Mathurin Milan’ın bıkıp usanmadan sürekli konudan konuya atlayışı ve ne dediğinin bir türlü anlaşılamaması, onların üzerine sadece bir anlığına yansıyan gücün ışık huzmesinde, bir an için parıldayıp göze çarpar hale gelir, ve her şeye rağmen o anlık aydınlanmada, özneleşmeyi aşan bir şey, onları utanç kaynağı kişiler olmaya mahkum eder...

Bu hayatlar, kendilerini sonsuza dek kötü şöhretin, ahlaksızlığın acımasız arşivine nesilden nesile aktarılsınlar diye emanet etmiş olan şüpheli, dikkat çekici kısa notlarda hangi biçimde bulunurlar? Bu notları düzeltmiş olan en alt seviyedeki memurlar, isimsiz katipler, kuşkusuz ne tanınmak ne de temsil etmek niyetini taşıyorlardı, tek amaçları kötü şöhreti damgalamaktı. ... bu hayatlar, dilde sadece ancak ifade edilmeden kalmaları koşuluyla görünürler.

111
Her ifade ediminde, ifade edilmeden kalan şeye jest/hareket dersek, o halde, yazar metinde sadece bir jest (hareket) olarak, yani tam da kötü şöhret olarak mevcuttur...

112
Bize, bir hayatın, sadece sessiz kalan yanıyla ve bir yüz ifadesiyle, bir ağız burun kıvırmasıyla görünür olduğu bu tekil mevcudiyet biçimini nasıl anlamalıyız? [:] “Burada bir portreler galerisi bulamayacaksınız: tam aksine tuzaklar, silahlar, jestler, çığlıklar, tavırlar, kurnazlıklar, entrikalar bulacaksınız, sözcükler onların gereci haline gelmiştir. Bu cümlelerde ‘oyuna sokulan’ gerçek hayatlardır; bu hayatların mecazi olarak aktarıldığını ya da temsil edildiğini söylemek değil niyetim, söylemek istediğim şey, aslında, orada, fiilen, onların özgürlüğüne, talihsizliğine, sıklıkla da ölümlerine ve her durumda kaderlerine, kısmen de olsa karar verilmiş olduğudur. Bu söylemler aslında hayatları çarmıha germiştir; bu hayatlar, onların var oluşları, etkin bir biçimde tehlikeye atılmış ve bu sözcüklerde yitip gitmiştir.”

113
[Milan nerede? Touzard nedere?] Onlar oyuna sokuldukları metnin eşiğinde duruyorlar… ‘Oyuna sokulan’ ifadesinin muğlaklığının altının çizilmesinin nedeni,] … metinde, eyleyen kişinin, yani hayatları oyuna sokan kişinin isteyerek gölgede kalıyor olmasıdır.

117
Yazar, bir hayatın yapıtta oynandığı noktayı saptayan kişidir. O hayat oynanmıştır, ifade edilmemiştir, tüketilmemiştir. Bu nedenle yazar yapıtta arzularına ulaşamayan ve dile getirilmeyen olarak kalmaktan başka bir şey yapmaz. Yazar, okunmayı mümkün kılan okunamazlıktır, yazı ve söylemin yol buldukları efsanevi boşluktur. Yazarın hareketi, yapıtta bir iz, bir ipucu bırakır…

119
Peki bir tutku, bir düşünce nasıl olur da bir kağıt parçasında içerilebilir hale gelebilmektedir? … Bunun tek bir anlamı vardır, okuyan kişi yazarın şiirde boş bıraktığı yeri dolduracak ve okurken yazarın yapıttaki yokluğuna tanıklık ederek, yazarın ifadesiz hareketini tekrarlayacaktır.

120
Tıpkı İbn Rüşt’ün felsefesindeki gibi, düşünce tektir ve bireylerden ayrılmıştır, arada sırada, hayaletleri ve hayalleri aracılığıyla bireyler düşünceyle birleşirler, bu tıpkı yazar ve okurunun yapıtta ifade edilmeden kalmaları şartıyla, yapıtla ilişkide oldukları gibi bir durumdur.

Yapıt aracılığıyla yazarın kişiliğini oluşturma girişimi, hareketini okumanın gizli şifresi yapmaya çalışanın girişimi kadar meşru olmayan bir girişimdir.

121
Mademki yazı da, sadece kötü şöhret arşivinin kayıt memurlarının yazdıkları değildir, mademki her yazı bir aygıttır, insanların tarihi de, belki de kendi ürettikleri aygıtlarla –her şeyden önce de dille- durmak bilmez bir mücadeleden, bir karşı karşıya gelişten başka bir şey değildir.


Dünyevileştirmeye Övgü

125
Romalı yargıçlar “profanare” fiilinin yani “kutsal şeylere saygısızlık yapmanın, onları kutsal alanından çıkartmanın, dünyevileştirmenin” ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Kutsal ya da dinsel şeyler bir şekilde tanrılara aittir. [serbestçe kullanılamaz, ticareti yapılamaz, satılamaz, vb.]. Onların bu kendilerine özgü kullanılamazlığını ihlal eden … her türlü davranış günahkar sayılır…

126
Eğer kutsallaştırmak, tanrılara adamak, nesneleri insani hukukun alanından çıkartmak anlamına geliyorsa, … tam aksini yapmak insanların nesneleri özgürce kullanabilmelerini sağlamak anlamına geliyordu.

127
Nesneleri, mekânları, hayvanları ya da insanları ortak kullanımdan çekip alan ve onları ayrı bir alana aktaran şey din olarak tanımlanabilir. Ayrım yapmayan, ayırmayan din yoktur. … bir dizi titiz ritüel sayesinde ayrımı etkinleştiren ve düzenleyen aygıt kurban etmektir… [Mauss].

128
religio (dinsel, din, dini) terimi religare’den (yani insani ve ilahi olanı bağlayan ve birleştiren şeyden gelmez), relegere kökeninden yani tanrılarla ilişkilere damgasını vurması gereken dikkatli ve sakınımlı davranışını anlatan kökenden gelir… Religio insanları ve ilahları birleştiren şey değildir, onları birbirlerinden ayrı tutma konusunda gösterilen özen ve dikkati anlatan sözcüktür.

132
Filologlar profanare fiilinin Latincede sahip olduğunu düşündükleri birbirinin zıttı, çift anlama şaşırıp dururlar. Bu fiil bir taraftan dünyevi hale getirmek anlamına gelirken öte yandan sacrificare (kurban etmek) anlamına gelir. [Sacer sıfat olarak “tanrılarca kutsanmış olan” anlamına gelebildiği gibi “lanetlenmiş, topluluk dışına bırakılmış” anlamına da gelebilir. [Burada, dünyevileştirme işleminin oluşturucusu sayılan bir anlam belirsizliği söz konusudur. Dünyevi olandan kutsal olana ya da kutsal olandan dünyevi olana geçmesi gereken aynı nesneyi anlattıklarından, her seferinde kutsanmış her şeyde bir dünyevilik artığı ve dünyevileşmiş her nesnede bulunan bir kutsallık kalıntısı ile hesaplaşmaları gerekir.]

135
Teslis   Tanrı insanın selamete ermesi için kendini üç eşit ve farklı kişilikte Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’ta ortaya koymuştur.

137
Kapitalizm … bir din olarak dünyayı değiştirmekle ilgilenmez, amacı dünyayı yıkıma uğratmaktır. Günümüzde egemenliği öylesine kapsayıcı hale gelmiştir ki, Benjamin’e göre modernliğin üç büyük peygamberi de (Nietzsche, Marx ve Freud) bir biçimde umutsuzluğun diniyle dayanışma içindedirler ve onunla işbirliği yapmışlardır… [üstinsan, kapitalist dini bilinçli olarak gerçekleştirmeye başlayan ilk insandır; bilinçdışına itilen, günahkar temsil, bilinçdışı cehenneminin faizini ödediği kapitaldir; kapitalizmin suçun işlevi olan basit ve bileşik faizler…]

139
Tıpkı, malda olduğu gibi, nesnenin kendi biçiminde, doğasına özgü bir ayrım bulunur, bu ayrım kullanım ve değişim değerlerini birbirinden ayırır ve nesneyi ele gelmez bir fetişe dönüştürür… … bu ortamda her türlü kullanım kalıcı olarak imkansızlaşır. Bu ortam tüketim ortamıdır.

142
... günümüzde kitle toplumlarının tüketicileri mutsuzlarsa, bunun tek nedeni, ... bu nesneleri dünyevileştiremeyecek hale gelmiş olmaları, bu açıdan aciz olmalarıdır.

Kullanım imkansızlığının yeri Müzedir. Dünyanın müzeleştirilmesi günümüzde tamamlanmış bir eylemdir. İnsan yaşamını betimleyen -sanat, din, felsefe, doğa fikri, hatta siyaset- gibi tinsel güçler aşamalı bir biçimde birbirinin ardı sıra, birer birer uysalca hiçbir sorun çıkarmadan müzeye çekilmişlerdir. Bu noktada müze belli fiziksel bir yeri ya da mekanı adlandırmamaktadır, adlandırdığı şey bir zamanlar hakiki ve belirleyici olan ama artık böyle bir hükmü kalmayan şeylerin taşındığı ayrılmış boyuttur. Bu açıdan bakarsak, Müze bir şehrin tamamını (insanlık mirası ilan edilen Evora, Venedik, gibi), bir bölgeyi (doğal park ya da vaha ilan edilen bölgeler gibi) ya da bir grup bireyi (tükenmekte olan bir yaşam biçiminin temsilcileri gibi) kapsayabilir. Ancak, daha genel bir anlamda, bugün her şey müzeye dönüşebilir, çünkü bu terim bir kullanım, bir ikamet ve bir deneyim olanaksızlığının gözler önüne serilmesinden başka bir şeyi ifade etmemektedir.

143
Tapınaktaki insanlara bugün denk düşen figür Müzede yabancılaşmış bir dünyada huzur bulmadan seyahat edip duran turist figürüdür.

144
... televizyon gösterilerinde, süpermarketlerde, büyük alışveriş merkezlerinde deneyimlemiş oldukları kullanım imkansızlığı... ... turizm, günümüzde dünyanın en önde gelen endüstrisidir, her yıl 650 milyondan fazla insanın yer değiştirmesine neden olur. ... Bu deneyim, her türlü kullanımın geri dönüşü imkansız bir halde yitirilmesi ve dünyevileştirmenin mutlak imkansızlığıdır.

147
Dünyevileştirmek sadece ayrımları silmek ve ortadan kaldırmak anlamına gelmez, ama aynı zamanda, bunlarla yeni bir kullanım ortaya koymak, ayrımlarla oynamayı öğrenmek anlamına da gelir.

148
... hiçbir şey salt araçlara ait alanda olduğu gibi kırılgan, istikrarsız ve geçici değildir.

149
Kapitalizm, en uç aşamasına, salt araçları, yani dünyevileştirici davranışları yakalamaya yarayan devasa bir aygıttan başka bir şey değildir.

... iletişimsel amaçlarından kurtulan dil, böylece yeni bir kullanıma hazır hale gelir.

Medyatik aygıtlar, saf araç olarak dilin bu dünyevileştirici gücünü yansızlaştırma amacına sahiptirler, onun yeni bir kullanım olanağına açılmasını, yeni bir deneyimi açığa çıkarmasını engellemeyi kendilerine amaç edinmişleridir.

150
turizm-medyatik aygıtlar- pornografi

151
mankenlerin yüz ifadesi... utangaç hallerinin yerini daha arsız bir hal alır...

152
kullanım değeri, değişim değeri, [Benjamin:] sergilenme değeri

153
kayıtsızlık     ataraksiya


Sinema Tarihinin En Güzel Altı Dakikası


...



.
.
.