.
.
.
.
.
Türkçe’de Giorgio Agamben
1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl
Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine
Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları,
2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak),
Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak
Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar.
(Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev.
Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal
Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül
Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin
Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül
Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç),
Alef Yayınevi, 2017 İstanbul
Dünyevileştirmeler
Giorgio Agamben
(Çev. Betül Parlak). Monokl
Yayınları, 2011 İstanbul
İçindekiler
Genius 9
Büyü ve Mutluluk 29
Kıyamet Günü 37
Yardımcılar 47
Parodi 61
Arzu Etmek 87
Özel Varlık 91
Bir Hareket Olarak Yazar 101
Dünyevileştirmeye Övgü 123
Sinema Tarihinin En Güzel Altı
Dakikası 157
Genius
9
“Olanlar
oldu artık, afsunuma,
Kendi
gücümle, kalakaldım.”
Prospero
William
Shakespeare, Fırtına
11
Latinler doğum anında her insanın koruyucusu olan ilaha
Genius derlerdi.
12
Genius’un generare [üretmek, doğurmak] ile ilgisinin
olduğu, Latinler için her şeyden önce mükemmel bir “evlilik” nesnesi olan
yatak, yani genialis lectus adlandırmasından anlaşılmaktadır, çünkü
üreme eylemi yatakta gerçekleşir.
13
“Benim Genius’umdur o, çünkü beni dünyaya getirdi”. Ancak,
mesele bundan ibaret değildir yani Genius cinsel enerjinin kişileştirilmesinden
ibaret değildi. Tabii ki, her erkeğin kendi Genius’u, her kadının da kendi
Iuno’su [Giugno yani Haziran ayına adını veren Roma tanrıçası, dişiliğin ve doğurganlığın
sembolü.] vardı, her ikisi de dünyaya getiren ve yaşamı sürekli ve ebedi kılan
doğurganlığın belirtileridir. Ama varlık haline gelen herkesin doğuştan
getirdiği moral ve fiziksel niteliklerin tamamını anlatan ingenium
teriminde apaçık görüldüğü gibi Genius bir şekilde kişinin yüceltilmesi,
ilahlaştırılmasıydı, kişinin tüm varlığını ifade eden ve ona hâkim olup yol
gösteren ilkeydi. Bu nedenle Genius için kutsal sayılan vücut bölgemiz cinsel
organların bulunduğu bölge değil, alındır; kafamız karıştığı anlarda, neredeyse
kendi kendimizi unutmuşuz gibi hissettiğimiz anlarda, farkına bile varmadan
yaptığımız bir hareket olan elimizi alnımıza götürme hareketi, Genius kültünün
ritüel hareketini hatırlatır.
15
Ancak, bu çok yakın, kişisel ve mahrem ilah, aynı zamanda
bizim içimizdeki en kişiselleşmemiş şeydir, bizde bizi aşan ve bize fazla gelen
şeyin kişiselleşmesi olarak görülür. “Genius bizden kaynaklanmayıp bize
kaynaklık etmiş olduğundan yaşamımızın ta kendisidir.” Genius bizimle
özdeşleşmiş gibi görünüyorsa, bunun tek nedeni, kendimizden daha fazlası
olmadığımızı anlamamız, bize kendimizin, aşağı yukarı kendimiz olduğunu
göstermek içindir. Genius’ta örtük olarak bulunan insan anlayışını
kavramak, insanın sadece Ben ve bireysel bilinç olmadığını, doğumundan ölümüne
kadar kişiselleşmemiş ve bireysellik öncesi bir öğe ile birlikte yaşadığını
anlamak demektir. İnsan iki aşamalı tek varlıktır, karmaşık bir diyalektiğin
sonucudur, bu diyalektikte bir aşamada (henüz) özellikleri bilinmeyen ve
yaşanmamış bir taraf, öteki aşamada bireysel deneyim ve yazgının etkisindeki
bir taraf bulunur. Ancak, kişiselleşmemiş ve özellikleri bilinmeyen taraf bir
zamanlar, ilelebet ardımızda bıraktığımız ve belleğimiz ile yeniden
anımsayabileceğimiz kronolojik bir geçmiş değildir. ... [Onun çehresi,] ...
hatırlanması çok güç bir şimdi gibi şakaklarımızda zonkladığını hissettiğimiz,
bizi ürpertip duran zamanı bilmediği anlamına gelir. Bu nedenle doğum günü
[Doğum günü Genius için kutsaldır ve bu nedenle İtalyanlar bugün bile doğum
gününü hâlâ genetliaco diye adlandırır.] geçmiş bir günün anılması ve
kutlanması olamaz. Tam aksine her gerçek kutlama gibi, zamanın ortadan
kaldırılması, kutsallığın görkemli bir biçimde görünüşü ve Genius’un
mevcudiyeti olabilir.
18
... öznenin karşıt kutupları Genius ve Ben’dir. ... biri
bireysel olandan kişisel olmayana, diğeri kişisel olmayandan bireysel olana
hareket eden birleşen ama birbirine karşıt olan iki güç söz konusudur.
21
Çocuklar saklanmaktan çok özel bir keyif alırlar. Üstelik
sonunda biri onları bulsun diye saklanmazlar. Kirli çamaşır sepetine, bir
dolabın içine, bir koltuğun köşeciğine neredeyse gözden yitecek ölçüde
saklanıyor olmakta benzersiz bir keyif, özel bir yürek çarpıntısı vardır ve
herhangi bir nedenle yaşadıkları bu duygudan vazgeçmeyi asla istemezler.
Walser’in kendi okunamazlığının koşullarını temin eden hazzı kadar, Benjamin’in
tanınmamak için duyduğu inatçı arzu da bu çocuksu yürek çarpıntısından kaynaklanır.
... Çünkü şair, ... zaferini tanınmamışlıkta kutlar.
22
Simondon’a göre, heyecan bireysel öncesiyle ilişkiye
girmemizi sağlayan şeydir. Heyecanlanmak içimizde kişisel olmayanı hissetmek,
Genius’u iç sıkıntısı ya da keyif, güven ya da korku olarak deneyimlemek
anlamına gelir.
24
[İran melekbiliminde Genius, Daena isimli bir melekle
karşılık bulur.] Daena göksel bir arketiptir, her birey ona benzer biçimde
yaratılmıştır, aynı zamanda bu melek, bizi sürekli takip eden, yaşamımızın her
anında bize eşlik eden sessiz tanıktır. Bu yolculukta, meleğin yüzü zamanla
değişir, ... belli belirsiz bir biçimde her hareketimizle, her sözcüğümüzle,
her düşüncemizle dönüşür. Böylece ölüm anında, ruh, kendisini karşılamaya gelen
meleğini, hayatta nasıl davrandıysa bu davranışına uygun bir biçimde değişmiş
halde görür, bazen daha da güzel bir varlığa, bazen de korkunç bir şeytana
dönüşür ve şu sözleri fısıldar: “Ben senin Daena’nım, düşüncelerinin,
sözlerinin, davranışlarının oluşturduğu şeyim ben”.
25
Hepimiz Genius ile, yani içimizde bulunup bize ait olmayan
şeyle bir ölçüde uzlaşırız. Herkesin Genius’tan uzaklaşma, onsan kaçma biçimi
karakterini ortaya koyar. ... Bir yazarın biçemi, tıpkı her canlının zarafeti
gibi, onun dehasına çok da bağlı olmayabilir, ama onda dehadan yoksun olan
şeye, karakterine bağlıdır. Bu nedenle, birini sevdiğimiz zaman, onun ne
dehasını, ne de karakterini sevmiş
oluruz (onun Ben’i de değildir sevdiğimiz), asıl sevdiğimiz şey, onun her
ikisinden de kaçmak için takındığı özel tavırdır, deha ile karakter arasında
gidip gelen uyanıklığını, çabukluğunu severiz.
Büyü ve Mutluluk
32
Benjamin bir keresinde çocuğun dünya ile ilgili ilk
deneyiminin “büyüklerin ondan daha güçlü olması değil de, kendisinin büyü yapma
yeteneğinden yoksunluğu” olduğunu söylemiştir. ... Meziyetlerimiz ve
çabalarımızla ulaşabileceğimiz şey aslında bizi mutlu etmez. Bizi mutlu
edebilecek tek şey büyüdür.
33
Eğer bir kadın bizi ona layık olduğumuz için severse bu ne
büyük bir felakettir! Eğer mutluluk iyi yapılmış bir işin karşılığı ya da ödülü
olarak gelirse ne can sıkıcı bir şeydir!
34
“Ümit var ama bizim için değil.” [Kafka’nın Janouch ile
konuşmasından]. ... mutluluk, bizi hedeflemediği anda, bizim için olmadığında
payımıza düşen şeydir.
Kıyamet Günü
39
Sevdiğim fotoğraflarda beni çeken, beni büyüleyen ne? ...
Benim için fotoğraf bir biçimde Kıyamet Günü’nün yeri, fotoğraf dünyayı son
gününde, Mahşer Günü’nde nasıl görünürse, o biçimde gösteren şey.
40
Louis Daguerre - Boulevard du Temple - 1838, çizmelerini
boyatan adam...
41
[pagan cehennem, hristiyan cehennemi, öte dünyasal
(eskatolojik)]
43
Dondero [Saurraute, Beckett, Simon, Robbe-Grillett], 1959
46
Yüzüme bak: “Benim Adım, Olabilirdi, Bana Artık Yeter, Çok
Geç, Elveda da derler.” Edgar Auber
Yardımcılar
54
[Yurttaş Kane, Rosebud] ... sonunda
“düşlerin yapıldığı maddeden” yapılmış olduğu ortaya çıkar.
55
teofani ... Tanrı’nın kendini, sürekli olarak başka şeylerde açığa
vurması...
Parodi
63
Elsa Morante, Arturo’nun Adası. [Romanda bir
kahraman Arturo’ya “Senin baban bir parodi!” der. Arturo bir retorik kitabında
parodinin anlamını okur.] “Başkalarının söylediklerini taklit etmek, taklit
ederken de başkalarının ciddi bir biçimde yaptığını gülünç, komik, grotesk hale
getirmek.”
65
[Arturo’nun daha sonra baktığı, nispeten daha modern bir
tanım, 16. yy Poetica’sında Scaligero’nun yaptığı bir retorik gelenekte
yer alır:] “Nasıl ki, Satira Trajedi’den, Mim Komedi’den kaynaklanırsa, Parodi
de Papsodi’den kaynaklanır. Gerçekten de rapsodoslar (destan anlatıcıları)
sahnedeki işlerine ara verdiklerinde sahneye eğlence olsun diye ve
dinleyicilerin ruhunu canlandırsın diye o ana kadar olanları tersine çevirip
tepe taklak edenler girerlerdi. Tam da bu nedenle, onların söylediği şarkılara paroidous
derlerdi, çünkü ciddi mevzunun yanı sıra, ona ilaveten, konuya gülünç başka
şeyler de katıyorlardı. Yani Parodi, anlamı, sözcükleri değiştirerek gülünç
hale getiren ters yüz olmuş bir Rapsodi’den başka bir şey değildir. ...”
66
[Scaligero’nun yapmış olduğu tanımla birlikte,] ...
parodinin, kanona özgü değişmez iki özelliği yerleşmiş olur: Önceden var olan
bir modele bağlı olması, yani ciddi olandan komik olana dönüşmesi ve uygunsuz
yeni içeriklerin eklendiği biçimsel öğelerin muhafaza edilmesi.
67
Klasik dünyanın bildiği parodi teriminin, müzik tekniği
alanına ait bir başka, daha eski bir anlamı da vardı. Parodi, şarkı ve söz, melos
ve logos arasındaki ayrılığı gösterir. Yunan müziğinde, aslında, melodi
köken açısından sözün ritmine karşılık gelmeliydi. Homeros’un şiirleri okunurken,
bu geleneksel bağ çözülür ve rapsodoslar ahenksiz algılanan melodiler
kullanmaya başlarlar, bu nedenle onların şarkıya karşı (ya da şarkının yanı
sıra) şarkı söyledikleri söylenir. ... Oinopas’ın liri hakkında bize söylenen
şey, müziği sözden ayırarak lirik şiire parodiyi soktuğudur. Şarkı ile dil
arasındaki bu boşluk...
68
para boşluk
... şarkının yanında yer alan (para-oieden)
varlığını ve kendine ait yeri olmayışını reddedemez.
69
Hayatın, edebiyatta sadece bir gizemin terimleriyle sunulabilir
olması...
70
Gizemde parodiden başka bir şey olamayacak şey şudur:
Parodi dışında gizemi çağıracak, çağrıştıracak, onu akla getirecek başka her
türlü girişimin sonu zevksizlik ve abartı olur. Bu anlamda modern gizemin
mükemmel temsili olan geleneksel ayin düzeni de parodiktir. ... [Nietzsche] ...
gizem karşısında sanatsal yaratı, karikatür olmaktan öteye gidemez.
80
Parodi, her zaman edebiyatın alametifarikasını oluşturan
kurgu ile özel ilişkiler kurmuştur.
81
... parodi sadece kurgu ile örtüşmemekle kalmaz, onun
simetrik karşıtını da oluşturur. Çünkü parodi, kurgu gibi, nesnesinin
gerçekliğini şüpheli hale getirmez. -hatta parodinin nesnesi, öylesine
dayanılmaz bir biçimde gerçektir ki, tam da bu nedenle belli bir mesafede
tutulur. Kurgunun “sanki öyleymiş” gibisinin karşısında, parodi kendi dramatik
“bu kadarı fazla”sını (hatta ‘sanki öyle değilmiş’ini) koyar. Bu nedenle, eğer
kurgu edebiyatın özünü tanımlıyorsa, parodi, deyim yerindeyse, edebiyatın
eşiğinde, sürekli olarak, ısrarla, gerçeklik ve kurgu, söz ve nesne arasındaki
gerginlikte tutulur.
84
aufhebung
kapsayıp aşma
Arzu Etmek
89
Arzu etmek en basit ve insani şeydir. Madem öyledir, peki
neden arzularımız, kendi kendimiz için bile itiraf edilemez şeylerdir?
Arzularımızı hayal etmiş olduğumuzdan, onları dile
getiremeyiz. Onları tuttuğumuz kripto, yani gizli yer aslında, tıpkı henüz
okumayı bilmeyen çocuklar için hazırlanmış resimli bir kitap gibi, tıpkı okuma
yazması olmayan bir halkın Images d’Epinal’i gibi [19.yy Fransası’nda
popüler konuların baskısı], sadece imgeleri (hayalleri) içerir. Arzuların
bedeni bir imge, bir hayaldir. Arzuda itiraf edilemez olan şey, onda kendimiz
için yarattığımız imgedir.
Özel Varlık
93
Orta Çağ filozofları aynaların büyüsüne kapılmışlardı.
Özellikle merak ettikleri şey aynalarda görünen imgelerin doğasıydı. Onların
varlığı (ya da daha doğrusu, varlık olmayanı) hangisiydi? Beden mi yoksa beden
olmayan mıydılar? Töz müydüler yoksa ilinek mi?
ilinek kendi
başına, bağımsız bir varlığı bulunmayan, var olmak için başka bir töze,
taşıyıcıya gereksinimi bulunan şey; örneğin sertlik, yumuşaklık, aklık birer
ilinektir, var olmak için taşıyıcıya gereksinim duyarlar. / bir nesneye zorunlu
olarak bağlı bulunmayan, onun özünde yer almayan, onda rastlantısal olarak var
olan nitelik.
94
Her şeyden önce imge bir töz değil, bir ilinektir, aynada
bir yerdeymiş gibi değil, bir öznedeymiş gibi bulunur.
... imge her an onun karşısında durup ona bakan kişinin
varlığına ya da hareketine göre doğar.
İmge olmak kesintisiz bir biçimde üretilmektir. Üretiliyor
olmaktır, töz olmamaktır, imge ... her an yeniden yaratılır.
95
İmgenin ikinci karakteri, nicelik kategorisine göre
belirlenebilir olmayışı, tam olarak bir biçim ya da bir görüntü olmayışıdır...
Yani imgenin boyutları, ölçülebilir nicelikler değil, sadece görüntüler, yani
dış biçim, görünüş, var olma biçimleri ve “elbiseler”dir. Bu durum, -yani
sadece bir “elbiseye/alışkanlığa” ya da bir ethos’a gönderme yapabilmek-
“bir öznedeki varlık” ifadesinin en ilginç anlamıdır.
96
İmge, özü, bir tür olmak, bir görünürlük ya da bir dış
görünüş olmak olan bir varlıktır. Özü kendini görünür kılmasıyla, türüyle
örtüşen varlık özeldir. [97. Her varlık kendi varlığında ısrar etmeyi, kararlı
olmayı, kendi kendisiyle iletişim kurmayı arzular.]
Özel varlık kesinlikle tözel değildir. Özel varlığın, bir
türe ait olanın kendine ait bir yeri yoktur, bir özneye rastlar, o öznenin
başına gelen şey olur, o öznede bir habitus ya da bir varlık biçimi gibi
[Bruno Latour, Varoluş Modlarına Soruşturma (?)], aynadaki imge gibi bulunur.
98
“Her varlık arzulanabilirdir” ifadesi bir totolojidir.
99
Kişi (persona) köken olarak maske anlamına gelir,
yani fazlasıyla “özel” olan bir şeydir.
Özel olan, nerede olursa olsun, kişisel olana, kişisel
olan da tözsel olana indirgenmelidir. Görüntünün bir kimlik ve sınıflama
ilkesine dönüşmesi kültürümüzün ilk günahı, yani doğuştan getirdiği günahtır ve
onun en amansız, en acımasız aygıtıdır [Agamben’in “deneyim” izleği]. Bir şey
özelliğinin kurban edilmesi şartıyla kişileştirilir -o şeye bir kimlik
atfedilir. Aslında, bir varlık -bir yüz, bir hareket, bir olay- birbirine
benzeyerek değil de, herkese benzeyerek özel olur. Özel varlık mükemmel bir
biçimde ortak kullanıma sunulduğu ama kişisel mülkiyet nesnesi olamadığı için
şahane bir şeydir.
Bir Hareket Olarak Yazar
103
[22 Şubat 1969’da Foucault “Bir yazar nedir?” başlıklı konferans
vermişti.] ... Foucault, bir Beckett alıntısını (“Kimin konuştuğunun ne önemi
var, demişti biri, kimin konuştuğunun ne önemi var”) çağdaş yazın etiğinin
temel ilkesi ya da özlü sözü olarak kullanarak, yazara gösterilen kayıtsızlığı
dile getirmişti. Yazın söz konusu olduğunda, onun önerisi, bir öznenin
ifadesinden çok, yazan öznenin içinde bulunduğu bir alan açılması ve bu alanda
yazan öznenin sürekli olarak yitip gitmesidir: “Yazarın izi, onun yokluğunun
tekilliğinden başka bir yerde bulunmaz”.
104
[Beckett’ın alıntısında] ... herhangi bir isme ya da yüze
sahip olmasa da biri vardır ve bu sözceyi dile getirmiştir, bu kişi
olmadan, konuşanın önemini yadsıyan sav dile getirilemezdi.
[Foucault’nun iddiası iki kavram arasındaki ayrım üzerinde
temellenmektedir. Kesinlikle devre dışı kalacak olan gerçek birey olarak
yazar ve ... yazarın işlevi.
105
Yazarın adı sadece medeni durumunu ifade etmez., “bir
söylemin içinden çıkıp, o söylemi üreten gerçek ve dışsal kişiye doğru
ilerleyen bir özel isim değildir”. O ad, o isim, daha ziyade, “metinlerin
sınırlarına” yerleşir, söz konusu metinlerin belli bir toplumdaki dolaşım
rejimini ve yasasını tanımlar. “Bu nedenle, bizimki gibi bir kültürde yazar
işleviyle donatılmış söylemler olduğu gibi, bu işlevden yoksun olan söylemler
de vardır... Yazar-işlevi, bir toplumda bazı söylemlerin işleyiş, varoluş ve dolaşımda
olma biçimlerini tanımlar”.
106
Günümüzde yazar işlevinin çeşitli özellikleri: yazara
telif hakkı sağlayan özel bir kullanma/mülk edinme rejimini sunarken, aynı
zamanda bir metnin yazarını cezalandırma ve kovuşturma olanağını, aynı işlevin
farklı biçimlerinin birbiriyle örtüştüğü bilimsel ve yazınsal metinlerdeki
söylemleri seçme ve birbirinden ayırt etme olanağını, metinlerden bir kanon
oluşturarak ya da tam tersini yaparak onları bir kimlik doğrulamasına tabii
tutma olanağını; sözceleme işlevinin eşzamanlı olarak farklı yerlerde bulunan
birden fazla özneye dağılmasını, ve en sonunda, yazarı, yapıtının sınırları
ötesinde, “bir söylemsellik göreviyle” oluşturan söylemsellik ötesi bir işlev
kurma olanağını da beraberinde getirir.
[Söz konusu konferanstan iki yıl sonra Foucault,
konferansın değiştirilmiş bir versiyonunu sunar]; birey olarak yazar ve işlev
olarak yazar arasındaki karşıtlığı daha da belirgin bir biçimde ortaya koyar:
“Yazar, yapıtı dolduran sonsuz anlamların kaynağından başka bir şey değildir.
Yazar yapıtlarından önde gelmez. O belli bir işlevsel ilkedir ve bu ilke
sayesinde kültürümüzde, kendini sınırlar, dışlar ve seçer: Kısacası, yazar,
kurgunun serbestçe oluşturulmasını, oluşturulan kurgunun serbestçe bozulmasını
ve yeniden oluşturulmasını, serbestçe dolaşıma sokulmasını ve manipüle
edilmesini engellemeye yarayan ilkedir.”
107
Bu yazar-özne bölünmesi, bu bölünmenin toplumdaki işlevini
somutlaştıran aygıtlarca gerçekleştirilir, bu bölünmede Foucaultcu stratejiyi
derin bir biçimde gösteren bir hareket/jest bulunur. Foucault bir yandan,
çeşitli vesilelerle özne üzerinde çalışmayı asla bırakmadığını tekrarlayıp
durur, öte yandan araştırmalarının bağlamında, özne canlı bir birey olarak, her
seferinde yalızca onu oluşturan özneleştirmelerinin nesnel süreçleri sayesinde
mevcut hale gelir, aygıtlar onu kaydeder ve güç mekanizmalarına hapseder. Büyük
bir ihtimalle, tam da bu nedenle saldırgan tavırlı eleştirmenlerin, Foucault’ya
ete kemiğe bürünmüş bireye kaşı gösterdiği mutlak kayıtsızlık ve öznellik
üzerine geliştirdiği tamamıyla estetik bakış nedeniyle karşı çıkma
gerekçelerinde tutarsızlık yoktur. Foucault bu bariz aporia’nın kesinlikle
farkındaydı. [:] “Oluşturucu bir özneye felsefi olarak başvurmayı reddetmek, bu
özne yokmuş gibi yapmak ve onu saf bir nesnellik adına soyutlamak anlamına
gelmez, bu reddedişin amacı, aslında özne ve nesnenin birbirine dönüşmesi ve
birbirini oluşturması ve birinin diğerinin işlevine dönüşmesinden ibaret bir
deneyimi tanımlayan süreçleri görünür hale getirmektir.” ... “Yazar-işlevinin
nasıl uygulandığını tanımlamak... yazarın var olmadığını söylemek ile eşdeğer
değildir... Gözyaşlarımızı tutalım yani.”
108
Foucault’nun sürekli tekrarladığı teşhisine göre, söylemin
düzeninde “yazarın izi sadece yokluğunun tekilliğinde bulunur; yazara düşen
yazma oyununda ölü rolüdür”. Yazar ölmemiştir, ama kendini yazar olarak ortaya
koymak, bir ölünün yerini işgal etmek anlamına gelir. Bir özne-yazar vardır ve
her şeye rağmen bu kişi ancak kendi yokluğunun izleri sayesinde varlığını
kanıtlar. Ama bir yokluk nasıl olur da tekil olabilir?
109
[“öznenin tanınamazlığı” bahsinin geçtiği tek metin, Rezil
İnsanların Yaşamı (1977) kitabının 12-29 sayfaları arasında yer alır:]
110
... 1701’de, Paris’teki Bicétre Hastanesi’ne kapatılan
ateist ve homoseksüel mezarlık bekçisi Jean Antoine Touzard’ın ağzını yüzünü
buruşturup durması ve ... 1707 Charenton Islahevi ve Hastanesi’ne yatırılan
Mathurin Milan’ın bıkıp usanmadan sürekli konudan konuya atlayışı ve ne
dediğinin bir türlü anlaşılamaması, onların üzerine sadece bir anlığına yansıyan
gücün ışık huzmesinde, bir an için parıldayıp göze çarpar hale gelir, ve her
şeye rağmen o anlık aydınlanmada, özneleşmeyi aşan bir şey, onları utanç
kaynağı kişiler olmaya mahkum eder...
Bu hayatlar, kendilerini sonsuza dek kötü şöhretin,
ahlaksızlığın acımasız arşivine nesilden nesile aktarılsınlar diye emanet etmiş
olan şüpheli, dikkat çekici kısa notlarda hangi biçimde bulunurlar? Bu notları
düzeltmiş olan en alt seviyedeki memurlar, isimsiz katipler, kuşkusuz ne
tanınmak ne de temsil etmek niyetini taşıyorlardı, tek amaçları kötü şöhreti
damgalamaktı. ... bu hayatlar, dilde sadece ancak ifade edilmeden kalmaları
koşuluyla görünürler.
111
Her ifade ediminde, ifade edilmeden kalan şeye
jest/hareket dersek, o halde, yazar metinde sadece bir jest (hareket) olarak,
yani tam da kötü şöhret olarak mevcuttur...
112
Bize, bir hayatın, sadece sessiz kalan yanıyla ve bir yüz
ifadesiyle, bir ağız burun kıvırmasıyla görünür olduğu bu tekil mevcudiyet
biçimini nasıl anlamalıyız? [:] “Burada bir portreler galerisi
bulamayacaksınız: tam aksine tuzaklar, silahlar, jestler, çığlıklar, tavırlar,
kurnazlıklar, entrikalar bulacaksınız, sözcükler onların gereci haline
gelmiştir. Bu cümlelerde ‘oyuna sokulan’ gerçek hayatlardır; bu hayatların
mecazi olarak aktarıldığını ya da temsil edildiğini söylemek değil niyetim,
söylemek istediğim şey, aslında, orada, fiilen, onların özgürlüğüne,
talihsizliğine, sıklıkla da ölümlerine ve her durumda kaderlerine, kısmen de
olsa karar verilmiş olduğudur. Bu söylemler aslında hayatları çarmıha
germiştir; bu hayatlar, onların var oluşları, etkin bir biçimde tehlikeye
atılmış ve bu sözcüklerde yitip gitmiştir.”
113
[Milan nerede? Touzard nedere?] Onlar oyuna sokuldukları
metnin eşiğinde duruyorlar… ‘Oyuna sokulan’ ifadesinin muğlaklığının altının
çizilmesinin nedeni,] … metinde, eyleyen kişinin, yani hayatları oyuna sokan
kişinin isteyerek gölgede kalıyor olmasıdır.
117
Yazar, bir hayatın yapıtta oynandığı noktayı saptayan
kişidir. O hayat oynanmıştır, ifade edilmemiştir, tüketilmemiştir. Bu nedenle
yazar yapıtta arzularına ulaşamayan ve dile getirilmeyen olarak kalmaktan başka
bir şey yapmaz. Yazar, okunmayı mümkün kılan okunamazlıktır, yazı ve söylemin
yol buldukları efsanevi boşluktur. Yazarın hareketi, yapıtta bir iz, bir ipucu
bırakır…
119
Peki bir tutku, bir düşünce nasıl olur da bir kağıt
parçasında içerilebilir hale gelebilmektedir? … Bunun tek bir anlamı vardır,
okuyan kişi yazarın şiirde boş bıraktığı yeri dolduracak ve okurken yazarın
yapıttaki yokluğuna tanıklık ederek, yazarın ifadesiz hareketini
tekrarlayacaktır.
120
Tıpkı İbn Rüşt’ün felsefesindeki gibi, düşünce tektir ve
bireylerden ayrılmıştır, arada sırada, hayaletleri ve hayalleri aracılığıyla
bireyler düşünceyle birleşirler, bu tıpkı yazar ve okurunun yapıtta ifade
edilmeden kalmaları şartıyla, yapıtla ilişkide oldukları gibi bir durumdur.
Yapıt aracılığıyla yazarın kişiliğini oluşturma girişimi,
hareketini okumanın gizli şifresi yapmaya çalışanın girişimi kadar meşru
olmayan bir girişimdir.
121
Mademki yazı da, sadece kötü şöhret arşivinin kayıt
memurlarının yazdıkları değildir, mademki her yazı bir aygıttır, insanların
tarihi de, belki de kendi ürettikleri aygıtlarla –her şeyden önce de dille-
durmak bilmez bir mücadeleden, bir karşı karşıya gelişten başka bir şey değildir.
Dünyevileştirmeye Övgü
125
Romalı yargıçlar “profanare” fiilinin yani “kutsal şeylere
saygısızlık yapmanın, onları kutsal alanından çıkartmanın, dünyevileştirmenin”
ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Kutsal ya da dinsel şeyler bir
şekilde tanrılara aittir. [serbestçe kullanılamaz, ticareti yapılamaz,
satılamaz, vb.]. Onların bu kendilerine özgü kullanılamazlığını ihlal eden …
her türlü davranış günahkar sayılır…
126
Eğer kutsallaştırmak, tanrılara adamak, nesneleri insani
hukukun alanından çıkartmak anlamına geliyorsa, … tam aksini yapmak insanların
nesneleri özgürce kullanabilmelerini sağlamak anlamına geliyordu.
127
Nesneleri, mekânları, hayvanları ya da insanları ortak kullanımdan
çekip alan ve onları ayrı bir alana aktaran şey din olarak tanımlanabilir. Ayrım yapmayan, ayırmayan din yoktur. …
bir dizi titiz ritüel sayesinde ayrımı etkinleştiren ve düzenleyen aygıt kurban
etmektir… [Mauss].
128
… religio
(dinsel, din, dini) terimi religare’den
(yani insani ve ilahi olanı bağlayan ve birleştiren şeyden gelmez), relegere kökeninden yani tanrılarla
ilişkilere damgasını vurması gereken dikkatli ve sakınımlı davranışını anlatan
kökenden gelir… Religio insanları ve
ilahları birleştiren şey değildir, onları birbirlerinden ayrı tutma konusunda
gösterilen özen ve dikkati anlatan sözcüktür.
132
Filologlar profanare
fiilinin Latincede sahip olduğunu düşündükleri birbirinin zıttı, çift anlama
şaşırıp dururlar. Bu fiil bir taraftan dünyevi
hale getirmek anlamına gelirken öte yandan sacrificare (kurban etmek)
anlamına gelir. [Sacer sıfat olarak “tanrılarca
kutsanmış olan” anlamına gelebildiği gibi “lanetlenmiş, topluluk dışına
bırakılmış” anlamına da gelebilir. [Burada, dünyevileştirme işleminin
oluşturucusu sayılan bir anlam belirsizliği söz konusudur. Dünyevi olandan
kutsal olana ya da kutsal olandan dünyevi olana geçmesi gereken aynı nesneyi
anlattıklarından, her seferinde kutsanmış her şeyde bir dünyevilik artığı ve
dünyevileşmiş her nesnede bulunan bir kutsallık kalıntısı ile hesaplaşmaları
gerekir.]
135
Teslis Tanrı insanın selamete ermesi için kendini
üç eşit ve farklı kişilikte Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’ta ortaya koymuştur.
137
Kapitalizm … bir din olarak dünyayı değiştirmekle
ilgilenmez, amacı dünyayı yıkıma uğratmaktır. Günümüzde egemenliği öylesine
kapsayıcı hale gelmiştir ki, Benjamin’e göre modernliğin üç büyük peygamberi de
(Nietzsche, Marx ve Freud) bir biçimde umutsuzluğun diniyle dayanışma
içindedirler ve onunla işbirliği yapmışlardır… [üstinsan, kapitalist dini bilinçli olarak gerçekleştirmeye başlayan
ilk insandır; bilinçdışına itilen,
günahkar temsil, bilinçdışı cehenneminin faizini ödediği kapitaldir;
kapitalizmin suçun işlevi olan basit ve
bileşik faizler…]
139
Tıpkı, malda olduğu gibi, nesnenin kendi biçiminde,
doğasına özgü bir ayrım bulunur, bu ayrım kullanım ve değişim değerlerini
birbirinden ayırır ve nesneyi ele gelmez bir fetişe dönüştürür… … bu ortamda
her türlü kullanım kalıcı olarak imkansızlaşır. Bu ortam tüketim ortamıdır.
142
... günümüzde kitle toplumlarının tüketicileri
mutsuzlarsa, bunun tek nedeni, ... bu nesneleri dünyevileştiremeyecek hale
gelmiş olmaları, bu açıdan aciz olmalarıdır.
Kullanım imkansızlığının yeri Müzedir. Dünyanın müzeleştirilmesi
günümüzde tamamlanmış bir eylemdir. İnsan yaşamını betimleyen -sanat, din,
felsefe, doğa fikri, hatta siyaset- gibi tinsel güçler aşamalı bir biçimde
birbirinin ardı sıra, birer birer uysalca hiçbir sorun çıkarmadan müzeye
çekilmişlerdir. Bu noktada müze belli fiziksel bir yeri ya da mekanı
adlandırmamaktadır, adlandırdığı şey bir zamanlar hakiki ve belirleyici olan
ama artık böyle bir hükmü kalmayan şeylerin taşındığı ayrılmış boyuttur. Bu
açıdan bakarsak, Müze bir şehrin tamamını (insanlık mirası ilan edilen Evora,
Venedik, gibi), bir bölgeyi (doğal park ya da vaha ilan edilen bölgeler gibi)
ya da bir grup bireyi (tükenmekte olan bir yaşam biçiminin temsilcileri gibi)
kapsayabilir. Ancak, daha genel bir anlamda, bugün her şey müzeye dönüşebilir,
çünkü bu terim bir kullanım, bir ikamet ve bir deneyim olanaksızlığının
gözler önüne serilmesinden başka bir şeyi ifade etmemektedir.
143
Tapınaktaki insanlara bugün denk düşen figür Müzede
yabancılaşmış bir dünyada huzur bulmadan seyahat edip duran turist figürüdür.
144
... televizyon gösterilerinde, süpermarketlerde, büyük alışveriş
merkezlerinde deneyimlemiş oldukları kullanım imkansızlığı... ... turizm,
günümüzde dünyanın en önde gelen endüstrisidir, her yıl 650 milyondan fazla
insanın yer değiştirmesine neden olur. ... Bu deneyim, her türlü kullanımın
geri dönüşü imkansız bir halde yitirilmesi ve dünyevileştirmenin mutlak
imkansızlığıdır.
147
Dünyevileştirmek sadece ayrımları silmek ve ortadan
kaldırmak anlamına gelmez, ama aynı zamanda, bunlarla yeni bir kullanım ortaya
koymak, ayrımlarla oynamayı öğrenmek anlamına da gelir.
148
... hiçbir şey salt araçlara ait alanda olduğu gibi
kırılgan, istikrarsız ve geçici değildir.
149
Kapitalizm, en uç aşamasına, salt araçları, yani
dünyevileştirici davranışları yakalamaya yarayan devasa bir aygıttan başka bir
şey değildir.
... iletişimsel amaçlarından kurtulan dil, böylece yeni
bir kullanıma hazır hale gelir.
Medyatik aygıtlar, saf araç olarak dilin bu
dünyevileştirici gücünü yansızlaştırma amacına sahiptirler, onun yeni bir
kullanım olanağına açılmasını, yeni bir deneyimi açığa çıkarmasını engellemeyi
kendilerine amaç edinmişleridir.
150
turizm-medyatik aygıtlar- pornografi
151
mankenlerin yüz ifadesi... utangaç hallerinin yerini daha
arsız bir hal alır...
152
kullanım değeri, değişim değeri, [Benjamin:] sergilenme
değeri
153
kayıtsızlık
ataraksiya
Sinema Tarihinin En Güzel Altı Dakikası
...
.
.
.