13 Haziran 2020

Giorgio Agamben - Dispozitif Nedir? / Dost

.
.
.



















.
.

Türkçe’de Giorgio Agamben

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul




Dispozitif Nedir? / Dost

Giorgio Agamben

(Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul


İçindekiler

Dispozitif Nedir?                                11
Çevirenin Son Notları                       43
Dost                                                      61
Çevirenin Son Notları                       81



Dispozitif Nedir?

14
[dispozitif sözcüğü Foucault’nun düşünce stratejisinde kilit bir terimdir.] Foucault bu terimi çoğunlukla ‘yönetimsellik’ ve ‘insanların yönetimi’ adını verdiği meselelerle uğraşmaya başladığı 70’lerin ortasında kullanmaya başlamıştır.

[1977’de yapılan bir röportaj:]

“[dispozitif] adı altında araştırdığım, her şeyden önce söylemler, kurumlar, mimari yapılar, tüzel kararlar, yasalar, idari önlemler, bilimsel önermeler; felsefe, ahlak ve insanseverlik disturları gibi son derece heterojen unsurları içeren bir bütündür. Yani hem sözel unsurları var dispozitifin, hem de söz dışı. Dispozitif bu unsurlar arasında örülen bir dır.”

“(...) dispozitif ifadesinden ne mi anlıyorum? Belli anlarda acil duruma tepki vermek gibi temel bir işlevin biçimlendirdiği ‘oluşum’ diyelim. Yani dispozitifin önemi temelde stratejik olmasından gelir...” [fluks]

“(...) dispozitifin doğası aslen stratejik dedim. Bunu söylerken de şöyle bir varsayım vardı: Dispozitif, iktidar ilişkilerinin belli bir doğrultuda güdümlenmesidir, hesaplı kitaplı, akılcı bir müdahale şeklidir. Bu güdümleme ve müdahale bazen iktidar ilişkilerinin belli bir istikamette gelişmesini sağlamak, bazen önlerini kesmek, bazen de ilişkileri istikrara kavuşturup kendi yararına çevirmek maksadını güder. Bu yüzden dispozitif her zaman bir iktidar oyunu çerçevesinde yer alır. Ne var ki aynı zamanda bilme biçimlerimizi sınırlayan kurallara da işaret eder. Bilgiye şeklini dispozitif verir, fakat bilgi de dispozitifi biçimlendirmekten geri durmaz. Hah, işte dispozitif budur, yani bazı bilme biçimlerine dayandığı gibi bu bilme biçimlerine dayanak da teşkil eden iktidar ilişkisi stratejileridir.” (Dits et écrits, III. Cilt, s.299-300)

15
Üç noktayı kısaca özetleyelim:

a) Dilsel olsun dildışı olsun, virtüel olarak hemen her minvalden (söylem, kurum, yapı, yasa, polis önlemi, felsefi önerme vb.) unsurlar içeren heterojen bir bütün söz konusu. Bu öğeler arasında örülen ağın ta kendisi dispozitif.

16
b) Dispozitifin hep somut, stratejik bir işlevi var ve yine hep bir iktidar ilişkisi çerçevesinde yer alıyor.

c) Bu haliyle, iktidar ilişkileriyle bilme ilişkilerinin iç içe geçmesinden doğuyor.

Foucault, yetmişli yılların sonunda, ... araştırmalarının nesnesini belirlerken dispozitif sözcüğü yerine, ... başka bir sözcük kullanıyor: ‘Positivite’ (olumluluk).

17
[Jean Hiyppolite’nin çalışmasının başlığı, “Akıl ve Tarih: Pozitivite ve Yazgı İdeaları”. Hyppolite’e göre ‘yazgı’ ve ‘pozitivite’ teriminin ‘doğal din’ ve ‘pozitif din’ arasındaki karşıtlıkta kendine haz bir yeri var. Doğal din, insan aklının tanrısal akılla dolaysız ve genel ilişkisine atıfta bulunurken; pozitif, ya da tarihsel din, belli bir toplumda ve tarihin belli bir noktasında, bireye dışarıdan dayatılan inançlar, kurallar ve ayinler bütünüyle ilişkilidir. Hegel, Hyppolite’in alıntıladığı bir pasajda şöyle der:

“Pozitif dinde duygular, talimat zoruyla tetiklenir; kişinin kendisini doğrudan ilgilendirmeyen eylemler, buyruk ve itaatle yaşama geçirilir.”

19
[Hyppolite:] “Pozitivite, Hegel’e göre insan özgürlüğünün önünde bir bakıma engel teşkil ettiği için yazarın sert eleştirilerine maruz kalıyor.”

Hyppolite’le birlikte, kuralların, adetlerin ve kurumların yükünü taşıyan bireye dıştan bir iktidarın dayattığı, fakat bireylerin inanç ve duygu dünyalarında adeta içselleştirdikleri tarihsel unsura genç Hegel’in ‘pozitivite’ dediğini varsayarsak, Foucault’nun bu terimi alıntılamasını, kritik bir problem karşısında tavır alması olarak yorumlayabiliriz. Aslında Foucault’nun kendine özgü sorunsalı da budur: ‘Yaşayan bir varlık olarak birey’ ile ‘tarihsel unsur’, yani iktidar ilişkilerinin somutlaşmasından doğan kurumlar, özneleştirme süreçleri ve kurallar bütünü arasındaki ilişki. Ne var ki son kertede Foucault’nun amacı Hegel’de olduğu gibi iki unsuru birbiriyle bağdaştırmak değil. Keza aralarındaki bağdaşmazlığı şişirmek niyetinde de değil. Foucault bundan ziyade dispozitiflerin, iktidar ilişkileri ve düzeneklerinde, yani iktidar ‘oyunları’nda, hangi somut biçimlere bürünerek etkin olduğuna mercek tutuyor.

20
[Dispozitif] Söz konusu olan şu veya bu iktidar teknolojisine atıfta bulunan tikel bir terim değil, genel bir terimdir. … [Foucault’nun izlediği stratejide, eleştirel bir gözle tanımladığı ‘tümeller’]. … Foucault Devlet, Egemenlik, Yasa, İktidar gibi ‘tümel’ addolunabilecek genel kategoriler, yani akılsal varlıklar üzerinde durmaya kesinlikle yanaşmaz. … Foucault’nun izlediği stratejide dispozitifler, düpedüz tümellerin yerine geçmektedir: Dispozitif, ne tek bir polisiye önlem, ne tek bir iktidar teknolojisidir, ne de soyutlama yoluyla elde edilmiş bir genelleme. … dispozitif “bu unsurlar arasında örülen ağ”dır.

21
[‘Dispozitif’ sözcüğünün Fransızcada sık kullanılan bir sözlükte yer alan üç ayrı anlam:]

a) [Hukuk] “Bir mahkeme hükmünde gerekçelerden sonra gelen, mahkemenin neye hükmettiğini gösteren kısım.” [düzenleyici kısım]

b) [Teknoloji] “Bir makine yahut düzeneğin parçalarının tertip edilme şekli ve genel anlamda düzeneğin kendisi” [tertibat]

c) [Askeriye] “Bir plan çerçevesinde yapılan düzenlemelerin tümü.”

Foucault’nun dispozitifinde bu anlamların üçünü de işitmek mümkün. … Peki ‘dispozitif’ sözcüğünün temelinde yatan anlam ne acaba?

23
[Üç yıldır yürüttüğüm çalışma:] “ekonominin teolojik soykütüğü”. Yunancada oikonomia sözcüğü, oikos’un, yani evin bilfiil idaresi demek. Anlam genişlemesiyle de işletme, management anlamlarına geliyor.

24
… neden Kilise büyükleri bu terimi teolojiye taşıma ihtiyacı duymuşlar? ‘Tanrısal’ bir ‘ekonomi’, nasıl olmuş da dağarcıklarında yer etmiştir?

[Tertullianus, Hippolytos, Eirenairos vd.’nin argümanları:] “Tanrı, varlığı ve tözü itibariyle elbette birdir; fakat oikonomia’sına, yani hanesini, hayatını ve yarattığı alemi nasıl yönettiğine gelindiğinde üçlüdür. …” Oikonomia terimi … Tanrı’nın Oğul’da [İsa] vücut bulması, günahkârların ıslahı ve kurtuluş ekonomisi anlamlarına gelmeye başlar.

26
… Tanrı’nın varlığı ile edimini; doğası/özü ile hilkat aleminin idaresi edimlerini birbirinden ayıran, ayırdığıyla da birbirine eklemlendiren bir tür kırılma noktasına kadar sürdürebiliriz onların izlerini. Varlıkta temeli olmayan saf bir yönetme eylemi x’te ya da x yoluyla mı gerçekleşiyor, işte dispozitif o x’in adıdır. Bu yüzden dispozitifler her zaman bir özneleşme süreci gerektirirler. Çünkü kendi öznelerini yaratmaları şarttır.

27
... Foucaultcu anlamda dispozitifler, yalnız genç Hegel’deki ‘pozitivite” ile aynı bağlama oturmakla kalmayıp; Heidegger’in ikinci döneminde kullandığı ve dis-positio, dis-ponere sözcükleriyle akraba Gestell sözcüğüyle örtüştüğü için de fevkalade önemli. Heidegger, ... Ge-stell sözcüğünün genellikle “aygıt” anlamına geldiğini söylemekle beraber kendisinin bu terimle “Stellen’da (koyma edimi) toparlayıcı/bir-araya-getirici olanı, insanı edimsel gerçekliğinde [ortaya koyanı] ... kastettiğini vurguluyor. ... Bütün bu terimlerin ortak tarafı bir tür oikonomia’ya göndermede bulunmaları. Oikonomia bir pratikler, bilgiler, önlemler bütünü. Amacı ise insanların davranışlarını, vücut dillerini, düşüncelerini yararlı olduğu sanılan bir doğrultuda yönetmek, denetlemek, yönlendirmek.

29
... varolanı iki büyük kümeye, iki büyük sınıfa ayırmak: Bir kefeye canlı varlıkları (tözleri), diğerine ha bire takılıp kaldıkları dispozitifleri koyalım. [bir tarafta yaratılmışlar ontolojisi, diğer tarafta yaratılanları iyiye ve güzele yöneltmek suretiyle yönetmeye çalışan dispozitifler oikonomia’sı.]

Şu ya da bu şekilde; yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların vücut diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey. ... dil, en kıdemli dispozitif belki de. [flux]

30
Yaşayan varlıklar (tözler) ve dispozitifler. İkisi arasında da üçüncü bir sınıf olarak özneler var. .. Örneğin, aynı birey, aynı töz, çoklu bir özneleşme sürecine tabi olabilir: Aynı anda hem cep telefonu kullanıcısı, hem internet gezgini, hem öykü yazarı, hem tango tutkunu, hem de küreselleşme karşıtı (örnekleri çoğaltabiliriz) olabiliyoruz... Zamane dispozitiflerinin bitmek bilmez çoğalışı...

31
İçinde yaşadığımız kapitalizmin gelişiminin son safhasını dispozitiflerin sınırsızca birikimi ve yayılımı olarak tanımlarsak sanırım hata etmiş olmayız. Dispozitifler elbette Homo sapiens’in ortaya çıkışından beri varlar. Fakat bugün sanki bireylerin tarafından modellendirilmediği, bir dispozitifin bireylere sirayet etmediği, bireyin bir dispozitif tarafından denetlenmediği bir an yok gibi! Peki o zaman günlük hayatımızda dispozitiflerle çarpışmamızda bu hale nasıl göğüs germeli, hangi stratejiyi izlemeli?

32
Örneğin, birey davranışlarının cep telefonunun kullanımıyla tepeden tırnağa yeniden biçimlendiği bir ülke olan İtalya’da yaşayan bir insan olarak ben, insan ilişkilerini daha da soyutlaştıran bu dispozitife karşı müthiş bir nefret geliştirdim.

Doğrusu durum öyle gösteriyor ki dispozitifler insanların içine kazayla düştükleri bir durum değil. Köklerini daha ziyade, Homo sapiens olarak sınıflandırdığımız hayvanları ‘insan’ kılan ‘insanlaş(tır)ma’ (ominizzazione) süreciyle özdeş bir süreçte aramak lazım. İnsanın oluşumuna neden olan ve aslında canlılar için bir tür yarılma teşkil eden olay, bir bakıma oikonomia’nın Tanrı’nın varlık ve eylemi arasına soktuğu yarılmaya benzer surette yeniden türüyor. Bu yarılma canlıyı, kendi varlığından ve çevresiyle dolaysız ilişkisinden ayırıyor. Önce von Uexküll, sonra da Heidegger buna alma-ketsizleştirme çemberi adını vermişler. Bu ilişki kopup kesintiye uğradığında canlıda sıkılma (yani ket -engel- kaldıran unsurlarla dolaysız ilişkiyi kesebilme kabiliyeti) ve Açıklık (varlığı varlık olarak bilme, dünya kurma olasılığı) türer. Fakat bu olanaklılıkla birlikte dispozitiflerin olanaklılığı da dolaysız olarak verilidir. Dispozitifler Açıklığı araçlar, nesneler, alet edavat, süs ıvır zıvırı ve envai çeşit teknolojiyle tıka basa doldurur. İnsan dispozitifler aracılığıyla kendisinden ayrışmış hayvan davranışlarını boşuna çalıştırarak Açıklıktan Açıklık olduğu suretle, varlıktan varlık olarak yararlanmaya çalışır. Her dispozitifin kökünde insanca bir mutluluk arzusu vardır, ‘fazla insanca’ bir mutluluk. Ve bu arzunun ele geçirilip başka bir çerçevede öznelleştirilmesi dispozitife özgü potansiyeli oluşturur.

34
Yani dispozitifle olan göğüs göğüse mücadelemizde benimseyebileceğimiz stratejinin basit olması söz konusu değil. Aslında gereken, dispozitifler tarafından ele geçirilip yalıtılan şeyi olası bir kamu kullanımı doğrultusunda serbest bırakmaktır. [Size üzerinde çalıştığım bir kavramdan söz etmek isterim:] Dünyevileştirme (profanazione).

35
Takdis ve vakfetme [kendinin olan bir eşyayı bir amaca adamak] eşyanın insan hukuku çerçevesinden çıkması anlamına gelirken, dünyevileştirme eşyayı insanın serbest kullanımına iade ediyordu. Büyük hukukçu Trebatius “Layıkıyla tanımlayacak olursak, dünyevi (profano), dinsellik ya da kutsiyetten koparılıp insan kullanım ve mülkiyetine iade edilen şeye denir” der.

Bu bakımdan din, şeyleri, mekânları, hayvanları ve kişileri ortak kullanım alanından kopararak ayrı bir alana nakleder. Ayrılma olmadan din [olamaz]. ... Ayrılmayı hayata geçiren ve düzenleyen dispozitif ise kurbandır. [Kurban, insanlar aleminden tanrılar alemine geçişi tasdik ve takdis eder.] ... Dünyevileştirme, kurbanın ayırıp böldüğünü ortak kullanıma iade eden bir karşı-dispozitiftir.

36
Aslında bütün dispozitiflerin altında bir tür özneleştirme süreci aramak gerek. Özneleştirmeyen bir dispozitif, yönetim dispozitifi olarak işlevini yerine getiremeyecek, kaba kuvvete dönüşecektir. Foucault, disiplin toplumlarında dispozitiflerin, nasıl da bir dizi pratik, söylem, bilgi ve uygulama üzerinden yumuşak başlı ama özgür, ‘özgürlüklerini’ bizzat özneleştirilme süreçleri üzerinden elde eden bedenler yaratmayı hedeflediğini gösteriyor.

Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor. ([sujet] Fr. Türkçedeki “özne” kelimesi burada Foucault tarafından belirtilen ilk anlamı taşımıyor. Fransizca “sujet” (özne) kelimesi aynı zamanda “tebaa”, yani tabi (boyun eğmiş) anlamını taşıyor. Aynı şekilde Fransızca “assujetir” kelimesini de Foucault iki anlamda kullanıyor: özneleştirmek ve tabi kılmak, boyun eğdirmek. y.h.n.) Michel Foucault, Seçme Yazılar 2. Özne ve İktidar, (Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014 İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s.63

37
Kapitalizmin şu anki safhasında dispozitiflerin ayırt edici özelliği ise artık bir özne üretimi üzerinden işlemek yerine ‘öznellikten-çıkarma’ süreçlerini adını verebileceğimiz süreçler yoluyla işlerlik göstermeleridir.

38
Öznenin hakikatsizliğinde, kendi hakikati herhangi bir şekilde söz konusu olamıyor. Yakayı ‘cep telefonu’ dispozitifine kaptıran kişi, onu iten güç ne kadar kuvvetli olursa olsun, yeni bir öznellik değil, olsa olsa denetlenebileceği bir numara edinmiş oluyor.

... teknoloji üzerine beyhude iyi niyet söylevleri... Öyle görünüyor ki bu insanlar, her dispozitife karşılık gelen belirli bir özneleşme (yahut da şu an olmuş olduğu üzere öznesizleşme/öznellikten-çıkma) süreci olduğu sürece dispozitiflerin ‘doğru kullanımının’ imkansız olacağını göz ardı ediyorlar.

39
Sırayla iktidarın idaresine soyunan sağın da solun da içinden doğdukları siyasi bağlamla pek bir alakaları yok. Sadece aynı yönetimsel düzeneğin iki kutbunun adıdırlar. Kutuplardan biri vurdumduymaz bir tavırla öznellikten çıkarmayı hedefliyor, diğeri ise ikiyüzlüce bunu ‘iyi vatandaş’ başlığıyla demokrasi kisvesine büründürmeğe uğraşıyor.

40
Otoritenin gözünde -belki de haklı olarak- hiçbir şey sıradan insan kadar teröriste benzemiyor.

41
Bu da dispozitiflerin dünyevileştirimesi -yani ortak kullanımdan koparılıp ayrılanı ortak kullanıma iade etme- sorununa daha da büyük bir aciliyet kazandırır.


Çevirenin Son Notları

43
i. [Spinoza’nın Ethica’sında ilk önce tanımlar verilir, sonra belitler (axioma) ve koyutlar (postulata) sabitlenerek tümdengelimli bir aksiyomatik oluşturulur ve ardından tanıtlamaya (demonstratio) gidilir.]

44
ii. [dispozitif] “Belli bilme biçimlerinin koşullarını oluşturan ve bu bilme biçimleri tarafından koşulları oluşturulan güç ilişkisi stratejileri bütünüdür.”

Positivite   ‘koymak, yerleştirmek’; ‘konulmuşluk, yerleşmişlik’; tarihsel süreç içerisinde geleneğin ‘koyduğu’, ‘yerleştirdiği’ dini uygulama biçimleri

45
v. İncil’de “Tanrı’nın kurtuluş tasarısı”, dilimizdeki ‘ekonomi’ sözcüğünün kaynağı (bildiğimiz parasal ekonomi, iktisat anlamı 17. yy’dan beri kullanılmaktadır). [Ephesoslular ise bunun yanında “Tanrı’nın İsa’nın varlığında ortaya konulan, zamanın tamamı için tasarısı, insanı kurtarma stratejisi” anlamında kullanılır.]

46
vi. Politika’da Aristoteles, oikonomia’yı, yani ev idaresini, oluşturucu üç öğesi üzerinden inceliyor: Efendi-köle ilişkisi, karı-koca ilişkisi ve baba-evlat ilişkisi. ... “Bütün bunlardan, efendi (iktidarıyla) politik iktidarın aynı şey olmadığı sonucu çıkıyor [...] Çünkü biri doğaları itibariyle özgür insanlar üzerine, ötekisi köleler üzerine uygulanır. Aile reisininki bir monarşidir (çünkü bütün aile tek bir kişinin iktidarına tabidir), politik iktidar ise özgür ve eşit insanlar üstünedir. ...” Aslında Aristoteles’in demek istediği, efendiliğin, yani ‘aile monarklığı’nın seçilmemiş bir şey olduğu. Efendilik pek de önemli bir bilim olmadığı için, kölenin yönetimini genellikle çalışanlardan biri vekaleten yapar, efendi de politika ya da felsefeyle uğraşır.

51
xv. [Pasajı İtalyancasından çevirdik:] “Ge-stell, insanları, gerçeğin örtüsünü işe-tayin-etme yoluyla ve duraduran varlıklar suretinde kaldırmaya yerleştiren, yani söke-söke-vermeye-zorlayan bu koymanın toplayıcısı demek.” … Ge-stell, modern tekniğin özünü adlandırmak için Heidegger’in seçtiği sözcüktür. Ge-stell’in asıl anlamı, bir şeyin yerleştirildiği yer, raf ya da bir düzeneğin parçalarını üstüne monte ettiğimiz strüktürdür. ʘ. … toprağı işleyerek toprağa bakan ve toprakla ilgilenen köylüden farklı olarak modern teknik, toprağı ürün vermek işine tayin eder, işletir. Toprağı işlemek de, birisini ya da bir şeyi bir iş yapmak üzere tayin etmek de Almanca bestellen fiiliyle söylenir, ama köylüden endüstri toplumuna bu sözcük anlam değiştirir. Bu belli-bir-işe-tayin-etme, doğayı söke-söke-vermeye-zorlama anlamında işe-koymak şeklinde olur. … Bu (işe)-koyma da dolayısıyla bir söke-söke-vermeye-zorlamadır. Diğer taraftan, üretim, bir şeyi beriden-öne-getirmedir ve bu getirme de örtülmüşlükten örtülmemişliğe getirmek şeklinde olur. Örtü-kaldırmaya, Yunanlılar áλήθεια [álitheia, doğru, hakikat] (bizim “hakikat” diye çevirdiğimiz söz) derler. Teknik, örtü-kaldırma, yani hakikat koyma kiplerinden biridir. Yalnız modern teknik, bu hakikat örtüsü kaldırmayı beriden-öne-getirme şeklinde değil, söke-söke-vermeye-zorlamak şeklinde uygular.

53
olduğu vaziyette durma … ‘duraduran varlıklar’

56
xx. Biosemitik dalının kurucusu von Uexküll’ün buna verdiği isim Umwelt (Çevre-Dünya). Umwelt, merkwelt (İşaret dünyası) ve Wirkwelt (Edim dünyası) bütünüdür.

57
xxv. Marcel Mauss (1872-1950), Fransız sosyolog. Özellikle ilkel toplumlarda büyü, kurban ve armağan değiş tokuşu üzerine çalışmıştır.


Dost

63
Dostluk felsefenin tanımına o kadar sıkı sıkıya bağlı ki, onsuz felsefe mümkün olmazdı desek abartmış olmayız.

64
… bugün dostluk ve felsefenin yakınlığı gözden düşmüş durumda…

65
[Jacques Derrida’nın dostluk üzerine kitabının Aristoteles’e atfedilen laymotifi, “Ey dostlar, dost [diye bir şey] yok”.] [Aristoteles’in bu pasajını alıntılayanlar arasında Montaigne ve Nietzsche de var.] [Ne var ki Diogenes Laertios’un Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri kitabının çağdaş bir baskısında, Aristoteles bölümünde daha farklı bir cümleyle karşılaşıyoruz:] “Kimin (çok) dostu varsa, dostu yok (demektir).” [Derrida’nın kitabında bu çeviri sorunlarından hiç bahsetmemiş olması beni şaşırttı.] [Nietzsche de bu sorunun farkındaydı.]

67
Ne var ki dostluğun gerekliliği fikriyle koşut giden bir ‘dostlara karşı güvensizlik’ fikri Nietzsche’nin felsefi stratejisi için bir vazgeçilmezdi.

70
[Giovanni Serodine’nin Roma’daki Milli Eski Sanatlar Galerisi’nde, Petrus ve Pavlus adlı tablo] Bu tablo bana hep dostluğun mükemmel bir alegorisi gibi gelmiştir. Dostluk, temsile dökemeyeceğimiz, kavramlaştıramayacağımız bir yakınlık değilse nedir? Birisini dost bilmek, onu belli “bir şey” olarak tanıyamamaktır. “Beyaz”, “İtalyan”, “sıcak” dediğimiz zamankiyle aynı anlamda “dost” diyemeyiz -dostluk bir öznenin kendine has özelliği ya da niteliği değildir.

72
Gören görmekte olduğunu duyumsar, işiten işitmekte olduğunu, yürüyen yürümekte olduğunu; ve benzeri diğer (etkinliklerde) etkinlikte bulunduğumuzu duyumsayan bir şey vardır. Öyle ki eğer duyumsuyorsak, duyumsadığımızı (duyumsarız); düşünüyorsak, düşündüğümüzü: Duyumsadığımızı (duyumsuyorsak) ya da düşündüğümüzü (düşünüyorsak), o zaman (var) olduğumuzu da (duyumsuyor ya da düşünüyoruzdur) (Çünkü olmak duyumsamak ya da düşünmektir).

Yaşadığımızı duyumsamaksa kendisi itibarıyla haz verici şeyler arasındadır (Çünkü yaşam doğası itibarıyla iyidir, iyinin kendinde bize ait olduğunu duyumsamak da haz vericidir), yaşamak ise istenilir bir şeydir, özellikle iyi insanlar için, çünkü bunlar için (var) olmak iyi ve hoş bir şeydir (Çünkü kendinde iyiyi birlikte-duyumsamaktan haz alırlar). Erdemli insan kendisine karşı nasılsa dostuna karşı da öyledir (Çünkü dost başka bir kendisidir): Bu böyleyse her kişi için kendisi olmak istenilir bir şey olduğu gibi dostunun da böyle olması aynı derecede, ya da hemen hemen aynı derecede, (istenir bir şeydir). Gelgelelim olmak, kendisinin iyi olması itibarıyla istenilir bir şeydi. Bunun böyle duyumsanması ise kendisi itibarıyla hoştu. Ama aynı zamanda dostunun (var) olduğunu da onunla birlikte duyumsaması gerek. Bu ise onunla birlikte yaşayarak, söz ve düşünce paylaşarak olabilir. Çünkü insanlar için birlikte yaşamak bu şekilde söylenebilir gibi görünüyor, yoksa besi hayvanlarının aynı yerde otlaması gibi değil.

Çünkü dostluk bir ortaklıktır ve kendine nasılsa, dosta karşı da öyle. Kendin için (var) olduğunun duyumsanması nasıl da istenir bir şeyse, dost için de kesinlikle öyledir.

[Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, 8. ve 9. kitaplar]

74
[Aristoteles’in bu alıntısında ilk felsefeye dair savlar:]

[1] Saf bir olmak hissi, varoluşsal aisthesis’i var.

[2] Bu var olma hissi, kendisinde hoş.

[3] Olmak ve yaşamak, varolduğunu hissetmekle yaşa-dığını hissetmek arasında eşdeğerlik var.

[4] Var olmak hissine ısrarla bağlı ve büsbütün insanca başka bir his var: Dostun varoluşunu birlikte-duyumsama ya da dostun varoluşuna rıza gösterme hissi. ... bölüştürülen şey varlığın ya da olmanın ta kendisidir: Varlık kendisiyle özdeş değildir, Ben ve dost bu paylaşımın iki yüzü, iki kutbudur.

[5] Tam da bu yüzden dost bir diğer-kendiliktir.

76
Dost, diğer bir Ben değil, aynılığa içkin bir başkalık, aynının başkaya dönüşmesidir. Kendi varoluşumun hoş olduğunu algıladığım noktada, bu duyumum onu yerinden söküp dosta doğru sürükleyen bir birlikte-duyum (eş-duyum) tarafından kat edilir. Dostluk tam da bu mahrem kendilik hissinin kalbinde meydana gelen öznelik-dışılaşmadır.

[6] ... “dost” teriminin bir ulamsal [kategoriyal] değil de bir varoluşsal olduğunu söyleyebiliriz. ... bu varoluşsal, ... neredeyse siyasal güce benzeyen bir yeğinlik tarafından baştan aşağı kat edilmiştir.

77
[Aristoteles’te dostluğun ontolojik boyutunda paylaşımın siyasi anlamı...]

Ama aynı zamanda dostunun (var) olduğunu da onunla birlikte duyumsaması gerek. Bu ise onunla birlikte yaşayarak, söz ve düşünce paylaşarak olabilir. Çünkü insanlar için birlikte yaşamak (ancak) bu şekilde söylenebilir gibi görünüyor, yoksa besi hayvanlarının aynı yerde otlaması gibi değil.

78
“Aynı yerde otlamak” -> “(nomos) katılmak, iştirak etmek”, “-> aynıya katılmak”

Her halükarda önemli olan insan topluluğunun, hayvanlardan farklı olan bir “birlikte yaşama” üzerinden tanımlanıyor olması. Bu, ortak bir töze iştirak etmek üzerinden değil, tamamen varoluşsal bir paylaşım olarak, hatta tabiri caizse nesnesiz olarak tanımlanıyor: Dostluk, saf bir olma olgusunu birlikte hissetmektir. Dostların paylaştığı bir şey yoktur (doğum, yasa, mekan, lezzet). Bunlar, dostluk deneyimi tarafından birlikte-bölüştürülmüş yani ortaktır. Dostluk, her bölüşmeyi önceleyen bir paylaşmadır çünkü bölüştürdüğü şey varolma olgusunun, yaşamın kendisidir. Siyaseti teşkil eden de bu nesnesiz bölüşüm, bu özgün-birlikte duyumsamadır.

79

Nasıl olup da bu ilksel politik sinestezinin, evrilen demokrasilerin bitkinleşerek eriştikleri en uç evrelerinde kaderlerini teslim ettikleri konsensüse vardığı ise, ... başka bir bahis.


.
.
.