19 Mart 2020

Covid-19

.
.
.

.
.


Covid-19


1.

Ve her şeyden önce kendi vücuduma dair oluşturmuş olduğum imajların bağlandığı bir çağrışımlar silsilesi söz konusudur: bir sinek ezildiğinde bir köpek ezildiğinden daha az acı duyarım; çünkü köpeğin imajı benim kendi vücuduma dair sahip olduğum imaja bir sineğinkinden daha yakındır -daha benzerdir (sıcak kanlı, memeli, analık eden, şefkatli, arsız, vesaire...). Bu yüzden bir köpeğin çektiği eziyetin (onun kederinin) imajı benim kendi vücudumun eziyet çektiği bir hayali imajla bir sineğinkine oranla daha fazla "uzlaşır"... Bir insanınki ise elbette daha da fazla...

Böylece insan zihniyle vücudunun ortak mimarisini kavrayabiliyoruz: dış cisimlerin bedenimiz üzerindeki etkisi (affectiones), yani bedensel karışımlar; bunların bizde korunması (imajlar ve hafıza); bunların bizim eyleme gücümüzü arttırıp azaltmaları (sevinçler ve kederler), ve bütün bunlara dair oluşturduğumuz fikirler (idea)...

Ulus Baker, Spinoza ve Aşkın Diyalektiği, www.korotonomedya.net



2.

Tek bir dünya, nesnel bir dünya üzerinde hareket eder gibi görünsek de aslında her canlının kendine has bir dünyası var. Kendi anlam taşıyıcılarından oluşan kendi dünyalarında yaşıyor tüm canlılar. Dünyayı tek bir algı dünyasına indirirken bu farklı dünyaları görmeyi beceremiyoruz. Tek zaman ve tek mekân yanılsamasına kaplıyoruz sıkça. Her şeyi kendi mekân algımızın öğelerine indirgeyerek, her şeyin hareket ettiği, dünya denilen tek bir nesnel mekânın olduğu kanısına varıyoruz kolayca. İnsan-merkezci bakış açısına göre tasarladığımız bu dünyada kendimizi hayvanlardan kesin çizgilerle ayırma hatasına düşüyoruz. En tepeye kendimizi yerleştirdiğimiz hiyerarşik kuleden baktığımızda, basit yapılı canlılardan karmaşık organizmalara dek uzanan tek bir dünya görüyoruz.

Giorgio Agamben ‘Açıklık’ (çev. M. Mine Çilingiroğlu, YKY) adlı kitabında, her şeyi bir bakışta kucaklayan, kendine böceklerden, kuşlardan, çiçeklerden oluşan pastoral tablolar yaratan bu genel geçer anlayışı sarsacak, insan ile hayvan arasındaki kesin sınırları eritecek belirsizlik mıntıkasında hareket ederken, hayvanlığı ve insanlığı ayıran eşikler üzerinde gelgitler yaşatıyor bize.

Agamben kitabının iki bölümünü Alman zoolog Jacob von Üexküll’e (1864-1944) ayırmış. Heidegger’i ve Deleuze’ü derinden etkilemiş olan bu bilimci, klasik bilimin hiyerarşik sınıflandırmalar aracılığıyla tek bir dünya gördüğü yerde, sonsuz bir çeşitlilik gösteren, her biri mükemmel ve muazzam bir müzik partisyonunda olduğu gibi birbiriyle bağlantılı farklı dünyalar görüyor. Bu çoklu dünyalar, her türlü insan merkezci bakışın terk edilmesine, doğa imgesini insan bakışına göre değerlendiren anlayıştan radikal bir kopuşa yol açıyor.

İçinde hareket ettiğimiz ve bizden başka her şeyin, tüm canlıların hareket ettiği nesnel mekâna ‘umgebung’ adını veriyor ve tek bir mekândan oluşan bu ‘umgebung’u, yani kendi insani ortamımızı ‘umwelt’ten ayırmakla işe başlıyor Uexküll. Almanca ortam anlamına gelen ‘umwelt’, her canlının kendine has dünyasıdır aslında; bu dünya her canlı için bir dizi anlam taşıyıcısından oluşuyor. Deleuze’ün Uexküll’e dayanarak verdiği meşhur örnekte olduğu gibi bir kenenin dünyası üç anlam taşıyıcısından ibarettir mesela: Bütün memelilerin terinde bulunan butirik asit kokusu; memelilerin kan ya da vücut sıcaklığına denk düşen 37 o C sıcaklık ve memelilere özgü tüylü ve kan damarlarına sahip deri tipi. Kene bu üç öğeyle yoğun ve tutkulu bir ilişki içindedir. Tüm dünyasını bu anlam taşıyıcılar oluşturur.

Her ne kadar nesnel bir mekân içinde hareket eder gibi görünsek de, bir bakışta bu çoklu dünyaları tek bir mekâna indirgesek de, her kişi, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi kendi umwelt’ine sahip. Örneğin bir orman, oduncu, avcı, doğasever açısından farklı anlamlar taşımaktadır, nesnel anlamda bir orman yoktur aslında. Bir sokak da orada oturanlar, gelip geçenler, dükkân sahipleri açısından farklı anlamlar taşır. Kültürel örüntülerle ördüğümüz dünyalarımızda, kendi anlam taşıyıcılarımız arasında hareket ediyoruz durmadan. Hayvan ile insan arasındaki çeperlerin eridiği yerdeyiz.

İtalyan Rönesans filozofu Giovanni Pico della Mirandola’nın 1486’da kaleme aldığı ve hümanizmin manifestosu olarak kabul edilen, ‘İnsanın Vakarı Üzerine Söylev’ adlı yapıta gönderme yapan Agamben, Pico’nun insan ile hayvan arasındaki ayrımı bulanıklaştırdığını belirtiyor; üç yüz sonra Linnaeus’un da insanı, ‘insan-benzeri’ hayvanlar sınıfına yerleştirerek bu bulanıklaştırmayı sürdürdüğünü söylüyor. Pico, insanın bütün yaradılış modelleri tükendiğinde şekillendirilmiş olması nedeniyle, bir arketipinin, kendine ait bir yerinin ya da özel bir sınıfının olamayacağını yazıyordu söylevinde: “İnsan kesin bir modele göre yaratılmadığı için kendine has bir yüzü de yoktur ve yüzünü kendi iradesiyle hayvani ya da ilahi yönde şekillendirebilir.” Tanımlandırılamaz, sınıflandırılamaz, şekilsiz bir yaratığız demeye getiriyor.
...

Rahmi Öğdül, İnsan ile hayvan arasında: Arabölge, 25.11.2010 https://www.birgun.net/haber/insan-ile-hayvan-arasinda-arabolge-17858


3.

Ne oluyoruz?

Nedir? Ne bu korku? Bu panik? Bu hınç, bu garez?

Nasıl da ötekileştirdiniz bizi bir anda! Nefret nesnesi yaptınız… Katli vacip! Verdiniz hemen fetvayı: Soyu kırıla!

Yaşam hakkı veresiniz yok bizlere. Kapansın sıkı sıkı kapılar bacalar, hava, kara ya da deniz yolları, koca koca ülkeler tecrit olsun, ilkel çağlara geri dönsün, hayat dursun, yeter ki asla ve katta ve de sakın ha sızmayalım içeri! Ne oradan ne buradan ne de hatta sanal yoldan ya da telepatiyle, empatiyle, sallapatiyle.

Utanmasanız bizi taşıyan, içeri sokan herkesi kurşun yağmuruna tutacaksınız. Yetmedi asit yağmurlarınız!

Sınırlarınıza yığılmış mültecilerden bile beter muameleye layık görüyorsunuz bizi.

Öyle ya, onları hiç olmazsa toplu olarak katletmiyorsunuz (şimdilik?) ama bizi yok etmek için her yol mubah… Yalan mı?

Elinize geçen her şeyle saldırıyorsunuz. Ne bulduysanız. Vur abalıya!

Bizden kurtulmak için neredeyse din değiştireceksiniz, onca tapındığınız değerli kâğıt ya da metallerinize bile el sürmekten korkar oldunuz.

Sevişmekten, öpüşmekten, türdeşlerinizle her türlü temas ve sosyalleşmeden vazgeçiyorsunuz. Mağara devrinden bile geriye düştünüz bir anda. Kültürü lağvettiniz, okulları kapattınız… Uçtu gitti uygarlık iddialarınız!


Yağmaladınız store’ları, marketleri, hatta bakkalları ve zincir mağazaları. Zincirlerinizden boşanmış gibisiniz maşallah. Çıldırma raddesine geldiniz, itiraf edin.

Ee, ne oldu? Hani “türcülük” kötüydü? Irkçılıkla, cinsiyetçilikle birdi? Hani her canlının hakları eşitti? Başka canlılara eziyet etmek, öldürmek yasaktı, onlara yapılanla insana yapılanla birdi? Ne çabuk vazgeçtiniz?

Biz canlı değil miyiz? Bizim de yaşam hakkımız yok mu?

Bize gelince işin rengi değişti bakıyorum: Bocala tonlarca zehirli çözeltiyi… Püskürt her türlü sıvıyı, hem de mümkünse en yok edicisini… Dök üstüne cambul cumbul ilaçlı likitleri gani gani… Lıkır lıkır iç litrelerce asitli mayii, işkembeyi sirkeyi… Kazı ellerini türlü türlü sabunlu eriyikle, soyuncaya kadar cildini… Yut cins cins antibiyotiği ya da virüsiti… Yeter ki birinden biri yok etsin bizleri!

Türcülüğe karşı çıkarken haklıydınız aslında: Yok bizlerden, diğer canlılardan en ufak üstünlüğünüz. Ne akıl ne akılcılık: Baksanıza şu halinize!

Zaten başka hiçbir canlı bu kadar zarar vermedi gezegene. Biz sizin yanınızda yeni doğmuş bebek kadar masumuz sanki.

Güya öldürüyormuşuz sizi! Demagoji! Abartı, iftira, söylenti…

Tek yaptığımız içinizden azıcık beslenmek, üreme yeri olarak kullanmak bedenlerinizi, biraz da sayenizde dünyayı gezmek, ama ikinci mevkii.

Gerçi tek tük zayiat olmuyor değil. Savaşlarınızdaki kadar değil ama…

Ya da trafik kazalarınızda… İş cinayetlerinizde…

Ya üç kuruş kâr için açlığa mahkûm ettikleriniz? Sağlık hizmetine ulaşacak parası olmayanlar? Kanserojenin her türlüsüne maruz bıraktıklarınız?

Türünüzün erkekleri kadar ölümcül ya da gaddar değiliz biz.

Bizim derdimiz egemenlik kurmak ya da ayrıcalık elde etmek değil, iktidar hiç değil: Zaman zaman öldürüyorsak da sebebi ideolojik değil, sadece biyolojik.


Otoriter siyasileriniz gibi acımasız da değiliz, en azından bizde yalan yok, riya yok, hırsızlık yok.

Kaldı ki kurbanlarımızın çoğu zayıf halkadan. Yaşlısı, hastası: Var onların zaten bir sorunu, vadesi az çok belli bir sonu… Doğanın kanunu!

Hani doğa iyiydi, güzeldi, doğanın düzeni bozulmamalıydı?

Bitti mi şimdi doğaya saygı? Ne çabuk!

Nasıl da vazgeçtiniz hemen o üst perdeden ahlakçı söylemlerinizden!

Canınız da pek tatlıymış! Ucu size dokununca…

Bir insanın ateşi çıkacağına bizden milyarlarcası ölsün yok olsun, kazınalım yer yüzünden, öyle mi?

Sevsinler sizin türcülük karşıtı söyleminizi!

Kuzuya, ineğe, kediye-köpeğe ya da laboratuvar tavşanına-maymununa acımak, onları esirgemek kolay. Ya solucanlar, hamamböcekleri, leş böcekleri, sivrisinekler? Tenya, larva, leşmaniya tropika ya da ebola? Enfluenza? Biz virüsleri ve mikropları cana yakın bulmadınız anlaşılan. Pek evinize alasanız yok bizleri sanırım: Koynunuza sokmak da istemiyorsunuz, elleyip okşamak da… Sadece öldürüp yok edesiniz var. Gözünüzü kan bürümüş, katliama aşeriyorsunuz. Sizinki düpedüz ırk ayrımı!

Ama debelenmeyin boşuna. Kurtuluş yok bizlerden. Koca kentleri karantinaya alsanız da sınır kapılarını sıkı sıkı kapatsanız da tüm toplantılarınızı, gösterilerinizi, görüşme ve öpüşmelerinizi iptal edip eve kapansanız da… Eninde sonunda düşeceksiniz kucağımıza!

Gribin Asyalısından Afrikalısından domuzundan kuşundan sekseniz, daha başkası gelecek, yenisi, yepyenisi. Ya da eski dostlarınız hortlayacak antibiyotiklerinize direnç kazanıp…

Sahi, ne oldu aşı karşıtı ya da antibiyotik karşıtı söylemlerinize? İki aksırık, üç tıksırık, üç beş hapşu derken aşı ya da ilaç duasına mı çıktınız, yoksa arazi mi oldunuz? Hadi sıkıysa söz versenize: “Kullanmayacağım aşısını icat edilse bile” desenize…

Sıkar!

Gel gör ki savuştursanız bile bu dalgayı eninde sonunda, ne aşısı ne de ilacı yetecek uzun vadede sizi kurtarmaya: Çeşidimiz azami, mutasyonumuz gani gani, bulaşma yollarımız hepten sinsi. Azmimizden kurtuluşun yok, ey fani!

Doğanın kanunu bu: Bir zaman, bir yerde, bir şekilde öleceksiniz. Olasılıkla elimizden.

Anlıyorum, belirsizlik strese sokuyor sanırım sizleri: Bilmemek zamanını nasılını nedenini kudurtuyor hepinizi…

İyi de… Madem sevmiyorsunuz belirsizliği, neden onu ta göbeğine taşıdınız yaşam tarzınızın?

Hanginiz yarın ne iş yapacağını biliyor? Ne yiyip ne içeceğini? Nerede barınacağını? Nerede ne zaman ekonomik kriz ya da savaş çıkacağını? Kimin kentinin yıkılacağını hangi düşmanın ya da kendi ordusunun tanklarıyla? Kimin çocuğunun komşu savaşlarda öleceğini? Kimin aç sefil kalacağını bilmem kimin kârları artsın diye?

Daha kendi elinizde olan bunları bilemeden, yaşamın ve ölümün zamanını nasıl bileceksiniz?

Bilemezsiniz. Bilemeyeceksiniz.

Hiçbirimiz bilemeyiz.

Hepimiz aynı kurala tabiyiz. Doğanın yasasına.

Hepimiz anı yaşamaya mahkumuz: Canlıyız… Ama şimdilik! Sadece şimdilik.

Siz de türlerden bir türsünüz sadece. Ne o? Bir iki teknoloji icat edip yerküreye yayıldınız ve fazlasıyla çoğaldınız diye kendinizi evrenin ve doğanın efendisi mi sandınız? Hemen şımardınız, unuttunuz temel kuralları!

Hatırlatmak için varız.

Var olmaya da devam edeceğiz. Hep vardık zaten, hem de milyonlarca yıldır: Yaşamın başlangıcı bizleriz yahu!

Bir gün türünüzün soyu tükense bile -daha önce tükenen niceleri gibi, diğer maymunsu atalarınız gibi- merak etmeyin, dünya dönmeye devam eder…

Gelgelelim, yaşam bizden vazgeçemez: Bizim yok olduğumuz gün yaşam da duracaktır yerkürede.

Özetle, atom bombası da atsanız, asla zafer kazanamazsınız bize karşı.

Alışın buna: Doğanın ta kendisiyiz biz. Kuralları biz koyarız:

Yaşam ve ölüm. Ölümlü yaşam. Diğer canlılar, sizin ölümünüz.

Yetti kibriniz!

Ölmekten mi korkuyorsunuz? Korkmayın, biz sizden daha merhametliyiz.

Siz birbirinizi daha az öldürün hele…


Yiğit Bener, Türcülük mü Demiştiniz? 13.03.2020
https://amp.artigercek.com/yazarlar/yigit-bener/turculuk-mu-demistiniz


4.

Düşünürler Giorgio Agamben ve Jean-Luc Nancy, korona virüsünü ve hükümetlerin sürekli 'istisna hali' yaratmak üzere bahaneler kullanmasını tartıştı. Agamben'in 'İl Manifesto'da yayınlanan yazısını Öznur Karakaş, Jean-Luc Nancy'nin 'Antinomie'de yayınlanan yazısını Öznur Karakaş ve Koray Kırmızısakal çevirdi. terrabayt.com'da yayınlanan yazılarını okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.


Covid-19: Gerekçesiz bir acil durumun yarattığı istisna hali

Giorgio Agamben

Varsayımsal bir koronavirüs salgınına karşı alınan hummalı, irrasyonel ve hepten yersiz acil durum önlemlerine anlam verebilmek için “İtalya’da SARS-CoV2 salgını yoktur” diyen İtalya Ulusal Araştırma Konseyi’nin (NRC) açıklamasından başlamalıyız.

Açıklama şöyle devam ediyor: Her halükarda “bugün itibariyle elimizde olan epidemiyolojik verilere ve on binlerce vakaya göre, enfeksiyon, vakaların yüzde 80-90’ında hafif/orta semptomlar (grip benzeri) gösteriyor. Vakaların yüzde 10-15’inde ise akciğer iltihabı ihtimali mevcut ama bu da vakaların çoğunda tehlikesiz bir seyir izlemektedir. Hastaların sadece yüzde 4’ünün yoğun bakımda tedavi görmesi gerektiğini tahmin ediyoruz”.
Gerçek durum buysa neden medya ve yetkililer, panik havası yaratarak hareketi ciddi oranda kısıtlayacak ve bütün bölgelerde gündelik yaşamın ve iş etkinliklerinin askıya alınmasına neden olacak gerçek bir istisna halini kışkırtmak için ellerinden geleni yapıyorlar?

Böylesi ölçüsüz bir yanıt, iki faktör üzerinden açıklanabilir.

İlk olarak, burada bir kez daha gözler önüne serilen şey, istisna halini normal bir yönetim paradigması olarak kullanma eğiliminin artmasıdır. Hükümet tarafından “hijyen ve kamu güvenliği nedenleriyle” onaylanan idari karar (decreto legge), “test sonuçları pozitif çıkan ve enfeksiyon nedeni bilinmeyen en az bir kişinin olduğu belediyelerde ve bölgelerde veya kısa süre önce salgından etkilenen bir bölgeden gelmiş biriyle bağlantılı olmayan en az bir bulaşı vakasının görüldüğü yerlerde” gerçek bir militerleşme hali yaratmaktadır.

Böylesi muğlak ve belirsiz bir formül, [hükümetin] istisna halini hızla bütün bölgelere genişletmesine izin verecektir, öyle ya pratikte başka yerlerde başka vakaların görülmeme ihtimali yoktur.

Bu kararın özgürlükleri ne kadar ciddi bir biçimde kısıtlayacağına bir göz atalım:

1- Salgından etkilenmiş bir belediyede veya bölgede yaşayan herkese belediyeden veya bölgeden ayrılma yasağı.
2- Salgından etkilenmiş belediye veya bölgeye girme yasağı.
3- (Kültürel, dini etkinlikler veya spor veya eğlence etkinlikleri olmasına bakılmaksızın) her türlü etkinliğin ve organizasyonun askıya alınması ve kamuya açık kapalı mekanlar da dahil olmak üzere her türlü özel ve kamusal alanda gerçekleştirilecek olan mitinglerin askıya alınması.
4- Lise de dahil olmak üzere uzaktan eğitim dışında her düzeyde ana okullarında ve okullarda eğitim hizmetlerinin askıya alınması.
5- Kültürel Miras ve Tabiat Tüzüğü’nün 101. maddesinde ve 01/22/2004 tarihli 42 nolu idari hükümde yer alan müzelerin ve kültür kurumlarının kapatılması. Bu kurumlara serbest girişe dair her türlü mevzuatın da askıya alınması.
6- İtalya’ya ve İtalya’dan yurtdışına eğitim amaçlı her türlü seyahatin askıya alınması.
7- Kamusal alanda yapılan her türlü sınavın ve temel hizmetler ve kamu hizmetleri dışında kamu kuruluşlarında gerçekleştirilen bütün etkinliklerin askıya alınması.
8- Enfeksiyonu kaptığı doğrulanan kişilerle yakın temas içinde olan bireylerin karantinaya alınması ve aktif olarak denetim altında tutulması. Bu kısıtlamaların NRC’ye göre her sene etkisi altında kaldığımız grip vakalarından pek de farklı olmayan normal bir grip tehdidi karşısında epey ölçüsüz olduğu barizdir. Terörizmin istisnai önlemler almaya bahane olarak kullanılma ihtimali tüketildiğinde, bir salgın icat etmenin her türlü kısıtlamanın ötesinde böylesi önlemleri genişletmeye ideal bir bahane olduğu pekala söylenebilir.

Bir o kadar rahatsız edici olan diğer bir mesele de son yıllarda tek tek şahısların bilincine yayılan ve kolektif panik hallerine dönük gerçek bir gereksinime dönüşen korku halidir, salgın buna da ideal bir bahane sunar.

Bu yüzden, sapkın bir kısır döngü halinde, [kendi yarattıkları güvenlik arzusunu tatmin etmek için şimdi duruma müdahale eden] hükümetlerin dayattığı özgürlükleri kısıtlayan uygulamalar yine aynı hükümetler tarafından yaratılmış olan güvenlik arzusu namına kabul ediliyor.

Bu metin Agamben’in ilk olarak 26 Şubat tarihinde “Lo stato d’eccezione provocato da un’emergenza immotivata” adı altında yayımlanan manifestosunun İngilizceye çevirisinden Öznur Karakaş tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

*İlk olarak terrabayt.com‘da yayınlanmıştır.


Viral İstisna

Jean-Luc Nancy

Kadim dostum Giorgio Agamben, koronavirüsünün normal bir gripten pek ayırt edilemez olduğunu iddia ediyor. “Normal” gripe karşı etkili olduğu kanıtlanmış bir aşının olduğunu unutuyor. Onun bile her sene viral mutasyonlara uyarlanması gerekiyor. Buna rağmen “normal” grip her zaman birilerini öldürüyor, aşısı olmayan koronavirüsünün çok daha öldürücü olduğu belli. Buradaki fark (Agamben’in kullandığı türden kaynaklara göre) yaklaşık 1’e 30 oranında, ki bana göre hiç öyle önemsiz bir fark gibi görünmüyor.
Giorgio, hükümetlerin sürekli olarak istisna hali yaratmak üzere her türlü bahaneyi kullandığını belirtiyor. Ancak her alanda (hareket, her türde ulaşım, tohumlama, maddelerin yayılması vs.) teknik olarak her şeyin birbirine bağlı olduğu, bu bağlantıların nüfusa oranla artarak daha önce görülmemiş bir yoğunluğa ulaştığı bir dünyada istisnanın kural haline geldiğini gözden kaçırıyor. Zengin ülkelerde bile nüfusun bu artışı ömrün uzayacağı beklentisini beraberinde getiriyor, bu da yaşlı ve genelde risk altında olan insan sayısının da artacağını gösteriyor.

Yanlış hedefi vurmamak için dikkatli olmalıyız: mevzu bahis olan uygarlığın tamamı, bundan hiç şüphe yok. Burada bir tür viral istisna – biyolojik, bilgisayar-bilimsel, kültürel – söz konusu, bu da pandemi. Hükümetler katı cellatlardan gayrı bir şey değildir, burada onlara patlamak politik bir düşünceden ziyade şaşırtma manevrası gibi görünüyor.

Giorgio’nun kadim bir dost olduğunu söylemiştim. Kişisel bir hatıramı buraya taşıyacağım için özür dilerim, ama bunu yaparak genel düşünce izimi terk etmiyorum. Neredeyse 30 yıl önce doktorlar kalp nakli yaptırmam gerektiğine karar verdiler. Giorgio bana onları dinlememem gerektiğini söyleyen bir iki kişiden biriydi. Şayet onu dinlemiş olsaydım, muhtemelen çok geçmeden ölecektim. Hata yapmak mümkündür. Fakat buna rağmen Giorgio öyle ince ruhlu ve kibar biridir ki – en ufak bir ironi olmadan- onu istisnai olarak tanımlamak mümkündür.

İtalyanca olarak “Antinomie”de yayımlanan bu yazıyı, İngilizce çevirisinden Koray Kırmızısakal ve Öznur Karakaş çevirmiştir.

*İlk olarak terrabayt.com‘da yayınlanmıştır.

Düşünürlerin Covid-19'la imtihanı, 14.03.2020
https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/14/dusunurlerin-covid-19la-imtihani/


5.

Giorgio Agamben’in Covid-19 (Korona virüsü) salgınına karşı alınan önlemleri ‘istisna hali’nin biyopolitika uygulamaları olarak değerlendirmesi biyopolitika hakkında nasıl düşünmemiz gerektiğine dair önemli bir tartışma başlattı.*

Michel Foucault’nun işe koştuğu biyopolitika kavramı kapitalist moderniteye geçişle ilişkilendirilen değişimleri anlamamıza çok önemli bir katkı sunmuştur; özellikle de iktidarın ve cebrin uygulanma biçimlerindeki değişime. Hükümdarın tekelinde olan yaşam ve ölüm hakkına dayalı iktidar biçiminden, nüfusun sağlığını (ve verimliliğini) garanti etmeye çalışan iktidar biçimine geçtik. Bu değişim daha önce tanık olmadığımız bir şekilde her türden devlet müdahalesinin ve cebrinin artmasını ve yaygınlaşmasını beraberinde getirdi. Zorla aşılamadan kamusal mekanlarda sigara içmeyi yasaklamaya kadar çok çeşitli örneklerde biyopolitika kavramı, sağlık politikalarının siyasi ve ideolojik boyutlarını anlamada anahtar rol oynadı.
Biyopolitika kavramı, aynı zamanda, ırkçılığın kendine ‘bilimsel’ bir temel bulma çabalarından öjenik eğilimlerin tehlikelerine kadar uzanan, sıklıkla kamusal alanda baskılanmış olan çeşitli olguları da incelememize olanak sağladı. Kuşkusuz Agamben de ‘istisna hali’nin modern biçimlerini kuramsallaştırma girişimlerinde aynı kavramı yapıcı bir biçimde kullandı; toplama kamplarının ana örnek teşkil ettiği aşırı baskı biçimlerinin hayata geçirildiği mekanları incelediğinde olduğu gibi.

Covid-19 salgınıyla mücadeleye dair sorular çok açık ki biyopolitikayla ilişkili sorunları da beraberinde getiriyor. Pek çok gözlemci Çin’in otoriter biyopolitika biçimlerini hayata geçirme olanağı olduğu için salgını kontrol altına alma ya da yavaşlatma yönünde ilerleme kaydettiğini ileri sürdü. Bu politikalar, Çin devletinin kullanımında olan muazzam baskı, gözetim ve denetleme önlemlerinin ve teknolojilerinin yardımı ile uyguladığı kapsamlı karantinalar ve sosyal etkinliklere yasaklardan oluşuyordu.

Hatta bazı eleştirmenler, liberal demokrasilerin aynı zor kullanma kapasitesine sahip olmadıkları ya da daha çok gönüllü bireysel davranış değişikliğini teşvik etmek zorunda oldukları için Çin’e benzer önlemler alamayacakları ve bunun da salgınla mücadeleye ket vuracağı yorumunu yaptılar.

Öte yandan ben, otoriter biyopolitika ile bireylerin rasyonel tercihler yapacağına dair liberal itimat arasında bir ikilem dayatmanın meseleyi basitleştirmek olacağını düşünüyorum.
Dahası, karantinalar ya da ‘sosyal mesafelenme’ gibi kamu sağlığı önlemlerini basitçe biyopolitika olarak değerlendirmenin de bu önlemlerin olası faydalarını bir şekilde göz ardı ettiği aşikardır. Aşının ya da başarılı virüs önleyici tedavilerin yokluğunda, 19’uncu yy. kamu sağlığı kılavuzlarının demirbaşlarından olan bu türden önlemler kamunun, özellikle de kırılgan grupların, yükünü hafifletebilir.

Bu, özellikle de gelişmiş kapitalist ekonomilerde dahi kamu sağlığı altyapısının kötüleştiğini ve virüsün yayılma hızını yavaşlatacak önlemler alınmadığı durumda zirve yapmış bir salgın ile baş edemediği gerçeğini dikkate alırsak daha da geçerli bir iddiadır.

Agamben’in aksine, ‘çıplak hayat’ın, çökmüş bir sağlık sisteminden dolayı solunum cihazı ya da yoğun bakım ünitesi yatağı bekleme listesinde yer alan bir emekliye, karantina önlemlerinin uygulanabilirliği üzerine kafa yoran bir entelektüelden daha yakın olduğu iddia edilebilir.

Yukarıdaki tartışmama dayalı olarak, Foucault’nun yazdıklarına farklı bir okuma yapmayı önermek istiyorum. Zaman zaman Foucault’nun oldukça güçlü bir ilişkisel iktidar pratikleri kavrayışı olduğunu unutuyoruz. Bu anlamda, demokratik hatta komünist biyopolitikanın mümkün olup olmadığı sorusunu sormanın meşru olduğunu düşünüyorum.

Soruyu farklı bir şekilde sormak gerekirse: Büyük çaplı davranış modifikasyonları da dahil olmak üzere insan topluluklarının sağlığına gerçekten yardımcı olacak ve eş zamanlı olarak da paralel baskı ve gözetim biçimlerini yaygınlaştırmayacak kolektif pratiklere sahip olmak mümkün müdür?

Foucault’nun kendisi son dönem çalışmalarında hakikat, parrhesia ve benliğin bakımı kavramları etrafında böylesi bir yönelime işaret eder. Antik felsefe ile girdiği bu oldukça orijinal diyalogda, zorlayıcı olmayan şekillerde bireysel ve kolektif bakımı bir araya getiren alternatif biyos politikaları önerir.
Bu bakış açısından bakıldığında, salgınların söz konusu olduğu zamanlarda hareketin azaltılmasına ve sosyal mesafelenmeye ya da kapalı kamusal mekanlarda sigara içilmemesine ya da çevreye zarar verecek bireysel ya da kolektif pratiklerden sakınmaya dair kararlar demokratik bir biçimde tartışılarak alınmış kararlar olacaktır. Bu da başkalarına ve ardından da kendimize dair basit bir disiplinden sorumluluğa ve toplumsallığı askıya almak yerine onu bilinçli bir şekilde dönüştürmeye yönelmemiz anlamına gelecektir. Bunu yapabildiğimiz durumda, her türlü toplumsal birlik hissini zedeleyebilecek kalıcılaşmış bireysel kaygı yerine, bu türden acil sağlık durumlarında tıbbı müdahalelerde de eşit derecede önemli olabilecek, kolektif bir mücadele bağlamında koordinasyon ve dayanışma fikrine yönelmiş oluruz.

Böylesi bir yönelim bize demokratik biyopolitikaların mümkün olduğunu gösterir. Bu yönelim, aynı zamanda, bilginin demokratikleşmesine de dayandırılabilir. Kitleselleştirme kampanyalarının yanı sıra bilgiye erişimin artması, sadece uzmanların otoritesine değil, bilgi ve kavrayışa dayanan kolektif karar alma süreçlerine imkan tanır.

AŞAĞIDAN BİYOPOLİTİKA

HIV’e karşı savaş, stigmaya karşı mücadele, insanlara bunun sadece ‘yüksek risk grupları’nın hastalığı olmadığını anlatma çabası, güvenli seks pratikleri eğitimi yanı sıra iyileştirici önlemlerin geliştirilmesi ve kamu sağlık hizmetlerine erişimin yaygınlaştırılması için mali kaynak talebi, ACT UP gibi hareketlerin mücadelesi olmadan mümkün olmazdı. Bunun bir aşağıdan biyopolitika olduğunu pekala iddia edebiliriz.

Bugünkü konjonktürde de toplumsal hareketlerin manevra alanı çok geniştir. Salgının getirdiği ilave yükü kamu sağlık sistemlerinin karşılaması için acil önlemlerin alınmasını talep edebilirler. Böylesi bir krizde, bireyselleşmiş ‘hayatta kalmacı’ panik dalgasına karşı dayanışmaya, kollektiviteye ve öz örgütlenmeye olan ihtiyaca vurgu yapabilirler. Devletin gücünün (ve yaptırımlarının) kaynakların özel sektörden toplumsal olarak gerekli olan alanlara doğru kaydırılması için kullanılması konusunda ısrarcı olabilirler. Ve yaşamı önceleyen bir zaruret olarak toplumsal değişimi talep edebilirler.

Panagiotis Sotiris Hellenik Açık Üniversitesi’nde kadrosuz öğretim üyesi ve Historical Materialism Dergisi’nin de editörler kurulu üyesidir.

Yazının orijinali Critical Legal Thinking’de yayınlanmıştır. (Çeviri: Şerife Geniş)

Panagiotis Sotiris, Agamben’e karşı: Demokratik bir biyopolitika mümkün müdür?
https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2020/03/16/agambene-karsi-demokratik-bir-biyopolitika-mumkun-mudur/?


6.

Sağlık Krizi Bizleri İklim Değişimine Hazırlanmaya Sevk Ediyor
Bruno Latour

26.03.2020, https://terrabayt.com/dusunce/saglik-krizi-bizleri-iklim-degisimine-hazirlanmaya-sevk-ediyor/

Genel bir kapatılmaya Paskalya perhizi döneminin beklenmedik bir biçimde tesadüf etmesini, dayanışma icabı hiçbir şey yapmaması ve savaş cephesinden uzak durması istenenler epey hoş karşıladı. Bu zaruri perhiz, bu seküler ve cumhuriyetçi Ramazan, neyin önemli, neyin gülünç olduğu üzerine düşünmeleri için iyi bir fırsat olabilir.

Virüsün müdahalesi adeta bir sonraki krize prova işlevi görebilir: o noktada, yaşam koşullarının yeniden düzenlenmesi ve itinayla üstesinden gelmeyi öğrenmemiz gerekecek gündelik varoluşun bütün ayrıntıları, hepimizin karşısına bir güçlük olarak çıkacak. Diğer pek çok kişi gibi ben de bu sağlık krizinin, bizleri iklim değişimine hazırladığı, bizleri ona karşı hazırlanmaya sevk ettiği ve yönlendirdiği hipotezini öne sürüyorum. Bu hipotezin hala teste tabi tutulması gerekiyor.

İki krizin birbiri ardı sıra yaşanmasını sağlayan şey, ani ve acı verici bir biçimde, -salt insanlardan ibaret- klasik toplum tanımının anlamsız olduğunun farkına varılmasıdır. Toplum hali, her an, çoğu insan biçimine sahip olmayan pek çok aktör arasında iştirake bağlıdır. Pastör’den beri bildiğimiz üzere, bu mikroplar için böyledir; ancak internet, hukuk, hastane organizasyonu, devlet lojistiği, ve dahi iklim söz konusu olduğunda da durum budur. Elbette, virüse karşı “savaş hali”nin etrafında koparılan onca gürültüye rağmen, bu durum zincirin sadece bir halkasıdır, maske veya test stoklarının idaresi, mülkiyet haklarının düzenlenmesi, yurttaşların alışkanlıkları, dayanışma jestleri de bulaşıcı ajanın virülans derecesini tanımlarken bir o kadar önemlidir. Bağlantılarından biri olduğu ağın tamamı göz önüne alındığında, aynı virüs Tayvan’da, Singapur’da, New York’ta veya Paris’te aynı şekilde davranmaz. Pandemi, geçmiş kıtlıklardan veya mevcut iklim krizinden daha “doğal” bir olgu değildir. Toplum, uzun zamandır, toplumsal sahanın dar kısıtlamalarının ötesine geçmiştir.

Bunu ifade ettikten sonra, bu benzerliği daha ileri taşıyabilir miyim emin değilim. Ne de olsa, sağlık krizleri yeni değil, ani ve radikal devlet müdahalesi ise şimdiye kadar belli ki çok yaratıcı olmadı. Bunu görmek için, Başkan Macron’un şimdiye kadar acınası derecede yoksun olduğu o devlet başkanı figürünü üstlenme hevesine bakmak yeterli. Terör saldırılarından evla -ki bunlar ne de olsa sadece polis işidir- pandemiler, liderlerde ve muktedirlerde izahtan vareste bir tür “koruma” hissi uyandırır – “sizi korumak zorundayız”, “bizi korumak zorundasınız”- bu da devlet otoritesini yeniden güçlendirir ve aksi takdirde ayaklanmalarla karşılanacak olanı talep etmesine izin verir.

Ancak bu devlet, yirmi birinci yüzyılın ve ekolojik değişimin devleti değil, on dokuzuncu yüzyılın, bio-iktidar tabir edilen devletidir. Merhum Alain Desrosieres’in diliyle, layığıyla istatistik diye adlandırılan şeyin devletidir bu: yukarıdan görüldüğü haliyle bölgesel bir şebeke üzerinde uzmanların iktidarıyla yönlendirilen bir nüfus idaresi[1]. İşte bugün yeniden uyandırıldığını gördüğümüz şey tam da bu. Tek fark, bir ulustan diğerine kopyalanması, ta ki dünya çapında hakim olana kadar. Mevcut durumun orijinal tarafı, bana kalırsa, dışarıda sadece polis kuvvetlerinin uzantısı ve ambülans sesleri varken evde hapis kalarak, kolektif olarak, doğrudan Michel Foucault dersinden çıkmış gibi görünen biyoiktidar figürünün karikatürize bir biçimini oynamamız. Diğerleri evlerine çekilebilsin diye her halükarda çalışmaya zorlanan pek çok görünmez işçi– ki tanımları gereği kendilerine ait bir evde tecrit edilmeleri imkansız göçmenleri saymıyorum bile- bu resmi bozsa da. Ancak bu karikatür, tam da artık bizlerin olmayan bir zamanın karikatürüdür.

Seni yaşamdan ve ölümden koruyorum” diyebilen bir devletle – ki bu, izini sadece bilim insanlarının takip edebildiği, etkileri ancak istatistikler toplayarak anlaşılabilen viral bir enfeksiyondan koruyorum demektir- “seni yaşamdan ve ölümden koruyorum çünkü bağlı olduğun bütün bir halkın yaşayabilme koşullarını ben idame ediyorum” diyen bir devlet arasında dağlar kadar fark vardır.

Açık ki böyle bir devlet yoktur, belki bunun için şanslı bile sayılırız. Daha da endişe verici olansa, böylesi bir devletin bir krizden diğerine atacağı hamlelere nasıl hazırlanabileceğini görmememiz. Sağlık krizinde, idare, o pek klasik eğitimci rolünü üstlenir ve yetkisi eski ulusal sınırlara mükemmelen tekabül eder- aniden Avrupa sınırlarına dönmenin arkaikliği, bunun acı verici kanıtıdır. Ekolojik mutasyon durumunda ise, bu ilişki tersine döner: küreselleşmiş üretimden kaçmaya çalışırken halkların çok farklı şekillerde hangi bölgelerde hayatta kalmaya çalışacağını, çokbiçimli halklardan, çoklu ölçekte öğrenmesi gereken bizzat idaredir. Bu durumda, yukarıdan önlemler dikte etmeye hiçbir şekilde muktedir olmayacaktır. Sağlık krizinde, ellerini yıkamak ve ilk okulda olduğu gibi dirseğine öksürmek gibi şeyleri yeniden öğrenmesi gereken tek tek cesur kişilerken, ekolojik mutasyon durumunda, kendini öğrenci konumunda bulan devletin ta kendisidir.

Bunu bir düşünün. Diyelim Başkan Macron kalktı, Churchill edasıyla, gaz ve petrol rezervlerini yerde bırakmayı, tarım ilaçlarının ticaretini durduracağını, derin çift sürmeyi kaldıracağını, ve muazzam bir cüretle, bar bahçelerine ısıtıcı konulmasını yasaklayacağını öne süren bir önlem paketi ilan etti. Sarı Yelekliler isyanını tetikleyen gaz vergisi ise, böylesi bir beyanın ardından ülkeyi yakıp yıkacak olan isyanı varın siz düşünün. Yine de, Fransızları kendi iyilikleri için ölümden koruma talebi, ekolojik krizde, sağlık krizinden çok daha meşrudur çünkü iklim krizi, bir süreliğine değil sonsuza dek, kelimesi kelimesine herkesi etkiler, sadece birkaç bin kişiyi değil.

Ancak “virüse karşı savaş” söyleminin bunca geçersiz olmasının başka bir nedeni daha var: sağlık krizinde, insanların bir bütün olarak virüslere karşı “savaştıkları” doğru olabilir – her ne kadar virüslerin umurunda olmasak da, hiç öyle bir niyetleri olmadan boğazdan boğaza geçip bizleri öldürerek yollarına gitseler de. Ekolojik mutasyon durumunda işler trajik bir biçimde tersine döner: bu defa, ağır virülansı [öldürücülüğü] gezegenin bütün sakinlerinin yaşam koşullarını değiştiren patojen, virüs falan değil insanlığın ta kendisidir! Ancak bütün insanlar değildir söz konusu olan, sadece bize karşı savaş ilan etmeden bizlere savaş açanlardır bu bahsi geçen insanlık. Ulus devlet bu savaşa tamamen hazırlıksızdır, ona dönük hiçbir düzenlemesi, tasarımı yoktur çünkü bu savaşta cepheler çoktur ve hepimizi etkiler. İşte bu yüzden virüse karşı “genel seferberlik” hiçbir şekilde bir sonraki krize hazır olacağımızı göstermez. Tek ordu değildir ufkunda hep yeni bir savaş olan.

Ancak, son olarak, kim bilir; ister seküler ister cumhuriyetçi olsun Paskalya zamanı muazzam dönüşümlere sebebiyet verebilir. Yıllardır ilk defa, evlerine tıkılı kalmış bir milyar insan, şu unutulmuş lüksü keşfetti: kendilerini sık sık, gereksiz yere oraya buraya çeken şeyi düşünme ve onu fark etme zamanı. Bu uzun, acı verici ve beklenmedik perhize saygı duyalım.

[1] Alain Desrosières, The Politics of Large Numbers: A History of Statistical Reasoning, trans. Camille Naish (Cambridge, Mass., 2002).

Le Monde‘da yayımlanan Fransızcası’ndan ve Critical Inquiry‘de yayımlanan İngilizcesi’nden Öznur Karakaş çevirdi.


7.

Giorgio Agamben: Kovid-19 Epidemisi Altında İstisna Durumunu Normalleştirme

01.04.2020, siyasihaber.org,
http://siyasihaber4.org/giorgio-agamben-kovid-19-epidemisi-altinda-istisna-durumunu-normallestirme

ÇEVİRİ - Giorgio AGAMBEN’in Autonomies’deki yazısını Zeki Yaş çevirdi: “Beni endişelendiren şey sadece şu an değil, sonra neyin geleceği. Devlet yönetimleri, sağlıkta olağanüstü halin sona ermesinden sonra, gerçekleştirilmesini henüz tamamlayamadıkları deneylere devam etmeye çabalayacaklar.”

Aşağıda, Le Monde için Nicolas Truong´un (24.3.2020), Giogio Agamben´in, “pandemiyi engellemek için uygulamaya koyulan güvenlik önlemlerinin” çok ciddi etik ve siyasi sonuçlarını analiz ettiği bir röportaj var.

Bu röportajda da olduğu gibi, Le Monde, abonelerine makalelerin çoğuna tam erişim imkânı sağladığından, bu röportajın İngilizceye çevirisini, Artilleria Inmanente´nin Lobo Suelto´da yayınlanan İspanyolca çevirisinden yaptık.

Il Manifesto’da yayınlanan bir metinde, küresel Kovid-19 pandemisinin “varsayımsal bir salgın” olduğunu, “bir tür grip” den başka bir şey olmadığını yazdınız. Özellikle İtalya’da, kurbanların sayısı ve virüsün yayılma hızı göz önüne alındığında, bu yorumları yaptığınıza pişman oldunuz mu?

Ben ne bir virolog ne de bir doktorum. Ve bir ay önce yayınlanan söz konusu makalede yaptığım tek şey, İtalya Ulusal Araştırma Merkezi´nin görüşünün ne olduğunu, birebir onlardan alıntı yaparak aktarmaktı. Ancak, bilim insanları arasındaki salgınla ilgili tartışmalara girmeyeceğim; beni ilgilendiren asil şey, buradan ortaya çıkacak son derece ciddi etik ve politik sonuçlar.

Öyle görünüyor ki, artık istisnai durum önlemlerine gerekçe olma ihtimalini yitiren terörizmin yerine, bir salgının icadı, bu önlemleri mevcut sınırlarının ötesine genişletmek için ideal bahaneler sunabiliyor“ diye yazıyorsunuz. Bu salgının bir “icat” olduğu iddianızı hangi gerekçelere dayandırıyorsunuz? İlla da terörizm değil de bir epidemi gibi gerçek durumlar kabul edilemez olarak görülebilecek güvenlik politikalarına yol açamaz mı?

Politik alanda bir icattan bahsediyorsak eğer, unutulmaması gereken şey, bunun saf haliyle bir öznellik anlamına gelmeyeceğidir. Tarihçiler bilirler, tabiri caizse nesnel komplolar, yani bir tanımlanmış/kimliklendirilmiş faillerin yönlendirilmesi olmadan da işlevini yerine getiriyor olabilen komplolar vardır. Benden önce Michel Foucault'nun gösterdiği gibi, güvenlik yönetimleri mutlaka istisnai bir durum üreterek değil, o durum ortaya çıktığında onu kendi yararına kullanarak ve yöneterek işler. Çin gibi totaliter bir yönetimin, salgını, tüm bir bölgeyi izole edip kontrol etme imkânını test etmenin ideal bir yolu olarak gördüğünü düşünen tek kişi de ben değilim ayrıca. Ve aslında Avrupa´da Çin´i bir rol model olarak gösterebildiğimiz gerçeği, korkunun bizi razı ettiği siyasi sorumsuzluk derecesini de göstermektedir. Kendimize şu soruyu sormalıyız; Çin´in aniden kapatmayı salgının yaygınlaşmasını önlemenin en iyi yolu olduğunu ilan etmesi biraz garip değil mi?

Bilim insanları, virüsün yayılmasını durdurmak için en temel araçlardan biri olarak kapatmayı görürken, bu olağanüstü hâl neden gerekçesiz sizce?

Durumumuzu karakterize eden, dillerin Babil benzeri karmaşıklığında, her birey kategorisinin, başkalarının neden böyle yaptığını ve düşündüğünü pek de hesaba katmadan, kendi özgün gerekçelerini takip etmeleridir. Virolog için savaşılacak düşman virüstür; doktor için amaç şifadır, hükümetler içinse kontrolü sağlamakla ilgilidir. Ve ben de bunun için ödenmesi gerekecek bedelin çok yüksek olmaması gerektiğini akılda tutarak aynı şeyi yapıyorum. Avrupa’da önceden de epey salgınlar oldu, ancak İtalya’da ve Fransa´da hiç kimse bunda olduğu gibi, pratik yaşamımızı engelleyen bir olağanüstü hâl ilan etmeyi düşünmemişti. Hastalığın şimdiye kadar İtalya’nın binde birinden azını etkilediği düşünülürse, salgın gerçekten de kötüleştiğinde neler yapılacağını merak ediyor insan. Korku kötü bir rehberdir ve ülkeyi, herkesin bir başkasına hastalığı bulaştırma vesilesi olarak baktığı, bulaşıcı hastalık yayan bir ülkeye dönüştürmenin gerçekten doğru bir çözüm olduğunu sanmıyorum. Bu yanlış mantık hep aynı işliyor: nasıl ki terörizm meselesinde, özgürlüğün savunulabilmesi için yine özgürlüğün baskı altına alınması gerektiği onaylattırıldıysa, burada da hayatı korumak için hayatın askıya alınması gerektiği söyleniyor bizlere.

Kalıcı bir istisna durumunun kuruluşuna mı tanıklık ediyoruz?

Salgının açıkça gösterdiği şey, devlet yönetimlerinin uzun zamandır bizi alıştırdığı istisna durumunun normal durum haline gelmesidir. İnsanlar kalıcı bir kriz durumuyla yaşamaya öyle alıştırılmışlar ki, hayatlarının salt biyolojik bir hale indirgendiğinin ve bu hayatların sadece politik boyutunu değil, aynı zamanda her bir insani boyutunu da kaybettiklerinin farkına varamayabiliyorlar. Kalıcı bir olağanüstü hâl durumunda yaşayan bir toplum özgür bir toplum olamaz. Sözde “güvenlik nedenleri“ için özgürlüğünden feragat eden ve böylece korku ve güvensizlik içinde sürekli olarak yaşamaya mahkûm edilen bir toplumda yaşıyoruz.

Hangi anlamda biopolitik bir krizi deneyimliyoruz?

Modern siyaset başından sonuna kadar, temel ayağının haddizatında biyolojik yaşam olduğu biopolitiktir. Yeni gerçek şu ki, sağlık her ne pahasına olursa olsun yerine getirilmesi gereken yasal bir yükümlülük haline geliyor.

Peki sizce, hastalığın ciddiyeti değil de ürettiği herhangi bir ahlaki ve siyasi çöküş veya yıkım neden sorun?

Korku insanın görmüyormuş gibi yaptığı birçok şeyin görünür olmasına neden olur. Bunlardan ilki, toplumumuzun artık çıplak hayattan başka bir şeye inanmıyor olmasıdır. Bana aşikâr gelen şey, İtalyanların, hastalık bulaşması tehlikesi karşısında pratik olarak her şeyden; normal yaşam koşullarından, sosyal ilişkilerinden, işinden, hatta dostluklarından, sevdiklerinden, siyasi ve dini inançlarından feragat etmeye istekli olduklarıdır. Çıplak hayat insanları birleştiren bir şey değildir, tersine onları kör eden ve ayrıştıran bir şeydir. Öteki insanlar, tipik Alessandro Manzoni´nin The Betrothed (Nişanlılar) romanında tanımladığı, en az bir metre mesafe bırakılması, bu kuralı ihlal edip yakınınıza geldiklerinde hapsedilmeleri gereken vebalılar gibi, hastalık bulaştıran unsurlardan başka bir şey değildir. Ölülere bile -bu gerçekten barbarca- artık bir cenaze töreni yapılmıyor ve naaşlarına ne olduğu belli değil. Dostlarımız, komşularımız artık yok. Ve Batı’da hüküm süren iki dinin, Hristiyanlığın ve kapitalizmin, İsa’nın dininin ve paranın dininin sessiz kalması gerçekten çok korkunç. Kendini bu koşullarda yaşamaya alıştıran bir ülkede insan ilişkileri ne hale gelir? Ve artık hayatta kalmaktan başka bir şeye inanmayan bir toplum, toplum mudur? Bambaşka bir belirsiz tehlikeyle karşı karşıya kalmış bütünlüklü bir toplumun, tüm etik ve politik değerlerini bu denli likide ediyor olmasını görmek gerçekten de üzücü bir manzara. Her şey bittiğinde, artık biliyorum ki, normal koşullara bir daha geri dönmeyeceğim.

Sizce bundan sonra dünya nasıl olacak?

Beni endişelendiren şey sadece şu an değil, sonra neyin geleceği. Tıpkı savaşların barışa, arkasında bir dizi alçakça teknolojiyi miras bırakması gibi, aynı şekilde devlet yönetimleri de, sağlıkta olağanüstü halin sona ermesinden sonra, gerçekleştirilmesini henüz tamamlayamadıkları deneylere devam etmeye çabalayacaklar: üniversitelerin ve okulların kapanması ve sadece online dersler verilmesi, kültürel ve politik sebeplerle bir araya gelip konuşmaya son verip sadece dijital mesajların dolaşıma sokulması, insanlar arasındaki bütün ilişkilerin -bütün karşılıklı etkileşimlerin- yerini mümkün olduğunca makinalara bırakması.

http://autonomies.org/2020/03/giorgio-agamben-normalising-the-state-of-exception-under-the-covid-19-epidemic/


8.

Noam Chomsky: Liberalizm ve Big Pharma (Dev İlaç) çare bulamıyor, kaderimizi soytarılara bırakırsak daha beter krizler görürüz

30.03.2020, https://www.a3haber.com/2020/03/30/chomsky-liberalizm-ve-big-pharma-dev-ilac-care-bulamiyor-kaderimizi-soytarilara-birakirsak-daha-beter-krizler-goruruz/

Dünyaca ünlü sol aktivist, dilbilimci, politik eleştirmen, yazar Noam Chomsky, verdiği son iki röportajda COVID-19 krizinin, kâr-odaklılığın küresel bir salgına karşı koyma konusundaki içkin zayıflığını ortaya çıkardığını söylüyor. Chomsky, “Kaderimizi sosyopat soytarıların eline bırakırsak koronavirüsten beter krizler göreceğiz” diyor. Paris merkezli İngilizce uluslararası haber sitesi Worldcrunch’dan Carl Karlsson, koronavirüs krizini Chomsky ile konuştu. Ayşen Tekşen’in çevirisiyle paylaşıyoruz…

Uzun zamandır küresel kapitalizmi eleştiren pek çok kişi için COVID-19, egemen ekonomik sistemimizin artık kamu yararına hizmet etmediğinin göz alıcı yeni bir örneğidir. Krizle ilgili görüşlerini iki röportajda paylaşan ve kendini anarşist-sendikacı olarak tanımlayan 91 yaşındaki halk aydını Noam Chomsky de bunlar arasında.

Bu kriz neoliberal sistemin ve ilaç sektörünün halini gösteriyor”
Geçen hafta Şili haber sitesi El Mostrado’a konuşan Chomsky, krizin özel olarak farmasötik sektörüne -namı diğer Dev İlaç’a- ve daha genel olarak da dünyanın pek çok yerinde yürürlükte olan neoliberal sisteme nasıl bir ışık tuttuğuna dikkat çekti.

Chomsky, “İklim değişikliği gibi salgın da bir diğer büyük piyasa başarısızlığı örneğidir. Özel ilaç şirketleri için piyasa sinyalleri çok açıktı: Kaynaklarınızı bir salgına önceden hazır olmaya harcamayın” diyor.

Yaşam boyu sosyal bir aktivist ve MIT’de ünlü bir dilbilimci olan Chomsky, ABD hükümetinin, Güney Kore’de olduğu gibi krizi durdurmak için müdahale edebileceğini ama bunun “yoğunlaşmış özel güçlerin kutsal haklarına odaklanan neoliberal ideolojiye ters düşeceğini” ileri sürdü.

Chomsky, “Hükümetin görevi, ayrıcalık ve servete karışmadan –dev kârlar sağlayan- fahiş patent hakları vermek ve sübvanse etmek” dedi.

Cumartesi günü Avrupa’da Demokrasi Hareketi 2025’in kurucularından Srecko Horvat’la görüşen Chomsky, iklim değişikliği, nükleer savaş tehditleri ve göç de dahil olmak üzere, mevcut salgının insanlığı bekleyen çok sayıda krizden sadece biri olduğunu söyledi.

Savaş karşıtı aktivist, “sıkıntı çekmeleri ve acılarının artması için bilinçli olarak hazırlandığı belli olan” yeni İran yaptırımları için ABD hükümetini çok ağır biçimde eleştirdi.

Chomsky, “Koronavirüsün korkunç sonuçları olabilir ama iyileşme de olacak. Diğerleri için bu söz konusu değil: Bitti. Onlarla mücadele etmezsek, işimiz bitti” dedi.

Chomsky, Batı’nın yaptırımları nedeniyle on yıllardır sıkıntı çeken Küba’nın koronavirüsle savaşmak üzere Avrupa devletlerine doktor yollamasıyla ilgili son haberlerdeki “ironiye” dikkat çekerek, “O kadar şaşırtıcı ki anlatacak kelime bulamıyorsunuz. Almanya Yunanistan’a yardım edemiyor: ama Küba Avrupa ülkelerine yardım edebiliyor. Tıpkı, Avrupa’nın yüzyıllardır yakıp yıktığı ülkelerden kaçan ve Akdeniz’de ölüme yollanan binlerce insanın Akdeniz’de öldüğünü gördüğünüzde olduğu gibi durumu açıklayacak sözcük bulamıyorsunuz” diye konuştu.

Bazı liderlerin konuşmaları Hitler’i andırıyor”
1928’de doğan Chomsky bazı liderlerin konuşmalarının “Nuremberg mitinglerinde kendisine tapan gürültülü kalabalıklara abuk sabuk bağırıp çağıran Hitler’i radyoda dinlediğimiz çocukluk anılarını çağrıştırdığını” söylüyor.

Kaderimizi sosyopat soytarılara bırakırsak yok oluruz”
Ünlü düşünür, tek umudun daha fazla demokratik katılım olduğunu belirterek şunları söyledi: “Kaderimizi sosyopat soytarıların eline bırakırsak işimiz biter. Kendi geleceğinin kontrolünü eline alan bilgili, ilgili, inisiyatif alan bir toplum oluşturamazsak, yok olmaya mahkumuz.”



9.


Bu, içeriden yükselen küresel bir felaket


Bruno Latour ile röportaj, The Guardian, 6 Haziran 2020, Çeviri: Ayşen Tekşen

https://www.a3haber.com/2020/06/19/fransiz-sosyolog-bruno-latour-bu-iceriden-yukselen-kuresel-bir-felaket/


Aktör Ağ Teorisi’nin (Actor Network Theory) kurucularından Fransız sosyolog ve düşünür Bruno Latour, Gaia ilkesini, hakikat-sonrası sorunlarını ve koronavirüsün düşünceleri yaymak için nasıl model oluşturduğunu anlattı. The Guardian’dan Jonathan Watts’ın sorularını yanıtlayan Bruno Latour ile yaptığı söyleşiyi Ayşen Tekşen’in çevirisiyle paylaşıyoruz.

Latour, sokağa çıkma yasağının ilk günlerinde bir yazı yazdı. Yazısında, “Koronavirüsün bize öğrettiği ilk şey aynı zamanda en şaşırtıcı olandır: Birkaç hafta içinde bir ekonomik sistemi dünyanın her yerinde askıya almanın mümkün olduğunu kanıtladık” diyordu.

O günden beri en az 12 dile çevrilen yazı, bu deneyimden ders almamız halinde dünyanın nasıl da farklı bir yer olabileceğini hayal etmek için pek çok insana ilham verdi. Ayrıca, Paris Institute of Political Studies’in (Sciences Po) onursal profesörünün çağımızın en etkili düşünürlerinden biri olarak şöhretini pekiştirdi.

Salgının toplumlarımızı yeniden biçimlendirmesi nasıl oldu?

Bazıları bunun doğanın intikamı olduğunu söylüyor. Çok aptalca. Tıp tarihini incelemiş olan herkes, bir virüsün bir toplumun tümüyle farklı hissetmesini sağlayabildiğini bilir. Büyük bir öğrenme eğrisi üzerindeyiz. Bu devasa bir deney. Savaş ya da deprem gibi dışarıdan değil ama içeriden gelen küresel bir felaket. Virüsler tamamen içimizde. Onları tümüyle dışarı atamayız. Onlarla birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz.

Salgının başlangıcında herkesten kendisine şu soruyu sormasını istediniz: Karantina döneminden neyi korumak ve neyi değiştirmek istersiniz. Artık bu sorular dünyanın her yerinde soruluyor. Bu ilgi sizi şaşırttı mı?

Tinsel biri olmasanız bile, karantina herkesi bir tür içe çekilmeye, bir tefekkür anına zorladı. Bu oldukça alışılmadık bir şeydi. Sözünü ettiğiniz sorular sağaltıcıydı. Çaresizce eve hapsolmuş insanlara daha iyi bir geleceği nasıl kuracaklarını düşünme fırsatı verdi.

Bir düşünce de hastalık gibi yayılabilir mi?

Covid bize bir bulaşma modeli verdi. Yalnızca bir ağızdan diğerine geçerek bir şeyin, ne büyük bir hızla küresel hale gelebildiğini gösterdi. Bu, ağ kuramının inanılmaz bir sunumudur. 40 yıldır sosyologları buna ikna etmeye çalışıyordum. Bu kadar haklı olduğum için üzgünüm. Bu durum, kişisel ve kolektif olanı iki ayrı seviye olarak düşünmememiz gerektiğini gösteriyor. Büyük iklim sorunları bireylerin kendilerini küçük ve güçsüz hissetmelerine neden olabilir. Ama virüs bize bir ders verir. Bir ağızdan diğerine yayarsan, hızla dünyayı kaplayabilirsin. Bu bilgi bizi yeniden güçlü kılabilir.

Çok sayıda ülke artık karantinayı gevşetiyor. Bu tefekkür anından ne çıkmasını bekleyebiliriz?

Salgın neyin gerekli ve neyin mümkün olduğu tartışmasını yeniden başlattı. Bizi neyin yararlı ve neyin yararsız olduğuna karar vereceğimiz bir konuma yerleştirdi. Bu seçenek daha önce yoktu. Her şey bir tsunami gibi acımasız göründü. Şimdi anlıyoruz ki bu doğru değil. Olayların iki yüzü olduğunu görebiliyoruz. Hangi işlerin gerekli hangilerinin çöp olduğunu görebiliyoruz. Bu ne kadar sürer bilmiyorum. Üç ay içinde her şeyi unutmuş da olabiliriz. Bu, ekonomik krizin ne kadar sertleşeceğine bağlı. Öğrencilerimden duyduklarıma bakarak, ekonomik sorunun büyüklüğü beni ürkütüyor.

Sizin sorunuzu size soracak olursam: Neyi değiştirirdiniz?

Şu anda ihtiyacımız olan şey yalnızca üretim sistemini düzenlemek değil, ondan tümüyle kurtulmak. Bu her şeyi ekonomi temelinde şekillendirme düşüncesinin insanlık tarihinde bir ilk olduğunu unutmamalıyız. Salgın bize gösterdi ki ekonomi, yaşamı düzenlemenin ve kimin önemli kimin önemsiz olduğuna karar vermenin çok dar ve kısıtlı bir yoludur. Bir şeyi değiştirebilme şansım olsaydı, üretim sisteminden kurtulmak ve onun yerine bir siyasal ekoloji kurmak isterdim.

Salgına verilen tepki, insanın iklim ve doğa kriziyle başa çıkma becerisi konusundaki iyimserliğinizi azalttı mı arttırdı mı?

Kötü adamlar ne istediklerini bilme konusunda daha net ve daha örgütlüler. Kalkıştığımız savaş zor bir mücadele. Sorun bizim güçsüz olmamız değil; pek çoğumuzun ne tepki vereceğini bilmemesi.

Almanya, Karlsruhe ZKM Merkezinde gerçekleştirdiğiniz son sanat çalışmasında insan varlığının kapsamını, yaşamı destekleyebilecek dar bir yeryüzü kuşağı, bir “kritik bölge” olarak tanımladınız. Bu yaklaşımın amacı ne?

Bu, manzaramızın yeniden tanımlanmasıdır. “Kritik bölge” fikri yararlıdır çünkü sizi doğadan çıkarır. Doğa çok büyük. Büyük patlamadan mikroplara kadar her şeyi kapsıyor. Kavramsal olarak, bu onu tam bir karmaşa haline getiriyor. Oysa, kritik bölgenin sınırları var. Dünya yüzeyinin altında ve üstünde yalnızca birkaç kilometre kalınlığa sahip. Ama keşfedilmiş olan yaşamın tamamı bu kuşağın içinde. Bu, doğanın yapmadığı biçimde, bizi içeri taşır. Elon Musk gibi insanların bir görevle Mars’a gitmeleri gerektiğini düşünmelerini sağlayan akıl yürütme biçiminden çok farklıdır. O bir kaçma eğilimidir. Ama kritik bölge anlamında düşündüğünüzde, içeride kilitlisinizdir, bir yere kaçamazsınız. Galileo’nun açtığı sonsuz kozmolojide değil de içeride kilitliysek bunun siyaset için anlamı nedir? Bu, eskiden olduğu gibi davranamayacağımız anlamına gelir. Durmadan kaynakları alıp çöpümüzü atamayacağımız anlamına gelir. Kritik bölgede elimizde olanı korumak zorundayızdır çünkü o sınırlıdır, yereldir, risk altındadır ve çatışma nesnesidir.

Söyledikleriniz, kendisi için yaşanabilir koşulları koruma amacıyla “Yaşamın” nasıl davrandığını açıklayan, James Lovelock’ın Gaia hipotezine politik bir yan katmak gibi görünüyor. Uzun zamandır bu kuramı destekliyordunuz…

Lovelock bizi kilitledi! Galileo, dünyanın sonsuz evrenin bir parçasını oluşturduğunu göstermek için bir teleskop kullanırken Lovelock, üzerinde yaşam olduğu için, dünyanın tüm diğer gezegenlerden farklı olduğunu göstermek amacıyla elektron tutma detektörünü kullandı. O ve [Lynn] Margulis, Gaia’yı saptadılar. Lovelock, soruyu mümkün olduğunca küresel alarak, uzaydan; Margulis, soruyu diğer ucundan alarak, bakteriden yola çıktı ve her ikisi de Yaşamın(büyük L) kendi varoluş koşullarını oluşturmayı başardığını anladılar. Anaakım bilim tarafından hala fazla kabul görmese de bana göre bu dönemin en büyük keşfidir.

Neden bilim insanlarının hala ihtiyatlı davrandığını düşünüyorsunuz?

Böylesine önemli bir kavramın bilim tarihinde hala marjinal olması olağandışıdır. Kabul edilmesi için elimden gelen her şeyi yaptım. Ama bilim insanları refleks olarak ihtiyatlılar. Aristo’dan Galileo’ya kozmolojik geçişle Galileo’dan Gaia’ya geçiş aynıdır. Galileo’yla birlikte anlayışımız dışarıdaki sonsuz bir evrene uzandı. Bunu kavramak bir buçuk yüzyıl aldı ve dirençle karşılaştı. Gaia sadece kavramlardan biri değildir. Yalnızca fizik ve enerjiyle ilgili de değildir. Gaia Yaşamdır.

Çalışmalarınız sıklıkla bilimin nesnel olduğu, Tanrı gözüyle baktığı görüşüne karşı çıkar. İkna edici bir biçimde, insanlığın bu kadar kopuk olamayacağını savunuyorsunuz. Ama sağ siyaset, iklim ve doğa krizleri üzerine tüm uzman görüşlerini çürütmek için bu yaklaşımı çarpıttı. Pişman mısınız?

Bilimin nasıl üretildiğine dair eleştiri, aralarından seçim yapabileceğiniz alternatif gerçekler olduğu şeklindeki hakikat-sonrası savdan çok farklıdır. Hakikat-sonrası, bir savunma halidir. İklim değişikliği, ekonomik değişiklik, koronavirüs değişikliği karşısında kendiniz savunmanız gerekirse elinize geçen ilk seçeneğe tutunursunuz. Bu seçenekler Sibirya’daki binlerce sahte haber çiftliğinden üretilmişse onlara direnmek zordur –özellikle de belli belirsiz şekilde ampirik göründüklerinde. Onlardan usandıysanız ve yeterince çelişkililerse, eski inançlarınıza yapışmanıza izin verirler. Ama bunu ussal kuşkuculukla karıştırmamak gerekir.

Covid-19 krizi bilime inancınızı etkiledi mi?

Virüs, neyin olgusal olup olmadığına karar vermek için bilmemiz gereken şeylerin sayısını ortaya koydu. Sıradan insanlar istatistiğin zorluğu, deney, epidemiyoloji hakkında pek çok şey öğreniyorlar. Günlük hayatta güvenilirlik derecelerinden ve hata paylarından söz ediliyor. Bunların iyi şeyler olduğunu düşünüyorum. İnsanların bilime vakıf olmasını istiyorsanız onun nasıl üretildiğini göstermeniz gerekir.


10.



Alev Alev Yanarken 

Giorgio Agamben 

"Ev alev alev yanarken yaptığım hiçbir şeyin anlamı yok.” Gene de, ev yanmaktayken bile, önceden olduğu gibi devam etmek gerek; hatta belki, kimse fark etmese de, her şeyi öncesinden daha bir özenle ve dikkatle yapmak gerek. Belki hayat yeryüzünden silinecek, belki iyisiyle kötüsüyle yapılanlardan herhangi bir anı kalmayacak. Ama sen önceden olduğu gibi devam edeceksin, değişmek için çok geç, artık daha fazla zaman yok.

Çevrende olup bitenler artık seni ilgilendirmez.” Ebediyen arkada bırakmak zorunda olduğun bir memleketin coğrafyası gibi. Gene de bu seni nasıl etkiliyor? Tam da artık seni ilgilendirmediğinden, her şey bitmiş gibi göründüğünden, her şey ve her yer en hakiki kisvesinde görünür, bir şekilde hepsi seni daha derinden etkiler: tam da oldukları gibi – ihtişam ve sefillik.

Felsefe – ölü bir dil. “Şairlerin dili her zaman ölü bir dildir… teslim etmesi tuhaf ama, düşünceye daha fazla hayat vermek için kullanılan ölü bir dil.” Belki ölü bir dil değil de, bir lehçe. Felsefe ile şiirin dilden daha eksik olan bir dille konuşmaları, sahip oldukları mertebenin, onlara özel hayatiyetin ölçüsü. Dünyayı bir lehçeye göre ölçüp biçmek; her şeye rağmen yeniden akan ve içinde bir virgülün bile değiştirilemeyeceği ölü bir dile göre ölçüp biçmek… Şimdi evini ateş sarsa da bu lehçeyi konuşmaya devam et.

Ateş hangi evi sarmış? Yaşadığın ülkeyi mi, Avrupa’yı mı, yoksa bütün dünyayı mı? Belki de evler ve şehirler, çoktan –kim bilir ne kadar önce– koca bir yangında yanıp yıkılmıştı da biz görmemiş gibi yapmıştık. Çoğundan geriye duvar parçaları, bir fresk, bir çatı parçası ve adlar kalmış: alevlerin yalayıp yuttuğu onca ad. Gene de biz, sağlam görünsün diye, badanayla ve sahte kelimelerle hepsini özenle örtüyoruz. Sanki hâlâ ayaktaymışlar gibi baştan başa yakılıp kül olmuş evlerde ve şehirlerde yaşıyoruz; insanlar hâlâ, artık mazide kalan bildik muhitlerinde yaşıyormuşçasına, güya bu evlerde oturuyor ve harabeler arasında maskeleriyle dolanıyorlar.

Şimdi alevler şeklini ve doğasını değiştirdi, dijital oldu; görünmez ve soğuk… Ama tam da bu nedenle artık daha da yakın ve her an bizi kuşatıyor.

Bir uygarlığın –bir barbarlığın– bir daha doğmamak üzere çökebilmesinde yeni bir taraf yok. Tarihçiler, duraklama ve çöküş dönemlerini kaydetmeye alışkınlar. Fakat, bir dünyanın harabeye dönüşüne; bir cumhuriyetin, sağduyusu da onuru da olmadan, yalnızca sefillik ve korku içinde çökmekte oluşuna, gözlerimiz bağlı, yüzümüz örtülmüş halde nasıl tanıklık edebiliriz? Körlük daha da vahim, zira bizzat enkaza dönenler kendi enkazlarını yönettikleri iddiasında: Her şeyin teknik olarak kontrol edilebileceğine; ne yeni bir tanrıya ne de yeni bir gökyüzüne ihtiyaç olduğuna yemin ediyorlar – tek gereken yasaklar, doktorlar ve uzmanlar. Panik ve hainlik.

Uğruna adanmış dualar ve adaklar olmayan bir Tanrı, ne olurdu? Hiçbir hükmü olmayan bir yasa, ne olurdu? Ne bir hükmü ne anlamı olan; ama başlangıçta, hatta daha da önce korunan bir söz nedir?

Sonuna geldiğini, artık hayatının bittiğini hisseden bir kültür, çürüyüşünü, bildiği yegâne yoldan yönetir: sürekli olağanüstü hal sayesinde. Jünger’in zamanımızın en temel özelliği olarak gördüğü topyekûn seferberlik bu perspektiften anlaşılmalı. İnsanlar seferber edilmeli; kendilerini her an, olağanüstü hal ilan etme iktidarı olanların en ince ayrıntısına kadar düzenlediği bir olağanüstü hal içinde hissetmeli. Ne var ki, geçmişte seferberlik insanları biraraya getirirken, şimdi onları tecrit etmeyi, birbirinden uzaklaştırmayı amaçlıyor.

Peki ne zamandır yanıyor ev? Ne kadar oldu yanıp yıkılalı? Kuşkusuz bir asır önce, 1914-1918 arasında, Avrupa’da bir zamanlar sağlam ve canlı görünen her şeyin üzerine alevler saçan çılgınca bir şey oldu. Ardından, 30 yıl sonra alevler gene her yere saçıldı; ondan beridir de alttan alta, korların dibine gizlenmiş, aralıksız yanmayı sürdürüyor. Ama belki de yangınlar çok daha önce başladı: İnsanlığın kurtuluşa ve ilerlemeye karşı kör inancı, alevlerin ve makinelerin gücüyle birleştiğinde. Bütün bunlar çok iyi biliniyor, onun için tekrarlamaya gerek yok. Onun yerine, kendimize her şey yandığında yaşamayı ve düşünmeyi nasıl sürdüreceğimizi sormamız lazım; yangının ortasında veya kıyısında, her nasılsa hâlâ sağlam kalanın ne olduğunu sormamız lazım. Alevlerin arasında nasıl nefes alabildik; neleri kaybettik, hangi enkazlara –hangi iddialara– tutunduk? Şimdi artık alevler yok, yalnız sayılar, şekiller ve yalanlar var. Kuşkusuz daha yalnız ve güçsüzüz. Ama tam da şimdi karşımızda hiçbir taviz olasılığı yok, zihnimiz hiç olmadığı kadar berrak.

Esas mimari sorunun, ancak yanıp kül olmuş bir evde görünür hale geldiği doğruysa eğer, o zaman ancak şimdi Batı’nın tarihinde neyin tehlikede olduğunu, neyi kavramak için bu kadar çaba gösterdiğini ve neden yenilmeye mahkûm olduğunu görebiliriz.

Sanki iktidar, her ne pahasına olursa olsun, kendi yarattığı çıplak hayatı zaptetme peşindeydi; ama onu kontrol etmek ve kendine mal etmek için her türlü araçla –artık sadece polis kuvvetiyle değil, teknolojinin ve tıbbın da araçlarıyla– ne kadar çabalarsa çabalasın, o hayat hep elinden kaçıyor, çünkü tanımı gereği ele gelir değil. Çıplak hayatı yönetmek: zamanımızın çılgınlığı bu. Saf biyolojik varlıklarına indirgenmiş insanlar, artık insan değildir; o zaman, insanların ve şeylerin yönetimi örtüşür.

Hiçbir zaman içinde yaşayamayacağım, ama gerçek yuvam olan öteki ev; yaşadığımı sanırken yaşamadığım öteki hayat; tek tek hecelerini telaffuz ederken asla konuşmayı beceremediğim öteki dil – hepsi de o kadar benim ki hiçbir zaman benim olamaz.

Dil ile düşünce bölündüğünde, konuştuğumuzu unutarak konuşabildiğimize inanırız. Şiir ve felsefe konuştuğunda, konuştuklarını unutmazlar, dili hatırlarlar. Eğer dili hatırlarsak, eğer konuşabileceğimizi unutmazsak, o zaman daha özgür oluruz, artık şeylere ve kaidelere bağlı değilizdir. Dil bir araç değildir, bizim yüzümüz, içinde bulunduğumuz açıklıktır.

Yüz, insanın en insani yanıdır. İnsanların, salt ağızları veya burunları değil, yüzleri vardır; çünkü açıkta [nell’aperto] yaşarlar; çünkü kendilerini yüzleri aracılığıyla gösterir ve iletişim kurarlar. Yüzün politikanın sahası olması bundandır. Politik olmayan zamanımız kendi yüzünü görmek istemiyor, maskeliyor ve örtüyor, mesafe koyuyor. Artık yüzler olmamalı, sadece sayılar ve şekiller olmalı. Tiranın bile yüzü yok.

Canlı hissetmek: kendi duyarlılığından etkilenmek; uydurmadan ve kaçınmadan kendi hareketlerine bağlı olmak. Bir kafeste kilitli bile olsam, hayatta olduğumu hissetmek benim için hayatı olanaklı kılar. Ve hiçbir şey bu olanak kadar gerçek değil.

Önümüzdeki yıllarda sadece keşişler ve suçlular olacak. Gene de öyle kolayca bir kenara çekilmek, dört bir yanımızda çöken dünyanın enkazından kaçabileceğimizi sanmak mümkün değil. Çünkü çöküş bizi de hedef alıyor ve etkiliyor, çünkü biz de enkaz halindeyiz. Ve bu enkazı, fark edilmeden, dikkatle, doğru biçimde kullanmayı öğrenmeliyiz.

Yaşlanmak: “artık dallarda değil, sadece köklerde büyümek”. Bundan sonra yaprak ve çiçek açmak değil, yalnızca kök salmak. Veya, yaşanmışlıkları üzerinde sarhoş sarhoş dolaşan bir kelebek gibi uçmak. Hâlâ geçmişte dallar ve çiçekler mevcut. Ve hâlâ onlardan bal yapabilirsiniz.

Yüz Tanrı’ya ait, ama kemikler tanrıtanımaz. Dışarda her şey bizi Tanrı’ya doğru itiyor; içerde, iskeletin inatçı, alaycı tanrıtanımazlığı.

Beden ile ruhun ayrılmaz bağı – tinsel olan budur. Tin, ruhla beden arasındaki üçüncü bir şey değil; sadece onlar arasındaki kaçınılmaz, harikulade çakışma. Biyolojik hayat bir soyutlamadır, ve yönetip sağaltma iddiasında olduğumuz tam da bu soyutlamadır.

Tek başına kurtuluş yok: Kurtuluş mümkündür, çünkü başkaları da vardır. Ahlaki bir sebepten, başkalarının esenliğini düşünerek hareket etme gereğinden değil bu. Sadece yalnız olmadığım için kurtuluş vardır: Kendimi ancak başkaları içinde bir öteki olarak kurtarabilirim. Yalnız olduğumda kurtuluşa ihtiyacım yoktur, yalnızlığa has hakikat budur: tanım itibariyle kurtarılabilir değilimdir. Kurtuluş, yalnız olmadığım için, çoğulluk ve çokluk olduğu için mümkündür. Vücut bulmuş Tanrı, eşsiz olmaktan çıktı; diğerleri gibi bir insan oldu. Bu nedenle Hıristiyanlık kendini tarihe bağlamak ve sonuna dek kaderini izlemek zorunda kaldı; ve şimdi olduğu gibi tarih sönümlenip çürüdüğünde, Hıristiyanlık da son günlerine yaklaşmaktadır. Çözümsüz olan çelişkisi şu: tarih boyunca, tarihin ötesinde bir kurtuluş aradı, ama şimdi bu sona erdiğinde ayağının altındaki zemin kayıyor. Aslında Kilise kurtuluşu değil, kurtuluş tarihini destekliyordu ve ‘kurtuluşu’ [salvezza] tarihte aradığı için bu arayışı ancak ‘sağlık’la [salute] neticelenebilirdi. Ve zamanı geldiğinde Kilise, kurtuluşu sağlığa feda etmekte tereddüt göstermedi.

Şimdi kurtuluşu tarihsel bağlamından sökmek, bizzat tarihten bir çıkış kapısı sağlayacak tarihsel-olmayan bir çoğulluk keşfetmek gerek.

Başka topraklara girmeden, bir yeri veya durumu geride bırakmak gerek; yenilerini benimsemeden bir kimliği ve adı geride bırakmak gerek.

Şimdiye doğru sadece gerileyebiliriz, oysa geçmişte ileri doğru gidebiliriz. Geçmiş dediğimiz, şimdiye doğru uzun gerileyişimizden ibarettir. İktidarın ilk işi, bizi geçmişimizden ayırmaktır.

Bizi yükten kurtaran, nefestir. Nefeste, ağırlığımız yoktur; sanki yerçekimine kapılmadan uçuyormuş gibi ilerleriz.

Ne cezalandıran ne de ödüllendiren, ne affeden ne de itham eden bir yargı yoluyla, her şeyi yeni baştan yargılamayı öğrenmeliyiz. Varoluşu, haksız ve yanlış olmaya mahkûm amaçlardan arındıran, amaçsız bir edim olarak. Sadece bir kesinti; zaman ile sonsuzluk arasında dengede duran bir an – amaçsız ve plansız bir hayatın imgesinin, adı ve anısı olmadan parladığı –tam da bu nedenle sonsuzlukta değil “bir tür sonsuzlukta” kurtuluşa götürdüğü– bir an… Önceden inşa edilmiş kriterlere bağlı olmayan, ama tam da bu nedenle, hayatı yeniden doğallığına kavuşturduğu için, politik olan bir yargı.

Hissetmek ve his beslemek; duyumsamak ve etkilenmek, eşzamanlıdır. Her duyumsamada hislerin hissi vardır, kendimizle ilgili her histe başkasının hissi vardır – bir arkadaşlık ve bir yüz.

Gerçeklik, ardında neyin mümkün olup olmadığını, neyi yapıp yapamayacağımızı algıladığımız peçedir.

Çocukluk arzularımızın hangilerinin gerçekleştiğini bilmek kolay değil. Asıl önemlisi, gerçekleşen arzularımızın gerçekleşmeyenlere yaklaşan kısmının, bizi yaşamı sürdürmeye ikna etmek için yeterli olup olmadığı meçhul. Arzularımızdan gerçekleşmeyenleri ölçüsüzce şiştiğinde, ölüm korkusu doğar.

Sığırların ve atların dört toynakları vardır: buna Cennet derim. Atlara yular takmak, sığırların burunlarını delmek: buna insan derim. Bu nedenle diyorum ki: İnsanın içinizdeki Cennet’i mahvetmemesine dikkat edin; bir amaç uğruna yapılanın, göksel varlığı mahvetmemesine dikkat edin.”

Yanan evde, dil kalır. Dil değil de, onu gözeten ve hatırlayan ezeli, cılız ve tarih-öncesi kuvvetler: felsefe ve şiir. Nedir gözettikleri, nedir dilden hatırladıkları? Şu veya bu anlamlı önerme, şu veya bu inanç ya da inançsızlık beyanı değil. Bizzat dilin var olduğu gerçeği; bir ad olmadan adın içerisinde açıkta olduğumuz, ve bu açıklıkta, bir yüz hareketinde, bir yüzde, bilinmez ve korunmasızca meydanda olduğumuz gerçeği.

Şiir, kelime, daha konuşmayı bilmediğimiz zamanlardan bize kalan tek şey; dil içinde karanlık bir şarkı; tam anlayamadığımız, ama kulak vermekten kendimizi alamadığımız bir lehçe, bir ağız – ev yanıyor bile olsa, dilleri kavrulmuş bile olsa, insanlar anlamsız konuşmayı sürdürüyor.

Bir şiir dili olduğu gibi, bir felsefe dili de var mıdır peki? Şiir gibi felsefe de tamamıyla dil içinde barınır ve ancak buradaki varoluş tarzıyla kendini şiirden ayırır. Durmadan yeniden ayrışmak üzere bir noktada kesişen, dil alanındaki iki gerilim. Açıkça, dürüstlükle konuşan herkes, bu gerilime çekilir ve orayı mesken tutar.

Evin yanmakta olduğunu fark edenler, bunu fark edemeyenleri küçümseme, aşağılama duygusuna kapılabilir. Ama bu görmeyen ve düşünmeyen insanlar, mahşer gününde görmeniz ve hesabını vermeniz gereken lemurlar değil midir? Evin yanmakta olduğunu fark etmemiz bizi başkalarından üstün kılmaz; aksine, alevler iyice yaklaşırken son kez birlikte bakacağınız insanlardır onlar. Neredeyse masum sayılacak kadar habersiz bu insanlara vicdanınızın sesini duyurmak için ne söyleyebilirsiniz ki?

Yanmakta olan evde daha önce ne yapıyorsanız onu yapmaya devam edersiniz, ama alevlerin size apaçık gösterdiği şeyi de görmeden edemezsiniz. Bir şeyler değişmiştir – yaptığınız şeyde değil, onu açığa vurma biçiminizde. Yanan evde yazılan şiir daha haklı ve hakikidir çünkü onu kimse duymayacaktır, çünkü alevlerden kaçabileceğinin hiçbir güvencesi yoktur. Ancak bir ihtimal bir okuyucu bulsa bile, o da o umarsız, anlaşılmaz, boğuk gürültüden kendisine seslenen şeyden kaçamayacaktır.

Hakikati ancak duyulma ihtimali olmayanlar; alevlerin durmaksızın yuttuğu evin içinden konuşanlar dile getirebilir.

Günümüzde insan kaybolmaktadır – tıpkı kuma çizilen, dalgaların sildiği bir yüz gibi. Ama onun yerini almakta olanın bir dünyası yoktur artık; iktidarın ve bilimin hesaplarının insafına terk edilmiş, tarihi olmayan, çıplak ve sesi boğulmuş hayattan ibarettir. Ama belki de bu enkazdan başlayarak, ansızın veya ağır ağır, başka bir şey ortaya çıkabilir. Kesinlikle bir tanrı değil, başka bir insan da değil – belki yeni bir hayvan, başka türlü yaşayan bir ruh…

5 Ekim 2020


https://www.e-skop.com/skopbulten/ev-alev-alev-yanarken/5924

4/11/2020/ skopbülten / Giorgio Agamben, Çeviri: Ali Artun

Agamben’in 5 Ekim 2020’de quodlibet bloğunda yayınlanan “Quando la casa brucia” adlı yazısının İngilizcesinden (çev. Richard Braude) çevrildi.




11.



Bilim Kurulu üyesi: Yasakların hiçbir bilimsel tarafı yok


18.05.2021

https://artigercek.com/haberler/bilim-kurulu-uyesi-yasaklarin-hicbir-bilimsel-tarafi-yok

Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Pınar Oktay, kurul üyelerinin karar almada herhangi bir yetkilerinin olmadığını söyledi.


Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Pınar Oktay, Kurul’un işleyişine dair dikkat çekici sözler sarf etti. Yeni açılma sürecine dair 1 Haziran sonrasını bilmediklerini Prof. Dr. Oktay, kararların AKP tarafından alındığına dikkat çekerek, “Alkol yasağı, kadınların hijyenik ped alamaması gibi birçok yasakla karşı karşıya kaldı Türkiye. Bunların hiçbir bilimsel tarafı yok” dedi.


Bilim Kurulu belli sınırlılık içinde çalışıyor. Biz, bizden istenmeyen konularda da çalışma yaptık ama sonuçta yürütme erki bakanlık. Oradan da bu şekilde kararlar çıkıyor ve bunların herhangi bir yerde gerekçeleri yok. Biz bunu 17 günlük kapanmada da konuştuk. Alkol yasağı, kadınların hijyenik ped alamaması gibi birçok yasakla karşı karşıya kaldı Türkiye. Bunların hiçbir bilimsel tarafı yok.




.
.
.