.
.
.
.
.
.
Siyasal Alanın Oluşumu
Üzerine Bir Deneme
Ulus
Baker
Paragraf Yayınevi,
Ankara 2005
9
Savaş,
şiddet, terör ve soykırım bir tarafta, "uluslararası barış"ın güçsüz,
paramparça ve kırık dökük kurumları öte tarafta. Belki siyasi faaliyet alanının
bu iki ucu arasında "ehven-i şer"i kabullenmek zorunlu buyruğunun
baskısı altında görebiliriz günümüzü.
10
Aydınlanma
retoriğinin "olgusal" olarak iflas ettiği yeni bir durumdan da söz
etmek gerekir.
13
Kamuoyu,
"görüşler" ve "kanılar" tarafından yönlendirilen bir topluma
ilişkindir yalnızca. Siyasal militanlığa olduğu gibi, Fransız Devrimi'nin o
radikal "vatandaşlık" ülkülerine de sonsuzca yabancıdır. Belirişleri
çoğu zaman “sessiz” (kamuoyu araştırmaları sanki toplumun “sesini”
araştırmakta, bölük pörçük “söz” parçalarına dönüştürerek ortaya salmaktadır),
ama asla “derin” değildir. Çarpıcı olan, “kamuoyu” toplumunun varsayımlarının
bizzat modern demokrasinin “özü” dediğimiz tarihsel düzeni oluşturmasıdır.
Kamuoyu araştırmalarıyla “seçimler” arasındaki dişe dokunur herhangi bir fark
bulunmaması, hatta bazı durumlarda bu araştırmaların “sessiz yığınları” her an
sanki bir “referandum”a çağırması, demokrasiyle kamuoyunun işleyişinin belli
bir özdeşliğini ortaya koyar.
Böylece
kamuoyu toplumu “görüş”lerin ifadesiyle “eylem” arasındaki birincinin lehinde
yapılmış bir seçimdir. Siyasal ya da toplumsal “eylem”, bir görüşün ifadesi
olarak belirdiğinde kamuoyu nezdinde yer bulurken, salt “eylem” olarak, olsa
olsa rahatsızlık vericidir.
16.
Durkheim,
“toplumsal olgu”yu tanımlarken toplumbilimi psikolojiden nesnesi bakımından
ayırtetmeyi amaçladığından, yöntembilimsel bir girişimde bulunuyordu. Buna göre
“toplumsal olgu”, bireyin karşısında bulduğu nesnel dünyadır; nerede bireyin
üzerinde “cezp edici”, “baskı oluşturucu”, “zorlayıcı” olgu varsa, ona
“toplumsal olgu” adını vermek gerekir. Böylece Durkheim'ın
"yöntembilimsel" bir ayrımı -Tarde'ın deyişiyle "haksız
olarak"- ontolojik bir ayrıma vardırdığını görürüz: Önce toplumbilimle
psikolojinin "nesne"leri yöntembilimsel olarak ayırt edilir; ardından
her türlü "bireysel" ve "kişisel" eylem psikolojinin
alanına bırakılarak, bireysel ile kolektifin iç içe geçebildiği ara alanlar yok
edilir. ... bu tasarımda yok edilen, özellikle "siyasal" adını verebileceğimiz
eylem türüdür. Toplumbilim disiplinleri, Durkheim'ın etkisiyle, ancak
"toplumsal bir hareket"e bağlanan eylemleri meşru araştırma nesnesi
olarak görmekte, aktörleri tek başlarına hareket eden "isyan",
"protesto" ve "şikayet" eylemlerini göz ardı etmekte ya da
başka alanlara (sosyal psikoloji ve psikiyatri) devretmektedir.
17.
Görüş
ve kanı toplumları varsayılmadığında her protesto bir "terör"
kılığında çıkar karşımıza.
18.
...
şiddet, terörün yalnızca ikincil bir dışlaşması, kaçınamadığı sonucu olabilir,
ama hiçbir zaman olmazsa olmaz koşulu ya da ilkesi değildir.
Oluşan,
Habermas'ın kullandığı anlamda bir "kamu alanı" değil, siyasal alanın
olanaklarından biridir. Kamu alanıyla özdeşleştirilemez ya da ona indirgenemez
bir "siyasal alan"ın varlığı, iletişim ya da özneler arasılığın,
görüşler ve kanılar dünyasındaki hesaplaşmaların değil; yaşam parçalarının,
deneyimlerinin, isteklerin ve sloganların oynaştığı bir yüzeyin varlığını
işaretler. … Toplum, varoluşunun tek ifadesi “şikayet” olabilecek bir tarzla
oldukça “modern” dönemlerde karşılaşmıştır.
20.
Terörist
tipinin psikolojisi üzerine çok şey yazılıp söylendi. Sayısız araştırmalar
yapılarak, teröristin "bir ideolojiye sahip olmayan", aksine her
türlü ideolojik tasarımdan uzak bir yerde, gençliğin "yetişme
şartları", "modern dünyanın getirdiği umutsuzluklar" vb.
türünden alışılageldik durumların bir sonucu olarak "kayma"sı
biçiminde kabul edilmek istendi. Sanki hiçbir toplumsal/ideolojik konuma sahip
olmayan, içinde herhangi bir düşüncenin, bir kurgunun, bir amaç-araç seferberliğinin
yer almadığı bir yaşantıydı terör. İyileştirme ve yola getirme araçları iyi
işleseydi, sanki teröre hiç meydan verilmezdi. Hükümetler, özellikle gelişmiş
"demokratik" ülkelerde, bu hesabın yanlışlığının farkına yavaş yavaş
-belki de çok geç- varıyorlar. Terörist örgütlerin küçümsenmesi, yalnızca belli
bir meşrulaştırıcı ve yasaklayıcı erkin kayıtsızlığının, ne yapacağını bilmeyen
bir otoritenin tıkanıp kaldığı bir anın itirafıdır yalnızca.
21
Terör,
yalnızca kendini ifade etmek isteyenlerin buna uygun siyasal bir alan, bir
ortam bulamamaktan doğan bir sapması değildir; varolan siyasal alanın ta
kendisine yöneltilen bir protestodur. Amaç her zaman gizli, saklı ve fark
edilmez olmaktadır. Vuracağı yer ve zaman belli değildir. Modern dünyanın
“açıklık” ve “saydamlık” etiğinin (bu etik Glasnost’tan bu yana salt kendi
içinde bir değermiş gibi benimsenmektedir) ta kendisine doğrudan bir
saldırıdır. Modern siyaset alanı, her şeyin yüzeyde yer almasını ister;
herhangi bir derinlik, saklılık, gizlilik; gözler önüne çıkmayan, karmaşık ise
herkesin anlayabileceği düzeyde basitleştirilmeyen, vülgarize edilmeyen her şey
–her düşünce, her ahlâk, her davranış- katlanılamazdır. Siyaset alanında
kendini görünmez kılandan nefret edilir…
22
Masumiyeti
temsil eden halk, iyiliği temsil eden devlet ve kötülüğün ta kendisi olan terör
örgütü… Bu üçleme, modern siyasal alanın üç kutbunu oluşturmaktadır. Ama
devlet, iyiliği yalnızca “temsil eder”: İyilik kendine ait değildir artık;
siyasal düşünürler, modern toplumda “iyi bir düzen nasıl kurulur”un peşinde
değildirler. Halk ise (ister sivil toplum olarak anlayın, ister yönlendirilmeye
açık kamuoyu olarak) kendinden masum değildir; iktidar tarafından kendisine
hizmet edilecek, adanılacak bir amaç olarak ilan edilen varlıktır; insanların
üzerinde bu masumiyet bir etiket olarak, üzerlerinden ancak suç ve terör aracılığıyla atabilecekleri bir yüklem
olarak yapışmıştır. İşte terör bu etiketi, “masum” etiketini vuran faaliyet
biçimidir.
36.
Durkheim,
sosyolojinin alt dalları arasında "siyaset sosyolojisi"ni saymaz. Bu
basit bir "unutma" olayı değildir. Böyle bir disiplinin, o dönemin
siyasal konjonktürlerini kavrayacak düzeyde gelişmemiş olmasının verdiği bir
güvensizlik de söz konusu değildir. Tarde'a göre bu, Durkheim'ın düşüncesinin
bir kör noktasıdır. (37) Olguların değil "kazalardan",
"olaylardan", "akışlardan", "etkileşimlerden",
kamuoyunun dalgalanmalarından, devrimlerden ve kavgalardan oluşan bir alan, bir
Durkheim toplumbiliminin nesnesi haline zaten gelemezdi. Suçbilimci, yargıç
kâtibi, taşralı "ütopyacı" düşünür Trade, elbette toplumbiliminin
nesnesini "kazalar"ın dünyasından seçecektir. Dalgalanma ve tesadüf,
yani tarihsel akışın Hegel'den bu yana fark edilmesi pek mümkün olmayan
biçimleri, insanların "sonsuz küçüklüklere"e varan istek karmaşaları,
psikolojik "iç dünya" ile "sosyal olgular"ın "dış
dünya"sının birbirlerini itmedikleri, dışlamadıkları alacakaranlık
alanlar.
37.
[Durkheim’ın
sosyolojinin alt dalları arasında “siyaset sosyolojisi”ni saymaması…]:
Suçbilimci, yargıç kâtibi, taşralı “ütopyacı” düşünür Tarde, elbette
toplumbiliminin nesnesini “kazalar”ın dünyasından seçecektir. Dalgalanma ve
tesadüf, yani tarihsel akışın Hegel’den bu yana fark edilmesi pek mümkün
olmayan biçimleri, insanların “sonsuz küçüklükler”e varan istek karmaşaları,
psikolojik “iç dünya” ile sosyal olgular”ın “dış dünya”sının birbirlerini
itmedikleri, dışlamadıkları alacakaranlık alanlar.
Çağımızda
her şey, özellikle "siyasi eylem"in aldığı biçimler, bizi kurumların
değil hareketlerin, kimliklerin değil sapmaların, makro olguların değil mikro
olguların önem kazandığı bir düşünce çerçevesi oluşturmaya zorlamaktadır. İşte
Durkheim’ın belki de zorunlu olarak göz ardı ettiği olgu budur: Siyasetin
siyasi bir “olay” temasına bağımlı olduğu; sonsuz küçüklere kadar erişen bir
“olaysallığın” temellendirdiği bir alan üzerinde cereyan ettiği.
40
Epikuros
ve Lucretius’un atomculuğu, özellikle “clinamen”, yani “atomların savruluşu”
ilkesi uyarınca teoria’nın belki en
temel, en “Platonik” öğretisini sorgular. Kuralların, yasaların ve düzenli
ilkelerin temel olarak alındığı “hareketsiz” kuramsal mekânın ötesinde, artık
sapmaların, savrulmaların kural haline gelebildiği bir dünya da mümkündür.
41.
Kuralların,
yasaların ve düzenli ilkelerin temel olarak alındığı "hareketsiz"
kuramsal mekânın ötesinde, artık sapmaların, savrulmaların kural haline
gelebildiği bir dünya da mümkündür.
44.
İnsanın
ilerlemesiyle teknik ilerleme birbirlerine uygun hale getirilemezler. Biri için
çaba gösterirsek, diğerini feda etmek zorundayız ... Teknik yetkinleştirme
hesaplanabilir şeyleri ister; insanın yetkinleşmesiyse hesaplanamazı. (Jünger,
1960:XVI).
71.
“Her
şey dostlar arasında ortaktır…” Alexandre Kojéve
Boyun
eğiş değil, ortak duyu değil, yalnız başına mal ve mülk ortaklığı değil...
hatta modern felsefenin son olarak sarıldığı "iletişim" bile değil.
A. M. Deborin'in formülü: "Eğer ben ve sen birbirlerinin içinde erirlerse,
benim ile senin de ortadan kalkar. Hukuksal kuralları ya da kurumsal kısıtlamaları
bulunmayan bir Komünizm: Devlet kendi yararsızlığının koşullarını yarattıktan
sonra erir biter".
92
Siyaset
ve din, beşeri ve toplumsal yaşamın bu iki derin, örgütleyici gücü, modern
dünyadaki tanımlarında tüm derinliklerini kaybederek bir “araç-amaç”
diyalektiğine boyun eğmişlerdir. Bu araçsallık gittikçe daha yoğun siyasal
motiflerce etki altına alınan dinsel insana bir “güç istemi” olarak
görünmektedir.
102
Jacques
Derrida Marx’ın mirasını tartışırken bu mirasın elde edilerek korunacak ve
öylesine geleceğe aktarılacak bir şey olmadığını, bizzat bizim kendimiz
olduğunu hatırlatarak o ana kadarki politik suskunluğunu bozdu.
106
- 108
Fikirlerin kurumlaşması sürecine, demek ki modernliğin esası
diyebiliriz. Kurumlar arası mücadelelere ve çatışkılaraysa siyaset…
Kant’ın öngördüğü kurumlaşma kendi tarihine onun felsefesinden
apayrı bir şekilde sahipti: Fransız Devrimi’nin kurumları, ardından Napolyoncu
kurumlar ve bunlara ait hukuki düzenekler, mekanizmalar. Ardından yine
Napolyonik yaygınlaşma süreci. Doğu ve Güney, hatta Amerikalar içinse bu
kurumların ithali, uygulamaya konmaları… Michel Foucault büyük bir yetkinlikle
bu kurumların temel niteliklerini ve hangi fikirlerin kurumlaşmasının ürünleri
olduklarını belirleyebilmişti: disiplin toplumları demişti adlarına. Tabii ki,
Kantçı sayılabilecek bir perspektifi de işin içine katarak, kurumların aynı
zamanda birtakım teknik analojilerin realizasyonu yoluyla yalnızca çoğalmakla
ve yaygınlaşmakla kalmayıp, birbirlerini koşulladıklarını, taklit ettiklerini,
dürttüklerini, güçlendiklerini de kaydederek. Fikirler, Foucault’nun deyişiyle
söylemler nasıl kurumlarda cisimleşmişseler, bunun tersi de doğru olmalı,
kurumlar fikirleri ve söylemleri de kuşatıyor, yayıyor olmalılar. Eğer Kant’ın
“eleştiri felsefesi” sözünü ciddiye alacaksak Foucault’nun bu çıkışını da
almalıyız: kurumlar birbirlerini taklit eder, birbirlerinden ilham alır, ithal
edilirken genel bir model, Foucault’nun deyişiyle “diyagram” ortaya çıkar; bu
diyagramın söylemi ve eleştirisi eş ölçüde içinde saklıdır ve dolayısıyla ithal
edilirken eleştirisini, yani anlatılabilir deneyimler bütününü bir söylem
olarak barındırmayabilir. Bu Osmanlı modernleşmesi sırasında ve sonrasında bu
coğrafyada yaşamayı hâlâ sürdürdüğümüz temel sorunlar arasındadır: kurumlar
ithal edilmektedir ama mantıkları, yani Kantçı deyişle şemaları, yani nasıl
üretildiklerinin bilgisi ve sezgisi ithal edilmeden; kurumlar ithal
edilmektedirler ancak içkin eleştirilerinden haberdar bile değiliz. Söz ile
fiziki dünya arasındaki mesafenin bu denli açılması kurumların çok “kolaycı”
bir kabulünün yanı sıra, onlara yönelik eleştirilerin de zorlaşmasına yol
açabilir. Mesela Rusya, Batıdan ithal etmiş olduğu kurumları yeniden
üretebilmek, kendi sistemine göre meşrulaştırabilmek konusunda bütün
yeteneklerini ve enerjisini seferber edebilmişti. Yarı-doğulu ülkeler olarak
paylaşabilecekleri çok sayıda ortak noktaya rağmen Osmanlı-Türkiye tarzı bunu
ihmal etme gafletine pek erken düşmüş görünüyor. … Osmanlı ve Türkiye
“continuum”u (sürekli olan/belli bir boyutta devam eden - ekşi) -yeterince
süreklilik olduğunu varsaydığımız ölçüde- modernleşme, Batılılaşma, ve… ne
diyelim, “gecikme” üçgenini kurumları ithal ederek, ancak eleştirilerine geçit
vermeyerek kurmuş görünüyor. Kantçı fikriyatın Osmanlı-Türk dünyasındaki çok
ciddi bir eksikliği Türk modernleşme tahayyülünün güçsüzlüğüne çok ciddi bir
damga vurarak, yol ayrımına girilmiş İslâm’ın, tahakkümcü gelenekselliğin,
yarı-feodal yaşam tarzlarının çok rahat eyyamcılığına olanak sağlıyor.
Bunu ispatlamak mümkün: Tam da Türk modernleşme tahayyülü krize
girdiğinde mutlak olarak Batılılaşma kompleksi çok rahat bir cevabı Türkiye’de
Avrupa’ya tepki kılığında cereyan etmekte olan Müslüman bir pragmatizmin elinde
gerçekleşmeye başlıyor. AKP’nin gelişi de, icrası da, şu anda koşullarını henüz
bilmediğimiz muhakkak gidişi de bu düzlem üzerinde cereyan edecektir.” (Ulus
Baker, Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine, 106-108)
.
.
.
.