.
.
.
.
.
Günümüzde Felsefe Disiplinleri
Doğan Özlem (Der.) - İnkılap Kitabevi, 1997 İstanbul
İçindekiler:
Felsefe
- Alwin Diemer 11-30
Teorik Felsefe Disiplinleri
Mantık -
Robert Feys 31-56
Mantık -
Günther Patzig 57-76
Lojistik
(Sembolik Mantık) - Günther Patzig 77-96
Ontoloji
- Alwin Diemer 97-136
Metafizik
- Fritz Heinemann 137-162
Bilgi
Kuramı - Alwin Diemer 163-180
Bilgi
Kuramı - Fritz Heinemann 181-204
Bilgi
Kuramı Tarihçesi - H. Krings, H.M. Baumgartner 205-230
Doğa
Felsefesi - Gert König 231-262
Doğa
Felsefesi - Henry Margenau 263
- 298
Bilim
Kuramı - Wolfgang Stegmüller 299
- 332
Pratik Felsefe Disiplinleri
Etik
(Ahlâk Felsefesi) - Harald Delius 333
- 360
Etik
(Ahlâk Felsefesi) - Fritz Heinemann 361
- 388
Estetik
- Ivo Frenzel 389
- 400
Estetik
- Fritz Heinemann 401
- 426
Hukuk
Felsefesi - Günther Stratenwerth 427
- 440
Tarih
Felsefesi - Iring Fetscher 441
- 474
Siyaset
Felsefesi - Jürgen v. Kempski 475
- 508
Dil
Felsefesi - Waltraud Bumann 509
- 534
Alwin
Diemer - Ontoloji
Genel
97
Doğal ve günlük yaşamımızda, karşılaştığımız, önümüzde
duran şeyin "gerçek" bir şey olduğunu; onun tıpkı kendimiz gibi
"var" olduğunu söyler ve bunu apaçık, kendiliğinden anlaşılır
sayarız. Öyle ki, bu durumda "gerçek olma"nın ve genellikle
"varlık"ın ne ifade ettiği gibi bir soruyla pek ilgilenmeyiz bile. Bu
tavır, özel gerçeklik alanlarında etkinlik gösteren bilimler içinde de görülür.
Örneğin biyoloji canlılarla (organik olan), fizik cansız maddeyle (anorganik
olan) bu tavır altında ilgilenir. Yani bilimler, dayandıkları
"gerçeklik" tasarımının ne olduğunu soru konusu yapmazlar.
98
... kavramı "genel olarak varlık öğretisi"
anlamında felsefi terminolojiye yerleştiren ilk filozof, Alman Aydınlanmasının
başlatıcısı olan Christian Wolff (1679-1754) olmuştur. Wolff, bu kavramla aynı
zamanda "varlık kavramının mantığı"nı da kastediyordu. Kant ise,
böyle bir "varlık mantığı"nı, "yalnızca nesnelere uygulanmaları
gereken tüm anlık kavramlarının ve ilkelerinin bir sistemini içeren bilim"
olarak görür ve bu anlamıyla metafiziği bir "transendental felsefe"
olarak "tüm a priori
bilgilerimizin koşullarını ve ilk elemanlarını araştıran bilim" olarak
tanımlar. Böylece Kant'ta metafizik, fiziksel gerçekliğin, fenomenlerin ardındakini
araştırma alanı olmaktan çıkıp, fiziksel gerçekliğin, fenomenlerin insan anlığı
tarafından bilinebilirliğinin koşullarını araştıran bir bilim olur. Ama Kant'a
göre, anlığımızın a priori bilgi olanaklarının bize "kendinde şey" (Ding an sich)'i, "ontos on"u aynen verebileceğini
ileri süremeyiz. Biz "kendinde şey"i değil, ancak fenomenleri
bilebiliriz. İşte bu nedenle, Kant'a göre ontoloji, "ontolojik tanrı
kanıtlamaları"nda açıkça görüldüğü gibi, insan aklı ile varlık düzeni arasında
yapı ve işleyiş bakımından tam bir uygunluk (Adequatio) varsayan bir dogmatik rasyonalizmin ürünü olmuş ve
sonuçta mantıksal bir tanrı kanıtlaması girişimine dönüşmüştür.
99
Hegel, felsefesini Kantçı ön tasarımlara dayanarak inşa
etmiştir. Ama Hegel'e göre "kendinde şey" ile "fenomenler"
arasında Kant'ın koyduğu aşılmaz duvarı geçmek gerekir. Çünkü "Akılsal
olan gerçek; gerçek olan akılsaldır."
19. yüzyılda spekülatif idealizmin dağılmasından sonra
yaygınlaşan doğabilimci dişince ve doğabilimci felsefe, tüm ontolojiyi ve
metafiziği, "metafiziksel kavram şiirleştirmesi" sayarak dışlamıştır.
Yüzyılımızda ise metafiziğin ve ontolojinin yeniden dirilişine tanık oluyoruz.
Günümüz ontolojisinde iki yönlü bir gelişme saptanmaktadır: 1. objektivist
ontoloji, 2. sübjektivist ontoloji. M. Heidegger'in "temel (fundemantal)
ontoloji"si, insani kavrayışın genel kategorilerini temellendirmek isteyen
bir subjektivist ve tarihselci ontoloji olarak bir Dasein çözümlemesi
geliştirir. Husserlci ve Heideggerci yönelimler, J.P.Sartre'da "fenomenolojik
ontoloji" adı altında bir araya getirilir.
100
... varlığı varlık olarak ele almak... burada da , her
türlü felsefe yapma olanağı konusunda geçerli olduğu gibi, genel ve temel
insani konumdan yola çıkmak zorunludur. Bu demektir ki, burada da insanı ve
evreni karşı karşıya koymak gerekir. Bu durumda iki olanak düşünülebilir: 1.
Evren, bir nesne olarak insan da içinde olmak üzere, tüm varolanların
totalitesi olarak anlaşılabilir ki, böyle bir tavır, objektivist-realist bir
tavırdır. Buna göre, gerçeklik, özü gereği, süjenin her türlü deneyim ve
bilgisinden bağımsız olarak "vardır". 2. ...gerçekliğin
kavranılışında süjenin rolü hiç de önemsiz değildir. Hatta giderek, gerçekliğin
yalnız süje için "var" olduğu, yani "var olma"nın yalnızca
süjenin bir onaması (tasdiki) sayılabileceği ileri sürülebilir ve bu durumda
süjenin varlığa kendi ilkelerini dikte ettiği söylenebilir (Kant). ...
Kısacası, gerçeklik hakkında bazı içkin tanımlardan hareketle
"analitik" yoldan değil, tersine deneyimden hareketle "sentetik"
yoldan bilgi elde edebiliriz.
101
Bu objektivist ve sübjektivist tavırlar,
"kavram" konusunda da birbirlerinden ayrılırlar. Objektivist ontoloji
için kavramlar, aynı zamanda mutlak ve değişmez bir geçerliliğe sahiptir.
Subjektivist ontoloji ise, kavramları yalnızca süjenin sahip olduğu a priori
şeyler, yani tüm bilgi etkinliğinin önünde yer alan düzenleyici şeyler sayar
(Kant, Yeni Kantçılık). Hatta empirist tavırlı bir ontolojide, kavramların geçerliliğinin
yalnızca onların işe yarama, iş görme değerlerinde yattığı, sonuç olarak
onların yalnızca bilgi işinde başvurulan "yapıntılar" olduğu ileri
sürülür (Vaihinger).
Ontolojik
İlkeler (Prensipler) Öğretisi
Ontolojinin görevi, her şeyden önce varlık ilkelerini
ortaya koymaktır. Eski anlayışa göre, varolan olarak varlık, tüm öbür alanların
da mutlak temelini (fundament) oluşturduğundan ve ontoloji tüm öbür felsefe
disiplinlerinin de ana dayanağı olacağından, ontolojide ortaya konan ilkeler
aynı zamanda öbür disiplinlerin de ilkeleridir. Başka bir deyişle ontolojik
ilkeler, öbür alanların ilkelerinin formülasyonunu da olanaklı kılar. Ontolojik
ilkeler, aynı zamanda bilme ve düşünme alanı için de geçerlidir. ... Hatta bu
durum ahlâk alanı için de geçerlidir; yani "agere sequitur esse", tüm eylemler varlıktan çıkar.
102
[ilke, temel, yasa, içeriksel ilke=temel (sebep) /
yasa=belirli somut fenomenlere ilişkin içeriksel ilke]
... "ilke" kavramını [içeriksel ilke anlamında
değil] yalnızca "formel ilke" anlamında kullanmak uygun olabilir.
Çünkü ilkeler olgusal olarak verili değildirler; tersine onlar veriler
karşısında "transendent"tir ve bu bakımdan en genel "temel
ifadeler" halinde formüle edilebilirler. ...
Klasik anlayışa göre, bir "ilk ilke (Urprinzip), varlığı ve geçerliliği bir
başka şeye dayanmayan, tersine kendinde ve tüm gerçek olan şeyler için geçerli
olan şeydir" (Albertus Magnus); "İlkeler sonsuzdur, yaratılmamıştır,
geçici değildir ve değişmez" (Stoa). Onlar bir bilgi etkinliğinin konusu
değildirler; tersine, bilgi etkinliğini de olanaklı kılan şeyler olarak
vardırlar. Bu yüzden ilkeler, zaten kendilerinin temellendirdiği ve koşulladığı
bir düzen içinde, örneğin fiziksel dünyada gösterilemezler; tersine, onlar
mutlaklıkları apaçık (evident) şeyler
olarak sezgisel yoldan verilidirler. Onlar rasyonel ve zorunlu
"postulat"lardır; yani rasyonel-zorunlu ilk koşul veya "koşulsuz
koşul" olarak kavranırlar.
103
Oysa bir subjektivist ontolojide, ilkelerin ontik
(varlıksal) yönü, yani onların düşünmenin olduğu kadar varlığın da ilkeleri
olduğu kabul edilmez. İlkeler, örneğin yalnızca deneyimin
"düzenleyici" ilkeleri sayılırlar (Kant) veya empiristler için ancak
birer bilgi elde etme aracı olma değerine sahiptirler. ... "İlkeler toplu
halde görme ve kuşbakışı kavrama araçlarıdır" (Cassier).
Böylece eski objektivist "ilke" kavramının
anlamı tamamen değişmiş olur. Oysa eskiden şu kabul ediliyordu: Principia non sunt multiplicanda
(ilkeler çoğaltılmamalıdır). Bundan kastedilen şey şuydu: Evrenin bir birliği
vardır ve bu birlik içeriksel bir ilk ilkeden, örneğin tanrısal varlıktan çıkar
ki, daha Aristoteles, Homeros'un "tek bir hükmeden vardır" sözünü
benimseyerek, tüm evren için tek bir formel ilke, bir "doğa yasası",
bir "lex naturalis", bir
"nomos physikos" olduğunu
belirtir ("doğa yasası" terimine ilk kez Platon'da rastlarız).
Oysa modern sübjektivist felsefede, ilkeler, yalnızca
"düşünme ekonomisi sağlayan araçlar" sayılırlar (Mach) ve en yüksek
ilke, insan düşüncesine en fazla tasarruf sağlayan ilke kabul edilir ve
ilkelerin değeri, doğayı daha iyi kavramadaki işlevlerinde ve doğaya egemen
olmadaki yararlarında görülür.
Ontolojik ilkeler biçimsel (formel) ve içeriksel
(materyal, içerikli) ilkeler olarak ayrılır. Birincilerden varlığın en yüksek,
belirlenimleri ve yasallıkları anlaşılır... En yüksek içeriksel ilkeler ise,
ister en yüksek ister en sıradan gerçeklik söz konusu olsun, gerçekliğin
metafiziksel ilkeleri sayılırlar... Örneğin en yüksek içeriksel ilke tanrı
olarak görülebilir ki, içeriksel ontoloji bu nedenle aynı zamanda metafizik
olarak adlandırılabilir.
104
Biçimsel
(Formel) Ontoloji
1. Statik
Varlık Yasası
2.
Dinamik Varlık Yasası
Birinciler arasında en başta üç temel ilke yer alır. 1.
Özdeşlik yasası; 2. Çelişmezlik yasası; 3. Üçüncü halin olanaksızlığı yasası.
1.
Statik Varlık Yasası 1. Özdeşlik Yasası
"Her varolan kendisiyle özdeştir". Simgesel
olarak "A, A'dır" ... özdeşlik yasası, her varolanın aynı zamanda tek
ve biricik bir şey, bir teklik, bir individuum olduğunu da ifade eder biçimde
anlaşılabilir. Örneğin Leibniz, özdeşlik yasasını "ayırdedilemezliğin
özdeşliği ilkesi" olarak yorumlar ve evrende birbirine özdeş iki şeyin
olmadığını söyler. [bu yorum daha sonra insanın "kişiliği" kavramını
da gündeme getirir]. Böylece insan kendini kendine özdeş bir şey olarak tanımış
olmakla kalmaz, hatta refleksif yoldan kendini bilmesi ve bir kendinin-bilincine
(Selbstbewusstsein) ulaşması ancak bu yolla olanaklıdır.
105
[varlık kavramında ikircillik (ikirciklik?)
(aquivocation) olmaması gerekliliği...]
Varlık kavramının bu yorumunun ardında aslında
Aristoteles'in "varlık hiyerarşisi" düşüncesi yatar... [bu hiyerarşi
"Porphyrios ağacı" içinde şöyle gösterilir:
Varlık Genel
cisimsel cisimsel (boş kavram)
olmayan
cansız canlı
duyumlamaz duyumlar
akılsız akıllı
Platon Sokrates Özel
106
"Üst" burada aynı zamanda içeriksel boşluk,
"alt" içeriksel doluluk ifade eder. Varlık, ... en genel kavram olur;
ama doğal olarak tüm kavramlar içinde "en boş" kavramdır ve onun
anlam bakımından doldurulması, analojik kullanımı sayesinde olur.
1.
Statik Varlık Yasası 2. Çelişmezlik Yasası
Çelişmezlik yasası, tüm varolanlar için geçerli olan
belirlenim yasasıdır. ... "Bir şey aynı zamanda hem kendisi hem de başka
bir şey olamaz." Örneğin, insan aynı zamanda hem ölümlü hem ölümsüz
olamaz; tanrı aynı zamanda hem var hem yok olamaz, vb.
İlke aynı zamanda mantıksal olarak da şöyle formüle
edilebilir: "Bir yüklem bir özne hakkında hem söylenmiş hem söylenmemiş
olamaz". Yani, "Bir yargı aynı zamanda hem evetleyici hem değilleyici
olamaz". Aynı ilke, bilgi kuramı açısından da şöyle formüle edilebilir:
"Bir ifade hem doğru hem de yanlış olamaz".
107
İlke, bu görünümüyle, eski ontolojide gerçekliğin tözsel
kavranılışının temel formülü sayılmıştır. Oysa Yeniçağ tözcü bir gerçeklik
kavrayışı yerine fenomenal ve betimlenebilir bir gerçeklik kavrayışı
getirmiştir ve bu kavrayışa uygun olarak çelişmezlik ilkesinin anlamı da bir
mantıksal bağıntısallık ile sınırlanmıştır. Yani eskiden ilke bir varlık
ilkesi iken, şimdi bir sistemin çelişkiden arınmışlığını sağlayan
mantıksal bir ilke olarak anlaşılmıştır. Öyle ki, bir sistemde koşul
durumundaki aksiyomlardan hiçbir çelişkili sonucun çıkmaması gerekir. Bir başka
deyişle, bir sistem içinde yer alan belli bir eleman, sistemin öbür
parçalarıyla çelişkisiz bir bağıntı içinde olmalıdır. [Kant, ya-ya da yerine,
hem-hem de...]
1.
Statik Varlık Yasası 3. Üçüncü Halin Olanaksızlığı İlkesi
"Bir şey ya vardır, ya yoktur; üçüncü bir hal
olamaz".
108
Felsefe tarihi boyunca bazı düşünürler, sürekli, bu
ilkelerin gerçeklikten kopuk ve yalıtık olarak oluşturulmuş, değişmeye kapalı
ve soyut ilkeler olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Gerçeklik ise bu
düşünürlerce bir sürekli değişme alanı olarak görülmüş ve onlar bu nedenle
gerçekliğin yasallık ve belirleniminin bu ilkelerden hareketle değil, yine
gerçeklikten hareketle saptanabileceğini savunmuşlardır.
109
... Hegel'e göre , varlık ve hiçlik özdeşliği, işte tam
da aranmakta olan "oluş"tur. Çünkü oluş içinde, varolan, aynı zamanda
ve daima kendisinden başka olandır ve tersine, kendisi olan şey başka olan
(diğeri) karşısında belirlenmiştir. ... Doğaldır ki, bu durumda, önceden verili
ilkeler artık en yüksek ilkeler olarak görülmezler. Onlar olsa olsa, türetilmiş
ve süje tarafından tek yanlı olarak soyutlanmış "anlık yasalar"dır.
... gerçeklik yasası diyalektik yasadır. ... tüm varlık ve oluş, üç yüzlü bir
"yükseliş" (Aufhebung)
olarak anlaşılır. Benin kendine dönüş süreci önce karşıtların giderilmesine,
sonra olumsuz belirlemenin gerçekleşmesine ve son olarak en yüksek düzeye
yükseliş olarak...
1.
Statik Varlık Yasası (?) 4. Yeterli
Sebep İlkesi
... filozofların en eski ilkesidir ... temel nedenlerin
ve sebeplerin ne olduğu... varolan her şeyin, yani gerçek olan tüm şeylerin bir
sebebi olması gerektiği ileri sürülmüştür. "Hiçbir şey sebepsiz
değildir" (Platon). [statik:] "Hiçbir şey sebepsiz değildir".
[dinamik:] "Hiçbir şey sebepsiz meydana gelmez ve oluşmaz". [mantık:]
"Her çıkarsanmış (dedükte edilmiş) yargı doğru olmak zorundadır; yani mantıksal
bakımdan bir sebebe dayanmalıdır". [bilgi kuramsal:] "Eğer doğruluk
düşünme ile nesnenin bir uygunluğu ise; her ifade doğru olmak, yani gerçeklik
içinde sebebini bulmak zorundadır".
110
Sebep-sonuç yasası genelgeçerse de gerçek (real) bir
sebep-sonuç ilişkisi söz konusu olduğunda, yasanın sınırlı bir kullanımı vardır
ve bu durumda sebep ve sonuç kavramlarının yerine, neden ve etki
kavramlarını kullanmak gerekir. ... sebep-sonuç yasasının gerçek ilişkiler için
kullanımı, bize nedensellik ilkesini getirir. [nedensellik ilkesinin
formel ve içeriksel nitelikleri]
111
Aristoteles'e göre dört neden türü vardır ve bunlar sıkı
bir bağıntı içindedirler. Önce formel neden ve maddi neden gelir (causa formalis, causa materialis).
Burada neden, Aristoteles'e göre, sözcüğün kökensel anlamıyla ilk-şeydir (Ur-sache). Form, etki ilkesi,
"edimsellik ilkesi" (Energeia)
olarak düşünülür. Yalnız, bugün enerji (Energeia)
kavramı, Aristoteles'in kullandığı anlama karşıt anlam kazanmış ve
"olanaklı güç" karşılığı
kullanılmaktadır. Form maddeye karşıdır. Madde, saf bir gizilgüçtür (potenz, dynamis); yani şekil alma
olanağını taşır. Form, şekil verme nedenidir ki, burada tekrar iki halde
görünüşe çıkar. O ilk olarak etki-nedeni'dir (causa efficiens) ve
hareket ve değişmeyi sağlar. Daha sonra ikinci olarak, o erek nedeni (Zweckursache)
ve amaç-nedeni (Zielursache, causa finalis)'dir ve oluşa ereğini veren
ve oluşu ereğe yönlendiren nedendir. Aristoteles'in sözleriyle, "Tıpkı
sevenin sevdiğine kavuşmak istemesi gibi". Bu yüzden Aristoteles'e göre
etki-nedeni ile erek-nedeni aynıdır ve içkin form ilkesi olarak entellekhia,
zaten ereğini kendi içinde etki-nedeni olarak taşımak anlamına gelir;
dolayısıyla etki ve ereği birlikte serimler. Örneğin canlıda yaşama ilkesinin
bizzat o canlının gelişiminde içerilmiş olması gibi.
112
Buna karşılık Hume, neden ve etki arasında bir "iç
bağıntı", bir "zorunlu bağlantı" olduğu şeklindeki bilgi
olanağını yadsıdı ve bizim ancak dış dünyada zaman içinde art arda gelen
olgular arasında bir neden-etki bağı kurabileceğimizi belirtti. Böylece
eskilerin "bundan dolayı"sının (propter
hoc) yerini "bundan sonra" (post
hoc) aldı. Neden, "kendisini bir başka nesnenin izlediği nesne"
olarak tanımladı. ... ["Güneşten dolayı taş ısınıyor" artık
diyemeyiz, onun yerine, "Her güneş göründüğünde, (bundan sonra) taş
ısınır"] Böyle olunca doğaldır ki, gelecek hakkında bir yasa ifadesine
başvurmak olanaksızdır. Ben her zaman ancak bir olasılık kipi içinde
konuşabilirim. Buna karşılık, Kant, yine gelenekle bağıntı içinde nedenselliği
zorunlu bir "postulat" olarak konumladı: "Olup biten her şeyin
bir kurala göre olup bittiğini tasarlamak gerekir". Günümüzdeki
nedensellik tartışmalarında da Hume ve Kant'ın görüşleri etkilidir.
Ama günümüzde ayrıca bu konuda doğa alanı ile tinsel
alan arasında bir ayrım da yapılır. Doğabilimsel yoldan kavranan doğa
alanında, nedensellik ilkesi bir nedensellik yasası olarak sınırlanır.
Çünkü doğa bilimleri yalnız etki-nedenleri (etkin neden, causa efficiens) tanır ve neden-etki bağıntısını niceliksel
bağlantılar halinde ifade etmeye çalışır (Descartes, Galileo). Böyle olunca
nedensellik büyük ölçüde bir işlev olarak kavranır ve o bir araştırma postulatı
sayılır. Ne var ki, klasik fizik için uygun olan bu nedensellik modeli, modern
fiziğin bulguları ile bir dizi eleştiri ve itiraza da uğramıştır ve nedensellik
yasası, bugün için de hâlâ bir tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
113
Günümüzde tartışma, nedensellik yasasının objektivist ve
sübjektivist yorumlarına bağlı olarak yürütülmektedir. Sübjektivistler, Kant'a
bağlı olarak, nedenselliği yalnızca bir a
priori anlık ilkesi saymakta ve onun kullanımının deneyimle sınırlı
olacağını belirtmektedirler. ... Öbür yandan objektivistler, nedenselliği tam
ve zorunlu belirlenimcilik (determinizm) olarak yorumlarlar ki, burada da
karşımıza belirlenimcilik ve belirlenimsizcilik (indeterminizm) tartışması
çıkar.
... tinsel alanda nedensellik ilkesinin geçerli olup
olamayacağı sorusu, tam bir tartışma konusudur. Çünkü eğer tinsel alan insan
özgürlüğünün mevcut olduğu bir alansa, bu alanda bir nedensel yasallık olamaz.
Aslında bu ikilem çok eskidir ve ikilemden kurtulmak için, doğa alanının
nedensel-mekanik, tinsel alanın ise ereksel-teleolojik alanlar olduğu
belirtilmiştir. Tinsel alanda da her ne
kadar "doğal" etkenlerin kesin bir belirleme gücü olduğu ve bu
etkinin bu alanda "motif" kalıbı içinde meydana çıktığı kabul edilse
de, burada asıl ve öncelikli nedenin erek-neden olduğu ileri sürülür. [Burada
da bir tartışma söz konusu:] Acaba tinsel alanda erek, bireyin kendine amaç
koyması olarak mı vardır; yoksa bu alanda (özellikle tarih'te) bireyüstü
erekler mi belirleyicidir?
Varlık Yönleri (Momentler)
114
Varlık kavramıyla dil içinde "olmak" fiilinin
çeşitlemeleri olarak karşılaşırız. İlk olarak bu kavram, bir önerme içinde özne
ile yüklemi birbirine bağlayan "kopula" (-dir) işlevini
yüklenir. Kopulatif işlevi içinde o,
töze karşılık olanı, tözsel olanı imler (Sosein).
... Ortaçağ felsefesinde nelik (mahiyet, Sosein) ile varoluş
(Dasein, Existenz) ayrımı yapılmıştır. Ortaçağ felsefesi bu ayrımı, antik
düşüncenin tanımadığı bir sorunu çözmek için yapmıştır. Bu sorun yaratma ve
yaratılış sorunudur ve Ortaçağ bu sorunu çözmek için, gerçek olanı
"varoluş" olarak tasarlamıştır ki, bu kavramın Greklerde hiçbir
karşılığı yoktur.
Varoluş (Dasein)
Varoluş (Dasein) ve gerçeklik (realite) kavramları
Yeniçağ felsefesinde giderek birbirine yakın, hatta özdeş kavramlar
sayılmışlarsa da, N. Hartmann['a göre] Dasein, gerçekliğe karşıt bir şey olarak
istenç (irade) ve duygu aracılığıyla beliren şeydir ve gerçeklik, istenç ve
duygu gibi aracısız veya aracılı (Dilthey) olarak ve kuramsal olmayan bir yeti
içinde deneyimlenen şey sayılmıştır.
Ama tinsel gerçeklik söz konusu olduğunda durum değişir.
Tinselliğin özel karakteristiği zamansallık ve ilgili olarak tarihsellik
olarak kabul edilir. Böyle olunca, Dasein'dan aynı zamanda değerler, mantıksal
yapılar gibi ideal varlıklar da anlaşılır. [giderek şu sorular ortaya çıkar:]
örneğin sayılar var mıdır, yok mudur? Genellikle söylendiği gibi onların
varoluşu (Existenz) çoğu kez çelişkisizlikleriyle belirlenir. Böylece yeni
ontolojide bir eski sorun yeniden gündeme gelir. Bu sorun kiplik (modalite)
sorunudur ve özellikle olanak-gerçeklik bağıntısını yorumlama şekline
göre değişik anlamlar alır. Örneğin Aristoteles, gerçekliği (energia) daima olanağın üstüne koyar.
Ona göre gerçeklik, nelik, kavram ve hatta zaman bakımından olanağa öngelir.
Oysa Yeniçağın başından bu yana durum değişmiştir. Olanak (potentia) Yeniçağ felsefesinde ayrıca bir başka anlam yönü de
kazanmıştır ve ondan ayrıca "güç" (Macht, iktidar) de anlaşılmıştır.
Yeniçağ için önce gelen olanaktır ve gerçeklik, belirlenmiş ve sınırlanmış bir
olanak olarak görülür. Örneğin Leibniz'a göre gerçek evren, "olanaklı
evrenlerin en iyisi"dir... Olanak ölçütü, kendi içinde çelişkisiz olmaktır
ve o verili koşullarda gerçekliğin de ölçütüdür. Günümüz felsefesinde de olanak
gerçekliğe öngelmektedir. Örneğin fenomenolojide, varoluş felsefesinde durum
budur. Burada insanın yalnızca olanakları olduğu söylenir ve bu tutum modern
doğa bilimi içinde de geçerlidir.
Nelik
115
Almanca hep-öyle-olma (so-sein) terimi eskiden nelik (mahiyet) karşılığı kullanılırdı.
Neliğin incelenmesinde iki temel yapı ortaya çıkar: kategoriler ve transendentaller.
Kategoriler
Terim, "bir konuyu (davayı) agorada (yani herkesin
önünde) yargıç önüne getirmek, bir sözlü savunmaya, bir apolojiye (kendini
haklı çıkararak savunma; hiçbir eleştirel yaklaşımda bulunmada savunmada
bulunma hali) başvurmak" anlamını taşır... Terim bir temel sorunu içinde
barındırır. ... Ama aynı terimle varolanların objektif kavranılışı da
kastedilir. ... "Varolanlardan çeşitli anlamlarda söz edilir ki, bunlar
kategori formları olarak vardır. Çünkü bu ifadelerin çok sayıda türü vardır;
varlık çok sayıda anlam taşır". Ama bu Aristotelesçi kategori anlayışı bir
objektivist anlayıştır. Oysa Yeniçağın sübjektivist felsefesinde ve
sübjektivist ontolojisinde haklı olarak, kategorilerin yalnızca sübjektif ifade
formları oldukları, onların gerçekliği süje açısından ifade edebilecekleri,
dolayısıyla "vardır" sözcüğünün ancak bu sübjektif anlam içinde
kullanılabileceği ileri sürülmüştür. Örneğin Kant için kategoriler,
"yalnızca bir mantıksal olanağı içeren, görüdeki çokluğu bir bilinç içinde
a priori birleştiren düşünce
formlarından başka hiçbir şey değildir." ve bu halleriyle ancak
"deneyimin mantıksal koşulları" sayılabilirler.
116
Böylece, daha önce ilkeler üstüne genel olarak söylenmiş
olan şeyler, burada kategoriler için de geçerlidir. Örneğin günümüzde kategori
kavramı çok çeşitli anlamlarda kullanılmakta, ... genel kavram olma niteliğini
bile yitirmiş görünmekte, daha çok "tip" anlamında kullanılmaktadır.
Kategorilerin sayısı konusu da oldukça tartışmalıdır. ...
Bazıları töz kategorisini, bazıları ise bağıntı (relation) kategorisini temel kategori sayarlar. Bazıları ise buna
da karşı çıkar ve anlamlı bir kategoriler levhası yapmanın, birlikli bir
kategoriler "dedüksiyon"una ulaşmanın olanaklı olmadığını, bu iş için
hiçbir ilkenin bulunmadığını söylerler. Başka bazıları ise kategorilerin ancak
fenomenleri bilmede başvurulan "inşalar" (konstruktion) olabileceklerini söylerler.
117
[Aristoteles şu kategorileri sayar: töz, nicelik,
nitelik, bağıntı (görelilik), yer (uzay), zaman, durum, sahip olma, etki,
edilgi. Bunlardan ilk dördü iki gruba ayrılır: Töz ve ilinekler. İlk ve temel
kategori tözdür; ilineklerin taşıyıcısıdır. Aristoteles'e göre töz,
kendi başına olan, bir başka şey içinde olmayan ve bir başka şey için
söylenmemiş olan şeydir. Buna göre Aristoteles için bir önermede özne tözü
temsil eder, yüklem ise töz durumundaki özneyi ilineksel yoldan tanımlar. Ruh
ve akıl sahibi olmak öznenin tözsel ilinekleridir; saç rengi, görünüş ise
öznenin tözsel olmayan ilinekleridir.]
118
Töz, değişmeye karşı değişmez kalan şeydir ve ama değişme
ve gelişmeyi olanaklı kılar. ... tüm çokluk, değişme ve görünüş karşısında
bir-olan'dır. O bilgide doğruluk (hakikat) sebebidir ve aynı zamanda tüm
ahlaksal eylemlerin de değer-sebebidir.
Tözün birliği, iki temel elemandan, form ve maddeden
oluşur. ... Grek mitolojisinde tüm canlılar eril ve yaratıcı etkenlerle dişil
ve edilgen etkenlerin birlikteliği ilkesine göre meydana gelirler ki,
Aristoteles'in ontolojisinin temel motifi de budur. Yaşlı Platon üzerinden geçerek,
bu öğreti, giderek form-madde öğretisine dönüşür. Burada töz, ... dar anlamda
yalnız form anlamını kazanır. ... töz daima form olarak, tözsel belirleyici
olarak görünür. Bu konumuyla da, daha sonra ilk-neden (Ur-sache) işlevini de yüklenir.
119
Aquino'lu Thomas gibi realistler için tümeller (evrenseller)
bizzat nesnelerin içindedir (universalia
in rebus). Ama insan açısından bakıldığında burada aşılmaz güçlükler ortaya
çıkmıştır. Thomas, tekil şeylerin madde aracılığıyla, yani cisimleşme ile
meydana geldiklerini söylemiştir. Ama böyle olunca tinsel olan şeylere de
tekillik uygun düşecektir. Sonuç olarak cisimsel şeylerin tekilliği kabul
edilir... Bu, sonuç olarak, yalnız tekiller varsa hiçbir genelin olamayacağı
demektir. Dolayısıyla genellik artık nesnelerin içinde değil, olsa olsa
ancak süjede temelini bulabilir. İşte Yeniçağın sübjektivist töz anlayışı bu
yolla doğmuş olur. Artık eski objektivist töz kavramı bir yana bırakılır. Veya
töz denilince, artık yalnızca kendinin bilincindeki ben, kişi
anlaşılır. Empirizm ise, daha sonra bu sübjektivist töz anlayışını da terkeder.
Kavram, günümüzde giderek artan bir şekilde
yadsınmaktadır. [Özellikle doğa bilimlerinde] İnsani alanda ise, töz kavramına
başvurulmasa da öz, kişilik, vb. gibi ikame edici kavramlara başvurulduğu
görülmektedir.
İlinekler
Nitelik, nelik veya öz karşısında çok önemli bir yere
sahiptir. Hatta o giderek neliğin veya özün yerini bile almıştır. Özellikle
öznitelik teriminde bunu açıkça görürüz. Nitelik eskiden bir
"potensia" olarak kavranıyordu. Töz "kendisi için başka hiçbir
şeye ihtiyaç duymayan" olarak anlaşılırkenİ nitelik, varolanların
"doğal donanımı" olarak anlaşılıyordu. Yeniçağ felsefesinde ise
nitelik, giderek işlevsel ve niceliksel bir belirleme ile saptanan şey
sayılmaya başlanmıştır. Günümüzün fenomenolojisinde ve fenomenolojik yönelimli
felsefe akımlarında niteliğin yeniden eski kavranılışına bir dönüş olduğu
gözlenmektedir.
120
Nicelik ile birlikte işlevleri öncelikle düzen
belirlenimi yapmak olan (nitelik daha çok özgül belirlenimi ifade eder) bir
başka ilinek grubuna geçilir ki, bu grup geleneksel ontolojide iki önemli
yönüyle belirlenir. Bir yandan, nicelik belirli bir gerçeklik alanıyla
sınırlanır ve böyle olunca tanrı, melek ve ruh, artık niceliksel yoldan
kavranılamaz sayılır (örneğin ruh için uzay ve zaman içinde olmak geçerli
değildir). Öbür yandan, nicelik ilineği, süreklilik ve birlik açısından yorumlanır.
Nicelik ilineği, varolanların birliği ve ardışıklığını ifade eder. ... Nicelik
kategorisinde birlik ve çokluk yanında bir üçüncü nicelik formu olarak yoğunluktan
da (intensite) söz edilir ve bu "niteliksel nicelik" olarak
anlaşılır.
Daha sonra gelen bağıntı (relation) kategorisi, en
önemli ve sorunlu kategoridir. Tözcü bir ontolojide, bu kategori üç yönüyle
karakterize olan bir ilinek olarak anlaşılır. Onun taşıyıcısı, bağıntı kuran
öznedir; daha sonra bağıntı "terim"i ve son olarak beğıntı sebebi (ratio relationis) gelir. Örneğin baba
bağıntı öznesi, oğul bağıntı terimi, babalık ise bağıntı sebebidir. B.
Russell'dan bu yana bu konuda relevans,
relatum ve relatio sözcükleri kullanılmaktadır.
121
öndüşünümsel (proreflektif)
122
Çeşitli bağıntı tipleri ayırtedilebilir: 1. simetrik (kız
kardeşler arasında) ve asimetrik (baba ile oğul arasında), 2. geçişli
(transitif) ve geçişsiz (intarnsitif), 3. refleksif (intihar eden kişi) ve
aliorelatif (karı-koca).
Ayrıca bire-bir, çoğa-bir ve bire-çok bağıntılarından da
söz edebiliriz. Örneğin bu bağıntı türünün klasik örneğini, Russell, monogami (tek eşlilik), poligami (çok eşlilik-kadınlarla) ve poliandri (çok eşlilik- erkeklerle) tipi
evlilik ilişkileri olarak vermektedir.
Bağıntı kategorisinde bir özel sorun analoji
ilişkisinde ortaya çıkar. Analoji ilişkisi yalnız varlık kavramında bir rol
oynamakla kalmaz; hatta bilimsel araştırmada da daima ön planda yer alır. Pek
eski bir ayrımla, ilinekleştirme analojisi ile oranlaştırma analojisi'nden
söz edilir. İlinekleştirme analojisi, nitelik bakımından benzerliği,
oranlaştırma analojisi ise yaklaşık ilişkiler bakımından benzerliği ifade eder.
Biyolojide analoji, yaklaşıklık ile eş değerdir. Buna göre morfolojileri
değişik, ama kökenleri bakımından yaklaşık olan canlılar homolog sayılırlar.
Önemli bir analoji formu da eğretileme
(metafor)'dir. Burada bir nitelik bir başka alana yaklaşıklık içinde taşınır
(gülen güneş). Bir başka önemli analoji formu da allegoridir. Sulzer'e
göre allegori, "soyut bir şey hakkında duyusal içerikli bir serimleme ve
betimleme yapmaktır". Analoji, modern metodikte, örneğin modellerin
geliştirilmesinde önemli bir rol oynar.
Olumlu bağıntı ile olumsuz bağıntı, kendi aralarında karşıtlık
oluştururlar. Karşıtlığın en basit durumu kontra durumudur. Bu, bir dizi
veya alan içinde oluşan bir göreli karşıtıktır (siyah ile beyaz'ın durumu).
Buna karşılık mutlak karşıtlık olarak kontradiktorik karşıtlıktan, yani çelişkiden
söz edilir. Örneğin A, A-olmayan karşısında ,,, bu ikisi arasında hiçbir aracı
öge bulunmaz. Yani burada "ya, ya da" bağıntısı söz konusudur.
123
Özel bir karşıtlık türü de kutupluluktur (polarite).
Burada da bir mutlak karşıtlık söz konusu olmakla birlikte, kutuplardan birinin
varlığı öbürüne bağlıdır...
Kutupluluk, dünya görüşlerinde ve felsefede olağanüstü
bir role sahiptir. (eril-dişil; ying-yang; form-madde-Grekler;
aydınlık-karanlık; Apolloncu-Dyonisosçu kutupluluk; ben-sen; kişi-toplum; vb.)
Kutupluluk karşıtların oluşmasının ve birlikteliğinin
özünü yapan şey olarak anlaşıldığında, karşımıza diyalektik karşıtlık
çıkar ki, Hegel kutupluluğu böyle yorumlamıştır. Buna göre kutupluluk, tez ve
antitez karşıtlığının sentezle aşılması ile giderilir.
[Karşıtlıklara devam ...] Antinomi, aynı konu
hakkında bir ilke ya da yasanın kendi kendisiyle çelişkili olma halidir. Kant
... dört grup antinomiden söz etmiştir. ... Kant'ın ilk antinomisi şudur:
"Evrenin zaman içinde bir başlangıcı ve uzay içinde bir sınırı
vardır."; "Evrenin hiçbir başlangıcı ve sınırı yoktur". Kant'ın
antinomilerinden en ünlüsü üçüncü antinomidir: "Nedensellik, doğa
yasalarına göre evrendeki görünüşlerin kendisinden zorunlu olarak
çıkarsanabileceği tek ilke değildir; özgürlük de vardır ve aynı görünüşlerin
açıklanmasında özgürlüğe dayalı bir nedensellik olduğu da kabul
edilmelidir".; "Özgürlük yoktur; tersine evrendeki her şey doğa
yasalarına göre olup biter". Hegel, bu antinomiyi diyalektik ile gidermek
istemiştir.
124
Bir kutupluluk türü de paradokstur. Paradoksla genel
olarak "Ölüm mutluluktur" gibi görünüşte çelişkili bir ifade
anlaşılır.
Paradoks kavramına modern kümeler öğretisi içinde değişik
bir anlam verilmiştir. Örneğin "Russell paradoksu", kümelerin
belirleniminde hiçbir elemanı olmayan kümelerin kendilerini de içerip
içermedikleri sorusundan hareketle geliştirilmiştir.
Zayıf karşıtlıkları belirtmek için apori ve
problem kavramlarına başvurulduğu görülür. Aporiden, artık daha fazla
çözülebilir olmayan bir sorunlar topluluğu anlaşılır (çıkış yolu olmayan). [Sık
sık paradoks yerine apori kavramının kullanıldığı görülür].
125
Uzay ve zaman kategorileri, felsefe
tarihinde yoğun bir problematik bağlam içinde yer alırlar. Her ikisi de sonlu,
yaratılmış ve gelip geçici gerçekliğin özel kategorileri sayılmışlar ve daha
sonraları doğa alanıyla sınırlanmışlardır. Onlar da öbür kategorilerin kaderini
yaşamışlardır. Başlangıçta objektif belirlenimler sayılmışlar; ama Augustinus'la
birlikte zaman, Descartes, Leibniz ve Kant'la birlikte ise uzay, duyusal
gerçekliğin sübjektif deneyim formları sayılmışlardır.
Uzay ve zamanın objektif düzenler sayıldığı eski
felsefede, uzay, birbirinin yanında olma olanağı olarak, zaman göre daima daha
temel kategori sayılmıştır. Ama Demokritos uzayı boş bir süreklilik sayarken,
Aristoteles uzayın boş olmayan bir süreklilik olduğunu belirtmiştir. Bu arada çeşitli formlardan söz edilmiş ve
öncelikle de niteliksel ve niceliksel uzay ayrımı yapılmıştır. Niteliksel uzay kosmik
uzaydır ve Grek düşüncesinde belirleyici olmuştur. Buna göre, her varolanın
bu kosmik uzay içinde bir "uygun yer"i vardır. Bu kosmik uzay zorunlu
olarak kapalı ve sonludur ve küre biçimindedir. Buna göre ilk hareket formu bir
çember hareketidir ve tanrısal olmayan her şey ondan türemiştir. Kosmik uzayın
yanında yaşama uzayı (canlı uzayı) yer alır. Özellikle modern biyolojide
(territorium) ve antropolojide bu
uzay büyük rol oynar. Modern biyolojinin çevre öğretisinde (genel yaşama ortamı,
su, hava, vb.) bu uzay tasarımı belirleyicidir. İnsani-tinsel alanda da örneğin
"kutsal uzay", "sanatsal uzay"dan söz edilir; "duyusal
görü uzayı", "fantazi uzayı", "düşünme uzayı"
terimleri de geçer.
"Düşünme uzayı", aynı zamanda niceliksel uzaya
geçişi de serimler. Niceliksel uzay, yönelimsiz, niteliksiz ve bunun gibi
bağıntısız ve ayrımsızdır ve bu haliyle fiziksel ve matematiksel uzayın
temelini oluşturur.
Uzaya karşılık zaman, birbirini izleme formu
olarak görülür. Uzayın dışsallık formu sayılmasına karşılık zaman içsellik
formu sayılmıştır. Buna göre zaman, aynı zamanda ruhsallığın ve tinselliğin de
formudur ve bu haliyle kavranamaz, bilmecemsi bir konuma sahiptir. ... (126)
Böyle olduğu içindir ki, zaman, tüm özel belirlemeler önünde daima bir metafiziksel
evren kavrayışının dile getirilmesinin koşulu olmuştur. ... Bizim için
zamanlılık, kendi yaratılışımızın ve sonluğumuzun kalıpları içinde bilinebilir.
O, evrendeki tüm olup-bitmelerdeki birbirini izleme halini kavramamızın
formudur ve Hıristiyanlığa göre, bu haliyle tüm varlık zaman içinde
kavranabilir. Oysa tanrı zaman dışıdır. ... "Yaratıcı baba, ... kendi
içinde durağan Aion'dan sayılara
uygun hareketli bir kopya olarak zamanı kurdu" (Platon, Timaios).
... Aristoteles'e göre de zaman "hareketin ölçütü"dür; tıpkı tanrının
varlığın ölçütü olması gibi.
Antik zaman kavrayışı objektivisttir. Oysa Augustinus'la
birlikte [sübjektifleştirilmiştir]: "Ben zamanı sende ölçüyorum".
Böylece Grekler için zaman bir içkin ölçütle, yani gelişim ve yetkinlik ölçütüyle
bilinen objektif bir şey iken, artık cebimizde taşıdığımız saate göre
ölçülebilen bir şey olur. ... (127) Kant, zamanı bir "duyarlık formu"
sayar.
Yeniçağın klasik fiziği, objektivist zaman tasarımından
yola çıkar ve zamanı "dilimler"e böler ve bu yolla ölçülebilir zaman
tasarımını geliştirir. Yani klasik fiziğin zamanı "saat zamanı"dır.
Ancak modern fizikte bu durum değişir. Modern fizikte zaman, gözlemcinin
hareket noktasına göreli olarak ölçülebilen bir şey sayılmaya başlanır ki, görelilik
kuramının çıkış noktası bu olur. Giderek uzay ve zamanın birliği öğretisinin
gelişmeye bağladığı görülür. Buna göre zaman, hareketin dört evrensel
boyutundan birisidir.
128
Böylece modern fiziğin sonuçları da, objektif bir zamanın
olmadığını; tersine, zamanın birincil anlamıyla hep sübjektif kaldığını açıkça
göstermiş bulunuyor. Sübjektif bir kategori olarak zaman, geçmişte üç insani
yetiye [, duyarlık (emprizm, Kant); hayalgücü (Fichte); düşünme (yeni
Kantçılık)] Buradan hareketle üç zaman formu ayırt edilmiştir: 1. Görüsel
zaman, 2. tasarımsal zaman veya hayalgücü zamanı (fantazi zamanı), 3. düşünsel
zaman.
Yaşama felsefesi ise tüm bu zaman kavrayışlarına
karşıdır. Yaşama felsefesi için zaman, bölünebilir, parçalanabilir,
dilimlenebilir (ölçülebilir) ve uzaya yayılabilir bir düzen şeması değildir.
Tüm bunların tersine, zaman ancak ve yalnızca "yaşanmış zaman"dır ve
bir süremdir (Bergson). Her canlı kendine özgü bir ritm içinde kendi zamanını
yaşar; her canlının kendine özgü bir "yaşama zamanı" vardır; ölüm
denen şey de bu yaşama zamanının bir parçasıdır. ... Herhangi bir organizma,
kendi yaşama ritmi ve yaşama temposuyla koşullanan kendi yaşama etkinliğine
sahiptir. Böyle olunca, kısa ama hızla yaşayan bir canlı, uzun ama yavaş
yaşayan bir canlı ile "aynı" zamana ve aynı yaşama sahip değildir. Bunların
her biri, kendi "an"ına kendi zaman ölçütü olarak sahiptir
(E.v.Baur). Günümüzde biyolojiye de geçen bu zaman kavrayışı ile görelilik
kuramının zaman kavrayışı arasında bir yakınlaşma olduğu görülmektedir.
129
Martin Heidegger [yaşanan zamandan hareketle ve
zamanlılığı insanın temel yapısı olarak görür]. İnsan etkin olarak eyleyen
Dasein olduğundan, insanın özgül zamanlılığı üstüne "tasarladığı",
kendi geleceğidir de.
Aşkınlar
(Transendental'ler)
130
[Süjeye verilen ağırlık dolayısıyla]
"Transendental" terimi ile artık, tüm olanaklı deneyimin önünde yer
alan ve deneyimi olanaklı kılan a priori tasarımlar anlaşılır. Bu anlamıyla
“transendental”, a priori kavram ve ilkelerin nesnelerle nasıl ilişkiye
sokulabildiğini, onların a priori
olarak objeler hakkında nasıl geçerli olacağını açıklamakta başvurulan terim
olur. Buna göre, transendental yöntemin görevi, deneyden çıkmayan, ama deney
için zorunlu olan şeyleri göstermektir. … Artık terim, eski anlamını, yani
evreni aşan tanrı veya bilinci aşan şey olma anlamını yitirmiştir. Tam tersine,
terim, artık süjenin nesneyi kavrayış tarzının bir adı olmuştur
[Heidegger'e göre] ... transendenz, varoluşun temel
kavranış biçimidir. O her türlü deneyimden önce gelir; yani her türlü
"varlığı anlama"nın önündedir. Bu da bir ontolojidir; çünkü insanın
bundan başka bir yolla bir "evren tasarımı"na ulaşması olanaksızdır. Ama
insan evren üstüne bir tasarıma ulaşabiliyorsa, bu ancak, bizzat kendisi
hakkındaki bir transendental kavrayış içinde olanaklı hale gelebilir ki,
Heidegger'e göre insan artık burada kendi varoluşunu bir özgürlük olarak
tanır. Böyle olunca da, özgürlük varoluşun temel belirlenimidir ve burada insan
şu eski taleple karşılaşır: "transendete ipsum" (kendini aş). Ama
insan zamanlılık boyutu içinde "tarihsel" bir varoluş olduğundan,
transendenz, ancak o zamana ait kategorilerden "çıkarsanabilir" olan
bir şey olur.
İçeriksel
(İçerikli, Materyal) Ontoloji
131
Varolan, formel ontolojide yalnızca "boş" bir
eleman olarak ve genel varlık bağlamında kendini gösterir. Oysa buna karşılık,
gerçek olan, daima belirli bir nesnellik (nesne olma hali) ve belirli bir
içerik taşıyan şey olarak görünür. İşte içeriksel ontolojinin görevi,
gerçekliğin genel yasallıklarını ve düzenini ele almaktır.
Doğal olarak burada da objektivist ve subjektivist
tavırlar karşımıza çıkar. Objektivist bir içeriksel ontolojiye göre, nesneler
kendi içinde bir gerçekliğe sahiptir ve bu gerçeklik olduğu gibi bilinir.
Subjektivist bir içeriksel ontolojiye göre ise, gerçeklik, ancak deneyimle,
yani sübjektif yoldan kavranabilir ki, gerçekliğin "ne" olduğuna insan kendi deneyimleriyle karar
verebilir. Özellikle günümüzün fenomenolojik ontolojisinin öz öğretisi buna
dayanır.
Eski ontolojide olduğu kadar, günümüzün doğal gerçeklik
kavrayışında da, gerçeklik bir tabakalı yapı olarak anlaşılır.
(Aristoteles'in tabakalar öğretisi)
Varlık alanı Özel
işlevler
1. Cansız Orada
olma, edilgin hareket
2. Canlı (animal) Beslenme,
bitkisel büyüme
a) bitkisel (vegetatif) Serbest
hareket, algı, etkin hareket
3. b) hayvansal (sensitif) Düşünme, isteme
4. Tinsel Mutlaklık
5. Tanrısal -
Alttaki her tabaka, daha üsttekinin maddesidir ve daha
üstteki, bir alttakinin üstüne inşa edilir.
Platon'un tabakalar öğretisi ise tamamen insandan hareket
eder.
Cisim Ruh Devlet Erdem
Tin Yönetici Bilgelik
(Logistikon)
(öğreticilik)
Göğüs Gönül Uyarıcı Cesaret
(Thymes)
Beden Tutku Elişi, tarım Ölçülülük
(Epithymia)
(Beslenme)
... en fazlası altı olan varyasyon sayısı (cansız,
bitkisel, hayvansal, ruhsal, tinsel, meleksel ve tanrısal), daha sonra iki
temel varyasyona, yani doğa ve tine indirilmiş...
133
Bu objektivist tavırlı içeriksel ontolojiye karşı,
subjektivist ontoloji, gerçekliği, sübjektif yaşantı alanlarından hareketle
kurgusal yoldan inşa etmeyi dener. Böylece insandaki duyusal ve tinsel yönler
ayırımından hareketle, gerçeklik, doğa ve tin alanlarına ayrılır ki, bu
gerçeklik, yeniden bir tinsel-kültürel üstyapıyı da kapsar. Burada karşımıza
öncelikle fenomenolojik ontoloji çıkar. ... [Husserl... bir yandan duyarlık ve
tin ayrımı yapılır; öbür yandan insanın üç yetisinden hareket edilir; kuramsal,
değersel ve iradi yetiler. Buna göre gerçeklik, öncelikle duyusal obje olarak
belirlenir ve biz duyusal objeler toplamını (Summa) doğa diye adlandırırız.
Bunun üzerinde değer-nesnesi ve ilgili olarak iyi yer alır. En sonda
erek-nesnesi bulunur.] Scheller, bu şema içinde özellikle değer-nesnesi
üzerinde durur. Heidegger ise pratik-eylemsel yöne ağırlık verir. Heidegger'e
göre varolan, insanın eylemselliği aracılığıyla kurulur ve "vardır".
Yani varolan, daima insan için vardır (Um-zu).
Sonuç
İster formel ister içeriksel olsun, ontoloji sorunu bugün
de henüz çözülmüş değildir. ... Biz
"Bu bir ağaçtır", "Bu bir insandır", "Tanrıdır"
dediğimizde, acaba "dır" ile neyi kastediyoruz?
.
.
.
.