.
.
.
.
Türkçede Giorgio Agamben
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin
Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç),
Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990
Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve
Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den
Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev.
Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal
Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül
Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev.
Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne.
(Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç),
Alef Yayınevi, 2017 İstanbul
Gelmekte Olan Ortaklık 1990
Giorgio Agamben
(Çev. Betül Parlak), Monokl
Yayınları, 2012 İstanbul
İçindekiler
1. Herhangi 11
2. Limbus'dan 15
3. Örnek 19
4. Yer Edinmek (Vuku Bulmak) 23
5. Principium individuationis 29
Bireyleşme
İlkesi
6. Rahatlık 35
7. Maneries 41
8. Şeytani 47
9. Bartleby 51
10. Düzeltilemez 57
11. Etik 61
12. Dim Külotlu Çorapları 65
13. Haleler 71
14. Takma Ad 77
15. Sınıfsız 81
16. Dışarısı 87
17. Eşadlılık 91
18. Schechina (Shekhina) 101
19. Tienanmen 109
Fragmanlar 115
Düzeltilemez 117
I. Düzeltilemez 119
II 122
III 133
1. Herhangi
11
Bu terimin “hangisi olduğu önemli
değil, hiç fark etmez” biçimindeki yaygın çevirisinin doğruluğu konusunda hiç
kuşku yoktur şüphesiz, yine de terimin [quodlibet] biçimine bakınca bu
çeviri aslında Latincedekinin tam aksini söylemektedir: Quodlibet ens
“hangisi olduğu önem arz etmeyen varlık” değil, “her durumda önem arz eden
varlık” demektedir, Latince terim kullanılmaya başladığından itibaren arzu
etmeye (libet) bir gönderme içermektedir, herhangi varlık arzuyla
kökensel bir ilişki içindedir.
12
Burada söz konusu ettiğimiz
Herhangi, aslında ortak bir özelliğe (Örneğin kırmızı, Fransız, Müslüman olmak
gibi bir kavrama) göre kayıtsızlığında bir tekillik edinmez, ancak ve ancak
varlığında olduğu haliyle bir tekillik sahibi olur. Böylece tekillik,
tanıma ve bilmeyi, tikelin dile getirilemezliği ve tümelin düşünülebilirliği
arasında seçim yapmaya mecbur eden sahte ikilemden kurtulur. ... düşünülebilir
ne bir tümel, ne de bir diziye dahil edilen tikeldir, “herhangi bir tekillik
olduğu ölçüde tekilliktir”. Bunda, şu-ya da-bu varlık [öyleliğinde-varlık]
kendisinin o ya da bu kümeye, şu ya da bu sınıfa (kırmızılar, Fransızlar,
Müslümanlar) aitliğini belirleyen şu ya da bu özelliğe sahip olmasından geri
alınır, bu geri alınma her türlü cinse özgü aidiyetin yokluğu ya da bir başka
sınıfa ait olması için değil “öyle-olması, kendi kendine ait olması
içindir. Böylece, sürekli olarak aidiyet koşulunda saklı kalan (bir y’ye
ait öyle bir x var) ve hiçbir şekilde gerçek bir yüklem olmayan öyle-olmak
kendiliğinden gün ışığına çıkar: öyle olarak [olduğu haliyle] dışa serilen
tekillik, her ne istersendir, yani sevilebilir olandır.
13
Aşk, âşık olunan şu ya da bu
özelliğine (sarışın, küçümencik, narin, topal olmasına) yönelmediği gibi tatsız
bir genellik (evrensel aşk) adına onları görmezden de gelmez: Aşk nesnesini tüm
yüklemleriyle, varlığını öyle olduğu haliyle ister. Aşk nasılsa’yı
ancak öyle olduğu müddetçe arzu eder -bu onun kendine özgü fetişizmidir.
Böylece herhangi tekillik (Sevilebilir) asla bir şeyin, o ya da bu niteliğin ya
da özün düşünülürlüğü değildir, ancak bir düşünülürlüğün düşünülmesidir.
Platon’un erotik anamnezi (anımsama) olarak betimlediği devinim, nesneyi bir
başka şeye ya da bir başka yere doğru götüren şey değil, kendi vuku buluşuna,
kendi yer edinmesine, kendi İdea’sına doğru götüren şeydir.
[Başka bir
dünyanın zerafeti…]
[Nasılsa öyle,
hatta bütün yoksulluğu içinde…]
[Arzu-İçkinlik-Dost(Baker)-Bir(Negri)]
[Fluxlar-Akılar
- “Varacak yeri olmayan mektuplar gibidirler, bu dirilmiş
varlıkların varacak bir kaderleri yoktur. Ne seçilmişler gibi kutsanmış ve
mübarektirler, ne lanetliler gibi umutsuz, sonsuza dek kurtulamayacakları,
çıkış yolu bulamayacakları bir mutluluk ile doludurlar. 16]
2. Limbus’dan
15
Herhangi tekillikler nereden
gelirler, krallıkları neresidir? Thomas Aquinas’ın Limbus [Araf] ile ilgili
soruları, bu soruya verilebilecek bir yanıt için çeşitli öğeler içermektedir.
Tanrıbilimciye göre aslında, vaftiz edilmeden ölen çocukların cezası, ilk
günahtan başka bir kusurları olmadığından cehennemdeki ceza gibi acı veren bir ceza
değildir, bu sadece mahrum bırakan, sonsuza dek Tanrı’nın görüntüsünden yoksun
kılan bir cezadan ibarettir. Limbus sakinleri, vaftiz ile içimize yerleştirilen
doğaüstünün bilgisine değil de, sadece doğal bilgiye sahip olduklarından yüce
iyiden yoksun kaldıklarını bilmezler, ya da (bir başka görüşe göre) bunu
bilseler bile, aklı başında biri uçamayacağını bildiği için ne kadar
üzülebilirse, onlar da o kadar üzülürler.
16
Böylece en büyük ceza olan
-Tanrı’nın görüntüsünden yoksun kalmak- doğal bir sevince dönüşür: Telafi
edilemeyecek bir şekilde yitirilmiş bir şey söz konusudur, Limbus sakinleri
ilahi terk edilmişlikte acı çekmeden ikamet ederler. Onları unutan Tanrı
değildir, tam aksine onlar Tanrı’yı her zaman çoktandır unutmuşlardır, onların
unuttukları karşısında, Tanrı’nın unutuşu güçsüz ve kudretsiz kalır. Varacak yeri olmayan mektuplar gibidirler, bu dirilmiş
varlıkların varacak bir kaderleri yoktur. Ne seçilmişler gibi kutsanmış ve
mübarektirler, ne lanetliler gibi umutsuz, sonsuza dek kurtulamayacakları,
çıkış yolu bulamayacakları bir mutluluk ile doludurlar.
[Herhangi
tekillik kimliklendirilemez, etiketlenemez, bir kadere mahkûm edilemez, özerk
bir harekete sahiptir. Herhangi tekilliğin yaratımı, Tanrı’nın görüntüsünden
yoksun olmanın tüm gücünü sürekli serimler.]
17
Walser’in dünyasının
sırrı, işte bu Limbus’a özgü doğaya sahip olmasıdır. Walser’in kahramanları
düzeltilmeyecek [onarılamayacak] biçimde yoldan çıkıp kaybolmuşlardır ama
yitiriş ve kurtuluşun ötesinde bulunan bir bölgede olduklarından büyük bir guru
duydukları hiçlikleri, her şeyden önce kurtuluş karşısında takındıkları bir
yansızlıktır, bu yansızlık günahın bedelini ödeyip kurtuluşa varma fikrine
karşı ortaya atılmış en radikal itirazdır. Gerçekte kurtarılamaz olan hayat,
içinde kurtarılacak hiçbir şey olmayan hayattır ve bu durum karşısında
Hıristiyan oikonomia’sının (ekonomisinin) güçlü teolojik makinesi
başarısız olur. [Walser’in kahramanlarının özellikleri… çizgi film tarzı
düşüncesizlikleri… kılı kırk yaran vicdanlılıkları… mütevazilik ve
üçkağıtçılıklarının tuhaf karışımı… :] … ilahi adalet karşısında duyulan
Limbus’a özgü acıdan yoksunluk, acıdan muaf olma halidir.
Kafka’nın Ceza Kolonisi’ndeki kendisini infaz
etmesi gereken makinenin yıkımından kurtularak özgürlüğüne kavuşmuş mahkûm
gibidir onlar da, suç ve adaletin dünyasını arkalarında bırakmışlardır:
Alınlarına yağan ışık, (ilahi) yargının en yeni gününün (novissima dies) ardından doğan şafağın -düzeltilemeyecek- ışığıdır.
Ancak, son günün ardından yeryüzünde başlayacak hayat insanidir.
3. Örnek
19
Tekil ve tümel çatışkısının kökeni
dilde yer alır. Ağaç sözcüğü aralarında hiçbir fark gözetmeden tüm
ağaçları, kelimelerle ifade edilip tanımlamaz tekil ağaçların yerine tümel bir
anlam varsayarak adlandırır. Yani, tekillikleri anlamı ortak bir özelliği (ε
kümesine ait olma koşulunu) tanımlamak olan bir sınıfın üyelerine dönüştürür.
Modern mantıktaki kümeler kuramının şansı küme tanımının yalnızca dilsel
anlamlandırma olmasından kaynaklanır. Birbirinden ayrı tekil m
nesnelerinin bir M bütününde kavranması addan başka bir şey değildir.
20
Dilsel varlık hem kendi kendine ait
olan hem de ait olmayan bir sınıftır ve dil kendi kendilerine ait olmayan tüm
sınıfların sınıfıdır. Dilsel varlık (söylenmiş-varlık) aynı zamanda bir
tekillik (ağaç, bir ağaç, bu ağaç) olan bir kümedir ve ε (kapsam)
sembolüyle ifade edilen anlamın dolaylılığı, aslında sadece dilsel
tanımlayıcının [artikelin] kolayca hareket edebildiği boşluğu hiçbir şekilde
dolduramaz.
Tümel ve tikel çatışkısında gözden
kaçan, aslında hep aşina olduğumuz bir kavramdır örnek. Gücünün geçerli olduğu
her ortamda, örneği belirgin kılan özellik, aynı cinsin tüm durumları için
geçerli olması ve aynı zamanda onların arasında yer almasıdır. Örnek diğerleri
arasında yer alan bir tekillik olmasına rağmen her birinin yerine geçer,
tekilliklerinin hepsi için geçerlidir. Bir yandan, her örnek aslında gerçek
tikel bir durum olarak ele alınır, öte yandan kendi tikelliğini üstlenemeyeceği
anlaşılır. Ne tikeldir, ne tümel, örnek deyim yerindeyse, kendini öyle olarak
sunan, kendi tekilliğini gösteren tekil bir nesnedir. Yunancada terimin
yeni anlamlara gebeliği örneği açıklar: Para-deigma, yani yanında
gösterilen şeydir. Bu nedenle örneğin özgü yeri her zaman kendi kendisinin
yanında, tanımlanamaz ve unutulamaz hayatının yayıldığı boş uzamdadır. Bu
hayat, saf haliyle tamamıyla dilseldir. ... Örnek olmak demek, söylenmiş-olma
dışında, herhangi bir özellikle tanımlanmamış olmaktır. Kırmızı-olma değil,
kırmızı-olduğu-söylenmiş-olmadır; Jakob olmak değil Jakob olduğu-söylenmiş
olmadır, bunlar örneği tanımlar. Tam da bu nedenle örneğin muğlaklığı onu
gerçekten ciddiye almaya karar verdiğimizde ortaya çıkar. Söylenmiş-olma -olası
tüm aidiyetlerin temelindeki özellik (İtalyan, köpek, komünist olduğu
söylenmek), aslında söz konusu aidiyetlerin hepsini radikal bir biçimde
geçersiz de kılabilecek bir şeydir. O her gerçek ortaklığı kesip atan En
Radikal Olan’dır. Herhangi bir varlığın kudretsiz tüm
değerlerinin/hepsini-bir-anda-hissetmesinin nedeni budur. Ne ilgisizlik, ne
gelişigüzel bir birliktelik, ne de teslimiyet söz konusudur. Bu saf tekillikler
ortak hiçbir özelliğe, hiçbir kimliğe bağlı olmaksızın örneğin boş uzamında
iletişirler yalnızca. ε küme işaretini, kendi aidiyetlerini kendilerinin
kılabilsinler diye tüm kimliklerine el konmuştur / ε küme işaretini, kendi aidiyetlerini
kendilerine mal edebilsinler diye tüm kimlikleri ellerinden alınmıştır. Triksters
(madrabazlar) ya da üçkağıtçılar, yardımcılar ya da çizgi film kahramanları
gelmekte olan ortaklığın örnekleridir.
4. Yer Edinmek (Vuku Bulmak)
23
Etik ancak iyinin, kötülüğün iyice
kavranmasından başka bir şey olmadığının, sahici ve uygun olanın, sahte ve
uygun olmayandan başka bir içeriğe sahip olmadığının açığa çıktığı yerde
başlar. Hakikat ancak yanlışı göstererek gösterilebilir diyen antik
felsefi özdeyişin anlamı budur. Hakikat eğer yanlış olanı, ayrılmamış ve bir
başka yere itilmemiş olan yanlışı göstermezse, kendi kendini gözler önüne
seremez; tam aksine ... hakikat ancak, hakikat olmayana yer vererek yani
yanlışın yer edinmesini (vuku bulmasını) sağlayarak, uygunsuz olanın en
derindeki uygunsuzluğunu gözler önüne sererek kendini gösterir.
25
[kusursuz insanın günaha girmeden en
iğrenç günahları işleme hakkına sahip olabileceği...] 12 Kasım 1210 tarihinde
Amalrico di Bene’nin müritlerini yakılmaya götüren sapkınlık öğretisinin
içeriğinde bundan başka bir şey bulunmuyordu. Amalrico Havarinin “Tanrı her
şeydeki her şeydir” tümcesini Platon’un chora öğretisinin teolojik
açıdan radikal bir dönüşümü olarak yorumlamıştı. Tanrı içinde her bir şeyin
olduğu yer olarak ya da her kendiliğin yerselliği (topitica) ya da
belirlenimi olarak her bir şeydedir. O halde aşkın tüm şeylerin üstünde ve
ötesinde yüce bir kendilik değildir: Daha ziyade her şeyin yer edinmesi
(vuku bulması) olarak saf aşkındır, mutlak içkinliktir.
chora [1. İdealar dünyası, 2.
görünüşler dünyası, 3. chora. Ne idea olan ne de görünüş olan, ancak hem
idea gibi olan hem de görünüş gibi olan Khora... Ne duyumsanabilir ne de
kavranabilir olan... neither/nor ve either/or kutupları arasında salınan ikilik
mantığını altüst eden, hem her şey hem de hiçbir şey olan...]
Platon evrenin
maddi nedenlerinin yeteri kadar ele alınmadığını düşünür. Platon’a göre âlemin
oluşu zorunluluk ile Akl’ın birleşmesinden meydana gelmiştir. (Platon, 2015:
47e, 47c). Platon burada geçen zorunluluk ile evrendeki yasaları kastetmiş
olabilir. Ayrıca Demokritos ve Epikürün atomcu anlayışına bir göndermede
bulunduğu düşünülebilir. Çünkü burada zorunluluk amaçsızlık, gelişigüzellik ve
Akıl tarafından şekillenmeme anlamında kullanılmaktadır. Akıl Zorunluluğu ikna
eder, başka bir deyişle kör olan elementleri tasarıma ve bilinçli amaca hizmet
eder hale getirir. (Copleston,1962:273-74).
Platon bu
noktada kendi ifadesine göre “Akıl ya da nous tarafından idare edilen alandan,
zorunluluğun yönettiği ya da en azından fiili hale getirdiği alana yönelir.
(Platon, 2015: 47e) Evrenin dokunulabilir ve görülebilir olması için özellikle
ateş gibi cisimlere ihtiyaç vardır. Aslında, hava, ateş, toprak ve sudan oluşan
dört unsurun hepsi de zorunludur. Her ne kadar Demiurgos bunlara şekil vermiş
olsa da Timaios paradoksal biçimde bunların şöyle ya da böyle göklerin
yaratılmasından ve aynı şekilde zamanın yaratılmasından önce var olduğundan söz
eder. Platon bu unsurların aklileştirme-öncesi durumlarından sadece formsuz
yataktaki (kap) “güçler” olarak bahsetmenin zorluğundan bahseder. (Freeland,
2016: 209)
Burada
sözü edilen ve Demiurgos’un devralarak üzerinde çalıştığı yatak (kap) nedir?
Platonun Formlar metafiziğine yapılan bu önemli ilave ile ilgili Timaios’da
bulduğumuz ifade şudur: Evrenin fiziksel gerçekliği, benzeri bir şey, ya da
içinde formların taklidinin tahakkuk edebildiği rahimdir. (Platon, 2015: 52c)
Timaios bu maddi alanı yatak (chora, kap) olarak adlandırır. Bu var olan her
şey için bir yer (topos) ya da oturak (hedra)dır. Başka bir deyişle bozulma kabul etmeyen
[düzeltilemez?] ebedi uzay. Uzay var olan her şeye konum sağlıyor. Ancak
kendisi, duyular olmadan kavranıyor. Uzay ya da yatak, içinde elementlerin
yapıldığı değil görüldüğü bir yerdir (Copleston, 1962: 275). Uzay için
kullanılan bu terim aynı zamanda geometrik olarak biçim alabilen madde anlamına
da gelir. Choranın “doğası onun geometrik biçim almasını olanaklı kıldığı için
bu madde aynı zamanda evrensel oluşun olanağını meydana getiren bir neden,
maddi bir neden” olarak görülmüştür (Özkan, 2015: 186).
Yatak’ın
fiziksel gerçekliğin en ilkel seviyesinde bir rolü söz konusudur. Çünkü daha
çok bu dört unsurun birbirine nasıl dönüştüğü sorununu çözmek için başvurulan
bir kavramdır. Diğer yandan Timaios’un bunu tam olarak çözüp çözmediği de
tartışmalıdır. Çünkü dört unsurdan toprak bu dönüşüm sürecinin dışında
tutulmuştur. Timaios’un bazı kısımlarında bu yatak(kap)ın kendisinin özelliksiz ve niteliksiz [herhangi?] olarak betimlendiği göze çarpar. Bunu
değişik nesneler yapmak üzere kullandığımız balmumuna ya da ham altına
benzetebiliriz. Diğer bazı yerlerde kullanılan mecazi ifadelerden evrenin
yaratılışı öncesinde bu yatak(kap)ın bazı niteliklere sahip olduğunu çıkarmak
zor değildir. Çünkü dört unsur onun içindeki bazı bölgeleri kaplıyor
görünmektedir. Eleyen ya da savuran sepet mecazında ise bu yatağın kendisi faal
ve hareketli olarak tasvir edilmektedir. (Platon, 2015: 52d, 53a; Freeland,
2016: 209 ). Şamil Öçal, Platon’un Timaios Diyalogunda Tanrı ve Evrenin
Oluşumu, http://www.beytulhikme.org
26
Tanrı, ya da iyi, ya da yer vuku
bulmaz, yer edinmez (yeri yoktur), ancak kendiliklerin yer edinmesi, onların en
içteki dışsallığıdır. İlahi olan, solucanın solucan-olması, taşın taş
olmasıdır. Dünyanın olması, bir şeyin görülebilmesi ve bir yüze sahip
olabilmesi, her bir şeyin sınırı ve belirlenimi olarak dışsallığın ve
gizliliğin olmayışı: İşte iyi olan budur. Bu nedenle, iyinin tam da
düzeltilemez biçimde dünyada bulunuşu her dünyasal kendiliği aşan ve dışa seren
şeydir. Kötü ise, şeylerin yer edinmesinin diğerleri gibi bir olguya
(gerçekliğe) indirgenmesi, tam da şeylerin yer edinişinde doğası gereği bulunan
aşkınlığın unutuluşudur. Bununla birlikte iyi, bu şeylere göre başka bir yerde
değildir: İyi, bu şeylerin kendi yer edinişlerini kavradıkları, kendilerinin
aşkın-olmayan maddelerine dokundukları noktadır
27
Bu anlamda sadece bu anlamda iyi,
kötünün kendi kendini-kavraması, kurtuluş yerin kendi başına gelmesi, vuku
bulması olarak tanımlanabilir.
5. Principium individuationis (Bireyleşme İlkesi)
29
Herhangi, tekilliğin matemasıdır*, o
olmadan ne varlığı ne de tekilliğin bireyleşmesini düşünmek mümkündür.
Skolastiğin principium individuationis sorununu nasıl ortaya koyduğu iyi
bilinir: Bu ilkenin yerini maddede arayan Thomas Aquinas’ın karşısında,
bireyleşme ilkesini, bir başka biçim ya da öz veya özelliğin katkısı değil de,
biçimin kendisinin [ultima realitas’ın] “en üst noktasının” katkısı,
doğaya ya da ortak biçime (örneğin insanlığa) katkı olarak
kavramsallaştıran Duns Scouts bulunur. Tekillik ortak biçime hiçbir şey
eklemez, eklediği şey olsa olsa “bu’luktur” (haecceitas) (Etienne
Gilson’un dediği gibi: Bu noktada biçim sayesinde bireyleşme değil, biçimin
bireyleşmesi elde edilir). Tam da bu nedenle Scotus’a göre ortak doğa ya da
biçimin herhangi bir tekilliğe kayıtsız kalması kendisi için ne tikel ne de
tümel, ne bir ne de çok olması ama “herhangi bir tekil birim ile konumlanmış
olmaktan rahatsız olmaması” gerekir.
*mathema [Ancient Greek]
mathēmatikós, “fond of learning”, from máthēma,“knowledge, study, learning”).
31
[Duns Scouts] ... ortak doğa ve
bu’luk arasında öz farkı olmadığını vurguluyordu. Bunun anlamı idea ve ortak
doğanın tekilliğin özünü oluşturmadıklarıydı, bu anlamda, tekillik, mutlak
biçimde öze ait olmayandır, tam da bu nedenle farklılığının ölçütü bir öz ya da
bir kavramda değil, başka bir yerde aranmalıydı. O halde, ortak ve tekil
arasındaki ilişki tekil bireylerde özdeş bir özün kalıcılığı olarak düşünülemez
ve bireyleşme sorununun bizzat kendisinin sözde bir sorun olarak görünme riski ortaya
çıkar.
Bu açıdan bakıldığında Spinoza’nın
ortak olanı düşünme biçiminden daha öğretici bir şey yoktur. Spinoza, bütün
cisimler yayılmanın (kaplamın) ilahi öz niteliğini ifade ettikleri şeyde
toplanırlar demektedir. (Ethics, Part II, Proposition 13, Lemma 2).
Ancak, ortak olan hiçbir durumda tekil bir şeyin özünü oluşturamaz (Ethics, Part II, Proposition 37). Bu
noktada belirleyici olan öze ait olmayan bir ortaklık fikri, herhangi
bir şekilde bir öz ile ilgili olmayan bir bir araya gelme fikridir [socius?]. Yayılmanın özniteliğindeki
tekilliklerin aktarılması, yer edinmesi onları özde birleştirmez ama
varoluşta oraya buraya dağıtır ve yayar.
socius
From Proto-Indo-European *sokʷ-yo-
(“companion”), from Proto-Indo-European *sekʷ- (“to follow”) [1]. Compare Faliscan
socia (“girlfriend, companion”).
Adjective - socius (feminine socia, neuter socium)
sharing, joining in, partaking, associated; kindred,
related, akin; leagued, allied, united, confederate
Noun - socius m (genitive sociī)
partner, sharer, associate; companion, comrade; ally;
confederate
Herhangiyi oluşturan şey,
tekilliklere göre ortak doğanın kayıtsızlığı değil, ortak ve kendine özgünün,
cins ve türün, özsel ve ilinekselin kayıtsızlığıdır. Herhangi tüm
özellikleriyle şeydir, bununla birlikte bu özelliklerden hiçbiri fark
oluşturmaz. Tekillikleri yayıp saçan ve bireyleştiren özellikleri değil
farksızlıktır, özelliklere göre farksızlık onları sevilebilir (quodlibetable)
kılar. Nasıl ki, insana ait doğru söz ne ortak bir şeyi (dili) kendine mal edip
ondan yararlanmak ne de kendine özgü olan bir şeyi iletmekse, insan yüzü de ne
genel bir facies’in bireyleşmesi ne de tekil çizgilerin
evrenselleşmesidir: İnsan yüzü, ortak doğaya ait olan ile kendine özgü olanın
kesinlikle farksız olduğu herhangi bir yüzdür.
32
Gücüllükten edime, ortak biçimden
tekilliğe geçişi ilk ve son seferde tamamlanmış bir olay olarak değil de,
sonsuz bir kipsel salınımlar dizisi olarak gören bazı ortaçağ filozoflarının
öğretisi bu anlamda okunmalıdır. Tekil bir varlığın bireyleşmesi noktasal bir
olgu değil, ama gelişim ve gerilemenin, sahiplenme (kendinin kılma) ve kendinin
kılmamanın sürekli olarak basamaklandırılmasına göre her yöne doğru çeşitlenen
bir linea generationis substantiae’dir. Çizgi imgesi tesadüfi değildir.
Nasıl ki, bir yazı satırında elin ductus’u (hareketi) ara vermeksizin
harflerin ortak biçiminden onlardaki tekil mevcudiyeti belirginleştiren özel
çizgilere geçer ama el yazısı uzmanının titiz çalışması satırlardaki hiçbir
noktada iki alan arasına gerçek bir sınır çizemezse, aynı şey bir yüz için de
geçerlidir, bir yüzde, insan doğası sürekli bir biçimde varoluşa aktarılır ve
tam da bu kesintisiz ortaya çıkış onun ifade edilebilirliğini oluşturur. Ancak,
tam aksini söylemek de aynı ölçüde doğrudur, yani p harfini yazma
biçimimi ya da ses birim olarak p’yi telaffuz etme biçimimi kendine özgü
kılan yüzlerce budalaca deyiş biçiminden harfin ortak biçimi doğar. Ortak ve
kendine özgü, cins ve tür herhanginin havzasının kenarlarından akıp duran iki
su kaynağından başka bir şey değildir. Dostoyevski’nin Budala’sında
Prens Mişkin, hiç zahmet çekmeden her türlü yazıyı taklit edebilir ve başkaları
adına imza atabilir (Tanrı’nın mütevazi hizmetkarı Pafnutius burayı imzaladı),
özel ve genel olan bu noktada ayırt edilemez hale gelirler, ve işte bu
(ortaklaşan) “ifade tarzı”, işte bu “budalalık”, tam olarak herhanginin kendine
özgü özelliğidir. Gücüllükten edime, dilden söze, ortak olandan kendine özgü
olana geçiş her seferinde, ortak doğa ve tekilliğin, gücüllüğün ve edimin birbirlerinin
tarafında geçtiği ve karşılıklı olarak birbirlerinin içine işledikleri, art
arda gelen pırıltılardan oluşan bir yer değiştirme çizgisine göre her iki yönde
de bir mekik dokuma olarak meydana gelir. Bu çizgide vücuda getirilen varlık
herhangi varlıktır, ortak olandan kendine özgü olana, kendine özgü olandan
ortak olana geçiş tarzına, kullanma -ya da ethos denir.
ethos
Noun 1. The character or fundamental values of
a person, people, culture, or movement. 2. (rhetoric) A form of rhetoric in which the
writer or speaker invokes their authority, competence or expertise in an
attempt to persuade others that their view is correct. 3. (aesthetics) The traits in a work of art which express the ideal or
typic character, as influenced by the ethos (character or fundamental values)
of a people, rather than realistic or emotional situations or individual
character in a narrow sense; opposed to pathos.
6. Rahatlık
35
Talmud’a göre her insanı bekleyen iki
yer vardır, biri Cennet’te diğeri ise Cehennem’dedir.
36
... her yaratılanın en kendine özgü
olan yanı kendi ikame edilebilirliğine (yerine-geçilebilirliğine), başkasının
yerindeki varlığına dönüşür.
Gençken İslam toprağında maceralı bir
biçimde Katolik olan Büyük Arap dünyası âlimi Massignon, hayatının sonuna
doğru, bir cemaat kurmuş ve bu topluluğu yerine geçmeyi işaret eden Arapça bir
terim ile, Badaliya diyerek adlandırmıştır. [Yükümlülükleri:] ... başka
birinin yerine geçerek yaşamak, yani başkalarının yerine Hıristiyan
olmak.
37
... bunun anlamı o (başkasının) kendi
ruhunda, kendi yer edinmesinde (vuku bulmasında) İsa’yı misafir etmesi için
(kendi ruhuna İsa’yı buyur etmesi için), ondaki (o başkasındaki) öyle
olanı yerinden yurdundan etmektir.
O halde Badaliya’ya can veren gizli
niyet Cenneti Cehennemden ayıran duvarı yıkmaktır. ... Tek işi bireyin evrensel
temsil edilebilirliğini temin etmek olan kültürümüzdeki bireyin yerinin
alınamazlığına dair ikiyüzlü kurguya karşı Badaliya, olanaklı temsil ya da
temsiliyet olmadan koşulsuz bir yerine geçilebilirlik [ikame edilebilirlik],
kesinlikle temsil edilemez bir topluluk sunar.
[38’de herhangi bir çalışma
için bir imge
paragraf var! Balmumu tabakadan ayrı
olarak...]
7. Maneries - Tarz*
* “Varlık tarzı, var olma tarzı, üslubu”
41
... cinslerin ve tümellerin maneries
oldukları iddiası...
42
[maneries’in kaynağı konusunda
düşünen yazarlar] ... cins ve türün yanına neden bir üçüncü figür
eklemişlerdir?
Pisa’lı Uguccione’nin tanımı bu
yazarların “maniera” (varlık tarzı) dedikleri şeyin ne bir cinse
özgülük ne de bir türe (tikele) özgülük olduğunu, örnek teşkil eden bir
tekillik ya da çoklu bir tekillik olduğunu düşündürür. [Mantıkçılar] ... maniera
ne cins, ne de bireydir (tekildir): örnek oluşturan bir şey, yani herhangi bir
tekilliktir. ... maneries terimi... büyük bir olasılıkla, kendi
kaynağındaki varlığı gösteren manure’den türemiş olabilir. Bu Batı
ontolojisine egemen olan ayrıma göre ne bir öz, ne bir var oluştur, bu kaynaktan
çıkan bir varlık tarzıdır, o ya da bu kipteki bir varlık değil, kendi
varlık biçimi olan bir varlıktır ve tam da bu yüzden, tamamıyla tekil
kalarak ve kayıtsız olmayarak, çoktur ve hepsi için geçerlidir.
43
... kendi kendini niteliklerinde dışa
seren varlık, geriye arta kalan bir şey bırakmaksızın kendi böylesidir,
öyle bir varlık ne ilineksel, ne zorunludur, ama deyim yerindeyse, hiç durmadan
kendine özgü varlık tarzınca üretilir.
44
Belki de, var oluştan özellik olarak
yararlanmayan bu özgür kendi kendini kullanmayı anlamanın tek yolu onu
bir habitus, bir ethos olarak düşünmektir. Kendi varlık tarzınca hayat
bulmuş olmak, aslında alışkanlık sözcüğünün tanımının ta kendisidir.
Kendine özgü varlık tarzı olan varlık
için bu aslında onu belirleyen ve bir öz olarak tanımlayan bir özellik
değildir, bu daha ziyade bir kendine özgü olmayıştır ama onu örnek haline
getiren şey, onun eşsiz varlığı olarak yararlandığı (varsayılan) ve üstlendiği
şey bu kendine özgü olmayıştır. Örnek ancak, örneği olduğu şeyin varlığıdır;
ama bu varlık kendisine ait değildir, o, kesinlikle kusursuzca ortaktır. Kendi
varlığımız olarak dışa serdiğimiz uygunsuzluk, bizi doğuran kullandığımız
varlık tarzı bizim ikinci, daha mutlu doğamızdır.
8. Şeytani
48
Şeytan, var olan her varlıkta bulunan
ve yardımımız için sessizce yakaran olmama olanağıdır (ya da, eğer uygun
bulursanız, şeytan, ilahi kudretsizlikten ya da Tanrı’daki olmama gücünden
başka bir şey değildir). Kötülük yalnızca bu şeytani öğe karşısındaki yetersiz
tepkimizdir. Onun karşısındayken korkmuş halimizle herhangi bir varlık gücünü
uygulamak üzere -kendimizi bu kaçışta temellendirerek- geri çekilmemizdir. Ancak
bu ikincil anlamda, olmamanın gücü ya da güçsüzlüğü kötülüğün köküdür. Tam da
kudretsizliğimizle karşı karşıya kaldığımızda kaçarak ya da ondan bir silahmış
gibi yararlanmaya çalışarak, bize güçsüzlüklerini gösterenlere baskı yapmakta
kullandığımız kötücül (şeytani) gücü oluştururuz.; ve en içimizdeki olmama
olanağımızdan yoksun kalarak, aşkı mümkün kılan yegane şeyi yitiririz.
9. Bartleby
51
Kant olanaklılık şemasını “bir şeyin
herhangi bir zamandaki temsilinin belirlenimi” olarak tanımlar. [gücüllük ->
potentia, herhangi]
Aristoteles’e göre her gücüllüğün
eklemlendiği iki biçim vardır, bunlardan belirleyici olanı filozofun “olmama
gücüllüğü” (dynamis me einai) ya da “güçsüzlük” (adynamia) de
dediği şeydir. Herhangi varlığın, daima gücül bir karakteri olduğu doğruysa,
sadece bu ya da şu özel edime yetkin olmayışı da aynı ölçüde kesinlik taşır,
bunun nedeni ne edime geçecek yetkinliğe sahip olması, ne de gücüllükten yoksun
olmasıdır, herhangi bir fark gözetmeden her şeyi yapabilecek güçte, her şeye
gücü yetecek durumda da değildir: Gerçek anlamıyla herhangi, var olmama
olabilen, kendi kudretsizliğinin gücünü taşıyabilen varlıktır.
52
Bu noktada her şey gücüllükten edime
geçiş kipine odaklanır. Olabilme ve olamama gücüllüğü arasındaki simetri
aslında sadece görünürdedir. Olma gücüllüğünde, gücüllüğün nesnesi bizzat belli
bir eylemdir, ... oysa olmama gücüllüğü için edim asla de potentia’dan ad
actum’a (gücülden edime) basit bir geçişten ibaret olamaz: Başka bir
deyişle o, nesnesi bizzat gücüllük olan bir gücüllüktür, [yani] bir potentia
potentiae. [Spinoza, Baker,
Deleuze; potentia-potestas]
Hem güce, hem güçsüzlüğe yetkin bir
güç, en yücesidir. Eğer her güç hem olma, hem olmama gücü ise, eyleme geçiş
ancak kendi olmama gücünü eyleme taşıyarak mümkün olur. Bunun anlamı şudur:
eğer piyaniste zorunlu olarak ait olan çalma ve çalmama kudreti söz konusuysa,
Glenn Gould, çalmadan edemeyebilen tek kişidir, ve gücüllüğünü sadece eyleme
değil aynı zamanda kendi kudretsizliğine de yönlendirerek, deyim yerindeyse,
çalmama gücüllüğüyle birlikte çalar. Kendi çalmama kudretini terk eden ve
olumsuzlayan yetenek karşısında, ustalığın eylemde uygulamaya geçirdiği ve
muhafaza ettiği şey çalma gücüllüğü değil (edim üzerinde olumlu gücüllüğün
üstünlüğünü vurgulayan ironinin konumu budur), çalmama potansiyelidir.
53
Aristoteles’in uslamlamasına göre,
aslında eğer düşünce sadece bu ya da o düşünülebilirliği düşünme gücüllüğünden
ibaret olsaydı, o zaman düşünce her zaman çoktandır edime geçmiş olurdu ve
zorunlu olarak kendi nesnesinin altında kalırdı, ama, düşünce özünde, saf bir
gücüllük olduğundan, yani aynı zamanda düşünmeme gücüllüğü olduğundan, bu
haliyle materyal ya da olanaklı anlak olarak filozof tarafından üzerine hiçbir
şey yazılmamış olan bir yazı tableti ile kıyaslanır. (Bu aslında Latin
çevirmenlerin tabula rasa deyimi ile çevirdikleri imgedir, antik dönem
yorumcuları tabula rasa’dan ziyade, rasum tabulae’den yani
tableti kaplayan ve oyma kaleminin kazıdığı balmumu katmandan söz etmek
gerektiğini belirtiyorlardı).
54
Düşünce, bu düşünmeme gücüllüğü
sayesinde kendi kendine (kendi saf gücüllüğüne) yönelebilir ve en uçtaki en
yüksek noktasında düşüncenin düşüncesi olabilir. Bu noktada onun düşündüğü şey
bir nesne, bir edimde-varlık değil, kendi saf (düşünmeme) gücüllüğünden kendi
edilgenliğinden başka bir şey olmayan o balmumu tabaka, o rasum tabulae’dir:
Kendi kendini düşünen gücüllükte eylem ve tutku özdeşleşir ve yazı tableti
kendiliğinden yazar ya da daha doğrusu kendi edilgenliğini yazar.
Kusursuz yazma eylemi bir yazma
gücünden değil, kendi kendine yönelen bir güçsüzlüğünden (kudretsizliğinden)
kaynaklanır ve bu biçimde (Aristoteles’in eyleyen anlak, ya da poetik anlak
dediği) saf edim olarak kendisinin başına gelir. Bu nedenle, Arap geleneğinde,
eyleyen anlak bir melek biçimine sahiptir, adı Kalem’dir ve yeri sırrına
erişilmez bir gücüllüktür. Bartleby, yani sadece yazmayı durduran bir katip
olmakla kalmayan aynı zamanda “hayır demeyi yeğleyen” Bartleby, kendi yazmama
gücüllüğünden başka bir şey yazmayan bu meleğin en uç figürüdür.
10. Düzeltilemez
57
[Thomas Aquinas, Summa Teologica,
91 sayılı ek: evrensel yargıdan sonra doğanın durumunun sorgulanması] Evrende
bir yenilenme olacak mı? Göksel cisimlerin hareketi duracak mı? Elementlerin
parlaklığı artacak mı? Hayvanlara ve bitkilere ne olacak? Bu soruların tosladığı
mantıksal zorluk şudur: Eğer duyumsanabilir dünya mükemmel olmayan insanların
yerleşimine ve haysiyetine uygun biçimde düzenlenmişse, insan doğaüstü
menziline (varış noktasına) ulaştığında, bu dünya ne tür bir anlama sahip
olabilecektir? Nihai nedeni gerçekleştikten sonra doğa nasıl hayatta
kalacaktır?
58
Düzeltilemez, Walser’in [Robert
Walser, Alman asıllı İsviçreli yazar, 1878-1956] yazdıklarında şeylere kazıdığı
monogramdır. Düzeltilemez onların çaresizce öyle-olmalarına, hatta sadece
kendilerine özgü böyle’liklerine teslim edilmeleri anlamına gelir.
(Walser için olduğu şeyden başka bir şey gibi görünmekten daha tuhaf bir şey
yoktur) ama düzeltilemez, onlar için bir başka anlam daha içerir: Bu kelimenin
tam anlamıyla, böyle-olmaları dışında olanaklı hiçbir sığınak olmadığı, böyle
olmalarıyla şimdi mutlak olarak terk edildikleri, mutlak olarak dışa
serildikleri (tehlikelere açık hale geldikleri) anlamına gelir.
monogram iki ya da daha
fazla yazıyı bir araya getiren, üst üste binmesine neden olan tek bir motif.
Yani bu, Batı düşüncesinin iki haçı
olan zorunluluğun ve olumsallığın her ikisinin de, yargı günü sonrası (post
iudicium) dünyasında ortadan kalkacağı anlamına gelir.
59
Zorunluluğun buyruğunu onayan,
ol-maya-bilememe ile güvenilmez istikrarsız olumsallığı tanımlayan olmaya-bilme
arasındaki sonlu dünya, hiçbir özgürlük temellendirmeyen ikinci güçte bir
olumsallık sızdırır: dünya olmadan edemeyebilir, düzeltilemez olabilir.
Tam da bu nedenle doğanın,
konuşabilseydi eğer, kederlenip ağlanacağını söyleyen eski özdeyiş anlamını
yitirir. Hayvanlar, bitkiler, nesneler, dünyanın tüm öğeleri ve yaratılanları
yargı gününden sonra, teolojik ödevleri bittiğinden, deyim yerindeyse bozulamaz
bir düşmüşlüğün keyfini süreceklerdir, üzerlerinde dünyevi bir ışık halesi gibi
bir şey asılı duracaktır. Bu nedenle gelmekte olan tekilliğin durumunu,
Scardanelli-Hölderlin’in geç dönem şiirlerinden birini sonlandıran dizelerden
daha iyi tanımlayan bir şey olamaz:
kendini
altın rengi bir günde gösterir
ve
tamamlanış sitemsizdir.
11. Etik
61
Etik hakkında her söylem insanın bir
özü, bir tarihsel ya da tinsel uğraşısı, bir biyolojik kaderi olmadığı, olması
da gerekmediği ya da, bunları gerçekleştirmek gibi bir hedefi olmadığı
gerçeğinden yola çıkmalıdır. Tam da bu nedenle bir etik olarak bir şeyler var
olabilir: Eğer insan şu ya da bu tözden, o ya da bu yazgı olsaydı ya da olmak
zorunda olsaydı, hiçbir olanaklı etik deneyimin olmayacağı, sadece yerine
getirilmesi gereken ödevler olacağı açıktır.
Yine de bu insanın hiçbir şey
olmadığı ve olmak zorunda da olmadığı, sadece hiçliğe teslim edildiği ve bu
yüzden, olmaya ya da olmamaya, şu ya da bu kaderi üstlenmeye ya da üstlenmemeye
kendiliğinden özgürce karar verebileceği anlamına gelmez. (Nihilizm ve
kararvermecilik* bu noktada karşılaşırlar). Aslında, insanın olduğu ve olmak
zorunda olduğu bir şey vardır ama bu bir şey bir öz değildir, hatta, tam olarak
bir şey de değildir: Olanaklılığı ya da gücüllüğü olarak insanın kendisinin
var oluşunun yalın gerçekliğidir. Ancak tam da bu yüzden şeyler karmaşık
hale gelir, tam da bu yüzden etik etkin hale gelir.
* Decisionism
ahlaki ya da yasal hükümlerin siyasi ya da yasal gövdeler/kurumlar
tarafından verilen kararların ürünü olduğunu ileri süren siyasi, etik ve hukuki
öğretidir. Buna göre, önemli olan kararın içeriği değil, kararın uygun otorite
tarafından, geçerliliğini sağlayan doğru bir usulle verlimesidir. ... Carl
Schmitt, Nazi politikasını aklama, vb ...
62
Mademki insanın en kendine özgü
varlığı kendi olanaklılığı ya da gücüllüğüdür, o halde sırf bu yüzden borçludur
ve kendini borçlu hisseder (yani kendine en özgü varlığı gücüllük olduğundan,
belli bir anlamda, onun eksikliğini hisseder, ol-mamaya muktedirdir, yani
temelden yoksundur ve ona ezelden beri sahip değildir). İnsan, olma ya da
olmama gücüllüğü olarak her zaman çoktandır borçludur, herhangi bir suç
işlemeden önce bile zaten vicdan azabı duyar.
64
Yegane kötülük ise, insanın var oluşa
borçlu kalmaya ve olmama gücüllüğünden bir töz ya da var oluşun ötesinde bir
temel gibi yararlanmaya; ya da (ahlakın kaderi, varacağı yer budur) insanın
varoluşunun en kendine özgü tarzı olan kendi gücüllüğüne her durumda bastırması
gereken bir suç gibi bakmaya karar vermesinden ibarettir.
12. Dim Külotlu Çorapları
https://www.youtube.com/watch?v=Bgg2zY_5pLw
65
Yetmişli yılların başında Paris’teki
sinema salonlarında tanıdık bir külotlu çorap markasının reklamı ...
izlenebiliyordu.
66
Yirmili yıllarda, kapitalist
metalaştırma süreci insan figürüne yatırım yapmaya başladığında, bu olguyu
gözlemleyen, kuşkusuz lehinde olmayan gözlemciler, söz konusu durumda olumlu
bir yön bulmadan edemediler, sanki kapitalist üretim biçiminin sınırlarının
ötesine geçen bozulmuş bir ilahi vahiy metninin karşısında bulunuyor
gibiydiler, ve tam da bu nedenle bu metnin şifresini çözmeleri gerekiyordu.
Kracauer’in kızlarla ilgili gözlemleri ve Benjamin’in halenin/aura’nın
düşüşüyle ilgili gözlemleri böyle ortaya çıktı.
67
Kızların dansında, reklam
görüntülerinde, mankenlerin defilelerinde insan figürünün, endüstriyel ölçeğe
daha önce dayatılan teolojik temellerden kurtulmasını sağlayan çığır açıcı
özgürleşme süreci böylece tamamlanıyordu, bu tamamlanma XIX. yy. Başında taş
baskı (litografi) ve fotoğrafçılığın icadı pornografik resimlerin makul fiyatla
yayılmasını teşvik ettiğinde gerçekleşmişti, bu pornografik resimler, ne türe
ait, ne bireysel, ne ilahi imge, ne hayvan biçimiydi, beden o zaman gerçekten herhangi
haline gelmişti.
68
İnsan bedeni artık ne Tanrı’ya, ne de
hayvana benzemektedir, başka insan bedenlerine benzemektedir. İnsan figürünün
günümüz sanatlarından gönüllü göçünün ve portrenin önemsizleşmesinin nedeni de
budur: Portrenin ödevi bir biriciklik yakalamaktır ama bir herhangiliği
yakalamak için fotoğraf objektifi gerekir.
Özgürleşme süreci, bir bakıma,
sanatın keşfi kadar eskidir. Bir elin ilk kez bir insan figürü çizdiği ya da
taşa kazıdığı andan itibaren, o insan figüründe zaten ele rehberlik eden
Pygmalion’un düşü mevcuttu: sadece sevilen bedenin imgesini oluşturmak değil,
insanın koşulsuz mutluluk isteğini engelleyen organik engelleri parçalamak söz
konusuydu.
13. Haleler
71
[Bloch:] “... barış hükümranlığını
kurmak için her şeyi yıkmak ve tamamen yeni bir dünyayı başlatmak gerekmez; bu
fincanı ya da şu ağaç fidanını veya o taşı, kısacası her şeyi birazcık
kaydırmak yeter...”
72
[Benjamin:] “Hasidizmi benimseyenler
arasında gelecekteki dünya ile ilgili... Bu dünyada giydiklerimizi orada da
sırtımızda taşıyacağız. Her şey şimdiki gibi olacak, ancak, bir parçacık
değişiklikle”.
Mutlak olanın bu dünya ile özdeş
olduğu teziyle ilgili hiçbir yenilik yoktur. ... Oysa yeni olan [bu küçücük yer
değiştirmenin taş, fidan gibi gerçek koşullarla ilgisi olmadığıdır]. Bu küçücük
yer değiştirme şeylerin durumu ile değil, anlamları ve sınırları ile ilgilidir.
Onun yeri şeyler değil, şeylerin çeperidir, her bir şey ve kendi kendisi
arasındaki rahatlıkta yer alır – vuku bulur. ... Ama her şey kesin bir biçimde
nihayete erdikten sonra bir “başka türlü” nasıl düşünülebilir?
73
Thomas Aquinas’ın haleler üzerine
yazdığı küçük risalede geliştirdiği öğreti, bu anlamda eğitici ve yol
göstericidir. Seçilmişlerin sonsuz mutluluğu, der, kendi içinde insan doğasının
mükemmel işleyişi için zorunlu olan tüm iyilikleri barındırır ve bu yüzden
onlara öze ait hiçbir şey eklenemez. Yine de onlarda fazladan (superaddi)
verilebilecek bir şey, “öze ait olana eklenen ilineksel bir ödül” vardır, bu
ödül sonsuz mutluluk için zorunlu değildir, onu tözsel olarak değiştirmez, tek
yaptığı onu daha parlak (clarior) hale getirmektir.
Hale kusursuzluğa eklenen bu ilave
şeydir -sınırları gök kuşağı gibi renklenir renklenmez, kusursuz olanın
titreşmesi gibi bir şeydir.
74
[Thomas Aquinas’da ‘hale’], sonsuz
mutluluğa eklenen bir quid, bir öz ya da bir özellik değildir:
Kesinlikle öze ait olmayan bir ilavedir.
[Scouts’da ise hale], sonsuz bir
mutluluğun bireyleşmesi, kusursuz olanın tekil hale gelişidir.
75
Scotus’dan farklı olarak, Thomas
Aquinas için, bu noktada tekillik varlığın uç bir belirlenimi değil,
sınırlarının belirlenemezliği ya da bir püskül gibi saçaklanıp çözülmesidir:
Belirlenimsizlik yoluyla paradoksal bir bireyleşmedir.
Hale, bu anlamda olanaklılık ve
gerçeklik, gücüllük ve edimselliğin birbirlerinden ayırt edilemez hale
geldikleri bir bölge gibi düşünülebilir. Nihayetine ermiş varlık tüm
olanaklılıkları tükettiğinden kendisine ek bir olanaklılık bağışlanır. ...
Bitmiş olanın, ondaki sınırları belirsizleştiren, onu başka şeylerle karışacak
yetkinliğe, kendisini herhangi haline getirme yetkinliğine ulaştıran bu
algılanamaz titreşim... [o küçük yer değiştirmedir]. [ancak sadece eylemden
sonra gelen bir gücüllüğe, biçim altında kalmayan ama onu çevreleyip kendisine
hale yapan bir madde...].
14. Takma Ad
[Robert Walser]
77
Nasıl ki, her övgü her şeyden önce
ada yapılan bir övgüyse, her ağıt da daima dil için yakılır. Ağıt ve övgü insan
dilinin geçerliliğini ve alanını, onun şeylere atıfta bulunuşunu tanımlayan en
uç durumlardır. Feryat figan doğa kendini anlam tarafından aldatılmış, ihanete
uğramış hissettiğinde ağıt yakılır, adın şeyi kusursuzca söylediği yerler olan
övgüde, methiyede, adın kutsanmasında dil zirveye ulaşır.
78
Eğer, Batı’da, dil sürekli olarak,
Tanrı’nın adını var etmek, kendine özgü göndergesel gücünü Tanrı’nın adında
temellendirmek için bir makine olarak kullanıldıysa, Walser’in dili kendi
teolojik görevinden daha uzun yaşamıştır. Yaratılana özgü kaderini tüketmiş bir
doğanın karşısında, her türlü adlandırma iddiasını bir kenara bırakmış bir dil
bulunur.
79
Bu noktada küçük burjuvanın dil
karşısındaki güvensizliği dilin göndergesi karşısında duyduğu utanca dönüşür.
Bu gönderge, artık anlamın ihanetine uğrayan doğa olmadığı gibi, onun addaki
başkalaşımı, şekil değiştirmesi de değildir, lakap ve ad arasındaki rahatlık mekânında
söylenmeden (telaffuz edilmeden) tutulan şeydir.
15. Sınıfsız
81
Eğer insanların kaderini bir kez daha
sınıf terimleriyle düşünmek zorunda kalırsak, bugün artık toplumsal sınıfların
bulunmadığını, gezegene yayılmış bir küçük burjuva bulunduğunu ve eski
sınıfların onda çözülüp eridiğini söylemek zorundayız: Küçük burjuva dünyayı
miras aldı, küçük burjuva insanlığın nihilizmden sonra hayatta kalma biçimi
oldu.
Faşizm ve Nazizm’in de anlamış olduğu
şey tam olarak buydu, ve eski toplumsal öznelerin [Baker, toplumsal tipler]
geriye dönülmez bir biçimde ortadan kaybolduklarını açık seçik bir biçimde
görmüş olmak, onların aşılamaz modernlik ehliyetini de oluşturur. (Politik bir
bakış açısıyla bakarsak, Faşizm ve Nazizm kesinlikle aşılmamıştır ve bizler
hala onların işareti altında (burcunda) yaşamaktayız). Bununla birlikte, faşizm
ve nazizm, sahte ve yapay bir halk kimliğine sımsıkı yapışmış küçük bir ulusal
burjuvaziyi temsil ediyorlardı, bu kimlik üzerine kurulan burjuvanın büyüklük
düşleri heyecan veren etkin bir güçtü. Bu durumun aksine gezegenin küçük
burjuvazisi özgürleşti, bu büyüklük düşlerinden arındı ve proletaryanın tanınabilir
her türlü toplumsal kimliği reddetme eğilimini devraldı. Küçük burjuva
hiçlediği ve reddettiği her şeyi yine aynı hareketle inatla özümseyip uyar gibi
görünmektedir. Tek bildiği sahici-olmayan ve kendine özgü olmayandır, hatta
kendine özgü olabilecek bir söylem fikrini bile reddeder. Birbiri ardına
yeryüzüne gelmiş olan nesillerin ve halkların yalan ve hakikatini oluşturan
dil, lehçe, ağız, yaşam biçimi, karakter, gelenek görenek farklılıkları, ve her
şeyden önce, her birimizin fiziksel özelliklerindeki farklılıklar, küçük
burjuva için her türlü anlamını, ifade ve iletişim kapasitesini yitirmiştir.
84
... gezegenin küçük burjuvazisinin
büyük olasılıkla kendi yıkımına doğru yol alan insanlık biçimi olduğu... Ancak
bu onun insanlık tarihinde duyulmamış bir fırsatı temsil ettiği de anlamına
gelir, bu fırsatı ne pahasına olursa olsun kaçırmamalıdır. Zaten anlamsız ve
kendine özgü olmayan bir bireysellik biçiminde kendine özgü bir kimlik aramanın
peşinde koşmak yerine, bu kendine özgü olmayışı olduğu haliyle kendilerine ait
kılarlarsa, kendine özgü varlığın-öylesini bir kimlik ve bir bireysel özellik
olarak değil de, kimliksiz bir tekillik, ortak ve mutlak olarak dışa serilmiş
bir tekillik olarak kendilerine ait kılarlarsa, işte o zaman insanlar, bu ve şu
özel öz-yaşam öyküsündeki (b)öyle-olmayışın değil de, sadece böylenin, onların
tekil dışsallığı ve yüzü olabileceğini bilirlerse, işte o zaman hayatlarında
ilk kez önyargısız ve öznesiz bir şekilde bir ortaklığa girer, iletişim
kurulamayanla iletişim kurabilirler.
16. Dışarısı
87
Herhangi, saf tekilliğin figürüdür.
Herhangi tekilliğin kimliği yoktur, bir kavrama göre belirlenmemiştir ama
sadece belirlenmemiş olmakla da kalmaz; daha ziyade ancak bir idea ile ilişkisi
sayesinde, yani olanaklılıklarının toplamıyla ilişkisi sayesinde
belirlenmiştir. Bu ilişki sayesinde tekillik, Kant’ın dediği gibi, mümkün her
şey ile sınırdaş hale gelir ve böylece “tam olarak her biçimde belirlenmesini”,
belirlenmiş bir kavrama ya da belirli güncel bir özelliğe (Kızıl, İtalyan,
Komünist olmak) katılımından değil de, sadece ve sadece bu sınırdaş olma durumu
sayesinde alır. O bir bütüne aittir ama bu aidiyetin gerçek bir koşul
tarafından temsil edilebilirliği yoktur: Aidiyet öyle-olma, burada ancak
boş ve belirlenmemiş bir bütünlük ile ilişkilidir.
88
... boş kalması gereken bir dış uzam
ile temas noktası olan bir eşik...
... saf bir dışsallık, saf bir dışa
açıklık... Herhangi, bu anlamda bir dışarı olayıdır.
[“dışarısı”, pek çok Avrupa dilinde
“kapıda” anlamına gene bir sözcükle ifade edilir.] Dışarısı belirli bir uzamın
ötesinde uzanan bir başka uzam değildir ama eşiktir, ona erişim veren dışsallık
-tek kelimeyle onun yüzü, onun eidos’udur.
89
Eşik, bu anlamda, sınıra göre bir
başka şey değildir; eşik, deyim yerindeyse, söz konusu sınırın kendisinin
deneyimi, bir dışarısının içinde olmaktır. Bu kendinin-dışında-olma
tekilliğin insanlığın boş ellerinden topladığı armağandır.
17. Eşadlık - bu bölümün tam metni -
91
1902 Haziranında otuz üç yaşındaki
bir İngiliz mantıkçı, Gottlob Frege’ye bir mektup yazmıştı. Mektubunda, Aritmetiğin
İlkeleri’nin postulatlarından birinde Cantor’un kümeler kuramıyla
matematikçiler için yaratmış olduğu “cennetin” temellerini sorunsallaştırıp
tehdit edecek bir antinomi keşfettiğini bildiriyordu.
antinomi çatışkı; yasaların veya önermelerin kendi
aralarında çelişikliği; bu önermeler üzerinde deney yapılamayacağı için
karşılıkları da aynı güçle ileri sürülebilir. sözcük oyunlarına dayanan
kozmolojik tanıtlarsa her iki karşıt önerme için ileri sürülebilir. Kant
nesneye olduğu gibi özneye de kesin bir bilinemezlik yakıştırır ki bu gibi
kozmolojik önermelere saf usun çatışkıları adını verir ve bunları dört ana
çatışkı da toplar:
1) nicelik çatışkısı: "evren sınırlıdır-evren
sınırsızdır."
2) nitelik çatışkısı: "özdek bölünmez atomlardan
yapılmıştır-özdek sonsuzca bölünebilir."
3) bağıntı çatışkısı: "her şey zorunlu olarak
bağıntılıdır-hiçbir şey zorunlu olarak bağıntılı değildir."
4) kiplik çatışkısı: "evrenin nedeni olan zorunlu
bir varlık vardır-evrenin nedeni zorunlu bir varlık değildir."
Kant’a göre anlık duyumsal deneyin sınırlarını
aşamayacağından duyumsal deneyin dışında kalan bu gibi önermelerin savı kadar
karşı savı da aynı kesinlikle tanıtlanabilir, bu halde hem savı hem karşı savı
doğru saymak gerekir ki bu bir çatışkıdır. ekşi
Frege her zamanki dirayetiyle ama bu
meseleye biraz da bozularak, genç Russel’ın mektubunda ortaya koyduğu şeyin ne
olduğunu anlamıştı: Bu bir kavramdan kavramın kaplamına geçme olanaklılığından
yani sınıf terimleriyle düşünme olanaklılığından başka bir şey değildi. Daha
sonra Russell şöyle açıklıyordu: “Bazı nesnelerin hepsinin belirli bir özelliğe
sahip olduklarını söylediğimizde, bu özelliğin tanımlanmış nesnelerin hepsinin
belirli bir özelliğe sahip olduklarını söylediğimizde, bu özelliğin tanımlanmış
bir nesne olduğunu, ait olduğu nesnelerden ayrı olabildiğini varsayıyoruz;
ayrıca söz konusu özelliğe sahip nesnelerin bir sınıf oluşturduklarını ve bu
sınıfın, bir biçimde, öğelerinin her birinden ayrı yeni bir kendilik olduğunu
varsayıyoruz.” Bugün bir salon eğlencesine dönüşmüş olan ama Frege’ni düşünsel
üretimini kalıcı olarak tehlikeye atacak ölçüde ciddi oldukları açık ve
kaşifini yıllarca bunun sonuçlarını sınırlayacak her türlü duyarlı aracı işe
koymak zorunda bırakan bu açıkça dile getirilmemiş, içeriği besbelli
varsayımlar “kendi kendilerinin üyesi olmayan tüm sınıfların sınıfı” açmazı
tarafından şüpheli hale getirilmişlerdir. Hilbert’in ısrarlı ve inatçı görev ve
sorumluluk çağrısına rağmen, mantıkçılar kesinlikle cennetlerinden
kovulmuşlardı.
92
Frege’nin sezdiği ve bizim bugün
belki de daha açık bir biçimde görmeye başladığımız gibi, kümeler kuramının
açmazlarının temelinde aslında, Kant’ın Marcus Herz’e yazdığı 21 Şubat 1772
tarihli mektubunda sorduğu “Temsillerimiz nasıl oluyor da nesneler gönderme
yapıyorlar?” sorusuyla dile getirdiği sorun bulunuyordu. “Kırmızı” kavramının
kırmızı nesneleri ifade ettiğini söylemek ne anlama geliyor? Her kavramın kendi
kaplamını oluşturan bir sınıfı belirlediği doğru mu? Öyleyse, bir kavramdan
kaplamından bağımsız olarak söz etmek nasıl mümkün oluyor? Russell’ın paradoksu
bir sınıfı belirlemeyen (ya da bir sınıfı antinomiler -karşıtlar, zıtlıklar-
olmadan belirleyemeyen) kavramların ya da özelliklerin (o bunlara yüklemsel
olmayan kavramlar ya da özellikler diyordu) var oluşunu gözler önüne seriyordu.
Russell bu özellikleri (ve onlardan türeyen sözde sınıfları) tanımlarından
“herhangi”, “her”, “hepsi” terimlerinden oluşmuş “bariz değişkenlerin”
göründüğü özelliklerle özdeşleştiriyordu. Bu ifadelerin hayat verdikleri
sınıflar, (kendine ait kaplamın parçası olma gereksinimindeki bir kavram
olarak) tanımladıkları bütünlüğün parçası olduklarını iddia eden, “meşru
olmayan bütünlüklerdir”. Onlara karşı yaptıkları (görev ve sorumluluk
çağrılarının tam da söz konusu değişkenleri içerdiği gerçeğini göz ardı eden)
mantıkçılar daha fazla yasak getiriyorlar ve tutunacakları sınırlarını
belirginleştiriyorlar: “Bir sınıfın tüm üyelerini örtük olarak işaret eden
herhangi bir şeyin kendisi onlardan birisi olmamalıdır”, “sınıfın her ve her
bir üyesini bir şekilde ilgilendirenin hepsi o sınıfın bir üyesi olmamalıdır”,
“herhangi bir ifade bariz bir değişken içeriyorsa, o ifade değişkenin olanaklı
değerlerinden birisi olmamalıdır.”
94
Ne yazık ki mantıkçılar için,
yüklemsel-olmayan ifadeler düşünülebileceğinden çok daha fazladır. Hatta her
terim tanımı gereği kaplamının her ve her hangi bir üyesine ayrıca kendi
kendine gönderme yapabilir, tüm (ya da neredeyse tüm) sözcüklerin, açmazın dile
getirdiği biçime göre, aynı zamanda hem kendi kendilerinin üyeleri olduğu hem
de olmadığı söylenebilir.
Durum böyle iken, bir ayakkabı için
“ayakkabı” terimini ele alacak olmamıza, hiçbir şekilde itiraz etmeye değmez.
Bu noktada yetersiz bir öz-göndergesellik kavrayışı sorunun odak noktasını
kavramamıza engel olur: Burada asıl mesele sessel ya da yazısal olarak
maddeleşmiş haliyle (ortaçağdakilerin suppositio materialis dedikleri
haliyle) maddi bir varlık kazanmış olan “ayakkabı” sözcüğü değildir, mesele, “ayakkabı”
sözcüğünün tam da ayakkabıyı anlamlandırmasındadır (ya da, a parte objecti [from the object], “ayakkabı” terimi tarafından anlamlandırılan ayakkabı
olmasındadır). Bir ayakkabıyı herhangi bir sorun olmadan “ayakkabı” teriminden
ayırt edebiliyorsak da, bir ayakkabıyı, onun (ayakkabı)-olduğunu- söylemekten,
onun dil-deki-varlığından ayırt etmek çok daha zordur. Söylenmiş-olmak,
dil-deki-varlık olmak her şeyden önce, yüklemsel olmayan özelliktir, ki bu
özellik, bir sınıfın her üyesine ait olmakla birlikte aynı zamanda kendi ait
oluşunu bir çıkmaz haline getirir. Frege’nin bir keresinde “‘at’ kavramı bir
kavram değildir” diye yazarken dile getirdiği paradoksun içeriği budur, (ve
Milner, yeni tarihli bir kitapta bunu şu biçimde ifade etmiştir: “dilsel terimin
kendine özgü adı yoktur”): Yani, bir kavramı olduğu haliyle kavramaya
çalışırsak, ne yazık ki o kavramı kaçınılmaz bir biçimde bir nesneye
dönüştürürüz ve bunun için ödeyeceğimiz bedel onu artık kavranan şeyden ayırt
edememektir.
suppositio materialis the use of a word autonymously, or as a
name for itself wiki
95
Bu yönelimsellik çıkmazı, o bir intentum’a
dönüşmeden yönelmiş olamayacağından, ortaçağ mantığında “bilişsel varlık”
açmazı olarak bilinen bir şeydi. Meister Eckhart’ın dile getirdiği biçimiyle:
“Eğer bir şeyin sayesinde göründüğü ve tanındığı imge ya da biçim (tür) o şeyin
ta kendisinden başka bir şey olsaydı, söz konusu şeyi, ne onun sayesinde ne de
onda, tanıyamazdık. Ancak, biçim ya da imge o şeyden tamamıyla farklı olsaydı,
o zaman da, tanımak açısından hiçbir yararı olmazdı... Eğer ruhtaki biçim nesne
özelliğine sahip olsaydı, biçimi olduğu şeyi onun aracılığıyla tanıyamazdık,
eğer bizzat kendisi bir nesne olsaydı, bizi kendisini tanımaya götürebilir ve
bizi şeyin bilgisinden ayırabilirdi” (Yani burada bizi ilgilendiren terimlerle
söyleyecek olursak: Eğer, bir şeyin sayesinde ifade edildiği sözcük, o şeye
özdeş olsaydı ya da o şeyin bizzat kendisinden farklı olsaydı, o zaman o sözcük
o şeyi ifade edemeyebilirdi).
96
Düşünceyi dilsel olmak çıkmazlarından
kurtarıp alacak şey Russell’ın önerdiği ve Wittgenstein’ı son derece rahatsız
eden hiyerarşi gibi bir türler-tipler hiyerarşisi değil ama ancak bir idealar
kuramıdır, böyle bir kuram bu aporiaları (çıkmazları) euporie’ye (kişisel hoşnutluk
ve mutluluk durumuna) dönüştürecek düzeydedir. Aristoteles’in platonik idea ve
çoklu fenomenler arasındaki ilişkinin özelliklerini belirlediği cümle aşılamaz
bir açıklıkla bu durumu dile getirmektedir; Metafizik’ın modern baskıları
cümlenin kendine özgü anlamını budayarak sunmaktadır. En yetkin el yazmasındaki
derse başvurulduğunda cümle şöyle demektedir: “Katılmalarına göre, eşanlamlıların çoğulluğu idealara göre eşadlıdır”
(Met., 987b 10).
Platon gençliğinden itibaren Kratylos’un dostu
olduğundan ve bütün duyusal şeylerin sürekli bir akış içinde oldukları ve
bilimin konusu olamayacaklarını söyleyen Herakleitosçu görüşleri yakından
bildiğinden daha sonraki yıllarda da bu görüşleri savundu. Öte yandan Sokrates,
ahlaksal konularla meşgul olmakta ve bir bütün olarak doğal dünyayı bir yana
bırakıp tümeli bu ahlaksal konularda aramaktaydı. O, düşünceyi tanımlar
üzerinde yoğunlaştıran ilk kişi olmuştu. Platon, onun öğretisini kabul etti.
Ancak ilk eğitimi onu bu tümelin duyusal şeylerden ayrı bir düzene ait
gerçeklikler içinde bulunması gerektiği düşüncesine götürdü. Bu nedenden
dolayı, o, ortak tanımın herhangi bir duyusal şeyin tanımı olamayacağını
savundu. Çünkü duyusal şeyler sürekli olarak değişmekteydi. Böylece o, bu diğer
türden şeylere İdealar adını verdi. Duyusal şeylerin ayrı olduklarını ve
adlarını onlardan aldıklarını söyledi. Çünkü şeyler, kendileriyle aynı adı
taşıyan İdealardan pay almak suretiyle var olmaktaydı. Burada sadece “pay
alma” yeni idi. Çünkü Pythagorasçılar şeylerin, sayıların “taklit edilmesi” ile
var olduklarını söylemektedirler. Platon ise yalnızca bir ad değişikliği
yaparak onların “pay alma” yoluyla var olduklarını söylemektedir. Ancak
idealardan pay almanın veya onların taklit edilmesinin mahiyeti ne olabilir?
Bu, onların çözmeden bıraktıkları bir sorundur.
Aristoteles, Metafizik – 1. Kitap - 6. Bölüm
. (Çev. Ahmet Arslan), Sosyal Yayınları, 1996
İstanbul, 987b 10. s. 108
97
Aristoteles için, aynı ada ve aynı
tanıma sahip kendilikler eşanlamlıdır: Başka deyişle, uyumlu bir sınıfın
üyeleri oldukları, yani, ortak bir kavrama katılmaları yoluyla bir kümeye ait
oldukları ölçüde fenomenlerdir. Aralarında eşanlamlılık ilişkisi bulunan bu
aynı fenomenler idea’ya göre ele alındıklarında eşadlı hale gelirler (Aristoteles’e
göre aynı ada ama farklı tanıma sahip nesnelere eşadlı denir). Bu durumda tek
tek atlar at kavramına göre eşanlamlı ama at ideasına göre eşadlıdır: Aynı şey
Russell’ın paradoksunda da söz konusudur, aynı nesne bir sınıfa hem aittir, hem
ait değildir.
Peki, çoklu eşanlamlıların
eşadlılığını oluşturan ve her sınıfta, üyelerini sadece eşadlı yapmak, dildeki
saf yurtlarını gözler önüne sermek için ısrarla kalarak, onları yüklemsel
aidiyetlerinden çekip alan idea nedir? Eşanlamlının kendisine göre eşadlı
olduğu şey, ne bir nesne ne bir kavramdır, ama onun bizzat kendisinin bir
ada-sahip oluşu, kendisinin aidiyeti ya da dilde-olmasıdır. Buna karşılık, bu
ne adlandırılabilir, ne de gösterilebilir bir şeydir, yinelemeli (anaforik) bir
devinim sayesinde kavranabilir. Bu nedenle idea’nın kendine özgü bir adının
olmadığını ama sadece kendi kendini (auto)
yinelemesi (anafor) sayesinde ifade edilebildiğini söyleyen -belirleyici
olmasına rağmen bir ilke olarak nadiren konu edilen ilke şudur: Bir şeyin
ideası o şeyin bizzat kendisidir. Bu
adsız eşadlılık ideadır.
98
Ancak, tam da bu yüzden, idea eşadlı
olanı herhangi olarak oluşturur. Herhangi
(yalnızca) kavramla değil ama (aynı zamanda) idea’yla ilişkili olduğundan
tekilliktir. Bu ilişki yeni bir sınıfın temellerini atmaz ama her sınıfta
bulunur, tekilliği eşanlamlılığından, onun bir sınıfa aitliğinden alan bir
şeydir, ama onu bir isim ya da bir aidiyet yokluğuna doğru değil de, kendi
adına doğru, saf ve adsız eşadlılığa doğru götüren şeydir. Kavramlar ağı sürekli
olarak bizi eşanlamlılık ilişkilerine sokarken, idea her seferinde bu
ilişkilerin, tutarsızlıklarını sergileyerek, onların mutlaklık iddiasını
parçalamak üzere bu işe müdahale eden şeydir. O halde herhangi sadece (Badio’nun sözlerindeki gibi) “dilin yetkesinden
çekip alınan, olanaklı bütün adlandırmaların dışında ayırt edilemez olan”
değildir, anlamı daha net olarak şudur: Kendini basit bir eşadlılıkta, saf
söylenmiş-olmakta tutarak, tam da bu nedenle ve sadece bu yüzden adlandırılamaz
olmaktır: Dilsel-olmayanın dil-de-olmasıdır.
99
Burada adsız kalan
adlandırılmış-olandır; adın kendisidir (nomen
innominabile); yalnızca dil-deki-varlık dilin yetkesinden çekilip alınır.
Hala geçerli olan ve üzerinde her zaman düşünmemiz gereken Platoncu totolojiye
göre: Bir şeyin ideası o şeyin ta kendisidir; ad, bir şeyi adlandıran olduğundan, adın adlandırdığı kadarıyla o
şeyden başka bir şey değildir.
idea
Filozof temaşa eden ya da hatta düşünümleyen biri
değildir. Filozof yaratandır ve çok özel bir şey yaratır: kavramlar... [Örneğin
Platon'un 'idea' dediği şey...] ... başka bir şey olmayan şeydir, yani ancak ne
ise o olan.. [şimdi bu oldukça soyut görünüyor, oysa daha önce dediğim gibi
soyut olmamalı.] Sadece ne ise o olan bir şey; işte bu soyuttur. ... Yalnızca
anne olan bir anne düşünelim... [onun aynı zamanda bir eş, başka bir annenin
kızı olduğunu unutalım] ... kendisi de başka bir annenin kızı olmayan bir
anne... işte “anne ideası” dememiz gereken şey budur. ... [İşte Platon'un
yarattığı bir kavram olarak İdea budur] saf olarak şeyin ideası... İdeayı
tanımlayan, saflıktır. [Ama bu hala soyut kalıyor, neden?]] Deleuze A'dan Z'ye - Claire Parnet - “H”
History of Philosophy
https://www.youtube.com/watch?v=Cy84iU76-ss -
1988-89 [Gilles Deleuze’ün ölümü, 1995; filmin gösterimi, 1996] [2.1 - 27:14]
18. Schechina (Shekhina)
101
Guy Debord 1967 Kasım’ında Gösteri
Toplumu’nu yayımladığında, siyasetin ve tüm toplumsal yaşamın gösterişli
bir fantazmagoriye dönüşümü bugün artık hiç yabancı olmadığımız en uç biçimine
henüz ulaşmamıştı. Koyduğu teşhisin aman vermez berraklığı dikkate değerdir.
102
... gösteri bugün medya
dediğimiz şey ile ya da imgeler alanıyla tamamıyla örtüşen bir şey değildir:
Gösteri “insanlar arasında, aracısı imgeler olan toplumsal bir ilişkidir”,
insani toplumsallığın yabancılaşması ve insanın elinden alınmasıdır.
[Gösterinin saf bir ayrılık biçimi olması:] Gerçek dünyanın bir imgeye,
imgelerin gerçeğe dönüştüğü yerde, insanların pratik gücü kendisinden ayrılır
ve kendisine bir dünya gibi sunulur. [ticari ekonomi, toplumsal yaşamın tamamı
üzerinde mutlak bir egemenlik ve sorumsuzluk konumu kazanmış], tüm üretimi
tahrif ettikten sonra, şimdi artık kolektif algıyı istediği gibi
yönlendirebilir, toplumsal bellek ve iletişimi kontrol altına alabilir, onları tek
bir gösteri metasına dönüştürerek, gösterinin kendisinden başka her şeyin
sorgulanabileceği bir noktaya varabilir, bu noktada da “görünen her şey iyidir,
iyi olan şey görünür” demekten başka bir şey yapmaz.
103
[Kapitalizm ya da günümüzde dünya
tarihine egemen olan sürece ne ad vermek isterseniz o, sadece üretim
faaliyetini elimizden almakla kalmaz, dilin ta kendisini de, insanların
iletişimsel ve dilsel doğasını, Ortak olanla özdeş olan logos’u da
yabancılaştırmaktadır.] ... gösteri kendisine karşı kullanılabilecek olumlu bir
olanaklılık gibi bir şey de içerir.
105
Açığa çıkmış ve gözler önüne serilmiş
(ve tam da bu yüzden ortak ve paylaşılabilir olan) varlık açığa çıkan şeyden
ayrılır ve onunla insanlar arasında durur.
Eski rejimde insanların iletişimsel
özünün yabancılaşması ortak bir temel olarak iş gören bir önvarsayım
halindeyken, gösteri toplumunda bu yabancılaşma iletişimselliğin ta kendisidir,
özerk bir alana ayrılmış olan bizzat bu türsel öz, dildir. İletişimi engelleyen
şey iletilebilirliğin ta kendisidir, insanlar kendilerini birleştiren şey
tarafından birbirlerinden ayrılmışlardır.
106
[Gösteri çağında] yeryüzünün
krallıkları birbirleri ardına devlet biçiminin nihai halini alması olan
demokratik gösteri rejimine doğru yol almaktadırlar. Teknolojik gelişmelerden
ve ekonomik gereksinimlerden çok daha önce, dünya uluslarını ortak tek bir
kadere doğru sürükleyen şey, dilsel varlığın yabancılaşması, halkların dildeki
yaşamsal yurtlarından sökülüp alınmalarıdır.
Bununla birlikte, tam da bu nedenle,
içinde yaşadığımız çağ belki de ilk kez insanların kendi dilsel özlerini
deneyimlemelerinin mümkün olabileceği bir tarihsel döneme de dönüşebilir.
Deneyimleyebilecekleri şey, dilin o ya da bu içeriği değil, bizzat dilin
kendisidir, söz konusu olan o ya da bu doğru önerme değil, konuşuluyor
olma gerçeğinin ta kendisidir.
107
Açığa çıkanı açığa çıkaran hiçlikte
örtülü bırakmadan, dili bizzat dilin kendisine götürerek bu işlemi sonuna kadar
sürdürüp tamamlamayı başaranlar, sadece onlar, önvarsayımları ve devleti
olmayan bir ortaklığın/topluluğun ilk vatandaşları olacaklardır...
19. Tienanmen*
*1989’da
Çin’in Tienanmen Meydanı’nda gerçekleştirilen kitlesel gösteriler ve ölümlere
atıfla
109
Herhangi tekilliğin siyaseti, yani
ortaklığı (Kızıl, İtalyan, Komünist olmak gibi) herhangi bir aidiyet koşulu
yoluyla ve [negatif ortaklık,] koşulların basit yokluğu yoluyla dolayıma
sokulmayan, ama sadece kendisine ait olan yoluyla dolayıma sokulan bir
varlığın siyaseti nasıl olabilir?
Çin Mayıs’ı gösterilerinde en etkileyici
şey, göstericilerin taleplerinde görece belirleyici içerikler olmayışıdır (...
tek somut talep olan Hu Yao-Bang’ın rehabilitasyonu hemen kabul edilmiştir)
[Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesimine tepki, gibi]. Bu durum devletin
tepkisindeki şiddeti [orantısız güç] daha da açıklanamaz hale getirmektedir.
110
Gelmekte olan siyasetin yeni gerçeği,
bu siyasetin artık devletin denetimi ya da ele geçirilmesi için bir mücadele
olmayacağı ancak devlet ile devlet-olmayan (insanlık) arasında bir mücadele
olacağıdır, herhangi tekillikler ve Devlet organizasyonu arasında üstesinden
gelinemeyecek bir ayrışma olacaktır. ... Herhangi
tekillikler bir societas (toplum) oluşturamazlar çünkü geçerli
kılacakları herhangi bir kimlik, tanınmalarını ve kabul edilmelerini sağlayacak
herhangi bir aidiyet bağı yoktur ellerinin altında. Aslında son tahlilde devlet
her türlü kimlik talebini tanıyabilir (günümüzde devlet ve terörizm arasındaki
ilişkiler tarihi bu durumun dokunaklı bir teyididir) -hatta kendi içinde
devlete özgü bir kimlik talebini bile tanıyabilir ama tekilliklerin bir kimlik
talebinde bulunmadan oluşturduğu ortaklığa, temsil edilebilir bir aidiyet
koşulu olmadan ortak-aidiyet oluşturan insanlara (üstelik bu sıradan bir
önvarsayım biçiminde bile olsa) hiçbir şekilde tahammül edemez.
flüks -en önemli imge metin-
Nedir bir toplumun bedeni üzerinde olup biten?
Flüksler, daima flüksler, ve kişi de bir flüks kupürüdür her zaman. Bir kişi
bir flüks üretimi için bir çıkış noktasıdır daima, bir flüks alımı için bir
varış noktasıdır, herhangi türden bir flüks; ya da birçok flüks için bir kesme,
bir engellemedir.
Bir kişinin saçları varsa, bu saçlar birçok aşama
geçirebilir: bir genç kızın saç şekli evli bir kadınınkine benzemez, dul bir
kadının saç tarama şekline benzemez: tam bir saç şekli kodu vardır. Kişi, bu
saçları taşıdığı şekliyle, kendisini geçen ve kendi durumunu aşan saç
flükslerine göre kendisini tipik olarak bir engel şeklinde gösterir, ve bu saç
flükslerinin kendileri de kodlanmışlardır, çok farklı kodlara göre: dul kadının
kodu, genç kızın kodu, evli kadının kodu, vs. Kodlamanın ve
territoryalleştirmenin temel araç olarak flüksleri her zaman kendisiyle
kodlamak olan temel sorunu budur finalde: kişileri damgalamak, işaretlemek,
(çünkü kişiler flüksleri engellemekte ve kesmektedirler, flükslerin kesme
noktalarında yer almaktadırlar).
Fakat, kişileri damgalamaktan çok -kişileri damgalamak
görünürdeki yöntemdir-, kodlamanın daha derin bir fonksiyonu vardır, yani: bir
toplum sadece bir şeyden korkar: tufandan; bir şeylerin eksik olmasından
korkmaz, yokluktan, kıtlıktan korkmaz. Onun üzerinden, onun sosyal bedeni
üzerinden bir şeyler akar, ama biz bunu bilmeyiz, kod, kural olmayan ve hatta o
topluma göre kodlanamaz gibi görünen bir şeyler akar. Akıp o toplumu bir tür
deterritoryalleştirmeye sürükleyecek olan, toplumun üzerine yerleştiği toprağı
dağıtacak olan bir şey: bu bir felakettir o halde. Yıkılan, yok olup giden bir
şeyle karşılaşıyoruz ama bunun ne olduğunu bilmiyoruz, hiçbir koda uymuyor,
kodların altından kaçıp gidiyor; ve bu, uzun zamandan beridir, her zaman kod-benzerleri
bulduğuna inanan kapitalizm için de doğrudur bu açıdan, buradaki,
kapitalizmdeki ünlü telafi gücü dediğimiz şeydir –kapatmak, telafi etmek
dendiğinde kastedilen şudur: bir şeyin kapitalizmden kaçıyor göründüğü, bu
kod-benzerlerinin altından geçip gidiyor gibi göründüğü her seferde, kapitalizm
tüm bunları tekrar damgalar, üstelik bir aksiyom ekler ve mekanizma yeniden
hareket etmeye başlar; 19. yüzyıldaki kapitalizmi düşünün: bir flüks merkezinin
ortaya çıktığını görür kapitalizm, bu tam tabiriyle bir işçiler flüksüdür,
proletarya flüksüdür. Peki, nedir böyle ortaya çıkan şey, böyle korkutucu bir
şekilde akıp giden ve dünyamızı sürükleyen, nereye gidiyoruz? 19. yüzyılın
düşünürlerinin, özellikle Fransız tarih ekolünün ilginç bir tepkisi olmuştur: 19.
yüzyıl ilk kez sınıf terimleriyle düşünülür, teorik sınıf kavramını icat eden
ve bunu açık bir şekilde kapitalist kodun temel bir parçası olarak ortaya
çıkaran onlardır yani: kapitalizmin meşruiyeti şuradan gelir: aristokrasiye
karşı bir sınıf olarak burjuvazinin zaferi.
aksiyomatik aksiyomlara
dayalı
aksiyom
kanıtlanması gerekmeyen kabullerdir.. Eukleides geometrisinde 7 adet
aksiyom vardır… nedeni bilinmez… sonra teoremler gelir… her birinin dayanağı en
başta sorgulanmayan aksiyomlardır... /
kendiliğinden apaçık olan ve bu nedenle kanıtlanmaya ihtiyacı olmayan
önerme. / iki elma iki elma daha koyduğunuzda dört
elma saydığınız için 2+2=4 değildir. Bu tamamen doğal sayıların inşasında
kullanılan aksiyomlardan ve toplama işleminin tanımından çıkar. / din için olanına dogma denir, dalga
geçilir. Ama felsefede daha yakışıklı bir isim bulunmuştur: aksiyom.
... bir toplumun bütün yapıları işin özünü
oluştururlar: kodlayamayacağı ve bir yer veremeyeceği flükslerin kendisinin
üzerinden, kendi bedeninin üzerinden akıp gitmesine engel olmak.
Sosyal bir yapı şu şekilde tanımlanır elbette ki:
sürekli olarak, ardı ardına gelen şeyler, flüksler üstten akar, bir kutuptan
diğerine akar ve bunlar devamlı olarak kodlanmıştır, ama kodlardan kaçan
flüksler vardır ve tehlikeli flükslere yer açmak amacıyla, tüm bunu telafi
etmek için, aksiyomlaştırmak için, kodu yeniden biraz elden geçirmek için
harcanan toplumsal çaba vardır: aniden, koda uymayan genç insanlar çıkar:
önceden öngörülmemiş olan bir saç flüksü edinmeye başlarlar; ne yapacağız bu
durumda? Bunu kodlamaya çalışacağız, yeni bir aksiyom ekleyeceğiz, telafi
etmeye çalışacağız, yoksa içeride kodlanmamakta direnmeye devam eden bir şeyler
olacak, peki o zaman ne olacak?
Bir başka deyişle, toplumun temel hareketidir bu:
flüksleri kodlamak ve ona göre kendisini kodlanamaz olarak sunan şeylere düşman
gibi davranmak, çünkü bir kez daha bütün bir dünyayı, o toplumun bütün yapısını
söz konusu yapmaktadır bu.
Kapitalizmin sosyal oluşum gibi temel bir paradoksu
vardır: eğer tüm diğer sosyal oluşumların korkusunun deşifre edilmiş flüksler
olduğu doğru ise, kapitalizmin kendisi de inanılmaz bir şey üzerine kurulmuştur
tarihsel olarak; yani, diğer toplulukların bütün korkusunu, terörünü yaratan da
budur: deşifre edilmiş flükslerin varlığı ve gerçekliği ve kapitalizmin bundan
kendi işini yapması.
Eğer bu doğru olsaydı, bu, kapitalizmin çok kesin bir
anlamda her toplumun evrensel formu oluşunu açıklardı: negatif bir anlamda,
kapitalizm tüm toplumların her şeyden çok korktukları şey olurdu ve öyle
sanıyoruz ki tarihsel olarak kapitalizm … her sosyal oluşumun sürekli başından
savmaya, kaçınmaya çalıştığı şeydir bir bakıma; neden? Çünkü bu tüm diğer
sosyal oluşumların yıkımı demektir. Ve kapitalizmin paradoksu, sosyal bir
oluşumun tüm diğer oluşumların negatifi olan şeyin temeli üzerinde oluşmuş
olmasıdır. Bu demektir ki kapitalizm, her türden deşifre edilmiş flüksler
arasında bir birleşmeyle, bir karşılaşmayla meydana gelebildi sadece. Tüm
sosyal oluşumların en çok korktuğu şey, tüm diğerlerini yutacak olan bir sosyal
oluşumun temeliydi: Tüm oluşumların negatifi olan şey bizim oluşumumuzun da
pozitifliği haline gelmiş olsun; korkunç bir şey bu.
Kapitalizm deşifre edilmiş flükslerin birleşmesi
üzerine hangi yönde kuruldu: her türden dekodaj [şifresini çözme] sürecinin
sonunda, feodalitenin sona ermesiyle meydana gelmiş olağanüstü çarpışmalar,
olağanüstü karşılaşmalar gerekiyordu. Bu her türden dekodajlar, büyük özel
mülkiyetlerin oluşumu şekli altında toprak flükslerinin dekodajına, ticari
varlıkların gelişmesi şekli altında parasal flükslerin dekodajına ve istimlak
şekli altında, serflerin ve küçük köylülerin topraksızlaştırılmaları şekli
altında bir işçiler flüksünün dekodajına dayanıyordu. Fakat bu yetmiyor, zira
eğer Roma örneğini alırsak, çökmekte olan Roma’daki dekodaj tam görünüyor:
büyük özel mülkiyetler şekli altında mülk flükslerinin dekodajı, büyük özel mal
varlıkları şekli altında parasal flükslerin dekodajı, kentsel alt-proletaryanın
oluşumuyla işçilerin dekodajı: her şeyi bulabilirsiniz burada, hemen hemen her
şeyi. Kapitalizmin unsurları burada bir arada bulunuyorlar, yalnız çarpışma,
karşılaşma yoktur.
Kapitalizm önceden var olan tüm sosyal
territoriyalitelerin ve kodların iflası üzerine kurulmuştur.
Eğer bunu kabul edersek, neyi gösterir bu? Kapitalist
mekanizmayı; tam bir saçmalık, çılgınlık bu. Deşifre edilmiş ve
yersizyurtsuzlaştırılmış flüksler temelinde işleyen sosyal bir mekanizma: bir
kez daha, bunun nedeni, toplulukların bununla ilgili bir fikirlerinin olmaması
değildir; panik şeklinde sahiplerdi bunun fikrine; söz konusu olan bunu
engellemekti (bu, o ana kadar bilinen bütün sosyal kodların alt üst olması,
çökmesiydi). Peki, önceden var olan bütün toplulukların negatifi üzerine
kurulan bir topluluk, böyle bir şey nasıl işleyebilir? Özü bütün flüksleri
deşifre etmek ve yersizyurtsuzlaştırmak olan bir topluluk: üretim flüksü,
tüketim flüksü; nasıl işleyebilir bu, hangi şekilde? Belki de kapitalizmin
işlemek için, çalışmak için kodlamadan başka yöntemleri vardır, belki de bu
tamamen farklıdır. Şimdiye kadar yapmaya çalıştığım şey, kapitalizm-şizofreni
ilişkisi sorununu belli bir düzeyde yeniden ortaya koymaktı. -Ve böyle bir
bağıntının temeli kapitalizmle şizofreni arasındaki ortak bir şeyde bulunur:
bunların tamamıyla ortak olarak sahip oldukları şey (ki bu belki de asla
gerçekleşmeyecek olan, somut bir görüntüsü olmayan bir ortaklıktır) yine soyut
bir ilkenin ortaklığıdır; yani her ikisi de deşifre edilmiş ve
yersizyurtsuzlaştırılmış flüksleri geçirmeye, iletmeye, tutmaya ve bir noktada
toplamaya devam eder. [Kapitalizm ve Şizofreni Üzerine Tartışma
Gilles Deleuze ile yapılmış bir söyleşinin video
kaydının metin çözümlemesi olduğu anlaşılan bu metin 20.07.2003 tarihinde
korotonomedya.yahoogroups dosyalarından alınmıştır. Çev. Özcan Doğan
[metne şuradan da ulaşılabiliyor:
http://www.izdiham.com/gilles-deleuze-kapitalzm-ve-sizofreni/]
111
Temsil edilebilir her türlü kimlikten
tam anlamıyla yoksun bir varlık devlet için kesinlikle önemsiz olacaktır.
Kültürümüzdeki çıplak hayatın kutsallığıyla ilgili ikiyüzlü dogmanın ve insan
haklarıyla ilgili boş beyanatların görevi bunu saklamaktır. Kutsal bu noktada terimin Roma hukukunda
sahip olduğu anlamdan başka bir anlama sahip olamaz: sacer (kutsal olan) insanların dünyasından dışlanmış olandır ve tam
da bu nedenle kurban edilemediğinden, öldürülmesi hukuka uygundur, onu öldüren
cinayetle suçlanmaz (Bu açıdan bakarsak, Yahudilerin yok edilmesinin ne
cellatları ne de onların yargıçları tarafından insan katli olarak görülmemesi,
yargıçlarca insanlığa karşı suç olarak sunulması anlamlıdır.
Fragmanlar
Düzeltilemez
117
UYARI
Bu
fragmanlar Martin Heidegger’in Varlık ve
Zaman’ının dokuzuncu bölümüne ve Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus’unun 6.44 önermesine bir yorum
olarak okunabilirler. Bu metinlerin her ikisinde de, metafiziğin eski bir
sorununu tanımlama girişimi söz konusudur: Öz ve varoluş, quid est ve quad est
arasındaki ilişki. Gözle görünür boşluklarına rağmen bu fragmanların günümüzde
ontolojiye (ilk felsefeye) karşı gösterilen ilgisizliğin alelacele bir bakıp
bir kenara bıraktığı bu ilişkiyi biraz daha ileri götürüp düşünmeyi başarıp
başaramayacakları, ya da ne ölçüde başaracakları, ancak bu kavramları söz
konusu arka plan üzerine konumlandırabilen bir düşünce için açık hale
gelecektir.
6.44
Dünyanın nasıl olduğu değildir gizemli olan; olduğudur. [Ludwig Wittgenstein, Tractatus, (Çev. Oruç Aruoba), BFS Yayınları, 1985 İstanbul,
s.161.]
§ 9. Oradaki-Varlığın
Analitiğinin Teması
Çözümlemesi
görevimiz olan varolan-şey her durumda bizim kendimizdir. Bu varolan-şeyin
Varlığı her durumda benimdir. Bu varolan-şeyin Varlığında bunun kendisi kendi
Varlığına doğru davranır. Bu Varlığın varolan-şeyi olarak, kendi Varlığına teslim
edilir. Varlık böyle her varolan-şeyin kendisi için önemli olandır.
Oradaki-Varlığın bu betimlemesinden iki sonuç çıkar:
1. Bu
varolan-şeyin “özü,” ‘ol-ma’sında yatar. Bu varolan-şeyin ‘Ne-liği’ (essentia),
genel olarak ondan söz edilebildiği düzeye dek, Varlığından (existentia)
kavranmalıdır. Burada varlıkbilimsel görevin tam olarak göstermesi gereken şey
bu varolan-şeyin Varlığını varoluş olarak belirtmeyi seçtiğimiz zaman, bu
terimin geleneksel existentia
teriminin varlıkbilimsel imlemini taşımadığı ve taşıyamayacağıdır; existentia geleneğe göre varlıkbilimsel
olarak elönünde-Varlığa denk düşer ki, oradaki-Varlık karakterindeki
varolan-şeyler için özsel olarak uygunsuzdur. Bir karışıklıktan kaçınmak için, existentia terimi için her zaman
yorumlayıcı bir anlatım olan elönünde-bulunuşu kullanacağız ve
Varlık-belirlenimi olarak varoluşu yalnızca oradaki-Varlığa ayıracağız.
Oradaki-Varlığın “özü” varoluşunda yatar. Bu
varolan-şeyde sergilenebilir olan karakterler buna göre şöyle ya da böyle
“görünen” ve elönünde-bulunan bir varolan-şeyin elönündebulunan “özellikleri”
değil, ama her durumda onun için olanaklı var olma yollarıdır ve yalnızca
bunlardır. Bu varolan-şeyin tüm öyle-Varlığı birincil olarak Varlıktır. Buna
göre bu varolanşeyi onunla gösterdiğimiz “oradaki-Varlık” terimi onun ‘Ne’sini
(masa, ev, ağaç) değil, ama Varlığını anlatır.
2. Bu
varolan-şey için kendi Varlığında önemli olan Varlık her durumda benimkidir.
Buna göre oradaki-Varlık varlıkbilimsel olarak hiçbir zaman elönünde-bulunan
bir şey olarak varolan-şeyin bir Cins durumu ve örneği olarak alınmayacaktır.
Bu varolan-şey için Varlığı “ilgisiz”dir, ya da daha tam olarak, öyle bir yolda
“vardır” ki, Varlığı ne ilgili ne de ilgisiz olabilir. Oradaki-Varlığa
sesleniş, bu varolan-şeyin her durumda benimkilik karakterine uygun olarak, her
zaman kişi adılı ile birlikte olmalıdır: “Ben ...im,” “Sen ...sin.”
Ve
oradaki-Varlık yine her durumda şu ya da bu yolda olmak için benimdir. Her
durumda hangi yolda benim olduğuna her nasılsa daha şimdiden bir tür karar
vermiştir. Onun için Varlığında bu Varlığın kendisinin önemli olduğu
varolan-şey kendi Varlığına kendi en öz olanağı olarak davranır. Oradaki-Varlık
her durumda kendi olanağıdır ve onu elönünde-bulunan bir şey gibi, salt bir
özellik gibi “taşımaz.” Ve oradaki-Varlık özsel olarak her durumda kendi
olanağı olduğu için, bu varolan-şey kendi Varlığında kendi kendisini
“seçebilir,” kazanabilir; kendini yitirebilir ya da hiç kazanamayabilir ve salt
“görünürde” kazanabilir. Ama ancak özüne göre ‘asıl’ olması olanaklı olduğu
sürece, e.d. ‘kendinin’ olduğu sürece, kendini yitirmiş olabilir ve henüz
kazanmamış olabilir.* Asıllık ve asılsızlıkS olarak iki Varlık-kipi
—ki bu anlatımlar sözcüğün sağın anlamında terminolojik olarak seçilmişlerdir—
genel olarak oradaki-Varlığın ‘benimkilik’ yoluyla belirlenmiş olmasında
temellenirler. Ama oradaki-Varlığın asılsızlığı bir “daha az “ Varlık ya da bir
“daha düşük” Varlık-derecesi gibi birşeyi imlemez. Tersine, asılsızlık
oradaki-Varlığı en tam somutlaşmasında bile —uğraşında, uyarılmışlığında,
ilgilenmişliğinde, haz alma yeteneğinde— belirleyebilir.
*[‘asıl’ (::
‘eigentlich’ :: ‘kendisi’) ve ‘kendi(nin)’ (:: eigen) arasındaki etimolojik
ilgi gösteriliyor.]
Oradaki-Varlığın
taslağını verdiğimiz her iki karakteri —ilk olarak “existentia”nın essentia
üzerindeki önceliği, ve sonra ‘benimkilik’— daha şimdiden bu varolan-şeyin bir
Analitiğinin kendine özgü bir fenomenal alan karşısında olduğunu gösterir. Bu
varolan-şey dünya içerisinde yalnızca elönünde-bulunan bir şeyin Varlık-türünü
taşımaz ve hiçbir zaman taşımaz. Buna göre ne de elönünde-bulunan birşeyle
karşılaştığımız aynı yolda tematik olarak sunulur. Sunuluşunun doğru yolu
kendiliğinden-açık olmaktan öylesine uzaktır ki, belirlenişinin kendisi bu
varolan-şeyin varlıkbilimsel Analitiğinin özsel bir parçasını oluşturur.
Bütününde, bu varolan-şeyin Varlığının anlaşılması onun güvenilir bir yolda
doğru olarak sunuluşu ile birlikte durur ve düşer. Çözümleme ne denli geçici
olursa olsun, her zaman doğru başlangıçların daha şimdiden güvenilir kılınmış
olmasını gerektirir.
Oradaki-Varlık
kendini varolan-şey olarak belirlerken bunu her durumda o olan ve aynı zamanda
kendi Varlığında her nasılsa anlayan bir olanaktan yapar. Oradaki-Varlığın
varoluş-yapısının biçimsel anlamı budur. Ama bunda bu varolan-şeyin
varlıkbilimsel yorumu için bir yönerge yatar ki, buna göre Varlığının sorunsalı
varoluşunun varoluşsallığından geliştirilmelidir. Bu gene de oradaki-Varlığın
somut, olanaklı bir varoluş düşüncesinden kurgulanması gerektiği demek olamaz.
Analitiğin başında oradaki-Varlığın tam olarak belirli bir varolma kipinin
ayrımı içinde yorumlanmaması, ama ayrımsız ‘en yakından’ı ve ‘çoğunlukla’sı
içinde açığa çıkarılması gerekir. Oradaki-Varlığın gündelikliğinin bu
ayrımsızlığı bir hiçlik değil, ama bu varolan-şeyin olumlu bir fenomenal
karakteridir. Bu Varlık-türünden dışarıya, ve ona geriye, herşey varolmadır —
olduğu gibi. Oradaki-Varlığın bu gündelik ayrımsızlığına sıradanlık diyoruz.
Ve şimdi
sıradan gündeliklik bu varolan-şey için varlıksal olarak ‘en yakından’ olanı
oluşturduğu için, oradaki-Varlığın açımlamasında her zaman üzerinden
atlanmıştır ve atlanmaktadır. Varlıksal olarak en yakın ve tanıdık olan
varlıkbilimsel olarak en uzak olandır, tanıdık olmayandır ve varlıkbilimsel imleminde
sürekli olarak gözardı edilendir. Augustine Quid
autem propinquius meipso mihi? diye sorduğu zaman, ve ego certe laboro hic et laboro in meipso: factus sum mihi terra
difficultatis et sudoris nimii1 yanıtını verdiği zaman, bu
yalnızca oradaki-Varlığın varlıksal ve ön-varlıkbilimsel saydamsızlığı için
geçerli olmakla kalmaz, ama çok daha yüksek bir ölçüde varlıkbilimsel görev
için de geçerlidir: Bu varolan-şey yalnızca onun fenomenal olarak en yakın
Varlık-türünde eksik olmamakla kalmamalı, ama olumlu bir betimlemede
erişilebilir kılınmalıdır.
1.
Confessiones, lib. 10, Bölüm 16. [“Ama bana ne kendimden daha yakındır? Hiç
kuşkusuz burada emek harcarım ve kendi içimde emek harcarım; kendime bir
sıkıntılar ve zahmetler ülkesi oldum.”]
Ama
oradaki-Varlığın sıradan gündelikliği salt bir “yan” olarak alınamaz. Onda da,
ve giderek asılsızlık kipinde, varoluşsallık yapısı a priori yatar. Onda da
oradaki-Varlık için Varlığı belirli bir yolda önemlidir, ona doğru sıradan
gündeliklik kipinde davranır, üstelik bu yalnızca onun önünden kaçış ve onu
unutuş kipinde olsa bile.
Ama sıradan
gündelikliği içindeki oradaki-Varlığın açımlaması yalnızca puslu bir
belirsizlik anlamında sıradan yapılar gibi bir şey vermez. Varlıksal olarak
sıradanlık kipinde var olan birşey varlıkbilimsel olarak pekala gebe yapılar
içinde kavranabilir ki, bunlar yapısal olarak oradaki-Varlığın bir asıl Varlığı
gibi birşeyin varlıkbilimsel belirlenimlerinden ayırdedilemeyebilirler.
Oradaki-Varlığın
Analitiğinden doğan her açımlanmış şey oradaki-Varlığın varoluş-yapısı
açısından kazanılır. Kendilerini varoluşsallıktan belirledikleri için,
oradaki-Varlığın Varlık-karakterlerine varoluşsallar diyoruz. Bunlar
oradaki-Varlık karakterinde olmayan varolan-şeylerin kategoriler dediğimiz
Varlıkbelirlenimlerinden sağın olarak ayırdedileceklerdir. Burada bu kategori
anlatımını birincil varlıkbilimsel imleminde alıyor ve ona böyle sarılıyoruz.
Antikçağ varlıkbilimi kendi Varlık-yorumlamasının örnek zemini olarak dünya içerisinde
karşılaşılan var olan-şeyleri alır. Noe›n
[Grekçe] ya da lÒgow [Grekçe] onlara
giriş yolu olarak geçerlidir. Varolan-şeylerle orada karşılaşılır. Ama bu
varolan-şeylerin Varlığı ayırdedici bir l°geinde
(görülmeye bırakma) ayrımsanabilir olmalıdır, öyle ki bu Varlık o olan ve
her varolan-şeyde daha şimdiden olan şey olarak önceden anlaşılabilir olur.
Varolan-şeylerin tartışmasında (lÒgow)
her durumda Varlığa daha şimdiden yer almış olan seslenme kathgore›syaidir [Grekçe]. Bu ilk olarak şunu imler: Açıkça
yakınarak, herkesin önünde birinin yüzüne vurmak. Varlıkbilimsel olarak
kullanıldığında terim şu anlama gelir: Var olan-şeyin varolan-şey olarak her
durumda ne olduğunu bir bakıma yüzüne vurmak, e.d. onu Varlığında herkes
tarafından görülmeye bırakmak. Böyle bir görmede görülenler ve görülebilir
olanlar kathgore›syaidir. Bunlar lÒgowta değişik yollarda seslenilebilir
ve tartışılabilir var olan-şeylerin a priori belirlenimlerini kapsarlar.
Varoluşsallar ve kategoriler Varlık-karakterlerinin iki temel olanağıdır.
Onlara karşılık düşen var olan-şeyler sırasıyla birincil soruşturmanın değişik
türlerini isterler: Var olan-şey bir ‘Kim’ (varoluş) ya da bir ‘Ne’dir (en
geniş anlamda elönünde-bulunuş). Varlık karakterlerinin her iki kipinin
bağlantısı ilkin Varlık-sorusunun durulaştırılmış çevreninden ele alınabilir.
Girişte
oradaki-Varlığın varoluşsal Analitiğinde iveğenliği Varlık-sorusunun kendisinin
iveğenliğinden hiç de daha az olmayan bir görev açısından da ilerleme
yaptığımıza anıştırmada bulunmuştuk. Bu “insanın ne olduğu” sorusunun felsefi
olarak tartışılabilmesi için görülür kılınması gereken ‘a priori’nin ortaya
serilmesi göreviydi. Oradaki-Varlığın varoluşsal Analitiği her ruhbilimin,
insanbilimin ve her şeyden önce yaşambilimin önünde gelir. Oradaki-Varlığı
araştırmanın bu olanaklı yollarından ayırdedilerek, Analitiğin teması daha da
keskin bir sınırlama kazanabilir. Böylelikle bu Analitiğin zorunluğu aynı
zamanda daha da güçlü bir yolda tanıtlanabilir. [Martin Heidegger, Varlık ve Zaman [1922-26], (Çev. Aziz
Yardımlı), İdea Yayınevi, 2004 İstanbul, s.73-78]
I. Düzeltilemez
119
Düzeltilemez olan
şeylerin o ya da bu biçimde, böyle oldukları gibi oluşu, çaresizce varlık
tarzlarına teslim edilmiş olmalarıdır. Şeylerin durumları, oldukları haller
düzeltilemez: Hüzünlü ya da hafif, iğrenç ya da kutsanmışlardır. Sen nasılsan
öylesindir, dünya nasılsa öyledir, düzeltilemez olan budur.
120
(Dünyayı ve hayatı
yeniden kutsallaştırmaya çalışanlar, onun dünyevileşmesi yüzünden umutsuzluğa
kapılanlar kadar günahkâr ve zalimdirler. Bu nedenle Protestan Tanrıbilimi,
dünyevi dünyayı net bir biçimde ilahi dünyadan ayırırken hem haklı hem de
haksızdır: Haklıdır, çünkü dünya düzeltilemez bir biçimde Tanrı’nın vahyi
yoluyla (dil yoluyla) dünyevi alana teslim edilmiştir; haksızdır çünkü dünya
dünyevi olduğu ölçüde kurtarılacaktır).
Dünya -mutlak olarak
düzeltilemez bir biçimde dünyevi olduğu ölçüde Tanrı’dır.
Bu açıdan bakarsak,
Spinoza’ya göre düzeltilemezin iki biçimi olan güvenlik ve umutsuzluk
II
122
Böyle. Bu küçük sözcüğün anlamını kavramak işlerin en zoru. “O halde
şeyler böyle” dedik. Bir hayvan için dünyanın öyle-ve-böyle olduğunu
söyleyebilir miyiz? Hayvanın dünyasını tam anlamıyla tasvir edebildiğimizde, o
dünyayı tam anlamıyla gerçekten de hayvanın onu gördüğü gibi (Arının,
pavuryanın, sineğin dünyasının çizildiği Uexküll’ün kitaplarındaki renkli
resimlerdeki gibi) tasvir edebildiğimizde, o dünya her şeye rağmen böyle’yi
içermeyecek, hayvan için böyle: düzeltilemez olmayacaktır.
123
Böyle-olmak, böylenin bir
belirlenim ya da bir nitelemeyle ifade ettiği bir töz değildir. Varlık
niteliklerinden önce ya da sonra gelen bir önvarsayım değildir. Düzeltilemezce
böyle olan varlık onun böylesidir; yalnızca onun varlık tarzıdır (Böyle
bir var oluşu belirleyen bir öz değildir ama özünü kendi böyle-oluşunda,
kendine özgü belirlenimi olmasında bulur).
Böyle, başka türlü olmama anlamına gelir.
(Böylesi bir varlık saf, tekil ve
yine de kusursuz herhangi varoluş olacaktır).
124
[anafor, adıl, dil bilgisi, gösterme
ve ilişki, dilsel-olmayanın-dil-deki-varlığı, düz anlam ve anlam]
126
Öyle-varlığımı, var olma tarzımı
üstlenmem, kabullenmem, onu o ya da şu nitelik, bu ya da şu özellik, erdem ya
da kusur, zenginlik ya da yoksulluk olarak üstlenmem değildir. Niteliklerim ve
böyle-varlığım, onların arkasında kalan, gerçekten öyle olacağım (bir öznenin)
bir tözün nitelikleri değildir ve ben gerçekten de öyle değilimdir, Ben asla bu
ya da şu değilimdir, ama her zaman öyle’yim, böyle’yimdir.
Eccum sic: Mutlak olarak. Sahip olma değil de sınır, varsaymak değil de,
dışa açma.
127
Bir şeyin, dil ile ilişkili olması,
söylenmiş olması nedeniyle başına gelen şeydir (ya da daha net söylersek: bir
şeyin vuku-bulması, yer edinmesidir).
128
Var olmak şu anlama gelir, kendini
nitelemek, ki öyle olma işkencesine boyun eğmek. Bu nedenle nitelik, her bir
şeyin öyle-varlığı, onun cezası, en büyük işkencesi ve kaynağıdır -sınırıdır.
İşkencen ve kaynağın senin ve -yüzünün- nasıl olduğudur. Her bir varlık kendi
varlık tarzıdır ve kendi varlık tarzı, kendiliğindenlik-kaynaktan çıkma tarzı
olmalıdır: Nasılsa öyle olmadır.
130
Anlam ve düzanlam dilsel
anlamlandırmayı tüketmezler. Üçüncü bir terim daha sunmak gerekir: Ne anlamsal,
ne düzanlamsal olarak ifade edilmiş şeyin ta kendisi, öyle-olma (Platon’un
idealar kuramının anlamı işte budur).
131
Atticus idea’yı her bir şeyin “paraitia
tou einai toiauta ecasth’oiper esti”, olarak tanımlar, neden değil de bir
yan neden (paracausa) ve yalnızca varlık için değil ama
olduğu-olarak-öyle-olma için.
Her bir şeyin öyle-olması idea’dır.
Sanki, her kendiliğin biçimi, bilinebilirliği, hatları ondan, bir başka şey
olarak değil, bir intentio, bir melek, bir imge olarak kopup ayrılmış
gibidir. Bir intentio’nun varlık biçimi (tarzı), sıradan bir varoluş olmadığı
gibi bir aşkınlık da değildir: (şeyin yanında ikamet eden -para edatı tüm
anlamlarıyla) bir yan varoluş ya da bir yan aşkınlıktır, böylece yanı
başındakiyle neredeyse iç içe geçer, onun ışık saçan halkası (halesi)
olur. O şeyin kimliği değildir ve buna rağmen bundan başka bir şey (başka-değil)
de değildir. Yani idea’nın varoluşu paradigmatik bir varoluştur: her bir şeyin
(para-deigma), kendini kendi kendisinin yanında göstermesidir. Ancak bu
yanında göstermenin kendisi bir sınırdır -ya da daha ziyade, onun dağılıp
çözülmesi, bir sınırın belirlenimsizliğidir: bir haledir.
132
Platoncu idea’nın bilinirci
okumasıdır bu. Bu, İbni Sina’nın ve aşk şairlerinin anlaksal-melekleri,
Origenes’in eidos’u ve Canto della perla’nın ışıklı giysisi için de
geçerlidir. Kurtuluşun yeri bu düzeltilemez görüntüde, bu imgededir, kurtuluş
bu düzeltilemez imgede vuku bulur.
Sonsuz bir öylelik-olarak: bu,
idea’dır.
III
133
Kurtuluş (günahlardan arınma) ...
dünyevinin nihai olarak dünyeviliğidir.
Ancak, çaresiz olanda umudumuz
olabilir. Hala dünyada olan budur, şeylerin öyle ve böyle oluşu. Ancak,
düzeltilemez olan, o çaresiz böyle, öyle olarak seyre dalabileceğimiz o
şey, işte bu dünyadak tek geçittir.
Böyle-olmak; kendine özgü varlık
tarzı olmak: bunu bir şey olarak kavrayamayız. Böyle-olmak her türden şeyliğin
(cosalita) boşaltılmasıdır.
134
İnsan şeylerle karşılaşarak ve sadece
bu karşılaşmada, şeysel-olmayana açılan varlıktır. Tam tersi bir biçimde: şeysi
olmayana açık olan kişi, sadece bu yüzden, düzeltilemez bir biçimde şeylere
teslim edilmiştir.
Şeysellik (Cosalita) olmayan
(tinsellik) şu anlama gelir: şeylerde yitip gitmek, şeylerden başka bir şey
algılayamayacak kadar yitip gitmek. Ve ancak o zaman, dünyanın dermansız
şeyliğinin deneyiminde, bir sınıra çarpmak, ona dokunmaktır. “Dışa-açma,
maruz-olma” sözcüğünün anlamı budur.
Şeylerin yer edinmesinin (vuku
bulmasının) dünyada yeri yoktur. Ütopya (olmayan yer) şeylerin yerselliğinin ta
kendisidir.
Böyle olsun. Her şeyde, iyi ve
kötünün ötesindeki böyleyi, böyleliği olumlamak. Ancak böyle
(sadece) şu anlama gelmez: bu ya da o biçimde, şu belli özelliklerle. “Böyle
olsun” şu anlama gelir: Böylesi olsun. Yani: Evet.
135
Evet, böyle, dilin adıdır,
anlamını açıklayan şeydir: dilsel-olmayanın-dil-deki-varlığıdır.
(Bir şeyin olabilmesi değil de
olmadan edememesi olabilmesi hayranlık uyandırıcıdır.)
Dil olma-ma olanaklılığının yanı sıra
daha güçlü bir olanaklılık da açar: O da varoluştur, bir şeyin olmasıdır.
İlkenin tam olarak söylediği şudur: varoluş durağan bir gerçeklik (veri)
değildir, içinde bir potius, bir güç taşır. Ancak bu, bir var olmama
gücüllüğünün karşısında yer alan bir var olma gücüllüğü değildir (bu güçler
arasında karara varacak olan kimdir?), bir var olmadan olamama gücüllüğüdür.
137
Bir şeyi kendi böyle-varlığında
(böyle-olmasında) -düzeltilemezliğinde, ama zorunlu nedenden ötürü değil;
böylece, olumsal nedenden ötürü de değil- görmek: yani zorunlu olmasa da
düzeltilemezliğinde, olumsal olmasa da böyleliğinde görmek, işte sevgi budur.
Dünya, onun düzeltilemezliğini
algıladığın noktada aşkındır.
Dünyanın nasıl olduğu -bu, dünyanın
dışındadır.
.
.
.
.