.
.
.
.
Türkçe’de
Giorgio Agamben
Türkçe’de Giorgio Agamben
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev.
Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009
İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl
Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak
Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan
Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu),
Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008
İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları,
2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl
Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl
Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul
Kutsal İnsan
(1995)
Giorgio Agamben
(Çev. İsmail Türkmen),
Ayrıntı Yayınları, 2001, İstanbul
İçindekiler
Giriş 9
Birinci Kısım: Egemenliğin Mantığı
1. Egemenliğin Paradoksu 25
2. “Nomos Basileus” 42
3. Potansiyel ve Hukuk 53
4. Hukuk Biçimi 65
- Eşik 81
İkinci Kısım: Homo Sacer
1. Homo Sacer 89
2. Kutsalın Müphemliği 94
3. Kutsal Hayat 101
4. “Vitae Necisque Potestas” 108
5. Egemen(in) Beden(i) ve Kutsal Beden 113
6. Yasak ve Kurt 128
- Eşik 137
Üçüncü Kısım: Modern(liğ)in Biyosiyasal Paradigması Olarak
Kamp
1. Hayatın Siyasallaş(tırıl)ması 143
2. Biyosiyaset ve İnsan Hakları 152
3. Yaşamayı Hak Etmeyen Can 163
4. “Siyaset ya da Bir Halkın Hayatına Şekil Vermek” 172
5. VP 184
6. Ölümün Siyasallaş(tırıl)ması 191
7. Modern(liğ)in “Nomos”u Olarak Kamp 198
- Eşik 215
Ve hayatı takdir
eden buyruğun ölümü takdir ettiğini gördüm.
Aziz Pavlus
zoē bios
(hayvan, insan, tanrı) birey
ya da grubun bir özelliği olarak
Yalın yaşama /canlılık olgusu yaşama biçimi, hayat tarzı
Foucault
Modernliğin eşiğinde birinci ikinciye dahil edilmeye
başlandı
doğal hayat devlet
iktidarının mekanizması
sonuç:
biyosiyaset
yalın bir canlı beden olarak birey ve türün toplumun siyasal
stratejilerine dahil edilmesi
toprak temelli devlet -> nüfus devletine geçiş (+zoe)
ulusun sağlığı ve biyolojik hayatın önemindeki artış......
insanın hayvanlaştırılması
hayatı korumak + soykırıma yetki vermektir
biyoiktidar -> uysal bedenleri yaratmak
Giriş
13
... zoe’nin
polis’in alanına girmesi -yani çıplak hayatın siyasallaştırılması-
modernliğin belirleyici olgusunu oluşturuyor... Karşıtlıkları modern siyasetin
temelini oluşturan -ve bugün artık
gerçek bir belirsizlik mıntıkasına* girme noktasına doğru çözülmeye devam eden-
kategorilerin (sağ-sol, özel-kamusal, mutlakiyetçilik-demokrasi, vb.) eninde
sonunda yok olup olmayacaklarına ya da eğer ortadan kalkmayacaklarsa, bu
biyosiyasetin ufkunda yitirdikleri anlamlarına en sonunda yeniden kavuşup
kavuşmayacaklarına karar verebileceğimiz yer yine biyosiyasal bir ufuktur.
Bugün artık siyasal [olan]ı saklandığı delikten çıkarabilecek ve aynı zamanda
da düşünceyi pratik uğraşlarına iade edebilecek olan tek şey, Foucault ve Benjamin’in
izinden giderek, çıplak hayat ile siyaset arasında var olan ve görünüşte
birbirinden çok farklı modern ideolojileri gizlice yöneten ilişkiyi sorgulayan
bir düşünümdür.
Foucault’nun çalışmalarında hep var olan özelliklerden biri,
iktidar sorununu hukuksal-kurumsal modeller (egemenliğin tanımlanması, Devlet
teorisi) temel alan geleneksel yaklaşımı
tamamen terk ederek, iktidarın, öznelerin ta bedenlerine ve hayat tarzlarına
nüfuz ettiği somut yolları önyargısız analiz etmesiydi.
14
[Foucault iktidar
analizini] iki ayrı araştırma pusulasına göre yönlendiriyordu: Birincisi,
Devletin üstlendiği ve merkezine de bireylerin doğal hayatını oturttuğu siyasal
teknikler (örneğin polis-bilim) üzerine yaptığı çalışmalar; ikincisi ise,
özneleş(tir)me süreçlerinin bireyi bir yandan kendi kimlik ve bilincine, öte
yandan ise, aynı zamanda, dışsal bir iktidara bağlamasına yol açan kendilik
teknolojileri hakkındaki incelemeler. ... Foucault, son yazılarından
birinde, Batı’daki modern devletin, öznel bireyleşme tekniklerini, daha önce
hiç görülmemiş bir derecede, nesnel bütünselleşme prosedürleriyle
birleştirdiğini iddia ediyor ve “modern iktidar yapılarının aynı anda hem
bireyselleş(tir)melerinden hem de bütünselleş(tir)melerinden doğan”
gerçek bir “siyasal ikilem”den söz ediyordu.
Ne var ki iktidarın bu iki yüzünün birleştiği nokta
Foucault’nun çalışmalarında ilginç bir biçimde bulanık kalıyor. ... İktidarın
bünyesinde, bireyselleş(tir)me teknikleriyle bütünselleş(tir)me prosedürlerinin
birleştiği belirsizlik mıntıkası neresidir? ... İktidarın ortaya çıkışında
öznel bir tarafın olduğu gerçeği ... “gönüllü kölelik” kavramında zaten örtük
olarak ifade ediliyor. Fakat acaba bireylerin bu gönüllü köleliğinin nesnel
iktidarla temasa geçtiği nokta neresidir? ... Bugün, gösteri toplumunun gücü
gibi, siyasal alanı her yerde dönüştüren fenomenler karşısında, öznel
teknolojiler ile siyasal teknikeri birbirinden ayrı tutmak meşru ya da hatta
mümkün müdür?
15
[Foucault’nun
çalışmalarındaki kör nokta, vb.] İşte elinizdeki bu çalışma, tam da
hukuksal-kurumsal iktidar modeli ile biyosiyasal iktidar modeli arasındaki bu
saklı kesişme noktasını ele alıyor. Bu çalışmanın varacağı muhtemel sonuçlardan
biri şu olacaktır: Bu iki analizi birbirinden ayırmak imkânsızdır ve egemen
iktidarın -saklı da olsa- orijinal çekirdeğini oluşturan şey, çıplak hayatın
siyaset alanına sokulmasıdır. Hatta şunu bile diyebiliriz: Egemen iktidarın
ortaya koyduğu ilk etkinlik, biyosiyasal bir beden yaratmaktır. Bu anlamda
biyosiyaset, en azından egemen istisna kadar eski bir olgudur.
Eğer bu doğru
ise, bu durumda, polis’i, hayat (zen) ile iyi hayat (eu zen)
arasındaki karşıtlık olarak tanımlayan Aristoteles’in bu tanımını yeniden ele
almak gerekecektir. Bu karşıtlık, gerçekten de ikincinin birinciyi, siyasal
nitelikli hayatın çıplak hayatı içlemesi anlamını da taşıyor. ... Batı
siyasetinin kendisini oluşturmak için neden öncelikle çıplak hayatı dışladığını
(ki bu dışlama aynı zamanda bir içlemedir), yani neden en başında ev hayatı ile
şehir hayatını birbirinden ayırdığını sormalıyız. Eğer hayat, kendisini,
dışlanarak içlenen bir şey olarak sunuyorsa, bu halde siyaset ile hayat
arasında nasıl bir ilişki vardır?
16
Siyaset, hayatın kendi kendini iyi hayata dönüştürmesinin
gerektiği ve siyasallaştırılması gereken şeyin daima zaten çıplak hayat olduğu
yer... Batı siyasetinde çıplak hayatı kendine has bir ayrıcalığı vardır ve bu
ayrıcalık, dışlanmasıyla insanların yaşadığı kenti doğuran bir şeyin
ayrıcalığıdır.
O halde, Politika’nın
bir yerinde, polis’in doğru yerinin sesten dile geçişte
konumlandırılması hiç de tesadüf değildir.
“Canlı varlıklar içerisinde konuşan tek varlık insandır.
Ses, acı ile hazzın işaretidir ve bundan dolayı da öteki canlı varlıklara ait
bir özelliktir (çünkü bu varlıkların doğası, acı ile hazzı tatma ve bu ikisini
gösterme noktasına kadar gelişebilmiştir). Halbuki dil, uyan ile uymayanı ve
adaletli ile adaletsizi duyumsamak, öteki canlı varlıklarda olmayan bir insani
özelliktir ve bunların bir araya gelmesiyle yerleşim ve kent ortaya çıkar” (1253a,
10-18), (Aristoteles, ?Politika).
[Ama, şurada da...]
“Batı metafizik geleneğine göre insan bir zoon logon échon'dur (konuşabilen
hayvan); oysa insanı diğer canlı türlerinden ayırt eden şey genel olarak dil
değil, dil ile söz arasındaki, (Benveniste'in kullandığı anlamda) göstergesel
ile anlamsal arasındaki, göstergeler dizgesi ile söylem arasındaki bölünmedir.
Aslında hayvanlar dilden yoksun değildir, aksine, onlar her zaman ve tamamen
dildirler. ... Hayvanlar dile girmezler, onlar zaten hep dilin içindedirler.
İnsana gelince, bir çocukluğu olduğundan, en başından beri konuşan
olmadığından, bu tek dili böler: Konuşmak için önce kendini dilin öznesi olarak
kurması, "ben" demesi gerekmektedir. Bu nedenle eğer dil gerçekten de
insanın doğası ise (ve doğa, iyi düşünüldüğünde, ancak sözsüz dil anlamına
gelebilir, Aristoteles'in tanımıyla bir ... "sürüp giden köken"dir;
böylece doğa olmak her zaman zaten dilin içinde olmak anlamına gelir) o zaman
insanın doğası daha kaynağında bölünmüştür, çünkü çocukluk bu doğaya bir
süreksizlik, bir kesinti getirmekte, dil ile söylem arasına farklılık
sokmaktadır.” Giorgio Agamben, Çocukluk ve Tarih, (Çev. Betül Parlak), Kanat
Yayınları, 2010 İstanbul, s.62
17
“Canlı varlık
hangi biçimde dile sahiptir” sorusu tam anlamıyla “çıplak hayat hangi biçimde polis’te
yer alır” sorusuna tekabül ediyor. Canlı varlığın logos’a sahip olması, logos’ta
kendi sesini bastırması ve korumasıyla olur; tam da poliste yer
almasının, kendi çıplak hayatının polis’te, bir istisna olarak,
dışlanmasıyla olduğu gibi.
Çıplak hayatın
‘siyasallaştırılması’yla -bu eşsiz
metafizik görevle- yapılan şey, yaşayan insanın insanlığına karar vermektir. Bu
görevi yerine getirirken modernliğin yaptığı iş, metafizik geleneğin özcü
yapısına olan sadakatini ilan etmekten başka bir şey değildir. Batı siyasetinin
temel ikiliği dost-düşman ikiliği değil; çıplak hayat-siyasal varoluş, zoe-bios, dışlama-içleme ikilikleridir.
Siyasetin varolmasının nedeni, insanın, bir yandan dili aracılığıyla kendisini
kendi çıplak hayatından ayırıp bunları karşıt hale getirirken öte yandan da,
aynı zamanda, bu çıplak hayatıyla içerici bir dışlama ilişkisi içinde yaşayan
canlı varlık olmasıdır.
Bu kitabın
baş-kahramanı çıplak hayattır; yani öldürülebilen fakat kurban edilemeyen
bir insan olan homo sacer’in (kutsal insanın) hayatıdır. ... Eski Roma
hukukunda bulunan ve insan olarak zamanın hukuk düzenine [ordinamento]*
sadece dışlanma yoluyla (yani öldürülebilirliği sıfatıyla dahil edilen bu
muğlak şahsiyet burada bize bir anahtar sunuyor.
* Düzen, sadece düzen anlamını değil, aynı
zamanda siyasal ve hukuksal hâkimiyet, düzenleme ve siyaset anlamlarını
da taşıyan İtalyanca ordinamento sözcüğü yerine geçiyor. [Carl Schmitt, ordnung,
düzenleme]. [composition]
18
Modern siyaseti
tanımlayan şey, ne zoe’nin polis’e dahil edilmesi -ki zaten bu
kesinlikle eski bir durumdu- ne de çıplak hayatın, Devlet iktidarının yansıtma
ve hesaplamalarının temel öznelerinden biri haline gelmesidir. Burada önemli
olan şey şudur: Bütün istisnaların kural olması sonucunu veren süreçle birlikte
çıplak hayat alanı (ki bu aslında siyasal düzenin marjinlerinde konumlanmış
olan bir alandı) gün geçtikçe siyasal alanla örtüşmeye başlıyor ve [dolayısıyla
da] dışlama ile içleme, dışarı ile içeri, bios ile zoe ve hak ile
olgu indirgenemez bir belirsizlik mıntıkasına giriyor. [Çıplak hayatı, aynı
anda hem siyasal düzenden dışlayan hem de bu düzenin içine hapseden söz konusu istisna
durumu...]
[birinci süreç:
siyasal düzenin sınırları bulanıklaşmaya başlayınca, çıplak hayatın kendisini
bütün kente özgürce salıvermesi ve siyasal düzendeki çatışmaların hem öznesi
hem de nesnesi haline gelmesi... ikinci süreç: canlı bir v arlık olarak insanın
kendisini artık siyasal iktidarın bir nesnesi olarak değil; bu iktidarın
bir öznesi olarak sunması...] [Bir zamanlar birbirinin karşıtı olan bu
iki süreç, vatandaşın çıplak hayatı bağlamında, insanlığın yeni biyosiyasal
bedeni bağlamında birleşiyor.]
19
O halde, eğer
modern demokrasiyi klasik demokrasiden ayıran bir şey varsa, o da şudur: Modern
demokrasi ta en başından beri kendisini zoe’nin doğrulanması ve
kurtuluşu olarak sunuyor ve sürekli olarak da kendi çıplak hayatını bir hayat
tarzına dönüştürmeye ve deyim yerindeyse, zoe’nin bios’unu
bulmaya çalışıyor. Buradan da modern demokrasinin kendine özgü çıkmazı (aporia) doğuyor: Modern demokrasi,
insanların özgürlük ve mutluluklarını, insanların bağımlılıklarının ve boyun
eğmelerinin sergilendiği mekânda -“çıplak hayat”ta- arıyor. ... Demokrasi, hem
de en yüksek noktasına ulaştığı ve bütün düşmanlarını nihayet alt ettiği bir
zamanda [bile], mutluluğu için varını yoğunu harcadığı zoe’yi, tarihte
eşi benzeri görülmemiş felaketlere sürüklenmekten neden kurtaramadı? Modern
demokrasinin, göz kamaştırıcı post-demokratik toplumlardaki çöküşü ve gittikçe
totaliter devlete doğru kayışının kökünde, pekâlâ, bu çıkmaz
bulunabilir... (Nazizim ve faşizm,
çıplak hayatın belirlenmesini siyasetin ana ilkesi haline dönüştürmüştür.)
20
[kamplardaki tanıklıklar...:] “İnsanların kalitesinin
sorgulanması, insan ırkına ait olmayı neredeyse tamamen biyolojik bir değer
yapıyor”
Aristoteles, …
yalın hayatın ‘güzel gün’ü (euemeria)
ile siyasal bios’un ‘büyük
sıkıntı’sını karşılaştırırken, pekâlâ, Batı siyasetinin temelinde yatan bu
çıkmazın en güzel formülünü sunuyor olabilir. O zamandan bu yana geçen yirmi
dört yüzyıl, sadece geçici ve etkisiz çözümler getirdi. Batı siyaseti,
kendisini gittikçe daha fazla bir biyosiyaset biçimine sokan bu metafizik
görevi yerine getirirken, zoe ile bios ve ses ile dil arasında, kopukluk
ve çatlakları iyileştirecek olan bir bağlantıyı inşa etmeyi başaramadı.
[Dolayısıyla da] çıplak hayat siyasetin içinde hâlâ istisna olarak, yani sadece
dışlanarak içlenen bir şey olarak var olmaya devam ediyor.
21
… gösteri toplumunun kendisini mahkûm ettiği
mükemmel anlamsızlık…
22
... hayatın kutsallığı sorunu...
Egemenliğin Mantığı
Birinci Bölüm
1. Egemenliğin Paradoksu
I
25
Egemenliğin paradoksu şu gerçeğe dayanıyor: Egemen [kişi],
hukuk düzeninin aynı anda hem dışında hem de içindedir. Eğer egemen, gerçekten,
hukuk düzeninin, kendisine istisna durumunu belirleme ve dolayısıyla da
yürürlükteki düzenin geçerliliğini askıya alma yetkisi verdiği kişi ise, o
zaman, “egemen, hukuk düzeninin dışında bulunmasına rağmen bu düzene aittir;
çünkü, bu durumda anayasanın tamamen askıya alınıp alınmayacağına karar vermek
bu kişiye düşer” (Schmitt). Egemen “aynı anda hukuk düzeninin hem dışında hem
de içinde” olması önemsiz bir mesele değildir: Egemen, hukukun geçerliliğini
askıya alma konusunda yasal yetkiye sahip olmakla, kendisini yasal olarak
hukukun dışında tutuyor.
26
[Schmitt] “İstisna, bir sınıfa dahil edilemeyen şeydir.
İstisna genel kodlamayı kabul etmez; fakat aynı zamanda özellikle hukukun resmi
bir unsurunu, yani kararın mutlaklığını ortaya koyar. ... Devlet otoritesinin
özünü en açık biçimde ifşa eden şey hüküm (verme)dir. Burada hüküm verme,
hukuksal düzenlemeden ayırt edilmeli ve (paradoksal bir ifadeyle) otorite, yasa
koymak için yasalara ihtiyaç duymadığını ispat etmelidir.
27
[İstisna... “gerçeklerin nihai konfigürasyonu”...
Giambattista Vico]
... kuralın askıya alınmasından başka hiçbir şeye dayanmayan
böyle bir “durum”un yapısı nasıl bir yapıdır?
28
İstisna, hukuk içinde, pozitif hukuku askıya almak suretiyle
pozitif hukuku aşan bir unsurdur [Vico].
II
İstisna [exception]
bir tür dışlamadır. Genel kuraldan dışlanan şey, münferit/tekil bir durumdur.
Fakat istisnanın en kendine-has niteliği şudur: İstisna olarak dışlanan şey,
dışlandığından dolayı kuralla hiçbir ilişkisi kalmayan bir şey değildir. Tam
tersine, istisna olarak dışlanan şey, kuralla olan ilişkisini, kuralın askıya
alınması biçiminde devam ettiriyor. ... Dolayısıyla, istisnai durum, düzenin
öncülü olan kaos değil, düzenin askıya alınmasından doğan bir durumdur. Bu
anlamda istisna, gerçekten de, etimolojik kökeninin de gösterdiği gibi, tamamen
dışarıya terk edilen bir şey değil, dışarıda tutulan (ex-capere) bir
şeydir.
Genellikle, hukuksal-siyasal düzenin yapısının, dışarıya
itilen şeylerin aynı zamanda içeride tutulduğu bir yapı olduğu gözlemlenir.
Nitekim, Gilles Deleuze ve Felix Guattari “Egemenlik, sadece içine alabildiği
şeylere hükmeder” diyebiliyor; Maurice Blanchot ise, ... toplumun “dışarıyı
kapatma”, yani dışarıyı “beklentinin ya da istisnanın içselliği”nde kurma çabasından
söz ediyordu.
29
Sistem, bir
aşırılıkla karşı karşıya kaldığı zaman, kendisini aşan bu şeyi yasaklamak
suretiyle içine alır ve bu şekilde “kendisini kendisinin dışına taşırır” (L'Entretien
infini, Maurice Blanchot, 292). Ancak, egemenliğin yapısını tanımlayan
istisna çok daha karmaşık bir şeydir. Burada dışarıda kalan şeyler, yasaklanma
ya da kapatılma/hapsedilme yoluyla değil; hukuk düzeninin geçerliliğinin askıya
alınması suretiyle -yani, hukuk düzeninin istisnadan çekilmesine ve bundan
vazgeçmesine imkân verilmesi suretiyle- içeriye alınıyor. İstisna kendisini
kuraldan dışarı çıkarmıyor; bunun yerine, kural, kendi kendisini askıya alarak,
istisnaya yol açıyor ve kendisini istisna olarak sürdürmek suretiyle de,
öncelikle kendisini kural olarak tesis ediyor. Hukukun kendine özel “güç”ü,
kendisini dışsallıkla ilişkisi içinde sürdürebilme kapasitesine dayanıyor.
... egemen
istisna, kendisini içeri ile dışarıyı ayırmakla sınırlandırmayan, bunun yerine,
bu ikisi arasındaki eşiği (istisna durumunu) belirleyen temel yerleştirmedir (Ortung).
30
... Schmitt’e
göre egemen nomos’un bileşenlerinden biri olan “yer düzenlemesi”,
“ülkenin/toprağın ele geçirilmesi” -yani, hukuksal ve teritoryal bir
düzenlemenin (bir Ordnung ve bir Ortung’un) belirlenmesi- değil,
her şeyden önce “dışarının ele geçirilmesi”, yani bir istisnadır.
“Kaosa uygulanabilecek hiçbir kural olmadığı” için,
öncelikle, dışarı ile içeri, kaos ile normal durum arasında bir belirsizlik
mıntıkasının -istisna durumunun- yaratılması suretiyle, kaosun hukuk düzenine
dahil edilmesi gerekiyor. Bir kuralın, bir şeye gönderme yapabilmesi için,
dışsal bir ilişki (ilişkisizlik) içinde bulunulan bu şeyle hem önceden bir
ilişkinin olduğunu varsayması ve hem de böyle bir ilişkiyi tesis etmesi
gerekiyor.
... “yeryüzünün nomos’u”nun
bileşenlerinden biri olan yerleştirme (Ortung) ile düzenleme (Ordnung)
arasındaki bağ(lantı), Schmitt’in öne sürdüğünden çok daha karmaşıktır ve bunun
merkezinde temel bir muğlaklık, yerleştirilemeyen bir belirsizlik ya da istisna
alanı vardır. ... İçinde yaşadığımız çağda, istisna durumu her geçen gün biraz
daha temel siyasal yapı haline geliyor ve nihai anlamda da, kural olmaya
başlıyor. Çağımızda yürütülen, yerleştirilemeyenlerin daimi ve göz önünde bir
yere yerleştirilmeleri çabasının sonucu olarak toplama kampları ortaya çıktı.
31
İşte “yeryüzünün”
eski “nomos’unun” krizini belirleyen şey de, yerleştirme ile düzenleme
arasındaki bağın tamamen koptuğu bu istisna mekânıdır.
III
32
“Dil”, diyordu
Hegel Tinin Fenomenolojisi’nde, “dışsallığın
içsellik olduğu kadar içselliğin de dışsallık olduğu mükemmel bir şeydir”. … içeri ile dışarı arasındaki sınırları
izlemenin mümkün olduğu ve belirli alanlara belirli kuralların tahsis
edilebildiği mekânı yaratan şey, egemenin istisnayı belirleyen kararıdır. … Bu
anlamda, konuşmak [dire], daima “yasa koymak”, yani, ius dicere’dir.
IV
[imge-metin]
Bu açıdan
bakıldığında, istisna, birlikte bir sistem oluşturdukları örnekle simetrik bir
ilişki içinde bulunuyor. İstisna ve örnek, bir kümenin kendi tutarlılığını
tesis ve idame etmeye çalıştığı iki yolu oluşturuyor. Fakat istisna, ... içleyici
bir dışlamayken (ve dolayısıyla da dışlanan bir şeyin içlenmesi görevini
görürken), örnek dışlayıcı bir içleme olarak işlev görüyor. [“Seni
seviyorum” ifadesi/dizimi, performatif bir konuşma edimi örneği olarak ifade
ediliyorsa, o zaman, bu ifade, aynı anda hem normal bir bağlamda anlaşılamayan
bir şey ve hem de bir örnek olarak alınabilmesi için de gerçek bir konuşma
olarak algılanması gereken bir şeydir.]
33
[imge-metin]
devam...
Örnek, kümeye ait olduğu sürece kümenin dışında kalıyor.
İstisna ise, tam da normal duruma ait olmadığı için normal durumun içine
giriyor. Tıpkı bir sınıfa aidiyeti gösterebilecek tek şeyin bir örnek -yani
sınıfın kendisinin dışındaki bir şey- olmasında olduğu gibi, ait-olmamayı
gösterebilecek tek şey de sınıfın ortasındaki bir şey, yani bir istisnadır.
V
35
Küme teorisinde
üyelik ile kapsanma/içlenme aynı şey değildir. Eğer bir terim bir kümenin
parçası ise, yani bu terimin bütün elemanları bu kümenin elemanı ise o zaman bu
küme bu terimi kapsıyor demektir. Ancak bu terim, bir kümeye dahil olmadan bu
kümenin bir üyesi olabilir, ya da öte yandan, bir terim, bir kümenin elemanı
olmadan bu küme tarafından içlenebilir. [Badiou’da üyelik aidiyete (presentation),
içlenme ise temsile (re-presentation) tekabül ediyor.
36
... egemen
iddianın özelliği tam da şudur: Egemenliğin istisnaya uygulanması, istisnaya
uygulanmaması suretiyle gerçekleşiyor; yani egemenlik, kendisinin dışında olan
şeyleri içine alıyor. Dolayısıyla egemen istisna, tam da olağandışılığın temsil
edildiği, yani temsil edilemeyen şeylerin temsil edildiği bir durumdur. [Bu noktada Deleuze&Guattari’nin flux anlatımı
daha açıklayıcı olabilir] ... İstisna,
üyesi olduğu bütün tarafından içlenemeyen ve zaten her zaman içinde olduğu
bütünün bir üyesi olamayan şeydir.
37
Dilin
bakış açısından bakıldığnda; içlenmeyi anlam [sense], üyeliği ise
düzanlam [denotation]* olarak almak mümkündür. Bu anlamda, bir sözcüğün,
daima, gerçekten işaret ettiği düzanlamdan başka anlamlarının da olduğu
gerçeği, aşırılık noktası teoremine tekabül ediyor. İşte zaten hem Claude
Lévi-Strauss’un gösterenlerin gösterilenleri aşan bileşenlere sahip olduğu
yolundaki teorisinde (“bu ikisi arasında daima bir örtüşmezlik vardır,
gösterenlerin kendilerinin temeli olan gösterilenleri aşmasıyla sonuçlanan ve
yalnızca ilahi bir aklın çözebileceği bir şeydir”) hem de Emile Benveniste’in
semiyotik (göstergebilimsel) ile semantik (anlambilimsel) arasında indirgenemez
bir karşıtlık olduğu yolundaki öğretisinde söz konusu olan şey de bu ayrışımın
ta kendisidir. ... Zaten, bütün anlam olasılıklarının daima dışına taşan
kararlaştırılamayan şeyleri öne çıkarmakla, yapısökümün yaptığı şey de budur.
*
roland barthes’ın kuramının merkezinde anlamlandırmanın iki düzeyi olduğu
düşüncesi vardır. barthes anlamlandırmanın ilk tanımlayıcı düzeyine
düzanlam/işaret (denotation), ikinci düzeyine çağrışımlı/yananlam (connotation)
düzeyi demektedir. denotation; basit, temel, tanımlayıcı ve çoğu insanın
üzerinde anlaştığı anlamdır. connotation ise, birinci basit düzeyden kod
açabildiğimiz bu gösterenlerin (signifiers) anlamını okumamıza yarayan
geleneksel kavramsal sınıflandırmaları kullanarak geçtiğimiz ikinci düzeydir.
ekşi
VI
37
Nitekim egemenlik,
Schmitt’te, istisnanın kararlaştırılması biçiminde karşımıza çıkıyor. Buradaki
karar, hiyerarşik olarak bütün herkesin üstünde olan bir öznenin iradesini
ifade eden bir şey değil, nomos’un bedenine/bünyesine, buna can ve anlam
veren dışsallığın kazınmasını temsil eden bir şeydir. Egemen, meşru/yasal olan
ile olmayanı değil; hukuk alanına canlılığın sokulmasını ... kararlaştırıyor.
38
Hukuk,
düzenleyici bir karaktere sahiptir ve bir “kural”dır. Bunun böyle olmasının
nedeni, hukukun, emir ve yasaklar vazetmesi değil; her şeyden önce, gerçek
hayatta kendi referans alanını yaratmak ve bu referansı düzenli hale
getirmek zorunda olmasıdır. Kurallar bu referansın koşullarını hem
istikrarlı hale getirdiği hem de önceden varsaydığı için, bir kuralın orijinal
yapısı daima şöyledir: “a (gerçek bir durum) ise b (hukuksal
sonuç)”. Burada, bir gerçek, hukuk düzeninden dışlanmak suretiyle bu düzene
dahil oluyor; yasal durumun öncesinde bir ihlal var oluyor ve bu yasal durum
ihlal tarafından belirleniyor. ... Hukuksal düzen, başlangıçtaki haliyle, bir
ihlalin cezalandırılması değildir; bunun yerine, yaptırımsız olarak aynı eylemi
tekrarlamak suretiyle kendi kendisini tesis eden bir şeydir.
Hayatın bu
şekilde hukukun içine çekilmesinin şifresi, yaptırımda değil; suçlulukta
(borçluluk/bedel-ödeme-durumu) yatıyor; suçlulukta, yani kişinin dışlanarak
içlenmesi durumunda, dışlandığı ya da tam olarak giremediği şeyle ilintili
olması durumunda. Suçluluk, ihlale, yani meşru/yasal olan ile olmayanın
belirlenmesine değil; hukukun saf gücüne, yani hukukun bir şeye gönderme
yapması yalın gerçeğine işaret ediyor. Zaten, her türlü ahlaki yaklaşımdan
uzak bir biçimde, kuralı bilmemenin suçu ortadan kaldırmadığını öngören
hukuksal özdeyişin dayandığı nihai zemin de işte budur.
39
Bu şekilde bir konuma zorlanan hayatın hukuk alanına
girmesinin tek yolu, içleyici bir dışlamanın öngörülmesidir...
Egemenin kararı, kararlaştırılamayanın konumlandırılmasıdır.
VII
40
Eğer egemenliğin
yapısı istisnadan oluşuyorsa, o zaman egemenlik ne siyasete özel bir kavram ne
tamamen hukuksal bir kategori ne hukukun dışında bir güç ne de hukuk düzeninin
üstün kuralıdır. Egemenlik, hukukun hayata gönderme yaptığı ve hayatı tam da
askıya almak suretiyle içine aldığı Orijinal yapıdır. Biz burada, Jean-Luc Nancy’nin
önermesini izleyerek, hukukun, kendi yokluğunda hüküm sürmeye ve
geçersizliğiyle geçerli olmaya işaret eden bu potansiyeline (yani aynı zamanda
... energein [gerçekleşmeme potansiyeli] demek olan) yasaklama (ban) diyeceğiz.
... İstisna ilişkisi bir yasaklama ilişkisidir. Yasaklı kimse, gerçekte, tam
anlamıyla hukukun dışına atılan ve hukukla ilgisi koparılan birisi değil; hukuk
tarafından terk edilen, yani hayat ile hukukun, dışarıdaki ile
içeridekinin birbirinden ayırt edilemediği eşik alana bırakılan ve burada
tehdit edilen bir kişidir. Yasaklı kimsenin hukuk düzeninin dışında mı yoksa
içinde mi olduğunu söylemek tam anlamıyla imkânsızdır. Bundan dolayı, Latin kökenli dillerde,
"yasaklı" olmak aslında hem "-nin merhametine kalmak" hem
de "kendi iradesine bırakılmış, özgür olmak"tır, hem
"dışlanmış" hem de "herkese açık, serbest" olmaktır. ...
Hukukun hayat ile kurduğu ilk ilişki, geçerli olma değil; terk etme
ilişkisidir. 'Nomos', hayatı terk ederek bunu yasak alanında tutuyor. Bu,
sorgulayabilmek için anlamaya çalıştığımız yasaklamanın yapısıdır.
41
Yasaklama bir ilişki biçimidir. Fakat zaten sorun, tam da,
yasaklamada hiçbir pozitif içerik olmadığı ve söz konusu ilişkideki terimler
birbirleriyle karşılıklı dışlama (ve aynı zamanda da içleme) ilişkisi içinde
göründükleri zaman, bu ilişkinin nasıl bir ilişki olduğudur.
2. “Nomos
Basileus” - Egemen Hukuk/Yasa
I
42
Bugün artık demokrasi ve hukuk devleti anlayışımızdan
ayrılamaz hale gelen egemenliğin hukuka ait olduğu ilkesi, hiçbir şekilde egemenliğin
paradoksunu ortadan kaldırmıyor. Hatta bu ilke söz konusu paradoksu en uç
noktasına vardırıyor. Bu ilkenin kayda geçmiş en eski formülasyonu olan
Pindar’ın 169. kıtasının kaleme alınmasından bu yana, hukukun egemenliği o
kadar karanlık ve muğlak bir boyutta ele alındı ki; bilim adamları çok haklı
olarak bir “muamma”dan söz etme durumunda kaldılar:
43
Herkül’den bildim ki
Ölümlü ve ölümsüz
Herkese egemen
olan nomos
En büyük şiddeti bile haklı kılan
En güçlü mercidir
... şiddetin
haklılaştırılması temeli... Kıtanın özünde yatan şey, Yunanlıların Bia ve
Dike dedikleri, özde birbirlerinin tam zıddı olan iki ilkenin, yani
şiddet ile adaletin skandal biçimde bir araya getirilmesidir. Nomos, “en
güçlü merci” olarak, birbirinin karşıtı olan iki şeyin paradoksal
birlikteliğini başarma gücüdür...
44
Egemen nomos,
hukuk ile şiddeti birleştirmek suretiyle, bunları belirsizlikle tehdit eden
ilkedir. ... Egemen,
şiddet ile hukuk arasındaki belirsizlik noktasıdır, şiddetin hukuka karıştığı
ve hukukun da şiddete bulaştığı eşiktir.
45
Orijinal
anlamıyla nomos, yasanın aracılığı olmadan hukuksal bir gücün saf
yansımasıdır.
II
46
[Platon:] Nomos,
herkesin
Ölümlülerin ve ölümsüzlerin egemeni
En güçlü mercidir
Ve adalet için şiddet uygular
47
... şiddeti haklı kılmak, aynı zamanda adalet için şiddet
uygulamaktır.
[Platon Bia
ve Dike’nin “egemen bileşimini haklı kılan karşıtlığı yok etmek
istiyordu.]
III
48
Eğer Sofistler
için en güçlünün uyguladığı şiddeti haklı kılan nihai şey physis’in
önceliği ise, Hobbes için egemenin mutlak iktidarını haklı kılan şey, tam da
doğal durum ile şiddetin aynı şey oluşudur [İnsan insanın kurdudur.].
... doğal durum
gerçekten de nomos’un dışında bir şey değil; nomos’un
potansiyelini içeren bir şeydir. İnsanlığın doğal durumu, hukukun potansiyel
olarak var olduğu, hukukun kendi kendisini “doğal hukuk” olarak koyutladığı bir
durumdur. ... Dışsallık -doğanın yasası ve kişinin kendi hayatını koruması
ilkesi- gerçekten de siyasal sistemin en merkezindeki özüdür...
IV
51
[Toplumun çözülmüş
gibi olduğu noktada] ortaya çıkan şey, aslında (insanların yeniden düşeceği
ilkel bir evre olarak) doğal durum değil; istisnai durumdur. Doğal durum ile
istisnai durum, tek bir topolojik sürecin iki farklı yüzünden başka bir şey
değildir. Bu süreç, Möbius şeridinde ya da Leyden kavanozunda olduğu gibi,
dışsal varsayılan şeyin (doğal durum) içerideki bir şey (istisnai durum) haline
geldiği bir süreçtir. Burada egemen iktidar, içerideki ve dışarıdakini, doğa
ile istisnayı ve physis ile nomos’u birbirinden ayırmanın
imkânsızlığından başka bir şey değildir. ... Bu durum, tam da adaletin gözüne
görünmemek için hep saklanmak zorunda olan ve dolayısıyla bizim de hep
gözümüzün önünde tutmamız gereken söz konusu topolojik belirsizlik
mıntıkasıdır.
52
[şekil üzerinde] Zamanla istisnalar kural olmaya başlayınca,
bu iki daire birbirinden asla ayrıştırılamayacakları mutlak bir belirsizlik
yaratacak şekilde iç içe geçiyorlar.
3. Potansiyel Hukuk
I
54
Anayasal güçler varlığını sadece Devletin 'içinde'
kazanıyor: Bunlar, ... gerçekliğini dışavurdukları Devlet yapısına muhtaçtır.
Anayasama gücü ise, Devletin 'dışında' bulunan bir şeydir. Bu güç hiçbir şeyini
Devlete borçlu olmayan ve Devletsiz var olan bir güçtür.
Anayasayı doğuran güç gün geçtikçe bir önyargı olarak ya da
çıplak bir olgusallık olarak dışlanıyor ve anayasama gücü, her geçen gün biraz
daha, anayasada öngörülen gözden geçirme gücüne indirgeniyor.
Benjamin, anayasama gücü ile anayasal güç arasındaki
ilişkiyi, yasa koyan şiddet ile bu yasayı koruyan şiddet arasındaki ilişki
olarak sunuyordu...
55
Eğer kanun koyan şiddet olarak anayasama gücü kanunu koruyan
şiddetten kesinlikle daha yüceyse, anayasama gücünün kanunu koruyan şiddeti
meşrulaştırmaktan başka bir sıfatı yoktur ve hatta anayasal güçle muğlak ve
sökülüp atılması mümkün olmayan bir ilişkisi vardır.
Egemen iktidar, tıpkı kendisini doğal durum olarak
koyutlaması ve bu şekilde de, yasal durum ile girilen bir yasaklama ilişkisi
aracılığıyla yasal durumda da var olması gibi, burada da, hem anayasama gücüne
hem de anayasal güce girecek şekilde kendisini ikiye bölüyor ve bu iki güç
arasındaki belirsizlik alanına yerleşiyor. Sieyés'in kendisi [Emmanuel-Joseph
Sieyés], ("ulus" ile özdeşleştirilen) anayasama gücünü toplumsal
ilişkilerin dışındaki bir doğal duruma yerleştirecek kadar bu içerimin
bilincindeydi: "Yeryüzündeki ulusları" diyordu Sieyés,
"toplumsal ilişkilerin dışında ... doğal durumdaki bireyler olarak
görmeliyiz".
II
56
['Devrim Üzerine', Arendt, anayasama gücüne ilişkin yasa
çıkarma yetkisine sahip mutlak bir ilke olarak egemenliğin nasıl talep
edildiği... bu talebin sonuçta nasıl bir kısırdöngü halini aldığı...]:
"Onun [Robespierre] istediği şey asla sadece bir
"Üstün Valık" (ki bu kendisine ait bir terim değildi) değildi; onun
istediği, kendisinin "Ölümsüz Yasayıcı" dediği ve farklı bir bağlamda
ise "sürekli Adalete başvurma" adını verdiği şeydi. Robespierre,
Fransız Devrimi'nin terimleriyle, ne halkın ne de Devrimin kendisinin genel
iradesiyle özdeşleştirilemeyecek, daimi ve aşkın bir otorite kaynağı
istiyordu."
Buradaki temel sorun, kendi kendisini anayasal bir güce
dönüştürerek öldüren bir anayasama gücünün nasıl tasavvur edileceğinden ziyade
(ki bu, kolay olmasa bile en azından teorik olarak çözülebilecek bir
meseledir), anayasama gücünün anayasal güçten kesin biçimde nasıl ayırt
edileceğidir. Bu ikincisi hiç kuşkusuz daha zor bir problemdir. Anayasama
gücünün korunması üzerinde kafa yoran insanlar hiç şüphesiz bugün de var ve
bunların çabaları bize Troçki'nin "sürekli devrim" nosyonu ve Mao'nun
"kesintisiz devrim" kavramı aracılığıyla ulaşıyor. Bu perspektiften
bakıldığında, parlamentoların gücü bile anayasama gücünün anayasal güç içinde
devamı olarak düşünülebilir.
... çağımızdaki
kendiliğinden toplanan meclisleri yıkan iki büyük güç -Leninist parti ile Nazi
partisi- de, bir anlamda, kendilerini, anayasal gücün yanında var olan bir
anayasama momentinin (istanza) [istek, talep?] koruyucuları olarak sunuyorlar.
... Devlet partisinin Devletin kendisinin aynısı olarak ortaya çıkmasıyla sonuçlanan
bu yapı...
57
Schmitt’e göre anayasama gücü, “kişinin kendi siyasal
varoluşunun doğası ve biçimine ilişkin olarak somut ve esaslı bir kara verme”
kapasitesine sahip olan bir “siyasal irade”dir. Nitekim, anayasama gücü, “bütün
anayasal yasama prosedürlerinden önce gelen ve bunların üstünde olan”, hukuksal
kurallar düzeyine indirgenemeyen ve de egemen iktidardan teorik olarak farklı
olan bir güçtür.
58
“Anayasama
gücü ilkesi (asla) egemenlik kavramına yüklenebilecek bir ilke değildir. Bunun
tek nedeni anayasama gücünün, anayasal güçten doğan bir şey olmaması (ki bunun
böyle olmadığı açıktır) değildir; aynı zamanda anayasama gücü, anayasal gücün
tesisi de değildir: Anayasama gücü, [yeni] bir ufuk açan bir seçim ve karar
edimidir; daha önce var olmayan ve var olması için de yaratıcı edimin
yaratıcılığını yitirmemesini gerektiren bir şeyin radikal biçimde
sergilenmesidir. Anayasama gücünün anayasama sürecini harekete geçirdiği andan
itibaren her türlü kararı alma özgürlüğü vardır. Halbuki egemenlik, anayasama
gücünün tesisi -ve dolayısıyla da sonu- olarak, anayasama gücünün getirdiği
özgürlüğün tüketilmesi olarak ortaya çıkıyor.” Antonio Negri, Il potere
costituente, s. 31
[Peki o zaman anayasama gücü egemen iktidardan ne anlamda
ayrılıyor? Negri’de bu ayrım için bir kriter bulunmuyor. Ama Negri’deki
anayasama gücü siyasal bir kavram olmaktan çıkarak ontolojik bir kavram haline
gelmesi dolayısıyla önemlidir.]
59
Dolayısıyla da
anayasama gücü sorunu, “potansiyelin tesisi” sorunu haline geliyor; anayasama gücü
ile anayasal güç arasındaki çözümlenmemiş diyalektik, potansiyel ile
edimsel/fiili arasındaki ilişkinin yeniden eklemlenmesine yol açıyor. ...
Egemenliği anayasama gücüne bağlayan düğümü çözebilecek tek şey, olabilirlik
ile gerçeklik, olumsallık ile zorunluluk arasındaki ilişkinin ve öteki pathē tou ontos [varlığın yolu?]’un
tamamen yeniden ele alınmasıdır. ... Edimselin önceliği ve bunun potansiyelle
olan ilişkisi üzerine kurulu olan ontolojinin yerine yeni ve tutarlı bir
potansiyel ontolojisi ikame edilene dek, egemenliğin çıkmazlarından
arındırılmış bir siyaset teorisi, tasavvuru imkânsız bir şey olarak kalacaktır.
III
Anayasama gücü
ile anayasal iktidar arasındaki ilişki, Aristoteles’in potansiyel ile edim, dynamis
ile energia arasındaki ilişki kadar karmaşıktır. Son tahlilde,
anayasama gücü ile anayasal güç arasındaki ilişki, potansiyelin varoluşunu ve
otonomisini nasıl düşündüğümüze bağlıdır. Aristoteles’in düşüncesine göre,
potansiyel hem edimselden önce gelir ve edimseli belirler hem de özde edimsele
tabi kalır: Aristoteles (tıpkı, bütün anayasama gücünü anayasal güce indirgemek
isteyen bugünkü politikacılar gibi) potansiyelin yalnızca edimle varolduğunu
savunan Megaralıların tersine [Megara Okulu İ.Ö. yaklaşık 4. yy. Eski Yunan’da
Megara kentinde yaşayan sofistlerin geliştirdiği bir ekol. ç.n.], her zaman
potansiyelin kendi özerk varoluşuna büyük önem vermiştir. Kithara çalan bir
müzisyenin bu aleti fiilen çalmazken bile bunu çalma kabiliyetine (potenza) sahip olması ya da bir mimarın işini
icra etmezken bile kendi kaabiliyetine (potenza)
sahip olması, potansiyelin bu özerk varlığına işaret ediyor. Başka bir deyişle,
Aristoteles’in Metafizik’in Sekizinci Kitabında ele aldığı şey, çıplak
bir mantıksal olabilirlik olarak potansiyel kavramı değil; potansiyelin
varoluşunun etkin biçimleridir.
[Aristoteles’in Metafizik
kitabının Sosyal Yayınları’nın 1996 baskısında söz konusu kavramlar kuvve
ve fiil kavramlarıyla karşılanmış. Bu kavramlar 8. Kitapta tanımlanmaya
başlıyor, ancak “mimar” örneği ve Megara Okuluna karşı polemik 9. Kitapta (s.
397) yer alıyor.]
[IX. KİTAP - 3. Bölüm
397
Yalnızca fiil olduğunda kuvvenin olduğunu, fiil olmadığında
kuvvenin olmadığını iddia eden filozoflar, yani Megaralılar var. Böylece bina
yapmayan, bina yapma gücüne sahip değildir; bu güce bina yapan ancak bina
yaptığı an sahiptir. ...
398
... eğer kuvveden, güçten yoksun olan, imkânsız olan ise,
meydana gelmemiş olan hiçbir zaman meydana gelmeyecektir. Ve meydana gelme
gücüne sahip olmayan bir şeyin olduğunu veya olacağını söyleyen, yanlış bir şey
söylemiş olacaktır: Çünkü imkânsızın anlamı budur. Megaralılar’ın akıl
yürütmesi o halde hareketi ve oluşu ortadan kaldırmakla sonuçlanmaktadır:
Ayakta duran, daima ayakta duracak, oturan varlık da daima oturuyor
olacaktır. ...
399
... Megaralılar’ın akıl yürütmesi kuvve ve fiili
özdeşleştirmektedir. ... Sonuç: Bir şey, var olma gücüne (kuvvesine) sahip
olabilir ama var olmayabilir; var olmama gücüne sahip olabilir, ama
varolabilir.
Aristoteles, Metafizik,
(Çev. Ahmet Arslan), Sosyal Yayınları, 1996 İstanbul, s. 397-399
Bundan dolayı da
potansiyelin, kendi tutarlılığına sahip olması ve daima hemen edimsele
dönüşmemesi için, edimsele gelmeme kabiliyetine
sahip olması, (yapma)ma ya da (olma)ma potansiyeli olarak var
olması ya da Aristoteles’in dediği gibi, aynı zamanda potansiyelsizlik (im-potentiality)
(adynamia) olması gerekiyor. Aristoteles bu ilkeyi veciz bir
şekilde ifade ediyor: “Her potansiyel, aynı şeyin aynı türden
potansiyelsizliğidir” (tou autou kai to auto pasa dynamis adynamia). Ya
da daha açık bir ifadeyle: “Potansiyel, hem olabilir hem de olmayabilirdir.
Çünkü potansiyel, olmak ile olmamaya eşit uzaklıktadır” (1050b, 10).
Var olan potansiyel, tam da edimsele dönüşemeyen
potansiyeldir (nitekim İbni Sina, Aristoteles’in maksadına sadık kalarak, buna
“mükemmel potansiyel” adını veriyor ve örnek olarak da yazı yazmayan haliyle
kâtibi gösteriyor).
[O halde edimsele geçişi nasıl tasavvur edeceğiz, bir edimin
gerçekleşmesi nasıl olacaktır?]
61
Aristoteles’in buna yanıtı, ... “Potansiyel, gerçekleştiği
zaman potansiyelsiz hiçbir şeyin kalmayacağı (yani olmama kapasitesine sahip
hiçbir şeyin kalmayacağı) şeydir”. [Birçok düşünür bu ifadeyi yanlış olarak
“imkânsız hiçbir şey kalmayacaktır” şeklinde çevirmişler, bu doğrultuda
anlamlandırmışlardır. Oysa Aristoteles’in vurguladığı asıl konu, olma ya da
olmama potansiyelinin kendisini gerçekleştirdiği koşullardır]. Potansiyelin
edimsele dönüşebildiği tek nokta, kendi olmama potansiyelini iptal ettiği
andır. Potansiyelsizliği iptal etmek, bu potansiyelsizliği yok etmek değil; tam
tersine, bunu gerçekleştirmek, kendisini kendisine vermek için potansiyeli
yeniden kendisine bağlamaktır.
62
Gerçekten de Aristoteles, potansiyelin en otantik doğasını
bu şekilde betimlemek suretiyle, Batı felsefesine egemenlik paradigmasını miras
bırakıyordu. Çünkü istisna üzerindeki geçerliliğini artık geçerli olmamakla
sürdüren egemen yasaklama, edimsel bağlamında kendisini tam da sahip olduğu olmama
kabiliyetiyle yaşatan potansiyelin yapısına tekabül ediyor.
Eğer, geleneğin
önyargılarından kurtulmuş bir okuyucu için, Metafizik’in Sekizinci
Kitabının gerçekte önceliği edimsele mi yoksa potansiyele mi verdiği asla açık
değilse, bunun nedeni, … Potansiyel ile edimsel, Varlığın egemen
öz-temellendirmesinin iki yüzünden başka bir şey değildir. Egemenlik daima
çifttir; çünkü Varlık, bir potansiyel olarak, kendisini mutlak edimsel olarak
gerçekleştirmek için kendisini askıya alıyor ve kendi kendisiyle bir yasaklama
(ya da terk etme) ilişkisi yürütüyor. Sınırsal mekânda, saf potansiyel ile saf
edimsel birbirinden ayırt edilemez ve işte egemenlik tam da bu belirsizlik
mıntıkasının ta kendisidir.
63
... egemenliğin bütün tanımlarında içkin bir potansiyellik
ilkesi vardır. ... “Potansiyel, uygulanmadan önce zaten vardır; itaat,
kendisini mümkün kılan kurumlardan önce var olan bir şeydir.” ... (Aristoteles
için, potansiyel ve edimsel, her şeyden önce, varlık sınıflarıdır, yani
“Varlığın dile getirildiği” iki yoldur.)
64
Nietzsche’nin son
zamanlarında, tam da Amor fati’nin, olumsallık ile zorunluluğu
birbirinden ayırmanın imkânsızlığını şekillendirdiği sırada, aynı şeyin bengi
dönüşü potansiyel ile edimseli birbirinden ayırmanın imkânsızlığını
şekillendiriyor.
4. Hukuk Biçimi
I
65
Kafka, “Hukuk Önünde” meselinde, egemenliğin yapısını örnek
bir özetlemeyle betimliyordu.
Taşradan gelen adamın Hukukun kapısından içeri girmesini
engelleyebilecek tek şey (tabi kapıcının kabul etmemesi de bunu engelleyemeyen
şeylerin içindedir), bu kapının zaten açık olması ve Hukukun hiçbir şeyi
emretmemesidir.
66
Hukukun en güçlü olduğu durum, artık hiçbir şeyi emretmediği
durum -yani saf bir yasaklama durumu-dur. ... Sadece taşralı adamın mukadderatı
olan bu açık kapı, bu adamı dışlayarak içliyor ve içleyerek dışlıyor. İşte her
türlü yasanın zirvesi ve kökü de budur.
Benzer bir biçimde dil de, konuşan bir varlık olarak insan
hiç fark etmeden daima zaten dilin içinde bulunduğu sürece, insanı kendi yasak
alanında tutuyor. Dilin varolması için gereken (lingüistik olmayan, tarifi
imkânsız, vs. biçimindeki) tek şey, tam da dilden dışlanan bir dille sürdürülen
ilişkisiyle var olan bir dildir. Mallermé, Hegelci bir formülle, “mantık, her
ilkenin olumsuzlanması yoluyla işleyen bir ilkedir” derken, dilin bu
öz-varsayımsal iddiasını dile getiriyordu. ... Lingüistik olmayan şeyler sadece
ve ancak dilin kendi içinde bulunabileceği için, insanlar bunlara ilişki-dışı
ve tarifi imkânsız bir önvarsayım biçiminde ulaşamazlar.
II
67
[Kafka’nın maksadı ve Gerschom Scholem’in yorumu:] “Hiçbir
Şey Olarak Vahiy”... “vahyin hiçbir anlamının olmadığı; fakat sadece yürürlükte
olmakla kendisini ifade ettiği bir evre”... “Nalam zenginliğinin kalmadığı ve
deyim yerindeyse, içeriğinin sıfır noktasına indirgenen şeylerin hâlâ arzı
endam eylediği (ve Vahiy işte böyle bir şeydir) bir yerde arzı endam eyleyen
Hiçbir Şeydir”.
68
Anlamı olmadan
yürülükte olma: Çağımızın
hâkim olamadığı yasaklamayı en iyi betimleyen şey... Bugün bütün toplumlar ve
bütün kültürler (bunların demokratik ya da totaliter, muhafazakâr ya da ilerici
olmaları fark etmiyor), hukukun (hukukla kastettiğimiz şey, ister Yahudilerin
Tevrat’ı, ister Müslümanların Şeriatı, ister Hıristiyanların dogması ve isterse
de seküler nomos olsun, düzenleyici biçimiyle bir geleneğin tam
metnidir) tam bir “Hiçbir Şey Olarak Vahıy” olarak yürürlükte olduğu bir
meşruiyet krizinin içinde bulunuyor.
69
[Kantçı] Etik alanındaki bu anlamı olmadan yürürlükte
olmanın bilgi alanında tekabül ettiği şey aşkın nesnedir. Sonuçta aşkın nesne,
reel bir nesne değil, sadece düşünmenin mutlak olarak belirsiz bir düşünceyle
ilişki içinde olduğu gerçeğini ifade eden “çıplak ilişki idesi”dir.
... böyle bir hukuk
biçimine nasıl bir hayat tarzı tekabül eder? [Bu durumda] ahlak yasaları
“gizemli yeti” gibi bir şey olmuyor mu? Kant, anlamı olmadan yürürlükte olan ve
dolayısıyla da belli herhangi bir şeyi ne emreden ne de yasaklayan bir yasanın
geçerlilik alanı içinde yaşamak durumunda kalan bir insanın durumunu “saygı” (Achtung,
saygıdan kaynaklanan dikkat) olarak adlandırıyor: “Belli bir emir ya da yasağın
tebliğ edilmediği bir insanın sahip olabileceği motivasyon, kesinlikle,
(kendisine uyulduğu takdirde hangi hedeflere ulaşılacağını belirtmeksizin)
esinlediği saygı aracılığıyla yasanın kendisinden başka bir şey olamaz.
Yasadaki özgür irade içeriği çıkarıldığı zaman formel özgür irade unsuruyla
ilişkisi devam edecek olan tek şey yasanın kendisidir çünkü.”
Kant’ın, bugün
içinde bulunduğumuz çağın kitlesel toplulukları ve büyük totaliter
devletlerinin karşılaştığı bir durumu, yaklaşık iki yüz yıl öncesinden ve yüce
bir “ahlak duygusu” başlığı altında nasıl betimleyebildiği gerçekten hayret
vericidir. Çünkü, anlamı olmadan yürürlükte olan bir hukuk altında
yaşanan bir hayat, istisna durumunda yaşanan bir hayata benziyor; burada, en
masum bir jest ya da en küçük bir unutkanlık bile en olmadık sonuçlar
doğurabilir. İşte Kafka’nın betimlediği hayat tam da budur: Burada hukuk,
içerikten tamamen yoksun olmasının karşılığında hayatı her tarafından
kuşatmıştır ve yanlışlıkla çalacağınız bir kapı sizi sonu gelmez mahkeme
celselerine taşıyabilir. İşte nasıl ki Kant’taki ahlak yasalarının tamamen
formel karakteri bu yasaların pratikte her durum için geçerli olmasının temeli
ise, Kafka’nın köyündeki hukukun boş potansiyeli de hayattan ayırt edilemeyecek
kadar güçlü ve yürürlüktedir.
71
Anlamı olmadan
yürürlükte olma deneyimi, burada ele aldığımız konuyla ilgisi olmayan çağdaş
bir düşünce akımının temelini oluşturuyor. Yapısökümün günümüzdeki
prestijinin temelinde yatan gerçek tam da şudur: Yapısöküm, geleneğin bütün bir metnini, anlamı olmadan
yürürlükte olan bir şey olarak görüyor: yürürlükte olan ve gücünü de özde
kararlaştırılamazlığından ve yürürlükte olan böyle bir gücün, tıpkı Kafka’nın
anlattığı meseldeki Hukuk kapısı gibi, asla geçit vermeyen bir şey oladuğunu
göstermesinden alan bir varlık olarak görüyor. Fakat bizim yaklaşımımızı
yapısökümünkinden ayıran şey, tam da yürürlükte olan bu varlığın (ve bunun
ortaya çıkardığı istisnai durumun) anlamını okuma biçimidir. Gerçekten de
çağımız, tıpkı Kafka’nın hikâyesindeki taşralı adamın Hukukun kapısının önünde
dikilmesi gibi, dilin önünde dikilip duruyor.
[Kutsal kitabın yorumlanması konusunda Origen’in (İS
yaklaşık 185-254, Hıristiyan ilahiyatçı) zikrettiği ilahi uyarı... : “Sizlere,
bilginin anahtarı saklayan Hukuk adamlarına yazıklar olsun: Siz kendiniz
girmediniz ve yaklaşan öteki insanların girmesine de izin vermediniz” (bu
sözleri şu şekilde yeniden biçimlendirmemiz gerekiyor: “Hukukun kapısından
içeri girmek istemeyen fakat bu kapının kapanmasına da izin vermeyen insanlara
yazıklar olsun!”).
IV
[Benjamin, 8. tez:] “Ezilenlerin geleneği bize şunu
öğretiyor: İçinde yaşadığımız ‘istisna durumu’ kuralın ta kendisidir. Bizim, bu
gerçeğe tekabül eden bir tarih kavramına ulaşmamız gerekiyor. İşte o zaman,
gerçek istisnai durumu yaratmak görev olarak karşımıza çıkacaktır”.
72
Benjamin’e göre, kendisini tamamen yazıya aktaran bir hayat,
anahtarı kaybolmuş bir Tevrat’a tekabül ediyor. ... sekizinci tez, içinde
yaşadığımız ve kural haline gelen istisnai durumun karşısına, bizim kendimizin
yaratması gereken “gerçek” (wirklich) bir istisna durumunu koyuyor:
“Ezilenlerin geleneği bize şunu öğretiyor: İçinde yaşadığımız ‘istisna durumu’
kuralın ta kendisidir. Bizim, bu gerçeğe tekabül eden bir tarih kavramına
ulaşmamız gerekiyor. İşte o zaman, gerçek istisnai durumu yaratmak görev olarak
karşımıza çıkacaktır”.
Hukuk, hukukun saf biçimine, anlamı olmadan yürürlükte olan
bir hukuk haline dönüştüğü zaman, hukukun hayat ile çakışmaya başladığını
görüyoruz. ... Bütünüyle yazıya dönüşen bir hayatın mutlak anlaşılırlığı, artık
hayat görünümüne girerek anlaşılmaz bir hal alan bir metnin anlaşılamazlığına
tekabül ediyor. Yasaklama ilişkisiyle birbirinden ayrılan ve bir arada tutulan
bu iki terimin (çıplak hayat ve hukuk biçimi) birbirlerini ortadan
kaldırdıkları ve yeni bir boyuta geçtikleri tek yer işte bu noktadır.
V
73
“Buraya başka hiç kimse giremezdi; çünkü bu kapı sadece
senin içindi. Şimdi ben gidip kapıyı kapatacağım.” Eğer Hukukun görünmeyen
iktidarı ve kendine has “güç”ü, ... gerçekten kapısının tamamen açık oluşundan
kaynaklanıyorsa, o zaman şunu düşünebiliriz: Taşralı adamın bütün davranışları,
Hukukun geçerliliğini engellemek için kapıyı kapattırmayı hedefleyen karmaşık
ve sabırlı bir stratejiden başka bir şey değildir. Nitekim taşralı adam en
sonunda bu uğraşıda başarılı oluyor; çünkü bu süreçte hayatını tehlikeye atma
pahasına da olsa, Hukukun kapısını sonsuza dek kapattırmayı başarıyor.
75
[Kafka’nın bu hikayesinin nihai anlamı:] Hikâye, bir şeyin
nasıl olmuyor görünerek gerçekten olduğunu anlatıyor ve hikâyedeki taşralı
adamın Mesihsel çıkmazları, tam anlamıyla, egemen yasaklamayı kavramaya çalışan
çağımızın bu süreçte yüzleşmesi gereken zorlukları dile getiriyor.
76
Nasıl “Hukuk Önünde”ki Hukuk tam da hiçbir şey emretmediği
için başa çıkılamayacak bir şey ise, aynı şekilde Kafka’nın “Sirenler”indeki en
korkunç silah da ses değil; sessizliktir (“şimdiye dek hiç olmadı ama şu durum
asla düşünülemeyecek bir şey olmayabilir: birisi kendisini bunların sesinden
kurtarabilir fakat sessizliklerinden asla”).
VI
Bu anlamı olmadan yürürlükte olma kavramında örtük olarak
bulunan hukuk deneyimi üzerinde en çok kafa yoran felsefeci Jean-Luc Nancy’dir.
Nancy, çok yoğun bir metinde, bu deneyimin ontolojik yapısını bir terk edilme
yapısı olarak tanımlıyor...
77
Terk etmek, ... egemen bir iktidara havale, emanet ya da
teslim etmek ve bu iktidarın yasaklamasına, yani bu iktidarın
beyanlarına, çağrılarına ve cezalarına havale, emanet ya da teslim etmektir.
Kişi kendisini daima bir hukuka terk eder. Terk
edilmiş Varlığın mahrumiyetinin ölçütü, tabi kılındığı hukukun sınırsız
katılığıdır. Terk edilme, kişiyi şu ya da bu hukuk mahkemesine çağıran bir celp
kağıdı değildir. Terk edilme, mutlak olarak hukukun, yani tam olarak ve
bütünüyle hukukun [geçerliliği] altına girmeye zorlanmadır. Aynı şekilde -ki
bunlar aynı şeydir- kovulmak, hukukun maddelerinden birine tabi olmak
değil; bütün olarak hukukun altına girmektir. Terk edilen kişi, mutlak hukuka
teslim edilmek suretiyle, hukukun tamamen dışına terk ediliyor... Terk edilme
hukuka riayet eder; başka türlü yapamaz.
Egemenliğin paradoksundan kurtularak bütün yasaklamalardan
arınmış bir siyasete doğru yol alabilmemiz için öncelikle terk edilmenin
Varlığını her türlü hukuk düşüncesinin ötesinde (hatta anlamı olmadan
yürürlükte olan boş hukuk biçiminin bile ötesinde) düşünebilmemiz gerekiyor.
Saf bir hukuk biçimi sadece boş ilişki biçimidir. Boş ilişki biçimi ise artık
bir hukuk değil; hayat ile hukuk arasındaki bir ayrılmazlık alanıdır, yani bir
istisna durumudur.
78
... en azından, siyasal-toplumsal factum’un artık bir
ilişki biçimi dışında düşünülmesi...
79
[Kojéve] Sonuçta,
zamana meydan okuyan bir Devlet ya da kendi telos’unu gerçekleştirmenin
ötesinde hayatını sürdüren bir Devlet egemenliği, anlamı olmadan yürürlükte
olan bir hukuktan başka nedir?
80
[Kojéve’nin
tarihin sonundaki esersiz insan şahsiyeti teması] [Nancy’nin Esersiz Toplum
kitabı] Burada her şey “esersizlikle” neyin kastedildiğine bağlıdır. Bu, ne
basit anlamıyla iş yapmama ne de (Battaille’da olduğu gibi) egemen ve
boş/yararsız bir olumsuzluk biçimi olabilir. Esersizliği anlamanın tek tutarlı
yolu, bunu, (bireysel eylem ya da bireysel eylemlerin toplamı olarak düşünülen
kolektif eylem gibi) bir ... yok olmayan genel bir potansiyel biçimi olarak
düşünmektir.
Eşik
81
[Benjamin’in şiddet ile hukuku birbirine bağlayan
indirgenemez bağlantı..]. Benjami’in analizinde, yasa koyan şiddet ile bu
yasayı koruyan şiddet arasındaki diyalektik salınım olarak ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla bu iki şiddet türünün döngüsel diyalektiğini kırmak için üçüncü bir
şahsiyetin gerekliliği hasıl oluyor: “[Birbirlerini kıran, zayıflatan bu güçler
yeni güçler ya da daha önce bastırılmış güçleri ortaya çıkarıyor] ... en
nihayetinde Devlet iktidarının azliyle yepyeni bir tarihsel çağ başlıyor.”
82
... Benjamin’in kendisinin “ilahi şiddet” adını verdiği bu
üçüncü şahsiyet... ... ne yasa koyuyor ne de yasayı koruyor; bu, yasayı
“azlediyor” [görevden almak].
İlahi şiddetin muğlaklığının kökü belki de tam da bu
yoklukta aranacaktır. Şurası açık ki, istisna durumunda uygulanan şiddet ne
yasayı koruyor ne de sadece yasa koyuyor; bunun yerine, yasayı askıya almak
[rafa kaldırmak] suretiyle muhafaza ediyor ve kendisini bunun dışında tutarak
yasa koymuş oluyor.
83
Benjamin,
denemesinin egemen şiddetin tanımlanmasına yakın bir şeyler söylediği tek
yer... : “Şiddetin hukuksal yaratımındaki işlevi iki biçimde karşımıza çıkıyor:
Birincisi, yasa koymanın amacı yasa olarak tesis edilecek olan şeydir ve bu
süreçte kullanılacak araç ise şiddettir. Ancak, ikinci olarak, yasa tesis
edildikten sonra şiddetten vazgeçilmiyor; bunun yerine, yasa koyma işlemi
gerçekleştiği anda ve iktidar adına, şiddetten bağışık ve bağımsız bir amaç
olarak değil, tersine şiddetle mecburen ve yakından bağlantılı bir amaç olarak
yasa konmuş oluyor.” [Benjamin’in] ... şiddet ile hukuk arasındaki bağlantının
taşıyıcısı üzerinde odaklanması tesadüf değildir; kendisi bu taşıyıcıya “çıplak
hayat” (bloβes Leben) adını veriyor.
84
“Belki de” diyor Benjamin, “hayatın kutsallığı dogmasının
kökenini araştırmak gerekiyor. Bu belki de, hatta büyük bir olasılıkla, zayıf
düşmüş Batı geleneğinin, kozmolojik bilinmezlikte yitirdiği azizi bulmak için yaptığı
son yanlış girişimdir.”
85
[Eski Yunan] Zoe ile bios, zen ile eu zen
(yani genel anlamda hayat ile insanlara özel olan belirli bir hayat tarzı)
arasındaki karşıtlık, tam anlamıyla hayata bir ayrıcalık ya da bir kutsallık
atfetmemizi gerektiren hiçbir unsur içermiyor. ... Bizdeki “hayat” teriminin
iyi bir eşdeğeri olarak daha sonraki dönemlerde ortaya çıkmış olan soma
terimi ise köken itibariyle sadece “ceset” demekti; yani tek başına hayat (ki
Yunanlara göre hayatın kendisi birçok biçim ve unsurun birleşmesiyle oluşan bir
şeydi) sanki sadece ölümden sonra bir birlik olarak ortaya çıkıyordu. Bundan
başka, tıpkı eski Yunanlar gibi hayvan kurban etmeyi kutsayan ve insanları
nadiren kurban eden başka toplumlarda bile hayat kendi içinde kutsal bir şey değildi.
Hayatın kutsal olması, tam da hayatı dindışı/profan bağlamından koparmayı
amaçlayan bir dizi ritüel aracılığıyla gerçekleşmiştir.
86
“çıplak hayat”, ... “tekrarlanma yoluyla katılaşan bir
mekanizmanın kabuğunu kıran” “gerçek hayat”...
İkinci Kısım
1. Homo Sacer
89
[Pompeius Festus,
Sözcüklerin Anlamı Üzerine adlı çalışması, eski Roma hukundaki bir
şahsiyetten söz ediyor:]
Kutsal insan, bir suçtan dolayı halk tarafından
yargılanan kişidir. Bu kişinin kurban edilmesine izin verilmez. Fakat bu kişiyi
öldüren birisi cinayet işlemiş sayılmaz.
... “Birisinin, plebisite/kamuoylamasına göre kutsal olan bir insanı
öldürmesi cinayet sayılmaz”. Bundan dolayı da kötü ya da murdar (impure)
bir adama kutsal demek âdettendir.
90
[H. Bennett, 1930] ... bir yandan bir insanın kutsallığını
teyit ederken öte yandan bu insanın öldürülmesine yetki veriyor. [çelişkili bir
durum] [Romalıların kendileri için bile anlaşılmaz bir durum!]
91
[modern
yazarların bu duruma yaptıkları iki yorum:] 1. sacratio’yu* [adama, kurban
etme, homo sacer], henüz dinsel hukukun ceza hukukundan ayrılmadığı ve ölüm
cezasının tanrılara kurban adamak olarak görüldüğü daha eski bir dönemin
zayıflamış ve sekülerleşmiş bir kalıntısı... [Bu görüş, kurban edilme yasağına
bir açıklama getiremiyor] 2. sacratio’nun, etnolojik tabu kavramına
benzeyen, aynı anda hem kutsanan hem lanetlenen, hem saygı hem de korku
uyandıran arketip/ilkörnek bir kutsal kişilikten -ölüler ülkesinin tanrılarına
adanan kişiden- izler taşıması... [sacer olan bir şey zaten tanrıların
malıdır. Dolayısıyla da yeniden tanrıların olmasına gerek yoktur.]
* Sözcük anlamı adam, kurban etme olan sacratio
terimi burada homo sacer ile aynı anlamda kullanılıyor ve kutsal insana
işaret ediyor. (ç.n.)
2. Kutsalın Müphemliği
94
“kutsalın müphemliği teorisi”
95
kutsallığın kuralları
- murdarlığın kuralları
[Murdarlığın kuralları: Lohusa kadınlar, bir cesede dokunan
insanlar vb. geçici olarak tabudur ve toplumdan ayrılırlar.] [kirli/murdar]
[Yabanıl toplumların çoğunda ... bu iki tür tabu arasında keskin bir hat
çizilmez ve hatta daha ileri uluslarda bile kutsallık ve murdarlık nosyonları
çoğu zaman ilintilidir]
99
[Dinsalin psikolojik duygulanımı... özde ürperme ve vecde
gelmeyle ilgili olması]
100
Sacer teriminin en eski anlamının gönderme
yaptığı hukuksal-siyasal fenomen, dindeki genel kutsal teorisinin farazi
müphemliğiyle açıklanamaz. Tam tersine, din ve siyasetin ilgili alanlarının
kesişmesinin tarihini ve bunlar rasındaki karmaşık ilişkiyi anlayabilmemiz
için, titizlikle ve önyargısız bir biçimde bu alanların sınırlarını çizmemiz
gerekiyor.
3. Kutsal Hayat
101
[efsanevi Roma kralı Numa Pompilius’un koyduğu cinayet
yasası: “Özgür bir insanı kasten öldüren kişi katil sayılır”. Bu yasanın askıya
alınarak bir istisna hali yaratılması]
102
[ölüm cezalarının bilinen en eski biçimleri, modern
anlamdaki ölüm cezaları değil; arın(dır)ma ritüelleriydi.]
[“bu kişiyi
kurban etmek meşru değildir” istisnasının işlevi, tam da, homo sacer’in
öldürülmesini ritüel arındırmalardan ayrı tutmaktı ve bu istisna, sacratio’yu
dinsel alanın tamamen dışında bırakıyordu.]
[Kurban etme,
normal olarak, bir nesneyi profanlıktan kutsallığa taşıyor; homo sacer durumunda
ise kişi, ilahi hukuk alanına alınmaksızın öylece insani hukukun dışına
bırakılıyor.]
[öyleyse sacratio
hem profan alanın ve hem de dinsel alanın istisnasıdır.]
103
Nasıl ki hukuk,
egemen istisna durumunda, istisnai durum için, artık geçerli olmamakla ve bu
durumdan çekilmekle geçerli oluyor; aynen bunun gibi homo sacer de,
kurban edilemezliğiyle Tanrı’ya ait oluyor ve öldürülebilir olmasıyla da
topluma dahil ediliyor. Kutsal hayat, kurban edilemeyen fakat öldürülebile
hayattır.
104
... siyasal
egemenlik alanı, dinseldeki profan ve profandaki dinsel bir çıkıntı olarak,
kurban edilme ile katledilme arasındaki bir belirsizlik mıntıkası biçimini alan
bir çifte dışlama aracılığıyla oluşturuluyor. Egemenlik alanı, cinayet
işlemeksizin ve kurban etmeksizin adam öldürmenin meşru olduğu alandır ve
kutsal hayat da bu alanda zapt edilen hayattır.
Eğer egemen iktidarın ilk/birincil içeriğini oluşturan
hayata çıplak hayat ya da kutsal hayat diyorsak, o zaman, Benjamin’in “hayatın kutsallığı dogmasının kökeni”ne
ilişkin sorusunu da cevaplandırabiliriz. Orjinalinde kutsal olan -yani
öldürülebilen ama kurban edilemeyen- hayat, egemen yasağın pençesindeki
hayattır ve bu anlamda, egemenliğin ortaya koyduğu ilk etkinlik çıplak hayat
üretme işidir. ... hayatın hem ölümüne bir iktidara tabi kılınması hem de
mutlak bir terk edilme ilişkisine maruz bırakılması...
105
[Agustus] “Sonsuza dek kutsallar kutsalı olayım diye ve
hayatım boyunca halkın gücü benimle olsun diye”.
Düzenin iki uç
noktasında bulunan egemen ile homo sacer, aynı yapıda ve bağlantılı olan
simetrik iki figürdü: Egemen, karşısında bütün insanların potansiyel homines
sacri [kutsal insanlar] olduğu kişi, homo sacer ise, karşısında
bütün insanların egemen kesildiği kişidir.
Egemen ile homo
sacer, kendisini hem beşeri hem de ilahi hukukun, hem nomos’un ve
hem de physis’in dışında tutan; fakat, bir anlamda, hem dinsel hem de
profan alandan, hem doğal düzenden hem de kurallı hukuk düzeninden ayrı olarak
tesis edilen Batı’nın tam anlamıyla ilk siyasal alanının sınırlarını çizen bir
eylemin şahsında birleşiyor.
... egemenlik alanı ile kutsal alan arasındaki bu yakınlık,
ne bütün siyasal iktidarın başlangıçtaki dinsel karakterinin basit bir
sekülerleşmiş kalıntısı, ne de bu iktidarı teolojik bir zemine oturtma
çabasıdır. ... Bunun yerine kutsallık, eğer hipotezimiz doğru ise, çıplak
hayatın hukuk düzenine dahil edilişinin ilk(el) biçimidir. ... Hayat, egemen
istisna içinde kaldığı sürece kutsaldır. Çağımızda hem kutsal üzerine hem de
egemenlik üzerine yürütülen çalışmalara damgasını vuran çift-anlamlılıkların
kökü, gerçek bir dinsel fenomen ile hukuksal-siyasal bir fenomenin birbirine
karıştırılmasıdır.
106
Kentin kurucu/belirleyici edimi, sınırların çizilmesi değil;
sınırların iptali ya da yadsınmasıdır (ve zaten Roma’nın kurulması mitinin
mükemmel bir alenilikle öğrettiği şey budur).
107
... Latinler, doğumlarından
on gün sonra kurban edilmeye uygun bir biçimde oldukları takdirde domuzları temiz
sayıyorlardı. ... (Kurbandan önce domuz yavruları “tanrılara adanmış”lık
anlamında henüz “kutsal” değillerdi; sadece öldürülebilme özelliği
taşıyorlardı.)
4. “Vitae Necisque Potestas”
(Hem hayatın hem ölümün gücü,
hem hayat verme hem öldürme gücü)
109
[Roma hukuku] Bu
yetki mutlaktı ve ne bir suçun yaptırımı olarak anlaşılıyordu ne de domus’un
[hanenin] reisi olma sıfatıyla pater’in salahiyetine giren genel bir yetkinin
ifadesi olarak. Bu yetki, doğrudan doğruya ve sadece baba-oğul ilişkisinden
doğuyordu (baba, oğlu kendisinin eseri olduğundan dolayı oğlunun hayatı ve
ölümü üzerinde yetki sahibi oluyordu). Bundan dolayı babanın bu anlamdaki
yetkisini, karısını ya da kızını zina halinde yakalayan bir baba ya da kocanın
yetki alanına giren öldürme yetkisiyle ya da hatta dominus’un
[efendinin] köleleri üzerindeki yetkisiyle karıştırmamak gerekiyor.
110
... Romalılar,
babanın vitae necisque potestas’ı ile yöneticinin imperium’u
[yetkisi] arasında böyle temel bir yakınlık olduğunu düşünüyorlardı. Ius
patrium [baba hukuku] ile egemen iktidarın sicilleri sıkı sıkıya birbirine
bağlanmıştı. ... Sonraki bir kaynakta, Brutus’un, oğullarını öldürmekle
“bunların yerie Roma halkını evlat edindiği”ni okuduğumuzda, o zaman, aynı
öldürme yetkisinin, evlatlık sıfatıyla, artık bütün halka yöneldiğini
öğreniyoruz. Nitekim her çağda egemenlik yetkisiyle donatılmış olan liderler
için kullanılan yüceltici “halkın babası” lakabı, bir kez daha orjinal ve
meşhum anlamına kavuşmuş oluyor. ... Yöneticinin imperium’u, babanın vitae
necisque potestas’ının bütün vatandaşlara yayılmış halinden başka bir şey
değildir. ... Siyasal hayatın en temel dayanağı, öldürülebilen, öldürülebilme
özelliğiyla siyasallaştırılan insan hayatıdır.
111
... her erkek,
bir anlamda, babası için sacer’dir. Romalılar, bir vatandaşın
yargılanmadan öldürülemeyeceğini vazeden On İki Levha ilkesiyle tam bir çelişki
içinde bir tür mutlak öldürme yetkisi biçimini alan bu yetkinin çıkmaz
karakterinin tamamen farkındaydılar.
112
Devlet, toplumsal bir bağın ifadesi olarak değil; yasaklayan
bir kopukluk olarak kuruluyor. ... Egemenlik açısından bakıldığında, bu
kopukluğun gerektirdiği ve ürettiği şey
(yani ev ile kent arasındaki metruk mıntıkada ikamet eden çıplak hayat),
siyasetin ilk unsurudur.
5. Egemen(in) Beden(i) ve Kutsal Beden
I
113
[Ernst
Kantorowicz, 1950’ler, Kralın İki Bedeni: Ortaçağdaki Siyasal Teoloji
Üzerine Bir Çalışma] ... hükümdarın “mistik” ya da “siyasal bedeni”... “modern devletin gelişim tarihinin dönüm
noktalarından biri”.
II
116
[Fransız krallarının cenaze törenleri]
[Kantorowicz] ...
egemenin/kralın balmumu modelinin önemli bir rol oynadığı ve aynen kralın canlı
kişiliği gibi muamele gördüğü Fransız krallarının cenaze törenlerini
betimlediği 7. bölümde, bu törenlerin kökeninin, pekâlâ, Roma imparatorlarının
tanrılaştırılmalarına dayanabileceğini hatırlatıyor. Orada da, egemen öldükten
sonra, balmumu imago’su “hasta bir
insanmış gibi, bir yatağın üzerine yatırılıyor; senatörler ve eşleri yatağın
her iki tarafında diziliyorlar; doktorlar balmumu putun nabız atışlarını yoklar
gibi yapıyor ve yedi günün sonunda heykel ‘ölene’ dek tıbbi yardımlarını
sunuyorlardı” … Ama ne olursa olsun Kantorowicz şundan emindi: Heykelin
varlığı, burada da [Fransız törenlerinde de] bir kez daha, “asla ölmeyen”
kralın onurunun sürekliliğiyle ilintilendirilecekti. ... [hükümdarın balmumu
modelinin önce canlı bir insan muamelesi gördüğü ve daha sonra da gösterilerle
yakıldığı törenler] ... kralın siyasal bedeni, öldürülebilen ama kurban
edilemeyen homo sacer’in bedenine benzer (ve hatta bundan ayırt edilemez
hale gelmiş) görünüyor.
… heykel ile egemenliğin daimiliği
arasındaki… Heykel töreninin pagan uygulamalarının türevi olduğu hipotezi
hesaba katıldığı takdirde, Kantorowicz’in “Hıristiyan siyasal teolojisi”ne
ilişkin tezi suya düşmüş olacak ya da en azından, daha dikkatli bir biçimde
yeniden düzenlenmesi gerekecekti. … [Romalılarda] hükümdarın balmumu modelinin
önce canlı bir insan muamelesi gördüğü ve daha sonra da gösterilerle yakıldığı
dehşet verici ve garabet örneği törenler, daha karanlık ve daha belirsiz bir
mıntıkaya doğru kayıyordu. Burada, … kralın siyasal bedeni, öldürülebilen ama
kurban edilemeyen homo sacer’in
bedenine benzer görünüyor.
117
[Elias Bickermann’ın 1929 tarihli “Roma İmparatorlarının
Tanrılaştırılması” makalesi], [imparatorların adanması törenlerindeki çıkmaz…]
Her normal insan sadece bir defa gömülür; tıpkı
sadece bir defa öldüğü gibi. Ancak Antonius döneminde, adanan imparator iki
defa yakılıyordu, ilk olarak in corpore [cesedi] ve ikincisinde de in
effigie [balmumu modeli]... İmparatorun cesedi törenlerle fakat resmi
olmayan bir biçimde yakılıyor ve cesedinden kalanlar mozoleye konuyordu. Bu
noktada halkın matemi genellikle sona eriyordu... Ancak Pius’un kendisi öldüğü
zaman cenazesinde her şey teammüllerin dışında yürütüldü. Burada halkın matemi
tam da kemiklerin gömülüşünün ardından başladı. Daha önce cesetten kalanların
katafalka konmasıyla birlikte de resmi cenaze işlemi başlamıştı! Bu halkın
katıldığı cenaze [töreninde halkı], ... ölen hükümdarın bedeninin taklidi
olarak yapılan balmumu modeli ilgilendiriyordu... [Bu törene katılanlardan
biri], bizzat tanık olduğu bir olayda, bir kölenin, hükümdar modelinin
yüzündeki sinekleri uzaklaştırmak için yelpaze salladığını, daha sonra ise
Septimus Severus’un modele veda öpücüğü kondurduğunu anlatıyor. Herodian ise,
Septimus Severus’un putuna yedi gün sarayda hasta bir insan olarak bakıldığını
ve en sonunda da ölüm teşhisinin konduğunu kaydediyor. Bütün bunlar hiçbir
kuşku bırakmıyor: “Her şeyiyle” ölen insana “benzeyen” ve ölen insanın
elbiseleri giydirilerek resmi yatağına yatırılan bu balmumu model, bu ve belki
de başka sihirli törenlerle, canı bu balmumu modele aktarılan imparatorun
kendisidir.
[136
yılı, İtalya]
“Bu topluluktan/birlikten bir köle ölür ve de
dine saygısı olmayan bir efendi hizmetçinin cesedini gömmezse, bir funus
imaginarium [balmumu modelinin cenaze töreni] düzenlensin”. Ancak, benzer durumlarda
olduğu gibi lex collegii [topluluk hukuku] durumunda da balmumu put,
kayıp cesedin yedeği işlevini görüyor. Halbuki imparatorların cenaze
törenlerinde imparatorların modelleri, cesedin yedeği değil; asıl cesedin
yanında törene ikinci bir ceset olarak dahil edilen bir şeydir.
119
Bilginler, uzun
zamandan beri, homo sacer figürünü, [içinde yaşadığı] şehri büyük bir
tehlikeden kurtarmak için kendi hayatını ölüler ülkesinin tanrılarına adayan devotus
[kendini adayan] figürüne benzetiyorlar. Livy, İÖ 340 yılında Veseris
muharebesi sırasında yaşanan bir devotio’yu canlı ve ayrıntılı bir
biçimde betimliyordu.
120
... devotus ile homo sacer arasındaki
benzetim, bunların her ikisinin de bir şekilde ölüme adanması ve teknik olarak
kurban biçiminde olmasa bile, tanrılara ait olması gerçeğinden öteye gitmiyor
gibi görünüyor.
[Livy:]
Düşman askerlerini [tanrılara] adayan [havale eden] bir konsül, ... sadece
kendisini değil; aynı zamanda Roma ordusunda bulunan herhangi bir vatandaşı da
adayabilir. Eğer adanan kişi ölürse işlerin yolunda olduğu düşünülür. Fakat
eğer adam ölmezse, o zaman adamın model-putu [signum] yerin 2 metre
altına ya da daha derine gömülmeli ve kefaret olarak da birisi kurban
edilmelidir. Putun gömüldüğü yerin üstünde de hiçbir Romalı yönetici yürüyemez.
Ancak eğer, ... bir yönetici kendi kendisini adar ve ölmezse, ondan sonra,
kamusal ya da özel, hiçbir törene katılamaz.
Kendisini adayan
kişinin ölmemesi, toplum için neden bu kadar utanılacak bir durum oluşturuyor
da toplum, anlamı belirsiz, karmaşık bir tören yapmak zorunda kalıyor? Artık
canlılar dünyasına ait olmadığı düşünülen bu canlı bedenin statüsü nedir?
Robert Schilling örnek bir çalışmasında şunu gözlemliyor: Kendisini adayıp da
ölmeyen kişi eğer hem profan dünyadan hem de kutsal dünyadan dışlanıyorsa
“bunun nedeni bu insanın sacer olmasıdır. Bu kişi artık hiçbir şekilde
ve asla yeniden profan dünyaya geri gönderilemez. Çünkü, bütün toplum, tam da
bu kişinin kendisini adaması sayesinde, tanrıların gazabından kurtulmuştur”.
İşte, daha önce imparatorun funus imaginarium’unda karşılaştığımız,
egemenin bedeni ile kendisini adayan kişinin bedenini birleştiriyor görünen
heykele bu açıdan bakmamız gerekiyor.
121
Şunu biliyoruz ki
Livy’nin sözünü ettiği 7 fit uzunluğundaki signum, kendisini adayan
kişinin “dev heykel”inden (“colossus”), yani per imaginem [put için
yapılan] cenaze töreninde ya da daha doğrusu, akim kalmış (sonuçsuz kalmak)
adanmanın temsili icrasında kayıp cesedin yerini alan ikizinden/dubloründen
başka bir şey değildir. [dev heykel:] ... bu figür, olağandışı ölçülerdeki bir
ikiz olarak, “canlılar dünyası ile ölüler dünyası arasındaki doğru/uygun
ilişkilerin yeniden tesisini mümkün kılıyor”. [Çünkü] ölümün doğurduğu ilk
sonuç, müphem ve ürkütücü bir varlığın (Latinlerin larva’sı,
Yunanlıların ise psyhche, eidolon ya da phasma’sının)
[hayalet, ruh] özgürleşmesidir; bu varlık, tam olarak ne canlılar dünyasına ne
de ölüler dünyasına ait olmadan, ölen insanın eskiden yaşadığı yerlere bu
insanın dış görünüşüyle yeniden dönen bir varlıktır. ... cenaze törenlerinin
amacı, bu huzursuz edici belirsiz varlığın, ölüler dünyasına ait olduğundan
emin olunan ve uygun biçimde törensel ilişkiler geliştirmenin mümkün olduğu
dost ve güçlü bir ata haline dönüştürülmesini sağlamaktır. Fakat burada cesedin
olmaması (ya da belli durumlarda, cesedin sakat olması) cenaze töreninin
layıkıyla yerine getirilmesini engelleyebilirdi. İşte bu tür durumlarda bir
heykel, belli koşullar dahilinde, cesedin yedeği yerine geçebilir ve bu suretle
de cenaze töreninin temsili olarak icrasını mümkün kılar.
Peki kendisini
adayan ama ölmeyen kişiye ne oluyor? Burada, tam anlamıyla kayıp bir cesetten
söz etmek imkânsızdır; çünkü ortada ölüm yoktur. Öte yandan, Cyrene’de (Kuzey
Afrika’da bir kent) bulunan bir yazıtta, kişi yaşarken bile böyle bir
heykelinin yapılabileceği söyleniyor. ... Bu insanlar yemin ederken, balmumu kolossoi’yi
ateşe atıyor ve şöyle diyorlardı: “Bu yeminine sadık kalmayanlar, bütün ataları
ve mallarıyla birlikte, mum gibi erisin ve yok olsun.” ... bazı durumlarda bu
düzeni bozan şey ölümün kendisi değil, tam da ölümün gerçekleşmemesiydi; bundan
dolayı da düzenin yeniden tesisi için böyle bir heykelin yapılması gerekiyordu.
122
Bu tören icra
edilene kadar (ki bu tören, ... temsili bir cenaze töreni değil; adanmanın
vekâleten icrasıdır), kendisini adayan; ama ölmeyen kişi paradoksal bir
varlıktır: Bu kişi, görünüşte normal bir hayat sürerken, aslında ne canlıların
dünyasına ne de ölülerin dünyasına ait olmayan bir eşikte varlığını
sürdürmektedir. Yaşayan bir ölüdür ya da aslında bir larva olan canlı bir
insandır. Heykeli ise, bir devotus [adama?] olduğu tören anında
kendisinden sanal olarak ayrılan adanmış hayatın ta kendisini temsil ediyor.
123
... Macrobius’un,
yorumcuların uzun bir süre karışık ve bozulmuş olarak gördükleri bir metinde (Saturnalia
3.7.6.), homo sacer’i, Yunanistan’da yeminlerinden dönen atletlerin
kazançlarıyla Jove’ye adanan heykellere (Zanes), yani aslında
sözlerinden dönen ve dolayısıyla da
temsili olarak ilahi adalete havale edilen insanların colossi’sinden
başka bir şey olmayan heykellere benzetmesi rastlantı değildir. Genellikle
ölümden ayrılan unsurları kendi şahsında somutlaştıran homo sacer, deyim
yerindeyse, kendi kendisinin yaşayan bir heykeli, dublörü ya da colossus’udur.
... Bu hayat, kendi kendisini hayatın hem profan hem de dinsal biçimlerinin
gerçek bağlamından dışlamak suretiyle kendisini bir çifte-istisna nesnesi
yapan, tek özelliği, ölüler dünyasına ait olmaksızın ölüm ile özel/mahrem bir
ortak-yaşama alanını paylaşması olan bir hayattı.
124
İmparator iki bedene değil de, aynı bedende iki hayata sahip
olmuş oluyor.
125
... “görülemeyen ve dokunulamayan” ve “çocukluk, yaşlılık ve
bütün öteki kusurlar gibi doğal bedenin tabi olduğu şeylerden bağımsız olan”
siyasal beden, içine girdiği ölü bedeni yüceltiyor.
126
... “bu krallıkta
kralın asla ölmediği söylenir. Aslında eski bir atasözü olan bu söz şunu çok
iyi gösteriyor: Krallık asla bir seçim işi değildir ve krallar yetkilerini ne
Papa’dan ne Rheims Başpiskoposu’ndan ne de halktan alırlar; sadece Tanrı’dan
alırlar.” (Bodin, The Commonweale).
... hükümdarı öldürmenin basit bir cinayet edimi olarak
görüldüğü hiçbir hukuksal-siyasal düzen yoktur.
[özel bir suç]
Burada bizi
ilgilendiren şey, homo sacer’in öldürülmesinin cinayetten daha hafif
olarak ve hükümdarın öldürülmesinin ise cinayetten daha ağır olarak görülmesi
değildir. Aslolan şey, bunların hiçbirinde de bir insanın öldürülmesinin
cinayet suçu teşkil etmediğidir.
127
Modern anayasaların, devlet başkanının sıradan bir
yargılamaya tabi tutulamayacağını öngören ilkesinde de egemenin hayatının
kurban edilemez oluşunun izleri bulunuyor.
6. Yasak* ve Kurt
*
Yasak(lama) [ban], hem toplumdan dışlanmaya hem de egemenin emir ve
yüceliğine işaret eden eski Cermen teriminden türeyen bir kelimedir. (ç.n.)
129
Antik Cermen
hukuku, barış (fried) kavramı ile, bu kavram uyarınca, yasayı ihlal
edenlerin toplumdan dışlanması üzerine kuruluydu; yani yasayı çiğneyenler friedlos
(barışsız) oluyor ve herkes cinayet suçu işlemeksizin bu tür insanları
öldürebiliyordu. ... Eşkıya, öldürülebiliyordu. ... “Birisini ‘yasaklamak’,
herkesin bu insana kötülük yapabileceğini söylemek demektir”... “Öldürülmek
yerine şehre girmesi yasaklanan kişiler ölü sayılmalıdır”. Cermen ve
Anglosakson kaynakları, eşkıyayı bir kurt-adam (wargus, werwolf) olarak
tanımlamak suretiyle eşkıyanın eşik statüsünün altını çiziyor.
[Salic ve Ripuarian yasaları... soyun devamı ve hanedan
liderinin seçiminde anne soyundan olanların dışlanmasını öngören yasalardır.
Yüzyıl Savaşları’nın çıkışı da bu yasalar yüzünden olmuştur.] (ç.n.)
130
Dolayısıyla da, toplumun bilinçaltında insan-hayvan melezi ve orman
ile şehir arasında kalmış bir azman olarak kalan şey, aslında şehirden
yasaklanan insan figürüydü.
... insan ile hayvan
arasındaki bir belirsizlik mıntıkası, bir kurt-adam, kurda dönüşen bir insan ve
insan haline gelen bir kurttur (başka bir deyişle, bir eşkıya, bir homo
sacer’dir).
131
... egemenliğin olmazsa olmaz ve her zaman geçerli olan tek
önvarsayımı; ne sade(ce) doğal hayat ne de toplumsal hayat olmayan, bunun
yerine çıplak hayat ya da kutsal hayat olan bu eşiktir.
Siyaset alanını vatandaşların hakları, özgür irade ve
toplumsal sözleşmelerle temsil etme yönündeki modern alışkanlıklarımızın
tersine, egemenlik açısından siyasetin tek özgün / otantik unsuru çıplak
hayattır. Zaten bundan dolayıdır ki, Hobbes’ta, egemen iktidarın temeli
tebaanın kendi doğal haklarından özgür iradeleriyle el çekmelerinde değil;
hükümdarın herkese her şeyi yapma (ki bu, burada cezalandırma hakkı olarak
ortaya çıkıyor) hakkını muhafazasında aranıyor. “Her toplumda uygulanan
Cezalandırma hakkının temeli budur” diyor Hobbes. “Çünkü Hükümdara bu hakkı
Tebaa vermez. Ancak Tebaa, kendi haklarından feragat etmekle, Hükümdarın
kendisinin de uygun görmesiyle, herkesin korunması için Hükümdarı güçlendirmiş
olur: Yani, bu (hak) Hükümdara verilmez, Hükümdara ve yalnızca Hükümdara
bırakılır: yalın Doğa ve herkesi komşusuna karşı koruyan sınırlar
durumunda olduğu gibi, (doğal Hukukun koyduğu sınırlar dışında) mutlak olarak”
(Leviathan, s.214).
132
[Marie de France’ın Bisclavret öykü-şiirinde] ... hem
doğa ile siyaset, hayvanların dünyası ile insanların dünyası arasındaki geçiş
eşiği olarak kurt-adamın özel doğası ve hem de kurt-adamın egemen iktidar ile
olan yakın ilişkisi olağanüstü bir canlılıkla veriliyor.
Bir kurt-adama dönüşme tam anlamıyla [bir] istisna durumuna
tekabül ediyor: (Mecburen sınırlı olan) bu dönüşüm sırasında şehir çözülüyor ve
insanlar, artık hayvanlardan ayırt edilemedikleri bir mıntıkaya giriyorlar. Bu
hikâye, aynı zamanda da, hayvanlar ile insanlar arasındaki belirsizlik
mıntıkasına giriş -ya da buradan çıkış- için bazı özel formalitelerin zorunlu
olduğunu gösteriyor (ki bu da, istisna durumunun kuraldan ayrı olduğunun resmen
ilan edilmesine tekabül ediyor). [Çağdaş folklorda hikayenin devamı... Yeniden
insan haline gelen kurt-adamın eve girebilesi için kapıyı üç kere çalması
gerekiyor. İlk çalışında karısı açmamalı -> kurt olarak kalır; iki kere
çaldığında gene açmamalı, açarsa -> kurt başlı bir insan olarak kalır.
Sadece üçüncü çalışında karısı açarsa, sadece o zaman insanlığa dönüşüm tam
gerçekleşebilir.]
133
[Öyküdeyse kurt-adamın yeniden insan haline gelişi
hükümdarın yatağında gerçekleşir]
Tiran ile kurt-adam arasındaki yakınlık, gardiyanın bir
tirana dönüşmesinin Arkadya’daki Likyalı Zeus efsanesine benzetildiği Platon’un
Devlet’inde de gösteriliyor:
Hikâyeye göre, öteki kurbanlarınkilerle birlikte doğranan
insanların iç organlarından yiyen herkes en sonunda bir kurda dönüşüyor...
Nitekim, emrindeki kalabalıkları gören bir güruhun [demos] lideri,
kabilesinin öfkesinden nasıl kurtulacağını bilemediği zaman ... ya düşmanları
tarafından öldürülecek ya da bir tiran olup kurda dönüşecek değil miydi? (Devlet,
565d).
134
[Hobbes’tan Rousseau’ya modern şehrin kuruluşu/temeli
efsanesi yeniden okunmalıdır]. ... kuruluş, bir daha yıkılmamak üzere yapılan
bir temel değil; toplumsal alanda egemen hüküm biçiminde sürekli olarak işleyen
bir ilkedir. Bundan başka, egemen hüküm, doğrudan doğruya vatandaşların
hayatına (özgür iradelerine değil) gönderme yapıyor; dolayısıyla da
vatandaşların hayatı, siyaset kümesinin ilk elemanı, siyasetin Urphanomen’i
[orijinal fenomen?] olarak ortaya çıkıyor. Ancak bu hayat, ne yalın doğal
üremesel hayat (zoe) ne de belli bir hayat biçimidir (bios). Bu
hayat, bunun yerine, homo sacer ile wargus’un [kurt-adam]
çıplak hayatıdır; insan ile hayvan, doğa ile kültür arasındaki belirsizlik
ve sürekli geçiş mıntıkasıdır.
[İlk hukuksal-siyasal ilişkinin yasak(lama) ilişkisi
oluşu...] ... çünkü yasaklama, tam da çıplak hayat ile egemen iktidarı bir
araya getiriyor. ... Yasaklama yerine sözleşme bağlamında
eklemlenen Hobbes’un mitsel bilgisi, demokrasiyi, egemen iktidar sorunuyla
karşılaştığı her yerde ve her zaman güçsüzlüğe nahkûm etti ve aynı zamanda da
modern demokrasiyi, Devlet biçiminden bağımsız bir siyaset düşüncesi
geliştirmekten (yapısal olarak) aciz hale getirdi.
136
[Yasaklamanın bugünkü siyasal ilişkilerde ve kamusal
alanlardaki yeri] Şehir [yaşamın]da, kutsal hayatın kovulması her türlü
içsellikten daha içsel ve her türlü dışsallıktan daha dışsal bir şeydir. Kutsal
hayatın sürülmesi, bütün kuralları bağlayan egemen nomos’tur; bütün yerleştirmeleri
ve bütün toprak paylaşımlarını yöneten ve mümkün kılan orijinal yer
düzenlemesidir.
Eşik
139
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz şey, tam da en profan ve
aşağılık şekillerde uygulanan ve şimdiye dek eşi benzeri görülmeyen bir şiddete
maruz bırakılan bir hayattır. Çağımız, bir hafta sonu tatilinde Avrupa
otoyollarında verilen kurbanların askeri bir çıkarmada verilenlerden daha fazla
olduğu bir çağdır...
140
Holocaust*
*
Nazilerin Yahudi soykırımı için özel ad olarak kullanılan Holocaust’un sözcük
anlamı, özellikle yanma/yakılma sonucunda toplu kurban ya da felakettir
(Yunanca holos [toplu, bütünsel] ve kaustos [yanma]dan
türetilmiştir. (ç.n.)
... bu insanların öldürülmesi ne ölüm cezasıydı ne de kurban
edilmeydi; bunların öldürülmesi, Yahudi olmanın içkin sıfatlarından biri olan
“öldürülebilme özelliği”nin gerçekleştirilmesinden başka bir şey değildi. ...
Yahudiler, delice ve dev bir kurbanın nesneleri olarak yakılmalıdır; Hitler’in
ilan ettiği gibi, “bitler olarak”, yani çıplak hayat olarak yakıldılar. Bu
kıyım, ne din boyutunda ne de hukuk boyutunda değil; biyosiyaset boyutunda
gerçekleştirildi.
Eğer bugün artık belirgin bir kutsal insan tipi yoksa bunun
nedeni herhalde şudur: Bugün hepimiz homines sacri’yiz.
Üçüncü Kısım
Modern(liğ)in Biyosiyasal Paradigması Olarak Kamp
1. Hayatın Siyasallaş(tırıl)ması
143
Michel Foucault, ... ömrünün son yıllarında,
araştırmalarını, biyosiyaset olarak tanımladığı şeye, yani insanın doğal
hayatının her geçen gün biraz daha iktidar hesapları ve iktidar mekanizmalarına
dahil edilmesine yöneltmeye başlamıştı. ... Foucault, Cinselliğin Tarihi’nin
birinci cildinin sonunda, hayatın modern çağın başlarında siyasete girmesini
doğuran bir süreci özetliyordu: “İnsanoğlu binlerce yıl aynen Aristoteles’in
tanımladığı gibi kaldı: Siyasal varoluş kapasitesi de bulunan bir hayvan.
Modern insan, kendi siyaseti, canlı bir varlık bağlamındaki kendi varoluşunu
sorgulayan bir hayvandır”. Ancak Foucault, sadece, eski dünyadan modern dünyaya
geçiş sürecinde bireylerin bir yandan kendi kendilerini özneleştirmelerini, öte
yandan da kendi kendilerini dışsal bir denetimin gücüne bağlamalarını
sağlayarak kendi benliklerini nesneleştirmelerini doğuran “özneleş(tir)me
süreçleri”ni araştırmakla yetindi. Doğurabileceği beklentilerin aksine,
Foucault bu bağlamdaki içgörülerini, hiçbir zaman, modern biyosiyasetin pekâlâ
örnek mekânları olarak ortaya çıkabilecek olan şeyle, yani yirminci yüzyılın
büyük totoliter devletlerinin siyasetleriyle bağlantılandırmadı. Hastaneler ve
hapishanelerdeki grand enfermement’ın [büyük kapatılmanın] yeniden
tanımlanmasıyla başlayan araştırmaların sonunda toplama kamplarının analizi
yapılmadı.
144
[Hannah Arendt, savaş-sonrası totaliter devletler üzerine
araştırmaları... Bu çalışmaların kusuru biyosiyasal perspektiften yoksun
olmaları...]. [Totaliter devletlerin en büyük hedefi] “... sadece açıkça kabul
ettikleri uzun vadeli küresel hâkimiyet özlemi değil, aynı zamanda asla kabul
etmedikleri ve doğrudan uyguladıkları mutlak tahakküm çabasıdır. Toplama
kampları, bu mutlak tahakküm amacının deneye tabi tutulduğu laboratuvarlardır.”
Fakat Arendt’in gözünden kaçan bir şey vardı: Söz konusu süreç, bir anlamda
kendisinin düşündüğünün tam tersi olarak işliyordu; mutlak tahakkümü hem meşru
hem de gerekli kılan şey, tam da siyasetin radikal bir biçimde çıplak hayat
alanına (yani bir kampa) dönüşmesiydi. Siyasetin bugüne dek eşi benzeri
görülmemiş bir derecede totaliter siyaset haline gelmesini mümkün kılan tek
şey, çağımızda siyasetin tamamen bir biyosiyasete dönüşmesiydi.
II
145
Totaliter devletlerin temel karakterini “hayatın
siyasallaş(tırıl)ması” olarak tanımlayan ve aynı zamanda demokrasi ile
totalitarizm arasındaki ilginç yakınlığa da işaret eden ilk yazar Karl
Löwith’di:
Her
şeyin, hatta hayatın görünüşte nötr olan alanlarının bile tamamen
siyasallaştırılması... Nitekim Marksist Rusya’da, “her türlü mutlak monarşiden
daha yoğun biçimde devlet-yönelimli” bir işçi-devlet; faşist İtalya’da, sadece
ulusal çalışma hayatını değil, aynı zamanda hayatın “çalışma-sonrası”
bölümlerini ve bütün manevi hayatı normatif bir düzenlemeye tabi tutan bir
korporatif/şirketleşmiş devlet; Nasyonal Sosyalist Almanya’da ise ırk yasaları
ve benzeri [düzenlemeler]le o zaman dek özel olan hayatı bile siyasallaştıran
tam bir entegre devlet ortaya çıktı.
146
[biyosiyasallaşma süreci gizli ama sürekli bir seyir izledi].
Neredeyse, belli bir noktadan başlayan her önemli siyasal olayın iki yüzü vardı
sanki: Bireylerin, merkezi iktidarlara karşı verdikleri mücadelelerde
kazandıkları alanlar, özgürlükler ve haklar, aynı zamanda da, daima, bireylerin
hayatını üstü örtülü ama gittikçe daha da kuvvetli bir bir biçimde devlet
düzeninin nesnelerinden biri yapıyor, dolayısıyla tam da insanların kaçıp
kurtulmak istedikleri egemen iktidar için yeni ve daha korkunç bir zemin
yaratıyordu. Foucault, cinselliğin siyasal bir olgu olarak önemini açıklarken
şöyle diyordu: “Kişinin kendi hayatı, bedeni, sağlığı, mutluluğu ve
gereksinimlerini gidermesi üzerindeki ‘hakları’ ve her türlü baskı ve
‘yabancılaşma’nın ötesinde, kendisinin ne olduğunu ve ne olabileceğini keşfetme
‘hakkı’; işte -klasik hukuk sisteminin asla kavrayamayacağı- bu ‘hak[lar]’,
bütün bu yeni iktidar prosedürlerine karşı verilen siyasal yanıttı”. Gerçek
şudur: Çıplak hayatın yeniden tedavüle sokulması, burjuva demokrasisinde özelin
kamusal üzerindeki ve bireysel özgürlüklerin de kolektif yükümlülükler
üzerindeki önceliğine yol açarken, totaliter devletlerde belirleyici siyasal
kriter ve egemen kararların örnek alanı haline geldi. Nitekim, yirminci
yüzyılın parlamenter demokrasilerinin ne kadar çabuk totaliter devletlere
dönüşebildiğini ve bu yüzyıldaki totaliter devletlerin de yine ne kadar çabuk
biçimde ve neredeyse hiçbir kesinti yaşamadan parlamenter demokrasilere
dönüşebildiğini anlayabilmemizi mümkün kılan tek şey, biyolojik hayatın ve
gereksinimlerinin siyasal alanın belirleyici olgusu haline gelmesidir.
Her iki durumda da bu dönüşümlerin gerçekleştirildiği bağlam, siyasetin uzun
zamandır zaten biyosiyasete dönüştürülmüş olduğu ve yanıtlanması gereken tek
gerçek sorunun, çıplak hayatın gözetimi, denetimi ve kullanımı için en uygun
örgütlenme biçiminin ne olduğu olan bir bağlamdı. Geleneksel siyasal ayrımlar
(örneğin Sağ ile Sol, liberalizm ile totalitarizm, özel ile kamusal arasındaki
ayrımlar), temel gönderge olarak çıplak hayatı seçtikleri andan itibaren
kesinliklerini ve anlaşılırlıklarını yitiriyor ve bir belirsizlik mıntıkasını
girmiş oluyorlar.
148
Çıplak hayatın, siyasetin yeni öznesi olarak kayda geçtiği
ilk olay, genellikle modern demokrasinin temeli sayılan belgede, 1679 tarihli habeas
corpus* fermanında, örtük biçimde de olsa yer almasıdır. Ta on sekizinci
yy’da, kişinin fiziksel olarak mahkemede hazır bulunmasını sağlamayı hedefleyen
bu formülün kökeni ne olursa olsun, burada şöyle önemli bir gerçek vardır: Bu
formülde aslolan şey, ne feodal ilişki ve özgürlüklerdeki eski tebaa ne de
müstakbel citoyen [vatandaş] değil, bunun yerine saf ve basit bir corpus’tur
[bedendir].
* habeas
corpus Yargıçların yayımladığı;
tutuklunun tutukluluğunun yasal olabilmesi için, bu kişinin bizzat belirlenen
bir zamanda belirlenen bir yere getirilmesi gerektiğini gösteren ilam. (ç.n.)
[1215, Magna Carta, 29. madde] “Hiçbir özgür insan
tutuklanamaz, hapsedilemez, mallarına el konulamaz, hukun dışında tutulamaz ya
da hiçbir şekilde taciz edilemez; bu insanlara, yaşıtları tarafından ülkenin
yasalarına göre yargılanıp mahkûm edilmesi haricinde, dokunmayacağız ve
dokundurtmayacağız”.
149
[1679]
“Gözetimimiz altında bulunan X’in, artık adı neyse,
tutuklanma ve alıkonulma nedeniyle birlikte bedenini Westminster’da önümüze
getirmenizi ve göstermenizi emrediyoruz.” Hiçbir şey, antikçağ ve ortaçağdaki
özgürlük ile modern demokrasinin temeli olan özgürlük arasındaki farkı bu
formülden daha iyi gösteremez. Artık siyasetin yeni öznesi, ne özgür adam ve
bunun statü ve ayrıcalıkları ne de hatta sadece homo değil, corpus’tur.
İşte demokrasi, tam da bu “beden”in ileri sürülmesi ve sunulmasıyla doğuyor:
“göstereceğiniz bir bedeninizin olması gerekecektir”.
150
Eğer hukukun, geçerli/yürürlükte olabilmesi için bir bedene
ihtiyacı olduğu doğruysa ve eğer, bu anlamda, “hukukun bir bedeninin olması
arzusu”ndan söz edebiliyorsak, işte demokrasi, hukuku bu bedeni gözetim altında
tutmaya zorlayarak, bu arzuya cevap veriyor. ... Corpus, iki taraflı bir
varlıktır; hem egemen iktidara itaatin hem de bireysel özgürlüklerin
taşıyıcısıdır.
... corpus, siyasal düşüncede her zaman için, hatta Leviatthan*
ya da Toplumsal Sözleşme’de olduğu gibi, siyasal toplumun merkezi
metaforu olduğu zaman bile, çıplak hayat ile yakın bir ilişki içinde olmuştur.
Bu anlamda, terimin Hobbes tarafından kullanılış biçimi özellikle
aydınlatıcıdır. Eğer ... Hobbes’un, insanın doğal bedeni ile siyasal bedenini
birbirinden ayırdığı doğru ise, ... “İnsan, sadece doğal bir beden değil, aynı
zamanda da şehre ait, yani güya siyasal parçayı oluşturan bir bedene sahiptir”.
*
Thomas Hobbes, Leviathan adlı çalışmasında (1651), insanların aslında
bencil olduğu ve anarşiden kurtulmak için bir toplumsal sözleşme yaptıkları ve
bu doğrultuda egemene/hükümdara teslim oldukları görüşü temelinde bir siyaset
felsefesi geliştirdi.
2. Biyosiyaset ve İnsan Hakları
153
[1789 Fransa
İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi başlığındaki muğlaklık] İnsan ve Vatandaş
Hakları... ifadesinde, homme ile citoyen terimlerinin, iki otonom
varlığa mı işaret ettiği yoksa bunun yerine, ikinci terimin her zaman zaten
birinciyi içerdiği üniter bir sistem mi oluşturduğu açık değildir.
... artık, [insan] haklar[ı] bildirgelerini, yasamacıları
bağlayan (ki aslında çok da bağlamıyordu) ve kendilerini ebedi etik ilkeler
olarak sayılmalarını isteyen ebedi, üst*hukuk değerlerinin ilanı olarak görmeyi
bırakmanın ve bunları, modern ulus-devletteki gerçek tarihsel işlevlerine göre
değerlendirmenin zamanı gelmiştir. İnsan hakları bildirgeleri, doğal hayatı,
ulus-devletin hukuksal-siyasal düzenine kazıyan ilk figürü temsil ediyor.
154
... ulus [nation]
teriminin etimolojik kökeni nascere (doğmak)tır.
155
... “tebaa”nın “vatandaş”a dönüşmesinin anlamı şudur:
Böylelikle burada doğum -yani çıplak doğal hayatın ta kendisi- (biyosiyasal sonuçlarını
bugün ancak kavramaya başladığımız bir dönüşüm sayesinde) egemenliğin doğrudan
taşıyıcısı haline geliyor.
Bu [devlet]in
temelinde yatan şey, özgür ve bilinçli bir siyasal özne olarak insan değil;
bunun yerine ve her şeyden önce, insanların çıplak hayatı, yani tebaadan
vatandaşa geçişte egemenlik ilkesiyle donatılan yalın doğum [olgusu]dur.
Buradaki örtük kurgu şudur: Doğum doğrudan doğruya ulus [millet]
oluyor [kişi doğduğu anda vatandaş oluyor]; öyle ki, bu iki terim arasında
hiçbir ayrım alanı [scarto] bulunamıyor. Haklar, insanlara (ki bu
insanlar asla sadece insan olarak ortaya çıkmıyorlar) ancak ve sadece vatandaş
sıfatıyla veriliyor (ya da ancak vatandaş sıfatıyla bu haklara doğmuş
oluyorlar).
156
[Roma hukukunda
zaten var olan, hayatın devlet düzenine kazınması:] ius soli (belli bir
toprak parçasında doğma) ve ius sanguinis (vatandaş ebeveynden doğma).
Bu iki geleneksel hukuk ölçütünün ancien regime’de özel/temel bir anlamı
yoktu; çünkü sadece bir itaat ilişkisini ifade ediyorlardı.
157
[Nasyonal Sosyalizm’de “Alman kimdir ve Almanlık nedir?” /
“Kim Alman değildir ve Almanlık ne değildir?” sorularını yanıtlamak, doğrudan
doğruya en öncelikli siyasal görev oluyordu.]
[Fransız Devrimi süreci] Tam da doğuştan gelen hakların
elden alınamaz ve iptal edilemez olduğu ilan edildiği anda, genel anlamdaki
insan hakları aktif haklar ve pasif haklar olmak üzere ikiye ayrılıyordu.
158
(Yüzyılımızda da
yükselmeye devam edecek olan) modern biyosiyasetin temel karakteristiklerinden
biri, içeridekiler ile dışarıdakileri teşhis ederek bunları birbirinden ayıran
hayat-eşiğini sürekli olarak yeniden tanımlama gereksinimidir. Egemenliğin
temeli (siyasal*olmayan hayat), oikos’un [evin] duvarlarından taşıp da
şehre girdiği andan itibaren, sürekli yeniden-çizilmesi gereken bir hatta
dönüşüyor. ... Doğal hayat tamamen polis’in içine alındığı zaman (ki
bugüne dek tam da böyle olmuştur), bu eşikler, ileride göreceğimiz gibi, yeni
bir yaşayan ölü, yeni bir kutsal insan tanımlamak için, hayatı ölümden ayıran
karanlık sınırların ötesine geçiyor.
Eğer mülteciler
(ki yüzyılımızda sayıları artmaya devam ediyor ve bugün insanlığın önemli bir
parçasını oluşturacak noktada bulunuyorlar) modern ulus-devlet düzeni için bu
kadar rahatsızlık verici bir unsuru oluşturuyorsa bunun nedeni her şeyden önce
şudur: Mülteciler, insan ile vatandaş, doğum ile milliyet
arasındaki sürekliliği koparmak suretiyle, modern egemenliğin orjinal kurgusunu
krize sokuyor. Mülteciler, doğum ile ulus arasındaki farkı ortaya çıkarmakla,
siyasal alanın gizli önvarsayımını -yani çıplak hayatı- gözler önüne seriyor.
Bu anlamda mülteci, Arendt’in dediği gibi, gerçek “hakların insanı”dır, yani
her zaman için hakların üstünü örten vatandaş kurgusunun dışında hakları
cisimleştiren ilk ve gerçek insandır. Ne var ki tam da bu yüzden mültecileri
siyasal olarak tanımlamak çok zordur.
161
Bugün
insaniyetçilik (humanitarianism) ile siyaset arasındaki yapılan ayrım,
insan haklarının vatandaş haklarından ayrılması [süreci]nin uç halkasıdır.
Ancak, son tahlilde, insani(yetçi) örgütler -ki bunlar bugün uluslararası
oluşumlardan çok daha fazla destek görüyorlar- insan hayatını yalnızca çıplak
ya da kutsal hayat figüründe kavrayabiliyor ve dolayısıyla da, kendilerine
rağmen, aslında karşı koymaları gereken güçlerle gizli bir dayanışma içinde
bulunuyorlar. Son dönemde Ruandalı mülteciler yararına fon oluşturmak için
yapılan reklam kampanyaları... Burada [insani(yetçi) örgütlerin çalışmalarında]
insan hayatı yalnızca ve tamamen kutsal hayat olarak -yani öldürülebilen ama
kurban edilemeyen hayat olarak- algılanıyor (tabi böyle bir algılamanın yeterli
gerekçeleri de var) ve sırf bu sıfatıyla bir yardım ve koruma nesnesi olarak
görülüyor. Para toplamak için fotoğrafı sergilenen ama “artık canlı olarak
görülmesi mucizelere kalmış olan” Ruandalı çocuğun “yalvaran bakışları”,
herhalde, tıpkı devlet iktidarı gibi insani(yetçi) örgütlerin de ihtiyaç
duyduğu çıplak hayatı günümüzde en fazla ele veren şifredir. Siyasetten
koparılmış bir insaniyetçilik, egemenliğin temelindeki kutsal hayatı yeniden
tecrit etmeye mahkûmdur; kamp -yani saf istisna mekânı- insaniyetçiliğin
hükmedemeyeceği biyosiyasal paradigmadır.
Mülteci kavramı insan hakları kavramından kesin biçimde
ayrılmalıdır ... Mülteci neyse öyle algılanmalıdır: [Mülteci], doğum-ulus [ilişkisin]den
insan-vatandaş ilişkisine kadar ulus-devletin temel kategorilerini radikal
biçimde kuşku alanına çeken ve böyle yapmakla da, çıplak hayatın (ne devlet
düzeninde ne de insan hakları yapısında) ayrı ve istisna sayılmadığı bir
siyasetin hizmetine yeni kategoriler sunmanın yolunu açan sınırsal bir
kavramdan daha az bir şey değildir.
162
Son
not
Marquis
de Sade’ın Yatak Odasında Felsefe’sindeki çapkın Dolmance’ın okuduğu ...
[kitapçık], modernliğin ilk ve belki de en radikal biyosiyasal manifestosudur.
Tam da [Fransız] devrim[in]in doğumu -yani çıplak hayatı- egemenlik ve hakların
temeli olarak ilan ettiği sırada Sade [özellikle Sodom’un 120 Günü’nde],
bedenlerdeki fizyolojik hayatın, cinsellik yoluyla, saf siyasal unsur olarak
ortaya çıktığı bir çıplak hayat tiyatrosu olan theatrum politicum’u
[siyasal tiyatroyu] sahneliyordu.
3. Yaşamayı Hak Etmeyen Can
164
[Karl Binding, çok saygın bir ceza hukuku uzmanı, 1920] ...
Binding, intiharın mubahlığını (ceza-gerektirmezliğini) açıklamak için, intiharın,
insanın kendi varlığı üzerindeki egemenliğinin ifadesi olduğunu söylüyor.
[İntihar bağlamında] ... hukukun önündeki tek seçenek, canlı insanı kendi
varlığının egemeni saymaktır. Tıpkı istisnai durumdaki egemen kararda olduğu
gibi, canlı varlığın kendi kendisi üzerindeki egemenliği de bir eşik biçimini
alıyordu; dolayısıyla da hukuksal düzen bunu ne dışlayabiliyor ne de
içleyebiliyordu, ne yasaklıyabiliyor ne de izin verebiliyordu...
Ne var ki Binding, insanın kendi varlığı üzerindeki bu özel
egemenliğinden yola çıkarak, “yaşanmaya değmeyen hayatın yok edilmesi”ne yetki
tanınması zorunluluğu sonucuna varıyor... Binding’in bu nahoş ifadeyi sadece
ötenazinin yasallığı sorununa işaret etmek için kullanıyor olması, Avrupa hukuk
sahnesine ilk olarak bu kitapta çıkan bu kavramın yeniliğini ve belirleyici
önemini küçümsememizi gerektirmiyor: Yaşanmayı [yaşamayı] hak etmeyen hayat ve
tabii örtük ve daha aşina [olduğumuz] simetrisi, yani yaşanmayı (ya da
yaşamayı) hak eden hayat. Dolayısıyla modernliğin temel biyosiyasal yapısı
-[yani] hayatın değerliliğine (ya da değersizliğine) hükmetme- ilk hukuksal
ifadesini, ötanziyi savunan iyi-niyetli bir kitapçıkta buluyor.
165
“Değeri belirleyen kişi” diyordu Schmitt, “eo ipso
daima değersizliği de belirler. Değersizliğin belirlenmesi, değersizliğin yok
edilmesi demektir”.
167
Önümüzdeki manzara şudur: Hayata değer biçmek ve hayatı
“siyasallaştırmak” (ki sonuçta bunlar, bireyin kendi varlığı üzerindeki
egemenliğinde örtük olarak bulunan girişimlerdir), daima ve kaçınılmaz bir
biçimde, hayatın siyasal anlamını yitirdiği, sadece “kutsal hayat” haline
geldiği ve dolayısıyla da yok edilmesinin mubah olduğu eşiğin belirlenmesini
gerektiriyor. Bu sınır/eşik her toplumda vardır; her toplum -hatta en modern
toplum bile- kendi “kutsal insanlar”ının kimler olacağını belirliyor. ... Artık
çıplak hayat belli bir yerle ya da kesin bir kategoriyle sınırlı değildir.
Artık çıplak hayat her canlının biyolojik bedeninde kol geziyor.
168
[Alman Devleti’nin [Reich], özellikle de tedavisi imkânsız
akıl hastalarına yönelik olarak “yaşanmaya değmeyen hayatın sona erdirilmesi”
yetkisini veren düzenlemeler]
[1940 yılının başlarında] ... Tedavisi İmkânsız Hastalar
İçin Ötenazi Programı -savaş ekonomisi ve Yahudiler ile istenmeyen öteki
insanlar için düşünülen toplama kamplarının çoğalması da dahil olmak üzere-
suiistimallere ve yanlışlara çanak tutan koşullar altında uygulamaya kondu.
169
Grafeneck’teki tıp merkezine her gün (yaşları 6 ile 93
arasında değişen) yaklaşık 70 kişi alınıyordu; bu insanlar, Almanya’daki bütün
akıl hastahanelerindeki tedavisi imkânsız akıl hastaları arasından seçiliyordu.
... Genellikle hastalar Grafeneck’e getirilişlerini izleyen 24 saat içinde
öldürülüyorlardı. Önce 2 cm dozunda Morphium-Scopolamine veriliyor, ondan sonra
da gaz odalarına gönderiliyorlardı. ... Bu şekilde 60.000 insanın öldürüldüğü
sanılıyor.
[Hitler’in ötenazi programını uygulama inadı...] ...
meseleye tamamen öjenik açısından bakıldığında ötenaziye gerek yok ki...
Kalıtımsal hastalıkların engellenmesine ve Alman halkının kalıtımsal sağlığının
korunmasına ilişkin yasalar zaten genetik akıl hastalıklarıyla mücadele için
yeterli zemini sağlıyordu. Kaldı ki ötenazi programına tabi tutulan tedavisi
imkânsız hastalar -ki bunların çoğu çocuk ve yaşlılardan oluşuyordu- hiçbir
şekilde çocuk yapma durumunda değillerdi (öjenik perspektifinden bakıldığında
önemli olan şey, fenotiplerin ortadan kaldırılması değil, genetik
kümeninortadan kaldırılmasıdır).
170
O halde Hitler, ... bu programı neden uygulamak istedi?
Bunun geride kalan tek açıklaması şudur: İnsani bir soruna
getirilen bir çözüm kılığında ortaya çıkan bu program, egemen iktidarın çıplak
hayat üzerindeki hükümranlığının, Nasyonal Sosyalist devletin yeni biyosiyasal görevi olarak
sahneye konulmasıdır.
Eğer kimin hayatına son vermenin cinayet oluşturmadığına
karar verme yetkisini elinde bulunduran kişi, istisna durumunu belirleyen insan
olması sıfatıyla, egemen ise biyosiyaset çağında bu yetki, istisnai durum
yetkisi olmaktan çıkıyor ve hayatın siyasal olarak anlamını yitirdiği noktanın
eşiğini belirleme yetkisine dönüşüyor.
171
... modern biyosiyasette egemen, hayatın değerine ya da
değersizliğine hükmeden kişi demektir. ... Führer, hayatın biyosiyasal
tutarlılığını yitirip yitirmediğine karar veren kişi olması sıfatıyla, tam da
hayatın kendisini temsil ediyor.
4. “Siyaset ya da Bir Halkın Hayatına Şekil Vermek”
[Devlet ve Sağlık kitabı, 1942, Reich’in tıp
politikalarından sorumlu olan şahsiyetleri yazmış]
173
“Önceki
yüzyıllarda halklar arasında yaşanan büyük çatışmaların başlıca nedeni,
Devletin mülkünü koruma zorunluluğuydu. Komşu devletlerin yayılma
politikalarının yarattığı tehdit genellikle çatışmaların kaynağını oluşturuyor
ve deyim yerindeyse arzulanan hedeflere ulaşmanın aracı olarak görülen bu çatışmalarda
da bireylere değer verilmiyordu.
Ancak
yüzyılımızın başında, mümtaz liberal teorilerin ortaya çıkmasıyla birlikte,
Almanya’daki insanların değeri nihayet hesaba katılıyor ve tanımlanıyordu...”
Hans Reiter
... “ulusun biyolojik bedeni” ... “Biyoloji ile ekonominin
mantıksal bir sentezini oluşturmaya çalışıyoruz” [Reiter].
... tıp, her geçen gün biraz daha fazla olmak üzere,
devletin işlev ve organlarına entegre oluyordu.
174
Nasyonal Sosyalist biyosiyasete temel kavramsal yapısını
kazandıran şey, genlerin kromozom içindeki yerleşim düzenini o zamanlar henüz
keşfeden (Fisher genlerin “bir gerdanlıktaki inciler gibi dizildiğini”
söylüyordu) dönemin genetik araştırmalarıydı.
175
Ancak [Nazizmde] yeni olan şey şuydu: Bu kavramlar, egemen
hükmün dışsal (eğer bağlayıcı ise) kriterleri olarak görülmüyor, doğrudan
doğruya siyasal kavramlar olarak görülüyordu. ... hem Fisher hem de Verschuer,
[genetik biliminin ortaya koyduğu ‘ırk’ kavramına göre] saf bir ırkın
teşhisinin neredeyse imkânsız olduğunu (özellikle de ne Yahudilerin ne de
Almanların tam anlamıyla bir ırk oluşturmadığını) biliyorlardı [ki Hitler de
bunun farkındaydı]. Dolayısıyla Nazi rejiminin biyosiyasetini en doğru
tanımlayacak kavram “ırkçılık” değildi. Bunun yerine Nasyonal Sosyalist biyosiyaset,
on sekizinci yüzyılın polis-biliminden miras alınan “hayatın gözetimi”nin
mutlaklaştırıldığı bir ufka doğru kayıyordu. Siyaset [Politik] ile polis
[Polizei] ayrımı üzerinde duran von Justi... Birincinin görevi Devletin
dış ve iç düşmanlarına karşı mücadele etmek; ikincinin görevi ise vatandaşların
hayatını gözetmek ve geliştirmekti. [Modern siyaseti anlayabilmemiz için
öncelikle iki terim arasındaki farkın ortadan kaldırılması gerektiğini
anlamalıyız.]
176
Polis ile siyasetin, öjenik güdüler ile ideolojik güdülerin,
sağlığın gözetimi ile düşmana karşı mücadelenin birbirinden asla ayırt
edilemeyecek derecede iç içe geçtiği Yahudi soykırımının tam olarak ne anlama
geldiğini kavrayabilmek için meseleye bu açıdan bakmamız gerekiyor.
177
“Siyaset, yani halkın hayatına şekil vermek”ten söz ediyordu
Verscuher. [İnsan] haklar[ı] bildirgeleriyle birlikte egemenliğin temeli olan
hayat şimdi artık devlet siyasetinin özne-nesnesi oluyordu.
“Biyolojik kalıtım” diye sürdürüyordu sözlerini Verschuer,
“kesinlikle bir kaderdir; dolayısıyla da biyolojik kalıtımı, bize yüklenen ve
ifa etmemiz gereken bir görev olarak aldığımız sürece bu kadere hâkim
olduğumuzu göstermiş oluruz.”
(Orjinalinde birbirlerinden ayrı olan ve tek sakini çıplak
hayat olan istisnai durum aracılığıyla birbirine bağlanan) hayat ile siyaset
birleşerek tek şey haline gelmeye başlayınca, hayat tamamen kutsallaşıyor ve
siyaset de tamamen istisna haline geliyor.
178
18 Ekim 1933 tarihinde, “Alman halkının kalıtımsal
sağlığının korunması” için, öjenik yasaları hukuki evlilikleri de içine alacak
şekilde genişletiliyordu. Buna göre:
Şu
durumlarda evlilik yapılamaz: (1) Nişanlılardan herhangi birinin, eşleri ya da
çocuklarını ciddi şekilde tehdit eden bir bulaşıcı hastalığı varsa; (2)
Nişanlılardan herhangi biri engelli/özürlüyse ya da geçici olarak bir
hastanenin gözetimi altındaysa; (3) Nişanlılardan herhangi birinde, gözetim
altında olmamasına rağmen, ulusal toplum için istenmeyen bir evlilik
doğurabilecek bir akıl hastalığı varsa; (4) Nişanlılardan herhangi birinde, 14
Temmuz 1933 tarihli yasada belirtilen kalıtımsal hastalıklardan biri
bulunuyorsa.
Naziler için bu yasalar doğrudan doğruya siyasal nitelikli
şeylerdi. [:Yahudiler ile birinci sınıf vatandaşlar arasında evliliği
yasaklamak]
179
Heidegger’in düşüncesindeki büyük yenilik, ısrarla
olgusallıkta (facticity) kök salmasıdır. [olgusal hayat]. Burada, hayat
ile hayatın gerçek konumunu, Varlık ile Varlığın Varlık biçimlerini birbirinden
ayırmak imkânsızdır ve geleneksel antropolojinin (ruh ile beden, duyum ile
bilinç, Ben ile dünya, özne ile eşya ayrımları gibi) hiçbir ayrımı geçerli
değildir. Heidegger’e göre olgusallığın merkezi kategorisi (Edmund Husserl için
olduğu gibi), olumsallık değil, kendi Varlık biçimleri olan ve [böyle] olmak
zorunda olan bir varlığı tamınlayan, olmuşluktur. Olgusallık, olumsal bir
biçimde belli bir şekil ve konumda olmak demek değil, kararlılıkla bu şekle ve
bu konuma girmektir ve böylece, verili olan, bir göreve dönüştürülmelidir.
Dolayısıyla Dasein, yani kendi Oradalığı olan oradaki-Varlık, insanların bütün
geleneksel belirlenimlerinin birbirine girdiği bir belirsizlik mıntıkasına
yerleştiriliyor.
181
[Levinas] ... “tıfıl bir şeytan” olan Nazizme serpilme
olanağı sunan şeyin Batı felsefesinin kendisi ve özellikle de Heideggerci
ontoloji olduğu tezi... (“bu olanak, Varlığın Varlığı -[‘Varlığın kendisinin
kendi varlığı içinde bir mesele olduğu’] varlığı- gözetiminin ontolojisine
kazınmış bir olanaktır).
182
Heidegger’in felsefi dehasının en büyük başarısı, olgusallığın
kendisini bir olgu olarak sunmasını önleyen kavramsal kategoriler
geliştirmesiydi.
183
Olgusallık deneyimi, istisna durumunun (doğa ile siyaset,
dışarı ile içeri, dışlama ile içerme arasındaki belirsizlikleriyle birlikte)
tarihte hiç olmadığı kadar radikalleştirilmesine/köklendirilmesine işaret
ediyor; öyle ki, burada artık istisnai durum kural olma eğiliminde oluyor. Yani
burada karşımıza çıkan manzara şudur: Dışlanmasıyla egemen iktidarın tesisini
sağlayan homo sacer’in çıplak hayatı şimdi artık -kendisini bir görev
olarak almakla- açıktan açığa ve doğrudan doğruya siyasallaşıyor. ...
[Heidegger’de] homo sacer -ki her ediminde hayatını ortaya koyan bir
kişidir- “kendi Varlığı kendi Varlığının meselesi olan” Dasein’a, yani Varlık
ile Varlığın biçimlerinin, özne ile niteliklerin, hayat ile dünyanın ayrılmaz
birliğine dönüşüyor.
5. VP (Versuchspersonen:
İnsan-kobaylar)
184
15 Mayıs 1941 tarihinde, epey zamandır havada yapılan
kurtarma operasyonları üzerinde deneyler yapan Dr. Roscher, Himmler’e bir mektup
yazdı. Mektubunda, çalışmalarının Alman pilotlarının hayatları için taşıdığı
önemi, deneylerinin VP’ler için ölüm riski taşıdığını ve bu deneyleri hayvanlar
üzerinde yapmanın hiçbir yarar sağlamadığını hatırlatarak, çalışmaları için
kendisine “iki ya da üç profesyonel suçlu”nun tahsis edilip edilemeyeceğini
soruyordu.
185
[toplama kamplarında yapılan deneyler] ... yüksek irtifadaki
kurtarma operasyonlarına ilişkin yapılan deneylerden başka, dondurucu
soğukluktaki sularda hayatta kalmanın mümkün olup olmadığı ve tuzlu suyun
içilebilirliğine ilişkin deneyler de yapıldı. ... Özellikle tuhaf olanı da,
VP’lerin bir karyolada, yine toplama kamplarındaki Yahudiler arasından seçilen
iki çıplak kadının arasına yatırıldığı, çiftleşme isteğinin dirilmesi dedikleri
deneylerdi...
186
VP’lerin benekli humma bakterisi ve Hepatitis endemica
virüsüyle aşılanması... Bundan başka, Reich’ın öjenik politikasına hizmet
edecek olan, kimyasal maddeler kullanılarak ya da radyasyon aracılığıyla
ameliyatsız kısırlaştırma üzerine yürütülen deneyler de VP’ler için çok acılı
ve zordu. ... kol/bacak transplantasyonu, hücre iltihapları...
188
Bu tür belgelerdeki bariz yalancılık insanı şakına
çeviriyor. Bir idam mahkûmunun ya da ciddi cezalar çekmek zorunda olan bir
tutuklunun özgür iradesinden ve rızasından söz etmek, en hafif deyimiyle, kuşku
doğurur.
190
Bu insanlar ölüme mahkûm edilen ya da bir kampta tutulan,
yani siyasal toplumdan tamamen dışlanma anlamına gelen bir yerde tutulan
insanlardı. Bu insanlar, tam da normalde insan varlığıyla birlikte düşündüğümüz
hak ve umutların neredeyse tamamından yoksun oldukları ama biyolojik olarak
hâlâ canlı oldukları için, hayat ile ölüm, içeri ile dışarı arasındaki bir
sınır bölgeye yerleştirilmektedirler; burada çıplak hayattan başka bir şey
değildirler. Dolayısıyla, ölüme mahkûm edilen insanlar ile kamplarda tutulan
insanlar, bir şekilde bilinçaltında homines sacres’e, cinayet
işlemeksizin öldürülebilen bir hayata dönüştürülüyorlar. ... Ancak burada bizi
asıl ilgilendiren şey şudur: Modernliğe özel biyosiyasal ufukta, bir zamanlar
sadece egemenin/hükümdarın girebildiği bu metruk istisna alanına artık
doktorlar ve bilimcilerin de girmesidir.
6. Ölümün Siyasallaş(tırıl)ması
191
[P.Mollaret ve M. Goulon adındaki iki nöro-fizyolog, 1959
yılında] ... bilinen koma fenomenolojisine yeni ve uç bir kavram
getiriyorlardı: coma dépassé (üst-koma, uzatmalı koma, normal süresini
aşmış koma). Zamanın tıp literatüründe üç tür koma vardı: ikincil hayat
fonksiyonlarının (bilinç, hareketlilik, duyum, refleksler) yitirilmesiyle
tanımlanan klasik koma; ikincil fonksiyonların tamamen yitirilmediği uyanık
koma (alert coma) ve bir de bitkisel hayat fonksiyonlarının ciddi
şekilde tehlikeye girdiği carus koma. [coma dépassé ise, ikincil
hayat fonksiyonlarının tamamen iptali ile bitkisel hayat fonksiyonlarının
tamamen iptalinin çakıştığı bir koma şekli...]
192
Üst-koma, yeni hayat destek teknolojilerinin, yani suni
solunumun, damardan verilen adrenalin yardımıyla kan dolaşımının
sürdürülmesinin, vücut ısısını denetim teknolojilerinin ve benzeri yöntemlerin
meyvesiydi. ... hayat destek sisteminin çalışması sürdürülürse kişi bir süre
daha [birkaç gün] hayatta kalabiliyordu. Fakat bu gerçekten “hayatta kalmak”
mıydı? Komanın ötesindeki hayat nasıl bir şeydi? Üst-komada bulunan insan nasıl
bir insan ve nasıl bir şeydi?
193
O zamana dek ölüm [anın]ı belirleme görevi doktorların
işiydi ve bunlar bu iş için asırlardan beri özde hiç deyişmeyen geleneksel bir
ölçütten faydalanıyorlardı: Kalp atışlarının durması ve solunumun kesilmesi.
Halbuki üst-koma [kavramı/durumu], ... ölümün tanımlanması için ... yeni
ölçütlerin belirlenmesini ve yeni tanımların yapılmasını zorunlu kılıyordu.
Ancak bu sorun, muhtemelen tesadüfi olan bir tarihsel
gelişimle çakışmasından dolayı çok daha ivedi ve karmaşık bir hal alıyordu: Coma
dépassé’yi mümkün kılan hayat destek teknolojilerinin gelişimi ve
rafineleşmesiyle aynı anda ortaya çıkıyordu. Üst-komada bulunan insanın durumu,
ölülerin organlarından yararlanmak için ideal durumu oluşturuyordu. Ancak organ
nakli ameliyatını yapacak olan cerrahın cinayet suçlamasıyla karşı karşıya
kalmaması için öncelikle ölüm anının tam olarak tanımlanması gerekiyordu.
(“Harvard Tıp Okulu Ad Hoc* Komisyonu” raporu, ölümün yeni ölçütünü
belirliyor ve [tıp literatürüne] “beyin ölümü” kavramını sokuyordu. ... Daha
önce ... koma-ötesi karanlık bölge şimdi tam da ölüm-tanımının yeni ölçütünü
temin ediyordu. Buna göre, yeterli tıbbi testler sonucunda beynin tamamen
(sadece neokorteks’in değil, aynı zamanda gövde beynin) öldüğü onaylandığı
zaman, hayat destek teknolojisi sayesinde solunumu sürse bile hasta ölü kabul
edilecekti.
194
[Ölüm kavramı bir kısırdöngü içinde iki uç arasında salınıp
duruyor:]
Bir yanda şu oluyor: Beyin ölümü, ölümün tek kesin ölçütü
olarak alınıyor ve dolayısıyla artık yetersiz olarak görülen sistemsel ya da
bedensel ölümün yerine ikame ediliyor. Öte yanda ise, kesin/belirleyici ölçüt
olarak, büyük ölçüde özbilinçli bir biçimde hâlâ sistemsel ya da bedensel ölüme
başvuruluyor.
[Finlandiya Sağlık Bakanlığı... beyin ölümü teşhisi konulan
ve dolayısıyla da zaten ölü olan bu hastaların bir gün içinde öldüklerinden söz
ediyorlar.] [beyin ölümünün ardından
beden ölümünün kaçınılmaz olduğu dile getiriliyor] [mantıksal tutarsızlıklar...
kalbin durması zaten ölümün geçerli bir nedeni olarak reddedildiği halde,
kendisinin yerine ikame dilen (beyin ölümü) ölçütün doğruluğunu kanıtlamak için
yeniden sahneye çıkarılıyor...]
195
... ölüm, organ nakli teknolojisinin bir alt-fenomeni [epiphenomenon,
ikincil ya da tabi fenomen] haline geliyor.
196
Derin komaya giren ve suni solunum ve suni beslenme
sayesinde yıllarca canlı tutulan Amerikalı kız Karen Quinlan’ın durumu...
Aslında Karen Quinlan’ın bedeni, “hayat”
ile “ölüm” sözcüklerinin anlamlarını yitirdiği ve en azından bu anlamda, tek
sakini çıplak hayat olan istisna mekânından farklı olmayan bir belirsizlik
mıntıkasına girmişti.
Hayat ve ölüm, tam olarak bilimsel kavramlar değil; siyasal
kavramlardır ve tam da sadece ağızdan çıkacak bir kararla siyasallaşan kavramlardır.
... “korkunç ve durmadan ertelenen/itelenen sınırlar”ın hareket eden sınırlar
olmasının nedeni bunların biyosiyasal sınırlar olmasıdır. ... Bugün
egemen iktidarın icrası, her zamankinden daha çok bu sınırlar aracılığıyla
gerçekleşiyor ve bir daha ve yeniden tıp ve biyoloji bilimlerinin alanına
giriyor.
W. Gaylin, ... kendisinin “neomortlar” [henüz ölmüş kişiler]
dediği, bedenlerin yarattığı yeni bir hayalet sınıfından söz ediyordu. Bunlar,
yasal olarak ceset statüsünde olan; ama gelecekteki olası nakiller için bazı
hayat özelliklerini sürdüren şeylerdi: “Bunlar, sıcaktır, bunlarda kalp atışı
ve idrar çıkışı mevcuttur”. Karşı kutupta ise, beyin ölümünü savunanlardan
biri, hayat destek sistemleri sayesinde canlı tutulan bedeni, hiçbir çekince olmadan
müdahale yapılabilecek bir faux vivant [sahte canlı] olarak
tanımlıyordu.
197
Neomortun, üst-komada bulunan kişinin ve faux vivant’ın hayat ile ölüm arasında
gidip geldiği hastane odası, tamamen insanın ve ürettiği teknolojinin
denetiminde bulunan saf bir çıplak hayatın tarihte ilk olarak sahne aldığı bir
istisna mekânını tanımlıyor. Tam da bu çıplak hayat bir doğal hayat sorunu
olmadığı, bunun yerine homo sacer’in en uç hali (koma halindeki insan
[bilimsel literatürde], insan ile hayvan arasındaki bir ara varlık olarak
tanımlanıyor) olduğu için, burada söz konusu olan şey, yeniden ve bir daha,
cinayet işlemeksizin öldürülebilen (ve tıpkı homo sacer gibi, “kurban
edilemeyen”, yani kesinlikle ölüm cezası verilerek öldürülemeyen) bir hayatın
tanımlanmasıdır.
[ faux vivant’a müdahalenin önünü açmak...] Bunu
yalnızca Devlet yapabilir ve yapmalıdır da ... Organizmalar kamusal iktidara
aittir: Bedenler kamunun malıdır.
Çıplak hayatın siyasallaştırılmasında ne Reiter ne de
Verschuer bu kadar ileri gidebilmişti. Ne var ki bir zamanlar Nazi
biyosiyasetçilerinin ağızlarına almaya cesaret edemedikleri şeyleri modern
demokrasilerde herkesin önünde haykırmak mümkündür (ki bu, biyosiyasetin yeni
bir eşiğin ötesine geçtiğinin çok açık bir işaretidir).
7. Modern(liğ)in “Nomos”u Olarak Kamp
198
Kamplardaki olup
bitenler hukuktaki suç kavramını o kadar aşıyor ki bu olayların cereyan ettiği
özel hukuksal-siyasal yapı çoğu zaman düşünülmüyor bile. Kamplar, yeryüzü
tarihinin en mutlak insanlıkdışı koşullarının gerçekleşti(rildi)ği yerlerdir...
bugün hâlâ içinde yaşadığımız siyasal mekânın gizli kalıbı (matrisi) ve nomos’u...
Tarihteki ilk
kampın, İspanyollar tarafından sömürgedeki halk ayaklanmasını bastırmak için
Küba’da 1896 yılında tesis edilen campos de concentraciones [toplama
kampları] mi yoksa yüzyıl dönümünde (1899-1902) İngilizlerin Boer’leri yığdığı
“concentration camps” [toplama kampları] mi olduğu tarihçiler için hâlâ bir
tartışma konusudur. Burada önemli olan şey şudur: Her iki durumda da bir
sömürge savaşı bağlamındaki olağanüstü durum, bütün sivil halkı içine alacak
şekilde genişletilmiştir. Dolayısıyla da kamplar, sıradan/mutat hukuktan değil
(ya da ileri sürülebileceği gibi, ceza hukukunun dönüştürülmesinden ve
gelişiminden hiç değil); bir istisna durumundan ve sıkıyönetimden doğmuştur.
... [Alman] kaynaklarına göre, kapatılmanın/tutklamanın hukuksal temeli örfi
hukuk (common law) değil; Schutzhaft (sözcük anlamı, koruyucu
gözetim) idi.
200
Şunu unutmamak
gerekiyor: Almanya tarihindeki ilk toplama kampları, Nazi rejiminin değil;
Sosyal Demokrat hükümetlerin hüneriydi. Bunlar, 1923 yılında Schutzhaft
temelinde binlerce komünist militanı tutuklamış ve ayrıca da Yabancılar İçin
Toplama Kampı kurmuşlardı.
Bu anlamda iktidara geldikten sonra 28 Şubat 1933 tarihinde
“halkın ve Devletin korunmasına dair kararname” çıkararak anayasanın kişisel
özgürlük, ifade ve toplanma özgürlüğü ile hane ve posta ve telefon
mahremiyetinin dokunulmazlığına ilişkin maddelerini süresiz olarak askıya
alırken Nazilerin yaptığı şey, daha önceki hükümetlerin yerleştirdiği bir
uygulamanın izlenmesinden başka bir şey değildi.
201
Fakat Nazilerin
uygulamasında önemli bir yenilik unsuru vardı. ... Nazi kararnamesinin hiçbir
yerinde “istisnai durum” ifadesi yer almıyordu. ... Böylece istisnai durum,
dışsal ve geçici bir gerçek tehlike durumu olmaktan çıkıyor ve hukuksal
idarenin kendisi haline getiriliyordu.
[İşte] kamp, istisna durumunun kurala dönüşmeye başladığı
zaman açılan mekândır.
... kampta hukuksal
sorun ile olgusal sorun tamamen birbirinden ayrılmaz hale geliyor.
Dolayısıyla da, kampta olup bitenlerin yasal olup olmadığı yolundaki bütün
sorular anlamsızdır. Kamp, bu iki terimin birbirinden ayrılmaz hale geldiği
hukuk-gerçek melezi bir yerdir.
“her şey mümkün”
204
Öte yandan kamp, tarihte tesis edilmiş en mutlak biyosiyasal
mekândı. Çünkü kapmtaki insanlar her türlü siyasal statülerinden sıyrılıyor ve
tamamen çıplak hayata indirgeniyorlardı; burada iktidarın karşısında sadece saf
hayat vardı ve bu ikisinin arasında hiçbir aracı yoktu.
205
Bu yeni temel
siyasal özneyi/tebaayı oluşturan biyosiyasal beden, ne bir quaestio
facti (örneğin belli bir biyolojik bedenin belirlenmesi) ne de bir quaestio
iuris’ti (örneğin uygulanacak belli bir hukuksal idarenin belirlenmesi); bu
beden, gerçek ile hukukun tamamen ve ayrılmaz bir biçimde iç içe geçtiği
belirsizlik mıntıkasında işleyen egemen bir siyasal kararın mekânıydı.
quaestio facti (olgusal sorun) - quaestio
iuris (hukuksal sorun)
206
Mesele, sadece Führer’in çıkardığı yasaların ne bir kural ne
bir istisna, ne bir hukuk ne de bir gerçek/olgu olarak tanımlanmamasından
ibaret değildi. Dahası: Bu yasalarda, kuralın biçimlenmesi ile kuralın icrası
-yani yasanın çıkarılması ile bunun uygulanması- zamansal olarak artık
birbirinden ayırt edilebilecek şeyler değildi.
207
[Führer, Pisagoras’ın egemenlik teorisi doğrultusunda,
yaşayan bir kanundu.]
... Schmitt, hiç de çelişkiye düşmeden, şunları
söyleyebiliyordu: “... bir olgunun ya da bir şeyin siyaset dışı/apolitik olup
olmadığının kararlaştırılmasının ta kendisi özellikle siyasal bir karardır”.
Artık siyaset tam da siyaset dışı olanın (yani çıplak hayatın) belirlenmesiydi.
... kampta yaşanan her hareket ve her olay, Alman
biyosiyasal bedeni(ni) gerçek kılan çıplak hayat üzerindeki hükümranlığın bir
uygulamasıydı. Yahudi bedeninin ayrılması, özellikle Alman olan bedenin
doğrudan sonucuydu; tıpkı kuralın uygulanması gibi.
209
Kamplar, yeni
vatandaşlık yasalarının çıkarılması ve bazı vatandaşların vatandaşlıktan
çıkarılmasıyla aynı zamanda ortaya çıkmıştır (... neredeyse bütün Avrupa
devletleri de vatandaşlıktan çıkarmayla ilgili yasalar çıkardılar). Böylece aslında hukuksal-siyasal düzenin
geçici olarak askıya alınması anlamına gelen istisnai durum, artık, gün
geçtikçe daha da bu düzene kazınamaz hale gelen çıplak hayatı içine alan yeni
ve daimi bir mekân düzenlemesi (yerleştirme) oluyordu. Günümüzde siyasetin
karşı karşıya geldiği yeni gerçek, doğum (çıplak hayat) ile ulus-devletin
giderek birbirinden ayrılmasıdır ve işte bizim kamp dediğimiz şey bu
ayrışmadır. Artık yerleştirmenin olmadığı bir düzenin (yani hukukun askıya
alındığı istisnai durumun) karşısında buna tekabül eden düzensiz bir
yerleştirme (yani daimi bir istisna mekânı olarak kamp) vardır. Siyasal sistem
artık hayat tarzları ve hukuk kuralları vazetmiyor; bunun yerine, bunu aşan ve
bütün hayat tarzlarını ve bütün kuralları içine alabilen yersizleştirilen
bir yerleştirmeye dayanıyor. Yersizleştiren bir yerleştirme olarak kamp,
bugün hâlâ içinde yaşadığımız siyasetin gizli kalıbıdır; havalimanlarımızdaki zones
d’attentes [Fransa’da uluslararası havaalanlarında iltica hakkı talep
edenlerin tutulduğu ‘bekleme alanları] veşehirlerimizdeki varoşlar olarak
karşımıza çıkan metamorfozlarını tanıyabilmek için kampın bu yapısını bilmemiz
gerekiyor. Dolayısıyla da kamp, devlet, ulus (doğum) ve ülkeden oluşan eski
üçlüye eklenen dördüncü ve ayrılmaz unsurdur.
210
“Halk” (“people”)
teriminin siyasal anlamı üzerine yapılacak her yorum yolun başında şu gerçeği
görmelidir: Modern Avrupa dillerinde “halk” aynı zamanda da daima yoksulun,
mirassızların ve dışlanmışların adıdır. Dolayısıyla tek bir terim hem
belirleyici/kurucu siyasal özneye hem de hukuken (de jure) olmasa bile fiilen
(de facto) siyasetten dışlanan sınıfa işaret ediyor. ... [birçok Avrupa dilinde
hem halk, hem de “alt sınıf üyeleri”, “zengin ve soyluların karşıtı olan sıradan
halk anlamında geliyor]. Bizim “halk” dediğimiz şey, gerçekte üniter
[birleştirici] bir özne değil, iki karşı kutup arasındaki diyalektik bir
salınımdır: Bu kutupların birinde bütün bir siyasal beden/bünye olarak Halk
kümesi, ötekinde ise yoksul ve dışlanmış bedenlerin parçalı kalabalıkları
olarak halk alt-kümesi bulunuyor. [“Halkın, halk için, halk tarafından
(yönetilen) hükümeti”]. Bu anlamda “halk” terimi hiçbir yerde sadece tek bir
şeye işaret etmiyor. ... Ancak bu aynı zamanda şu anlama da geliyor: İnsanların
siyasal bir beden oluşturması temel bir bölünmenin üzerine oturuyor. .. Çıplak
hayat (halk) ve siyasal varoluş (Halk), dışlama ve içleme, zoe ve bios.
... “Halk” daima zaten kendisi olan, ama yine de gerçekleştirilmesi gereken
şeydir. Bütün kimliklerin kaynağı olan; ama buna rağmen, sürekli olarak yeniden
tanımlanması gereken ve dışlama, dil, kan ve toprak aracılığıyla arındırılması
gereken bir şeydir. ... Var olması için, zıddı ile birlikte kendisini
olumsuzlaması gereken bir şeydir (nitekim halka yönelen ama aynı zamanda halkın
ortadan kaldırılmasını hedefleyen işçi hareketinin özel çıkmazları ortaya
çıkıyor). ... Hatta daha yakından bakacak olursak şunu görürüz: Marx’ın
düşüncesinde -özünde tanımsız kalsa da- çok merkezi bir yer işgal eden ve
kendisinin “sınıf çatışması” dediği şey, bütün halkları [ikiye] bölen bir iç
savaştan başka bir şey değildir. Bu iç savaş, ancak ve sadece, sınıfsız
toplumda ya da Mesihsel/mucizevi krallıkta, Halk ve halkın çakıştığı ve artık
halk diye bir şey kalmadığı zaman sona erecek bir şeydir.
214
Bu salınımı durdurabilecek ve halklar ile yeryüzünün
şehirlerini [ikiye] bölen bu iç savaşa son verebilecek tek siyaset biçimi,
Batı’nın bu temel biyosiyasal kırılmasını hesaba katmayı öğrenecek olan
siyasettir.
Eşik
215
Bu çalışmanın sonunda, değişme olasılıkları saklı kalmak
üzere şu üç sonuca ulaşıyoryuz:
1. Orjinal/ilk siyasal ilişki yasaklama ilişkisidir (dışarı
ile içeri, dışlama ile içleme arasındaki belirsizlik mıntıkası olarak istisna
durumu).
2. Egemen iktidarın temel etkinliği, siyasetin orjinal
unsuru olarak, doğa ile kültürün, zoe ile bios’un eklemlendiği eşik olarak
çıplak hayatı üretmektir.
3. Bugün, Batı’nın temel biyosiyasal paradigması şehir
değil; kamptır.
Bu üç tezden birincisi,
devlet iktidarının sözleşme kökenli olduğu yolundaki bütün teorileri ve bununla
birlikte de siyasal toplulukları popüler/halksal, ulusal, dinsel ya da başka
herhangi bir kimliksel “aidiyet” türünden bir şeye dayandırma yolundaki bütün
çabaları kuşku alanına çekiyor. İkinci tez, Batı siyasetinin ta başından
beri bir biyosiyaset olduğunu ve dolayısıyla da, siyasal özgürlükleri vatandaş
haklarına dayandırma çabalarının nafile olduğunu söylüyor. Üçüncü tez
ise, nihayet, bugünkü sosyal bilimlerin, sosyolojinin, şehir çalışmalarının ve
mimarinin, dünya şehirlerinin çekirdeğinde yatan şeyin tam da yirminci yüzyılın
büyük totaliter devletlerinin biyosiyasetini tanımlayan çıplak hayatın kendisi
olduğunu bilmeden bu şehirlerin kamusal lan(lar)ını tasarlamak ve örgütlemekte
kullandıkları modellerin meşum yüzünü ortaya çıkarıyor.
216
“Çıplak hayat”
tabirindeki “çıplak” Yunanca haplos’a tekabül ediyor. Haplos ise,
ilk felsefecilerin saf Varlığı tanımlarken kullandıkları sözcüktü. Saf Varlık
alanının belirlenmesi/izolasyonu (ki Batı metafiziğinin temel etkinliği buydu),
çıplak hayatın Batı siyasetindeki yerleştirimiyle paralellikler taşıyordu. ...
çıplak hayat da haplos Varlık kadar belirsiz ve anlaşılmaz bir şeydi...
217
[Heykel
Türleri: 1. Flamen, 2. çirkin idol [Hegel], 3. faux vivant (sahte
canlı), 4. .....]
Georges
Dumézil ve Karoly Kerenyi, eski Roma’nın en büyük rahiplerinden biri olan Flamen
Diale’nin [Flamen: Eski Roma dilinde tanrıların hizmetçisi sayılan din
adamlarına verilen ad.] hayatını betimliyor. Falmen’in hayatını özel
kılan şey, bunun, Falamen’in yaptığı dinsel işlerden hiçbir zaman ayırt
edilemez oluşuydu. Bundan dolayı Romalılar, Flamen Diale’nin ...
hayatının istisnasız her anının tanrıya hizmet olduğunu söylüyorlardı.
Dolayısıyla da giyinme ya da yürüme biçimi de dahil olmak üzere hayatındaki her
hareket ve her ayrıntının özel bir anlamı vardı ve bunlar özenle yapılan işler
olarak görülüyordu. Bu “özenlilik”in kanıtı olarak da Flamen üzerindeki
amblemlerini uyurken bile tamamen çıkaramıyordu. Flamen’in vücudundan
kesilen saç ve tırnakların hemen bir arbor felix’in (yani ölüler
dünyasının tanrıları için kutsal olmayan bir ağacın) altına gömülmesi
gerekiyordu. Flamen’in giysilerinde ne düğüm ne de ilik bulunamazdı. Flamen
yemin edemezdi. Yolda yürürken zincire vurulmuş bir mahkûmla karşılaşması
durumunda mahkûmun zincirden çözülmesi gerekiyordu. Flamen asma
dallarının sarkltığı bir odaya giremiyordu. Çiğ etten ve her türlü mayalı
hamurdan uzak durması ve fasulyeden, köpeklerden, keçilerden ve sarmaşıktan ...
sakınması gerekiyordu.
Flamen
Diale’nin
hayatında çıplak hayatı ayırt etmek imkânsızdı. Flamen’in zoē’sinin tamamı [doğa] bios’a
[kültür] dönüşüyordu. Özel alanı ile kamusal işlevi tamamen birleşiyordu.
Bundan dolayıdır ki Plutarch [İ.S. yaklaşık 46-125 Yunan yazar] (egemenin lex
animata [canlı kanun] olarak tanımladığı Yunan ve ortaçağ tanımını
hatırlatan bir biçimde) Flamen’in ... kutsal bir canlı heykel [hõsper empsuchon kai hieron agalma] olduğunu söyleyebiliyordu.
218
Gelin bir de pek
çok açıdan benzerlikler taşıyan homo sacer’in, eşkıyanın ... hayatlarına
bakalım. Bu insan(lar) dinsel toplumdan ve siyasal hayatın tamamından
dışlanıyordu: Kendi türünün [insan türünün] düzenlediği törenlere katılamıyor
ve (eğer habis ve menfur ilan edilmişse) hiçbir eyleminin hukuksal geçerliliği
olmuyordu. Bundan başka, herkes tarafından cinayet işlenmeksizin
öldürülebildiği için de, bütün varoluşu, her türlü haktan mahrum bir çıplak
hayata indirgeniyordu. Kendisini kurtarabilmesinin tek yolu ya daimi bir firar
ya da yabancı bir ülkeye sığınmaktı. Tam da bundan dolayı kendisini kovan
iktidar ile daimi bir ilişki içindeydi; çünkü, her an koşulsuz ve mutlak bir
ölüm tehdidi altında bulunuyordu. Bu insanın [hayatı] saf zoe idi ve tam
da bundan dolayı bunun zoe’si egemen yasaklamanın pençesindeydi ve bu
yasağı hiçbir zaman aklından çıkarmamalı, bu yasaktan kurtulmanın ya da bunu
aldatmanın yolunu bulmalıydı. Bu anlamda, sürgünlerin ve eşkıyaların da çok iyi
bildiği gibi, hiçbir hayat bu insan(lar)ın hayatından daha “siyasal” değildi.
Şimdi de Nazi Almanya’sındaki Führer’in kişiliğini ele
alalım. ... Führer’in otoritesi, öznelerin/tebaanın iradesine ve şahsına
dışarıdan dayatılan bir despot ya da diktatör otoritesi değildi; çünkü Führer
demek Alman halkının biyolojik hayatının ta kendisi demekti. İşte bu aynılıktan
dolayıdır ki Führer’in her sözü doğrudan doğruya kanundu. ... Führer Alman
halkının hayatının siyasal biçimiydi...
219
“Führer’in sözleri kanun demekti”. ... Elbette ki Führer’in
bir özel hayatı olabilirdi; ancak Führer’i Führer olarak tanımlayan şey,
varoluşunun doğrudan doğruya siyasal bir karakter taşımasıydı. ... Führer,
Alman halkının hayatının siyasal biçimiydi...
...
egemenin siyasal bedeni ile fiziksel bedeni arasında yapılan geleneksel ayrım
ortadan kalkıyor... Führer, deyim yerindeyse, ne özel ne de kamusal olmayan
bütün bir bedendi... Führer’in bedeni, zoē
ile bios, biyolojik beden ile siyasal beden
arasındaki çakışma noktasında bulunuyordu.
Şimdi de kamp
sakinlerinin en uç figürü üzerinde düşünelim. Primo Levi, kamp jargonunda
“Müslüman” denen kişiyi betimliyor: der Muselmann, maruz kaldığı
aşağılanma, korku ve dehşetten dolayı bütün bilincini ve kişiliğini yitiren,
öyle ki tamamen duygusuzlaşan bir varlıktır. [Yani] bu kişi sadece,
kaderdaşları gibi, bir zamanlar ait olduğu siyasal ve toplumsal bağlamdan
dışlanmıyor ve sadece yaşamayı hak etmeyen Yahudi canı gibi, ölüme giden bir
geleceğe mahkûm değildir. Bunlardan başka bu insan artık hiçbir şekilde
insanların dünyasına ait değildir. ... Sessiz sedasız ve tek başına, bellek/anı
ve kaderin olmadığı bir dünyaya geçmiştir.
220
Muselmann’ın hayatı nasıl bir hayattır? Bunun saf zoe
olduğu söylenebilir mi? Hayır; çünkü Muselmann’da “doğal” ya da “temel”
hiçbir şey kalmamıştır. Hayatında hayvani ya da içgüdüsel hiçbir unsur
kalmamıştır. Aklıyla birlikte bütün içgüdüleri de iptal edilmiştir. Antelme,
kamp sakinlerinin artık soğuğun acısını SS’lerin gaddarlıklarından ayırt
edemediğini söylüyordu. ... Muselmann, gerçek ile hukukun, hayat ile
hukuk kuralının ve doğa ile siyasetin tamamen iç içe geçriği ve ayırt
edilemediği bir belirsizlik alalnında yaşıyor. ... Burada, kendisini tamamen
hayata dönüştürmek isteyen bir kanun, kanundan hiçbir farkı kalmayan bir
hayatla karşı karşıya kalıyor. İşte kampın SS’ini, kamp polisini tehdit eden
şey tam da bu farksızlıktır.
... lösemi
olduğunu anlayınca kendi bedenini ve hayatını bir araştırma ve deney
laboratuvarına dönüştürme kararı alan biyokimyager Wilson... Wilson’un bedeni
artık kendisinin özel alanı değildir; çünkü artık bir laboratuvardır. Öte
yandan kamusal da değildir; çünkü bu beden kendi bedenidir ki ahlak ve hukukun
deney için koyduğu sınırları ihlal edebilmiştir. Nitekim [bir araştırmacı] Wilson’un
hayatını tanımlamak için “deneysel hayat” terimini kullanıyor. ... “Deneysel
hayat”, çok özel bir anlamda kendi zoe’sinden ayırt edilemeyecek
derecede kendi zoe’si üzerinde yoğunlaşan bir bios’tur.
221
Şimdi Karen
Quinlan’ın ya da üst-komada bulunan bir insanın bedeninin yattığı ya da
neomort’un (yeni ölü) organlarının naklini beklediği hastane odasına giriyoruz.
Burada -suni solunumla, damarlara kan pompalanmasıyla ve kan ısısının
düzenlenmesiyle makinelerin yaşattığı- biyolojik hayat, Karen Quinlan adındaki
insanın hayatından (yani bios’undan) tamamen ayrılıyor: Burada hayat saf
zoe oluyor (ya da en azından öyle görünüyor). [anatomi > cansız
organların araştırılması - fizyoloji 17. yy’dan sonra tıbbın içine girdiğinde
anatomiyle ilişkilendiriliyor - fizyoloji> canlı bedendeki organların
işlevinin açıklanması]. Gerçekten de Karen Quinlan’ın bedeni sadece canlı
anatomiydi, yani artık bir organizmanın hayatı için yaşamayan, başka işlevler
için yaşatılan bir bedendi. Karen Quinlan’ın hayatı sadece hayat destek
teknolojisi sayesinde ve hukuksal bir karardan dolayı sürdürülüyordu. Bu hayat
artık hayat değil canlı ölümdü. Fakat ... hayat ile ölüm artık sadece biyosiyasal kararlar olduğu için -tıbbi
gelişmelere ve hukuksal kararlardaki değişmelere bağlı olarak hayat ile ölüm
arasında gidip gelen- Karen Quinlan’ın bedeni, biyolojik bir varlık olduğu
kadar yasal bir varlıktı. Hayata hükmetmeyi hedefleyen bir hukuk, ölümle
çakışan bir hayatla vücut buluyordu.
222
Foucault,
Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildinin sonunda, iktidar dağıtımdan başka
hiçbir şeyle uğraşmayan modernliğin kendi sırrını ve kurtuluşunu bulacağına
inandığı cinsiyet ve cinselliğin ötesine geçerek, farklı bir siyasetin olası
bir ufku için “farklı bir bedenler ve hazlar ekonomisi”ne işaret ediyordu.
Bizim çalışmamızdan çıkan sonuçlar bizi daha dikkatli olmaya itiyor. Tıpkı
cinsiyet ve cinsellik kavramları gibi “beden” kavramı da zaten daima bir
iktidar dağıtımının pençesinde olmuştu. “Beden” her zaman zaten biyosiyasal bir
beden ve bir çıplak hayattı. ... Kendisini tamamen hayata dönüştürmek isteyen bir hukuk, bugün
her zamankinden daha çok, hukuk kuralına indirgenen bir hayatla karşı karşıya
bulunuyor. Bugün Batı’nın siyasal alanını yeniden tanımlamayı hedefleyen herkes
işe şu gerçeği teslim etmekle başlamalıdır: Artık zoe ile bios, özel hayat ile
siyasal varoluş, evdeki yalın canlı varlık olarak insan ile insanın şehirdeki
siyasal varoluşu arasındaki klasik ayrımın yerinde yeller esiyor. ...
Artık kamplardan klasik siyasete geri dönüş imkânsız. Kamplarda şehir ile ev
ayırt edilemez hale geldi. Artık biyolojik bedenimizi siyasal bedenimizden
-başkalarına aktarılamayan ve seslendirilemeyenleri başkalarına aktarılabilen
ve seslendirilebilenlerden- ayırma imkânı bir daha verilmemek üzere elimizden
alındı.
223
Batı’nın bu
biyosiyasal bedeni, nasıl ki oikos’taki [evdeki] doğal hayatına yeniden
dönüştürülemiyorsa, aynı şekilde yeni bir bedene de, yani hazlar ve hayati
fonksiyonlar bağlamındaki ortaya çıkacak olan farklı bir ekonominin, Batı’nın
siyasal kaderini tanımlayan bu zoe-bios düğümlenmesini kökünden
çözümleyeceği yeni bir bedene -teknik bir bedene ya da tamamen siyasal ya da
mükemmel bir bedene- de dönüştürülemeyecektir. Bunun yerine, çıplak hayat olan
bu biyosiyasal bedenin, tamamen çıplak hayat biçimini almış bir hayat tarzının
ve sadece kendi zoe’si olan bir bios’un yaratılacağı bir zemine
dönüştürülmesi gerekiyor.
.
.
.
.