.
.
.
.
.
Covid-19
1.
Ve
her şeyden önce kendi vücuduma dair oluşturmuş olduğum
imajların bağlandığı bir çağrışımlar silsilesi söz
konusudur: bir sinek ezildiğinde bir köpek ezildiğinden daha az
acı duyarım; çünkü köpeğin imajı benim kendi vücuduma dair
sahip olduğum imaja bir sineğinkinden daha yakındır -daha
benzerdir (sıcak kanlı, memeli, analık eden, şefkatli, arsız,
vesaire...). Bu yüzden bir köpeğin çektiği eziyetin (onun
kederinin) imajı benim kendi vücudumun eziyet çektiği bir hayali
imajla bir sineğinkine oranla daha fazla "uzlaşır"...
Bir insanınki ise elbette daha da fazla...
Böylece
insan zihniyle vücudunun ortak mimarisini kavrayabiliyoruz: dış
cisimlerin bedenimiz üzerindeki etkisi (affectiones), yani bedensel
karışımlar; bunların bizde korunması (imajlar ve hafıza);
bunların bizim eyleme gücümüzü arttırıp azaltmaları
(sevinçler ve kederler), ve bütün bunlara dair oluşturduğumuz
fikirler (idea)...
Ulus
Baker, Spinoza ve Aşkın Diyalektiği, www.korotonomedya.net
2.
Tek
bir dünya, nesnel bir dünya üzerinde hareket eder gibi görünsek
de aslında her canlının kendine has bir dünyası var. Kendi anlam
taşıyıcılarından oluşan kendi dünyalarında yaşıyor tüm
canlılar. Dünyayı tek bir algı dünyasına indirirken bu farklı
dünyaları görmeyi beceremiyoruz. Tek zaman ve tek mekân
yanılsamasına kaplıyoruz sıkça. Her şeyi kendi mekân algımızın
öğelerine indirgeyerek, her şeyin hareket ettiği, dünya denilen
tek bir nesnel mekânın olduğu kanısına varıyoruz kolayca.
İnsan-merkezci bakış açısına göre tasarladığımız bu
dünyada kendimizi hayvanlardan kesin çizgilerle ayırma hatasına
düşüyoruz. En tepeye kendimizi yerleştirdiğimiz hiyerarşik
kuleden baktığımızda, basit yapılı canlılardan karmaşık
organizmalara dek uzanan tek bir dünya görüyoruz.
Giorgio
Agamben ‘Açıklık’ (çev. M. Mine Çilingiroğlu, YKY) adlı
kitabında, her şeyi bir bakışta kucaklayan, kendine böceklerden,
kuşlardan, çiçeklerden oluşan pastoral tablolar yaratan bu genel
geçer anlayışı sarsacak, insan ile hayvan arasındaki kesin
sınırları eritecek belirsizlik mıntıkasında hareket ederken,
hayvanlığı ve insanlığı ayıran eşikler üzerinde gelgitler
yaşatıyor bize.
Agamben
kitabının iki bölümünü Alman zoolog Jacob von Üexküll’e
(1864-1944) ayırmış. Heidegger’i ve Deleuze’ü derinden
etkilemiş olan bu bilimci, klasik bilimin hiyerarşik
sınıflandırmalar aracılığıyla tek bir dünya gördüğü
yerde, sonsuz bir çeşitlilik gösteren, her biri mükemmel ve
muazzam bir müzik partisyonunda olduğu gibi birbiriyle bağlantılı
farklı dünyalar görüyor. Bu çoklu dünyalar, her türlü insan
merkezci bakışın terk edilmesine, doğa imgesini insan bakışına
göre değerlendiren anlayıştan radikal bir kopuşa yol açıyor.
İçinde
hareket ettiğimiz ve bizden başka her şeyin, tüm canlıların
hareket ettiği nesnel mekâna ‘umgebung’ adını veriyor ve tek
bir mekândan oluşan bu ‘umgebung’u, yani kendi insani
ortamımızı ‘umwelt’ten ayırmakla işe başlıyor Uexküll.
Almanca ortam anlamına gelen ‘umwelt’, her canlının kendine
has dünyasıdır aslında; bu dünya her canlı için bir dizi anlam
taşıyıcısından oluşuyor. Deleuze’ün Uexküll’e dayanarak
verdiği meşhur örnekte olduğu gibi bir kenenin dünyası üç
anlam taşıyıcısından ibarettir mesela: Bütün memelilerin
terinde bulunan butirik asit kokusu; memelilerin kan ya da vücut
sıcaklığına denk düşen 37 o C sıcaklık ve memelilere özgü
tüylü ve kan damarlarına sahip deri tipi. Kene bu üç öğeyle
yoğun ve tutkulu bir ilişki içindedir. Tüm dünyasını bu anlam
taşıyıcılar oluşturur.
Her
ne kadar nesnel bir mekân içinde hareket eder gibi görünsek de,
bir bakışta bu çoklu dünyaları tek bir mekâna indirgesek de,
her kişi, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi kendi umwelt’ine sahip.
Örneğin bir orman, oduncu, avcı, doğasever açısından farklı
anlamlar taşımaktadır, nesnel anlamda bir orman yoktur aslında.
Bir sokak da orada oturanlar, gelip geçenler, dükkân sahipleri
açısından farklı anlamlar taşır. Kültürel örüntülerle
ördüğümüz dünyalarımızda, kendi anlam taşıyıcılarımız
arasında hareket ediyoruz durmadan. Hayvan ile insan arasındaki
çeperlerin eridiği yerdeyiz.
İtalyan
Rönesans filozofu Giovanni Pico della Mirandola’nın 1486’da
kaleme aldığı ve hümanizmin manifestosu olarak kabul edilen,
‘İnsanın Vakarı Üzerine Söylev’ adlı yapıta gönderme
yapan Agamben, Pico’nun insan ile hayvan arasındaki ayrımı
bulanıklaştırdığını belirtiyor; üç yüz sonra Linnaeus’un
da insanı, ‘insan-benzeri’ hayvanlar sınıfına yerleştirerek
bu bulanıklaştırmayı sürdürdüğünü söylüyor. Pico, insanın
bütün yaradılış modelleri tükendiğinde şekillendirilmiş
olması nedeniyle, bir arketipinin, kendine ait bir yerinin ya da
özel bir sınıfının olamayacağını yazıyordu söylevinde:
“İnsan kesin bir modele göre yaratılmadığı için kendine has
bir yüzü de yoktur ve yüzünü kendi iradesiyle hayvani ya da
ilahi yönde şekillendirebilir.” Tanımlandırılamaz,
sınıflandırılamaz, şekilsiz bir yaratığız demeye getiriyor.
...
Rahmi
Öğdül, İnsan ile hayvan arasında: Arabölge, 25.11.2010
https://www.birgun.net/haber/insan-ile-hayvan-arasinda-arabolge-17858
3.
Ne
oluyoruz?
Nedir?
Ne bu korku? Bu panik? Bu hınç, bu garez?
Nasıl
da ötekileştirdiniz bizi bir anda! Nefret nesnesi yaptınız…
Katli vacip! Verdiniz hemen fetvayı: Soyu kırıla!
Yaşam
hakkı veresiniz yok bizlere. Kapansın sıkı sıkı kapılar
bacalar, hava, kara ya da deniz yolları, koca koca ülkeler tecrit
olsun, ilkel çağlara geri dönsün, hayat dursun, yeter ki asla ve
katta ve de sakın ha sızmayalım içeri! Ne oradan ne buradan ne de
hatta sanal yoldan ya da telepatiyle, empatiyle, sallapatiyle.
Utanmasanız
bizi taşıyan, içeri sokan herkesi kurşun yağmuruna tutacaksınız.
Yetmedi asit yağmurlarınız!
Sınırlarınıza
yığılmış mültecilerden bile beter muameleye layık görüyorsunuz
bizi.
Öyle
ya, onları hiç olmazsa toplu olarak katletmiyorsunuz (şimdilik?)
ama bizi yok etmek için her yol mubah… Yalan mı?
Elinize
geçen her şeyle saldırıyorsunuz. Ne bulduysanız. Vur abalıya!
Bizden
kurtulmak için neredeyse din değiştireceksiniz, onca tapındığınız
değerli kâğıt ya da metallerinize bile el sürmekten korkar
oldunuz.
Sevişmekten,
öpüşmekten, türdeşlerinizle her türlü temas ve sosyalleşmeden
vazgeçiyorsunuz. Mağara devrinden bile geriye düştünüz bir
anda. Kültürü lağvettiniz, okulları kapattınız… Uçtu gitti
uygarlık iddialarınız!
Yağmaladınız
store’ları, marketleri, hatta bakkalları ve zincir mağazaları.
Zincirlerinizden boşanmış gibisiniz maşallah. Çıldırma
raddesine geldiniz, itiraf edin.
Ee,
ne oldu? Hani “türcülük” kötüydü? Irkçılıkla,
cinsiyetçilikle birdi? Hani her canlının hakları eşitti? Başka
canlılara eziyet etmek, öldürmek yasaktı, onlara yapılanla
insana yapılanla birdi? Ne çabuk vazgeçtiniz?
Biz
canlı değil miyiz? Bizim de yaşam hakkımız yok mu?
Bize
gelince işin rengi değişti bakıyorum: Bocala tonlarca zehirli
çözeltiyi… Püskürt her türlü sıvıyı, hem de mümkünse en
yok edicisini… Dök üstüne cambul cumbul ilaçlı likitleri gani
gani… Lıkır lıkır iç litrelerce asitli mayii, işkembeyi
sirkeyi… Kazı ellerini türlü türlü sabunlu eriyikle, soyuncaya
kadar cildini… Yut cins cins antibiyotiği ya da virüsiti… Yeter
ki birinden biri yok etsin bizleri!
Türcülüğe
karşı çıkarken haklıydınız aslında: Yok bizlerden, diğer
canlılardan en ufak üstünlüğünüz. Ne akıl ne akılcılık:
Baksanıza şu halinize!
Zaten
başka hiçbir canlı bu kadar zarar vermedi gezegene. Biz sizin
yanınızda yeni doğmuş bebek kadar masumuz sanki.
Güya
öldürüyormuşuz sizi! Demagoji! Abartı, iftira, söylenti…
Tek
yaptığımız içinizden azıcık beslenmek, üreme yeri olarak
kullanmak bedenlerinizi, biraz da sayenizde dünyayı gezmek, ama
ikinci mevkii.
Gerçi
tek tük zayiat olmuyor değil. Savaşlarınızdaki kadar değil ama…
Ya
da trafik kazalarınızda… İş cinayetlerinizde…
Ya
üç kuruş kâr için açlığa mahkûm ettikleriniz? Sağlık
hizmetine ulaşacak parası olmayanlar? Kanserojenin her türlüsüne
maruz bıraktıklarınız?
Türünüzün
erkekleri kadar ölümcül ya da gaddar değiliz biz.
Bizim
derdimiz egemenlik kurmak ya da ayrıcalık elde etmek değil,
iktidar hiç değil: Zaman zaman öldürüyorsak da sebebi ideolojik
değil, sadece biyolojik.
Otoriter
siyasileriniz gibi acımasız da değiliz, en azından bizde yalan
yok, riya yok, hırsızlık yok.
Kaldı
ki kurbanlarımızın çoğu zayıf halkadan. Yaşlısı, hastası:
Var onların zaten bir sorunu, vadesi az çok belli bir sonu…
Doğanın kanunu!
Hani
doğa iyiydi, güzeldi, doğanın düzeni bozulmamalıydı?
Bitti
mi şimdi doğaya saygı? Ne çabuk!
Nasıl
da vazgeçtiniz hemen o üst perdeden ahlakçı söylemlerinizden!
Canınız
da pek tatlıymış! Ucu size dokununca…
Bir
insanın ateşi çıkacağına bizden milyarlarcası ölsün yok
olsun, kazınalım yer yüzünden, öyle mi?
Sevsinler
sizin türcülük karşıtı söyleminizi!
Kuzuya,
ineğe, kediye-köpeğe ya da laboratuvar tavşanına-maymununa
acımak, onları esirgemek kolay. Ya solucanlar, hamamböcekleri, leş
böcekleri, sivrisinekler? Tenya, larva, leşmaniya tropika ya da
ebola? Enfluenza? Biz virüsleri ve mikropları cana yakın
bulmadınız anlaşılan. Pek evinize alasanız yok bizleri sanırım:
Koynunuza sokmak da istemiyorsunuz, elleyip okşamak da… Sadece
öldürüp yok edesiniz var. Gözünüzü kan bürümüş, katliama
aşeriyorsunuz. Sizinki düpedüz ırk ayrımı!
Ama
debelenmeyin boşuna. Kurtuluş yok bizlerden. Koca kentleri
karantinaya alsanız da sınır kapılarını sıkı sıkı
kapatsanız da tüm toplantılarınızı, gösterilerinizi, görüşme
ve öpüşmelerinizi iptal edip eve kapansanız da… Eninde sonunda
düşeceksiniz kucağımıza!
Gribin
Asyalısından Afrikalısından domuzundan kuşundan sekseniz, daha
başkası gelecek, yenisi, yepyenisi. Ya da eski dostlarınız
hortlayacak antibiyotiklerinize direnç kazanıp…
Sahi,
ne oldu aşı karşıtı ya da antibiyotik karşıtı söylemlerinize?
İki aksırık, üç tıksırık, üç beş hapşu derken aşı ya da
ilaç duasına mı çıktınız, yoksa arazi mi oldunuz? Hadi sıkıysa
söz versenize: “Kullanmayacağım aşısını icat edilse bile”
desenize…
Sıkar!
Gel
gör ki savuştursanız bile bu dalgayı eninde sonunda, ne aşısı
ne de ilacı yetecek uzun vadede sizi kurtarmaya: Çeşidimiz azami,
mutasyonumuz gani gani, bulaşma yollarımız hepten sinsi.
Azmimizden kurtuluşun yok, ey fani!
Doğanın
kanunu bu: Bir zaman, bir yerde, bir şekilde öleceksiniz.
Olasılıkla elimizden.
Anlıyorum,
belirsizlik strese sokuyor sanırım sizleri: Bilmemek zamanını
nasılını nedenini kudurtuyor hepinizi…
İyi
de… Madem sevmiyorsunuz belirsizliği, neden onu ta göbeğine
taşıdınız yaşam tarzınızın?
Hanginiz
yarın ne iş yapacağını biliyor? Ne yiyip ne içeceğini? Nerede
barınacağını? Nerede ne zaman ekonomik kriz ya da savaş
çıkacağını? Kimin kentinin yıkılacağını hangi düşmanın
ya da kendi ordusunun tanklarıyla? Kimin çocuğunun komşu
savaşlarda öleceğini? Kimin aç sefil kalacağını bilmem kimin
kârları artsın diye?
Daha
kendi elinizde olan bunları bilemeden, yaşamın ve ölümün
zamanını nasıl bileceksiniz?
Bilemezsiniz.
Bilemeyeceksiniz.
Hiçbirimiz
bilemeyiz.
Hepimiz
aynı kurala tabiyiz. Doğanın yasasına.
Hepimiz
anı yaşamaya mahkumuz: Canlıyız… Ama şimdilik! Sadece
şimdilik.
Siz
de türlerden bir türsünüz sadece. Ne o? Bir iki teknoloji icat
edip yerküreye yayıldınız ve fazlasıyla çoğaldınız diye
kendinizi evrenin ve doğanın efendisi mi sandınız? Hemen
şımardınız, unuttunuz temel kuralları!
Hatırlatmak
için varız.
Var
olmaya da devam edeceğiz. Hep vardık zaten, hem de milyonlarca
yıldır: Yaşamın başlangıcı bizleriz yahu!
Bir
gün türünüzün soyu tükense bile -daha önce tükenen niceleri
gibi, diğer maymunsu atalarınız gibi- merak etmeyin, dünya
dönmeye devam eder…
Gelgelelim,
yaşam bizden vazgeçemez: Bizim yok olduğumuz gün yaşam da
duracaktır yerkürede.
Özetle,
atom bombası da atsanız, asla zafer kazanamazsınız bize karşı.
Alışın
buna: Doğanın ta kendisiyiz biz. Kuralları biz koyarız:
Yaşam
ve ölüm. Ölümlü yaşam. Diğer canlılar, sizin ölümünüz.
Yetti
kibriniz!
Ölmekten
mi korkuyorsunuz? Korkmayın, biz sizden daha merhametliyiz.
Siz
birbirinizi daha az öldürün hele…
Yiğit
Bener, Türcülük mü Demiştiniz? 13.03.2020
https://amp.artigercek.com/yazarlar/yigit-bener/turculuk-mu-demistiniz
4.
Düşünürler
Giorgio Agamben ve Jean-Luc Nancy, korona virüsünü ve hükümetlerin
sürekli 'istisna hali' yaratmak üzere bahaneler kullanmasını
tartıştı. Agamben'in 'İl Manifesto'da yayınlanan yazısını
Öznur Karakaş, Jean-Luc Nancy'nin 'Antinomie'de yayınlanan
yazısını Öznur Karakaş ve Koray Kırmızısakal çevirdi.
terrabayt.com'da yayınlanan yazılarını okurlarımızın dikkatine
sunuyoruz.
Covid-19:
Gerekçesiz bir acil durumun yarattığı istisna hali
Giorgio
Agamben
Varsayımsal
bir koronavirüs salgınına karşı alınan hummalı, irrasyonel ve
hepten yersiz acil durum önlemlerine anlam verebilmek için
“İtalya’da SARS-CoV2 salgını yoktur” diyen İtalya Ulusal
Araştırma Konseyi’nin (NRC) açıklamasından başlamalıyız.
Açıklama
şöyle devam ediyor: Her halükarda “bugün itibariyle elimizde
olan epidemiyolojik verilere ve on binlerce vakaya göre, enfeksiyon,
vakaların yüzde 80-90’ında hafif/orta semptomlar (grip benzeri)
gösteriyor. Vakaların yüzde 10-15’inde ise akciğer iltihabı
ihtimali mevcut ama bu da vakaların çoğunda tehlikesiz bir seyir
izlemektedir. Hastaların sadece yüzde 4’ünün yoğun bakımda
tedavi görmesi gerektiğini tahmin ediyoruz”.
Gerçek
durum buysa neden medya ve yetkililer, panik havası yaratarak
hareketi ciddi oranda kısıtlayacak ve bütün bölgelerde gündelik
yaşamın ve iş etkinliklerinin askıya alınmasına neden olacak
gerçek bir istisna halini kışkırtmak için ellerinden geleni
yapıyorlar?
Böylesi
ölçüsüz bir yanıt, iki faktör üzerinden açıklanabilir.
İlk
olarak, burada bir kez daha gözler önüne serilen şey, istisna
halini normal bir yönetim paradigması olarak kullanma eğiliminin
artmasıdır. Hükümet tarafından “hijyen ve kamu güvenliği
nedenleriyle” onaylanan idari karar (decreto legge), “test
sonuçları pozitif çıkan ve enfeksiyon nedeni bilinmeyen en az bir
kişinin olduğu belediyelerde ve bölgelerde veya kısa süre önce
salgından etkilenen bir bölgeden gelmiş biriyle bağlantılı
olmayan en az bir bulaşı vakasının görüldüğü yerlerde”
gerçek bir militerleşme hali yaratmaktadır.
Böylesi
muğlak ve belirsiz bir formül, [hükümetin] istisna halini hızla
bütün bölgelere genişletmesine izin verecektir, öyle ya pratikte
başka yerlerde başka vakaların görülmeme ihtimali yoktur.
Bu
kararın özgürlükleri ne kadar ciddi bir biçimde kısıtlayacağına
bir göz atalım:
1-
Salgından etkilenmiş bir belediyede veya bölgede yaşayan herkese
belediyeden veya bölgeden ayrılma yasağı.
2-
Salgından etkilenmiş belediye veya bölgeye girme yasağı.
3-
(Kültürel, dini etkinlikler veya spor veya eğlence etkinlikleri
olmasına bakılmaksızın) her türlü etkinliğin ve organizasyonun
askıya alınması ve kamuya açık kapalı mekanlar da dahil olmak
üzere her türlü özel ve kamusal alanda gerçekleştirilecek olan
mitinglerin askıya alınması.
4-
Lise de dahil olmak üzere uzaktan eğitim dışında her düzeyde
ana okullarında ve okullarda eğitim hizmetlerinin askıya alınması.
5-
Kültürel Miras ve Tabiat Tüzüğü’nün 101. maddesinde ve
01/22/2004 tarihli 42 nolu idari hükümde yer alan müzelerin ve
kültür kurumlarının kapatılması. Bu kurumlara serbest girişe
dair her türlü mevzuatın da askıya alınması.
6-
İtalya’ya ve İtalya’dan yurtdışına eğitim amaçlı her
türlü seyahatin askıya alınması.
7-
Kamusal alanda yapılan her türlü sınavın ve temel hizmetler ve
kamu hizmetleri dışında kamu kuruluşlarında gerçekleştirilen
bütün etkinliklerin askıya alınması.
8-
Enfeksiyonu kaptığı doğrulanan kişilerle yakın temas içinde
olan bireylerin karantinaya alınması ve aktif olarak denetim
altında tutulması. Bu kısıtlamaların NRC’ye göre her sene
etkisi altında kaldığımız grip vakalarından pek de farklı
olmayan normal bir grip tehdidi karşısında epey ölçüsüz olduğu
barizdir. Terörizmin istisnai önlemler almaya bahane olarak
kullanılma ihtimali tüketildiğinde, bir salgın icat etmenin her
türlü kısıtlamanın ötesinde böylesi önlemleri genişletmeye
ideal bir bahane olduğu pekala söylenebilir.
Bir
o kadar rahatsız edici olan diğer bir mesele de son yıllarda tek
tek şahısların bilincine yayılan ve kolektif panik hallerine
dönük gerçek bir gereksinime dönüşen korku halidir, salgın
buna da ideal bir bahane sunar.
Bu
yüzden, sapkın bir kısır döngü halinde, [kendi yarattıkları
güvenlik arzusunu tatmin etmek için şimdi duruma müdahale eden]
hükümetlerin dayattığı özgürlükleri kısıtlayan uygulamalar
yine aynı hükümetler tarafından yaratılmış olan güvenlik
arzusu namına kabul ediliyor.
Bu
metin Agamben’in ilk olarak 26 Şubat tarihinde “Lo stato
d’eccezione provocato da un’emergenza immotivata” adı altında
yayımlanan manifestosunun İngilizceye çevirisinden Öznur Karakaş
tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
*İlk
olarak terrabayt.com‘da yayınlanmıştır.
Viral
İstisna
Jean-Luc
Nancy
Kadim
dostum Giorgio Agamben, koronavirüsünün normal bir gripten pek
ayırt edilemez olduğunu iddia ediyor. “Normal” gripe karşı
etkili olduğu kanıtlanmış bir aşının olduğunu unutuyor. Onun
bile her sene viral mutasyonlara uyarlanması gerekiyor. Buna rağmen
“normal” grip her zaman birilerini öldürüyor, aşısı olmayan
koronavirüsünün çok daha öldürücü olduğu belli. Buradaki
fark (Agamben’in kullandığı türden kaynaklara göre) yaklaşık
1’e 30 oranında, ki bana göre hiç öyle önemsiz bir fark gibi
görünmüyor.
Giorgio,
hükümetlerin sürekli olarak istisna hali yaratmak üzere her türlü
bahaneyi kullandığını belirtiyor. Ancak her alanda (hareket, her
türde ulaşım, tohumlama, maddelerin yayılması vs.) teknik olarak
her şeyin birbirine bağlı olduğu, bu bağlantıların nüfusa
oranla artarak daha önce görülmemiş bir yoğunluğa ulaştığı
bir dünyada istisnanın kural haline geldiğini gözden kaçırıyor.
Zengin ülkelerde bile nüfusun bu artışı ömrün uzayacağı
beklentisini beraberinde getiriyor, bu da yaşlı ve genelde risk
altında olan insan sayısının da artacağını gösteriyor.
Yanlış
hedefi vurmamak için dikkatli olmalıyız: mevzu bahis olan
uygarlığın tamamı, bundan hiç şüphe yok. Burada bir tür viral
istisna – biyolojik, bilgisayar-bilimsel, kültürel – söz
konusu, bu da pandemi. Hükümetler katı cellatlardan gayrı bir şey
değildir, burada onlara patlamak politik bir düşünceden ziyade
şaşırtma manevrası gibi görünüyor.
Giorgio’nun
kadim bir dost olduğunu söylemiştim. Kişisel bir hatıramı
buraya taşıyacağım için özür dilerim, ama bunu yaparak genel
düşünce izimi terk etmiyorum. Neredeyse 30 yıl önce doktorlar
kalp nakli yaptırmam gerektiğine karar verdiler. Giorgio bana
onları dinlememem gerektiğini söyleyen bir iki kişiden biriydi.
Şayet onu dinlemiş olsaydım, muhtemelen çok geçmeden ölecektim.
Hata yapmak mümkündür. Fakat buna rağmen Giorgio öyle ince ruhlu
ve kibar biridir ki – en ufak bir ironi olmadan- onu istisnai
olarak tanımlamak mümkündür.
İtalyanca
olarak “Antinomie”de yayımlanan bu yazıyı, İngilizce
çevirisinden Koray Kırmızısakal ve Öznur Karakaş çevirmiştir.
*İlk
olarak terrabayt.com‘da yayınlanmıştır.
Düşünürlerin
Covid-19'la imtihanı, 14.03.2020
https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/14/dusunurlerin-covid-19la-imtihani/
5.
Giorgio
Agamben’in Covid-19 (Korona virüsü) salgınına karşı alınan
önlemleri ‘istisna hali’nin biyopolitika uygulamaları olarak
değerlendirmesi biyopolitika hakkında nasıl düşünmemiz
gerektiğine dair önemli bir tartışma başlattı.*
Michel
Foucault’nun işe koştuğu biyopolitika kavramı kapitalist
moderniteye geçişle ilişkilendirilen değişimleri anlamamıza çok
önemli bir katkı sunmuştur; özellikle de iktidarın ve cebrin
uygulanma biçimlerindeki değişime. Hükümdarın tekelinde olan
yaşam ve ölüm hakkına dayalı iktidar biçiminden, nüfusun
sağlığını (ve verimliliğini) garanti etmeye çalışan iktidar
biçimine geçtik. Bu değişim daha önce tanık olmadığımız bir
şekilde her türden devlet müdahalesinin ve cebrinin artmasını ve
yaygınlaşmasını beraberinde getirdi. Zorla aşılamadan kamusal
mekanlarda sigara içmeyi yasaklamaya kadar çok çeşitli örneklerde
biyopolitika kavramı, sağlık politikalarının siyasi ve ideolojik
boyutlarını anlamada anahtar rol oynadı.
Biyopolitika
kavramı, aynı zamanda, ırkçılığın kendine ‘bilimsel’ bir
temel bulma çabalarından öjenik eğilimlerin tehlikelerine kadar
uzanan, sıklıkla kamusal alanda baskılanmış olan çeşitli
olguları da incelememize olanak sağladı. Kuşkusuz Agamben de
‘istisna hali’nin modern biçimlerini kuramsallaştırma
girişimlerinde aynı kavramı yapıcı bir biçimde kullandı;
toplama kamplarının ana örnek teşkil ettiği aşırı baskı
biçimlerinin hayata geçirildiği mekanları incelediğinde olduğu
gibi.
Covid-19
salgınıyla mücadeleye dair sorular çok açık ki biyopolitikayla
ilişkili sorunları da beraberinde getiriyor. Pek çok gözlemci
Çin’in otoriter biyopolitika biçimlerini hayata geçirme olanağı
olduğu için salgını kontrol altına alma ya da yavaşlatma
yönünde ilerleme kaydettiğini ileri sürdü. Bu politikalar, Çin
devletinin kullanımında olan muazzam baskı, gözetim ve denetleme
önlemlerinin ve teknolojilerinin yardımı ile uyguladığı
kapsamlı karantinalar ve sosyal etkinliklere yasaklardan oluşuyordu.
Hatta
bazı eleştirmenler, liberal demokrasilerin aynı zor kullanma
kapasitesine sahip olmadıkları ya da daha çok gönüllü bireysel
davranış değişikliğini teşvik etmek zorunda oldukları için
Çin’e benzer önlemler alamayacakları ve bunun da salgınla
mücadeleye ket vuracağı yorumunu yaptılar.
Öte
yandan ben, otoriter biyopolitika ile bireylerin rasyonel tercihler
yapacağına dair liberal itimat arasında bir ikilem dayatmanın
meseleyi basitleştirmek olacağını düşünüyorum.
Dahası,
karantinalar ya da ‘sosyal mesafelenme’ gibi kamu sağlığı
önlemlerini basitçe biyopolitika olarak değerlendirmenin de bu
önlemlerin olası faydalarını bir şekilde göz ardı ettiği
aşikardır. Aşının ya da başarılı virüs önleyici tedavilerin
yokluğunda, 19’uncu yy. kamu sağlığı kılavuzlarının
demirbaşlarından olan bu türden önlemler kamunun, özellikle de
kırılgan grupların, yükünü hafifletebilir.
Bu,
özellikle de gelişmiş kapitalist ekonomilerde dahi kamu sağlığı
altyapısının kötüleştiğini ve virüsün yayılma hızını
yavaşlatacak önlemler alınmadığı durumda zirve yapmış bir
salgın ile baş edemediği gerçeğini dikkate alırsak daha da
geçerli bir iddiadır.
Agamben’in
aksine, ‘çıplak hayat’ın, çökmüş bir sağlık sisteminden
dolayı solunum cihazı ya da yoğun bakım ünitesi yatağı bekleme
listesinde yer alan bir emekliye, karantina önlemlerinin
uygulanabilirliği üzerine kafa yoran bir entelektüelden daha yakın
olduğu iddia edilebilir.
Yukarıdaki
tartışmama dayalı olarak, Foucault’nun yazdıklarına farklı
bir okuma yapmayı önermek istiyorum. Zaman zaman Foucault’nun
oldukça güçlü bir ilişkisel iktidar pratikleri kavrayışı
olduğunu unutuyoruz. Bu anlamda, demokratik hatta komünist
biyopolitikanın mümkün olup olmadığı sorusunu sormanın meşru
olduğunu düşünüyorum.
Soruyu
farklı bir şekilde sormak gerekirse: Büyük çaplı davranış
modifikasyonları da dahil olmak üzere insan topluluklarının
sağlığına gerçekten yardımcı olacak ve eş zamanlı olarak da
paralel baskı ve gözetim biçimlerini yaygınlaştırmayacak
kolektif pratiklere sahip olmak mümkün müdür?
Foucault’nun
kendisi son dönem çalışmalarında hakikat, parrhesia ve benliğin
bakımı kavramları etrafında böylesi bir yönelime işaret eder.
Antik felsefe ile girdiği bu oldukça orijinal diyalogda, zorlayıcı
olmayan şekillerde bireysel ve kolektif bakımı bir araya getiren
alternatif biyos politikaları önerir.
Bu
bakış açısından bakıldığında, salgınların söz konusu
olduğu zamanlarda hareketin azaltılmasına ve sosyal mesafelenmeye
ya da kapalı kamusal mekanlarda sigara içilmemesine ya da çevreye
zarar verecek bireysel ya da kolektif pratiklerden sakınmaya dair
kararlar demokratik bir biçimde tartışılarak alınmış kararlar
olacaktır. Bu da başkalarına ve ardından da kendimize dair basit
bir disiplinden sorumluluğa ve toplumsallığı askıya almak yerine
onu bilinçli bir şekilde dönüştürmeye yönelmemiz anlamına
gelecektir. Bunu yapabildiğimiz durumda, her türlü toplumsal
birlik hissini zedeleyebilecek kalıcılaşmış bireysel kaygı
yerine, bu türden acil sağlık durumlarında tıbbı müdahalelerde
de eşit derecede önemli olabilecek, kolektif bir mücadele
bağlamında koordinasyon ve dayanışma fikrine yönelmiş oluruz.
Böylesi
bir yönelim bize demokratik biyopolitikaların mümkün olduğunu
gösterir. Bu yönelim, aynı zamanda, bilginin demokratikleşmesine
de dayandırılabilir. Kitleselleştirme kampanyalarının yanı sıra
bilgiye erişimin artması, sadece uzmanların otoritesine değil,
bilgi ve kavrayışa dayanan kolektif karar alma süreçlerine imkan
tanır.
AŞAĞIDAN
BİYOPOLİTİKA
HIV’e
karşı savaş, stigmaya karşı mücadele, insanlara bunun sadece
‘yüksek risk grupları’nın hastalığı olmadığını anlatma
çabası, güvenli seks pratikleri eğitimi yanı sıra iyileştirici
önlemlerin geliştirilmesi ve kamu sağlık hizmetlerine erişimin
yaygınlaştırılması için mali kaynak talebi, ACT UP gibi
hareketlerin mücadelesi olmadan mümkün olmazdı. Bunun bir
aşağıdan biyopolitika olduğunu pekala iddia edebiliriz.
Bugünkü
konjonktürde de toplumsal hareketlerin manevra alanı çok geniştir.
Salgının getirdiği ilave yükü kamu sağlık sistemlerinin
karşılaması için acil önlemlerin alınmasını talep
edebilirler. Böylesi bir krizde, bireyselleşmiş ‘hayatta
kalmacı’ panik dalgasına karşı dayanışmaya, kollektiviteye ve
öz örgütlenmeye olan ihtiyaca vurgu yapabilirler. Devletin gücünün
(ve yaptırımlarının) kaynakların özel sektörden toplumsal
olarak gerekli olan alanlara doğru kaydırılması için
kullanılması konusunda ısrarcı olabilirler. Ve yaşamı önceleyen
bir zaruret olarak toplumsal değişimi talep edebilirler.
Panagiotis
Sotiris Hellenik Açık Üniversitesi’nde kadrosuz öğretim üyesi
ve Historical Materialism Dergisi’nin de editörler kurulu
üyesidir.
Yazının
orijinali Critical Legal Thinking’de yayınlanmıştır. (Çeviri:
Şerife Geniş)
Panagiotis
Sotiris, Agamben’e karşı: Demokratik bir biyopolitika mümkün
müdür?
https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2020/03/16/agambene-karsi-demokratik-bir-biyopolitika-mumkun-mudur/?
6.
Sağlık
Krizi Bizleri İklim Değişimine Hazırlanmaya Sevk Ediyor
Bruno
Latour
26.03.2020,
https://terrabayt.com/dusunce/saglik-krizi-bizleri-iklim-degisimine-hazirlanmaya-sevk-ediyor/
Genel
bir kapatılmaya Paskalya perhizi döneminin beklenmedik bir biçimde
tesadüf etmesini, dayanışma icabı hiçbir şey yapmaması ve
savaş cephesinden uzak durması istenenler epey hoş karşıladı.
Bu zaruri perhiz, bu seküler ve cumhuriyetçi Ramazan, neyin önemli,
neyin gülünç olduğu üzerine düşünmeleri için iyi bir fırsat
olabilir.
Virüsün
müdahalesi adeta bir sonraki krize prova işlevi görebilir: o
noktada, yaşam koşullarının yeniden düzenlenmesi ve itinayla
üstesinden gelmeyi öğrenmemiz gerekecek gündelik varoluşun bütün
ayrıntıları, hepimizin karşısına bir güçlük olarak çıkacak.
Diğer pek çok kişi gibi ben de bu sağlık krizinin, bizleri iklim
değişimine hazırladığı, bizleri ona karşı hazırlanmaya sevk
ettiği ve yönlendirdiği hipotezini öne sürüyorum. Bu hipotezin
hala teste tabi tutulması gerekiyor.
İki
krizin birbiri ardı sıra yaşanmasını sağlayan şey, ani ve acı
verici bir biçimde, -salt insanlardan ibaret- klasik toplum
tanımının anlamsız olduğunun farkına varılmasıdır. Toplum
hali, her an, çoğu insan biçimine sahip olmayan pek çok aktör
arasında iştirake bağlıdır. Pastör’den beri bildiğimiz
üzere, bu mikroplar için böyledir; ancak internet, hukuk, hastane
organizasyonu, devlet lojistiği, ve dahi iklim söz konusu olduğunda
da durum budur. Elbette, virüse karşı “savaş hali”nin
etrafında koparılan onca gürültüye rağmen, bu durum zincirin
sadece bir halkasıdır, maske veya test stoklarının idaresi,
mülkiyet haklarının düzenlenmesi, yurttaşların alışkanlıkları,
dayanışma jestleri de bulaşıcı ajanın virülans derecesini
tanımlarken bir o kadar önemlidir. Bağlantılarından biri olduğu
ağın tamamı göz önüne alındığında, aynı virüs Tayvan’da,
Singapur’da, New York’ta veya Paris’te aynı şekilde
davranmaz. Pandemi, geçmiş kıtlıklardan veya mevcut iklim
krizinden daha “doğal” bir olgu değildir. Toplum, uzun
zamandır, toplumsal sahanın dar kısıtlamalarının ötesine
geçmiştir.
Bunu
ifade ettikten sonra, bu benzerliği daha ileri taşıyabilir miyim
emin değilim. Ne de olsa, sağlık krizleri yeni değil, ani ve
radikal devlet müdahalesi ise şimdiye kadar belli ki çok yaratıcı
olmadı. Bunu görmek için, Başkan Macron’un şimdiye kadar
acınası derecede yoksun olduğu o devlet başkanı figürünü
üstlenme hevesine bakmak yeterli. Terör saldırılarından evla -ki
bunlar ne de olsa sadece polis işidir- pandemiler, liderlerde ve
muktedirlerde izahtan vareste bir tür “koruma” hissi uyandırır
– “sizi korumak zorundayız”, “bizi korumak zorundasınız”-
bu da devlet otoritesini yeniden güçlendirir ve aksi takdirde
ayaklanmalarla karşılanacak olanı talep etmesine izin verir.
Ancak
bu devlet, yirmi birinci yüzyılın ve ekolojik değişimin devleti
değil, on dokuzuncu yüzyılın, bio-iktidar tabir edilen
devletidir. Merhum Alain Desrosieres’in diliyle, layığıyla
istatistik diye adlandırılan şeyin devletidir bu: yukarıdan
görüldüğü haliyle bölgesel bir şebeke üzerinde uzmanların
iktidarıyla yönlendirilen bir nüfus idaresi[1]. İşte bugün
yeniden uyandırıldığını gördüğümüz şey tam da bu. Tek
fark, bir ulustan diğerine kopyalanması, ta ki dünya çapında
hakim olana kadar. Mevcut durumun orijinal tarafı, bana kalırsa,
dışarıda sadece polis kuvvetlerinin uzantısı ve ambülans
sesleri varken evde hapis kalarak, kolektif olarak, doğrudan Michel
Foucault dersinden çıkmış gibi görünen biyoiktidar figürünün
karikatürize bir biçimini oynamamız. Diğerleri evlerine
çekilebilsin diye her halükarda çalışmaya zorlanan pek çok
görünmez işçi– ki tanımları gereği kendilerine ait bir evde
tecrit edilmeleri imkansız göçmenleri saymıyorum bile- bu resmi
bozsa da. Ancak bu karikatür, tam da artık bizlerin olmayan bir
zamanın karikatürüdür.
“Seni
yaşamdan ve ölümden koruyorum” diyebilen bir devletle – ki bu,
izini sadece bilim insanlarının takip edebildiği, etkileri ancak
istatistikler toplayarak anlaşılabilen viral bir enfeksiyondan
koruyorum demektir- “seni yaşamdan ve ölümden koruyorum çünkü
bağlı olduğun bütün bir halkın yaşayabilme koşullarını ben
idame ediyorum” diyen bir devlet arasında dağlar kadar fark
vardır.
Açık
ki böyle bir devlet yoktur, belki bunun için şanslı bile
sayılırız. Daha da endişe verici olansa, böylesi bir devletin
bir krizden diğerine atacağı hamlelere nasıl hazırlanabileceğini
görmememiz. Sağlık krizinde, idare, o pek klasik eğitimci rolünü
üstlenir ve yetkisi eski ulusal sınırlara mükemmelen tekabül
eder- aniden Avrupa sınırlarına dönmenin arkaikliği, bunun acı
verici kanıtıdır. Ekolojik mutasyon durumunda ise, bu ilişki
tersine döner: küreselleşmiş üretimden kaçmaya çalışırken
halkların çok farklı şekillerde hangi bölgelerde hayatta kalmaya
çalışacağını, çokbiçimli halklardan, çoklu ölçekte
öğrenmesi gereken bizzat idaredir. Bu durumda, yukarıdan önlemler
dikte etmeye hiçbir şekilde muktedir olmayacaktır. Sağlık
krizinde, ellerini yıkamak ve ilk okulda olduğu gibi dirseğine
öksürmek gibi şeyleri yeniden öğrenmesi gereken tek tek cesur
kişilerken, ekolojik mutasyon durumunda, kendini öğrenci konumunda
bulan devletin ta kendisidir.
Bunu
bir düşünün. Diyelim Başkan Macron kalktı, Churchill edasıyla,
gaz ve petrol rezervlerini yerde bırakmayı, tarım ilaçlarının
ticaretini durduracağını, derin çift sürmeyi kaldıracağını,
ve muazzam bir cüretle, bar bahçelerine ısıtıcı konulmasını
yasaklayacağını öne süren bir önlem paketi ilan etti. Sarı
Yelekliler isyanını tetikleyen gaz vergisi ise, böylesi bir
beyanın ardından ülkeyi yakıp yıkacak olan isyanı varın siz
düşünün. Yine de, Fransızları kendi iyilikleri için ölümden
koruma talebi, ekolojik krizde, sağlık krizinden çok daha meşrudur
çünkü iklim krizi, bir süreliğine değil sonsuza dek, kelimesi
kelimesine herkesi etkiler, sadece birkaç bin kişiyi değil.
Ancak
“virüse karşı savaş” söyleminin bunca geçersiz olmasının
başka bir nedeni daha var: sağlık krizinde, insanların bir bütün
olarak virüslere karşı “savaştıkları” doğru olabilir –
her ne kadar virüslerin umurunda olmasak da, hiç öyle bir
niyetleri olmadan boğazdan boğaza geçip bizleri öldürerek
yollarına gitseler de. Ekolojik mutasyon durumunda işler trajik bir
biçimde tersine döner: bu defa, ağır virülansı [öldürücülüğü]
gezegenin bütün sakinlerinin yaşam koşullarını değiştiren
patojen, virüs falan değil insanlığın ta kendisidir! Ancak bütün
insanlar değildir söz konusu olan, sadece bize karşı savaş ilan
etmeden bizlere savaş açanlardır bu bahsi geçen insanlık. Ulus
devlet bu savaşa tamamen hazırlıksızdır, ona dönük hiçbir
düzenlemesi, tasarımı yoktur çünkü bu savaşta cepheler çoktur
ve hepimizi etkiler. İşte bu yüzden virüse karşı “genel
seferberlik” hiçbir şekilde bir sonraki krize hazır olacağımızı
göstermez. Tek ordu değildir ufkunda hep yeni bir savaş olan.
Ancak,
son olarak, kim bilir; ister seküler ister cumhuriyetçi olsun
Paskalya zamanı muazzam dönüşümlere sebebiyet verebilir.
Yıllardır ilk defa, evlerine tıkılı kalmış bir milyar insan,
şu unutulmuş lüksü keşfetti: kendilerini sık sık, gereksiz
yere oraya buraya çeken şeyi düşünme ve onu fark etme zamanı.
Bu uzun, acı verici ve beklenmedik perhize saygı duyalım.
[1]
Alain Desrosières, The Politics of Large Numbers: A History of
Statistical Reasoning, trans. Camille Naish (Cambridge, Mass.,
2002).
Le
Monde‘da yayımlanan Fransızcası’ndan ve Critical Inquiry‘de
yayımlanan İngilizcesi’nden Öznur Karakaş çevirdi.
7.
Giorgio
Agamben: Kovid-19 Epidemisi Altında İstisna Durumunu Normalleştirme
01.04.2020,
siyasihaber.org,
http://siyasihaber4.org/giorgio-agamben-kovid-19-epidemisi-altinda-istisna-durumunu-normallestirme
ÇEVİRİ
- Giorgio AGAMBEN’in Autonomies’deki yazısını Zeki Yaş
çevirdi: “Beni endişelendiren şey sadece şu an değil, sonra
neyin geleceği. Devlet yönetimleri, sağlıkta olağanüstü halin
sona ermesinden sonra, gerçekleştirilmesini henüz
tamamlayamadıkları deneylere devam etmeye çabalayacaklar.”
Aşağıda,
Le Monde için Nicolas Truong´un (24.3.2020), Giogio Agamben´in,
“pandemiyi engellemek için uygulamaya koyulan güvenlik
önlemlerinin” çok ciddi etik ve siyasi sonuçlarını analiz
ettiği bir röportaj var.
Bu
röportajda da olduğu gibi, Le Monde, abonelerine makalelerin çoğuna
tam erişim imkânı sağladığından, bu röportajın İngilizceye
çevirisini, Artilleria Inmanente´nin Lobo Suelto´da yayınlanan
İspanyolca çevirisinden yaptık.
Il
Manifesto’da yayınlanan bir metinde, küresel Kovid-19
pandemisinin “varsayımsal bir salgın” olduğunu, “bir tür
grip” den başka bir şey olmadığını yazdınız. Özellikle
İtalya’da, kurbanların sayısı ve virüsün yayılma hızı göz
önüne alındığında, bu yorumları yaptığınıza pişman
oldunuz mu?
Ben
ne bir virolog ne de bir doktorum. Ve bir ay önce yayınlanan söz
konusu makalede yaptığım tek şey, İtalya Ulusal Araştırma
Merkezi´nin görüşünün ne olduğunu, birebir onlardan alıntı
yaparak aktarmaktı. Ancak, bilim insanları arasındaki salgınla
ilgili tartışmalara girmeyeceğim; beni ilgilendiren asil şey,
buradan ortaya çıkacak son derece ciddi etik ve politik sonuçlar.
“Öyle
görünüyor ki, artık istisnai durum önlemlerine gerekçe olma
ihtimalini yitiren terörizmin yerine, bir salgının icadı, bu
önlemleri mevcut sınırlarının ötesine genişletmek için ideal
bahaneler sunabiliyor“ diye yazıyorsunuz. Bu salgının bir
“icat” olduğu iddianızı hangi gerekçelere dayandırıyorsunuz?
İlla da terörizm değil de bir epidemi gibi gerçek durumlar kabul
edilemez olarak görülebilecek güvenlik politikalarına yol açamaz
mı?
Politik
alanda bir icattan bahsediyorsak eğer, unutulmaması gereken şey,
bunun saf haliyle bir öznellik anlamına gelmeyeceğidir. Tarihçiler
bilirler, tabiri caizse nesnel komplolar, yani bir
tanımlanmış/kimliklendirilmiş faillerin yönlendirilmesi olmadan
da işlevini yerine getiriyor olabilen komplolar vardır. Benden önce
Michel Foucault'nun gösterdiği gibi, güvenlik
yönetimleri mutlaka istisnai bir durum üreterek değil, o durum
ortaya çıktığında onu kendi yararına kullanarak ve yöneterek
işler. Çin gibi
totaliter bir yönetimin, salgını, tüm bir bölgeyi izole edip
kontrol etme imkânını test etmenin ideal bir yolu olarak gördüğünü
düşünen tek kişi de ben değilim ayrıca. Ve aslında Avrupa´da
Çin´i bir rol model olarak gösterebildiğimiz gerçeği, korkunun
bizi razı ettiği siyasi sorumsuzluk derecesini de göstermektedir.
Kendimize şu soruyu sormalıyız; Çin´in aniden kapatmayı
salgının yaygınlaşmasını önlemenin en iyi yolu olduğunu ilan
etmesi biraz garip değil mi?
Bilim
insanları, virüsün yayılmasını durdurmak için en temel
araçlardan biri olarak kapatmayı görürken, bu olağanüstü hâl
neden gerekçesiz sizce?
Durumumuzu
karakterize eden, dillerin Babil benzeri karmaşıklığında, her
birey kategorisinin, başkalarının neden böyle yaptığını ve
düşündüğünü pek de hesaba katmadan, kendi özgün
gerekçelerini takip etmeleridir. Virolog için savaşılacak düşman
virüstür; doktor için amaç şifadır, hükümetler içinse
kontrolü sağlamakla ilgilidir. Ve ben de bunun için ödenmesi
gerekecek bedelin çok yüksek olmaması gerektiğini akılda tutarak
aynı şeyi yapıyorum. Avrupa’da önceden de epey salgınlar oldu,
ancak İtalya’da ve Fransa´da hiç kimse bunda olduğu gibi,
pratik yaşamımızı engelleyen bir olağanüstü hâl ilan etmeyi
düşünmemişti. Hastalığın şimdiye kadar İtalya’nın binde
birinden azını etkilediği düşünülürse, salgın gerçekten de
kötüleştiğinde neler yapılacağını merak ediyor insan. Korku
kötü bir rehberdir ve ülkeyi, herkesin bir başkasına hastalığı
bulaştırma vesilesi olarak baktığı, bulaşıcı hastalık yayan
bir ülkeye dönüştürmenin gerçekten doğru bir çözüm olduğunu
sanmıyorum. Bu yanlış mantık hep aynı işliyor: nasıl ki
terörizm meselesinde, özgürlüğün savunulabilmesi için yine
özgürlüğün baskı altına alınması gerektiği
onaylattırıldıysa, burada da hayatı
korumak için hayatın askıya alınması gerektiği söyleniyor
bizlere.
Kalıcı
bir istisna durumunun kuruluşuna mı tanıklık ediyoruz?
Salgının
açıkça gösterdiği şey, devlet yönetimlerinin uzun zamandır
bizi alıştırdığı istisna durumunun normal durum haline
gelmesidir. İnsanlar
kalıcı bir kriz durumuyla yaşamaya öyle alıştırılmışlar ki,
hayatlarının salt biyolojik bir hale indirgendiğinin ve bu
hayatların sadece politik boyutunu değil, aynı zamanda her bir
insani boyutunu da kaybettiklerinin farkına varamayabiliyorlar.
Kalıcı bir olağanüstü hâl durumunda yaşayan bir toplum özgür
bir toplum olamaz. Sözde “güvenlik nedenleri“ için
özgürlüğünden feragat eden ve böylece korku ve güvensizlik
içinde sürekli olarak yaşamaya mahkûm edilen bir toplumda
yaşıyoruz.
Hangi
anlamda biopolitik bir krizi deneyimliyoruz?
Modern
siyaset başından sonuna kadar, temel ayağının haddizatında
biyolojik yaşam olduğu biopolitiktir. Yeni gerçek şu ki, sağlık
her ne pahasına olursa olsun yerine getirilmesi gereken yasal bir
yükümlülük haline geliyor.
Peki
sizce, hastalığın ciddiyeti değil de ürettiği herhangi bir
ahlaki ve siyasi çöküş veya yıkım neden sorun?
Korku
insanın görmüyormuş gibi yaptığı birçok şeyin görünür
olmasına neden olur. Bunlardan ilki, toplumumuzun artık çıplak
hayattan başka bir şeye inanmıyor olmasıdır. Bana aşikâr gelen
şey, İtalyanların, hastalık bulaşması tehlikesi karşısında
pratik olarak her şeyden; normal yaşam koşullarından, sosyal
ilişkilerinden, işinden, hatta dostluklarından, sevdiklerinden,
siyasi ve dini inançlarından feragat etmeye istekli olduklarıdır.
Çıplak hayat
insanları birleştiren bir şey değildir, tersine onları kör eden
ve ayrıştıran bir şeydir.
Öteki insanlar, tipik Alessandro Manzoni´nin The Betrothed
(Nişanlılar) romanında tanımladığı, en az bir metre mesafe
bırakılması, bu kuralı ihlal edip yakınınıza geldiklerinde
hapsedilmeleri gereken vebalılar gibi, hastalık bulaştıran
unsurlardan başka bir şey değildir. Ölülere bile -bu gerçekten
barbarca- artık bir cenaze töreni yapılmıyor ve naaşlarına ne
olduğu belli değil. Dostlarımız, komşularımız artık yok. Ve
Batı’da hüküm süren iki dinin, Hristiyanlığın ve
kapitalizmin, İsa’nın dininin ve paranın dininin sessiz kalması
gerçekten çok korkunç. Kendini bu koşullarda yaşamaya alıştıran
bir ülkede insan ilişkileri ne hale gelir? Ve
artık hayatta kalmaktan başka bir şeye inanmayan bir toplum,
toplum mudur?
Bambaşka bir belirsiz tehlikeyle karşı karşıya kalmış
bütünlüklü bir toplumun, tüm etik ve politik değerlerini bu
denli likide ediyor olmasını görmek gerçekten de üzücü bir
manzara. Her şey bittiğinde, artık biliyorum ki, normal koşullara
bir daha geri dönmeyeceğim.
Sizce
bundan sonra dünya nasıl olacak?
Beni
endişelendiren şey sadece şu an değil, sonra neyin geleceği.
Tıpkı savaşların barışa, arkasında bir dizi alçakça
teknolojiyi miras bırakması gibi, aynı şekilde devlet yönetimleri
de, sağlıkta olağanüstü halin sona ermesinden sonra,
gerçekleştirilmesini henüz tamamlayamadıkları deneylere devam
etmeye çabalayacaklar: üniversitelerin ve okulların kapanması ve
sadece online dersler verilmesi, kültürel ve politik sebeplerle bir
araya gelip konuşmaya son verip sadece dijital mesajların dolaşıma
sokulması, insanlar arasındaki bütün ilişkilerin -bütün
karşılıklı etkileşimlerin- yerini mümkün olduğunca makinalara
bırakması.
http://autonomies.org/2020/03/giorgio-agamben-normalising-the-state-of-exception-under-the-covid-19-epidemic/
8.
Noam
Chomsky: Liberalizm ve Big Pharma (Dev İlaç) çare bulamıyor,
kaderimizi soytarılara bırakırsak daha beter krizler görürüz
30.03.2020,
https://www.a3haber.com/2020/03/30/chomsky-liberalizm-ve-big-pharma-dev-ilac-care-bulamiyor-kaderimizi-soytarilara-birakirsak-daha-beter-krizler-goruruz/
Dünyaca
ünlü sol aktivist, dilbilimci, politik eleştirmen, yazar Noam
Chomsky, verdiği son iki röportajda COVID-19 krizinin,
kâr-odaklılığın küresel bir salgına karşı koyma konusundaki
içkin zayıflığını ortaya çıkardığını söylüyor. Chomsky,
“Kaderimizi sosyopat soytarıların eline bırakırsak
koronavirüsten beter krizler göreceğiz” diyor. Paris merkezli
İngilizce uluslararası haber sitesi Worldcrunch’dan Carl
Karlsson, koronavirüs krizini Chomsky ile konuştu. Ayşen Tekşen’in
çevirisiyle paylaşıyoruz…
Uzun
zamandır küresel kapitalizmi eleştiren pek çok kişi için
COVID-19, egemen ekonomik sistemimizin artık kamu yararına hizmet
etmediğinin göz alıcı yeni bir örneğidir. Krizle ilgili
görüşlerini iki röportajda paylaşan ve kendini
anarşist-sendikacı olarak tanımlayan 91 yaşındaki halk aydını
Noam Chomsky de bunlar arasında.
“Bu
kriz neoliberal sistemin ve ilaç sektörünün halini gösteriyor”
Geçen
hafta Şili haber sitesi El Mostrado’a konuşan Chomsky, krizin
özel olarak farmasötik sektörüne -namı diğer Dev İlaç’a- ve
daha genel olarak da dünyanın pek çok yerinde yürürlükte olan
neoliberal sisteme nasıl bir ışık tuttuğuna dikkat çekti.
Chomsky,
“İklim değişikliği gibi salgın da bir diğer büyük piyasa
başarısızlığı örneğidir. Özel ilaç şirketleri için piyasa
sinyalleri çok açıktı: Kaynaklarınızı bir salgına önceden
hazır olmaya harcamayın” diyor.
Yaşam
boyu sosyal bir aktivist ve MIT’de ünlü bir dilbilimci olan
Chomsky, ABD hükümetinin, Güney Kore’de olduğu gibi krizi
durdurmak için müdahale edebileceğini ama bunun “yoğunlaşmış
özel güçlerin kutsal haklarına odaklanan neoliberal ideolojiye
ters düşeceğini” ileri sürdü.
Chomsky,
“Hükümetin görevi, ayrıcalık ve servete karışmadan –dev
kârlar sağlayan- fahiş patent hakları vermek ve sübvanse etmek”
dedi.
Cumartesi
günü Avrupa’da Demokrasi Hareketi 2025’in kurucularından
Srecko Horvat’la görüşen Chomsky, iklim değişikliği, nükleer
savaş tehditleri ve göç de dahil olmak üzere, mevcut salgının
insanlığı bekleyen çok sayıda krizden sadece biri olduğunu
söyledi.
Savaş
karşıtı aktivist, “sıkıntı çekmeleri ve acılarının
artması için bilinçli olarak hazırlandığı belli olan” yeni
İran yaptırımları için ABD hükümetini çok ağır biçimde
eleştirdi.
Chomsky,
“Koronavirüsün korkunç sonuçları olabilir ama iyileşme de
olacak. Diğerleri için bu söz konusu değil: Bitti. Onlarla
mücadele etmezsek, işimiz bitti” dedi.
Chomsky,
Batı’nın yaptırımları nedeniyle on yıllardır sıkıntı
çeken Küba’nın koronavirüsle savaşmak üzere Avrupa
devletlerine doktor yollamasıyla ilgili son haberlerdeki “ironiye”
dikkat çekerek, “O kadar şaşırtıcı ki anlatacak kelime
bulamıyorsunuz. Almanya Yunanistan’a yardım edemiyor: ama Küba
Avrupa ülkelerine yardım edebiliyor. Tıpkı, Avrupa’nın
yüzyıllardır yakıp yıktığı ülkelerden kaçan ve Akdeniz’de
ölüme yollanan binlerce insanın Akdeniz’de öldüğünü
gördüğünüzde olduğu gibi durumu açıklayacak sözcük
bulamıyorsunuz” diye konuştu.
“Bazı
liderlerin konuşmaları Hitler’i andırıyor”
1928’de
doğan Chomsky bazı liderlerin konuşmalarının “Nuremberg
mitinglerinde kendisine tapan gürültülü kalabalıklara abuk sabuk
bağırıp çağıran Hitler’i radyoda dinlediğimiz çocukluk
anılarını çağrıştırdığını” söylüyor.
“Kaderimizi
sosyopat soytarılara bırakırsak yok oluruz”
Ünlü
düşünür, tek umudun daha fazla demokratik katılım olduğunu
belirterek şunları söyledi: “Kaderimizi sosyopat soytarıların
eline bırakırsak işimiz biter. Kendi geleceğinin kontrolünü
eline alan bilgili, ilgili, inisiyatif alan bir toplum
oluşturamazsak, yok olmaya mahkumuz.”
9.
Bu,
içeriden yükselen küresel bir felaket
Bruno
Latour ile röportaj, The Guardian, 6 Haziran 2020, Çeviri: Ayşen
Tekşen
https://www.a3haber.com/2020/06/19/fransiz-sosyolog-bruno-latour-bu-iceriden-yukselen-kuresel-bir-felaket/
Aktör
Ağ Teorisi’nin (Actor Network Theory) kurucularından Fransız
sosyolog ve düşünür Bruno Latour, Gaia ilkesini, hakikat-sonrası
sorunlarını ve koronavirüsün düşünceleri yaymak için nasıl
model oluşturduğunu anlattı. The Guardian’dan Jonathan Watts’ın
sorularını yanıtlayan Bruno Latour ile yaptığı söyleşiyi
Ayşen Tekşen’in çevirisiyle paylaşıyoruz.
Latour,
sokağa çıkma yasağının ilk günlerinde bir yazı yazdı.
Yazısında, “Koronavirüsün bize öğrettiği ilk şey aynı
zamanda en şaşırtıcı olandır: Birkaç hafta içinde bir
ekonomik sistemi dünyanın her yerinde askıya almanın mümkün
olduğunu kanıtladık” diyordu.
O
günden beri en az 12 dile çevrilen yazı, bu deneyimden ders
almamız halinde dünyanın nasıl da farklı bir yer olabileceğini
hayal etmek için pek çok insana ilham verdi. Ayrıca, Paris
Institute of Political Studies’in (Sciences Po) onursal
profesörünün çağımızın en etkili düşünürlerinden biri
olarak şöhretini pekiştirdi.
Salgının
toplumlarımızı yeniden biçimlendirmesi nasıl oldu?
Bazıları
bunun doğanın intikamı olduğunu söylüyor. Çok aptalca. Tıp
tarihini incelemiş olan herkes, bir virüsün bir toplumun tümüyle
farklı hissetmesini sağlayabildiğini bilir. Büyük bir öğrenme
eğrisi üzerindeyiz. Bu devasa bir deney. Savaş ya da deprem gibi
dışarıdan değil ama içeriden gelen küresel bir felaket.
Virüsler tamamen içimizde. Onları tümüyle dışarı atamayız.
Onlarla birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz.
Salgının
başlangıcında herkesten kendisine şu soruyu sormasını
istediniz: Karantina döneminden neyi korumak ve neyi değiştirmek
istersiniz. Artık bu sorular dünyanın her yerinde soruluyor. Bu
ilgi sizi şaşırttı mı?
Tinsel
biri olmasanız bile, karantina herkesi bir tür içe çekilmeye, bir
tefekkür anına zorladı. Bu oldukça alışılmadık bir şeydi.
Sözünü ettiğiniz sorular sağaltıcıydı. Çaresizce eve
hapsolmuş insanlara daha iyi bir geleceği nasıl kuracaklarını
düşünme fırsatı verdi.
Bir
düşünce de hastalık gibi yayılabilir mi?
Covid
bize bir bulaşma modeli verdi. Yalnızca bir ağızdan diğerine
geçerek bir şeyin, ne büyük bir hızla küresel hale
gelebildiğini gösterdi. Bu, ağ kuramının inanılmaz bir
sunumudur. 40 yıldır sosyologları buna ikna etmeye çalışıyordum.
Bu kadar haklı olduğum için üzgünüm. Bu durum, kişisel ve
kolektif olanı iki ayrı seviye olarak düşünmememiz gerektiğini
gösteriyor. Büyük iklim sorunları bireylerin kendilerini küçük
ve güçsüz hissetmelerine neden olabilir. Ama virüs bize bir ders
verir. Bir ağızdan diğerine yayarsan, hızla dünyayı
kaplayabilirsin. Bu bilgi bizi yeniden güçlü kılabilir.
Çok
sayıda ülke artık karantinayı gevşetiyor. Bu tefekkür anından
ne çıkmasını bekleyebiliriz?
Salgın
neyin gerekli ve neyin mümkün olduğu tartışmasını yeniden
başlattı. Bizi neyin yararlı ve neyin yararsız olduğuna karar
vereceğimiz bir konuma yerleştirdi. Bu seçenek daha önce yoktu.
Her şey bir tsunami gibi acımasız göründü. Şimdi anlıyoruz ki
bu doğru değil. Olayların iki yüzü olduğunu görebiliyoruz.
Hangi işlerin gerekli hangilerinin çöp olduğunu görebiliyoruz.
Bu ne kadar sürer bilmiyorum. Üç ay içinde her şeyi unutmuş da
olabiliriz. Bu, ekonomik krizin ne kadar sertleşeceğine bağlı.
Öğrencilerimden duyduklarıma bakarak, ekonomik sorunun büyüklüğü
beni ürkütüyor.
Sizin
sorunuzu size soracak olursam: Neyi değiştirirdiniz?
Şu
anda ihtiyacımız olan şey yalnızca üretim sistemini düzenlemek
değil, ondan tümüyle kurtulmak. Bu her şeyi ekonomi temelinde
şekillendirme düşüncesinin insanlık tarihinde bir ilk olduğunu
unutmamalıyız. Salgın bize gösterdi ki ekonomi, yaşamı
düzenlemenin ve kimin önemli kimin önemsiz olduğuna karar
vermenin çok dar ve kısıtlı bir yoludur. Bir şeyi değiştirebilme
şansım olsaydı, üretim sisteminden kurtulmak ve onun yerine bir
siyasal ekoloji kurmak isterdim.
Salgına
verilen tepki, insanın iklim ve doğa kriziyle başa çıkma
becerisi konusundaki iyimserliğinizi azalttı mı arttırdı mı?
Kötü
adamlar ne istediklerini bilme konusunda daha net ve daha örgütlüler.
Kalkıştığımız savaş zor bir mücadele. Sorun bizim güçsüz
olmamız değil; pek çoğumuzun ne tepki vereceğini bilmemesi.
Almanya,
Karlsruhe ZKM Merkezinde gerçekleştirdiğiniz son sanat
çalışmasında insan varlığının kapsamını, yaşamı
destekleyebilecek dar bir yeryüzü kuşağı, bir “kritik bölge”
olarak tanımladınız. Bu yaklaşımın amacı ne?
Bu,
manzaramızın yeniden tanımlanmasıdır. “Kritik bölge” fikri
yararlıdır çünkü sizi doğadan çıkarır. Doğa çok büyük.
Büyük patlamadan mikroplara kadar her şeyi kapsıyor. Kavramsal
olarak, bu onu tam bir karmaşa haline getiriyor. Oysa, kritik
bölgenin sınırları var. Dünya yüzeyinin altında ve üstünde
yalnızca birkaç kilometre kalınlığa sahip. Ama keşfedilmiş
olan yaşamın tamamı bu kuşağın içinde. Bu, doğanın yapmadığı
biçimde, bizi içeri taşır. Elon Musk gibi insanların bir görevle
Mars’a gitmeleri gerektiğini düşünmelerini sağlayan akıl
yürütme biçiminden çok farklıdır. O bir kaçma eğilimidir. Ama
kritik bölge anlamında düşündüğünüzde, içeride
kilitlisinizdir, bir yere kaçamazsınız. Galileo’nun açtığı
sonsuz kozmolojide değil de içeride kilitliysek bunun siyaset için
anlamı nedir? Bu, eskiden olduğu gibi davranamayacağımız
anlamına gelir. Durmadan kaynakları alıp çöpümüzü
atamayacağımız anlamına gelir. Kritik bölgede elimizde olanı
korumak zorundayızdır çünkü o sınırlıdır, yereldir, risk
altındadır ve çatışma nesnesidir.
Söyledikleriniz,
kendisi için yaşanabilir koşulları koruma amacıyla “Yaşamın”
nasıl davrandığını açıklayan, James Lovelock’ın Gaia
hipotezine politik bir yan katmak gibi görünüyor. Uzun zamandır
bu kuramı destekliyordunuz…
Lovelock
bizi kilitledi! Galileo, dünyanın sonsuz evrenin bir parçasını
oluşturduğunu göstermek için bir teleskop kullanırken Lovelock,
üzerinde yaşam olduğu için, dünyanın tüm diğer gezegenlerden
farklı olduğunu göstermek amacıyla elektron tutma detektörünü
kullandı. O ve [Lynn] Margulis, Gaia’yı saptadılar. Lovelock,
soruyu mümkün olduğunca küresel alarak, uzaydan; Margulis, soruyu
diğer ucundan alarak, bakteriden yola çıktı ve her ikisi de
Yaşamın(büyük L) kendi varoluş koşullarını oluşturmayı
başardığını anladılar. Anaakım bilim tarafından hala fazla
kabul görmese de bana göre bu dönemin en büyük keşfidir.
Neden
bilim insanlarının hala ihtiyatlı davrandığını düşünüyorsunuz?
Böylesine
önemli bir kavramın bilim tarihinde hala marjinal olması
olağandışıdır. Kabul edilmesi için elimden gelen her şeyi
yaptım. Ama bilim insanları refleks olarak ihtiyatlılar.
Aristo’dan Galileo’ya kozmolojik geçişle Galileo’dan Gaia’ya
geçiş aynıdır. Galileo’yla birlikte anlayışımız dışarıdaki
sonsuz bir evrene uzandı. Bunu kavramak bir buçuk yüzyıl aldı ve
dirençle karşılaştı. Gaia sadece kavramlardan biri değildir.
Yalnızca fizik ve enerjiyle ilgili de değildir. Gaia Yaşamdır.
Çalışmalarınız
sıklıkla bilimin nesnel olduğu, Tanrı gözüyle baktığı
görüşüne karşı çıkar. İkna edici bir biçimde, insanlığın
bu kadar kopuk olamayacağını savunuyorsunuz. Ama sağ siyaset,
iklim ve doğa krizleri üzerine tüm uzman görüşlerini çürütmek
için bu yaklaşımı çarpıttı. Pişman mısınız?
Bilimin
nasıl üretildiğine dair eleştiri, aralarından seçim
yapabileceğiniz alternatif gerçekler olduğu şeklindeki
hakikat-sonrası savdan çok farklıdır. Hakikat-sonrası, bir
savunma halidir. İklim değişikliği, ekonomik değişiklik,
koronavirüs değişikliği karşısında kendiniz savunmanız
gerekirse elinize geçen ilk seçeneğe tutunursunuz. Bu seçenekler
Sibirya’daki binlerce sahte haber çiftliğinden üretilmişse
onlara direnmek zordur –özellikle de belli belirsiz şekilde
ampirik göründüklerinde. Onlardan usandıysanız ve yeterince
çelişkililerse, eski inançlarınıza yapışmanıza izin verirler.
Ama bunu ussal kuşkuculukla karıştırmamak gerekir.
Covid-19
krizi bilime inancınızı etkiledi mi?
Virüs,
neyin olgusal olup olmadığına karar vermek için bilmemiz gereken
şeylerin sayısını ortaya koydu. Sıradan insanlar istatistiğin
zorluğu, deney, epidemiyoloji hakkında pek çok şey öğreniyorlar.
Günlük hayatta güvenilirlik derecelerinden ve hata paylarından
söz ediliyor. Bunların iyi şeyler olduğunu düşünüyorum.
İnsanların bilime vakıf olmasını istiyorsanız onun nasıl
üretildiğini göstermeniz gerekir.
10.
Alev Alev Yanarken
Giorgio Agamben
"Ev alev alev yanarken yaptığım
hiçbir şeyin anlamı yok.” Gene de, ev yanmaktayken bile, önceden
olduğu gibi devam etmek gerek; hatta belki, kimse fark etmese de,
her şeyi öncesinden daha bir özenle ve dikkatle yapmak gerek.
Belki hayat yeryüzünden silinecek, belki iyisiyle kötüsüyle
yapılanlardan herhangi bir anı kalmayacak. Ama sen önceden olduğu
gibi devam edeceksin, değişmek için çok geç, artık daha fazla
zaman yok.
“Çevrende
olup bitenler artık seni ilgilendirmez.” Ebediyen arkada bırakmak
zorunda olduğun bir memleketin coğrafyası gibi. Gene de bu seni
nasıl etkiliyor? Tam da artık seni ilgilendirmediğinden, her şey
bitmiş gibi göründüğünden, her şey ve her yer en hakiki
kisvesinde görünür, bir şekilde hepsi seni daha derinden etkiler:
tam da oldukları gibi – ihtişam ve sefillik.
Felsefe
– ölü bir dil. “Şairlerin dili her zaman ölü bir dildir…
teslim etmesi tuhaf ama, düşünceye daha fazla hayat vermek için
kullanılan ölü bir dil.” Belki ölü bir dil değil de, bir
lehçe. Felsefe ile şiirin dilden daha eksik olan bir dille
konuşmaları, sahip oldukları mertebenin, onlara özel hayatiyetin
ölçüsü. Dünyayı bir lehçeye göre ölçüp biçmek; her şeye
rağmen yeniden akan ve içinde bir virgülün bile
değiştirilemeyeceği ölü bir dile göre ölçüp biçmek… Şimdi
evini ateş sarsa da bu lehçeyi konuşmaya devam et.
Ateş
hangi evi sarmış? Yaşadığın ülkeyi mi, Avrupa’yı mı, yoksa
bütün dünyayı mı? Belki de evler ve şehirler, çoktan –kim
bilir ne kadar önce– koca bir yangında yanıp yıkılmıştı da
biz görmemiş gibi yapmıştık. Çoğundan geriye duvar parçaları,
bir fresk, bir çatı parçası ve adlar kalmış: alevlerin yalayıp
yuttuğu onca ad. Gene de biz, sağlam görünsün diye, badanayla ve
sahte kelimelerle hepsini özenle örtüyoruz. Sanki hâlâ
ayaktaymışlar gibi baştan başa yakılıp kül olmuş evlerde ve
şehirlerde yaşıyoruz; insanlar hâlâ, artık mazide kalan bildik
muhitlerinde yaşıyormuşçasına, güya bu evlerde oturuyor ve
harabeler arasında maskeleriyle dolanıyorlar.
Şimdi
alevler şeklini ve doğasını değiştirdi, dijital oldu; görünmez
ve soğuk… Ama tam da bu nedenle artık daha da yakın ve her an
bizi kuşatıyor.
Bir
uygarlığın –bir barbarlığın– bir daha doğmamak üzere
çökebilmesinde yeni bir taraf yok. Tarihçiler, duraklama ve çöküş
dönemlerini kaydetmeye alışkınlar. Fakat, bir dünyanın harabeye
dönüşüne; bir cumhuriyetin, sağduyusu da onuru da olmadan,
yalnızca sefillik ve korku içinde çökmekte oluşuna, gözlerimiz
bağlı, yüzümüz örtülmüş halde nasıl tanıklık edebiliriz?
Körlük daha da vahim, zira bizzat enkaza dönenler kendi
enkazlarını yönettikleri iddiasında: Her şeyin teknik olarak
kontrol edilebileceğine; ne yeni bir tanrıya ne de yeni bir
gökyüzüne ihtiyaç olduğuna yemin ediyorlar – tek gereken
yasaklar, doktorlar ve uzmanlar. Panik ve hainlik.
Uğruna
adanmış dualar ve adaklar olmayan bir Tanrı, ne olurdu? Hiçbir
hükmü olmayan bir yasa, ne olurdu? Ne bir hükmü ne anlamı olan;
ama başlangıçta, hatta daha da önce korunan bir söz nedir?
Sonuna
geldiğini, artık hayatının bittiğini hisseden bir kültür,
çürüyüşünü, bildiği yegâne yoldan yönetir: sürekli
olağanüstü hal sayesinde. Jünger’in zamanımızın en temel
özelliği olarak gördüğü topyekûn seferberlik bu perspektiften
anlaşılmalı. İnsanlar seferber edilmeli; kendilerini her an,
olağanüstü hal ilan etme iktidarı olanların en ince ayrıntısına
kadar düzenlediği bir olağanüstü hal içinde hissetmeli. Ne var
ki, geçmişte seferberlik insanları biraraya getirirken, şimdi
onları tecrit etmeyi, birbirinden uzaklaştırmayı amaçlıyor.
Peki
ne zamandır yanıyor ev? Ne kadar oldu yanıp yıkılalı? Kuşkusuz
bir asır önce, 1914-1918 arasında, Avrupa’da bir zamanlar sağlam
ve canlı görünen her şeyin üzerine alevler saçan çılgınca
bir şey oldu. Ardından, 30 yıl sonra alevler gene her yere
saçıldı; ondan beridir de alttan alta, korların dibine gizlenmiş,
aralıksız yanmayı sürdürüyor. Ama belki de yangınlar çok daha
önce başladı: İnsanlığın kurtuluşa ve ilerlemeye karşı kör
inancı, alevlerin ve makinelerin gücüyle birleştiğinde. Bütün
bunlar çok iyi biliniyor, onun için tekrarlamaya gerek yok. Onun
yerine, kendimize her şey yandığında yaşamayı ve düşünmeyi
nasıl sürdüreceğimizi sormamız lazım; yangının ortasında
veya kıyısında, her nasılsa hâlâ sağlam kalanın ne olduğunu
sormamız lazım. Alevlerin arasında nasıl nefes alabildik; neleri
kaybettik, hangi enkazlara –hangi iddialara– tutunduk? Şimdi
artık alevler yok, yalnız sayılar, şekiller ve yalanlar var.
Kuşkusuz daha yalnız ve güçsüzüz. Ama tam da şimdi karşımızda
hiçbir taviz olasılığı yok, zihnimiz hiç olmadığı kadar
berrak.
Esas
mimari sorunun, ancak yanıp kül olmuş bir evde görünür hale
geldiği doğruysa eğer, o zaman ancak şimdi Batı’nın tarihinde
neyin tehlikede olduğunu, neyi kavramak için bu kadar çaba
gösterdiğini ve neden yenilmeye mahkûm olduğunu görebiliriz.
Sanki
iktidar, her ne pahasına olursa olsun, kendi yarattığı çıplak
hayatı zaptetme peşindeydi; ama onu kontrol etmek ve kendine mal
etmek için her türlü araçla –artık sadece polis kuvvetiyle
değil, teknolojinin ve tıbbın da araçlarıyla– ne kadar
çabalarsa çabalasın, o hayat hep elinden kaçıyor, çünkü
tanımı gereği ele gelir değil. Çıplak hayatı yönetmek:
zamanımızın çılgınlığı bu. Saf biyolojik varlıklarına
indirgenmiş insanlar, artık insan değildir; o zaman, insanların
ve şeylerin yönetimi örtüşür.
Hiçbir
zaman içinde yaşayamayacağım, ama gerçek yuvam olan öteki ev;
yaşadığımı sanırken yaşamadığım öteki hayat; tek tek
hecelerini telaffuz ederken asla konuşmayı beceremediğim öteki
dil – hepsi de o kadar benim ki hiçbir zaman benim olamaz.
Dil
ile düşünce bölündüğünde, konuştuğumuzu unutarak
konuşabildiğimize inanırız. Şiir ve felsefe konuştuğunda,
konuştuklarını unutmazlar, dili hatırlarlar. Eğer dili
hatırlarsak, eğer konuşabileceğimizi unutmazsak, o zaman daha
özgür oluruz, artık şeylere ve kaidelere bağlı değilizdir. Dil
bir araç değildir, bizim yüzümüz, içinde bulunduğumuz
açıklıktır.
Yüz,
insanın en insani yanıdır. İnsanların, salt ağızları veya
burunları değil, yüzleri vardır; çünkü açıkta [nell’aperto]
yaşarlar; çünkü kendilerini yüzleri aracılığıyla gösterir
ve iletişim kurarlar. Yüzün politikanın sahası olması
bundandır. Politik olmayan zamanımız kendi yüzünü görmek
istemiyor, maskeliyor ve örtüyor, mesafe koyuyor. Artık yüzler
olmamalı, sadece sayılar ve şekiller olmalı. Tiranın bile yüzü
yok.
Canlı
hissetmek: kendi duyarlılığından etkilenmek; uydurmadan ve
kaçınmadan kendi hareketlerine bağlı olmak. Bir kafeste kilitli
bile olsam, hayatta olduğumu hissetmek benim için hayatı olanaklı
kılar. Ve hiçbir şey bu olanak kadar gerçek değil.
Önümüzdeki
yıllarda sadece keşişler ve suçlular olacak. Gene de öyle
kolayca bir kenara çekilmek, dört bir yanımızda çöken dünyanın
enkazından kaçabileceğimizi sanmak mümkün değil. Çünkü çöküş
bizi de hedef alıyor ve etkiliyor, çünkü biz de enkaz halindeyiz.
Ve bu enkazı, fark edilmeden, dikkatle, doğru biçimde kullanmayı
öğrenmeliyiz.
Yaşlanmak:
“artık dallarda değil, sadece köklerde büyümek”. Bundan
sonra yaprak ve çiçek açmak değil, yalnızca kök salmak. Veya,
yaşanmışlıkları üzerinde sarhoş sarhoş dolaşan bir kelebek
gibi uçmak. Hâlâ geçmişte dallar ve çiçekler mevcut. Ve hâlâ
onlardan bal yapabilirsiniz.
Yüz
Tanrı’ya ait, ama kemikler tanrıtanımaz. Dışarda her şey bizi
Tanrı’ya doğru itiyor; içerde, iskeletin inatçı, alaycı
tanrıtanımazlığı.
Beden
ile ruhun ayrılmaz bağı – tinsel olan budur. Tin, ruhla beden
arasındaki üçüncü bir şey değil; sadece onlar arasındaki
kaçınılmaz, harikulade çakışma. Biyolojik hayat bir
soyutlamadır, ve yönetip sağaltma iddiasında olduğumuz tam da bu
soyutlamadır.
Tek
başına kurtuluş yok: Kurtuluş mümkündür, çünkü başkaları
da vardır. Ahlaki bir sebepten, başkalarının esenliğini
düşünerek hareket etme gereğinden değil bu. Sadece yalnız
olmadığım için kurtuluş vardır: Kendimi ancak başkaları
içinde bir öteki olarak kurtarabilirim. Yalnız olduğumda
kurtuluşa ihtiyacım yoktur, yalnızlığa has hakikat budur: tanım
itibariyle kurtarılabilir değilimdir. Kurtuluş, yalnız olmadığım
için, çoğulluk ve çokluk olduğu için mümkündür. Vücut
bulmuş Tanrı, eşsiz olmaktan çıktı; diğerleri gibi bir insan
oldu. Bu nedenle Hıristiyanlık kendini tarihe bağlamak ve sonuna
dek kaderini izlemek zorunda kaldı; ve şimdi olduğu gibi tarih
sönümlenip çürüdüğünde, Hıristiyanlık da son günlerine
yaklaşmaktadır. Çözümsüz olan çelişkisi şu: tarih boyunca,
tarihin ötesinde bir kurtuluş aradı, ama şimdi bu sona erdiğinde
ayağının altındaki zemin kayıyor. Aslında Kilise kurtuluşu
değil, kurtuluş tarihini destekliyordu ve ‘kurtuluşu’
[salvezza] tarihte aradığı için bu arayışı ancak ‘sağlık’la
[salute] neticelenebilirdi. Ve zamanı geldiğinde Kilise, kurtuluşu
sağlığa feda etmekte tereddüt göstermedi.
Şimdi
kurtuluşu tarihsel bağlamından sökmek, bizzat tarihten bir çıkış
kapısı sağlayacak tarihsel-olmayan bir çoğulluk keşfetmek
gerek.
Başka
topraklara girmeden, bir yeri veya durumu geride bırakmak gerek;
yenilerini benimsemeden bir kimliği ve adı geride bırakmak gerek.
Şimdiye
doğru sadece gerileyebiliriz, oysa geçmişte ileri doğru
gidebiliriz. Geçmiş dediğimiz, şimdiye doğru uzun
gerileyişimizden ibarettir. İktidarın ilk işi, bizi geçmişimizden
ayırmaktır.
Bizi
yükten kurtaran, nefestir. Nefeste, ağırlığımız yoktur; sanki
yerçekimine kapılmadan uçuyormuş gibi ilerleriz.
Ne
cezalandıran ne de ödüllendiren, ne affeden ne de itham eden bir
yargı yoluyla, her şeyi yeni baştan yargılamayı öğrenmeliyiz.
Varoluşu, haksız ve yanlış olmaya mahkûm amaçlardan arındıran,
amaçsız bir edim olarak. Sadece bir kesinti; zaman ile sonsuzluk
arasında dengede duran bir an – amaçsız ve plansız bir hayatın
imgesinin, adı ve anısı olmadan parladığı –tam da bu nedenle
sonsuzlukta değil “bir tür sonsuzlukta” kurtuluşa götürdüğü–
bir an… Önceden inşa edilmiş kriterlere bağlı olmayan, ama tam
da bu nedenle, hayatı yeniden doğallığına kavuşturduğu için,
politik olan bir yargı.
Hissetmek
ve his beslemek; duyumsamak ve etkilenmek, eşzamanlıdır. Her
duyumsamada hislerin hissi vardır, kendimizle ilgili her histe
başkasının hissi vardır – bir arkadaşlık ve bir yüz.
Gerçeklik,
ardında neyin mümkün olup olmadığını, neyi yapıp
yapamayacağımızı algıladığımız peçedir.
Çocukluk
arzularımızın hangilerinin gerçekleştiğini bilmek kolay değil.
Asıl önemlisi, gerçekleşen arzularımızın gerçekleşmeyenlere
yaklaşan kısmının, bizi yaşamı sürdürmeye ikna etmek için
yeterli olup olmadığı meçhul. Arzularımızdan gerçekleşmeyenleri
ölçüsüzce şiştiğinde, ölüm korkusu doğar.
“Sığırların
ve atların dört toynakları vardır: buna Cennet derim. Atlara
yular takmak, sığırların burunlarını delmek: buna insan derim.
Bu nedenle diyorum ki: İnsanın içinizdeki Cennet’i
mahvetmemesine dikkat edin; bir amaç uğruna yapılanın, göksel
varlığı mahvetmemesine dikkat edin.”
Yanan
evde, dil kalır. Dil değil de, onu gözeten ve hatırlayan ezeli,
cılız ve tarih-öncesi kuvvetler: felsefe ve şiir. Nedir
gözettikleri, nedir dilden hatırladıkları? Şu veya bu anlamlı
önerme, şu veya bu inanç ya da inançsızlık beyanı değil.
Bizzat dilin var olduğu gerçeği; bir ad olmadan adın içerisinde
açıkta olduğumuz, ve bu açıklıkta, bir yüz hareketinde, bir
yüzde, bilinmez ve korunmasızca meydanda olduğumuz gerçeği.
Şiir,
kelime, daha konuşmayı bilmediğimiz zamanlardan bize kalan tek
şey; dil içinde karanlık bir şarkı; tam anlayamadığımız, ama
kulak vermekten kendimizi alamadığımız bir lehçe, bir ağız –
ev yanıyor bile olsa, dilleri kavrulmuş bile olsa, insanlar
anlamsız konuşmayı sürdürüyor.
Bir
şiir dili olduğu gibi, bir felsefe dili de var mıdır peki? Şiir
gibi felsefe de tamamıyla dil içinde barınır ve ancak buradaki
varoluş tarzıyla kendini şiirden ayırır. Durmadan yeniden
ayrışmak üzere bir noktada kesişen, dil alanındaki iki gerilim.
Açıkça, dürüstlükle konuşan herkes, bu gerilime çekilir ve
orayı mesken tutar.
Evin
yanmakta olduğunu fark edenler, bunu fark edemeyenleri küçümseme,
aşağılama duygusuna kapılabilir. Ama bu görmeyen ve düşünmeyen
insanlar, mahşer gününde görmeniz ve hesabını vermeniz gereken
lemurlar değil midir? Evin yanmakta olduğunu fark etmemiz bizi
başkalarından üstün kılmaz; aksine, alevler iyice yaklaşırken
son kez birlikte bakacağınız insanlardır onlar. Neredeyse masum
sayılacak kadar habersiz bu insanlara vicdanınızın sesini
duyurmak için ne söyleyebilirsiniz ki?
Yanmakta
olan evde daha önce ne yapıyorsanız onu yapmaya devam edersiniz,
ama alevlerin size apaçık gösterdiği şeyi de görmeden
edemezsiniz. Bir şeyler değişmiştir – yaptığınız şeyde
değil, onu açığa vurma biçiminizde. Yanan evde yazılan şiir
daha haklı ve hakikidir çünkü onu kimse duymayacaktır, çünkü
alevlerden kaçabileceğinin hiçbir güvencesi yoktur. Ancak bir
ihtimal bir okuyucu bulsa bile, o da o umarsız, anlaşılmaz, boğuk
gürültüden kendisine seslenen şeyden kaçamayacaktır.
Hakikati
ancak duyulma ihtimali olmayanlar; alevlerin durmaksızın yuttuğu
evin içinden konuşanlar dile getirebilir.
Günümüzde
insan kaybolmaktadır – tıpkı kuma çizilen, dalgaların sildiği
bir yüz gibi. Ama onun yerini almakta olanın bir dünyası yoktur
artık; iktidarın ve bilimin hesaplarının insafına terk edilmiş,
tarihi olmayan, çıplak ve sesi boğulmuş hayattan ibarettir. Ama
belki de bu enkazdan başlayarak, ansızın veya ağır ağır, başka
bir şey ortaya çıkabilir. Kesinlikle bir tanrı değil, başka bir
insan da değil – belki yeni bir hayvan, başka türlü yaşayan
bir ruh…
5
Ekim 2020
https://www.e-skop.com/skopbulten/ev-alev-alev-yanarken/5924
4/11/2020/
skopbülten / Giorgio Agamben, Çeviri: Ali Artun
Agamben’in
5 Ekim 2020’de quodlibet bloğunda yayınlanan “Quando la casa
brucia” adlı yazısının İngilizcesinden (çev. Richard Braude)
çevrildi.
Bilim Kurulu üyesi: Yasakların hiçbir bilimsel tarafı yok
18.05.2021
https://artigercek.com/haberler/bilim-kurulu-uyesi-yasaklarin-hicbir-bilimsel-tarafi-yok
Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Pınar Oktay, kurul üyelerinin karar
almada herhangi bir yetkilerinin olmadığını söyledi.
Bilim Kurulu üyesi
Prof. Dr. Pınar Oktay, Kurul’un işleyişine dair dikkat çekici
sözler sarf etti. Yeni açılma sürecine dair 1 Haziran sonrasını
bilmediklerini Prof. Dr. Oktay, kararların AKP tarafından
alındığına dikkat çekerek, “Alkol yasağı, kadınların
hijyenik ped alamaması gibi birçok yasakla karşı karşıya kaldı
Türkiye. Bunların hiçbir bilimsel tarafı yok” dedi.
Bilim Kurulu belli
sınırlılık içinde çalışıyor. Biz, bizden istenmeyen
konularda da çalışma yaptık ama sonuçta yürütme erki bakanlık.
Oradan da bu şekilde kararlar çıkıyor ve bunların herhangi bir
yerde gerekçeleri yok. Biz bunu 17 günlük kapanmada da konuştuk.
Alkol yasağı, kadınların hijyenik ped alamaması gibi birçok
yasakla karşı karşıya kaldı Türkiye. Bunların hiçbir bilimsel
tarafı yok.
.
.
.