.
.
.
.
Türkçe’de Giorgio Agamben
1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal
Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin
Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç),
Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev.
Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve
Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den
Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev.
Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal
Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül
Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev.
Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne.
(Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Yeminin Arkeolojisi: Dilin
Kutsal Ayini. (Çev.Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç),
Alef Yayınevi, 2017 İstanbul
Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne
Giorgio Agamben
(Çev. Betül Parlak), Monokl
Yayınları, 2012 İstanbul
İçindekiler
Uyarı 11
I. Paradigma Nedir? 15
II. İşaretler Kuramı 49
III. Felsefi Arkeoloji 113
I. Paradigma Nedir?
15
[Agamben’in araştırmalarında incelediği pozitif tarihsel
olgular: homo sacer ve muselmann, olağanüstü hal ve toplama kampı gibi
figürler... ] Ancak araştırmalarımda bu pozitif tarihsel olgular, paradigmalar
olarak ele alınmışlardı; işlevleri ise, daha geniş bir taihsel-sorunsal bağlamı
bir bütün olarak inşa etmek ve anlaşılır kılmaktı. [Bu durum karşısında bazı
kişiler] ... benim salt tarihyazımsal özellik taşıyan savlar ve yeniden
inşalar sunmak niyetinde olduğumu ... [sandılar].
[yapısalcı dilbilimden ödünç alınan paradigma
kavramı: “Gözlemlenmesi mümkün olan birçok veriden bir diziyi belli kurallara
göre çağırma, yani bir nevi rastlantıdan kurtarma ve gereğinde de aynı
kurallara göre yeniden üretme...” Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı,
Nilüfer Kuyaş’ın sunuşundan... s.16.]
16
[Foucault], ... araştırmalarının nesnelerini -tarihsel
disiplinlerin nesnelerinden ayırmak için- “pozitiviteler”, “sorunsallaştırmalar”,
“dispozitifler”, “söylemsel oluşumlar” ve daha genel olarak “bilgiler” gibi
terimlerle tanımlamıştır.
17
“Foucault’nun çalışması söylemleri bir paradigmanın
tarihsel eklemlenmeleri olarak betimlemekten ibarettir ve çözümlemeyi algılayış
biçimi, onun toplumsal paradigmaları ve bunların somut uygulamalarını yalıtıp
betimlediğini göstermektedir” [Dreyfus ve Rabinow]
18
Kuhn paradigma kavramını iki farklı anlamda kullandığını
söyler (s.212). İlk anlamında -bu anlamına karşılık “disiplin matrisi” terimini
kullanmayı önerir- paradigma, belli bir bilimsel topluluğun üyelerinin ortak
olarak sahip oldukları şeyi, yani o topluluğun üyelerinin az çok bilinçli bir
biçimde bağlı oldukları tekniklerin, modellerin ve değerlerin bütününü anlatır.
Paradigma, ikinci anlamında, bu bütünün tekil bir öğesidir ... bu tekil öğe,
ortak bir öğe olarak kullanıldığından, açık ve kesin kuralların yerine geçer,
belli ve tutarlı bir araştırma geleneğini tanımlamamızı sağlar. ... Bu anlamda,
normal bilim, kesin ve tutarlı bir kurallar dizgesi tarafından yönetilen bir
bilim anlamına gelmemektedir: Tam tersine, eğer Kuhn için kurallar
paradigmalardan kaynaklanıyorsa, paradigmalar, kuralların yokluğunda bile
“normal bilimi belirleyebilirler”. ... Paradigma sadece bir örnektir;
tekrarlanabilirliği sayesinde, bilim insanlarının araştırma pratikleri ve
davranışlarına örtük biçimde örnek oluşturma kapasitesi kazanan tekil bir
vakadır. Böylece bilimsellik kanonu olarak kuralın egemenliğini, paradigmanın
egemenliği alır, yasanın evrensel mantığının yerine, örneğin tekil ve özel
olanın mantığı geçer.
19
Foucault’nun araştırmasının en değişmez yönelimlerinden
biri, yasal ve kurumsal modeller ve evrensel kategoriler (Hukuk, Devlet,
Egemenlik kuramı) [tümeller] üzerinde temellenmiş iktidar sorunuyla ilgili
geleneksel yaklaşımı bırakması ve bunun yerine, iktidarın kendisine tabi
olanların bedenlerine girmek ve onların yaşam biçimlerini yönetmek için
kullandığı somut dispozitiflerin (aygıtların) çözümlemesini yapmasıdır. Kuhn’un
paradigmalarıyla benzerliği, bu bakımdan önemli bir destek ve teyit bulmuş gibi
görünmektedir. [Foucault, Kuhn’un kitabını Kelimeler ve Şeyler’i
yazdıktan sonra okuduğunu ileri sürmesine rağmen, aslında paradigma kavramına
karşı özenli bir mesafeyi koruduğunun ipuçlarını da verir.]
21
... (açık bir biçimde siyasi bir olgu olan) söylemsel
rejim ile (bilimsel doğruluk ölçütü olan) paradigma arasındaki mesafeyi ...
vurgular...
22
[Foucault, Kuhn’un paradigmasıyla yakınlığını güçlü bir
biçimde hissetmişti, ama bu hissediş, daha çok bir karışıklığın hissiydi.] Onun
için belirleyici olan şey, paradigmanın bilgi kuramından siyasete doğru
kayması, bir söylemsel rejimler ve sözceler siyaseti düzlemindeki konumu
olmuştu, bu düzlemde söz konusu olan artık bir “kuramsal biçim değişikliği”
değil, daha ziyade sözcelerin “bir bütün oluşturmak üzere birbirlerini yönetme”
biçimlerini belirleyen “iç iktidar rejimi”dir.
Foucault’nun ilgilendiği söylemsel oluşumlar, bilimlerin
belli bir andaki durumunu tanımlamazlar...
24
[Foucault’nun kendi episteme’si:] [Bu epistemede
öznelere normlar ve ortak postulatlar dayatan bir düşünce yapısı ya da bir
dünya vizyonu gibi bir şeyin belirlemesi söz konusu değildir.] Episteme, daha
ziyade “belli bir çağda, bilgikuramsal figürlerin, bilimlerin, bazen de formüle
edilmiş sistemlerin ortaya çıkmasına neden olan söylemsel pratikleri
birleştirebilen ilişkiler bütünüdür”.
[Bilginin Arkeolojisi’inde] ... bağlamlar ve
bütünler kurmaya olanak tanıyan şeyle, [yani] “figürlerin” ve dizilerin pozitif
varoluşuyla ilgilenir göründüğü kesindir. Ancak, bu bağlamlar, tamamen kendine
özgü bir bilgikuramsal modele göre üretilirler, bu model tarihsel araştırmada
herkesçe kabul edilen modellerle de, Kuhn’un paradigmalarıyla da uyuşmaz ve bu
nedenle modelin saptanması gerekecektir.
26
[Agamben, bu noktadan sonra Foucault’nun modelini görünür
kılan kavramları inceliyor.]
[Panoptikon] ... sadece “düşsel bir bina” değil, “ideal
formuna indirgenmiş bir güç mekanizması şemasıdır”.
Foucault’nun yapıtında, yalıtılmış bir vaka söz konusu
değildir; tam aksine, paradigmanın bu anlamda, Foucault’nun yönteminin en
belirgin tavrını tanımladığı söylenebilir. Büyük kapatılma, itiraf,
anket, inceleme, benlik tasası, ele alınan pek çok tekil tarihsel fenomenden
bazılarıdır ...; ele alınan söz konusu tekil fenomenler paradigmalar olarak
daha geniş sorunsal bir bağlamı belirlerler, bu bağlamı birlikte oluşturup
anlaşılır hale getirirler.
27
Foucault’nun, salt kronolojik duraklar tarafından
tanımlanan alanlara kıyasla metaforik alanlarca üretilmiş bağlamların daha
uygun ve yerinde olduğunu gösterdiği gözlemlenmiştir. ... Ancak bu gözlem, en
azından Foucault için, söz konusu olanın metaforlar değil de, ... bir
gösterilenin / imlenenin metaforik aktarım mantığına uyum sağlamayan ama örneğin
analojik mantığına uyan paradigmalar olduğunu vurgulamak ve netleştirmek
kaydıyla doğrudur.
28
Sextus Pompeius Festus [muhtemelen MS 2. yüzyılın
sonlarında, belki de Galya'daki Narbo'da gelişen bir Roma gramercisi],
Latinlerin exemplar sözcüğünü exemplum’dan ayırdıklarını söyler
bize: ilkinin değeri duyularla anlaşılır, bu da taklit etmemiz gereken şeyi
gösterir; ikincisi ise daha karmaşık bir değerlendirme gerektirir (sadece
duyulur bir değerlendirme değildir bu) ve her şeyden önce ahlaki ve entelektüel
bir anlamı vardır. Foucaultcu paradigma, her ikisini de birlikte içerir: Sadece
normal bir bilimin oluşumunu dayatan örneği oluşturup ona model olmakla kalmaz,
ama aynı zamanda ve her şeyden önce yeni anlaşılabilir bir bütündeki ve yeni
bir problematik bağlamdaki söylemsel pratikleri ve sözceleri yeniden bir araya
getirmeyi sağlayan exemplum olur.
[Birinci Analitikler, Aristoteles], ...
paradigmaların işleyiş sürecini tümevarım ve tümdengelimden ayırır. “Açıktır
ki, paradigma bütüne oranla parça olarak iş görmez.
29
Tümevarım, özel ve tekil olandan tümele doğru ilerleyen bir süreçken, tümdengelim tümel olandan tekil ve özel olana doğru ilerler, yani paradigmayı tanımlayan şey, özel ve tekil olandan özel ve tekile doğru giden paradoksal türde bir üçüncü şeydir, cinstir.
Onun [paradigmanın] söylemsel rejimi mantık değil
analojidir…
30
[Enzo] Melandri…, analojinin, Batı mantığına egemen olan
ikili karşıtlık ilkesine zıt düştüğünü göstermiştir. Analoji, üçüncü bir terimi
dışlayan katı “ya A ya B” seçeneğinin karşısına, her seferinde kendi tertium datur’unu [üçüncü olası]
çıkarır, inatla “ne A ne B” diye diretir. Yani analoji (tikel/tümel;
biçim/içerik; yasallık/örneksellik gibi) mantıksal dikotomilerde (ikilik) işe
karışır, ama bunu bu karşıtlıklardan daha üst bir senteze varmak için yapmaz,
onları kutupsal gerilimlerin gezindiği bir güç alanında dönüştürmek için yapar,
bu güç alanında, tıpkı elektro manyetik bir alanda olduğu gibi tözsel
kimliklerini yitirirler. … Benzer olan (ya da paradigma), sadece ikili
karşıtlığın bakış açısından bir tertium
comparationis olarak [üçüncü karşılaştırma] görülebilir. Analojik üçüncü,
bu noktada her şeyden önce, artık ayırt edilemez hale gelen ilk ikisinin
yansızlaştırılması ve tanınamaz hale getirilmesi sayesinde kendi kendine
tanıklık eder.
33
[Victor Goldschmidt] [Platoncu diyaloglarda örnek
kullanımı] [idealar ve duyulur arasındaki ilişki ve paradigmanın bu ilişkinin
teknik ifadesi olduğunu ortaya çıkarır]
35
[Dilbilgisel örnek]
Dilbilgisi (gramer) kendi kendini ancak paradigmatik
(dizisel) bir pratik aracılığıyla, dilsel (linguistik) örneklerin sergilenmesi
sayesinde oluşturur ve kendi kurallarını sözceleyebilir. Ama dilin, dilbilgisel
pratiği tanımlayan kullanımı hangisidir? Dilbilgisel bir örnek nasıl üretilir?
Latince dilbilgisi kitaplarındaki paradigmalar vakasını ele alalım, bu gramer
kitapları ismin halleri ve çekim eklerine yer verirler. Rosa teriminin, paradigmatik olarak gözler önüne serilmesi
sayesinde (rosa, ros-aei ros-am…),
normal kullanımı ve düzanlamsal karakteri askıya alınır, ve bu biçimde,
“birincil haldeki dişil isim” kümesinin anlaşılırlığı ve oluşumu mümkün
kılınır, bu onun kümesi, öğesi ve paradigmasıdır. Bu noktada normal kullanımın
ve göndermenin askıya alınması aslidir. Edimseller (performatif) sınıfını
tanımlayan kuralı açıklamak için, dilbilimci “ben yemin ediyorum” örneğini
kullanırsa, bunun diziminin (sintigmanın) gerçek bir yeminin dile getirilmesi
olarak anlaşılmaması gerekir. Örnek olarak iş görebilmesi için, dizimin normal
işlevinin askıya alınması gerekmektedir, ama bu her şeyden önce, ancak bu işlev
sahibi olmama ve bu askıya alınma sayesinde, dilbilimci dizimin nasıl işlev
gördüğünü gösterebilir, böylece kuralın formülasyonunu sağlayabilir. Eğer, …
kuralın örneğe uygulanıp uygulanmadığı sorusu sorulursa, yanıt kolay değildir:
Gerçekten de örnek, kural tarafından dışlanmıştır, bunun nedeni örneğin normal
vakanın parçası olmaması değil, tam aksine, o vakaya aitliğini gözler önüne
sermesidir.
37
Platon’da, paradigmanın yeri, duyulur düzen ile düşünülür
düzen arasındaki ilişkiyi eklemleyerek bilgiyi mümkün kılan diyalektiktedir.
“Bu iki düzen arasındaki ilişki, iki biçimde kavranabilir: Bir benzerlik
ilişkisi olarak (kopya ile model arasında [anımsama]) ya da bir oran ilişkisi
olarak [diyalektik]” (Goldschmidt). … [Devlet,
509 d-511, VI. kitap] Platon, bu diyalogda, bilimin üretilmesinde iki evreyi ya
da iki anı ayırt eder… “Geometrinin, hesabın ve bu türden bilimleri
uygulayanların” izlediği yolu tanımlayan birincisi, araştırmalarını
hipotezlerden yola çıkarak temellendirir, yani apaçıklıkları açıklamaya gerek
duymayan, bildik ilkeler olarak görülen verileri önceden varsayar (hypotithemi yani “temel olarak alta
koyuyorum” ifadesinden gelen Yunanca hypothesis
teriminin anlamı budur) İkincisi ise, diyalektiğe özgü olan şeydir:
[Hipotezleri (varsayımları) ilkeler olarak değil de hipotezler olarak ele
almak…]
[akıl]
varsayılmamış olana kadar gitmek, her şeyin ilkesine doğru gitmek için,
hipotezleri ilkeler [archai] olarak
değil de, tam anlamıyla hipotezler olarak, yani basamaklar ve itici güçler
olarak ele alır, bir kez buna ulaşıldığında, kendini buna yakın duran şeylerin
yanından ayırmadan ve kesinlikle duyulur olandan yararlanmadan, idealar
aracılığıyla idealara doğru gider ve sonunda yine idealara varır. [Platon]
41
Aby Warburg,
1924-1929 arasında, Mnemosyne adını
vermek zorunda kaldığı “imgeler atlası” üzerinde çalışır. Bilindiği gibi, bu
çalışma, her birine bir dizi türdeş olmayan imgenin iğnelenmiş olduğu
panolardan oluşmaktadır, söz konusu imgeler, resimler (sanat eserlerinin ya da
el yazmalarının reprodüksiyonları, gazetelerden kesilmiş fotoğraflar ya da
bizzat kendisinin yaptığı resimler vb.) genelde sanatçının Pathosformel diye tanımladığı tek bir temaya gönderme
yapmaktadırlar. [46. panonun odak noktasında “Ninfa”, hareket halindeki kadın
figürü bulunmaktadır]. Warburg, figüre samimi bir tonla “Canıtez küçük hanım”
lakabını takmıştır. Bu panoda yirmi yedi resim bulunmaktadır, her biri bir
şekilde bütüne ismini veren tema ile ilişki içindedir. … Bu panoyu nasıl
okumalıyız?
42
Bu panoyu, ikonografik
“hareket halindeki kadın figürü” temasının tarihini ve kökenini konu alan
ikonografik bir repertuar gibi görmek kesinlikle yanlış bir okuma biçimidir.
[Böylesi bir okuma, onları birbirine bağlayan olası genetik ilişkinin izini
sürerek, sonunda hepsinin kendisinden türediği bir arketipe (ilk örneğe)
ulaşabilmekten ibaret olacaktır.] Oysa tabloya daha yakından [bakılırsa]…,
imgelerin hiçbirinin özgün olmadığı görülür, üstelik söz konusu imgeler kopya
ya da tekrarlardan da ibaret değildir. … onlar arketip ve fenomen,
ilk-seferlilik ve tekrar kırmasıdırlar. Her fotoğraf orjinaldir, her imge arche oluşturur, bu anlamda, arkaiktir
ama su perisinin kendisi ne arkaik ne çağdaştır, artsürem ve eşsürem, teklik ve
çokluk arasında bir karar verilemezliktir. Ama bu, … su perisinin tekil
imgelerin paradigması ve tekil imgelerin de su perisinin paradigmaları olduğu
anlamına gelir.
43
… su
perisi, … “ilksel/kökensel fenomen”dir. [Goethe]
II. İşaretler Kuramı
49
“signature” -> imza
“segnare” fiili -> işaret
la
teoria della segnature [16. – 17. yy tıp] -> işaret
taşımak [tıpta kullanılan bitki ve minerallerin tedavi edici etkileriyle ilgili
bazı göstergeleri/işaretleri taşıdıkları iddiası]
50
Paracelsus’un Şeylerin Doğası Üstüne çalışmasının
IX. kitabı: Doğal Şeylerin İşareti başlığını taşımaktadır. [çalışmasında,
onun epistemesinin özgünlüğünü ve çekirdeğini oluşturan,] ... her şeyin,
kendi görünmez niteliklerini görünür kılan ve ortaya çıkaran bir gösterge
taşıdığı fikridir.
[işaret üzerine uzun bir dipnot]
55
[Paracelsus tıbbı] Göz biçiminde bir lekesi olan göz otu,
görme ile ilgili hastalıkları iyileştirme yetisini gözler önüne serer. Specula
pennarum denilen bitki kadınların göğsünü tedavi ediyorsa, bunun nedeni
şeklinin memelerin şeklini hatırlatmasıdır. Diş şekline sahip olan nar taneleri
ve çam fıstıkları diş ağrılarını alırlar.
56
... işaretlerin işaretleyeninin insan olduğu
tartışması... ... Yahudilerin ceket ya da pelerinlerinin üzerine iğnelenmiş
olarak taşıdıkları “küçük sarı parça” ... “Haydut ya da polislerin” tanınmasını
sağlayan göstergeler... ulaklar pelerinlerinin üzerinde, ulak olduklarını,
nereden geldiklerini, kimin tarafından gönderildiklerini, onlara nasıl
davranmak gerektiğini gösteren bir arma taşırlar... ... savaş alanında askerler
dostları ve düşmanları tarafından tanınmak için şeritler ve göstergeler
taşırlar.
57
... zanaatkarın yaptığı işleri, “eseri kimin yaptığını
herkes anlasın diye” işaretlemek için kullandığı “marka ya da göstergeler”...
58
[Bir mektubun üzerine basılan mühür] ... bu mühür
göndericinin kimliğini tanımlamaktan çok mektubun “gücü”nün (Krafft)
anlaşılmasını sağlar... Alfabenin harfleri de insan işaretleyenin
işaretleridir... ... eczanelerdeki veya simyacıların laboratuvarlarındaki
etiketlerin üzerine yazılan sıvı, yağ, toz, tohum, merhem, alkol, hidroalkolik,
alkali gibi şeylerin tanınmasını sağlayan harfler... ... insanların evleri ve
ikametgahları üzerindeki rakamlar.. [yapım yılı, yaşı].
59
Eğer telif haklarıyla ilgili zamansal sınırların
aşılmadığı durumlar söz konusuysa, işaret ona bağlı yasal sonuçların ortaya
çıkabileceğini de söyler örtük olarak.
60
[alfabenin harfleri] Burada daha ziyade, cümlelerden değil
de, Foucault’nun, kendi sözcelerini tanımlamak üzere, A, Z, E, R, T
sıralamasının, bir on parmak daktilo öğrenme kitabında, Fransızca klavyeler
tarafından kullanılan alfabetik sıralamanın sözcesi olduğunu yazdığı zaman
aklından geçene benzer şekilde, kısaltmalardan, uzlaşımsal başlıklardan,
paradigmalardan oluşmuş bir dil kullanımı söz konusu olmalıdır.
Bu durumların hepsinde, işaret sadece bir gösteren ve bir
gösterilen arasındaki göstergesel bir ilişkiyi ifade etmez; işaret daha ziyade
bu ilişkide ısrar eden ama onunla asla denk düşmeyen şey olarak, onu yerinden
eder ve bir başka ortama götürür, pragmatik ve hermeneutik ilişkilerden oluşan
yeni bir ilişkiler ağına yerleştirir. Bu anlamda, Yahudi’nin paltosundaki sarı
kumaş parçası da, ulak ya da polisin kıyafetindeki renkli işaret de, sadece
“Yahudi”, “polis”, “ulak” gösterilenlerini akla getiren sıradan yansız
göstergeler değillerdir: Bu ilişkinin yerini politik-pragmatik alana taşıyarak,
daha ziyade, Yahudi, polis ve ulak karşısında takınılması gereken tavrı (ve
onlardan beklenen davranışı) ifade ederler. [Göz otunun yaprağındaki göz
biçimindeki işaret: “göz” anlamına gelen bir gösterge değil, söz konusu
bitkinin görme ile ilgili hastalıklar için etkili bir çare olarak iş gördüğünü
gösterir.]
61
[Jakob Böhme’nin Paracelsus yorumu:] Her şeyden önce
işaret şimdi artık sadece farklı alanları birbiriyle ilişki içine sokarak,
şeylerin gizli erdemlerini açığa çıkaran şey değil, daha ziyade, kendi içinde
dilsiz ve nedensiz olan dünyayı anlaşılır kılan her türlü bilginin kesin
işlemcisi olan şeydir...
63
[Böhme tarafından, göstergeleri, ustası eline alıp onu
çalana kadar sessiz kalan bir lavta ile karşılaştırması:] “... ancak biri onu
çalarsa, işte o zaman anlaşılır... doğanın göstergesi de böyledir, figüründe
dilsiz bir varlıktır...
... işaretlerin bu noktada gösterge ile değil de,
göstergeyi anlaşılır hale getiren şey ile örtüştüğü açıktır: enstrüman,
yaratılış anında hazırlanmış ve işaretlenmiştir... [Böhme’ye göre bu işaretin
açığa çıktığı an, “karakter” olarak isimlendirilir.]
64
[dipnot] [sakrament: kutsama ayinleri] Katolik ve
Ortodoks inançlarında yedi sakrament vardır: Vaftiz, Komünyon, Ekmek ve şarap
ayini, Krismasyon, Tövbe ve Günah Çıkarma, Yağ sürme, Ruhbanlık, Evlilik (ç.n.)]
70
... yasadışı bir biçimde gümüş ya da altın bir madeni para
basmış biri... [kişi cezalandırılır, ama para geçerlidir]. ... korkaklığı
yüzünden savaştan kaçan askerin bedenine character militiae damgası
vurulur.
72
aporetik çıkışsız
74
Nasıl ki paranın değişim değerine sahip olabilmesi için
“bir karakter ile basılmış olması” ve nasıl ki savaşabilmek için askerin bir
karakter taşıması gerekiyorsa, aynı şey inanan için de geçerlidir, inanan dini
kültün eylemlerini yerine getirebilmek için karakter tarafından
işaretlenmelidir.
75
teürji ... kozmik
veya doğaüstü güçlerin ve ilişkilerinin incelenmesi ve bu güçlerin
kullanılması...
Biz
anlamadan da, aynı simgeler/göstergeler kendi başlarına kendilerine özgü işi
yaparlar ve bu simgelerin gönderme yaptığı tanrıların kelimelere sığmaz gücü,
bizim bilgimizin rehberliğine gerek duymadan, kendilerine özgü imgeleri kendi
başlarına tanırlar... [Giamblico, 1516]
ergon eser
... yapıtının/asıl performansının (opera) [alethes ...
ergon]
76
Kurban sırasında semboller ve sinthemata’lar, yani
göstergeler ve sakramentler olduğu zaman, din adamı maddi şeyleri kullanır,
bunlar sayesinde dış dekoru gerçekleştirir; ama sakramente etkili gücünü verip
damgasını vuran Tanrı’dır. [Giamblico, 1516, 7]
Hem teolojik sakrament karakteri öğretisi, hem de tıbbi
işaretler öğretisi büyük bir ihtimalle köklerini bu türden sihirli-teurjik bir
geleneğe borçlu olmalılar. ... şeylerde görünür işaretler...
77
“... aslında benzerlik, tek tek şeyleri birbirine
bağlamayı sağlayan yeterli nedendir” [Proklos]
80
[Warburg’un hayatının son yıllarını adadığı bulmacamsı Bilderatlas
Mnemosyne’si] [Pathosformel kavramı] Atlasın yetmiş dokuz panosunun
her birini oluşturan (aslında, özellikle Warburghaus fotoğraf laboratuarında
basılmış ve banyo edilmiş fotoğraflar olan) imgeler, (normal sanat kitaplarında
olduğu gibi) fotoğrafı çekilen ve bu yüzden eninde sonunda başvurmak ve yönelmek
zorunda kalacağımız nesnelerin ya da eserlerin röprodüksiyonları olarak
algılanmamalıdır. Tam aksine o imgeler, kendinde değerli şeylerdir...
... Warburg, gerçekte biliminkinden çok büyününkine yakın olan bilim ötesi bir
terminoloji ile, Pathosformeln’leri, santçıyla (ya da araştırmacıyla)
her karşılaşmalarında etkililiklerini yeniden kazanan “bağlantısız
dinamogramlar” olduklarını ifade edebilmiştir. ... onun kavramaya çalıştığı Pathosformeln,
... göstergeler ya da semboller değil, işaretlerdir; ... bir işaretler
arkeolojisidir.
81
Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler’de
Paracelsus’un tezini anar. Üstelik bunu işaretler kuramını Rönesans
epistemesine yerleştirdiği anda yapar. Foucault’ya göre, bunda, XVI. yy’ın
sonuna kadar sadece metinlerin yorumu ve tefsirine değil, aynı zamanda insan
ile evren arasındaki ilişkilerin yorumu ve tefsirine de egemen olan benzerliğin
gerçekleştirdiği belirleyici bir işlev vardır. Ama analoji ve denkliklerin,
benzerlik ve yakınlıkların oluşturduğu yoğun doku tarafından idare edilen bir
dünyanın, bize onları tanımayı öğretecek işaretlere, markalara ihtiyacı vardır.
“İşaretsiz benzerlik yoktur. Benzerin dünyası işaretlenmiş bir dünyadan başka
bir şey olmaz” (Foucault, 1966, 40), ve benzerliklerin bilgisi işaretlerin ve onların
şifrelerinin çözümü üzerinde temellenir... [burada geçen
“yoğun doku” ifadesini dikkate alarak, bu ifadeyi, örneğin Kliniğin Doğuşu’nda,
tıbbi ifadelerin doku üzerinden sözel ifadelere, daha sonra görsel ifadelere
dönüşen süreci tekrar gözden geçirildiğinde, bu paragraf ve “yoğun doku” ifadesi
daha anlaşılır olabilir.]
83
Benzerliklerin
hermeneutiği ve işaretler göstergebilimi kararsızlıklar olmadan örtüşselerdi,
her şey doğrudan ve apaçık olurdu. Ama grafizmi oluşturan benzerlikler ile
söylemi oluşturan arasında bir boşluk/kertik [cran] olduğundan, bilgi ve
onun sonu gelmez araştırmaları, kendilerine ait yeri bu noktada bulurlar:
Benzer olandan onun benzediği şeye doğru giden durmak bilmez bir zig zag içinde
hareket ederek hiç ara vermeden bu mesafenin her yanına ağ gibi yayılmak
zorunda kalacaklardır (Foucault, 1966).
[Enzo Melandri’nin 1970’de Kelimeler ve Şeyler
üzerine bir yazısı...] Melandri, Foucault’da göstergebilim ve hermeneutiğin
örtüşmemesinden yola çıkarak, işareti birinden diğerine geçişi sağlayan şey
olarak tanımlar...
84
Göstergebilim ile hermeneutik arasında doğallıkla geçiş
olmadığı, hatta aralarında aşılması mümkün olmayan bir boşluk, bir sapma olduğu
fikri Emile Benveniste’nin araştırmalarının son sonuçlarından biridir.
[1969’daki bir metninde] ... Benveniste dilde, iki ayrı ve karşıt düzleme denk
düşen “bir çifte anlamlılık” olduğunu belirtir: Bir yanda göstergebilim
düzlemi, öte yanda anlambilim düzlemi yer alır.
Anlamsal
düzen sözce dünyası ve söylem evreniyle özdeştir. İki farklı ve birbirinden
ayrı nosyon düzeninin ve iki kavramsal evrenin söz konusu olduğunu, her ikisi
için de farklı geçerlilik ölçütleri isteniyor olmasına dayanarak
gösterebiliriz. Göstergesel düzlem (gösterge) tanınmalıdır; anlamsal düzlem
(söylem) anlaşılmalıdır (Benveniste 1974).
Benveniste’e göre, Saussure’ün dili sadece bir göstergeler
dizgesi olarak algılama girişimi yetersizdir ve göstergeden söze nasıl
geçildiğini açıklamaya izin vermez. Dil göstergebilimi, yani dilin bir
göstergeler sistemi olarak yorumlanması, “yaratılmasını sağlayan gereç olan
gösterge tarafından paradoksal bir biçimde engellenmiştir”. Saussure’ün
ölümünden sonra yayımlanan notlarında sezmiş olduğunu gördüğümüz gibi, eğer
dilin bir göstergeler sistemi olduğu varsayılırsa, bu göstergelerin nasıl
söyleme dönüştüğünü açıklamaya izin veren bir şey yoktur...
86
“Göstergenin dünyası, aslında kapalıdır. Göstergeden
tümceye geçiş yoktur, ne dizimsellik yoluyla ne de başka bir biçimde. Bir
boşluk onları ayırır” (Benveniste).
Benveniste’in Sémiologie de la langue başlıklı
çalışmasını yayımladığı yıl, Foucault da Bilginin Arkeolojisi’ni
yayımlar. ... [Bilginin Arkeolojisi’nde], sözceler sadece söyleme
(anlamsal düzleme) indirgenmezler, çünkü Foucault, sözceleri gerek tümceden,
gerek önermeden ayırmak için büyük bir özen gösterir (sözcenin, “önermenin
yapısı tanımlandıktan ve bir kez çekilip alındıktan” sonra kalan şey, bir çeşit
artık öğe, bir çeşit “gerekli olmayan malzeme” olduğunu yazar.
87
Sözce
(her ne kadar kendi tekilliklerinde, doğal ya da yapay bir dil dizgesinin
içinde tanımlanabilen göstergelerden oluşmuş olsa da) ne bir dil biçiminde,
(her zaman belli bir maddilik ile donanmış ve her zaman uzamsal-zamansal
koordinatlara göre yerleştirilir olsa da) ne de algıya sunulu nesneler biçiminde
var olur. Sözce; tümce, önerme ya da dilsel edim türünden bir birim değildir;
aynı ölçütlerle tanımlanamaz, ama kendi sınırlarına ve bağımsızlığına sahip
maddi bir nesne gibi bir şey de değildir (Focault, 114).
Sözce
demek ki bir yapı değildir... göstergelere ait olan bir var oluş işlevidir...
89
... “dili gönderme yaptığı yönde değil de,
bilinebilirliğini ortaya çıkaran boyutta sorgulamak” [Foucault, Bilginin
Arkeolojisi, 146) gerekir; onu kavramak için, ... “söylemsel pratiklerin”,
yani “belli bir çağda ve belli bir toplumsal, ekonomik, coğrafi ya da dilsel
ortamda sözceleme işlevinin uygulanmasının koşullarını tanımlayan, daima zaman
ve uzamda belirlenen adı konmamış tarihsel kurallar bütününün” üzerinde
durulması gerekir.
Tıpkı işaretler gibi, sözceler de, ne salt gösterge, ne
henüz söylem, ne göstergesel ne anlamsal olandır, sözceler anlamsal ilişkiler
kurmadıkları gibi, yeni anlamlar da yaratmazlar, yaptıkları şey, göstergeleri
var oluş düzeylerinde gösterip işaretlemek ve “onları karakterize edip
kendilerine ait özelliklerini belirginleştirmektir” ve bu biçimde, onların
etkililiğinin gerçekleşmesini sağlayıp yerlerini değiştirirler. Sözceler,
göstergelerin var olmak ve kullanılmak için aldıkları işaretlerdir, bir şeyi
anlamlandırırken, silinmez karakterleri onları işaretleyerek yönlendirir ve
belli bir bağlamdaki yorum ve etkililiği belirler. Sözceler, tıpkı, madeni
paraların üzerindeki işaret gibi, astrolojinin gökyüzündeki dekanları ve takım
yıldızlarının figürleri gibi, göz otunun taç yaprağındaki göz biçimli leke gibi
ya da vaftiz töreninin vaftiz edilenin ruhuna kazınan karakterinin yaptığı
gibi, zaten ta en başından beri, ne göstergebilim ne de hermeneutiğin pragmatik
olarak tüketmeyi başarabildiği göstergelerin yaşamına ve kaderine karar vermişlerdir.
91
[Foucault, Bilginin Arkeolojisi] Sözce, “bir yapı
değil de bir varoluş işlevi” olduğundan, gerçek özelliklerle donatılmış bir
nesne değildir, saf bir varoluştur, aslında sadece belli bir kendiliğin -dilin-
gerçekleşmesi, yer bulmasıdır.
95
[İtalyan tarihçi Carlo Ginzburg, bir makalesinde işaret
kavramının tarih içerisindeki kullanımlarının haritasını çıkarmıştır] Söz
konusu makalede Ginzburg’un Galileo’nun bilim modelinden ayırt etmek için
“emarelere dayalı” olarak tanımladığı bir epistemolojik paradigmayı yeniden
oluşturduğunu hatırlamak yeterlidir. Bu paradigma “konu olarak vakaları,
durumları, tek tek belgeleri ele alan tekil olarak ele alındıklarından kaçınılmaz
bir rastlantısallık (belirsizlik) marjına sahip sonuçlara ulaşan büyük ölçüde
niteliksel disiplinlerle” ilgilidir.
96
[Giovanni Morelli] Burckhardt ve Freud’un hayranlığını,
söz konusu işle uğraşanların nefretini kazanmış olan “Morelli yönteminin”
yeniliği... ... o zaman kadar sanat tarihçilerinin yaptığı şeyin tersine ...
“... tırnak gibi iğrenç bir şeyin biçimi” gibi önemsiz ayrıntıları
incelemesinden kaynaklanıyordu.
97
[Edgar Wind]... eserin yaratıcısının kimliğinin, eseri
ortaya çıkarmak için gösterilen çabanın çok yoğun olmadığı yerlerde aranmasına
dayanan Morelli ilkesinin, küçük bilinçdışı jestlerimizin karakterimizin gizli
yanını ele vereceğini söyleyen modern psikoloji ilkesini hatırlattığını
gözlemlemiştir.
99
[Benjamin] [mimetik yetiye ayırdığı iki fragman] ...
Benjamin’in orada “taklit öğesi” ya da “maddi olmayan benzerlik” dediği şey,
hiç kuşku yok ki, işaretler alanına gönderme yapar. Özellikle insana özgü bir
yeti olan benzerlikleri algılama yetisinin filogenetiğini yeniden oluşturmaya
çalışır ve onu bizim dekadan çağımıza kaydeder... [bunu yeni bir dil öğretisi
şeklinde sunar]. ... dil -ve, onunla birlikte, yazı- bir çeşit “duyumsanmayan
denklikler ve benzerlikler arşivi” gibi görünür. Bu arşivde, bu benzerlikler
“sadece söylenen ve kastedilen arasındaki gerilimleri değil ama aynı zamanda
yazıla ve kastedilen ve bir başka deyişle söylenen ve yazılan arasındaki
gerginlikleri” temellendirir ve birbirine ekler.
100
“Böylece dil mimetik davranışın en yüksek aşaması ve
duyulabilir olmayan benzerliklerin en mükemmel arşivi olabilir...” [Benjamin,
1977].
101
İmgelerin
tarihsel ipucu onların sadece belli bir çağa ait olduklarını değil, ama ancak
belli bir çağda okunabilirliğe (anlaşılabilirliğe) ulaştıklarını söyler... Her
şimdi kendisine eş zamanlı imgelerce belirlenmiştir: Her “şimdi” belli bir
tanınabilirliğin şimdisidir... Şimdiye ışık tutan geçmiş değildir ya da şimdi
ışığını geçmişe tutmaz, ama imge olmuş olanı, tıpkı bir anlık bir ışıkta olduğu
gibi, şimdi ile bir küme içinde birleştiren şeydir. Başka bir deyişle: imge,
başka çıkış yolu olmadığından devinimsizce beklemede kalan diyalektiktir
(Benjamin 1982).
103
... modanın işareti, ... geçmişin işaretleriyle ancak
(kronolojik olmayan) kairolojik bir ilişkide yaşar.
104
indicium, index göstermek
(sözcük ile göstermek, söylemek)
105
[ritüelin gücü, yani “zorunlu kılan ama taklit edilmiş
bile olsa, maddi olarak bir şiddet eylemine başvurması gerekmeyen bir güç”...]
... “sivil güç ... sözle söylenen güçtür” ... Hukuk alanı, yani etkili bir
sözün alanı, her zaman ilan etmek, törensel bir biçimde beyan etmek, hukuka
uygun olanı söylemek ve etkili sözcüğü söylemek olan bir “söylemek”
alanıdır. Eğer bu doğruysa, hukuk, sözün etkisinin kendi anlamını aştığı (ya da
ona gerçeklik kazandırdığı) en alasından bir işaretler alanıdır ... Dil
anlamlamanın yeri olmazdan önce (ya da daha doğrusu, anlamlamanın yeri
olmasıyla birlikte) işaretlerin yeridir ve işaretler olmadan gösterge işlevini
yerine getiremez. Dilin büyü ile sınırdaşmış gibi göründüğü söz edimleri
(speech acts) dilin “işaretlemeye uygun” olan bu arkaik doğasının en
görünür kalıntısıdır.
107
Sekülerleşme, modernitenin kavramsal sisteminde onu
teolojiye yeniden gönderen bir işaret olarak iş görür.
108
... XX. yy düşüncesinin hiç de hafife alınamayacak bir
bölümünün temelinde bir işaret mutlaklaştırması, yani işaretin anlamlamaya göre
kurucu üstünlüğü ile ilgili öğreti gibi bir şey varsaymak gerektiğini söylemek
yanlış olmayacaktır.
110
pleroma
(tam) doluluk
kénosis
(öz) boşluk
[Foucault’nun arkeolojisi] ... işaretten ve onun
anlamlamaya göre fazlalığından yola çıkar. ... Bilginin Arkeolojisi’nde
işaretler arşivi, her anlamlı söylemde kayıtlı bulunan anlamsal olmayan kitleyi
toplar ve söz edimlerini karanlık ve anlamsız bir kıyı gibi çevreleyip sınırlar
ve bununla birlikte, göstergelerin işleyiş ve varoluş koşullarına, anlam üretme
koşullarına, zaman ve mekanda birbirlerinin ardı sıra ve yan yana yer alma
koşullarına karar veren kurallar bütününü tanımlar.
III. Felsefi Antropoloji
115
Bir “felsefi antropoloji” fikri ilk kez Kant’ta görülür.
1791 Metafiziğin İlerlemesi Üzerine... [bu metninde “felsefi bir felsefe
tarihinin” olanaklılığını sorgular. Böyle bir tarih, diye yazar “tarihsel ve
bilgikuramsal olarak kendi içinde mümkün değildir. Böyle bir tarih aklın facta’larını
gözler önüne serse de, onları tarihsel anlatıdan ödünç alamaz, yapması gereken
onları felsefi bir arkeoloji olarak insan aklının doğasından çekip almaktır.”
Böyle bir arkeolojide örtük olarak bulunan paradoks şudur: ... “şurada burada
rastgele doğmuş fikirlere” ait bir tarih söz konusu olamayacağından, bu tarih,
bir başlangıçtan yoksun olma ve bir “meydana gelmemiş şeyler” tarihi önermenin
tehlikesini yaşar.
116
“Meydana gelmemiş şeylerin tarihi yazılamaz, böyle bir
tarih için sadece malzeme toplanır ve hazırlık yapılır”. “Her tarihsel bilgi
ampiriktir...” ... “Felsefe tarihi öylesine özel bir türe aittir ki, onda,
neyin meydana gelebileceği ya da gelmesi gerektiğini bilmeden önce, meydana
gelen şey ile ilgili hiçbir şey anlatılamaz.” [Kant]
[Kant’ın “felsefi arkeoloji” dediği bilim...] Bu arkeoloji
bir “tarih” olarak ortaya çıkar ve bu
haliyle, kendine özgü kökeni üzerine sorgulama ve araştırma yapmadan edemez:
ama deyim yerindeyse nesnesi insanlığın bizzat ereği, yani aklın çalışması ve
gelişmesiyle örtüşen a priori bir tarih olduğu için, aradığı arche
asla kronolojik bir veri ile özdeşleşemez, asla “arkaik” olamaz. Dahası,
felsefe sadece ve sadece olmuş olanla değil, olması gereken ya da olabilecek
olanla ilgilendiğinden, tıpkı felsefenin tarihinin “meydana gelmemiş şeylerin
tarihi” olması gibi, felsefenin de belli bir anlamda henüz oluşmamış bir şey
olması onun kaçınılmaz yazgısıdır.
117
... Kant “her filozof deyim yerindeyse eserini, bir başka
eserin kalıntıları üzerine inşa eder” ve “felsefe, henüz oluşmadığından,
öğrenilmesi mümkün olan bir şey değildir” diye yazabilmiştir. Arkeoloji, bu
anlamda, bir kalıntılar bilimidir, bir “kalıntıbilimdir”, nesnesi, kelimenin
tam anlamıyla aşkınsal bir ilke oluşturmasa da, ampirik açıdan mevcut bir bütün
olarak asla gerçek anlamda oluşturulamaz. Archai’ler oluşabilecek ya da
oluşması gereken şeylerdir, belki de bir gün oluşabileceklerdir, ama şimdilik,
sadece kısmi nesneler ya da kalıntılar halinde bulunmaktadırlar. Gerçekte var
olmayan filozoflar gibi, onlar da sadece ... arketipler ya da orijinal imgeler
olarak elde edilirler. Dahası, “Bir arketip ancak eğer ulaşılamaz olursa,
arketip olarak kalır. Yön göstermek için kullanılan ince bir kordon olarak işe
yarayabilirler sadece” (Kant, 1973).
118
[Nietzsche’ni köken araştırmasını reddetmesi...]
119
“Soybilimci, temelsiz ve boş köken fikrini defetmek için
tarihe gereksinim duyar.” [Foucault]
... bir şeyi -bir hayalet, bir şeytan, bir tehlikeyi-
defetmek için her şeyden önce onu çağırmak gerekir. ... Özneden kesin bir
biçimde kurtulabilmek için, tarihin örüntülerinde öznenin oluşumunu açıklayacak
düzeyde olmak gerekir.
120
“Soybilim demeyi yeğlediğim şey budur: bilgilerin,
söylemlerin, nesnelerin ait olduğu alanların vb., bir özneye gönderme yapmak
zorunda kalmadan açıklanması.” (Foucault)
Her tarihsel araştırmada kronolojik köken konumuna
yerleşmeyen ama niteliksel bir başkalık gibi bir konuma yerleşen, türdeş
olmayan bir katmanın ya da bir uç noktanın saptanması ... Franz Overbeck’e
borçlu olduğumuz bir şeydir.
123
Bir kitabı ele alalım. ... “yazarın ve bizzat kendisinin
kendi içinde tamamlanmış birliği olarak iş görür... [Overbeck]
126
Urgeschichte (tarihöncesi) ve Entstehung (ortaya
çıkış noktası)
128
epoche [askıya alma]
[Georges Dumézil] yapısalcılık -> “tarihsel”
131
“Arkeoloji” terimi [Michel Foucault] ... tarihten farklı
olarak, hem paradigmatik hem aşkınsal bir boyutun araştırması olarak sunulur,
bu bir çeşit “tarihsel a priori”dir, onda bilgiler ve bilinenler kendi
olanaklılık koşullarını bulurlar.
132
tarihsel a priori oksimoronu
133
tarihsel a priori
[Marcel Mauss]
135
apocatastasise [ilk
ya da kökensel durumun yeniden tesisi]
136
Bir kültürün temelindeki matris ve kodların açıklaması...
paradigmatik matris [Foucault]
138
... kültürümüzün mantığını tanımlayan tüm ikili
karşıtlıklar...
139
… ayrımsal ve bütünleyici (diferensiyal ve integral)…
“Geleceğe geri giderek gireriz.” [Valéry]
Eğer Benjamin’in meleği, gözü geçmişte takılı kalmış
halde, geleceğe doğru ilerlemekteyse, Melandri’nin meleği geleceğe doğru bakarak,
geçmişe geri gitmektedir. Her ikisi de, göremeyecekleri ve bilemeyecekleri bir
şeye doğru yollarına devam edip ilerler.
145
Yaşanmamış geçmiş yalnızca bu noktada, olmuş olduğu şey
olarak, yani şimdinin çağdaşı olarak ortaya çıkar, ve bu biçimde ilk kez
erişilebilir hale gelir, kendini “kaynak” olarak sunar.
148
... “her imgeleme, eğer sahici olmak istiyorsa, düşlemeyi
öğrenmek zorundadır; ve ‘poetik sanat’, ancak, imgelerin cazibesinin parampaça
edilmesi öğretildiğinde anlam kazanır...” [Foucault, 1994, Dits et écrits, 4
voll.]
150
Arkeologun hareketi (ya da hayal gücü), alanı,
bilinçdışının fantazmalarından ve tarihe erişimi engelleyen geleneğin sıkı
ağlarından boşaltıp temizlemiş olduğu, olacak olmuş o geçmiştir.
.
.
.