.
.
.
.
.
Huzur (1949)
Ahmet
Hamdi Tanpınar
Dergah Yayınları, 1986
İstanbul
Ahmet
Hamdi Tanpınar (1901-1962)
1943
Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi'nin Rüyaları (hikaye) 1943
1946
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (deneme) 1946 (Dergâh Yay. 2004)
1949
Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (monografi) 1949
1949
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (roman) 1949 (Dergâh Yay. 2004)
1955
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru (hikaye) 1955
1961
Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler 1961
1962
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri
Ayarlama Enstitüsü (roman) 1962 (Dergâh Yay. 2004)
1967
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal (deneme) 1967
1969
Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (deneme) 1969
1970
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi (deneme) 1970
1973
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (roman) 1973
1975
Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste (roman) 1975 (Dergâh Yay. 2003)
1976
Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri 1976 (YKY 1999)
1983
Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikayeler (1983) (Dergah 2002)
1986
Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (roman) d1986
5
(Tanpınar Hakkında Birkaç
Söz) … Edebiyatta değer … insanı ve hayatı derinlik ve bütün zenginliği ile
ifade etmesi … edebiyatın politik ve sosyal gayelerin emrinde bir propaganda
vasıtası olmasına karşı çıkmışlardır. … edebiyat, tıpkı resim ve musiki gibi
“güzel sanat”tır. … boya ve ses yerine dil.
Yahya Kemal (hocası),
Ahmet Haşim, Halit Ziya Uşaklıgil
29
Annesi biraz geriye
çekilerek ona yer açtı. Mümtaz bu genç kızı yalnız birkaç saat gördü. Fakat o
geceden sonraki uykularında, onun, bütün gece vücudunda duyduğu yakınlığının
verdiği duyguyu duydu. Uzun zaman, o gece birkaç kere olduğu gibi, onun kolları
arasında, onun göğsünde ve saçları yüzünü örtmüş, yahut alnı nefesiyle buğulu
uyandı. Genç kız ikide bir teheyyüçle uyanıyordu. O zaman kesik, adeta insan
dışı hıçkırıklarla inliyordu. Bu, belki annesinin dalgın sükutu kadar acı
birşeydi. Fakat uykuya dalar dalmaz, bacakları ve kollarıyle Mümtaz'ı kavrıyor,
sanki annesinin koynundan zorla çekiyor, yüzü bütün bir saç ve nefes
kalabalığıyle yüzüne geçiyor, yahut onu göğsünün tam ortasına çekip
bastırıyordu. Mümtaz sık sık bir kucaklayıştan veya iniltilerden uyandıkça, bu
yabancı ve bilinmedik iştihalarla dolu vücudu bu kadar kendisiyle iç içe
görmekten şaşırıyor, bütün vücuduyla, bir akşam evvel ilk tecrübesini yaptığı
ölümden başka türlü ölmeye hazır bu vücut, yaklaştığı her şeyi adeta nefesinde
yumuşak bir maden gibi eriten bu nefes bu acayip ve gergin yüz onu korkutuyor,
hala yanmakta devam eden gaz lambasının ışığında gözlerinin kendinde olmayan
pırıltısını görmemek için gözlerini yumuyordu.
30
Sanki kendi başına işleyen
bu ten iştihasının, bu sıcak sokuluşun ve onların boşluğunu tam zıddıyle
dolduran iniltilerin hiç tatmadığı cinsten bir büyüsü vardı. Onun için bir
türlü bu kucaklayıştan kendisini kurtaramıyor, ılık ve kokulu bir suda uyumuş
yorgun bir insanın hem boğulmaktan korkan, hem de uykunun uyuşukluğundan
kendisini bir türlü kurtaramayan o garip ve ikizli haliyle onlara kendisini
terkediveriyordu. Bu, o zamana kadar tatmadığı bir duyguydu. O zamana kadar
muayyen duyumların ötesine geçmeyen vücudu, sanki yepyeni bir dünyaya
açılmıştı; bir nevi sarhoşluk içinde vücudunun hiç bilmediği ve tanımadığı
noktalarına, sade lezzet anları taşınıp duruyordu, içinde bazı uyku sonlarını
andıran çok lezzetli bir tükenme duygusu, hatta bu sıcak, kavrayış ve
sokuluşların içinde bir tükenme arzusu vardı. Ve bu arzu en son haddine, şuurun
kaybına vardığı, insan ve etrafının adeta birleştiği anda bütün o yorgunluk ve
acıların harap ettiği beden birden bire uykuya geçiyordu.
behemahal:
ne yapıp edip, her durumda, kesinlikle, mutlaka.
el kasibu habibullah: "kazanan, allah'ın sevgili kuludur.",
“Çalışıp kazanan Allah’ın dostudur.”
manasına gelen hadis; islam'ın kapitalist görüşlü bir din olduğuna kanıt
hadis. (ekşi)
tecessüs:
Belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma…
35
… pencerelerden bir fütürist tablo gibi sade göz, sade
kulak ve tecessüs, yahut arzulu kadın başları uzanıyor, …
… dünyanın en sulhperver
hayvanlarına, iri develere güreş yaptırıyor, tabiatın bu ölçüsüz ve sakin
mahluklarını insan aklına uymuş görmekle herkes mesut oluyordu.
munis:
alışılan, cana yakın, uygun
36
… tabiatın bize her
taraftan “ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyuncağı oldun, gel, bana dön,
terkibine karış, her şeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusunu uyursun”
dediği saatti.
43
… çocukların güneşte
kırılmış ayna gibi insana batan berrak çığlıklarla gülüp konuşmadıkları bir yer
…
47
Sonra memlekete dönünce
birdenbire hepsini, en sevdiği şairleri bile bırakmıştı. Garip bir şekilde
yalnız kendimize ait olan şeylerle uğraşıyor, yalnız onları sevmeğe
çalışıyordu. Baki’yi, Nef’i’yi, Naili’yi, Nedim’i, Galip’i Dede ile, Itri ile
beraber Mümtaz’a o aşılamıştı.
51
Mümtaz: “… Bunlar sonu
cemiyete dayanan realiteler olsa bile, bizi kendimizi inkara değil, şartları
değiştirmeye götürmelidir. Elbette ki bizden mesut memleketler ve vatandaşları
vardır; elbette ki iki asırlık hezimetlerin, çöküntülerin, henüz kendi
şartlarını bulamamış bir imparatorluk artığı olmamızın bir yığın neticesini
hayatımızda, hatta etimizde duyacağız. Fakat bu ıztırabın bizi inkara
götürmesi, daha büyük bir hezimeti kabul değil midir? Vatan ve millet, vatan ve
millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa edilir, red veya
kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için değil…”
52
Bununla beraber yine
ayaklarının dibinde otlayan ve hareketleriyle bir Dufy (Raoul Dufy 1877-1953) fırçasının o her teferruatı ayrı ayrı
ve müstakil form olarak sayan denizleri gibi küçük bir rüya sürüsü toplanmıştı.
56
halita:
alaşım
64
ledün:
tanrı katı
67
Mümtaz'a göre Mahûr Beste
Dede'nin bazı beste ve semaileri gibi, Tab'i Efendinin Beyati yürük semaisi
gibi hususi yürüyüşü olan, insanı büyük manasında kaderle karşılaştıran bir
parçaydı.
68
Çarşı kalabalık, serin ve
uğultuluydu. Küçük dükkanların hemen her tarafına bir yığın insan elbisesi,
hazır hayat şekilleri, müstakil, dört tarafı kilitli talihler gibi asılıydı.
Bir tanemizi al ve giyin ve öbür kapıdan başka bir insan olarak çık!
69
Şu dakikada iyi bir Bonnard'ın (1867-1947) karşısında
bulunsa, yahut Beylerbeyi sarayının üst katında denize baksa, Tab'i Mustafa
Efendiden bir beste dinlese veya çok sevdiği Sihirli Flüt'ü çalsalar, yine buna
benzer şeyler duyacaktı. Kafası, üstüvanesi altından geçen her şeye kendi
içindeki ufuneti basan, böylece manasını ve şeklini örtüp kaybeden bir küçük el
tezgahına benziyordu. Mümtaz buna "soğuk baskı" derdi.
70
ulviyet:
yücelik
vuzuh:
açık olma durumu, açıklık
sanem:
put, çok güzel kadın
80
"... ölüm muhakkak
bir akıbet... Fakat madem ki hayat denen piyango beni teşkil eden adem
parçasına isabet etmiş. Madem ki kainat, her zerresiyle benim için canlanmış, o
halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu acayip Walt Disney oyununda
sonuna kadar payımı almalıyım!"
üstüvane:
silindir
ufunet:
pis koku, cerahat
82
aksülamel:
tepki, reaksiyon
85
Hakikaten bu kızda
(Muazzez) hoşuna giden bir taraf vardı. Zalim, şımarık, hodbin, beyinsiz, fakat
güzeldi. Bir meyva gibi tatlı ve çekiciydi. Onu beğenmek, sevmek, arzu etmek
için hiçbir hazırlığa ihtiyaç yoktu. Kumral saçların daima değişen, daima
dalgalı çerçevesinden bu yüzü kendine doğru çekmek, bu dişlerin parıltısını
öperek, ısırarak kapatmak yetişirdi. Kuyu gibi, fakat aydınlık, lezzetli bir
an. Ondan ötesini düşünmek, bir ufuk aramak manasızdı. O, kendisinde başlar, kendisinde
biterdi. O kadar ki, doğrudan doğruya telkin ettiği şeyleri bile, bir an
düşündükten sonra insan vazgeçebilir, yoluna gidebilirdi.
87
Biraz ileride arkasına
dönüp baktı. Sarı kostüm ve kırmızı emprime, yine yan yana idiler, yine
Muazzez'in etekleri İclal'in elbisesini küçük çarpışlarla okşuyordu. Fakat
artık kol kola değildiler ve adımları, aynı düşüncenin ritmini dokumuyordu.
90
teganni:
şarkı söyleme
93
Sonra kalktım; balkona
çıktım. İsveç usulü üç-dört derin nefes aldım. Şimdi de Büyükada'ya gidiyorum.
Utanmasa, yaşım yirmialtı, Emirgân'da, tepede güzel bir evde oturuyorum, kötü
dansederim; balıkta sabırsızlık yüzünden şansım yoktur, fakat iyi yelken
kullanırım. Hiç olmazsa deniz kazalarından kurtulmakta birinciyim. Hatırınız
için her gün iki tabak semizotu yiyebilir, hatta içtiğim sigaraları bir pakete
indirebilirim, diye tamamlayacaktı.
95
- Plakları buldun mu?
- Buldum. Ama biraz eski.
Fakat asıl bilmediklerimiz, hiç tanımadığımız parçalar var! İhsan ki bu işe o
kadar meraklıdır, o halde mevcudun yüzde birini bilmiyoruz, diyor. Biri çıksa
da şunları tanıtsa, notaları neşredilse, diskleri yapılsa, hülasa, şu piyasa
musikisinden bir parça kurtulsak! Düşün bir kere, Dede gibi bir adamı
yetiştirmişsin. Seyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş,
muazzam eserler vermişler. Benliğimizin bir tarafı yapılmış. Sen farkında
değilsin; ruh açlığı içindesin... Felaket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi
mi, çoğu ezbere olan bu eserler kaybolacak. Meselâ tek başına Münir Nurettin'in
bildiklerini düşün.
109
haşiye:
dipnot
Mesele, okuduklarımızın
bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okuduğumuz zaman hayatın haşiyesinde
dolaştığımızı biliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatandaşı olduğumuzu
hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hülasa (sözün kısası), çoğumuz seyahat eder
gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Mesele burada. Halbuki kendimize
mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz.
110
Sonra da kendimize mahsus,
şartlarımıza uygun yeni bir hayat kurmağa çalışacağız. Hayat bizimdir; ona
istediğimiz şekli vereceğiz. Ve o şeklini alırken, kendi şarkısını yapacak.
Fakat fikre, sanata hiç karışmayacağız! Onları hür bırakacağız. Çünkü, onlar
hürriyet, mutlak hürriyet isterler. Masal bir anda, biz istiyoruz diye teşekkül
etmez. O hayatın içinden fışkırır. Hele mazi ile bağlarımızı kesmek,
Garba kendimizi kapatmak!
Asla! ne zannediyorsunuz bizi! Biz Şark'ın en klasik zevkli milletiyiz. Herşey
bizden bir devam istiyor.
- Eskiyi devam ettirdikten
sonra, yeni hayat şekli aramak ne için?
- Hayatımızın henüz şekli
yok da onun için! Zaten hayat tanzim edilmeye daima muhtaçtır. Hele asrımızda.
- O halde maziyi tasfiye
ediyoruz?..
- Elbette... Fakat
icabeden yerlerde. Ölü kökleri atacağız; yeni bir istihsale gireceğiz: Onun
insanını yetiştireceğiz.
istihsal:
üretme, üretim
113
Hangimiz yıldızlı bir
gecede kainatı bütün ağırlığıyla sırtımızda taşımayız. Hiç bir şey insanoğlunun
cesareti kadar güzel olamaz.
118
Fâhir bu sefer hakikaten
gafil avlandı ve karşısındakine bir saniye için hayretle baktı. Fakat Emma,
uzakta ilk mimozaların arasında tropikal bir lacivertlikle uzanan denize
dalmıştı.
119
mukaddime:
önsöz, bir olayın başlangıcı
127
istihza:
gizli veya ince alay
istihfaf:
küçümseme, hor görme, hafifseme
133
füsun:
sihirli, büyülü, afsunlu
150
Herkesin bir talihi var.
Ne bileyim, ben, bu talihi kendinden iç dünyasından bir şeyler katarak yaşamayı
seviyorum. Yani sanatı seviyorum. Belki o bizi ölümün en iyi, en rahatça kabul
edebileceğimiz çehreleriyle karşılaştırıyor. Şurası muhakkak ki, bir insanın
hayatı bazan bir sanat eseri kadar güzel olabiliyor.
153
Nuran duvarlardaki
yazıları okumağa çalışarak, eski aynalarda kendi hayalini seyrederek
dolaşıyordu. Herşeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu, tarih içinde kendi
kokumuzdu, ne kadar bizdik.
... Ben Nuran'ın.
Kandilli'de otururum. 1937 senesinde yaşıyor, aşağı yukarı zamanımın elbisesini
giyiyorum. Hiçbir elbise ve hüviyet değiştirmeye hevesim yok. Hiçbir ümitsizlik
içinde değilim ve bu aynalar beni korkutuyor.
154
Tıpkı babasının kendisine
öğrettiği o Hint şalı renkli, ağır, işlenmemiş mücevher parıltılı besteler
gibi...
157
Hûlasa uzviyetinin ve
muhayyilesinin yaptığı bir büyü içinde idi.
164
ferace:
kadınların sokakta giydikleri, mantoya benzer, arkası bol, yakasız, çoğu kez
eteklere kadar uzayan üst giysisi.
yaşmak:
kadınların ferace ile birlikte kullandıkları, gözleri açıkta bırakan, ince yüz
örtüsü.
Bu üç günde büyükannesinin
hayali onu hiç bırakmamıştı. Tâ çocukken eski bir sandıkta bulduğu çok soluk
dakarotip resmin sahibi, beyaz ferace ve yaşmağı, solgun ay ışığı yüzü ve bir
uçurumun başında uyanmış ceylan bakışlarıyla kendisine o kadar meçhul iştihalar
ilham eden, eski şeylerin zevkini
veren, eski beste ve
şarkıları onun için bir yaşama iklimi yapan kadın, şimdi Nuran'a bütün iç hayatını
inkâr ettirmeye çalışıyordu. Sanki bu soluk resim her lahzada canlanıyor,
"ben diyordu, çok sevildim, onun için bana muhtaç olanların hepsi bedbaht
oldular. Kendi yakınında bu kadar canlı bir örnek varken, nasıl cesaret
edebiliyorsun?..."
166
"Kim bilir, demişti,
belki de çocukluğumda maziden gelen her şeyi inkâr ettiğim için eskiyi bu kadar
seviyorum. Yahut da büsbütün başka bir şey olabilir. Biz üç batın evvel köylü
idik. İntibakımızı tamamlıyoruz. Annem eski musikiyi severdi. Babam ise hiç anlamazdı.
İhsan için bir nevi musikişinastır, diyebilirim. Ben ise onu hayatıma
naklettim. Bütün tarih boyunca böyle olmadı mı? Evet, belki de kollektif bir
kaderi yaşıyorum.
169
"Yeni Debussy'ler
aldım. Behemehal gelin..." Telefonda böyle söylemişti. Debussy'yi, Wagner'i sevmek ve Mahur
Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi.
172
Hiçbir meselede Nuran,
Mümtaz'ın hayatını tasarrufa kalkmamıştı. Sevginin insan hüriyetine bir tecavüz
olmamasını istiyordu.
176
Sabih'in fikri olmasına
lüzum yoktur, çünkü gazete vardır. Her cinsten gazete, onun hem okyanusu, hem
gemisi, hem pusulası ve kaptanıdır. Onun için bazı mizaç değişiklikleri hariç,
o gün okuduğu gazete ile beraber tabedilmişe benzer.
178
İkisi de alaturka musikiyi
çok sevmekle beraber, muayyen makamlardan öteye pek az geçerlerdi.
Ferahfeza'yı,
Acemaşıran'ı, Beyati'yi, Sultani Yegâh'ı, Nühüft'ü, Mahur'u tercih ederlerdi.
Bunlar asıl ruh iklimleriydi... Fakat bunlarda da her eseri olduğu gibi kabul
etmezlerdi. Çünkü Mümtaz'a göre alaturka musiki eski şiirimize benzerdi. Orada
da asıl sanat addedilen ve öyle yapılandan şüphe etmek gerekirdi. Daha ziyade
bugünün muayyen seviyede zevkiyle, garplı terbiyenin zevkiyle seçilen eserler
güzel olabilirdi. Bunların dışında Hüseyni'yi ancak Tab'i Mustafa Efendi'nin bestesi
cinsinden birkaç eserinde ve Dede'nin bazı eserlerinde beğenirler, Hicazdan
Hacı Halil Efendi'nin meşhur semayisini bilirler, Uşakî Hacı Arif Bey'in meşhur
iki şarkısıyle, Suzidilârâyı Selim-i Salis'in kaderiyle birleşmiş hususi bir
zaman addederlerdi.
179
Mecit ve Aziz devirlerinde
çok başka cûcişli bir kaç ağır şarkı ile, Emin Bey gibi zamanımızda klasik
zevki en halis tarafından toprağını sevmiş bir egzotik nebat veya gecikmiş bir
bahar gibi devam ettiren ustaların eserleri, saz semaileri ve kârınâtıklar (kâr-ı-natık) bu sevgileri
tamamlardı. Mümtaz'a göre bunlar eski musikimizin modern duygu ve anlayışla
birleştiği taraflardı. Elli altmış seneden beri modern adı verilen resim
cereyanlarının bir dört yüzle bin beş yüz arasında yetişmiş eski ustalarda
bulduğu şeyi, asıl sanat ve duygu yeniliğini, o, bu bestelerde, semai ve
şarkılarda, bu ağır ve yaldızlı, renkli oymalı tavanlara, mücevherlere gark
olmuş sekiz çifteli kayıklarından seyredilen Boğaz manzaralarına benziyen
kârlarda bulurdu.
cûciş:
coşkun
180
Seyit Nuh'un Nühüft
bestesi, Mümtaz için bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı.
181
Dede'nin Acemaşiran Yürük
Semaisi Nühüft'den çok başka türlü zengindi. O bir yığın ölümden sonra bir
hatırlamaya benziyordu. Sanki yüzbinlerce ruh bir arafta bekleşiyordu.
182
Hayat, nasıl iki kutbun
arasında çalışıyordu? Bir tarafta insan için bir yığın yükseltici şey, öbür
tarafta da sanki bütün bu yükseltici şeylerle aramızı kesmek, bizi onlardan
ayırmak isteyen küçük endişeler, hesaplar, bedava düşmanlıklar vardı.
Adile Hanım eski
musikimizi sever ve haz alırdı. Fakat sanat bile bazı tabiatları
yumuşatamıyordu.
184
Meselâ Nuran, "o
anda" kelimesini "o ânde" diye söyler, böylece Türkçe için çok
uzun bir çekişten sonra en hafif üstünü getirebilirdi. Bu İstanbul şivesi
dediğimiz, Nedim'in ve Nabi'nin hayran oldukları terbiye ve zevkin içinde
yetişme idi. Çocuklarını kendi aralarında evlendiren eski orta halli evlerin ve
konakların cazibesini biraz da bu yapardı.
185
Mümtaz, zevkimizin bu son
ve karışık rönesansının bu kadar gizli kalmasına şaşıyordu. ... Şüphesiz
bunlarda da bir alafrangalık vardı. Fakat ötekilerden çok ayrıydı.
188
Tevfik Beyin sofra zevki
bir tarih felsefesine kadar uzanırdı.
Tevfik Bey küçük bir
hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlıyan
Tanzimattı.
hüsnüniyet:
temiz yüreklilik, iyi niyet
192
maroken taklidi cüzdan
195
cam evâni
202
Tab'i Mustafa Efendi'nin
Bayâti'den Aksak semâisi ... "Çıkmaz Derûn-i dilden efendim
muhabbetin"
203
Eski musikimiz bunlardan
biriydi. Nuran'la tanıştıktan sonra bu sanat onun için bütün kapılarını açmış
gibiydi. Şimdi onda insan ruhunun en saf ve diriltici kaynaklarından birini
buluyordu.
205
Nuran tarikatleri çok
merak ediyor, fakat ikisi de mistik yaratılışta olmadıklarından üzerinde
durmuyorlardı.
- (Nuran) Ben o zamanlar
gelseydim... muhakkak Celveti olurdum, dedi.
- (Mümtaz) Şark bu,
güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adeta
mumyalanmış bir dünya, fakat bir şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. Belki
vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş.
- Nedir o?...
- Kendisini ve bütün alemi
tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ızdıraplarını
hissettiği için bu panzehiri bulmuş. Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan
kurtulur.
- Bulduğu şeyin ahlakını
yapabilmiş mi?...
- Zannetmem, fakat bu
buluşta kendisini avuttuğu için hareket imkanlarını az çok azaltmış... Yarı
şiir bir hülyada, realitenin sınırlarında yaşamış.. Mamafih bu hali benim
hoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi ağır ve yorucu geliyor...
206
- (Nuran) Niçin eskiye bu
kadar bağlıyız?
- İster istemez onların
parçasıyız. Eski musikimizi seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz. Elimizde iyi kötü
bize maziyi açacak bir anahtar var... O bize üst üste zamanlarını veriyor,
bütün isimleri giydiriyor, içimizde bir hazine bulunduğu, Ferahfeza yahut
Sultani Yegah'ın arasından etrafımıza baktığımız için.
Mümtaz'a göre İstanbul
peyzajı (kır resmi), bütün medeniyetimiz, kirimiz, pasımız, güzel taraflarımız,
hepsi musikideydi. Garbın bizi anlamaması, aramızda yabancı olarak gezmesi de
yine onu anlamamaktan geliyordu.
(Üsküdar) Birşeyler yapmak, bu hasta insanları
tedavi etmek, bu işsizlere iş bulmak, mahzun yüzleri güldürmek, bir mazi artığı
halinden çıkarmak...
207
- (Mümtaz) Yeni bir hayat
lazım. ... Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak
lazım. Bir hüviyet lazım... Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor.
208
(Mümtaz) ... bu çöküşte
yaşayan şeyler arıyorum. Onları değerlendiriyorum.
Mezarında bütün sevdiği
şeylerle, mücevherleri, altın süsleriyle, sevdiklerinin tasviriyle yatan bir
eski zaman ölüsü gibi bir şey... Kapılar kapanınca uyanıyor ve eski hayat
başlıyor... Yıldızlar parlıyor, sazlar çalınıyor, renkler konuşuyor, mevsimler
doğuruyor... Fakat hep ölümün ötesinde. Hep bir tasavvur, bir başkasına ait
rüya gibi...
209
- Dünyanın her tarafında
aşk aynı değil midir?
- Hayır ve evet... yani
fizyolojik iş olarak pek değil! Böceklerle memeli hayvanlar arasındaki farkı
düşün. Deniz hayvanlarının biçare üreyişlerini düşün, insanlarla öbür memeliler
arasındaki farklar, sonra kavim, kabile, cemaat, medeniyet arasındaki
farklar... Mesela sen rahip böceği olsaydın, Emirgan'a ilk geldiğin gün beni
yemiş olurdun...
210
- (Mümtaz) Benim kafamdaki
ölülere gelince, onlar benim kadar sende de mevcut şeyler. Asıl hazini nedir
bilir misin? Onların tek sahibi bizleriz. Onlara hayatımızda bir pay vermezsek
tek yaşama haklarını kaybedecekler... Zavallı dedelerimiz, musikişinaslarımız,
şairlerimiz, adı bize kadar gelen herkes hayatımızı süslememizi o kadar
iştiyakla (özlemle) bekliyorlar ki... en umulmadık yerde karşımıza çıkıyorlar.
214
Renoir'in
Okuyan kadını...
215
... Nuran daha ziyade Ghirlandajo'nun (Domenico Ghirlandaio Mabed'e
Takdimindeki Floransalı kadını, sol eli kalçasında, başı şakak kemiğinin küçük
çıkıntısını ve çenenin çukurunu daha ziyade belirten latif bir yana eğişte
adeta omuzla birleşmiş, biraz ilerisinde geçen manzaraya bütün hüviyetiyle akan
o yarı kadim dünya ihtişamını hatırlatıyordu.
217
- (Nalan) Niçin bugünü
yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.
219
Sanki kainat, Shelley'in
dediği gibi akıcı bir ihtişam olmuştu.
220
... Dede'nin ferahfeza
Peşrevi...
rahmani: tanrı ile ilgili,
tanrısal
Neşati'nin beyti
Ettik o kadar ref-i
taayyün ki Neşati
Ayine-i-pür tab-ı
tecellada nihanız!
223
(Mümtaz, yazmakta olduğu
kitap hakkında) hepsini tekrar değiştirmek lazımdı. Hamlelerle değil, sağlam
bir düşünce ile çalışmak istiyordu.
226
- (Nuran) Kuzum, senin
yaşın bu kadar genç. Öyle olduğu halde bütün bu eski şeyleri nerden seviyorsun?
227
Cerrahpaşa'yı gezmişlerdi.
Nuran, avlularında ot bitmiş, damı çökük, fukara yatağı medreselere, harap
Tabhaneye Hekimoğlu Alipaşa Camiinin yüzük taşı biçimine hayran oldu.
İstanbul'un bu semtleri bu ağustos gününde, pislikten, tozdan, sıcaktan
bitaptı. Her yerde harabe çeşnisi, sıcağın arttırdığı bezginlik, bir yığın
hasta ve yorgun çehre, fizyolojik çöküş göze çarpıyordu. Şehir ve içinde
oturanlar, o kadar birbirlerine benziyorlardı. Yorgun göz veya vücutla dört,
beş metre murabbaına sığdırılmış, tahtaları morarmış, kiremitleri kırık,
cüssesi yana doğru yatmış evler birbirini tamamlıyorlardı; ikisi de içinde
doğdukları şehri tanımasa, bir senaryo için hazırlanmış sanabilirlerdi.
Arasıra tıpkı caddedeki
insanları ite-kaka geçen hususi otomobiller, lüks arabalar gibi, bu yıkık, bir
tarafı çarpılmış, pencereleri süsleyen sardunyalara varıncaya kadar sefaletin
kemirdiği evlerin yanıbaşında beyaz ve tahini boyalı eski bir konak yavrusu,
mazideki zenginliğin, hayatın çiçeği lüksün, hala şaşırtıcı bir artığı gibi
görünüyordu. Onların da çoğu boyasızdı. Açık, perdesiz pencerelerden bu mazi
artıklarıyla hiç de uyuşamayan biçare başlar uzanıyordu.
Onların yanıbaşlarında
mimarisi meçhul, her hangi hayat standardına girmesi imkansız, upuzun veya
tıknaz, biri öbürünü hiç tutmayan, semtin havasına sırtını çevirmiş, duvarları
çivit boyalı kireçle örtülmüş yirmi sene evvelki kargir evlere tesadüf
ediyorlardı.
228
İşte bu sefaletin, kirin,
bakımsızlığın içinde, tıpkı yolları dolduran, üstü başı perişan, sakat, yorgun,
iyi tıraş olmamış ve saçlarını düzeltmeğe vakit bulmadan sokağa fırlamış kadın
ve erkeklerin arasında, kıyafetinin perişanlığını bakışlarıyla, endamıyla,
şahsiyetinin kudretiyle yenen ve çehreden başka bir şeye dikkat imkanını
insanda bırakmayan kadınlar gibi birdenbire umulmadık yerde yaldızlı taşı
kırık, bir geçmiş zaman çeşmesi parlıyor, biraz ötede kubbesi yıkılmış bir
türbe düzgün ve vakur cephesiyle kendisini gösteriyor, daha sonra içinde bir
yığın çocuk cıvıltıcı ile beyaz mermer sütunları yere devrilmiş, damında incir
ağacı veya selvi bitmiş bir medrese meydana çıkıyor, nasılsa ayakta kalmış bir
cami, geniş avlusuyla, sükünetiyle sizi dünya nimetlerinin ötesine davet ediyordu.
Kocamustafapaşa'ya
vardıkları zaman, epeyce yorgundular. Evvela camiin önündeki kahveye oturup çay
içtiler. Sonra türbeyi gezdiler. Nuran kurumuş çınarı muhafaza için etrafına
çekilen parmaklığa, Yesavi yazısıyla fırdolayı yazılan bu çınarın ve yerin
hikayesine bayıldı.
Ona öyle geldi ki, Sünbül
Sinan hala bu çınarın altında oturmaktadır. Bu kurumuş ağacın muhafazasına
gösterilen itina, bu ölüm bahçesine, büyük sanat eserlerine has bir derinlik
veriyordu.
Buna mukabil türbe
mimarisizdi ve içinde dört asır hayata yattığı yerden tesir etmiş bir ölü
vardı. Duvarlarına, parmaklıklarına ellr sürülüyor, dualar ediliyordu. Hastalar
iyileştiriyor, ümidi olmayanlara ümit kapıları açıyor, dünyaları yıkılmış
olanlara ölümün ötesinde ışıklar gösteriyor, sabır, feragat, tahammül
öğretiyordu.
- Nasıl bir adamdı bu?
229
Bunların hepsi manevî
vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefisîerini terbiye
etmiş insanlardı. Onun için şahsiyetlerini ölümden ötede bile kabul ettirdiler.
Sünbül Sinan öbürlerinden biraz daha başkadır. Evvela büyük bir alimdi. Sonra
da şakacı ve hazır cevaptı.
Bir müddet durdu, sonra
gülerek ilave etti:
— Hepsinin bir yığın ince
tarafı vardır. Burada yatan adamın, bilir misin Sünbül lakabı nereden gelir?
Sarığına mevsiminde sünbül takarmış. İstanbul mevsimlerini sevebilecek kadar
bize yakın.
— Ya Merkez Efendi? O
nasıldı?
— O büsbütün başka türlü
idi. Hatta en muzır hayvanlara bile fenalık edemezdi. Kediyi çok sevdiği halde
«Komşumuz fareleri ızrar eder (zarar verir)» diye evinde kedi bulundurmamış.
Sen bir ruh saltanatının kolay kolay kurulacağına inanır mısın?
Nuran düşünüyordu:
"Acaba şimdi böyle adamlar var mı?"
— Ne kurtarıcı düşüncenin,
ne de ermenin kapısı kapanmayacağına, Allaha giden yollar daima açık olduğuna
göre, olması lazım. Nuran, dostunun bir tarafını keşfetmiş gibi ona bakıyordu.
Genç
adamdan biraz şüphe, hatta
istihfaf (küçümseme, hor görme), inkar gibi şeyler bekliyordu. Halbuki Mümtaz
çok başka dille konuşuyordu. Mümtaz kendisini anlatmak ihtiyacını duydu.
— Bilmem, tam dindar
mıyım? Her halde şu anda dünyaya çok bağlıyım. Fakat ne Allah ile kulunun
arasına girmek isterim, ne de insan ruhunun büyüklüğünden. imkanlarından şüphe
ederim. Kaldı ki, bunlar millî hayatın kökleridir. Bak, kaç gündür İstanbul'da,
Üsküdar'da geziyoruz, sen Süleymaniye'de doğmuşsun, ben Aksaray'la, Şehzade
arasında küçük bir mahallede doğdum. Hepsinin insanlarını, içinde yaşadıkları
şartları biliyoruz. hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir. Bu insanlara
yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini
veren eskilerini bozmak neye yarar.
230
- (Nuran) İyi bir
dispanser, birkaç hastahane, biraz teşkilat...
231
(Mümtaz) ... senin iyi
dispanserler, hastahaneler dediğin şeyler kolay iş değil. Hepsi, arkalarında
tam bir istihsal (üretim), refaha yakın bir hayat, çalışma hızının, yalnız onun
getirebileceği bir ahlak ister. Benim, şartların değişmesi dediğim de budur.
... Mümtaz daha onsekiz
yaşında bakaloryasını vermeğe hazırlanan lise talebesi iken, bu fikirlerin
ocağına atılmıştı.
238
... velhâsıl döşemeleri
çok cilalı renkli ve ışıklı bir sarayda yalnız akisten, parıltıdan, ışık
sarsıntılarından ibaret, onların küçük nağmeden, musiki cümlelerinden büyük ve
müstakil variation'lara kadar yükselişinden bir dünyada yaşanıyormuş hissini
veren bu lüfer gecelerine çocukluğundan beri bayılırdı.
taaccüp:
şaşma
muvazene:
denge
tahdid:
sınırlama
251
Kaldı ki, eski musikimiz
insanı yok eden, yahut bir hayranlık duygusunda tüketen sanatlardan değildir.
Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek
olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber
yaşamaktan hoşlanıyorlardı.
Mümtaz, Nuran'ın aşkıyla
bir kültürün mirasını yaşadığını, Nevakârın nakış ve çizgisi daima değişen
arabeskinde, Hafız Post'un rast semai ve bestelerinde, Dede'nin uğultusu
ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgârında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı
Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği zaman,
hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve
Nuran'ın fâni varlığı gerçekten, bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu. Çünkü
bize mahsus, tâ cedlerimizden beri gelen ve terbiyesi en tene bağlı
türkülerimizde bile hiç olmazsa kanlı bir şehvet rüyası halinde tekrarlanan
sevme tarzı, sevgilide bütün kainatın toplanmasını isterdi.
254
teşrin:
yılın onuncu ve onbirinci aylarına verilen ortak ad.
Bu lacivert rengi, sanki
bir Fra Angelico tablosu hazırlanıyormuş gibi koyu yaldız ve mücevher tozu ile
birleştiren...
256
Günler kısaldı.
Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen
sonbaharları.
Yahya Kemal
Bir insanın bir şehri
böyle zaptetmesi beni hayran ediyor. Bu beyti her işittikçe hatırıma Rodin'in
Calais burjuvaları geliyor...
262
Mümtaz'ın fikri basitti.
Gizli olarak derhal evlenmeliydiler. Müddet biter bitmez -daha bir ay vardı;-
müracaat ederlerdi.
276
And dağlarının, Panama
kanalının, Singapur gemicilerinin, Şanghay balıkçılarının ...
280
Ölecekti. Allah rızası
için. Ölecekti, yarın akşam. Yine o acayip rotation başlamıştı.
285
Mümtaz, Emin Beyi de
çağırmış. Ressam Cemil ile beraber...
291
... onların bahar
kasırgası olan "nocturne"u hatırladı. Debussy'nin musikisinden
hatırladığı kadın sesleri...
292
Fatih yirmi sene yaşasaydı
biz şimdi belki de rönesansı vaktinde idrak etmiş bir millet olurduk.
294
Nevakâr
Gülbünî ayş mîdemed sâki-i
gülizarkû!
Bu Itrî'nin dehası idi.
Mahur beste
Gittin emmâ ki kodun
hasret ile cânı bile...
295
uzlet:
Toplum yaşayışından kaçıp tek başına yaşama
296
Benim şaşırdığım şey bir
taraftan insanın ve manevi kıymetlerin etrafında ısrar ederken, öbür taraftan
cemiyet içinde bir kalkınma işi ile uğraşmanız, her şeyin başında iş hayatının
tanzimini istemenizdir... Bu çok maddede kalmak olmuyor mu?
297
On gün sonra mühlet
bitiyor. Nuran serbest kalıyordu.
— Evet, basit dediniz?
İhsan kadehini salladı:
— Basit çünkü realitede
mevcut... Bu ihtiyaç da öbürüyle beraber geliyor. Hatta ayrı değiller. Aynı
vakıanın iki yüzü. Biz bir taraftan bir medeniyet ve kültür buhranı içindeyiz;
diğer taraftan bir iktisadî reforma ihtiyacımız var. İş hayatına açılmamız
lazım.
Bunların birini öbürüne
tercih edecek vaziyette değiliz. Buna hakkımız da yok. İnsan birdir. Çalıştıkça
ve bir şey yarattıkça kendisini bulur, iş mesuliyeti, mesuliyet düşüncesi
insanı doğurur.
Mümtaz düşündü:
-O halde iş, kendi
medeniyetini ve kültürünü de yapar; insanını yetiştirir demektir. Bize sadece
maddî hayatımızı tanzim etmek kalıyor.
- Zanneder misin? Evvela
bunu yapabilmemiz için işin açılması, genişlemesi, cemiyetin ve hayatın
yaratıcı vasıflarını tekrar kazanması lazım. Sonra böyle de olsa hayatı yine
serbest bırakamazsın. Tehlikeli olur. Eski her zaman yanıbaşımızda duruyor. Bir
yığın Ölü şekiller hayata müdahaleye hazır bekliyor. Diğer taraftan yeni ile,
garp ile münasebetimiz sadece akan bir nehre sonradan eklenmekle kalıyor.
Halbuki su değiliz; insan cemaatıyız; ve bir nehre katılmıyoruz; bir medeniyeti
kültürüyle benimsiyoruz; onun içinde bir hususî hüviyet olmamız lazım. Halbuki bugün
ondan dışa ait icapları kabulden ileriye gidemiyor, insanı ihmal ediyoruz.
Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için
işe yaramaz gözüyle bakıyoruz. Hayat kendi (298) ihtiyaçlarımızın seviyesine
dahi gelmemiş; o bolluk, yaratıcılık içinde değil ki bize kendiliğinden
şekiller ve kıymetler teklif etsin! Sanatımızda, eğlencemizde. ahlakımızda,
muaşeretimizde, istikbal tasavvurlarımızda daima bu ikilik karşımıza çıkıyor.
Satıhta yaşarken mesut oluyoruz. Derine iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik
başlıyor. Hiç bir kabile tanrısız olmaz; biz tanrılarımızı yaratmak, yahut
yeniden bulmak mecburiyetindeyiz. Her milletten fazla şuurlu ve iradeli olmamız
lazım...
Orhan, Nuran'ı tetkikten
vazgeçti:
- O halde size göre bir kriz
zarurî ve muhakkak...
- Sade muhakkak
görmüyorum. Onu yaşadığımıza inanıyorum. İhsan bardağını eline aldı ve yudum
yudum içti. Nereye baksam düşüncem kendisine mukavemet eden bir şeyle
karşılaşmıyor. Çok yumuşak bir toprakta yuva yapmağa çalışan bir hayvan gibi
istediğim yere hızımı götürebiliyorum. Fakat bu kolaylık zararlı oluyor. Her
istediğimiz yere gidiyoruz gibi geliyor bize, halbuki ölmüş köklerin arasından
daima aynı boşluğa, imkansızlığın ta, kendisi olan bir imkan kalabalığına
çıkıyoruz. Bu bizi elbette şaşırtır. Bugün bir insan Türkiye'yi her şey
olabilir, sanabilir. Halbuki Türkiye yalnız bir şey olmalıdır; o da Türkiye. Bu
ancak kendi şartları içinde yürümesiyle kabildir. Bizim ise elimizde adetten ve
isimden başka bir şey, müsbet bir şey yok. Cemaatımızın adını biliyoruz, bir de nüfus ve vatan genişliğini...
- Tabii herkes için söylemiyorum ve müphem duygulardan da bahsetmiyorum. Sarih
bilgi ve kıymet halinde kültürden bahsediyorum. - Fakat şartlar, imkanlar?. Bir
imparatorluğun tasfiyesinden doğduk. Bu imparatorluk eski bir çiftçi
imparatorluğuydu. Hala onun (299) iktisadî şartları içinde bocalıyoruz.
Nüfusumuzun yarısından fazlası istihsale
(üretim, üretme) açılmamış. Müstahsil
(üretici) olan da faydalı şekilde yapamıyor. Sadece çalışıyor, emek sarfediyor.
Fakat insan beyhude çalışırsa çabuk yorulur. Bakın, hepimiz yorgunuz! Ne insan,
ne toprak geniş manasında ekonomimize, hayatımıza girmiş. Münferit
teşebbüslerin ötesine bir türlü geçemiyoruz. Bugünün çalışması yarının hızını
arttırabilmelidir. Çok hareketli, meselelerle dolu bir coğrafyada yaşıyoruz;
dünya her an sıkı bir birliğe gidiyor; buhran, buhran üstüne geliyor. Vakıa
bugün nisbî bir rahat içindeyiz. Orta Avrupa'ya iktisaden kendimizi bağlamışız;
kliring hesabıyla, şununla, bununla geçinip gidiyoruz. Fakat bu muvazaa
yıkılabilir, o zaman ne yapacağız?.. Fakat asıl mesele bu değil, asıl mesele
toprağı ve insanı hayatımıza sokamamakta. Kırk üç bin köyümüz var; bir kaç yüz
kasabamız var. İzmit'ten öteye Anadolu'ya açılın; Hadımköy'den öteye Trakya ya
gidin. Bir kaç kombinenin dışında hep eski şartların devamını görürsünüz.
Coğrafya yer yer esniyor. Sıkı bir nüfus siyasetine, sıkı bir istihsal
siyasetine başlamamız lazım, öğretme ve yetiştirme işleri için de aynı
zaruretlerle karşı karşıyayız. Bir takım mekteplerimiz var; bir çok şeyler
öğretiyoruz. Fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için
çalışıyoruz. Bu kadro dolduğu gün ne yapacağız? Çocuklanmızı muayyen yaşlara
kadar okutmağı adet edindik. Bu çok güzel şey! Fakat günün birinde bu mektepler
sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yan münevver hayatı kaplayacak... O zaman
ne olacak? kriz... Halbuki maarifi istihsalin yardımcısı yapabiliriz ve dahilî
eşanjı arttırabiliriz. Bütün mesele burada. Dahilî piyasayı genişletmekte. Yarı
iraî, yarı sınaî bir iş hayatı temin edebiliriz. O kadar (300) hususî istihsal
kaynaklarımız var ki... İşte İstanbul. Daha dün bir yüksek müstehlikler
şehriydi (müstehlik: tüketici). Bütün yakın şark buraya akardı. O kadar ki,
otuz senede bir şehir yanar ve köşkleri, konakları, yalılarıyla, çarşılarıyla,
pazarlarıyla adeta yeni baştan, yapılırdı. Yanya'nın çiftliği, Yenice'nin
tütünü, Mısır'ın pamuğu, hulasa İslam dünyasının yarısının istihsali bu şehirde
harcanırdı. Şimdi nüfusunun onda sekizi küçük müstahsilden ibaret. Adım başında
küçük bir tezgah, tütün işletmesi, şu bu, fabrika var.. ve bütün bunlar ne ile
geçiniyor biliyor musunuz? Çok defa toprağın üstündekini toplayarak. Halbuki
Istanbul'da planlı bir çalışma, cemiyetimizin yüzünü yirmi senede
değiştirebilir. Al Şarkî Anadolu'yu. Ziraatle, hayvancılıkla muazzam imkanlar
hazinesi görürsün!. Tortum şelalesinden işe başla. Kademe kademe Akdeniz'e
kadar elektriği indir... Marmara serveti içine gömülmüş uyuyor.
- Peki ama, bununla temin
bahsettiğiniz insan mefhumu, manevi insan arasındaki münasebet ne?... Bu
hayatın maddi şartlarını değiştirmekten ibaret.
- İnsan da hayatın maddi
bir tarafıdır. Péguy'u okumadın mı? O ne cümledir? Ateş gibi; fakirlik insanı
güzelleştirir ve asileştirir. Fakat sefalet hoyratlaştırır; ruhen sefil eder.
İnsan da insanı öldürür. İnsanlık şerefi ancak muayyen bir refah içinde
mümkündür.
301
- Bir şairimiz, Selim-i
Salis hendese öğreneceği yerde, biraz siyasi tarih öğrenseydi ne iyi olurdu,
diyor. Buna Tanzimat biraz ekonomi politik bilseydi, diye ilave edebiliriz.
- Peki, bütün bunlar
zamanla kendiliğinden olmaz mı? Hatta zamanla olacak şeyler değil mi?
- Olamaz... Çünkü zaman
şarta göre değişir. Büyümekte olan bir çocuğun zamanı başkadır, bir hastanın
zamanı başka.. Biz umumî zamanın dışındayız.. Yani zaman tempomuzu değiştirmek
mecburiyetindeyiz, demek istiyorum. Biz dünyaya yetişeceğiz. Benim söylediğim,
kafilenin en sonunda olsak bile ona katılmak, onunla yürümek, hususî patikadan
umumî caddeye çıkmak içindir. Zaman şüphesiz bir amildir (etken, sebep), fakat
dünya için başkadır; çalışmasının hızıyla dünyaya katılmış milletler için
başkadır; bugünkü halimizde bizim için ise büsbütün başkadır. Kendi başına
bırakırsak, lehimizde çalışmaz; bizim gibilerde her şey derine doğru çeker.
Kanaat değil ayaktaki demirdir. Hayır biz Shakespeare'in dediği gibi zamana
doğru koşmağa mecburuz. Onunla mücadele edeceğiz. Biz her şeyi irademizle
yapacağız. Evvela şartlarımızı (302) tanıyacağız. Sonra işlerimizi
sıralıyacağız. Yavaş yavaş cihan piyasasına çıkmağa başlıyacağız. Kendi
piyasamızı kendi istihsalimize (üretim, üretme) açacağız. Aileyi, evi, şehri ve
köyü tekrar kuracağız... Bunları yaparken insanı da yapmış olacağız. Şimdiye
kadar insanla yapıcı olarak meşgul olamadık, bir yığın inkılabın peşinde idik.
İçimizde kendimize karşı bir hareket hürriyetini elde etmeğe çalışıyorduk. Bu zaruretten
şimdi daha büyük ve esaslı zaruretlere uyanmamız lazım. Her zaman saha
düzeltilmez ki.. Şimdi o düzlüğe bir bina kurmamız lazım. Bu bina ne olacak?
Yeni Türk insaninin ölçülerini kim biliyor? Yalnız bir şeyi biliyoruz. O da
birtakım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti.
Bunu yapmazsak ikiliğin önüne geçemeyiz. Muvazaalar (danışıklık, danışık;
olmayan bir durumu varmış gibi göstermek veya olduğundan başka anlatmak için
önceden yapılan anlaşma) daima tehlikelidir. Bu güne getirdikleri kolaylığı
yarın çıkaracakları imkansızlıklarla bize ödetebilirler. Onun için son derecede
vazıh (açık, aydın, belli)
olmalıyız.
Nuri dayanamadı:
- Vuzuhtan kastiniz nedir?
Bana vaziyet o kadar garip geliyor ki...
Bir taraftan iyi kötü bir
tekniği almağa, onun adamı olmağa çalışıyoruz. Onun zihniyetini benimserken
zaruri olarak eski kıymetleri atıyoruz. Muaşeret
(birbiriyle toplumsal ilişkiler içinde bulunma) şeklimizi değiştiriyoruz. Diğer
taraftan istiyoruz ki, eskiyi unutmayalım! Bugünkü realitelerimizde bu eskinin
yeri nedir? Bu sadece bir hatıra, bizim için bir özleyiş.. Belki sizin, benim
hayatımızı süsleyebilir! Fakat yapıcı olarak ne kıymeti olabilir!
- Vuzuhtan kastım..
düşündü. Sonra başını kaldırdı. Bilmiyorum, dedi. Zaten yapılacak şeyin ne
olduğunu bilsem burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma herkesi
toplarım. Yunus gibi bağırırım, size hakikatınızı getirdim, derim. Hakikatte
(303) bu üzerinde ilk düşünecek olanın halledeceği bir şey değildir. Fakat
burada da yapılacak bir kaç şey bulabiliriz. Evvela insanı birleştirmek. Varsın
aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını
duysunlar... Birisi eski medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz
taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma lazım.
Sonra, mazi ile alakamızı
yeni baştan kurmamız lazım. Birincisi nisbeten kolaydır; hayatın maddi
şartlarını az çok değiştirmekle bunu elde edebiliriz. Fakat ikincisi ancak
nesillerin çalışmasıyla elde edilebilir.
Maziyi ihmal edersek
hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister
istemez sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. Bu devam
fikrine bir vehim (kuruntu) de olsa muhtacız. Kaldı ki, dün doğmadık. En çetin
realitemiz budur. Sonra hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazan
bir hazine, bazen da bir seraptır. Uzaktan namütenahî (sonsuz, ucu bucağı
olmayan) bir şey gibi görünür. Fakat, yaklaştın mı beş on motifin ve modanın
içinde kalırsın; yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin.
Klasik, yahut yüksek tabaka kültürü, ondan bir çok yerlerde kopmuşsun... ve
zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış.
Mümtaz:
- İşte ben bunu imkansız
görüyorum, dedi. Çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir kere. Bugün Türkiye'de
nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar muhitlerin dışında,
eskilerden, zevk alan gittikçe, azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir
Nedim. bir Nef'i, hatta bize o kadar çekici gelen eski (304) musiki ebediyen
yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek!
- Güçlük var. Fakat
imkansız değil. Biz şimdi bir aksülamel (tepki, reaksiyon) devrinde yaşıyoruz.
Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner
olmadığı için, Yunus'u, Verlaine, Baki'yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için
beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en
iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her
şey, bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz.
Başka milletlerin tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz.
Şu tefsir yok mu, bu
eserin üzerinde durmak ve onu sende yaşayan insan tecrübesine maletmek; bir ona
başlasak. işte onu yapamıyoruz. Demin sevmek dedim, fakat sevmek de kafi değil;
daha öteye geçmek lazım. Fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı
bilmiyoruz. Halbuki halkımız bunu istiyor.
Orhan şüpheliydi:
- Hakikaten istiyor mu?
Bana öyle geliyor ki, halkımız bütün bunlara başından itibaren kayıtsızdır.
Bütün mazi boyunca bizden o kadar uzak kalmış ki.. bu işlerde adeta ümitsiz.
Yahut hiç olmazsa şüphede.
- Evet, halk istiyor.
Tarihe bugünün hesapları arasından bakmazsan bu memleketin de herhangi bir
memleket gibi yaşadığını kabul edersin. Aradaki fark bizde orta sınıfın
teşekkül edememesidir. Her an doğmak için hadiseleri zorlamıştır. Fakat
doğamamıştır. Ayrılık manzarası buradan gelir. Halkın kayıtsızlığı veya bizden
şüphesi bizim uydurduğumuz bir masal olsa gerektir. Aramızdaki ideoloji
kavgalarında karşımızdakini yenmek için bulduğumuz bir tâbiye. Hani o kısa ve
yalnız okuyanın kafasında bir an için parlayan (305) veya okunan gazete
sahifelerinde kalan zaferler yok mu? Onları kazanmak için!. Hakikatte halkımız
münevverine inanır. Onu benimser. Zaten başka türlüsüne imkan yoktur. İki
asırdır siyasî hadiseler bizi bir nevi gemi nizamı altında yaşatıyor. Mutlak
olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. Halkımız münevverine daima inandı ve
gösterdiği yolda gitti.
- Ve daima da aldandı?..
- Hayır, daha doğrusu biz
aldanınca o da aldandı. Yani her millette olduğu gibi. Sen tarihte akli bir
yürüyüş kabul eder misin? Böyle bir şey elbette imkansız. Fakat cemiyetlerin
birikmiş kudretleri nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her şeyin iyi
gittiği vehmini (kuruntu) verir. Emin olun biz de her millet kadar aldandık,
her millet kadar hata ettik...
- Halkı sever misiniz?..
- Hayatı seven herkes
halkı sever...
- Hayatı mı, halkı mı?..
Bana öyle geliyor ki, hayatı daha çok seversiniz, yahut mefhumları?
- Halk hayatın kendisidir.
Hem manzarası, hem tek kaynağıdır. Halkı hem sever, hem tadarım. Bazen bir
fikir kadar güzel, bazan tabiat kadar haşindir. Orada her şey büyük ölçüdedir.
Çok defa büyük denizler gibi susar. Fakat konuşacağı ağzı bulunca da...
- Fakat ona gitmek, ona
gidemiyorsunuz! Sefaletleri, ıztırapları, endişeleri, hatta zevki size kapalı
kalıyor. Yani hepimize demek istiyorum. Ben Adana'da çalışırken bunu çok iyi
duydum. Daima kapının dışındaydım.
- Kim bilir? Bazı
kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir.
Büyük şeylerin hepsi böyledir. …
306
(İhsan) Eski talebelerinin
karşısında yenilmemek için kelimelerle oynadığını sanıyordu, fakat hayır, asıl
düşüncesi buydu. Fert kendisini muhafaza etmeliydi. Kainat içinde erimeğe hiç
kimsenin hakkı yoktu. Fert, fert olarak kalmalı, fakat bütün hayatla kendisini
doldurmasını bilmeliydi, ...
307
Bu demektir ki, ben hayata
muhafaza'sını istediğim çerçeveler içinden bakarım. Bu çerçeveler benim
şahsiyetimdir, tarihî
benliğimdir.. Ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım.
Fakat bu demek değildir ki, halka yabancıyım., bilakis onun emrindeyim.
- Fakat ıztırabı
görmüyorsunuz?
- Görüyorum. Fakat oradan
hareket etmek istemiyorum. Onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı
biliyorum. Niçin o kadar çok ıztırap çekiyoruz; yani bütün dünya. Çünkü
hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. Ben aynı
silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. Ben içinde yoğrulduğumuz tekneden işe
başlamak istiyorum. Ben Türkiye'yim. Türkiye benim adesem (mercek, görüş
derecesi, inceliği), ölçüm ve realitemdir. Kainata, insana, her şeye oradan,
onun arasından bakmak isterim.
308
- Peki. nedir bu Türkiye?
İhsan içini çekti:
- İşte mesele burada. Onu
bulmakta.
Ben bu suale bazan cevap
verir gibi oluyorum. Kendi kendime biz gurbetin insanlarıyız diyorum..
Mesafelerin terbiye ettiği
insanlar. Onun aşkı, ıztırabı, hürriyeti. Tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa
halkta böyle. Mümtaz bir an düşündü. - Hatta klasik musiki bile:
Bir mübarek sefer olsa da
gitsem,
Kâbe yollarında kumlara
batsam...
murakabe:
denetleme, denetim
içtimai:
toplumla ilgili, toplumsal
312
Alemşümul:
dünya ölçüsünde, evrensel, üniversel
O kadar asırlık Mevlevi
terbiyesi onda ferde ait her şeyi silmiş, sanki bu halim, ilhamlı ve sabırlı
adamı, -Aziz Dededen bir
gün dinlediği yedi sekiz notalık bir cümleyi aynen tekrarlayabilmek için eve
dönüşünde sekiz on saat
üstüste çalışmış, o modulasyona yükselmişti; bunu sık sık üstadını medh için
anlatırdı- bir nevi hüviyetsizliğin içinde eritmişti. O kadar ki bu küçük ve
kim bilir nasıl bir iç güneşinin sıcağında yarı erimiş maddesinden başka bir
ferdî tarafı yok gibiydi. Bu madde de bir yığın adabın, teşrifatın (kurallara
göre davranma, protokol), kendini herkesle bir görmek, bize garip gelecek bir
hicapta şahsî her şeyi inkar etmek terbiyesinin altında her an gizleniyor,
kayboluyordu. Mümtaz ona baktıkça Neşati'nin:
Ettik o kadar ref-i
taayyün ki Neşati
Âyîne-i pürtâb-ı tecellâda
nihânız!
beytini hatırlıyordu.
313
Bir Beethoven, bir Wagner,
bir Debussy, bir Liszt, bir Borodine bu gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar
ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için
hazırlanmış bir sofra zanneden iştihaları, ve bunları tel başına yüklenebilmek
için imkansız bir Atlas gayretiyle gerilmiş gururları, hiç olmazsa
şahsiyetlerini değişik planda göz önüne koyan bir yığın nazariyeleri,
garabetleri (gariplikleri, yadırganacak yanları), yumuşaklığı bile etrafındaki
her şeye bir aslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz
dervişin (Emin Dede) hayatı üsüste kendi şahsını inkârdan ibaretti.
314
… oradan bir Aziz Dede,
bir Zekâi Dede, bir İsmail Dede, bir Hafız Post bir Itrî, bir Sadullah Ağa, bir
Basmacızade, bir Kömürcü Hafız, bir Murat Ağa, hatta bir Abdülkadiri Müragî,
hülasa bizim bir tarafımızı, belki en zengin his tarafımızı yapan insanların
hepsini çıkarmak mümkündü.
… sanatlarını bir benliğin
behemahal ikrar (açıkça söyleme,
onama, tasdik) vasıtası olarak değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu
tanımışlardı.
- Erenler, yanlış kapı
çalıyorsun.. demişti. Ötekiler sanat yapıyor. Biz sadece duadayız. Bilirsin,
bazı tarikatlarda değil eser vermek, kabrinin üzerine adını yazdırmak bile iyi
sayılmazdı. İşte bu şarktı.
Mümtaz'a göre hem şifasız
hastalığımız, hem de tükenmez kudretimiz olan şark!
317
Sanat eserlerinden hiçbir
hususî ıstılah (terim, herkesin
anlamadığı özel anlamda kullanılan söz) kullanmadan iyi işçi dikkatiyle,
bahsediyor, iyi ve müstesna işçi hüviyetinin prestijiyle sofraya ve meclise hiç
istemediği halde hakim oluyordu.
320
Fakat asıl mucize ayinin
kendiyle başladı.
Dede'nin Ferahfeza ayini
sadece bir dua, inanan ruhun Allahını aradığı bir çırpınış değildi. Mistik
ilhamın vasfı olan geniş hamleyi, sırrı, doğrudan doğruya zorlayan büyük ve
dinmez hasreti, hiç kaybetmeden eski musikinin belki en oyunlu eserlerinden
biriydi. Dede alaturka musikinin makamlar arasında küçük gösterişler,
değişmeler ve kararlarla dolaşmaktan ibaret olan gelişmesini o şekilde ifade
etmişti ki, ayin kendiliğinden bir sembol oluyordu.
321
Ferahfeza makamını adeta
bir nevi irşat (uyarı, doğru yol gösterme) gibi kendisine sunan Acem
perdesinden Dügâha, Kürdî'ye, Rast'a, Çârgâh'a, Gerdaniye'ye, Saba'ya, Nevâ'ya
geçiyor, her şey birbirinden kayboluyor, birbirinde arıyor, birbirinde
buluyordu.
322
Fakat Mevlana'nın hakkı
vardı; neyin biricik sırrı hasrettir. Bir gün Rimbaut'nun Voyelles'ler için
yaptığı o cesur tahlilin benzerini biri sazlar için yaparsa, şüphesiz alaturkanın
bu en basit çalgısında bir akşam ten rengi hasretini bulacaktır.
324
Fakat bu dağılış da tam
değildi. Eserin kumaşı dalga dalga açıldıkça Mümtaz bu inkıraz (çöküş, yok
olma) dehasının ne olduğunu anladı. Ne Abdülkadir-i Merâgi'nin Segâhkârında, ne
Itrî'nin naatında, ne de bir akşam Ahmet Bey'in evinde bir tesadüfle kendi
ağzından dinlediği Isfahan bestede -yine Itrî'nin- bu âyinin içten yakalayan
kudretiyle, ve sağlam mimarileri içinde, hiç şaşırmadan Allahı veya ideali
arayan, veya ruh macerasını nakleden eserlerdi.
325
Halbuki neyin sesi ve
üslûbu eski ve yeni diye hiçbir şey tanımıyor, zamansız zamanın, yani cevher
halinde insanın ve kaderin peşinde koşuyordu.
Çünkü kûdüm (mehter takımlarında ve tekkelerde kullanılmış olan, metal
kaseli, küçük iki davuldan oluşmuş usul vurma aracı) sesinde daima kadim
dinlerin büyülü dâveti vardı; onun ıttıradı
(birbirini izleme, düzenli sıralanma), bu semâvi yolculuğa âdeta toprağa ait
bir oluşun nizamını katıyordu.
327
Hepsi bu yeni âyini,
Sermüezzin-i Hazret-i Şehriyâri Hamamizâde İsmail Dede Efendinin hazırladığı
âyini dinlemeğe gelmişti.
Üçüncü selâm Mümtaz'ı
büsbütün başka ufuklara taşıdı. Burada yörüğe giriliyordu. Burada gittikçe
artan bir süratle masivâ'dan (âlem,
tâbiat, mahluklar; dünyevi bir biliştir, külliyen bir dünya tasviridir;
mevla'yı bulma yolu halinde olan birinin kendinden geçmesinin tek yolu,
"terk-i masiva" ile olur ancak) sıyrılmak lazımdı. Fakat öyle
olmuyordu. Müslüman litürjisinde sembol yoktu; hatta sade cemaatle dua ve ibadet
vardı. (328) ... Fakat ne garipti, Mevlevî ayini vecde yaklaştıkça mahzun ve
yüklü aristokrat edasını bırakıyor, bir halk neşesi kazanıyordu.
Bu kadar ölüyü birden
diriltmek doğru muydu? Bu neşenin sonunda Allaha mı varılıyordu? Yoksa hayata
mı?
329
Birbirine bizim nesillerin
tatmadığı bir sevgiyle baktılar.
334
Okuduğu ve beğendiği
şairler, başta Poe ve Baudelaire olmak üzere hepsi "asla..."nın
prensi değil miydiler? Onların beşikleri hep "olamaz..." burçlarında
sallanmış, ömürleri "imkansız..."ın ülkesinde geçmişti.
336
Acaba öbürlerinde ne
duyuyordu? Bach'ı, Beethoven'i dinlerken de böyle mi olmuştu? "Huxley,
Allah var ve görünüyor; fakat sade kemanlar çalarken... diyor" Bunu çok
sevdiği romancı La Mineur kuvarteti için söylemişti.
Birden bire olduğu yerde
irkildi. Nuran'ın sesi Dede'nin Acemaşiran Yörük semaisi arasından:
Tü beher gücâ ki bâşi
Büved ân bihişt-i-mârâ!
diye ağlıyordu.
341
- Bilmiyorum, bir
'fiction'un yokluğuna üzülmek ne dereceye kadar doğrudur? Fakat mülümanlıkta
başlangıç günah fikrinin bulunmaması, şu cennetten kovulma hâdisesi üzerinde
hıristiyanlıkta olduğu gibi durulmaması, bence teolojiden sanata kadar her
sahada tesir yapmış bir keyfiyettir. Bilhassa ruhi tahaffuza (barınma, korunma)
pek az yer vermişiz.
342
Fıkıh
(İslam hukukunda din ve dünya işleri ile ilgili ana kaynaklardan yararlanarak
konulmuş olan kuralların bütünü) insanın hürriyeti üzerinde ısrar ediyor.
344
Düşünün bir kere... yahut
Mümtaz düşünsün, bu onun genre'ı.
347
Herkese benzeyen adamı
niçin öldürsün, herkes az çok bir, veya birkaç insanın yüzünden kötüdür.
348
- Bana hürrüyeti tarif
edebilir misin? (Suat)
- (349) Ederim. Başkaları
için istediğimiz nimet. (Mümtaz)
- Ya kendin, kendin ne
oluyorsun?
- Onu başkaları için
istemekle ben de nefsime karşı hür oluyorum.
- Esaretin başka bir nevi.
Hepimiz ayrı ayrı varız.
- Bir bakıma öyle, yani
inanarak istemezsem... fakat herkesle beraber olduğunu düşün, tam hürriyettir.
Sen hepimiz ayrı ayrı varız dediğin anda her şeyi kaybedersin. Varlık tektir ve
biz onun parçalarıyız!
354
(Suat) Hepinizin kafasında
sevgi, ıztırap diye bir yığın kelime var. Kelimelerde yaşıyorsunuz. Ben
kelimelerin manasını öğrenmek istiyorum. Onun için yaptım. Mesela öldürecek
derecede sevmediğini öğrenmek için yazmalısın. Fakat sen ölümü de bilmezsin... Kahkahalarla gülüyordu:
Eminim ki senin için ölüm bir fırında iyice piştikten sonra, tıpkı bir müzede
muhafaza edilen eşya gibi ebediyette daha parlak, daha kendisi olarak
beklemektir. öyle değil mi? Ve sen ölümden iğrenmezsin, onu güzelin ve aşkın kardeşi
görürsün. Hiç ölümün iğrenç birşey olduğunu düşündün mü? İğrenç bir çürüme ve
kokma!.. -içimizde Allaha inanan var mı, bilmiyorum. Fakat eminim ki hepiniz
müphem bir sükutta bu bahsi kapatmışsınızdır. Çünkü kelimelerde yaşıyorsunuz!
Bir kere olsun, Allahla konuşmak istediniz mi? Ben dindar olsaydım onunla
konuşmak, onu tecrübe etmek isterdim.
356
İlk önce çok güldüm. Fakat
sonra gülmedim. Şimdi her metafizik sistem bana onun (romatizmalarından
kurtulsun diye tavana asılmış eşek) halini, tepemizden o hazin bakışını
hatırlatır.
Fakat benim için hakikat
budur. Anlıyor musunuz! Benim için Allah ölmüştür. Ben hürriyetimi tadıyorum.
Ben Allah'ı kendimde öldürdüm.
359
— Sen, garip ve
münasebetsizin, bazan bizi nasıl istilâ ettiğini anlamazsın. Belki hiç anlamıyacaksın.
Çünkü hareketlerinin
üzerinde ısrar eden, onların behemehal bir devamı ve neticesi olmasını isteyen
takımdansın... Onun için her şeyde bir mantık görmek istersin! Ne ise oldu!
Seni beyhude tutmayayım. Ben sadece bir münasebetsizlik olsa bile, bunu bilmeni
istemiştim... Allaha ısmarladık. Ve yokuştan aşağı acele acele inmeğe başladı.
Mümtaz arkasından bağırdı:
— Herkes de böyledir; onun
için engaje olmamaya dikkat et!
362
Suat'a kızmıyordu. Yaptığı
şeyin kötü olduğunu biliyordu. Fakat hüküm vermek istemiyordu. Artık insanlar
hakkında hüküm vermekten vazgeçmişti. O, içindeki sefaleti teşhir ederek
ağızlarının tadını bozmuştu. Mümtaz'ı şaşırtan, bu sefaletin derinliği, daha
doğrusu onu bu kadar sefil yapan hayatının istikrarsızlığıydı. <>
363
— Hazin tarafı şu ki, bu
cins azapları bütün dünya bir asır evvel yaşadı, bitirdi. Hegel, Nietszche,
Marx geldiler, geçtiler. Dostoyevski Suat'tan seksen sene evvel bu azabı çekti.
Bizim için yeni nedir bilir misiniz? Ne Eluard'ın şiiri, ne de Comte
Stravoguine'in azabıdır. Bizim için yeni, en ufak Türk köyünde, Anadolu'nun en
ücra köşesinde bu akşam olan cinayet, arazi kavgası veya boşanma hadisesidir,
Bilmem, fikrimi anlıyor musunuz? Suat'ı itham etmiyorum. Fakat onun
meselelerinin bugünümüzün, kendi günümüzün çerçevesine giremeyeceğini
söylüyorum.
Mümtaz kadehini boşalttı.
— Ama bir noktayı
unutuyorsunuz! Suat hakikaten azap çekiyor...
İhsan eliyle birşeyi
kendinden uzaklaştırdı:
- Çekebilir... ama bana
ne?.. Benim ferdin peşinde koşacak vaktim yok. Ben cemaat ile meşgulüm.
Sürüden ayrılanın
arkasından anası ağlasın! ... Suat'ın
meseleleri benim üzerimde bu tesiri yapıyor. Gecikmiş şeyler... Herkes bir
düşünceyi böyle dönülmez yere taşıyabilir ve orada azdırabilir. Fakat niçin
yapmalı? Zorla kendimize baş dönmesi yaratmaktan birşey çıkmaz ki. Biz yapacağı
birtakım işi, mesuliyetleri olan insanlarız...
364
— Ama, Allah ebedî
meselemizdir.
— İnsan ve talihi de ebedî
meselelerdir. Ve birbirine bağlıdır. Ayrıca halli imkansız meselelerdir. Tabiî
iman edilmezse... -İhsan bir müddet düşündü.- Biliyorum, bu tarzda konuşmağa
hakkım yok. Elbette bütün ahlakımız ve iç hayatımız Allah fikrine bağlıdır. Bu
satranç onsuz oynanmaz. Belki Suat'a biraz da bunun için kızıyorum..
365
Tanburacı Osman Pelvanın
yaydığı Rumeli türküsü
Bulut gelir pâre pâre
Dördü aktır, dördü kâre
Sen açtın kalbime yâre
Yağma yağmur, esme deli
rüzgâr
Yarim yoldadır!
Bulut gelir yer yaş olur
İçer bâde sarhoş olur
Yar kokusu bir hoş olur.
Bulut gelir seher ile
Çiçek açmış bahar ile
Herkes kavuşmuş yar ile
- İşte bunu sevmeliyiz.
İhsan hakikaten mesuttu. Bütün hakikatler burada, bu engin ummanda (ana deniz, okyanus). Halkımıza ve hayatımıza ne kadar
yaklaşırsak o kadar mesut olacağız. Biz bu türkülerin milletiyiz. Sonra birden
bire Yahya Kemal'in mısraını hatırladı:
Duydumsa da zevk almadım
İslav kederinden...
Mümtaz birden bire Fra Filippo Lippi'nin (1406-1469)
Güller İçinde Çocuk İsa tablosunu andıran bir kainat içinde kaldı. Sanki
Ferahfezâ'nın o hasret kasırgasında savurduğu bütün güller, bu eski ilahide
toplanmıştı:
Güllerden kurulmuş bir
pazar
Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Alanlar gül, satanlar
gül...
381
Tıpkı köşkün sofrasında
olduğu gibi, Platon'u koltuğun altında Repuplica'sı ile, gurbet yollarında
gördü.
385
- (Nuran) Ninelerimizin
hayatı hiç de kötü değilmiş. Bir kere, gayet iyi süsleniyorlarmış! Baksana şu
elbiselere...
Ve Nuran, bir türlü
önünden ayrılamadığı aynada kendi hayalini seyretti:
- Tam Pisanello! Yahut
bizim minyatürler...
388
Ben dram muharriri (yazar)
olsaydım, Rienzi'yi tekrar yazardım.
Dünyada Fransa İhtilali
kadar büyük ve güzel epope (destan) azdır. Yirmi, otuz sene içinde beşeriyet,
iki bin yıl kendisini idare edecek düsturların hepsini bulmuştur. Fakat
başladığı zaman, neticenin sadece bir burjuvazi hakimiyeti ile biteceğini kim
bilirdi.
389
Orta yaşlı mebus sözünü
kesti:
- İhsan bey, diyordu, siz
ki o kadar yeni görünüyorsunuz; bana öyle geliyor ki, devrinizi sevmiyorsunuz?
— Hayır, sevmiyorum.
Yahut, kelimeyi bulamadım; devrime hayran değilim. Fakat yeni miyim, hakikaten?
Yeni olabilmekliğim için, yaşadığım saatin adamı olmam lazım. Bense daha başka
şeylerin iştiyakındayım (arzu, güçlü istek)! Yeni olmak için, devrimle beraber
her an değişmeyi kabul etmeliyim. Bense bir yerde, bir düşüncede istikrarı
sevenlerdenim.
- Fakat her ihtilal böyle
değil ki. Mesela bizimki?...
— Bizimki de başka türlü.
Tabiî şekilde ihtilal, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyla olur.
Bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde.
Hatta, çok defa münevver ve
devlet adamı bile...
Düşüncenin evvelden hazırlanmış yolunda yürümek! En aşağı 1839'dan beri bu
böyle... Onun için hayatımız o kadar yorucu oluyor. Kaldı ki, üzerimizde
asırlardan gelen büyük bir terbiye de var. Herşeyi bozan, bizi adeta mahkum
eden bir itiyat (alışkanlık, huy) ... Çabuk vazgeçiyoruz. Müslüman şarkın en
büyük hususiyeti budur. Şark vazgeçer. Sade güçlüğün karşısında değil, zamanın,
tabiî zamanın karşısında vazgeçer... Fakat nelerden konuşuyoruz?
390
Nuran, karlı havada
Boğaz'ı çok severdi.
391
- (Nuran) Sen sobayı yak.
Yemek kolay. Ondan zevk alıyorum, aile mirasıdır.
392
Geldiklerinin üçüncü günü
Nuran'a:
- Kitabı artık vazıh
olarak görüyorum! dedi.
- Ben de ceketindeki
düğmenin boş yerini.
- Mahsus mu yapıyorsun,
Allah aşkına?
- Neden mahsus yapayım?
Evlilik hayatıma hazırlanıyorum. İş bölümü yapmadık mı?
404
- İhsan'ın hakkı var?
Hayat benden fikir ve belki de mücadele istiyor. Hissî duruşlar değil!
408
"İnsandaki ölüm
terbiyesinin verdiği bir şey olsa gerek!"
409
Puget'in Cariatide'leri ... devleri...
410
... birkaç sene evvel
çıkan, insan sırtında yük taşınmasını meneden o çok iyi niyetli kanunu düşündü.
413
(Suat) "Talihimizin
en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul
olması. Bütün bina onun üzerine kuruluyor; dışarıda ve içeride. ... insan
insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor. Hatta sanatkârlar bile; senin
o evliya ruhlu dediğin insanlar bile.
414
"Zavallı insanlık!
Hangi mesuliyet fikri? James Joyce'in M. Bloom'u gibi, kendi korkularımızın
üstüne oturmuş, felsefe ve şiir yapıyoruz."
417
"Milli olan herşey
güzel ve iyidir. Ve sonuna kadar devam etmesi lazımdır."
418
Homerique
426
- (Doktor) Biliyor musunuz
ben ne vakit vaziyetten ümit kestim. Rus-Alman ademitecavüz paktı imzalandığı
gün.
- Ama, solcular pek
beğeniyor. Bir dinlesen! Hepsi şimdi Hitler'i övüyorlar. Sanki Rayiştag yangını
mahkemesi olmamış gibi. Nuri'nin yüzü hiddetten sapsarıydı. - Sanki o kadar
cinayet yapılmamış gibi.
- Tabiî överler. Fakat iş'ar-ı ahire kadar (sonra bildirilecek
bir zaman kadar). Anlıyorsunuz ya, kıymet hükümlerini insan bir kere
kaybetmesin! Onun için, harbi sevmemekle beraber, harpten korkmuyorum ve
bekliyorum.
"Neden böyle oldu;
niçin herkes bana böyle yükleniyor? Huzurdan bahsediyordu. Peki benim huzurum
nerede kaldı? Ben yok muyum? Bu kadar yalnız ne yapacağım?"
434
Tekrar (İhsan'ın)
ayakkabılarına baktı; "şu dünyada etrafımızdaki şeylere ne kadar az sahip
olabiliyoruz."
Hepsi onun olmaktan
çıkacaklardı. Meğer ki hatırlayan bir insan, bir hafıza bulunsun. Hakiki
tasarrufumuz yalnız insanla ve insanda idi. İnsan zekâsı, insan kalbi, insan
ruhu, insan hafızası... İnsan çekilince orta yerde hiçbir şey kalmıyordu.
"Vâkıa bazı hayvanlar da sahiplerini ve yaşadıkları yeri
unutmazlar..."
437
Rembrandt'ın
tablolarını hatırlatan bir gölge ve ışık oyunu içinde rayları tamir
ediyorlardı.
439
Viyolon konserto sonuna
yaklaşıyordu.
444
- Galiba musikiyi
seviyorsunuz! Yalnızca alafranga mı?
- Hayır, alaturkayı da.
Fakat galiba, aynı adam olarak değil.
- Oğlum, çok doğru bir şey
söyledin, dedi. O kadar doğru ki. Mesele musikiden çok ötede. Şarkla garp
birbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek istedik. Hatta bunda yeni bir fikir
bulduğumuzu bile sandık. Halbuki tecrübe daima yapılmış, daima iki çehreli
insanlar vermişti.
448
Böyle her şeyin birbirine
karıştığı, her sualin birbirine muvazi olarak yürüdüğü, ümitle çalınan her kapıdan
bir ejderha ağzının açıldığı bir devirde insanlığın mukadderatının birtakım
yarı deli meczupların, mesuliyetsiz peygamberlerin, production, surproduction
deterministlerinin, hüsnüniyetleri
(saflık hali) ancak silah seslerinde vuzuhla
(anlam açıklığı) konuşan, idam hükümlerinde kıvamını bulan gerçek çehresini
takınan utopyacıların elinde bulunmasının felaketini düşünün. Alın size
Stalin'in jesti. Hadiseler nasıl sıralanıyor. Hitler'de paranoyak olan hadise
bu sonuncusunda, tam suikast oluyor. Lenin'in mongolit peygamber çehresi, nasıl
birdenbire tasavvuru imkansız bir Makyavel'e değişti. Nasıl bir polis romanı
entrikası oldu.
Stalin kendi çehresinin ve
resimlerdeki bakışının sözünü nasıl tuttu?...
Dünyayı cennet yapacak bir
ideal namına, bir gün kendisine çevrilmek ihtimali olan silahı bütün insanlığa
nasıl çevirdi. Açıkça harbi teşvik ediyor; olması imkanını hazırlıyor.
450
onun hassalarıyla (özgülük, özellik) duyduğunu...
452
mücerret:
yalın, soyut
454
Gaiple konuşurdu. Duvara
yüzünü döndürür, orada tıpkı telefonla konuşuyormuş gibi mevcut olmayanla,
kendi ruhunun sakatlığıyla konuşurdu.
467
fecir:
tan kızıllığı
468
Bilir misin neye
benziyorsun? Botticelli'nin meleklerine... Hani o Passion'da İsa'ya üç çiviyi
verene...
470
istihza:
gizli veya ince alay
.
.
.
100 Soruda Türkiye'de
Roman ve Toplumsal Değişme
Fethi
Naci
Gerçek
Yayınevi, 1981 İstanbul
70
(Soru
15: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'da, "Doğu-Batı bileşimi" adı
altında yapmaya çalıştığı şey nedir)
Tanpınar'ın
roman kişileri aydınlar, eski konaklardan, yalılardan kalan döküntüler; büyük
şehrin yalnızlığı içinde yaşayan insan tekleridir; halkla en küçük bir
ilişkileri yoktur. Halktan kişiler, romana, Mümtaz'ı sandalla gezdirmek için
girebilirler ancak. Mümtaz'ın gözünde halk "Hayatlarını hiçbir zaman
öğrenemeyeceği insanlardı". Bunun için, onları tanımak yerine onlara
gönlünce biçimler vermeyi yeğler…
Huzur'da,
Cumhuriyet aydınları, yaşama koşullarının değiştirilmesi yolunda Cumhuriyet
döneminin uğradığı başarısızlıklar karşısında, bu başarısızlıkların nedenlerini
tartışıyorlar, bir çıkış yolu arıyorlar.
71
(İhsan)
"Tabii şekilde ihtilal, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyle
olur. Bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yetişmek
mecburiyetinde."
Görülüyor
ki İhsan toplumun bağımsız bireyleri olarak bakıyor insana. Su nelerden meydana
gelir? Oksijen ve hidrojenden. Toplum? İnsanlardan. Budur İhsan'ın topluma ve
insana bakışı. Bunun için insanlar arasında sadece "hayat standardı"
farkı görüyor.
Tanpınar'ın
Doğu-Batı bileşimi adı altında yapmaya çalıştığı şey, geçmişimizi toptan
yadsıyan küçük burjuva bürokrat görüşü ile geçmişin kültürünü tanımış ve
sevmiş, "kökü mazide olan atî (gelecek)" (Yahya Kemal) olmak isteyen
aydının görüşünü uzlaştırmaya çalışmak gibi görünüyor ilk bakışta. Ama
"uzlaştırmak" bile denemez buna; küçük burjuva bürokrat görüşünün
özüne hiç dokunmadan, bu görüşün halkı yönetimin dışında bir "nesne"
gibi gören anlayışını olduğu gibi alarak, sosyal sınıfların varlığını yadsıyan
görüşünü olduğu gibi alarak, "devlet"i küçük burjuva bürokratıyla
özdeşleştiren görüşünü olduğu gibi alarak, "mazi"yi bu görüşe bir
pudra gibi, bir allım gibi sürmek, böylece bu görüşü (Türkiye gerçeklerini
görebilmek ve doğru düşünebilmek için yanılgıları ve gerçek niteliği gösterilerek
tarihin çöp kutusuna atılması gereken bu görüşü) daha sevimli hale getirme
çabasına girişmek… Nesnel açıdan değerlendirince, Tanpınar'ın yaptığının bundan
başka bir şey olmadığı görülüyor. Tanpınar, bir ekonomik kalkınma meselemiz
olduğunu biliyor, ama ekonomik kalkınmanın sadece teknik - ekonomik bir mesele
olmadığını, her şeyden önce bir siyasi iktidar meselesi olduğunu, bu iktidarın
iç sosyal güçlerle ve dünya ile ilişkilerini anlamaktan çok uzak. Bunun için
de, genellikle, meseleleri "baş aşağı" koyuyor; temeldeki
bozuklukların yüzeydeki belirtilerine gene yüzeysel (daha doğrusu üst-yapısal)
çözüm yolları arıyor. Ve bu çözüm yollarını da sadece sohbetler içinde arıyor;
memleketin bunca meselesini tartışan aydınların en küçük bir eylem niyetleri yoktur.
Mümtaz, "dünyayı ıslaha kalkmamayı" bir erdem olarak görür; böylesi
insanlar "nefislerine sadık olarak yaşamanın sırrını bulmuşlar. Öbürleri
(Yani dünyayı ıslaha kalkanlar) kendilerini aldatıyorlar gibi geliyor
bana…" der.
72
Bir
romanda bir mesele konmak isteniyorsa, bu meselenin doğru konması bile başlı
başına önemli bir şeydir; çözüm yanlış olabilir, o başka mesele. Ama Tanpınar,
meseleleri, çözmek bir yana, doğru da koyamıyor. Bunun için o sayfalar boyu
tartışmalardan bizde kalan tel şey şu oluyor: Cumhuriyet aydınlarının
Cumhuriyet döneminin başarısızlıkları karşısında soyut düşünce düzeyinde kalan
tedirginlikleri, tepkileri, arayışları, "huzur"suzlukları… Ama bu
tedirginliklerin, bu arayışların bir "kaçış"la iç içe olduğu da pek
açık: Tarihe kaçış, musikiye kaçış, İstanbul'un güzelliklerine kaçış…
(Soru
16: Söz, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'undan açılmışken, bu roman hakkında
düşündüklerinizi burada açıklar mısınız?)
Huzur,
Türkçede okuduğum en güzel aşk romanı.
76
Tanpınar,
aşkı, çoğu romancının yaptığı gibi, günlük hayatın ayrıntılarından, çevreden
soyutlayarak, sadece bir kadınla bir erkeğin bağımsız ilişkisi olarak anlatmaz.
Aşk, Tanpınar'da soyutlanmış bir duygu değil, günlük yaşamanın bir parçasıdır.
77
Tanpınar'ın
bu alabildiğine usta işi tespitlerini okurken hep sinemadaki "optik
kaydırma"yı düşünüyorum; kalemiyle yapıyor Tanpınar bu işi: "Uzaktan
gözle ayırt edilemeyecek bir varlık, bir durum, bir ayrıntı üzerine hızlı bir
optik kaydırma bu varlık, durum ya da ayrıntıyı bir anda seyircinin gözü önüne
serer ve çarpıcı bir etki yaratır." (Nijat Özön). Tanpınar bilincindedir
yaptığı işin: "Ah, bu küçük teferruat… İki üç çizgi, birkaç konuşma
parçası, işte size bütün bir hayat…" (SAE, s266)
79
Tanpınar'ın
kendine özgü bir anlatımı, bir üslubu var. Bu kendine özgülük belki gereğinden
de fazla belirgin; çünkü giderek roman diliyle çelişir duruma düşüyor. Romanda
dil, okurla roman arasına girmemeli. Oysa Tanpınar'daki üslûp kaygısının
sahnede "rol çalan" bir oyuncunun bir anlık beğenilme uğruna oyunun
bütününe zarar vermesi gibi bir etkisi oluyor. Üslûp kaygısı, kişileri,
olayları izlemeyi güçleştiriyor.
"Anları
birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için!" (s.217)
80
Bir
de felsefe yapmak ya da büyük bir laf etmek merakı var Tanpınar'ın, felaket!
81
…
Huzur'u okurken, Tanpınar'ı yazı yazarken değil de elinde kamera çalışırken
düşündüm; dikkati özellikle "ayrıntı çekimi"ne yönelik bir sinemacı…
.
.
.
.