.
.
.
.
.
Seçme Yazılar 2. Özne ve
İktidar (3.
basım, 2014)
Michel Foucault
[Dits et écrits (1954-1988), Gallimard, 1994]
(Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014 İstanbul, Ayrıntı Yayınları
(Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014 İstanbul, Ayrıntı Yayınları
Michel
Foucault
Sunuş:
Özne ve İktidar (Ferda
Keskin)
I. “Omnes
et Singulatim: Siyasi Aklın Bir Eleştirisine Doğru, 1979
II. Özne
ve İktidar,
1982
III.
Hakikat Kaygısı,
1984
IV.
Hakikat, İktidar ve Kendilik, 1982
V.
Bireylerin Siyasi Teknolojisi, 1982
VI.
Stephen Riggins’le Söyleşi, 1982
VII.
İktidarın Halkaları,
1976
VIII.
Aydınlanma Nedir?,
1984
IX.
Aydınlanma Nedir?,
1984
X. Etiğin
Soybilimi Üzerine: Sürmekte Olan Çalışmaya İlişkin Bir
Değerlendirme, 1983
XI. Bir
Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği, 1984
XII.
Ahlâkın Dönüşü,
1984
XIII. Bir
Varoluş Estetiği,
1984
XIV.
Siyaset ve Etik,
1983
XV. Polemik,
Siyaset ve Sorunsallaştırmalar, 1984
XVI.
Hükümetlere Karşı, İnsan Hakları, 1984
XVII.
Başka Mekânlara Dair,
1967
Michel
Foucault
9
1975’te
Surveiller et punir: Naissance de la
prison (Gözetleme ve Cezalandırma: Hapishanenin Doğuşu) yayımlandı. İktidar
ilişkileri, teknikleri, stratejileri ve taktiklerinin; yani modern Batı
toplumlarında öznelliği kurma biçimlerinin analizini yaptığı bu kitap
olağanüstü bir ilgi gördü. [Cinselliğin
Tarihi] Cinselliğin bastırılmadığını, tam tersine modern biyo-iktidar tarafından
üretilip bedene nüfuz etmek için bireylere dayatıldığını söylediği bu kitap…
(Yeni
bir düşünme biçiminin en önemli temsilcilerinden biri…) 1960’lı yıllardan
itibaren özellikle Nietzsche ve Heidegger’in etkisiyle ortaya çıkan bu yeni
düşünme biçimi, Foucault’nun “antropolojizm” olarak adlandırdığı ve öncelikle
insanı ve insan doğasını felsefi düşünce için çıkış noktası olarak alan, özelde
ise bir özne ve bilinç felsefesinde yoğunlaşan geleneği hedef alıyordu. … El
attığı her alanda öncelikle yerleşik bakış açılarını ve yöntemleri sorgulayan
Foucault, bu tutumuyla öncelikle düşüncenin kendisi üzerinde düşünmesi ve
kendini dönüştürmesinin önemini hatırlatmış ve bu anlamda düşünce tarihine
radikal anlamda yön veren dönüm noktalarından biri olmuştur.
Sunuş: Özne ve İktidar (Ferda Keskin)
11
Bir
yanda fenomenoloji ve yorumbilgisi (hermeneutik), öbür yanda tarihsel
maddecilikten hareket eden pro-marksist gelenek. … Foucault’nun fenomenolojik
yaklaşımı reddetmesinin nedeni, öznel deneyimin kaynağını ve nasıl
biçimlendiğini açıklamak için öncelikle öznede yoğunlaşan ve öznenin deneyimi
nasıl yaşadığına bakan yaklaşımları
reddetmesinde yatıyor. Ama Foucault’nun fenomenolojiye olan tavrı daha temel
bir felsefi seçimle bütünleşiyor. Öznenin deneyimini niçin şu ya da bu biçimde
yaşadığını insan doğasına gönderme yaparak açıklayan, kısacası bir tür felsefi
antropolojiye dayanan tüm teorik yaklaşımlara, Foucault’nun terimiyle
“antropolojizm”e duyduğu tepki. Foucault, öznel deneyim biçimlerinin verili bir
insan doğasının teorik olarak belirlenmiş evrensel yapılarından yola çıkarak
açıklanamayacağını; çünkü bu deneyim biçimlerinin tarih içinde belli
ihtiyaçlara cevap vermek üzere kurulduğunu ve bu anlamda tekil olduğunu savunuyor. Yine bu yüzden öznel deneyim biçimlerinin
kendi tekil tarihleri içinde spesifik olarak incelenmesi gerekiyor.
13
Fenomenoloji
ve pro-maksist geleneğe alternatif olarak Foucault, öznel deneyim biçimlerinin sorunsallaştırmalar yoluyla
oluşturulduklarını, geliştirildiklerini ve dönüştürüldüklerini öne sürüyor.
Böylece Foucault kendi yapıtlarını, insanların Batı kültüründe özneye
dönüştürülmesinde özel bir yer tuttuğunu düşündüğü delilik, hastalık, yaşam,
dil, emek, suç, cinsellik gibi deneyimleri kurmuş olan sorunsallaştırma
süreçlerinin bir tarihi olarak yorumluyor. Sorunsallaştırmayı ise “herhangi bir
şeyi doğru ve yanlış oyununa sokan ve onu bir düşünce nesnesi (ister ahlâki
düşünce, ister bilimsel bilgi, isterse siyasi analiz, vb. biçiminde olsun)
olarak kuran söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler bütünü” olarak
tanımlıyor.
…
Foucault’ya göre “düşünce” yalnızca felsefe veya bilime özgü teorik ifadelerde
değil; bireyin özne olarak ortaya çıktığı tüm konuşma, yapma ya da davranış
biçimlerinde aranması gereken bir şey. Öte yandan Foucault’nun doğru ve yanlış
oyunu ya da genelde hakikat oyunu (jeux
de vérité) ile kastettiği, insanın varlığını tarihsel bir biçimde deneyim olarak, yani düşünülebilecek ve
düşünülmesi gereken bir şey olarak kuran; başka bir deyişle sorunsallaştıran
şey hakkında belli hakikatlerin üretilmesi için kullanılan bir kurallar bütünü.
14
…
analizin amacı örneğin sorunsallaştırma öncesi delilik diye bir şeyin var
olmadığını kanıtlamak değil; yukarıda verdiğimiz tanım uyarınca deliliğin hangi
söylemler, hangi hakikat oyunları, hangi tanımlar yoluyla sorunsallaştırılarak
“akıl hastalığı” olarak değerlendirilmesine neden olacak kurumsal bir alana
dahil edildiğini görmek. Bu anlamda sorunsallaştırılan şey delilik, “kurulmuş”
olan deneyimse “akıl hastalığı” olarak ortaya çıkıyor.
Focault
sorunsallaştırmanın üç ana eksen üzerinden gerçekleştiğini söylüyor: bilgi,
iktidar, etik. Bu tanım çerçevesinde her deneyim, belli kavramlar ve kuramlar
içeren ve ürettiği hakikatlerle ifade bulan bir bilgi alanı, belli normlar ve
kurallar içeren bir iktidar alanı ve bu bilgi ve iktidar alanları bağlamında
bireyin kendisiyle kurduğu belli bir ilişki biçimini bir araya getirir. Bu
yüzden kendimizin tarihsel bir ontolojisini yapmak; bilgi öznesi, iktidar
ilişkilerinin öznesi ve kendi eylemlerimizin etik öznesi olarak nasıl
kurulduğumuz sorularını sormayı gerektirir. Birinci sorunun cevabı, öznesi
olarak göründüğümüz bir deneyime (örneğin delilik, hastalık, yaşam, dil, emek,
suç ya da cinsellik gibi bir deneyime) gönderme yapan bilgi alanının oluşumunun,
bu oluşuma özgü söylemsel pratiklerin ve hakikat oyunlarının analizini; ikinci
sorunun cevabı iktidar ilişkileri ve teknolojilerinin, yani tarihsel olarak
kurulmuş bir deneyimin pratiğini düzenleyen normatif bir sistemin (örneğin
delilerin, hastaların ve suçluların kurumsallaştırılması ve “normal”
insanlardan ayrılıp tecrit edilmesini düzenleyen bir sistemin) örgütlenmesinin
ve bu sistemde söz konusu olan hakikat oyunlarının analizini; üçüncü sorunun
cevabı ise insanın kendisiyle olan ilişkisinin, bireylerin kendilerini tarihsel
bir deneyimin özneleri olarak (örneğin deli, hasta, suçlu, eşcinsel ya da
normal olarak) kurma, tanıma ve kabullenme ya da reddetme pratiklerinin ve bunu
yaparken geçerli olan hakikat oyunlarının analizini gerektirir.
15
…
Kant ile Foucault’nun arasındaki çok temel bir farkı vurgulamak gerekiyor.
Kant’a göre eleştirel soru, aklın (tüm kullanım biçimlerinde) aşmaması gereken
zorunlu sınırları arayan negatif bir sorudur. Oysa Foucault’ya göre eleştirel
soru artık pozitif bir biçim taşıyor.
16
Foucault'ya
göre öznesi olarak tanıtıldığımız deneyimlerin kurulmasını gerçekleştiren
söylemsel ve söylemsel olmayan pratiklerin merkezinde bir iktidar alanı var.
... Ama bu analizin sonucunda ortaya çıkan iktidar anlayışı geleneksel siyaset
teorilerinde rastladığımız negatif iktidar anlayışlarından çok farklı.
Foucault'nun "hukuki-söylemsel" (juridico-discursive) model
olarak tanımladığı geleneksel model iktidarı bir hükümranlık, yasa, yasaklama
ve itaat sistemi içinde tasarımlar. Oysa Foucault on yedinci yüzyılın sonundan
itibaren Batı toplumlarına hukuksal-söylemsel modelin iktidar göremediği yeni
bir iktidar biçiminin hâkim olduğunu söylüyor. ... bu yeni iktidar biçimi
üretken, yaşamı desteklemeye, yaşamın sağladığı güçleri sınırlamaya değil
arttırmaya yönelik, yani pozitif. Bu yüzden Foucault bu yeni iktidarı biyo-iktidar
olarak adlandırıyor. Foucault'ya göre biyo-iktidar yaşama iki ana biçimde
müdahale eder: insan bedenine bir makine olarak yaklaşan birinci biçimi
"disiplinci" bir iktidardır. Foucault'nun bedenin
"anatomo-politiği" olarak adlandırdığı bu biçimin amacı, insan
bedenini disipline etmek, yeteneklerini geliştirmek, daha verimli ve uysal
kılmak ve ekonomik denetim sistemleriyle bütünleştirmektir. "Nüfusun biyo-politiği"
olarak adlandırdığı ikinci biçimi ise bedene bir doğal tür olarak yaklaşır ve
nüfusu düzenleyici bir denetim getirir. Foucault’ya göre biyo-iktidar burjuva
toplumunun büyük buluşlarından biridir ve kapitalizmin gelişmesinde vazgeçilmez
bir unsur olmuştur; çünkü kapitalizm bedenin üretim sürecine denetimli bir
şekilde girmesini ve nüfusun ekonomik süreçlere uygun kılınmasını gerektirir. …
biyo-iktidar tahakküm ve hegemonya ilişkileri getiren ayrımcılık ve toplumsal
hiyerarşi etmenleri olarak da etkili olmuştur. Ama bu etkiyi yaparken
kullandığı teknikler negatif ve sınırlandırıcı değildir ve bedensel şiddeti
dışlar; çünkü bireyin biyolojik yaşamı ve onun sahip olduğu güçleri sınırlamak
ve en uç noktada yok etmek yerine daha da güçlendirmek, en iyi şekilde kullanmak,
örgütlemek ve denetlemek zorundadır. Böylece on sekizinci yüzyıldan itibaren
kapitalizmin gelişmesine çok yakından bağlı olarak yalın anlamda insan yaşamı tarih
sahnesine, siyasi tekniklerin alanına girmiştir. Yaşamın ta kendisinin siyasi
stratejilerde ortaya sürülmesi Foucault'ya göre bir toplumun "modernliğe
girme eşiği"dir. "İnsan, binlerce yıl boyunca Aristoteles için neyse
o olmuştur, yani yaşayan ve buna ek olarak siyasal bir varlık olma yeteneğine
sahip olan bir hayvan; modern insan, bir canlı varlık olarak yaşamını kendi
siyaseti dahilinde söz konusu eden bir hayvandır."
18
Şiddetin
dışlanmasıyla birlikte bedenin iktidar tarafından kuşatılmasında tüm toplumsal
bütüne yayılan yeni ve ince teknikler gerekmiş, bu teknikler Foucault'nun
"dispositif" olarak adlandırdığı somut düzenlemeler biçimini
almıştır. Dispositif'ler Foucault'ya göre söylemler, kurumlar, mimari biçimler,
düzenleyici kararlar, yasalar, idari tasarruflar; bilimsel, felsefi,
[sanatsal?], ahlâki önermelerden oluşan heterojen bütünler; bu söylemsel ve
söylemsel olmayan öğeler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu sistemlerdir.
Dispositif'lerin işlevi temelde stratejiktir: yani güç ilişkilerini güdümlemek,
belli bir yönde geliştirmek ya da önlerine geçmek, dengelemek, kullanmak
işlevine sahiptirler. Dolayısıyla dispositif'ler her zaman bir iktidar oyunu
içinde yer alırlar; ama aynı zamanda bu iktidardan doğmakla birlikte iktidarın
kendisini koşullandıran bir bilginin sınırlarına da bağlıdırlar. Çünkü iktidar
ve bilgi karşılıklı olarak birbirlerini içerimler; karşılığında bir bilgi alanı
oluşturmayan iktidar ilişkisi olmadığı gibi iktidar ilişkileri varsaymayan ve
oluşturmayan bilgi de yoktur.
19
"...
birey, iktidarın dışında ve karşısındaki şey değil, ... iktidarın birincil
bir... etkisi ve aynı zamanda bir etkisi olduğu ölçüsünde de bir aracıdır:
iktidar kurduğu, oluşturduğu birey üzerinden işler." (Foucault, İki Ders)
Temelde
dispositif'ler yoluyla işleyen biyo-iktidarın strateji terimleriyle düşünülmesi
gerektiğini, bu stratejilerin de belli hegemonya biçimlerinde kristalleştiğini
söylemiştik. Foucault'ya göre iktidar ilişkilerinin kristalleşerek aldığı bu
biçimlerden en çok öne çıkanı on altıncı yüzyıldan bu yana sürekli olarak
gelişen devlettir. Bu yüzden devlet genel kanının tersine ... bireyselleştiren,
insanları kurulmuş deneyimlerin özneleri haline getiren, yani "bilinç ya
da özbilgi yoluyla kendi dayattığı kimliğe bağlayan" ve bu yolla denetim
altına alan bir iktidardır. ... [Bu yüzden Foucault, günümüzde bireyselleştirme
teknolojilerine karşı verilen mücadelelerin etnik, toplumsal, dinsel, ekonomik
sömürüye karşı verilen mücadelelere göre daha öne çıktığını belirtmektedir]
Günümüzün sorunu artık ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi
reddetmektir.
20
İktidarın
bir güç ilişkileri çokluğu olduğunu, dolayısıyla evrensel, kendiliğinden
varolan, sahip olunabilen ve uygulanmayı bekleyen bir iktidar olmadığını
söylemiştik. İktidar bir ilişki, bir eylem biçimidir.
21
[yönetim
- gouvernement] ... yönetim burada çok geniş anlamda, on altıncı
yüzyılda kullanıldığı biçimiyle, başkalarının önünde açık olan mümkün eylem
alanını yapılandırmak olarak anlaşılmalıdır. İktidarın işleyişini ...
başkalarının eylemi üzerine bir eylem olarak ve bu eylemi de yönetmek olarak
tanımlamak çok önemli bir öğeyi, özgürlüğü, iktidar ilişkilerine katmak
demektir. İktidar yalnızca özgür özneler üzerinde ve yalnızca özgür oldukları
sürece işleyebilir. ... Bir iktidar alanı tıkandığında, yönetim ve yapılandırma
ilişkisi tek yönlü, sabit ve tersine çevrilemez hale geldiğinde artık iktidar
ilişkilerinden söz edilemez. Böyle bir durumda artık yalnızca tahakküm (domination)
vardır ve tahakkümün olduğu yerde iktidar ilişkisi olamaz. ... özgürlük
iktidarın işlemesinin koşulu, hatta önkoşuludur. ... İktidarın olduğu her yerde
bir direniş ya da direniş imkânı vardır. ... İktidar ilişkilerinin her yerde
olması, bütün gücü ellerinde bulundurdukları anlamına gelmez.
22
Buradaki
sorun artık özgürlüğün var olup olmadığı değil, etik olarak nasıl
kullanılacağıdır; çünkü Foucault’ya göre etik, özgürlüğün düşünülerek yapılan
bir pratiği, özgürlükse etiğin ontolojik koşuludur.
I. “Omnes et Singulatim:
Siyasi Aklın Bir Eleştirisine Doğru, 1979
27
Benim
önceki çalışmalarımda izlediğim çizgi şuydu: Delilik, ölüm, suç, cinsellik gibi
deneyimler ile çeşitli iktidar teknolojileri arasındaki ilişkileri analiz
etmek. Şimdi üzerinde çalıştığım konu ise bireysellik; daha doğrusu,
"bireyselleştirici iktidar" sorununa bağlı olarak özkimlik sorunudur.
28
Demek
istediğim, iktidar tekniklerinin gelişmesinin giderek bireylere yöneldiği
ve bireyleri sürekli ve kalıcı bir
biçimde yönetmeyi amaçladığıdır. Eğer merkezileşmiş ve merkezileştirici olan
bir iktidarın siyasi biçimi devletse, bireyselleştirici iktidara da
pastorallik* diyelim. [* Burada Foucault'nun "pastorship" (fr.
pastorat) kelimesi, "pastor" kelimesinden geliyor; "pastor"
ise çoban, papaz, yönlendirici, yol gösterici anlamlarını taşıyor. y.h.n.]
...
sürü metaforuna büyük Yunan ya da Roma siyasi literatüründe rastlanmadığını
söyleyebiliriz.
31
Tarihte
görülen bütün toplumlar içinde bizimkiler -bununla, Avrupa kıtasının Batı
yakasında antikçağın son dönemlerinde ortaya çıkan toplumları kastediyorum-
herhalde en saldırgan ve en fetihçi yapıda olan toplumlardır; hem kendilerine
karşı hem de başkalarına karşı en koyu şiddeti uygulayabilecek niteliktedirler.
32
Nomos (yasa) sözcüğü nomeus
(çoban) sözcüğüyle bağıntılıdır: Çoban dağıtıcı, yasa paylaştırıcıdır.
38
Eğer
bir Yunanlının mutlaka itaat etmesi gerekiyorsa, bunu yasa ya da sitenin iradesi
olduğu için yapıyordu. Özel olarak birinin (bir hekimin, bir hatibin, bir
pedagogun) iradesine uymuşsa, o kişi kendisini rasyonel temelde ikna etmiş
demekti. Ve ona uymasının kesinlikle belirlenmiş bir amacının olması
gerekiyordu: Ya tedavi olmak ya belli bir hüneri öğrenmek ya da mümkün olan en
iyi tercihi yapmak, vb.
39
Yunan
felsefesinde apatheia, bireyin, aklını kullanması sayesinde, kendi
tutkularına gem vurabilmesini gösterir. Hıristiyan düşüncesinde pathos
sözcüğü insanın kendi için kendisi üzerinde uyguladığı irade gücünü gösterir. Apatheia
ise bizi bu tür iradesellikten kurtarır.
Hıristiyan
pastoralliği, papaz ile koyunlarının her biri arasında özel bir bilgi
içerimler.
Bu
bilgi özel bir bilgidir. Bireyselleştiricidir. Sürünün durumu hakkında bilgi
sahibi olmak yetmez. Bunun yanında, ayrı ayrı her koyunun durumu hakkında
bilginin de edinilmesi gerekir. ... Hıristiyan pastoralliği ... üç değişik
biçimde gelişmiştir: Çoban sürünün her üyesinin maddi ihtiyaçları konusunda
bilgi sahibi olmalı ve gerektiği zaman bu ihtiyaçlarını karşılayabilmelidir.
Çoban sürüde neler olup bittiğini, her birinin neler yaptığını, her birinin
işlediği aleni günahları bilmelidir. Nihayet, her birinin ruhunda neler
dolaştığını, yani onların gizli günahlarını, aziz olma yolunda ne kadar
ilerlediklerini bilmelidir.
Hıristiyanlık,
bu bireysel bilgileri edinebilmek amacıyla, Helenistik dünyada etkili olan şu
iki temel aracı sahiplenmiştir: vicdan muhasebesi ve vicdanın yönlendirilmesi.
40
Vicdan
muhasebesini, itirafı, vicdan yönetimini ve itaat etmeyi içeren bütün
Hıristiyan tekniklerinin bir amacı vardır: Bireylerin bu dünyada "kendi
nefislerini köreltmeleri" için çalışmalarını sağlamak. Nefsin körelmesi
kuşkusuz ölüm demek değildir; ama, bu dünyadan ve kendinden vazgeçmek anlamına
gelir: Bir nevi her gün ölmek yani. ... Hıristiyanlardaki nefsini köreltme,
insanın kendi kendisiyle kurduğu bir ilişki türüdür. Bu, Hıristiyan
özkimliğinin bir parçası, üstelik kurucu bir parçasıdır.
Hıristiyan
pastoralliğinin ne Yunanlıların ne de Musevilerin akıl ettiği bir oyun icat
etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Unsurları, yaşam, ölüm, hakikat, itaat, bireyler
ve özkimlik olan tuhaf bir oyun; yurttaşlarının canlarını feda etmeleri
sayesinde ayakta kalan site oyunuyla hiç ilgisi olmayan bir oyun. Bizim
toplumlarımızın, modern devletler diye adlandırdıkları birimler içinde bu iki
oyunu (site-yurttaş oyunu ile çoban-sürü oyunu) birleştirdikleri için gerçekten
de şeytansı oldukları ortaya çıkmıştır.
41
[yukarıda
iki oyunun birleştirilmesi üzerine kurulu bu sorun], ... deneyimler (delilik,
hastalık, yasaların ihlal edilmesi, cinsellik, özkimlik gibi), bilgi (tıp,
kriminoloji, seksoloji, psikoloji gibi) ve iktidar (psikiyatrik kurumlar ve
cezalandırma kurumları, ayrıca bireysel denetimi ilgilendiren bütün diğer
kurumlarda kullanılan iktidar gibi) arasındaki ilişkilerde odaklanmaktadır.
Bizim
uygarlığımız en karmaşık bilgi sistemini, en girift iktidar yapılarını
geliştirmiştir.
43
...
devlet iktidarının uygulanmasında başvurulan rasyonalite titpi...
44
Devlet
iktidarının rasyonalitesi özellikle iki doktrinle formüle edilmişti: Devlet
Aklı* ve polis teorisi. [* devlet aklı - reason of state deyimi dilimizde
"hikmeti hükümet" olarak da bilinmektedir. y.h.n.]
"Devlet
aklı" doktrini, devlet yönetiminin ilke ve yöntemlerinin, diyelim
Tanrı'nın dünyayı, babanın ailesini ya da bir amirin kendi topluluğunu yönetiş
biçiminden nasıl farklı olduğunu tanımlamayı amaçlamaktaydı.
Polis
doktrini ise devletin rasyonel faaliyetlerinin nesnesi olan şeylerin doğasını,
peşinde olduğu amaçları ve söz konusu araçların genel biçimini tanımlar.
45
Devlet
aklı bir "sanat", yani belli kurallara uyan bir teknik sayılmaktadır.
... devletleri yönetme sanatı...
Aziz
Thomas, "sanatın, kendi alanında, doğanın kendi başına gerçekleştirdiği
şeyleri taklit etmesi gerektiği"ni anlatır; sanat ancak bu koşulda akla
uygun bir uğraş olabilir. Kralın kendi krallığını yönetmesi Tanrı'nın doğayı
yönetmesini ya da ruhun bedeni yönetmesini taklit etmelidir. Nasıl Tanrı
dünyayı yaratmışsa, nasıl ruh bedene biçim veriyorsa, kral da siteler
kurmalıdır. Tıpkı Tanrı'nın doğal varlıklar için ya da ruhun bedeni yönetirken
yaptığı gibi, kral da insanları nihai ereğine yöneltmelidir.
46
Devlet
aklının ateizmle bir tutulması bununla açıklanabilir.
47
Devlet
aklının karakteristik bir özelliği olan yönetme sanatı, ya siyasi istatistik ya
da aritmetik diye adlandırılan disiplinin gelişmesiyle iç içe geçmiş
durumdadır; yani, burada söz konusu olan, farklı devletlerin güçlerinin bilinmesidir.
Devlet
aklı ilahi, doğal ya da insani yasalara göre bir yönetim sanatı değildir.
Dünyanın genel düzenine saygı göstermesi gerekmez. Bu, devletin gücüne uygun
olarak yönetmektir. Amacı geniş kapsamlı ve rekabetçi bir çerçeve içinde bu
gücü arttırmak olan yönetimdir.
48
...
polisli bir devlet adına öngörülen ilk ütopya-programlardan biri... Turquet de
Mayerne'in kaleme aldığı bu metin 1611 yılında Hollanda Genel Meclisi'ne
sunulmuştur. Nitekim J. King de XIV. Louis'nin Yönetiminde
Bilim ve Rasyonalizm adlı kitabında bu tuhaf çalışmanın
önemine dikkat çekmektedir.
Şimdi
Turquet'nin önerdiği örgütlenme biçimini özetleyelim. Kralın yanında dört büyük
yetkili bulunmaktadır. Bunlardan birisi Adalet'ten, diğeri Ordu'dan, üçüncüsü
Maliye'den, yani kralın vergileriyle gelirlerinden, dördüncüsü ise polis'ten
sorumludur. Anlaşılan polis'ten sorumlu olan görevliye düşen rol esasen
ahlâki bir roldü. Turquet'ye göre, bu görevli halk arasında
"alçakgönüllülük, hayırseverlik, sadakat, çalışkanlık, dostça işbirliği ve
dürüstlük" duygularını yerleştirecekti.
Turquet,
her eyalette yasayı ve düzeni koruyan kurullar bulunması gerektiğini ileri
sürer. bu kurullardan ikisi halkı, ikisi de mülkleri gözetmeliydi. Halkla
ilgilenen birinci kurul, yaşamın olumlu, etkin, üretken yanlarını gözetecekti.
Başka bir deyişle, eğitimle; herkesin kendi beğenilerini ve yeteneklerini
saptamayla; meslek -yararlı meslekler- seçimiyle ilgiliydi: Yirmi beş yaşını
geçen herkes yaptığı mesleği bir deftere kaydettirmek zorundaydı. Yararlı bir
meslekte çalışmayanlara toplumun tortusu gözüyle bakılırdı.
49
Polis
her şeyi kapsar. Ama son derece özel bir açıdan. İnsanlar ve eşya ilişkileri
bakımından ele alınır... Turquet bu noktada çarpıcı bir ifade kullanır:
"Polisin gerçek nesnesi insandır."
50
Peşinde
koşturulan amaçlar nelerdir? ... Birincisi, polis siteye güzellik, biçim ve
görkemlilik kazandıran her şeyle ilgilenmek durumundadır. Görkemlilik sadece
kusursuzluğu arayan bir devletin güzelliğini anlatmakla kalmaz, sitenin gücünü,
dayanıklılığını da gösterir. Bu yüzden polis devletin dayanıklılığını sağlar ve
vurgular. İkincisi, polisin öteki amacı, insanlar arasında yardımlaşma ve
karşılıklı dayanışma kadar, çalışma ve alışveriş ilişkileri de yerleştirmektir.
... Polis insanlar arasında sözcüğün geniş anlamıyla "iletişim"i
sağlamalıdır. Aksi takdirde insanlar yaşamlarını sürdüremezler ya da yaşamları
güvensizleşir, sürekli yoksullukla yüz yüze gelirler ve hep tehdit altında
olurlar.
İnsanlar
üzerinde siyasi iktidar kullanan rasyonel bir müdahale biçimi olarak polisin
rolü, insanlara biraz daha fazla güzel bir yaşam sunmak ve böylece devleti de
biraz daha güçlendirmektir. Bunu yapmanın yolu ise "iletişim"i, yani
bireylerin ortak faaliyetlerini (çalışma, üretim, mübadele, yerleşim)
denetlemekten geçer.
Bu
fikirler ya uygulamalı siyaset (kameralizm ya da merkantilizm gibi) ya da
öğretilmesi gereken konular (Almanca Polizeiwissenschaft; Almanya'da
yönetim biliminin bu başlık altında öğretildiğini de unutmamak gerekir)
şeklinde on yedinci ve on sekizinci yüzyıllar boyunca her tarafa yayılmıştır.
51
De
Lamare’in Compendium’unu her tarihçi
bilir. On sekizinci yüzyılın başlarında bu idareci, tüm krallığın polis
düzenlemelerini derlemeye girişmişti.
De
Lamare, polisin devlet içinde on bir şeyi gözetmesi gerektiğini söyler: (1)
din; (2) ahlâk; (3) sağlık; (4) ihtiyaç maddeleri; (5) yollar, caddeler, şehir
binaları; (6) kamu güvenliği; (7) serbest meslekler (kaba bir dille ifade
edersek, sanat ve bilim); (8) ticaret; (9) fabrikalar; (10) erkek hizmetçiler
ve emekçiler; (11) yoksullar.
Öyleyse,
kültürel ritüellere, küçük ölçekli üretim tekniklerine, entelektüel yaşama ve
yol şebekesine yapılan müdahalenin arkasındaki mantık nedir?
De
Lamare anlaşılan buna bir parça tereddütlü bir cevap vermektedir. Kâh, “Polis
insanın mutluluğuyla ilgili olan her
şeyi gözetir,” der; kâh, “Polis, toplumu,
(insanlar arasındaki toplumsal ilişkileri) düzenleyen her şeyi gözetir,” der;
kâh, polisin yaşamı gözettiğini
söyler.
52
Tiyatro,
edebiyat ve eğlenceyle ilgilenmekteki amacı yaşamın zevkli yanlarını
arttırmaktır. Kısacası, yaşam polisin amacıdır…
"Polisin
biricik amacı, insana bu yaşamda tadabileceği azami mutluluğu sağlamaktır"
Alman
ders kitapları ... idare bilimi dersi... Bazı Fransızlar, bilhassa Napoléon'un
çevresinde bulunanlar Polizeiwissenschaft öğretilerini çok iyi
biliyorlardı.
53
Von
Justi'nin Polisin Genel Öğeleri başlıklı çalışması... İlk
olarak "devletin toprak mülkü" dediği konuyu, yani devletin sahip
olduğu toprak parçasını inceleyerek başlar. Bu konuyu iki farklı yönüyle ele
alır: Bu topraklarda nasıl yerleşilmiş (kırın karşısında kentin durumu) ve
kimler yerleşmiştir (insanların sayısı, çoğalmaları, sağlığı, ölümleri,
göçleri)?
54
...
Von Justi, on sekizinci yüzyıl sırasında önemi gün geçtikçe artan bir nosyona
De Lamare'den çok daha fazla ağırlık verir: nüfus. Nüfus, canlı bireylerin
oluşturduğu bir grup olarak anlaşılmaktaydı. Nüfusun karakteristik özellikleri,
aynı türe ait olan ve yan yana yaşayan bütün bireylerin özellikleriydi (böylece
nüfuslar ölüm ve doğum oranlarıyla niteleniyordu; salgın hastalıklara, aşırı
büyümelere maruz kalıyor; belli tipte bir bölgesel dağılım gösteriyorlardı).
Von
Justi "istatistiği" (devletlerle ilgili bilgileri) yönetim sanatıyla
birleştirir. Poizei wissenschaft, aynı zamanda hem bir yönetim sanatı hem de
belli bir toprak parçasında yaşayan bir nüfusun analizi için bir yönetimdir.
Bu
tür tarihsel düşünceler çok uzakta kalmış, güncel kaygılarımız karşısında
oldukça yararsızmış gibi görünseler gerektir. Ben, sadece "durmadan
tarihe, geçmişe, antikçağa başvurmanın" verimli bir yol olduğunu söyleyen
Hermann Hesse kadar aşırıya gidecek değilim. Ancak yaşanan deneyimler bize
öğretmiştir ki, çeşitli rasyonalite biçimlerinin tarihini kesin fikirlerimizi
ve dogmatizmimizi yerinden etmekte soyut eleştirilerden daha etkili olmaktadır.
55
yönetim
sanatı
İktidar
bir töz değildir. İktidar, kökeni uzun uzadıya araştırılması gereken esrarengiz
bir şey de değildir. İktidar yalnızca bireyler arasındaki bir tür ilişkidir.
İktidarın
karakteristik özelliği, bazı insanların başka insanların davranışlarını az çok
bütünüyle (ama asla tamamen ya da zorlamayla değil) belirleyebilmeleridir.
Zincire vurulup dövülen bir adam kendisi üzerinde güç uygulanmasına maruz
kalmaktadır. Ama bu iktidar değildir. Ne var ki, ölümü tercih ederek ağzını
açmamakta ısrar etmek gibi kesin bir tavır koyabileceği bir durumda konuşmaya
kışkırtılabilmişse eğer, o takdirde belli bir şekilde davranmaya itilmiş
demektir. Bu durumda, o insanın özgürlüğü iktidara tabi olmuştur. Yönetime
boyun eğmiştir. ... Potansiyel bir reddetme ya da başkaldırma olmadan
iktidardan söz edilemez.
...
iktidarı belirleyen bir sürü etken vardır. ancak rasyonelleşme iktidar üzerinde
aralıksız olarak çalışır ve spesifik biçimler alır. Bu, ekonomik sürece ya da
üretim ve iletişim tekniklerine özgü olan rasyonelleşmeden farklıdır; bilimsel
söylemin rasyonelleşmesinden de farklıdır. İnsanların insanlar tarafından
yönetilmesi (bunlar ister büyük ister küçük gruplar olsun; iktidar ister
erkekler tarafından kadınlar üzerinde, yetişkinler tarafından çocuklar
üzerinde, bir sınıf tarafından başka bir sınıf üzerinde, isterse bürokrasi
tarafından bütün bir nüfus üzerinde uygulansın) belli bir rasyonalite
gerektirir.
56
Sorun
şudur: Böylesi iktidar ilişkileri nasıl rasyonelleştirilir? Aynı hedefler
peşinde koşturup aynı etkilerde bulunan başlıca kurumların onların yerini
almasını engellemenin tek yolu bu soruyu sormaktır.
...
siyasi eleştiri, devleti, aynı zamanda hem bireyselleştirici bir etken hem de
totaliter bir ilke olmakla suçlamıştır. ... ilk polis projesinin ne olduğuna
bakmak bile, en başından itibaren, devletin hem bireyselleştirici hem de
totaliter bir nitelik taşıdığını açıkça sergilemeye yeter.
Siyasi
rasyonalite ilk dayanağını pastoral iktidar fikrinde bulmuş, daha sonra devlet
aklına yaslanmıştır. Siyasi rasyonalitenin kaçınılmaz etkileri hem
bireyselleştirme hem de bütünselleştirmedir.
II. Özne ve İktidar, 1982
57
Benim
burada tartışmak istediğim fikirler ne bir kuramı ne de bir yöntembilimi temsil
ediyor.
58
...
amacım insanların, bizim kültürümüzde, özneye dönüştürülme kiplerinin bir
tarihini oluşturmaktı. Yapıtlarım, insanları özneye dönüştüren üç ayrı
nesneleştirme kipi üzerinde durmuştur.
Bunlardan
birincisi, kendilerine bilim statüsü kazandırmaya çalışan araştırma kipleridir;
örneğin, grammaire générale (genel dilbilgisi), filoloji ve dilbilim
alanlarında, konuşan öznenin nesneleştirilmesi. Gene, bu ilk kiple ilgili
olarak, refah ve ekonomi analizinde üretken öznenin, emek harcayan öznenin
nesneleştirilmesi. Ya da, üçüncü bir örnek olarak, doğa tarihi ya da
biyolojide, salt yaşıyor olma olgusunun nesneleştirilmesi.
Çalışmamın
ikinci bölümünde, öznenin "bölücü pratikler" diye adlandıracağım
pratiklerde nesneleştirilmesini inceledim. Özne, ya kendi içinde bölünmüş ya da
başkalarından bölünmüştür. Bu süreç onu nesneleştirir. Bunun örnekleri deli ile
akıllı, hasta ile sağlıklı, suçlular ile "iyi çocuklar"dır.
Son
olarak, bir insanın kendini özneye dönüştürme biçimini incelemeye çalıştım.
Örneğin, cinsellik alanını -insanların kendilerini nasıl "cinsellik"
öznesi olarak tanımayı öğrendiklerini- seçtim.
Yani
benim araştırmalarımın genel teması iktidar değil, öznedir.
59
Bir
iktidar teorisine ihtiyacımız var mıdır? Bir teori önceden bir nesneleştirmeyi
varsaydığından, analitik bir çalışmanın temeli olarak kullanılamaz. Ancak bu
analitik çalışmada da süregiden bir kavramsallaştırma olmadan yol alınamaz.
Faşizm
ile Stalinizm... büyük ölçüde siyasi rasyonalitemizin fikir ve araçlarından
yararlanmışlardı.
60
Kant'tan
beri felsefenin rolü, aklın, deneyimde verilmiş olanın sınırlarını aşmasını
önlemektir; ama aynı dönemden itibaren felsefenin rolü, siyasi rasyonalitenin
aşırı güçlerini gözetim altında tutmaktır.
Aklı
yargılayacak mıyız? Bana kalırsa, hiçbir şey bundan daha kısır bir sonuç
vermeyecektir. Birincisi, bu alanın suçla ya da masumiyetle hiçbir ilgisi
olmadığı için; ikincisi, akla, akıl-olmayanın zıddı bir şey olarak başvurmak
anlamsız olduğu için; son olarak da, böyle bir yargılama bizi ya rasyonalist ya
da irrasyonalist olmanın keyfi ve sıkıcı rolünü oynama tuzağına düşüreceği
için.
Modern
kültüre özgü görünen ve kökeni Aufklarung'da (Aydınlanma) bulunan
rasyonalizm türünü mü sorgulayacağız? [Frankfurt Okulu... benim amacım onların
çalışmaları üzerine bir tartışma başlatmak değil] ... ben, rasyonelleşme ile
iktidar arasındaki bağları araştırmanın başka bir yolunu önereceğim.
Toplumun
ya da kültürün rasyonelleşmesini bir bütün olarak almak yerine, her biri temel
bir deneyime (delilik, hastalık, ölüm, suç, cinsellik, vb.) gönderme yapan
çeşitli alanlar çerçevesinde analiz etmek daha akıllıca olabilir.
Bence
rasyonelleşme sözcüğü tehlikeli bir sözcüktür. Bizim yapmamız gereken,
daima rasyonelleşmenin genel ilerlemesine başvurmaktan ziyade, spesifik
rasyonaliteleri analiz etmektir.
61
…
bir yol önermek isterim. Bu yol, farklı iktidar biçimlerine karşı direniş
biçimlerini çıkış noktası olarak almaktan oluşur. Başka bir metafor
kullanırsak, bu yol iktidar ilişkilerini gün ışığına çıkarmak, onların
konumlarını saptamak ve uygulanma noktaları ile kullanılan yöntemleri öğrenmek
amacıyla bu direnişten kimyasal bir katalizör olarak yararlanmaktan oluşur.
Yani, iktidarı kendi içsel rasyonalitesi açısından analiz etmekten ziyade,
iktidar ilişkilerini, stratejilerin uzlaşmazlığı aracılığıyla analiz etmekten
oluşur.
Örneğin,
toplumumuzun aklı başında olmaktan ne anladığını öğrenmek için belki delilik
alanında olup bitenleri araştırmamız gerekmektedir.
Yasallıktan
ne kastedildiğini anlamak için yasadışılık alanında olup bitenleri;
Ve,
iktidar ilişkilerinin içeriğini anlamak için de, belki direniş biçimleri ile bu
ilişkileri ayrıştırmaya yönelik girişimleri araştırmamız gerekmektedir.
Başlangıç
noktası olarak, son birkaç yıldır gelişmekte olan bir dizi muhalefet odağını alalım:
Erkeklerin kadınlar, ana babaların çocuklar, psikiyatrinin akıl hastaları,
tıbbın genelde insanlar, yönetimin insanların yaşama biçimleri üzerindeki
iktidarına muhalefet.
Bunların
otorite-karşıtı mücadeleler olduğunu söylemek yeterli değildir; onların ortak
yanlarını daha net biçimde tanımlamamız gerekmektedir.
1)
Bunlar “sınıraşırı” mücadelelerdir; yani, tek bir ülkeyle sınırlı değillerdir.
Kuşkusuz bazı ülkelerde daha kolayca ve daha büyük oranda gelişirler, ama tikel
bir siyasi ya da ekonomik yönetim biçimiyle sınırlı değillerdir.
62
2)
Bu mücadelelerin amacı, oldukları haliyle iktidar etkileridir. Örneğin, tıp
mesleği esas olarak kâr güdüsüyle hareket eden bir alan olduğu için değil;
insanların bedenleri, sağlıkları, yaşamları ve ölümleri üzerinde hiçbir şekilde
denetlenmeyen bir iktidara sahip olduğu için eleştirilir.
3)
Bunlar, iki nedenle “doğrudan” mücadelelerdir. Bu tür mücadelelerde, insanlar
kendilerine en yakın olan, eylemleriyle bireyleri etkileyen iktidar mercilerini
eleştirirler. “Baş düşman” yerine, doğrudan düşman arayışına girerler.
Sorunlarına gelecek bir tarihte çözüm (yani, özgürlük, devrim, sınıf
mücadelesinin bitmesi gibi) bulmayı da ummazlar. Tarihçiyi kutuplaştıran
kuramsal bir açıklama ölçeği ya da devrimci bir düzenle karşılaştırıldığında,
bunlar anarşist mücadelelerdir.
4)
Bunlar bireyin konumunu sorgulayan mücadelelerdir. … bireyi parçalayan,
başkalarıyla bağlarını koparan, cemaat yaşamını bölen, bireyi kendi üzerine
kapanmaya zorlayan ve kısıtlayıcı bir biçimde kendi kimliğine bağlayan her şeye
saldırırlar.
Bu
mücadeleler tamamen “birey”den yana ya da “birey”e karşı olmayıp; daha çok,
“bireyselleşmenin yönetilmesi”ne karşı yürütülen mücadelelerdir.
5)
Bunlar, bilgi, beceri ve kalifikasyona bağlı olan iktidar etkilerine karşı bir
muhalefet, yani bilginin ayrıcalıklarına karşı yürütülen mücadelelerdir. Ama
aynı zamanda gizliliğe, deformasyona ve insanlara zorla dayatılan
gizemlileştirici temsillere karşı yürütülen mücadelelerdir de.
...
bilgi rejimdir (régime du savoir).
63
6)
Son olarak, halen varlığını sürdüren bütün bu mücadeleler şu soru ekseninde
dururlar: Biz kimiz? Bunlar, bizim bireysel olarak kim olduğumuzu göz ardı eden
soyutlamaların, ekonomik ve ideolojik devlet şiddetinin reddedilmesi ve gene,
insanların kim olduğunu belirleyen bilimsel ya da idari engizisyonun
reddedilmesidir.
Özetle,
bu mücadelelerin esas amacı “şu ya da bu” iktidar kurumuna, gruba, elit kesime
ya da sınıfa saldırmaktan çok, bir tekniğe, bir iktidar biçimine saldırmaktır.
Bu
iktidar biçimi bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek,
kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak
zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale
eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir. Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla
başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine
bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir
iktidar biçimi telkin ediyor. ([sujet]
Fr. Türkçedeki “özne” kelimesi burada Foucault tarafından belirtilen ilk anlamı
taşımıyor. Fransizca “sujet” (özne) kelimesi aynı zamanda “tebaa”, yani tabi
(boyun eğmiş) anlamını taşıyor. Aynı şekilde Fransızca “assujetir” kelimesini
de Foucault iki anlamda kullanıyor: özneleştirmek ve tabi kılmak, boyun
eğdirmek. y.h.n.)
Genel
olarak üç tip mücadele olduğu söylenebilir: Ya tahakküm biçimlerine (etnik,
toplumsal ve dinsel) karşı yürütülen mücadeleler, ya bireyleri ürettikleri
ürünlerden ayıran sömürü biçimlerine karşı yürütülen mücadeleler, ya da bireyi
kendisine bağlayan ve bu şekilde diğerlerine tabi kılan duruma karşı yürütülen
mücadeleler (tabi kılmaya karşı, öznellik ve boyun eğdirme biçimlerine karşı
mücadeleler).
64
Şimdilerde
ise ... tabi kılma biçimlerine -öznelliğin boyun eğdirilmesine- karşı mücadele
gün geçtikçe daha fazla önem kazanmaktadır.
...
çoğu zaman devlet, bireyleri görmezlikten gelen, sadece bütünlüğün ya da
yurttaşlar topluluğu içindeki bir sınıfın ya da grubun demeliyim, çıkarlarını
gözeten bir siyasi iktidar türü olarak tasarlanır.
Bu
oldukça doğrudur. Ancak, devlet iktidarının hem bireyselleştirici hem de
bütünselleştirici bir iktidar biçimi olduğunun (ki onun kuvvetini yansıtan
nedenlerden birisi budur) altını çizmek isterim.
66
Bir
bakıma, devleti modern bir bireyselleştirme matrisi ya da pastoral iktidarın
yeni bir biçimi olarak görebiliriz.
Sorun
artık insanları öteki dünyadaki selametlerine götürme değil; daha çok, aynı
selameti bu dünyada sağlamaktı. Bu bağlamda selamet sözcüğü farklı anlamlar
kazanır. Sağlık, refah (yani, yeterli ölçüde bir servet, yaşam standardı),
emniyet, kazalara karşı korunma. Geleneksel pastoralliğin dinsel amaçlarının
yerini bir sürü "dünyevi" amaç almıştı.
67
...
on sekizinci yüzyıl... o sıralarda, pastoral işlevleri üstlensin diye eski
kurumlar, örneğin aile de seferber edilmişti.
Bütün
bunlar, yüzyıllar boyunca -bin yıldan fazla bir süre için- tanımlı bir dinsel
kuruma bağlı kalmış olan pastoral türden bir iktidarın aniden tüm toplumsal
bünyeye yayıldığını ve birçok kurumda destek bulduğunu içerimler. Ve birbirine
az çok bağlı ve gene az çok rakip olan bir pastoral iktidar ile bir siyasi
iktidar yerine, bir dizi iktidarı (ailenin, tıbbın, psikiyatrinin, eğitimin ve
işverenlerin iktidarı) karakterize eden bireyselleştirici bir
"taktik" vardı.
68
Ben
kimim? Biricik; ama evrensel ve tarihsel-olmayan bir özne olarak ben kimim?
Ben, Descartes'a göre herhangi bir anda ve herhangi bir yerdeki herkes
demektir.
Oysa
Kant, kendi sorusunda bundan başka bir şeyi kastetmektedir: Tarihin çok kesin
bir anında biz neyiz? Kant'ın bu sorusu hem bizim hem de yaşadığımız çağın bir
analizi olarak ortaya çıkmaktadır.
Bugünkü
hedef beklide ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.
Modern iktidar yapılarının eşzamanlı olarak bireyselleştirmesi ve
bütünselleştirmesi olan bu siyasi “double
bind”dan (“ikili kısıtlama”) kurtulmak için ne olabileceğimizi tahayyül
etmek ve bunu gerçekleştirmek zorundayız.
Sonuç
olarak şu söylenebilir: Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu,
bireyi devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi
hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden
kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği
reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız.
75
...
yönetmek, başkalarının mümkün eylem alanını yapılandırmaktır.
İktidar
yalnızca "özgür özneler" üzerinde ve yalnızca onlar "özgür"
oldukları sürece uygulanır. ... Belirleyici etmenlerin tümüyle doyurulduğu
yerde iktidar ilişkisinden söz edilemez. Kölelik, insan zincirlenmiş olduğunda
değil (bu durumda söz konusu olan maddi bir kısıtlama ilişkisinin
dayatılmasıdır) hareket edebileceği ve hatta kaçabileceği zaman bir iktidar
ilişkisidir. ... Bu oyunda özgürlük, iktidarın uygulanmasının koşulu (hem
iktidarın işleyebilmesi için özgürlük olması gerektiğinden iktidarın önkoşulu;
hem de özgürlük iktidardan tümüyle arındığında iktidar ortadan kalkacağı ve
onun yerini salt ve basit şiddet zorlaması alacağı için iktidarın desteği)
olarak görünecektir. Ancak yine de özgürlük iktidarın uygulanmasına yalnızca
karşı çıkabilir, çünkü son tahlilde iktidar özgürlüğü tümüyle belirlemek
eğilimindedir.
76
...
özgürlüğün boyun eğmeyi reddetmesi ile iktidar arasındaki ilişkiyi ayırmak
mümkün değildir. ... İktidar ilişkisinin özünde yatan ve onu devamlı kışkırtan
etken, istencin boyun eğmeyişi ile özgürlüğün inadıdır. Özsel bir
uzlaşmazlıktan söz etmektense, bir çekişmeden (agonisme [kavga]) söz etmek,
aynı zamanda hem karşılıklı teşvik etmeyi hem de mücadeleyi içeren bir
ilişkiden söz etmek; birbirine karşı her iki tarafı da felce uğratan yüz yüze
bir kapışmadan ziyade sürekli bir kışkırtmadan söz etmek daha yerinde olur.
...
iktidar ilişkilerini kurumlar açısından analiz etmek, iktidar ilişkilerinin
açıklamasını ve kökenini kurumlarda aramak, yani sonuç olarak iktidarı
iktidarla açıklama tehlikesi...
77
Söz
konusu olan, kurumların iktidar ilişkilerinin kurulmasındaki önemini inkâr
etmek değil; kurumların iktidar ilişkileri açısından analiz edilmesi (iktidar
ilişkilerinin kurumlar açısından analiz edilmesi yerine) gerektiğini ve bu
ilişkilerin temel bağlantı noktasının, bir kurumda somutlaşsa ve kristalleşse
bile, kurumun dışında aranması gerektiğini önermektir.
Somut
olarak bakarsak, iktidar ilişkilerinin analizi birçok noktanın saptanmış
olmasını gerektirir:
1)
Başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunmaya olanak tanıyan farklılaştırma
sistemi: Hukuksal ya da geleneksel statü ve ayrıcalık farklılıkları;
zenginliklerin ve malların edinilmesinden meydana gelen ekonomik farklılıklar;
üretim süreçlerinde bulunulan yerle ilgili farklılıklar; dinsel ve kültürel
farklılıklar; ustalık ve uzmanlık farklılıkları, vb. Her iktidar ilişkisi, kendisi
için aynı zamanda hem koşul hem de sonuç olan farklılaşmaları işlerliğe koyar.
78
2)
Başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunanların peşinde koştuğu amaç
tipleri: Ayrıcalıkların muhafaza edilmesi, kâr birikimi, statüye dayalı
otoritenin işlemesinin sağlanması, bir memuriyet ya da mesleğin uygulanması.
3)
İktidar ilişkilerini uygulamanın araçları: İktidarın silah tehdidiyle,
sözün etkisiyle, ekonomik eşitsizlikler aracılığıyla, az çok karmaşık denetim
araçlarıyla, arşivli ya da arşivsiz gözetim sistemleriyle uygulanmasına göre,
belirgin, sabit ya da değişebilir olan ya da olmayan, maddi dispositifleri olan
ya da olmayan kurallara göre, vb.
4)
Kurumsallaşma biçimleri: ... geleneksel eğilimleri, hukuksal yapıları,
gelenekle ya da modayla ilintili fenomenleri (aile kurumunda görüldüğü gibi)
birbirine karıştırabilir; ayrıca, kendi spesifik yeri, kendi düzenlemeleri,
sınırları titizlikle belirlenmiş, işleyişinde göreli özerkliği olan kendi
hiyerarşik yapılarıyla dışa kapalı bir dispositif biçimine bürünebilir (okul
kurumlarında ya da askeri kurumlarda olduğu gibi); ...
5)
Rasyonalizasyon dereceleri: İktidar ilişkilerini imkânlar alanında bir
eylem olarak devreye sokmak, araçların etkiliği ve sonuçların kesinliği
(iktidarın kullanılması sürecinde başvurulan büyük ya da küçük teknolojik
incelikler) ya da gene, muhtemel bedelleri (bu, ister devreye sokulan araçların
ekonomik "maliyeti", isterse karşı karşıya gelinen direnişin
oluşturduğu "tepkisel" bedel olsun) ile bağlantılı olarak az ya da
çok gelişmiş olabilir.
81
...
her çatışma stratejisi bir iktidar ilişkisine dönüşmenin rüyasını görür ve her
iktidar ilişkisi de, kendi gelişme çizgisine uyduğu kadar doğrudan bir
direnişle karşılaştığında de bir kazanma stratejisi olmaya eğilim gösterir.
Aslında,
bir iktidar ilişkisi ile bir mücadele stratejisi arasında karşılıklı bir çekim,
sürekli bir bağlantı ve sürekli bir tersine dönüş vardır.
III. Hakikat Kaygısı, 1984
84
...
zevkin, arzuların ve cinsel davranışın antikçağda belli bir yaşam sanatıyla
ilişkili olarak sorunsallaştırılışının, irdelenişinin ve düşünülüşün tarihini
yazıyorum.
85
Benim
yapmaya çalıştığım şey, düşünce ile hakikat arasındaki ilişkilerin tarihini
yazmaktır...
Deliliğin
Tarihi'nden bu yana yapmış olduğum bütün çalışmalarıma ortak bir biçim veren
nosyon, zamanında yeterince tanımlayamamış olsam da sorunsallaştırma
nosyonudur.
86
Sorunsallaştırma,
ne önceden varolan bir nesnenin temsil edilmesi anlamına gelir ne de söylem
yoluyla var olmayan bir nesnenin yaratılması anlamına. Sorunsallaştırma,
herhangi bir şeyi doğru ve yanlış oyununa sokan ve onu (ister ahlâki düşünce
biçiminde, ister bilimsel bilgi, isterse siyasi analiz, vb. biçiminde olsun)
bir düşünce nesnesi olarak kuran söylemsel ya da söylemsel olmayan pratikler
bütünüdür.
Birinci
durumda söz konusu olan delilerin nasıl "yönetildiğini" anlamaktı;
şimdi ise insanın "kendini" nasıl yönettiğini anlamak.
88
[Zevklerin
Kullanımı ve Kendilik Kaygısı kitapları…] varoluş
sanatı, daha doğrusu bir yaşam
tekniği… Söz konusu olan, mümkün olan en güzel şekli (başkalarının gözünde,
kendi gözünde ve onlara bir örnek olarak gösterilebilecek gelecekteki
kuşakların gözünde) vermek amacıyla insanın kendi yaşamını nasıl yöneteceğini
bilmekti. Zaten benim yeniden oluşturmaya çalıştığım şey budur: İnsanın
kendisini, kendi yaşamının güzelliği için uğraş veren bir işçi olarak kurmasını
amaçlayan bir kendilik pratiğinin ortaya çıkarılıp geliştirilmesi.
91
Ben
günümüzde ifade edildiği biçimiyle bir sorundan yola çıkıp bunun soybilimini
yapmanın çabası içindeyim. Soybilimin anlamı, analizi şimdiki zamana ait bir
sorudan yola çıkarak yürütmektir.
94
Kliniğin
Doğuşu'nda
... anatomik-patolojik türde bir bilginin nasıl geliştiğini göstermeye
çalıştım.
Entelektüelin
işi başkalarının siyasi iradesine şekil vermek değildir; entelektüelin işi,
kendi alanında yaptığı analizler aracılığıyla, apaçık bir postula olarak kabul
edilen önermeleri tekrar tekrar sorgulamak, insanların zihinsel
alışkanlıklarını, olayları ele alma ve düşünme biçimlerini tepeden tırnağa
sarsmak, alışılmış ve genel geçer şeyleri yıkmak, kurallar ve kurumları yeniden
incelemek ve bu sorunsallaştırma (ki burada spesifik entelektüel rolünü oynar)
temelinde siyasi bir iradenin oluşum sürecine katılmaktır (ki burada yurttaş
olarak rolünü oynar).
97
Bir
siyasi rejimin hakikate kayıtsız kalmasından daha tutarsız hiçbir şey
gösteremezsiniz bana; ama, hakikati kendi tekelinde bulundurduğunu iddia eden
bir siyasi sistemden daha tehlikeli de hiçbir şey yoktur.
IV.
Hakikat, İktidar ve Kendilik, 1982
99
İnsanın
düşünüş tarzı topluma, siyasete, ekonomiye ve tarihe bağlıdır... Evrensel
mantık kategorileri, insanların gerçekten düşünüş tarzlarını gerektiği gibi
açıklamaya uygun değildir.
Benim
rolüm -ki bu çok şatafatlı bir terim- insanların sandıklarından daha özgür
olduklarını, belli bir tarihsel dönemde yaratılmış bazı temaları hakikat ve
apaçıklık olarak kabul ettiklerini ve bu sözde apaçıklığın eleştirilebileceğini
ve yok edilebileceğini göstermektir. İnsanların düşüncesindeki bir şeyleri
değiştirmek, işte entelektüelin rolü budur.
100
Benim
bütün analizlerim insan varlığındaki evrensel zorunluluklar düşüncesine
karşıdır. Bu analizler kurumların keyfi niteliğinin altını çizer ve hâlâ sahip
olduğumuz özgürlük alanlarını ve yapabileceğimiz değişiklikleri bize gösterir.
101
[Deliliğin
Tarihi] Kitabımda psikiyatriyi ortadan kaldırmaya yönelik bir tavır görüldü,
oysa ki bu tarihsel türde bir betimlemeydi. Hakiki bir bilimle sahte bir bilim
arasındaki farkı biliyor musunuz? Hakiki bir bilim, kendi tarihini, kendini
saldırıya uğramış hissetmeden tanır ve kabul eder. Bir psikiyatriste, psikiyatri
kurumunun cüzzam hastanesinden doğduğunu söylediğinizde kızmaya başlıyor.
Eski
çağların tüm bu güzelliği bir nostalji kaynağı olmaktan çok, nostaljinin
sonucudur. Bunu kendimizin icat ettiğini çok iyi biliyorum. Ama tıpkı insanın
çocukları olduğunda kendi çocukluğuyla iyi bir ilişki kurmasının iyi olması
gibi, bu tür bir nostalji hissetmek de iyidir. Bazı dönemlere ilişkin nostalji
hissetmek iyidir; yeter ki bu şimdiki zamanla bilinçli ve olumlu bir ilişki
kurmanın yolu olsun. Ama eğer nostalji şimdiki zaman karşısında saldırgan ve
anlayışsız olmanın bir nedeni haline gelirse, o zaman nostaljiyi yok etmek
gerekir.
102
Bazı
insanların, benim öğrencilerin entelektüel sağlığı için bir tehlike temsil
ettiğimi düşünmelerinden gurur duyuyorum. Entelektüel faaliyetlerde insanlar
sağlık terimleriyle düşünmeye başladıklarında bu bazı şeylerin pekiyi
gitmediğini gösterir. Onlara göre ben gizli bir Marksist, irrasyonalist ve
nihilist olduğum için tehlikeliyim.
103
Kelimeler
ve Şeyler'in
konusu özellikle bilimsel düşüncedir...
V. Bireylerin Siyasi
Teknolojisi, 1982
106
"Kendilik
teknikleri" diye adlandırdığım şeyin genel çerçevesini belirleyen şey on
sekizinci yüzyılda ortaya çıkan bir sorudur. ... "Dünya nedir? İnsan
nedir? Hakikat nedir? Bilgi nedir? Bilme nasıl mümkün olabilir?" gibi,
geleneksel olduğu söylenen felsefi sorulardan çok farklıdır bu soru. ... İçinde
bulunduğumuz bu güncel zamanda biz kimiz? (Kant). ... kalıcı ve sürekli olarak
değişen soru... Ve bu bence, kendimiz üzerine tarihsel olarak düşünme alanıdır.
Şimdi
incelemek istediğim bir başka soru alanı var: bireylerle ilgili bir siyasi
teknoloji aracılığıyla kendimizi toplum olarak, toplumsal bir şey, bir ulusun
veya bir devletin parçası olarak tanımaya varma tarzımız.
108
1779
yılında, Alman J.P. Frank'ın System einer
vollstandigen Medicinischen Plizei adlı eseri... yayımlandı. ... Frank'ın
eseri modern devlet için ilk büyük sistematik kamu sağlığı programıydı. ... Bu
kitap dolayımıyla, bireysel yaşam kaygısının o dönemde devlet için bir görev
haline geldiğini görebiliriz.
Beveridge
planı da ... bu dönemde yayımlanmıştır.
Siyasi
yapıların bağrında, dev imha makinaları ile bireysel yaşamın korunmasına
adanmış kurumların birlikte varlığı araştırılmayı hak eden şaşırtıcı bir
şeydir.
109
"Devlet
Aklı"... on altıncı yüzyıl... İtalyan hukukçu Botero devlet aklının şu
tanımını yapmaktadır: "Devletlerin oluşmasını, güçlenmesini, sürmesini ve
büyümesini sağlayan araçların tam olarak bilinmesi." ... Bir başka
İtalyan, Palazzo, ... Yönetim ve Doğru Devlet Aklı Üzerine Söylev, 1606.
"Bir devlet aklı, cumhuriyetin bağrında düzenin veya huzurun nasıl egemen
kılındığını anlamamızı sağlayan bir yöntem veya bir sanattır." Ve on yedinci
yüzyılın ortasında Alman yazar Chemnitz (De
ratione Status, 1647) ise şu tanımı vermektedir: "Tek amacı devletin
korunması, büyümesi ve mutluluğu olan bütün kamusal işler, danışma ve tasarılar
için zorunlu bir siyasi değerlendirme"
110
Bu
tanımların [17. ve 18. yüzyılda yapılmış "devlet aklı" tanımları]
bazı ortak noktaları üzerinde duralım. Devlet aklı, her şeyden önce, bir
"sanat" olarak, yani bazı kurallara uyan bir teknik olarak kabul
edilmiştir. Bu kurallar sadece alışkanlık veya geleneklerle ilgili değil, belli
rasyonel bilgiyle de ilgilidir. Günümüzde, "devlet aklı" deyimi,
bildiğiniz gibi, daha ziyade keyfiliği veya şiddeti çağrıştırmaktadır. Ama o
dönemde, bu deyimden devletleri yönetme sanatına özgü bir rasyonalite
anlaşılıyordu.
111
Devlet
aklı bir başka tür analize karşıttır. Prens'te, Machiavelli'nin sorunu miras
veya fetih yoluyla elde edilmiş bir eyalet veya bir toprağın, içerideki veya
dışarıdaki düşmanlarına karşı nasıl korunabileceğini bilmektir. Machiavelli'nin
bütün analizi prens ile devlet arasındaki bağı sağlamlaştıracak olan şeyi
tanımlamaya çalışmaktır, oysaki on yedinci yüzyıl başında devlet aklı
kavramıyla ortaya atılan sorun devletin kendisi olan bu yeni şeyin varlığı ve
doğasıdır. ... Bu yeni yönetme sanatının niyeti özellikle prensin iktidarını
güçlendirmemektir. Devletin kendini sağlamlaştırmak söz konusudur.
114
Almanya
ve Fransa gibi çeşitli nedenlerle devlet sorununun önem taşıdığı ülkelerde
insanlar, bu yeni iktidar teknolojisini, bireyin toplumsal varlıkla
bütünleşmesini sağlayan yeni teknikleri çok açıkça tanımlama, betimleme ve
örgütleme zorunluluğunu gördüler. Bu zorunluluğu gördüler ve ona bir isim
verdiler: police (Fr.); Polizei (Alm.). (İngilizcede police'in çok farklı bir anlamı olduğunu
sanıyorum).
O
dönemde (on altıncı yüzyıl sonundan on sekizinci yüzyıl sonuna)
"polis"ten söz edildiğinde, bir yönetimin insanları dünya için önemli
ölçüde faydalı bireyler olarak yönetmesini sağlayan spesifik tekniklerden söz
ediliyordu.
115
...
her teknolojinin gelişimi ve tarihi boyunca edinebileceği üç büyük biçim
altında ele almanın daha iyi olduğunu sanıyorum: [1] Bir düş veya daha doğrusu
bir ütopya; [2] ardından, bir pratik ya da gerçek kurumlar için kurallar; [3]
ve nihayet, akademik bir bilim dalı.
[1]
Louis Turquet de Mayerne, 1611 [ütopik]. eserinde yürütme gücünün ve
"polis" yetkilerinin uzmanlaşmasını önerir; "polisin"
görevi yurttaşlığa saygıyı ve kamusal ahlâkı kollamak olarak görülür. [Turquet'nin
önerdiği dört polis meclisinin görev dağılımı burada detaylı bir biçimde
anlatılıyor]
117
[2]
düşten gerçeğe... idari uygulamalar... Fransa krallığı, devletin küçük
memurlarının kullanımına sunulan bir tür elkitabı veya sistematik ansiklopedi:
N. de Lamare'in "polis" ansiklopedisi, (Traité de la police, 1705):
Birinci bölüm dini ele alır; ikinci bölüm ahlâk anlayışını; üçüncü bölüm
sağlığı; dördüncü bölüm mühimmat tedarikini; beşinci bölüm yolları, köprü, şose
ve kamu binalarını; altıncı bölüm, kamu güvenliğini; yedinci bölüm serbest
mesleği (kabaca sanat ve bilimi); sekizinci bölüm ticareti; dokuzuncu bölüm
fabrikaları; onuncu bölüm erkek hizmetçileri ve fabrika işçilerini; ve on
birinci bölüm yoksulları ele alır. ... ordu, adalet ve dolaysız vergiler hariç,
polis görünüşte her şeye göz kulak olur.
"polis
insanların mutluluğunu ilgilendiren her şeyin bekçisidir." (De Lamare).
118
[De
Lamare] "Polis" dinle, elbette, dogmatik hakikat açısından değil,
yaşamın ahlâki niteliği açısından ilgilenir. ... Tiyatroya, edebiyata,
gösterilere göz kulak olurken hedefi yaşamın zevklerinden başka bir şey
değildir. Kısacası, yaşam "polis"in hedefidir. Elzem, yararlı ve
lüks: İhtiyacımız olan veya yaşamımızda kullanabileceğimiz üç tür şey
bunlardır. İnsanlar hayatta kalsınlar, yaşasınlar, sadece hayatta kalmaktan
veya yaşamaktan daha iyisini yapsınlar: "Polis"in görevi tam olarak
budur.
Bundan
böyle, mutluluk sadece basit bir etki değildir. Bireylerin mutluluğu devletin
ayakta kalması ve gelişmesi için bir gerekliliktir. Bir koşul, bir araçtır,
yoksa sadece bir sonuç değil.
119
[3]
Böylelikle, last but not least, (sonuncu
ama bir o kadar da önemli olarak) "polis" bir bilim dalı haline
gelir. Von Justi'nin Eléments de police
adlı eseri, Polizei wissenchaft öğrencileri için bir tür el kitabı.
Von
Justi "polis" diye adlandırdığı şeyle siyaset (die Politik) dediği
şey arasında önemli bir ayrım yapar. Die Politik, onun gözünde, devletin
olumsuz görevidir. Devletin iç düşmanlarına karşı yasaları, dış düşmanlarına
karşı orduyu kullanarak savaşmasını gerektirir. Buna karşılık Polizei'nin
olumlu bir görevi vardır ve araçları ne silahlar ne yasalar ne de savunma veya
yasaklamadır. "Polis"in hedefi, yurttaşların yaşamını ve devletin
gücünü sağlamlaştırdığı kabul edilen yeni bir şeyin üretimini sürekli olarak
arttırmaktır.
120
Kuşkusuz,
Turquet ve onun tarzındaki ütopistler de ırmaklardan, ormanlardan ve
tarlalardan, vs. söz ediyorlardı; ama bunları esas olarak vergi ve gelir
üretebilecek unsurlar olarak görüyorlardı. Von Justi'ye göre ise, tersine,
nüfus ve ortam sürekli olarak karşılıklı ve canlı bir ilişki içindedir ve bu
iki tür canlı varlık arasındaki karşılıklı ve canlı ilişkileri yönetmek
devletin görevidir. Bundan böyle, on sekizinci yüzyılın sonunda polisin hakiki
nesnesinin nüfus haline geldiğini söyleyebiliriz; veya, başka deyişle, devlet
her şeyden önce insanlara nüfus olarak göz kulak olmalıdır. Canlı varlıklar
üzerindeki iktidarını onların canlı varlık olduklarını kabul ederek uygular ve
siyaseti, sonuç olarak, ister istemez bir biyo-siyasettir. Nüfus, devletin
kendi çıkarı için göz kulak olduğu şeyden öte olmadığından, devlet, gerek
duyduğunda nüfusu katledebilir. Böylece biyo-siyasetin tersi
thanato-siyaset'tir (ölüm siyaseti)
122
...
toplumbilimin ortaya çıkışı ne bu yeni siyasi rasyonelliğin ortaya çıkışından
ne de bu yeni siyasi teknolojiden soyutlanabilir. Etnolojinin sömürgecilikten
doğduğunu herkes bilmektedir (ama bu emperyalist bir bilim olduğu anlamına
gelmez); aynı şekilde, eğer insan -yaşayan, konuşan ve emek üreten varlıklar
olarak biz- diğer çeşitli bilimler için bir nesne haline geldiyse, bence, bunun
nedenini bir ideolojide değil, toplumlarımızın bağrında yarattığımız bu siyasi
teknolojinin varlığında aramak gerekir.
VI. Stephen Riggins'le
Söyleşi,
1982
124
...
yönetmen Daniel Schmidt...
...
çok koyu bir düşmanlığı yansıtan suskunluk türlerine rastlandığı gibi, köklü
bir dostluğu, yoğun bir duygusal hayranlığı, hatta aşkı ifade eden suskunluk
türleri de vardır.
125
Ben
suskunluğun kültürel bir ethos olarak geliştirilmesinden yanayım.
127
[anılarım]
...
Bakan Dollfuss sanırım 1934'te Naziler tarafından öldürüldüğü zaman ilk kez
iliklerime kadar işleyen dehşet duygularımdan birini yaşamıştım.
128
"-Felsefeci
olma kararınızın kökeninde ne yatıyordu?"
On
altı-on yedi yaşlarıma geldiğimde bildiğim tek bir şey vardı: Okul yaşamı dış
tehditlerden, siyasetten korunan bir ortamdı. Kaldı ki bir okul ortamının,
entelektüel bir çevrenin kanatları altında yaşamak beni daima büyülemiştir.
Bilgi, bence, bireysel varoluşun bir kalkanı ile dış dünyanın kavranması
işlevini görmelidir. Hepsi bundan ibarettir: Anlayarak hayatta kalmanın aracı
olarak bilgi.
129
Bence
'68'den önce, en azından Fransa'da, felsefeci olarak ya Marksist ya
fenomenolojist ya da yapısalcı olmak zorundaydınız. Ben bu dogmaların hiçbirine
bağlı değildim. ... '68'den sonra ilk yaşanan, dogmatik bir çerçeve olarak
Marksizmin gözden düşüp, kişisel yaşama ağırlık veren yeni siyasi ve kültürel
ilgilerin boy göstermesi oldu.
"-...
cinsel fanteziler üzerinde yoğunlaşmanın ve bir cinsellik arkeolojisinden
ziyade cinsel fanteziler arkeolojisi yaratmanızın...."
[Kahkaha]
Hayır. Ben bir cinsel fanteziler arkeolojisi yazmaya çalışmıyorum. Aslında
yaptığımız, yapmakla yükümlü olduğumuz, yapmamıza izin verilen şeyler,
cinsellik alanında yapmamız yasaklanmış olan şeyler ile cinsel davranışlarımız
üzerine söylememize izin verilen, söylememiz yasaklanmış ya da söylemek zorunda
olduğumuz şeyler arasındaki ilişkiyi oluşturan cinsellik üzerine söylemin
arkeolojisini yapmaya çalışıyorum.
131
Çocukların
mastürbasyon yapmalarını engellemenin olanaksız olduğunu herkes bal gibi bilir.
Mastürbasyonun zararlı olduğu konusunda hiçbir bilimsel kanıt yoktur.
132
On
dokuzuncu yüzyıldan önce yasaklanmış davranışların, çok ağır biçimde
cezalandırılsalar bile, daima bir aşırılık olarak, bir "libertinaj",
çizmeyi aşmak olarak değerlendirildiğini görmek çok ilginçtir. Eşcinsel
davranış, yalnızca doğal davranışta bir aşırılık türü olarak, belli sınırlar
içinde tutulması çok güç bir güdü olarak değerlendiriliyordu. On dokuzuncu
yüzyıldan itibaren, eşcinsellik gibi davranışların anormallik sayılmaya
başladığını görürsünüz. Bunun libertinaj olduğunu söylediğimde, hoşgörüyle
yaklaşıldığını söylüyor değilim tabi.
Bana
kalırsa, bireyleri cinsel davranış ya da arzularıyla karakterize etme fikrine
on dokuzuncu yüzyıldan önce ya hiç rastlanmaz ya da çok ender hallerde
rastlanır.
136
Çok
iyi biliyorum ve çocukluktan beri bildiğimi düşünüyorum ki, dünyayı dönüştürme
çabalarında bilginin elinden hiçbir şey gelmez. Belki yanılıyorum.
Bilginin
bizi dönüştürebileceğini, hakikatin yalnızca dünyayı deşifre etmenin bir yolu
olmadığını (belki de hakikat dediğimiz şey hiçbir şeyi deşifre etmez); ama
hakikati bilirsem kendimin değişeceğini de biliyorum. O zaman belki de
kurtulacağım. Belki de öleceğim, ama bence zaten hepsi aynı şey. [Kahkaha].
Görüyorsunuz,
bunun için tam bir köpek gibi çalışıyorum ve bütün ömrüm boyunca bir köpek gibi
çalıştım. Yaptıklarımın akademik statüsüyle ilgilenmiyorum, çünkü sorunum
kendimi dönüştürmek. ... İnsanın bilgisiyle kendi kendisini dönüştürmesi, bence
estetik deneyime çok yakın bir şey. Bir ressam kendi resmiyle dönüşüme
uğramıyorsa niçin çalışsın ki?
"Etik"
sözcüğüyle bize nasıl davranılacağını bildirecek bir kodu kastediyorsanız, o
zaman Cinselliğin Tarihi elbette bir etik değildir. Ama "etik" derken
hareketlerinizde kendinizle kurduğunuz ilişkiyi kastediyorsanız, o zaman bu
kitabın bir etik olma niyeti taşıdığını, en azından bir cinsel davranış
etiğinin ne olabileceğini göstermeyi amaçladığını söyleyeceğim.
137
Kitaplarım
insanlara ne yapacaklarını söylemez.
Ben,
on dokuzuncu yüzyılın başlangıcına kadar psikiyatrinin tarihini yazmaktan öte
bir şey yapmış değilim. Öyleyse niçin bir sürü insan -psikiyatristler dahil
olmak üzere- benim bir anti-psikiyatrist olduğuma inansın? Çünkü onlar kendi
kurumlarının gerçek tarihini bir türlü kabullenemiyorlar, ki bu da
psikiyatrinin bir sözde-bilim olduğunun göstergesi. Gerçek bir bilim kendinin
ortaya çıkışına dair en utanç verici, çirkin hikayeleri dahi içine
sindirebilir. [Kahkaha]
VII. İktidarın Halkaları, 1976
monarşizm siyasal yetkinin babadan oğula geçtiği,
ortaçağda yaygın; halkın yönetim dışında bırakıldığı; tek iktidar merkezli;
merkantilizmin uygulanış biçimi olan; despotizm'den kralın ya da güç odağının
fikir teatisinde bulunacağı bir meclis, divan, kamara ya da kurulun varlığı ile
ayrılan; kralın bu kurula hesap verme ya da karar ve sanksiyonlarını
meşrulaştırma mecburiyeti yoksa mutlak monarşi, varsa meşruti monarşi, meclisin
krala hesap verme mecburiyeti yoksa sembolik monarşi olarak adlandırılan; din,
miras, seçim ya da yerleşmiş gelenekler temeli üzerine bir kral ya da
kraliçenin iktidarı anlamına gelen; kralın iktidarı zor ve hile yoluyla ele
geçirdiği durumlarda adının despotluk olduğu, yönetim biçimi.
140
İktidar
kavramının analizine girişmeyi deneyeceğiz. İçgüdünün karşısına baskıyı
çıkaran, içgüdü ve kültürü karşı karşıya getiren Freudçu şemanın sınırlarını
çizmeye çalışan ilk ben değilim; tam tersine. On yıllardan beri bütün bir
psikanalistler okulu, "kültüre karşı içgüdü ve baskıya karşı içgüdü"
biçimindeki bu Freudçu şemayı değiştirmeye, geliştirmeye çalıştılar; Melanie
Klein, Winnicot ve Lacan gibi baskının, doğası gereği verili bir içgüdüsel
oyunu denetlemeye girişen ikincil, sonradan gelen, gecikmiş bir mekanizma olmak
bir yana, içgüdü mekanizmasının veya en azından cinsel içgüdünün geliştiği,
canlandığı, itki haline geldiği sürecin parçası olduğunu göstermeye çalışmış
hem İngilizce hem de Fransızca yazan psikanalistlere gönderme yapıyorum.
141
Freudçu
Trieb kavramı basit bir doğal veri, baskının gelip kendi yasaklama
yasasını dayatabileceği doğal bir biyolojik mekanizma olarak değil;
psikanalistlere göre, baskı tarafından zaten derinlemesine nüfuz edilmiş bir
şey olarak yorumlanmalıdır. İhtiyaç, iğdiş etme, yoksunluk, yasaklama ve yasa
arzunun kendini cinsel arzu olarak kurmasını sağlayan unsurlardır; bu da, on
dokuzuncu yüzyıl sonunda Freud'un tasarlamış olduğu biçimiyle cinsel içgüdüye
ilişkin temel bilginin dönüşümünü içerimler. Dolayısıyla, içgüdüyü doğal bir
veri olarak değil, beden ile yasa arasındaki, beden ile nüfusu denetlemeyi
sağlayan kültürel mekanizmalar arasındaki bütün bir karmaşık oyun, bütün bir
şekillendirme olarak düşünmek gerekir.
Psikanalistler,
iktidarın gösterileninin, merkezi noktasının, iktidarı oluşturan şeyin hâlâ
yasaklama, yasa, hayır deme olgusu, bir kez daha, "yapmamalısın!"
deme biçimi ve formülü olduğunu kabul etmeye devam ediyorlar. İktidar, özünde,
"yapmamalısın!" diyen kimsedir. Bence bu iktidara ilişkin tamamen
yetersiz bir anlayış olan, hukuksal ve biçimsel bir iktidar anlayışıdır ve Batı
toplumlarında iktidar ile cinsellik arasında oluşmuş ilişkileri hiç kuşkusuz
daha iyi anlamayı sağlayacak bir başka iktidar kavramı oluşturmak gerekir.
Sadece
hukuksal ve olumsuz bir anlayışını değil, bir iktidar teknolojisi anlayışını da
içeren bir analizin hangi yönde geliştirilebileceğini açmaya, dahası göstermeye
çalışacağım.
İktidarın
esas olarak kural, yasa, yasaklama olduğu, izin verilen ile yasaklanan
arasındaki sınırları belirlediği şeklindeki anlayış psikanalistlerde,
psikologlarda ve sosyologlarda sık karşılaşılan bir düşüncedir. Bu iktidar
anlayışının, on dokuzuncu yüzyıl sonunda, derinlemesine formüle edildiği ve
etnoloji tarafından fazlasıyla geliştirildiği kanısındayım. Etnoloji her zaman
bizimkinden farklı toplumlardaki iktidar sistemlerini kuralcı sistemler olarak
bulup ortaya çıkarmayı denedi. Ve biz de, kendi toplumumuz üzerine, iktidarın
burada uygulanış tarzı üzerine düşünmeye çalıştığımızda, esas olarak hukuksal
bir anlayıştan yola çıkarak düşünürüz: İktidar nerededir, iktidarı elinde tutan
kimdir, iktidarı yöneten kurallar hangileridir, iktidar toplumsal gövde
üzerinde hangi yasalar sistemini inşa eder.
... Durkheim'dan Lévi-Strauss'a etnolojik
araştırmalarda .... Bu bir yasaklama sorunu, esas olarak, ensestin yasaklanması
sorunudur. Ve, bu matristen, ensestin yasaklanmasına ilişkin bu çekirdekten
yola çıkarak, sistemin genel işleyişi kavranmaya çalışıldı
143
"yapmamalısın!"...
... Kant'ın etkisinden yola çıkan bu açıklama açıkça tamamen yetersizdir.
Aslında,
Batı'da, ortaçağdan bu yana yerleşmiş büyük sistemler, feodal iktidarın, daha
doğrusu iktidarın zararına, monarşik iktidarın büyümesi aracılığıyla gelişti.
Oysa, feodal iktidarla monarşik iktidar arasındaki bu mücadelede hukuk, her
zaman feodal toplumun özelliği olan kurumlara, ahlâka, kurallara, bağ ve
aidiyet biçimlerine karşı monarşik iktidarın aracıydı. ... Monarşik iktidar,
devlet iktidarı özünde hukukta temsil edilir.
144
Oysa,
kraliyet iktidarının gelişiminden ve feodal sistemlerin küçülmesinden,
gerilemesinden geniş ölçüde yararlanan burjuvazinin, diğer yandan, ekonomik
mübadelelere biçim vermesini sağlayan, kendi toplumsal gelişimini güvence
altına alan bu hukuk sistemini geliştirmekte büyük çıkarı vardı. Öyle ki,
hukukun söz dağarcığı ve biçimi burjuvaziyle monarşinin ortak iktidarının
temsil edildiği sistemdi. ... Ve burjuvazi sonunda monarşik iktidardan tam da
bizzat monarşiye karşı çevirdiği -oysa monarşiye de ait olan- bu hukuksal
sistemi kullanarak kurtuldu.
...
Batı'nın hukuktan, yasa sisteminden başka bir iktidar temsiliyeti, formülasyonu
ve analiz sistemi olmadı. Ve sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, yasa, kural,
hükümran, iktidara vekil tayin etme gibi temel, asıl, vs. kavramları kullanmak
dışında iktidarı analiz etmenin başka imkânlarına yakın zamana kadar sahip
olamamamızın nedeninin bu olduğunu sanıyorum. İktidarın temsil edilişinin
analizine değil, iktidarın gerçek işleyişinin analizine girişmek istiyorsak,
sanırım bu hukuksal iktidar anlayışından, yasa ve hükümrandan yola çıkan bu
iktidar anlayışından artık kurtulmak zorundayız.
İktidarı
pozitif mekanizmaları içinde analiz etmeyi nasıl deneyebiliriz? Belli başlı
bazı metinlerde bu tip bir analiz için temel unsurları bulabileceğimizi sanıyorun...
: Bentham, Marx, Kapital'in II. cildi...
145
Öz
olarak, Kapital'in II. cildinde bulabileceğimiz şey, ilk olarak, bir iktidarın
değil; bir çok iktidarın var olduğudur. (atölyede, orduda, köleci tipteki bir
mülkiyette veya serflik ilişkilerinin var olduğu bir mülkiyette yerel olarak
işleyen tahakküm biçimleri... ... iktidarın yerini kendi tarihsel ve coğrafi
spesifiklerinde belirlememiz gerekir.
Marx,
örneğin, toplumun geri kalanında varolan hukuksal tipteki iktidara kıyasla bir
atölyede patronun uyguladığı fiili iktidarın hem spesifik hem de özerk ve bir
anlamda geçirgen olmayan niteliği üzerinde fazlasıyla durur. Dolayısıyla,
iktidar bölgeleri vardır. Toplum, farklı iktidarlardan bir takımadadır.
146
Devlet
birliği, aslında, ilk başta gelen bu bölgesel ve özgül iktidarlara oranla
ikincildir.
[Bu
sayfalarda orduda tüfeğin icadıyla ve atölyelerde verimliliğin arttırılması
ilkesi altında "yapmamalısın!" türünden bir hiyerarşik iktidar
yapısının değil, verimliliği arttırıcı, işbirliği, işbölümü gerektiren bir
araya gelme pratiğinin oluştuğu anlatılıyor. İktidar yapısının pozitif bir
bakış açısıyla ele alınmadığı takdirde anlaşılamayacak durumlar anlatılıyor]
147
Bu
iktidar mekanizmalarını, bu iktidar yöntemlerini teknikler olarak, yani
keşfedilmiş, yetkinleştirilmiş ve durmadan geliştirilen yöntemler olarak kabul
etmek gerekir.
Devlet
aygıtına, muhafaza etme işlevine ve hukuksal üstyapıya öncelik vermek, aslında,
Marx'ı "Rousseau'laştırmak"tır.
148
Böylece,
bu yöntembilimsel ilkeden yola çıkarak, cinsellik konusundaki iktidar
mekanizmalarının tarihini nasıl yazabiliriz? Sanırım çok şematik bir biçimde,
şunu söyleyebiliriz: Ortaçağ sonunda itibaren monarşinin örgütlemeyi başardığı
iktidar sistemi kapitalizmin gelişimi için iki temel sakınca sergiliyordu.
İlki, toplumsal gövdede uygulandığı haliyle siyasi iktidar oldukça süreksiz bir
iktidardı. Ağın gözleri çok büyüktü, neredeyse sonsuz sayıda nesne, eleman,
davranış ve süreç iktidarın denetiminden kaçıyordu. ... kaçakçılık insanların
varlık koşullarından biriydi; deniz korsanlığı olmasaydı ticaret işlemezdi ve
insanlar yaşayamazdı. Başka deyişle yasadışılık yaşam koşullarından biriydi...
Sonuç olarak, bir biçimde denetim dışında kalan ekonomik süreçler ve çeşitli
mekanizmalar sürekli, belirli, atomik türde bir iktidarın yerleşmesini
gerektiriyordu...
149
Monarşide
faaliyet gösterdikleri biçimiyle iktidar mekanizmalarının ikinci büyük
sakıncası aşırı ölçüde masraflı olmalarıydı. ... O dönemde iktidar esas olarak
tahsildar ve yağmacıydı. [Bu nedenle şeyleri ve kişileri en ufak ayrıntısına
kadar denetlerken toplum için masraflı olmayan veya esas olarak tahsildarlık
yapmayan, ekonomik süreç yönünde faaliyet gösteren bir iktidar mekanizması
bulmak gerekiyordu.]
[En
az buhar makinası kadar ya da buna benzer keşiflerden çok daha etkili bir başka
teknolojik keşif de oldu:] Siyasi teknolojinin keşfi. [1] disiplin; [2] nüfus
Disiplin,
... İktidarın bireyselleştirme teknikleridir. Birini nasıl gözetlemeli,
davranışını, tavrını, becerilerini nasıl denetlemeli, performansını nasıl
pekiştirmeli, yeteneklerini nasıl çoğaltmalı, en yararlı olacağı yere onu nasıl
yerleştirmeli: Benim anladığım disiplin işte budur.
Bu
disipline edici teknolojinin ortaya çıktığını gördüğümüz bir diğer nokta
eğitimdir. ...
151
Sayısal
olarak not vermenin ortaya çıkışı, imtihanların ortaya çıkışı, giriş
imtihanının ortaya çıkışı, sonuç olarak bireyleri, her birinin tam olarak
yerinde, öğretmenin gözü önünde veya dahası her birine ilişkin yaptığımız
niteleme ve yargılama dahilinde sınıflandırma imkânı da böyle doğar. [Foucault,
öğretmenin önünde sıralarda oturur konumun tarihçe yeni bir şey olduğunu, daha
on dokuzuncu yüzyıl başında öğretmenin etrafında ayakta grup olarak
durduklarını, bu oturum sayesinde öğretmenin okula kimin gelip gelmediğini,
kimin esnediğini, ne yaptıklarını, hayale dalıp dalmadıklarını görebildiğini,
onları gözetleyebildiğini anlatıyor. Orduda ve atölyelerde de benzer gözetleme
konumlanmaları mevcut.
...
on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ... bir başka iktidar
teknolojileri familyası daha var: Bireylerle birey olarak ilgilenmeyen, ama
tersine nüfusla ilgilenen teknolojiler.
152
İktidar
sadece tebaa üzerinde uygulanmaz; hükümran ile tebaanın var olduğunu söyleyen
monarşinin tezi buydu. İktidarın nüfus üzerinde uygulandığı keşfedilir. Peki
nüfus ne demektir? Bu sadece kalabalık bir grup insan demek değil; biyolojik
süreçlerin ve yasaların nüfuz ettiği, emrettiği, yönettiği canlı varlıklar
demektir. Bir nüfusun doğum oranı, ölüm oranı vardır, bir nüfusun yaş eğrisi,
yaş eğrisi, yaş piramidi, hastalanma hali, sağlık durumu vardır, bir nüfus yok
olabilir veya tersine, gelişebilir.
Biraz
önce sözünü ettiğim anatomo-siyasete karşıt olarak, biyo-siyaset diye
adlandırdığım şey o dönemde keşfedildi.
On
sekizinci yüzyıldan itibaren artık yaşam bir iktidar nesnesi haline geldi.
Yaşam ve beden. Eskiden sadece tebaa vardı, malları hatta hayatları ellerinden
alınabilen hukuksal tebaa vardı. Şimdi, bedenler ve nüfuslar var. İktidar
materyalistleşti. Özünde hukuksal olmaya son verdi. Beden, hayat gibi bu gerçek
nesneleri ele almak zorunda. Hayat iktidarın alanına giriyor: Bu, insan
toplumlarının tarihinde en temel, hiç kuşkusuz en önemli değişimlerden
biridir...
153
Cinsellik
anatomo-siyaset ile biyo-siyaset arasındaki birleşme noktasındadır,
disiplinlerin ve düzenlemelerin kavşağındadır...
[154
ve 155. sayfalarda hapishane/hapsetme ve suç üzerine değerlendirmeler var.
Hapishanenin ortaya çıkışı, bugün yok olması gerekirken neden yok olmadığı,
suça eğilimliliğin gerekliliği ve ekonomiye faydası, kaçakçılık, fahişelik,
pezevenklerin kârının otel ve banka hesaplarındaki dolaşımı, bütün siyasi
partilerin afiş yapıştırıcılardan dayak atıcılara kadar uzanan ve suça
eğilimlilerden oluşan bir işgücüne ihtiyacından söz edilmektedir.]
158
Benim
biyo-iktidar veya anatomo-siyaset diye adlandırdığım şeyin ortaya çıkışından bu
yana, artık bir hukuk toplumu olmaya son vermekte olan bir toplumda
yaşamaktayız. Hukuk toplumu monarşik toplumdu. On ikinci yüzyıldan on sekizinci
yüzyıla doğru giden Avrupa toplumları esas olarak hukuk sorununun temel sorun
olduğu hukuksal toplumlardı: Hukuk için mücadele ediliyordu, hukuk adına
devrimler yapılıyordu. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren, parlamento, mevzuat,
yasalar ve mahkemelerle kendini hukuk toplumu olarak sunan toplumlarda,
hukuksal biçimlere boyun eğmeyen, fark edilmeden sızan ve temel ilkesi yasa
değil; daha ziyade norm ilkesi olan ve mahkemeleri, yasa ve hukuk aygıtını
değil; tıbbı, toplumsal denetimleri, psikiyatriyi ve psikolojiyi araç olarak
kullanan çok başka bir iktidar mekanizması fiili olarak vardı. Dolayısıyla,
disipline edici bir dünyadayız, bir düzenleme dünyasındayız. Hâlâ bir yasa
dünyasında olduğumuzu sanıyoruz, ama hukuksal olmayan aracılar vasıtasıyla
fiili olarak kurulmakta olan şey başka tipteki bir iktidardır.
160
...
sanıyorum ki iktidar ilişkileri bir yanda iktidara sahip olanlar ve diğer yanda
olmayanlar gibi biraz şematik biçimde kavranmamalı. Bir kez daha, burada belli
bir akademik Marksizm "ezilen sınıfa karşı egemen sınıf, ezilen söyleme
karşı egemen söylem" biçimindeki karşıtlığı sık sık kullanmaktadır. Oysa
bu ikilik, önce, Marx'ta asla görülmez, ... çünkü Marx gerçekte böyle bir şeyi
kabul etmeyecek kadar kurnazdır; iktidar ilişkilerini sağlam kılan şeyin asla bitmemeleri
olduğunu çok iyi bilmektedir...
161
İşçi
sınıfı iktidar ilişkilerine aracılık eder, iktidar ilişkileri uygular. Öğrenci
olarak siz de ... ben, profesör olarak, ... bir kadın değil, bir erkeğim ve siz
bir kadın olduğunuzda siz de bir iktidar konumundasınız, aynı değil, ama biz
hepimiz iktidar konumundayız. İlginç olan şey, gerçekte, bir grup içinde, bir
sınıf içinde, bir toplumda iktidarın halkalarının nasıl işlediğini bilmektir...
VIII. Aydınlanma Nedir?
1984
163
[Kant]
Bugün neler olup bitmektedir? Şu anda neler olup bitmektedir? ...
"şimdi" nedir?
...
Descartes'ta, "Öyleyse, benim de ait olduğum şimdiki zaman tam olarak
nedir?" gibisinden bir soruya rastlamazsınız.
164
"Şimdiki
zamanda, felsefi düşünme için fiilen anlamlı olan nedir?"
"Şimdiki
zamanda, sanatsal edim için fiilen anlamlı olan nedir?"
Kısacası,
bence Kant'ın metninde [1784, Kozmopolit Bakış Açısından Evrensel Bir Tarih
Fikri], konuşan filozofun da ait olduğu şimdiki zamanın felsefi olay olarak
ortaya çıkmasını görürüz. ... Aufklarung üzerine yazılmış olan bu
metinde de, felsefenin -sanırım ilk kez dersem fazla bir zorlama yapmış olmam-
kendi söylemsel güncelliğini sorunsallaştırdığını görürüz: felsefenin olay
olarak, anlamını, değerini, felsefi tekilliğini söylemek zorunda olduğu ve
içinde kendi varlık nedeni ile söylediği şeyin temelini bulduğu bir olay olarak
sorguladığı şimdiki zaman. ... biz'e ait olma sorunu...
166
1798'de
Kant ... "Devrim nedir?" [sorusunu, ilk soruyla bağlantılı bir
biçimde ele alır]
"İnsanlığın
sürekli ilerlemesi diye bir şeyden söz edilebilir mi?"
167
"Bizim
çevremizde, bir bütün olarak insanlığı etkileyen sürekli bir ilerlemenin
hatırlatıcısı, kanıtlayıcısı ve gelecekte de süreceğinin göstergesi olan bir
olay var mıdır?" [Devrim]
168
Çok
dikkat edin, der Kant okurlarına, ilerlemenin hatırlatıcı, kanıtlayıcı ve
gelecekle ilgili işaretini aramamız gereken yer büyük olaylar değil, çok daha
az görkemli, gözle çok daha zor görülebilir olaylardır. ... "büyük"
bir olay olmayan bu olay nedir?
169
...
anlam taşıyan ve ilerlemenin işaretini oluşturacak olan şey, devrimin
etrafında, Kant'ın sözleriyle "coşku derecesine varan bir özlem
birliği" olmasıdır.
171
Ne
olursa olsun, devrim daima her şeyin eski duruma dönmesi riskiyle yüz yüze
gelecektir, ama içeriği önemsiz bir olay olarak devrimin varlığı akıldan asla
çıkarılamayacak sürekli bir potansiyel güce işaret etmektedir: Gelecekteki
tarih açısından, devrim ilerlemenin sürekliliğinin güvencesidir.
Bizim
muhafaza etmemiz gereken yan, Aufklarung'tan
geriye kalanlar değil; canlı ve üzerinde düşünülmesi gereken şey olarak
zihinlerimizde tutulması gereken bu olayın kendisi ve anlamıdır.
172
Gelgelelim,
modern ve çağdaş felsefede, başka tipte bir soru, başka tipte bir eleştirel
sorgulama daha vardır: ... "Güncelliğimiz nedir? Şimdiki zamanda
yaşanabilecek mümkün deneyimler alanı nedir?" sorusudur. Burada söz konusu
olan, bir hakikat analitiği değil; şimdinin ontolojisi, kendimizin bir
ontolojisidir. Bence bugün için bizim önümüzdeki felsefi tercih şöyle
özetlenebilir: Ya kendini genelde hakikatin analitik felsefesi olarak sunan bir
eleştirel felsefe tercih edilebilir ya da kendimizin bir ontolojisi, şimdiki
zamanın bir ontolojisi biçimine bürünecek eleştirel bir düşünceden yana seçim
yapılabilir; nitekim, Hegel'den gelip Nietzsche ve Max Weber üzerinden
Frankfurt Okulu'na kadar uzanan, benim de içinde çalışmaya çaba harcadığım bir
düşünme biçimi kurmuş olan felsefe biçimi budur.
IX. Aydınlanma Nedir? 1984
173
Bugün
bir dergi okurlara yönelik bir soru sorduğu zaman, bununla amaçlanan, herkesin
zaten bir fikrinin olduğu belirli bir konu hakkındaki düşüncelerinin
toplanmasıdır; böyle bir soruşturmada yeni bir şey öğrenme ihtimali pek yoktur.
On sekizinci yüzyılda ise henüz çözümü bulunmamış sorunlar üzerine halka soru sormak
tercih ediliyordu. O yüzyıldaki uygulamanın daha etkili olup olmadığını
bilmiyorum; yalnız daha eğlenceli olduğu tartışma götürmezdi.
176
[Kant'ın
felsefi "şimdiki zaman" sorununu ele alışı]
Kant
hemen konuya girerek, Aydınlanma'yı karakterize eden "çıkış"ın bizi
"olgunlaştırmak" statüsünden kurtaran bir süreç olduğuna işaret eder.
"Olgunlaşmamışlık" derken kastettiği de, irademizin belli bir
durumunun bizi aklımızı kullanmamızın gerekli olduğu alanlarda başka birisinin
otoritesini kabullenmeye sürüklemesidir. Kant buna üç örnek gösterir: Kendi
kavrayış gücümüzün yerini bir kitap, vicdanımızın yerini ruhani bir kılavuz
aldığı, nasıl bir diyet uygulayacağımıza bir doktor karar verdiği zaman,
"olgunlaşmamış" bir durumdayız demektir (Gerçekten not edelim ki,
metin bunu açıkça söylemese de bu üç örnekte Kant'ın üç eleştirisi -Saf Aklın,
Pratik Aklın, Yargı Gücünün Eleştirisi- kolayca tanınmaktadır).
177
Aydınlanma
sürecine girmiş olanın tüm insan türü olduğunu mu düşüneceğiz?
178
[Kant]
Vergi sistemi hakkında dilediği kadar tartışabilmekle birlikte gene de vergi
ödemek, olgunlaşmanın karakteristik bir özelliği olacaktır. ... İnsanların körü
körüne ve aptalca itaat etmelerini istemez, ama aklın kullanımının belirli
koşullara uyarlanmasını ister.
181
...
modernliği tarihin bir dönemi olmaktan ziyade tutum olarak tasarlayıp
tasarlayamayacağımızı merak ediyorum. Burada "tutum" derken
kastettiğim, güncellikle kurulan bir ilişki kipi, bazı insanların yaptığı
gönüllü bir tercih; nihayet bir düşünme ve hissetme tarzı, aynı zamanda bir
aidiyet ilişkisini gösteren ve kendisini bir görev olarak sunan bir eyleme ve
davranma biçimidir. Kuşkusuz, bir parça Yunanlıların ethos dedikleri şey
gibidir bu.
[Modernlik
tutumu] [Baudelaire] [on dokuzuncu yüzyıl]
1)
Modernlik genellikle zamanın süreksizliği bilinci temelinde karakterize
edilmeye çalışılır: gelenekten kopuş, yenilik duygusu, zamanın geçip gidişi
karşısında duyulan baş dönmesi. ... Ama, Baudelaire'in gözünde, modern olmak bu
sürekli hareketi fark edip kabullenmekle değil; tam tersine, bu harekete karşı
belirli bir tutum benimsemekle belli olur.
Modernlik
zamanın akışını takip etmekten başka bir şey yapmayan modadan farklıdır;
modernlik, şimdiki anın "kahramanca" boyutunu kavramayı sağlayan
tutumdur.
182
2)
Söylemeye gerek yok ki, bu kahramanlaştırma olayı ironiktir. Modernliğin
tutumunda söz konusu olan, geçip giden anı, muhafaza etmek ya da
süreklileştirmek çabasıyla kutsallaştırmak değildir.
183
Modernliğin
tutumu açısından, şimdinin yüce değeri, onu olduğundan başka türlü tahayyül
etme ve onu yok ederek değil; onda olanı kavrayarak dönüştürme isteğinden
ayrılamaz.
3)
... Baudelaire'in gözündeki modernlik basitçe şimdiyle kurulan bir ilişki
biçimi değil, ayrıca kendiyle de kurulması gereken bir ilişki kipidir. ...
kendini yaratmaya çalışan insandır.
186
Hümanizm,
Avrupa toplumlarında zaman içinde çeşitli defalar yeniden boy gösteren bir tema
ya da temalar bütünüdür; daima değer yargılarıyla [bağlı bir temadır.]
...
hümanist tematiğin kendi başına bir düşünce ekseni işlevi göremeyecek kadar
esnek, çeşitli ve tutarsız olduğu sonucuna varmalıyız. Kaldı ki, en azından on
yedinci yüzyıldan beri, hümanizm olarak adlandırılan olgunun her zaman için
din, bilim ya da siyasetten ödünç alınmış belli insan anlayışlarına dayanmak
zorunda kaldığı da bir gerçektir. Hümanizm, başvurmak zorunda kaldığı insan
anlayışlarını renklendirme ve onları haklı göstermeye yarar.
187
[184
- Ben, bir yandan, aynı zamanda insanın şimdiyle ilişkisini, insanın tarihsel
oluş kipini ve kendini özerk bir özne olarak kurmayı sorunsallaştıran felsefi
bir sorgulamanın Aydınlanma'da kök salışını vurgulamaya çalışırken, öbür yandan
da, bizi Aydınlanma'ya bağlayabilecek olan bağın doktriner unsurlara sadakat
değil, tam tersine, bir tutumun, yani, tarihsel varlığımızın aralıksız bir
eleştirisi şeklinde nitelendirilebilecek olan felsefi bir ethos'un sürekli olarak canlı tutulması olduğunu vurgulamaya
çalışıyorum.]... söylediğimiz, düşündüğümüz ve yaptığımız şeylerin kendimize
ilişkin tarihsel bir ontoloji süzgecinden geçirerek eleştirilmesinden oluşan
felsefi bir ethos...
188
Bu
felsefi ethos bir sınır-tutum
şeklinde karakterize edilebilir. Bu noktada bir reddetme eyleminden söz ediyor
değiliz. bir dış-iç alternatifinin ötesine geçmek, sınırda olmak zorundayız.
Eleştiri aslında sınırları analiz etmek ve sınırlar üzerinde kafa yormaktan
oluşur.
Buna
bağlı olarak açık bir sonuç belirir: Bu eleştiri artık, evrensel değerlere
sahip formel yapılar arayışında değil; bizi kendimizi oluşturmaya ve kendimizi
yaptığımız, düşündüğümüz ve söylediğimiz şeylerin özneleri olarak tanımaya
yönelten olayların tarihsel temeldeki sorgulaması olarak işleyecektir. Bu
anlamıyla, bu eleştiri aşkın değildir; hedefi bir metafiziği mümkün kılmak
değildir. Bu eleştiri, ereksel olarak soybilimsel, yöntemiyle arkeolojik
niteliklidir. Tüm bilgi ya da tüm ahlâki eylem biçimlerinin evrensel yapılarını
saptamaya değil; düşündüğümüz, söylediğimiz ve yaptığımız şeyleri eklemleyen
söylemleri tarihsel olaylar olarak ele almak anlamında arkeolojik olacaktır
-transandantal değil.
189
...
kendimize ilişkin tarihsel ontoloji, global ya da radikal olma iddiasındaki
bütün projelerden uzaklaşmak durumundadır.
191
Pratik
sistemler üç genel alanla ilişkilidir: Şeyler üzerindeki denetim ilişkileri,
başkaları üzerinde eylem ilişkileri, insanın kendisiyle kurduğu ilişkiler. ...
bilgi ekseni, iktidar ekseni ve etik ekseni. ... Kendimizi bilgimizin özneleri
olarak nasıl kurduk? İktidar ilişkilerini kullanan ya da bu ilişkilere tabi
olan özneler olarak nasıl kurduk? Kendi eylemlerimizin ahlâki özneleri olarak
nasıl kurduk?
192
Kendimize
ilişkin eleştirel ontoloji kesinlikle bir kuram, bir doktrin, hatta sürekli
biriken bir bilgi yapısı olarak anlaşılmamalı; bir tutum, bir ethos, olduğumuz şeyin eleştirisi, hem
bize dayatılmış olan sınırların tarihsel analizi hem de bu sınırların
aşılmasının denenmesi olan felsefi yaşam olarak kavranmalıdır.
X. Etiğin Soybilimi
Üzerine: Sürmekte Olan Çalışmaya İlişkin Bir Değerlendirme, 1983
194
...
kendilik nosyonu ve kendilik teknikleri...
İnsanlar,
yasakları karşısında hiçbir zaman zevkleri karşısında olduğundan daha yaratıcı
olmadılar.
196
Hayır!
Ben bir çözüm arayışı içinde değilim; bir sorunun çözümünü, başka insanların
başka bir zamanda ortaya attıkları başka bir sorunun çözümünde bulamazsınız.
Benim yapmak istediğim şey bir çözümler tarihi değil.
Bence
yapılması gereken çalışma, bir sorunsallaştırma ve yeniden sorunsallaştırma
çalışmasıdır.
197
Yunan
özünde bir erkek toplumunun ahlâkıydı. Bu toplumda kadınlar "baskı"
altındaydı, kadınların zevki önem taşımıyordu, cinsel yaşamları babaya, veliye,
kocaya bağlılık statüsüne göre belirleniyordu.
"-...
[Yunanlılarda] homoseksüel aşkın durumu şimdikinden daha iyiydi mutlaka?"
Öyle
gözükebilir. ... Oysa ben, ... oğlanları sevmenin [tam tersine] bir sorun
olduğunu kanıtladığını söylüyorum. Çünkü eğer böyle bir sorun olmasaydı, bu tür
bir oğlan sevgisinden erkeklerle kadınlar arasındaki sevgiyi anlatırken
kullandıkları terimlerle söz ederlerdi.
199
Yunanlıların
zevk ahlâkı, erkekçe bir toplumla, simetrik olmayan bir durumla, başkasının
dışlanmasıyla, diğerinin bedeninin içine girme takıntısıyla, kendi enerjinizi
elinizde tutamama tehdidiyle, vb. bağıntılıdır. Bütün bunlar hiç de çekici
değil.
200
Yunanlılar
ve Romalıların, zevkin kullanımının çok büyük rol oynadığı bir tekhné tou
biou'ları, "yaşama sanatı", vardı.
201
Bu
tekhné tou biou fikrinde beni ilgilendiren birçok şey var.
Bir yandan şimdi biraz uzak düştüğümüz şu fikir, yani gerçekleştirmemiz gereken
eserin yalnızca, temel olarak arkada bırakacağımız bir şey (bir nesne, bir
metin, bir servet, bir icat, bir kurum) değil; sadece kendi yaşamımız ve
kendimiz olduğu fikri. Bizim için, yalnızca bir şey yaratıcısının ölümlülüğünden
kurtulabiliyorsa eser ve sanat vardır. Antikçağdakiler içinse tekhné tou biou tersine bu sanatı
uygulayanın, en iyi durumda, ardında bir şöhretin izini ya da işaretini
bırakacak şekilde uygulayanın yaşamı olan şeyle ilgiliydi. Yaşamın ölümlü
olduğu için, bir sanat eseri olmak zorunda olmuş olması, bu kayda değer
temadır.
Öte
yandan, bu tekhné tou biou fikrinde
antikçağ boyunca bir evrim olmuş gibi görünüyor. Sokrates bu sanata her şeyden
önce kendilik kaygısının hâkim olması gerektiğini belirtiyordu.
Ama Alkibiades'te iyi bir yurttaş olmak ve başkalarını yönetebilmek için
"kendi kendine bakmak" gerekiyordu. Bu kendilik kaygısının
özerkleştiğini ve sonunda kendi içinde bir erek haline geldiğini düşünüyorum.
Seneca sonunda kendisiyle ilgilenebilmek için hızla yaşlanmayı istiyordu.
202
Kendi
arzularınızın kölesi misiniz yoksa efendisi mi? Sorun burada düğümleniyordu.
İnsanın
kendine hâkim olmasını sağlayan birtakım egzersizler vardı. Epiktetos'a göre,
rastladığınız güzel bir genç kıza ya da güzel bir oğlana içinizde hiçbir arzu
uyanmadan bakabilmeliydiniz.
"-Yunanlılar
güzel bir yaşam peşinde oldukları için katıydılar, bugün biz ise psikolojinin
desteği sayesinde kendimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz."
Benim
görüşümce, ahlâki sorunları bilimsel bilgiyle ilişkilendirmek hiç de zorunlu
değildir.
203
Yüzyıllar
boyunca, kendi ahlâkımız, kişisel ahlâkımız, gündelik yaşamımız ile büyük
siyasi, toplumsal ve ekonomik yapılar arasında analitik ilişkiler bulunduğuna,
sözgelimi cinsel yaşamımızda ya da aile yaşamımızda ekonomimizi, demokrasimizi,
vb. tehlikeye atmadan bir şey değiştiremeyeceğimize koyu biçimde inandırıldık.
Bana kalırsa, ahlâk ile diğer toplumsal, ekonomik ya da siyasi yapılar arasında
analitik ya da zorunlu bir bağ bulunduğuna dair bu fikirden kurtulmamız
gerekmektedir.
"Soru: Biz şimdi, ahlâk ile diğer yapılar
arasında zorunlu bir ilişki bulunduğunu değil de, yalnızca tarihsel bir
biraradalıklar bulunduğunu bildiğimiz bu noktada, nasıl bir etik inşa
edebiliriz?"
Bana
çarpıcı gelen nokta, toplumumuzda sanatın, bireylerle ya da yaşamla değil;
sadece nesnelerle ilintili bir şey haline gelmiş olmasıdır. Ayrıca, sanatın
özelleşmiş olması ya da artistlerden oluşan uzmanlar tarafından yapılması. Peki
ama, herkesin yaşamı bir sanat eserine dönüştürülemez mi? Niçin bir tablo ya da
ev sanat eseridir de, kendi yaşamımız değil?
204
Üç
soybilim alanı mümkündür. İlk olarak hakikatle ilişkimiz içinde
kendimizin bir tarihsel ontolojisi; kendimizi hakikatle bu ilişki üzerinden
bilgi nesneleri olarak kurarız. İkincisi, bir iktidar alanıyla ilişkimiz
içinde kendimizin bir tarihsel ontolojisi; kendimizi iktidarla bu ilişki
üzerinden başkaları üzerinde etkide bulunan özneler olarak kurarız. Son olarak,
ahlâkla ilişkilerimizin bir tarihsel ontolojisi; kendimizi ahlâkla bu
ilişki üzerinden ahlâki failler olarak kurarız.
hakikat
-> Kliniğin Doğuşu, Şeylerin Düzeni
iktidar -> Gözetleme ve Cezalandırma
ahlâk -> Cinselliğin Tarihi
Edimler
ya da davranışlar insanların, kendilerine dayatılmış ahlâki reçeteler
karşısındaki gerçek tutumlarıdır. Hangi edimlere izin verildiğini ya da
hangilerinin yasaklandığını ve mümkün olan farklı tutumların pozitif ve negatif
değerini belirleyen kodu bu edimlerden ayırmak gerekir. Ancak, ahlâki
reçetelerin kendi başına ayrıştırılmamış olan, ama açık olarak büyük önem
taşıyan bir başka yanı daha vardır: bu, insanın kendisiyle kurması gereken
ilişki, bireyin kendini kendi eylemlerinin ahlâki öznesi olarak nasıl kurması
gerektiğini belirleyen kendilikle
ilişkidir.
Bu
ilişkinin dört temel yanı vardır. [ahlâkın
birinci yanı] Birinci yanı kendiliğin ahlâki bir davranışla ilgili olan
parçası ya da tutumdur. Örneğin, genelde, bizim toplumumuzda, ahlâkın esas
alanının kendimizin ahlâkla en ilgili yanımızın duygularımız olduğu
söylenecektir. Buna karşılık Kantçı bakış açısıyla düşünüldüğünde, niyetin
duygulardan çok daha önemli olduğu açıkça ortadadır. Hıristiyan bakış açısıyla
düşünüldüğünde ise önemli olan temelde şehvettir (ki bu edimin önem taşımadığı
anlamına gelmez.).
206
[ahlâkın ikinci yanı] Kendilikle
ilişkinin ikinci boyutu, benim tabi kılma kipi (mode d’assujettissement) dediğim şeydir; yani, insanların
kendilerine dayatılmış ahlâki yükümlülükleri tanıma kipi. Örneğin, bir metinde
vahyedilmiş olan ilahi bir yasa mıdır? Her durumda yaşayan her varlık için aynı
olan bir doğa yasası mıdır? Rasyonel bir yasa mıdır? Yoksa bir varoluş estetiği
ilkesi midir?
207
[ahlâkın üçüncü yanı] Üçüncü boyut da
şudur: normal özneler haline gelmek için kendimizi hangi araçlar sayesinde
dönüştürebiliriz?
Yapacağımız
şey nedir: Ya arzularımızı yumuşatmak ve ölçülü bir dengeye oturtmak veya ne
olduğumuzu anlamak ya da arzularımızı bastırmak ya da cinsel arzularımızdan
çocuk sahibi olmak gibi belli amaçlara ulaşmak üzere yararlanmak; etik bir
davranış biçimi amacı taşıyan bütün bu kendimizi geliştirme çalışması. Bu
benim, kendilik pratiği ya da asetizm (hayattan koparak kendini ibadete vermek,
bir çeşit kendini dünyadan soyutlamak) -ama çok geniş bir anlamda asetizm-
olarak adlandırdığım yandır.
[ahlâkın dördüncü yanı] Dördüncü boyutu
da şu şekilde açıklayabiliriz: Ahlâki bir şekilde davrandığımız zaman ne tür
bir varlık olmaya özeniriz? Sözgelimi, arı, ölümsüz, özgür ya da kendimizin
efendisi, vb. mi olacağız. Bu ahlâki ereksellik adlandırılabilecek olan şeydir.
Ahlâk
olarak adlandırdığımız şeyde yalnızca insanların fiili davranış biçimleri,
yalnızca kodlar ve davranış kuralları yoktur, aynı zamanda yukarıda
sıraladığımız dört yanı kapsayan bu kendilikle ilişki de vardır.
209
Çok
şematik olarak konuşursak, edim, zevk ve arzu kutuplarının farklı kültürlerde aynı
biçimde değer bulmadıkları söylenebilir.
210
İ.Ö. dördüncü yüzyıl civarından başlayıp İsa'dan sonra ikinci ya
da üçüncü yüzyıla kadar devam ederek Helenistik kültürde, Yunan-Roma kültüründe
beni ilgilendiren yan, Yunanlıların spesifik biçimde epimeleia heautou
sözcüğüyle karşıladıkları, kendilik kaygısı kuralıdır.
Epimeleia heautou, Yunancada, herhangi bir şey
üzerinde çalışma uygulama, didinme anlamına gelen çok vurgulu bir sözcüktür.
Örneğin, Xenophon epimeleia heautou sözcüğünü malvarlığına gösterilmesi
gereken özeni ifade etmek amacıyla kullanıyordu. Bir monarkın kendi
yurttaşlarına karşı duyduğu sorumluluk da epimeleia türündendi. Bir
hastayı tedavi ettiğinde hekimin yaptığı şey de epimeleia olarak adlandırılır.
Dolayısıyla bu, bir etkinliğe, bir dikkate, bir bilgiye (connaissance) dair çok
güçlü bir sözcüktür.
... Epiküryenler için, ... İnsanın fiziği ya da kozmolojiyi daha
iyi öğrenmesinin nedeni, kendi kendine yeterli olacak hale gelebilmekti.
211
Hıristiyanlığın,
genellikle hoşgörülü olan Yunan-Roma yaşam tarzı yerine bir dizi feragat,
yasaklama ya da engellemeyle belirlenmiş katı bir yaşam tarzı geçirdiği
söylenir. ... [Oysa ki] Hoşgörülü antikçağ ile katı Hıristiyanlık arasında bir
ahlâki kopuş söz konusu değildir.
[Kendilik]
Soru: İnsan kendisine dayattığı bu yaşam tarzını ne adına seçer?
Söz
konusu olanın ölümden sonra ebedi yaşama ulaşmak olduğunu düşünmüyorum, çünkü
bu tür şeyler onları [Antikçağ] özellikle kaygılandırmıyordu. Tam tersine, söz
konusu olan kendi yaşamlarına belli değerler (Örnek oluşturmak, arkalarında
sıradışı bir nam bırakmak ya da yaşamlarına azami parlaklığı vermek)
kazandırmaktı. Söz konusu olan yaşamı bir bilgi (connaissance) ya da tekhné
nesnesi, bir sanat nesnesi haline getirmekti.
Bizim
toplumumuzda, insanın kaygı duymak zorunda olduğu temel sanat eserinin, estetik
değerleri uygulaması gereken temel alanın insanın kendisi, kendi yaşamı,
varoluşu olduğu düşüncesinin bir kalıntısını dahi bulamayız.
212
Meydana
gelen, kesinlikle klasik çağın kendilik kültürünün tersyüz edilmesidir. Bu bir
sanat eseri olarak kurulması ve yaratılması gereken kendilik fikrinin yerine
Hıristiyanlık tarafından vazgeçilmesi gereken bir kendilik fikrinin
geçirilmesiyle oldu; çünkü Hıristiyanlığa göre kendiyle uğraşmak Tanrı'nın
iradesine karşı gelmekti.
[hupomnémata]
Teknik anlamıyla, hupomnémata hesap defterleri, kamu kayıtları, ama aynı
zamanda not almaya yarayan bireysel defterler olabilir. Hayata ilişkin
defterler, davranışlara ilişkin kılavuzlar olarak kullanılmaları en azından
eğitimli insanlar arasında yaygınmış gibi görünmektedir. Bu defterlere çeşitli
alıntılar, yapıtlardan parçalar, az çok tanınmış insanların hayatlarından
çıkarılmış örnekler, tanıklık edilmiş olaylar, aforizmalar, düşünceler ya da
akıl yürütmeler geçirilir. Bütün bunlar, okunan, duyulan ya da düşünülen
şeylerin elle tutulur bir belleğini oluşturuyor, böylece yeniden okunmayı ve
üzerinde kafa yorulmayı bekleyen birikmiş bir hazine sunuyordu.
213
Hiçbir
teknik, hiçbir mesleki beceri pratik olmadan edinilemez; yaşama sanatı, tekhné
tou biou da insanın kendi kendini yetiştirmesi şeklinde değerlendirilmesi
gereken bir askesis (Stoacılık'da
askesis, benliği geliştirme çabası ya da kişinin kendi üzerinde hakimiyet
kurması anlamına gelir. Bu dünyanın gerçekliğine kişinin kendini
hazırlaması...) olmadan öğrenilemez: ... Bu kendini yetiştirmenin aldığı bütün
biçimler arasında (ki bunlar içinde perhiz yapmalar, ezberlemeler, vicdan
muhasebeleri, meditasyonlar, suskunluk ve başkalarını dinleme gibi araçlar yer
alıyordu), yazının (insanın kendisi ve başkaları için yazması) ciddi bir rol
oynaması oldukça geç gelmiş bir şey gibi görünmektedir.
214
...
çok belirgin biçimde kendilik kaygısına dönük olan, insanın kendi içine
çekilmesi, içsel yaşam, kendisiyle yaşama biçimi ve kendinden hoşlanması gibi
somut hedeflere yönelen bir ahlâk gelişmekteydi. Hupomnémata'nın hedefi şudur:
okumakla, dinlemekle ya da öğretimle iletilen parça parça bir logosun
hatırlanmasını kendilikle olabildiğince uygun ve eksiksiz bir ilişki kurmanın
aracı yapmak.
...
antik ahlâkta "arılık" sorunu görece olarak az önem taşır. ...
Hıristiyanlıkta giderek daha çok önem kazandı. ... Kadın namusu modeliyle
birlikte bekâret teması... Bu noktadan itibaren sorun artık insanın kendisiyle
yetkin bir ilişki kurması değil, tersine kendini deşifre etmesi ve kendinden
vazgeçmesiydi.
216
...
on altıncı yüzyılda yaşanan dinsel krizde (Katolik pastoral pratiklerin
reddedilmesiyle patlak veren büyük krizde), yeni kendilikle ilişki kurma
kipleri gelişmekteydi.
218
Kendilik
kültürü, Hıristiyanlığın denetimine geçtiği andan itibaren, epimeleia heautou
esas olarak, aslında papazın işi olan epimeleia tôn allôn'a (başkaları adına
kaygılanmak) dönüştüğü ölçüde, bir pastoral iktidarın uygulanmasının hizmetine
sokulmuştur.
Rönesans
boyunca, kahramanın kendi kendisinin sanat eseri olduğu da görülür (Burada, Burckhardt'ın
varoluş estetiği üzerine ünlü metnini anmaktayım). İnsanın kendi yaşamından bir
sanat eseri yapabileceği düşüncesi, kuşkusuz ortaçağa yabancı olan, Rönesans
döneminde yeniden ortaya çıkan bir düşüncedir.
219
Yunan
felsefesinin kendimizi içinde gördüğümüz bir rasyonaliteyi bulduğu doğru olsa
bile, bir öznenin, ilk önce kendisini hakikati bilmeye hazır hale getirecek bir
çalışma yürütmezse hakikate ulaşamayacağını savunmuştur. Hakikate ulaşmak ile
kendi kendini geliştirme çalışması antik düşüncede ve estetik düşüncede temel
bir yer tutar.
Descartes'ın,
"Hakikate ulaşmak istiyorsam, apaçık olan şeyleri görebilecek herhangi bir
özne olmam yeter," dediği zaman bu çizgiden koptuğunu düşünüyorum.
Kendilikle kurulan ilişkinin, başkalarıyla ve dünyayla olan ilişkiyle kesiştiği
noktada asetizmin yerini apaçıklık alır. Kendilikle kurulan ilişki artık
hakikatle ilişkiye geçmek için asetik olmaya ihtiyaç duymaz.
XI. Bir Özgürlük Pratiği
Olarak Kendilik Kaygısı Etiği, 1984
222
Yunan
ve Roma uygarlıklarında, bu kendilik pratiklerinin önemi ve özerkliği, onların
belli bir noktaya kadar dinsel, pedagojik ya da tıbbi ve psikiyatrik türde
kurumlar tarafından kuşatıldıkları daha sonraki dönemlere oranla çok daha
fazlaydı.
Soru:
Şimdi bir tür kayma gözleniyor: Bu hakikat oyunları artık zorlama pratikleriyle
değil, öznenin kendini oluşturması pratikleriyle ilgili.
Bu
doğru. Buna asetik bir pratik adı verilebilir, ancak asetizm sözcüğünü çok
genel bir anlamda; yani ahlâki çilecilik anlamında değil, insanın kendini
geliştirmeye, kendi kendisini tepeden tırnağa değiştirmeye ve belirli bir oluş
tarzına ulaşma kaygısıyla kendi kendisi üzerinde çalışması anlamında
kullanmamız koşuluyla.
223
Bir
sömürge halkı kendisini sömürgecisinden kurtarmaya çalışıyorsa, bu hakikaten,
sözcüğün tam anlamıyla bir özgürleşme eylemini temsil eder. Ancak, gene
bildiğimiz gibi, son derece belirgin olan bu örnekte, bu özgürleşme eylemi,
daha sonra bu halkın, bu toplumun ve bu bireylerin kendi varoluşlarının ya da
siyasi toplumlarının algılanabilir ve kabul edilebilir biçimlerini
belirlemeleri için gerekli olacak özgürlük pratiklerinin yerleşmesine yetmez.
İşte bu yüzden, özgürleşme süreçlerinden ziyade, özgürlük pratiklerinde ısrar
etmekteyim. Özgürleşme süreçlerinin de bir yeri vardır, ama bence tek başlarına
özgürlüğün tüm pratik biçimlerini tanımlayamazlar.
224
Özgürleşme,
gene özgürlük pratikleriyle denetlenmesi gereken yeni iktidar ilişkilerine
kapıyı açar.
225
Özgürlük,
etiğin ontolojik koşuludur. ama etik, özgürlüğün aldığı düşünülmüş biçimdir.
Kendilik
kaygısı, Yunan-Roma dünyasında bireysel özgürlüğün kendini etik olarak düşünme
tarzıydı.
226
Öbür
yandan, bizim toplumlarımızda, belirli bir andan başlayarak (Bunun ne zaman
başladığını söylemek çok zordur) kendilik kaygısının bir ölçüde şüpheli bir şey
haline geldiğini görmek ilginçtir. Kendiyle ilgilenmek belli bir noktadan
itibaren bir tür kendine âşık olma, bir tür egoizm ya da zorunlu özveriyle
çelişen bireysel çıkar biçimi diye kasıtlı olarak mahkûm edilmiştir.
...
hem Yunanlılarda hem Romalılarda (özellikle Yunanlılarda), doğru biçimde
davranmak için, özgürlüğü doğru biçimde hayata geçirmek için gerek kendini
bilmek, gerekse kendini geliştirmek, kendini aşmak, sizi kendi girdabına çeken
iştahlarınıza hâkim olmak amacıyla kendine özen göstermenin zorunlu olduğu
düşüncesindeyim. Bireysel özgürlük Yunanlıların gözünde çok önemliydi...
özgürlük kaygısı sekiz yüzyıllık antik kültürde temel ve sürekli bir sorun
oluşturuyordu. ... : "Kendin için kaygı duy!"
227
İnsan
bilgi olmadan kendi için kaygı duyamaz. Kendilik kaygısı elbette kendinin
bilgisidir, ama aynı zamanda belli davranış kurallarının ya da aynı zamanda hem
hakikat hem buyruk olan ilkelerin bilgisidir. Kendi için kaygı duymak demek, bu
hakikatlere sahip olmak demektir. Etiğin hakikat oyunuyla bağlantılı olduğu
nokta burasıdır.
[Plutarkhos]
"İlkeleri öylesine özümseyerek öğrenin ki, arzularınız, iştahlarınız ya da
korkularınız içinizde havlayan köpekler gibi dipdiri uyandığı zaman, logos
size, köpekleri tek bir emirle susturan bir efendinin sesiyle seslensin."
Bu noktada, bir bakıma sizin herhangi bir şey yapmanıza gerek kalmadan etkili
olabilecek bir logos fikriyle karşılaşırsınız. Bu durumda ya siz logos'a
ya da logos size dönüşmüş olacaktır.
228
Ethos, olma ve davranma
biçimi demekti. Ethos, öznenin olma kipi ve başkalarının çıplak gözle
görebileceği bir yapma biçimiydi. Bir insanın ethos'u, giyiminden,
tavırlarından, yolda yürüyüşünden, olaylara tepki gösterişindeki istikrardan,
vb. çıkarılabilirdi. Yunanlılara göre, özgürlüğün somut ifadesi budur;
özgürlüklerini böyle sorunsallaştırıyorlardı. İyi bir ethos'a sahip
olan, örnek olarak kabul edilip gösterilebilecek insan, özgürlüğü belirli bir
tarzda hayata geçirebilen biridir.
...
özgür olmak insanın kendisi ve kendi iştahlarının kölesi olmaması ölçüsünde
siyasi bir modele sahiptir, bu ise kişinin kendi kendisine arche adı
verilen bir iktidar, hükmetme ilişkisi kurmasını içerimler.
229
[Sokrates]
"Kendinize özen gösteriyor musunuz?"
230
[Yunanlılar]
Kendisi için kaygı duymadan önce başkaları için kaygı duymak gibi bir
zorunluluk yoktur.
...
iyi yönetici, kesinlikle, iktidarını doğru biçimde, yani iktidarını aynı
zamanda kendisi üzerinde de uygulayan kişidir.
...
başkalarını tahakküm altına alma ve onlar üzerinde tiranca bir iktidar kullanma
tehlikesi yalnızca bir insanın kendisi için kaygı duymamasından ve dolayısıyla
kendi arzularının kölesi durumuna gelmesinden kaynaklanır. Oysa, kendiniz için doğru
biçimde kaygı duyuyorsanız, yani kendinizin ne olduğunu ontolojik bakımdan
biliyorsanız, gene kendinizin ne yapabilecek kudrette olduğunuzu biliyorsanız,
... bu durumda kendi iktidarınızı başkaları üzerinde istismarcı bir şekilde
kullanamazsınız.
233
Benim
sorunum her zaman için, ... özne ile hakikat arasındaki ilişki oldu. Özne belli
bir hakikat oyununa nasıl dahil olur?
Benim
reddettiğim, öncelikle bir özne kuramı ortaya atılması ve bu özne teorisinden
yola çıkılarak, örneğin herhangi bir bilgi biçiminin nasıl mümkün olduğunu
bilme sorununun gündeme getirilmesiydi. ... belli bir a priori özne kuramını reddetmek zorundayım.
234
Özne
bir töz değildir; özne bir biçimdir ve bu biçim öncelikle ya da daima
kendisiyle özdeş değildir.
235
"İktidar"dan
söz edildiği zaman, insanların aklına hemen bir siyasi yapı, bir hükümet, hâkim
bir toplumsal sınıf, kölenin karşısındaki efendi, vb. gelir. ... ne olursa
olsun bütün insan ilişkilerinde -röportaj, aşk, ekonomik- iktidar hep vardır:
Bir kişinin başkasının davranışlarını yönlendirmeye çalıştığı ilişkiyi
kastediyorum
236
Her
toplumsal alanda iktidar ilişkilerine rastlanıyorsa, bunun nedeni her yerde
özgürlüğün de olmasıdır.
238
...
on dokuzuncu yüzyılın -hatta bu dönemi Rousseau'ya ve Hobbes'a kadar da uzatmak
zorunda kalabiliriz- siyasi düşüncesinde, siyasi özne esasen, ya doğalcı
çerçevede ya da pozitif hukuk çerçevesinde hukuk öznesi olarak düşünülmekteydi.
Buna karşılık, bence, etik özne sorununun çağdaş siyasi düşüncede çok fazla bir
yeri yoktur.
240
[ekoloji]
Bir anamıyla, bilimle, en azından hakikatin güvencesi altında olan bir
teknolojiyle genellikle düşmanca bir ilişki tutturmuş olan -ve esasen geçmişi
çok eskilere dayanan, yalnızca yirminci yüzyıla özgü bir fenomen olmayan- bir
ekoloji hareketi çıkmıştır. Oysa, aslında ekoloji de bir hakikat diliyle
konuşmaktaydı. Nitekim temel eleştiriler, doğa, canlıların süreçlerinin
dengesi, vb. hakkındaki bilgiler adına yöneltilebilmekteydi. Bu durumda, bir
hakikat tahakkümünden hakikat oyununa tamamen yabancı nitelikteki bir oyun
oynayarak değil de, hakikat oyununun diğer kozlarını kullanarak, oyunu başka
bir biçimde oynayarak ya da oyunu değiştirerek kurtulmuş olunuyordu.
241
...
iktidar ilişkilerine ve hakikat oyunlarına değindiğim zaman, hakikat
oyunlarının gizlemek istediğim iktidar ilişkilerinden başka bir şey olmadığını
söylemek istemiyorum kesinlikle; korkunç bir karikatür olurdu bu. ... Bu olgu
[deliliğin tıbbileştirilmesi] psikiyatrinin bilimsel geçerliliğini ya da tedavi
gücünü hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. Tabii psikiyatrinin geçerliliği
açısından bir güvence oluşturmaz, ama geçersizliğini de göstermez.
242
...
hakikat oyunlarının iktidar oyunlarından ibaret olduğu hiç bir şekilde
söylenemez.
"Oyun"
sözcüğü sizi yanıltmasın: Ben "oyun" derken hakikat üretiminin
kurallar bütününü kastediyorum. Bu, taklit etmek ya da eğlenmek anlamında bir
oyun değildir... belli bir sonuç doğuran, ilkelerine ve prosedür kurallarına
bağlı olarak geçerli ya da geçersiz, galip ya da mağlup
sayılabilecek olan bir prosedürler bütünüdür.
Belirli bir hakikat oyununda, başka bir şeyi keşfetmek, herhangi
bir kuralı, hatta bazen hakikat oyununun bütününü az ya da çok derecede
değiştirmek her zaman mümkündür. Kuşkusuz, diğer toplumlar karşısında Batı’ya
başka hiçbir yerde rastlamadığımız türden gelişme olanakları kazandırmış olan
etken budur. Hakikati küm söyler? Özgür olan, belli bir konsensüs düzenleyen ve
kendilerini belirli iktidar pratikleri ve kısıtlayıcı kurumlar ağına girmiş
durumda bulan bireyler.
“-Öyleyse hakikat bir kurgu değil midir?”
Bu duruma göre değişir. Hakikatin bir kurgu olduğu hakikat
oyunları da vardır, kurgu olmadığı hakikat oyunları da. Örneğin, şeyleri şu ya
da bu şekilde betimlemekten oluşan bir iktidar oyunu olabilir. Toplumun
antropolojik bir betimlemesini yapan bir hakikat oyunu bize bir kurgu değil,
bir betimleme yapar, bunun da kendine göre, tarihsel olarak değişen kuralları
vardır. Öyle ki başka bir betimlemeye göre bunun belli bir noktaya kadar bir
kurgu olduğu söylenebilir. Tabii, bu ortada hiçbir şeyin olmadığı, her şeyin
birinin kafasından çıktığı anlamına gelmez.
243
Bu
sorun, Habermas iletişim ilişkilerine çok önemli bir yer, hatta benim
“ütopyacı” diyeceğim bir işlev yüklediği zaman kendini gösteriyor. Hakikat
oyunlarının hiçbir engellemeyle, kısıtlamayla ve baskıcı önlemle karşılaşmadan
özgürce dolaşabileceği bir iletişim durumunun var olabileceği düşüncesi
[Habermas] bana ütopya gibi geliyor. Bu, iktidar ilişkilerinin kendi başlarına
kötü, aşılması gereken bir şey olmadığına gözleri kapatmak demektir. Eğer
iktidar ilişkilerinden bireylerin başkalarının davranışlarını yönlendirmeye,
belirlemeye çalışmasını sağlayan stratejiler anlaşılıyorsa, iktidar ilişkisi
olmayan toplum olamayacağına inanıyorum. Sorun, onları kusursuz derecede saydam
bir iletişim ütopyasında çözmeye çalışmakta değil; insanın kendine, iktidar
oyunlarının asgari bir tahakküm ilişkisi çerçevesinde oynanmasını sağlayacak
olan hukuk kurallarını, yönetim tekniklerini, ayrıca ahlâkı, ethos'u, kendi pratiklerini vermesinde
yatar.
“-Bize
her fırsatta "İktidar kötüdür", deyip duran Sartre'dan çok uzak bir
konumdasınız.”
Evet
ve nedense bu fikir genellikle bana atfedilmiştir. Oysa benim düşüncelerimle
yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. İktidar kötü değildir. İktidar stratejik
oyunlardır. İktidarın kötü bir şey olmadığını aslında çok iyi bilmekteyiz.
Örnek olarak cinsel ilişkiye ya da aşk ilişkilerine bakalım. Şeylerin kolayca
tersine çevrilebileceği açık bir stratejik oyunda bir başkası üzerinde iktidar
uygulamak kötülük değildir. Bu, sevginin, tutkunun, cinsel zevkin bir
parçasıdır. Bunun dışında, genellikle haklı olan bir sürü eleştirinin hedefi
olmuş başka bir şeye, pedagoji kurumuna bakalım. Belirli bir hakikat oyununda
başkasından daha fazla bilgi sahibi olan, bu başkasına ne yapması gerektiğini
anlatan, ona bir şeyler öğreten, bilgi aktaran, hüner ve becerilerini ileten
birisinin pratiğinde kötülüğün nasıl olabileceğini anlayamam doğrusu. Sorun,
daha çok, sizin bu pratiklerde (iktidarın etkili olamayacağı ve kendi başına
kötülük sayılmayacağı durumlarda), bir çocuğu bir öğretmenin keyfi ve yararsız
otoritesine tabi hale getirecek ya da bir öğrenciyi otoritesini kötüye
kullanmayı alışkanlık edinmiş bir
hocanın etkisine sokacak olan tahakküm etkilerinden nasıl uzak duracağınızı bilmenizdir.
Ben bu sorunların hukuk kuralları, bununla ilişkili rasyonel yönetim
teknikleri, ethos, kendilik pratikleri ve özgürlük çerçevesinde ortaya
konulması gerektiği kanısındayım.
[tahakküm:
hüküm altına alma; zorbalık etme; baskı]
245
Bana
kalırsa, özgürlükler arasındaki stratejik özgürlük oyunları -birilerinin
başkalarının davranışlarını belirlemeye çalıştığı, ötekilerinse kendi
davranışlarının belirlenmesine izin vermemeye ya da karşılık olarak onların
davranışlarını belirlemeye çalıştığı stratejik oyunlar- olarak iktidar
ilişkileri ile üstünkörü biçimde iktidar demeye alıştığımız tahakküm
durumlarını birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Ve bu ikisi arasında, iktidar
oyunları ile tahakküm durumları arasında yönetim teknolojileri vardır; “yönetim
teknolojileri” terimini çok geniş bir anlam katarak kullanıyorum, çünkü bu
terim, aynı zamanda, kendi karınızı, kendi çocuklarınızı ve gene bir kurumu
yönetme biçiminizi de gösterir. Bu tekniklerin analizinin yapılması bir
zorunluluktur, zire tahakküm durumları genellikle bu tür teknikler aracılığıyla
yerleşir ve devamlılığı sağlanır. Benim iktidar analizinde üç düzey
bulunmaktadır: Stratejik ilişkiler, yönetim teknikleri ve tahakküm durumları.
247
Bu
arada, insanlar birbirleri karşısında ne kadar özgür olurlarsa, birbirlerinin
davranışlarını belirleme isteği de o kadar büyük olur. Oyun ne kadar açık
oynanırsa, o kadar cazip ve büyüleyici bir niteliğe kavuşur.
Eleştirel
yanıyla felsefe, kendilerini hangi düzeyde ve hangi biçimde -siyasi, ekonomik,
cinsel, kurumsal, vb.- gösterirlerse göstersinler, her türlü tahakküm
fenomenini sorgulayan şeydir. Felsefenin bu eleştirel işlevi, belli bir noktaya
kadar, Sokratesçi buyruktan türer: "kendine özen göster"; yani;
"kendini özgürlükte, kendin üzerinde sağladığın hâkimiyette
temellendir".
XII. Ahlâkın Dönüşü,
1984
250
G.B.
ve S.A.: Sizce Yunanlılar nasıl insanlardı?
Pek
parlak değillerdi. Çok geçmeden bence antik ahlâkın çelişki noktası olan yere
vardılar: bir yanda belirli bir varoluş üslubuna yönelik kararlı bir arayış ile
öbür yanda bu arayışı herkese yayma çabası arasındaki çelişki.
252
…
Sokrates’ten Aristoteles’e kadar, genellikle felsefi düşünce bir bilgi, siyaset
ve bireysel davranış kuramının matrisini oluşturmaktaydı. Daha sonra siyaset
teorisi, antikçağ sitesi yok olup gittiği ve onun yerini İskender’i takip eden
büyük monarşiler aldığı için, bir gerileme dönemine girmiştir.
260
…
hiçbir Yunanlı düşünür bir özne tanımı bulmadığı, üstelik asla böyle bir tanım
aramadığı için, sadece özne olmadığını söylemekle yetineceğim. Tabii bu demek
değildir ki, Yunanlılar bir deneyimin (bir özne deneyimi değil, ama bireyin
kendisini kendi efendisi olarak kurmayı istediği ölçüde bireyin deneyimi)
yaşanacağı koşulları tanımlamaya çaba harcamıyorlardı. Klasik antikçağda eksik
olan, kendiliğin özne olarak kurulmasının sorunsallaştırılmasıydı.
Hıristiyanlığın başlangıcından itibaren ise bunun tam zıddı bir durumla karşı
karşıyayız: Özne kuramının ahlâka el koyması.
XIII. Bir Varoluş
Estetiği, 1984
264
...
ahlâki bir özne olma istenci ile bir varoluş etiği arayışı antikçağda asıl
olarak insanın kendi özgürlüğünü olumlamasına ve kendi yaşamına, kendisinin
tanıyabileceği ve kendisinden sonraki nesillerin de örnek olarak görebileceği
belirli bir biçim kazandırma çabasıydı.
İşte
bence, antikçağdaki ahlâki deneyimin, ahlâk isteminin temelinde insanın, bazı
toplu kurallara boyun eğmek durumunda kalsa da, kendi yaşamını kişisel bir
sanat eseri gibi yoğurması yatıyordu.
267
…
yönetilenlerin parrhesia’sıdır (özgür
konuşma).
268
“İyi”
okurdan geçtim, okur sayısı giderek azalıyor.
XIV. Siyaset ve Etik,
1983
270
Her
an, adım adım, düşünülen ve söylenen şey ile yapılan ve olunan şeyi karşı
karşıya koymak gerekmektedir. “Siz fikirleri Nietzsche’den alıyorsunuz; tabi,
Nietzsche’yi de Naziler kullanmıştı, dolayısıyla…” türünden sözler sarf eden
kişilere asla önem vermedim… Bütün bu “pratik” üzerinde ısrar ettiysem, bunu
fikirleri “uygulamak” için değil; onları sınamak ve değişikliğe uğratmak
amacıyla yaptım. Bir filozofun kişisel siyasi tutumunun anahtarı -sanki oradan
çıkarılabilirmiş gibi- onun fikirlerinde değil; daha ziyade, onun yaşam olarak
felsefesinde, felsefi yaşamında, ethos’unda
aranmalıdır.
273
...
ben etiğin bir pratik ve ethos, bir
varlık tarzı olduğunu düşünüyorum.
275
...
pedagojik ilişki (bununla öğretme ilişkisini, bilginin en çok bilenden en az
bilene aktarılmasını kastediyorum)
XV. Polemik, Siyaset ve
Sorunsallaştırmalar, 1984
278
Ben
tartışmayı severim ve soru sorulduğunda cevaplamaya çalışırım. Polemiğe girmekten
hoşlanmadığım doğrudur.
279
Ciddi
bir oyun olan soru-cevap oyununda, karşılıklı bir açıklık getirme çabasında,
tartışmaya katılan herkesin hakları tartışmaya içkindir. Bu haklar yalnızca
diyalog durumuna bağlıdır. Soru soran kişi sadece kendisine verilmiş olan bir
hakkı kullanmaktadır: ikna olmamak, bir çelişki yakalamak, daha fazla bilgi
talep etmek, farklı postulatlara dikkat çekmek, yanlış akıl yürütmeleri
göstermek, vb. Soruları cevaplayan kişi de, tartışmanın sınırlarını aşmayan bir
hakkı kullanmaktadır; soruları cevaplayan kişi, kendi söyleminin mantığı
çerçevesinde daha önce söylemiş olduklarıyla, diyaloğu kabullenmesi
çerçevesinde ise ötekinin yönelttiği sorularla sınırlıdır. Sorular ve cevaplar,
her iki tarafın da yalnızca ötekinin ve diyaloğun kabul edilmiş biçiminin
kendisine tanıdığı hakları kullandığı bir oyuna -sürdürülmesi hem zevkli hem de
zor olan bir oyun- dayanmaktadır.
Polemikçi
ise baştan sahip olduğu ve sorgulamaya asla yanaşmayacağı birtakım
ayrıcalıklarla donatılmış biçimde polemiğe giriştir. İlke olarak, kendisine bir
savaş yürütme yetkisi tanıyan ve bu mücadeleyi haklı bir çabaya dönüştüren
haklara sahiptir; karşısındaki kişi hakikati arayan bir ortak konumunda değil;
bir hasım, yanılmakta olan, zarar vermekte olan ve varlığıyla tehdit oluşturan
bir düşman konumundadır. Polemikçinin gözünde, oyunun sırrı, karşısındaki
kişinin konuşma hakkına sahip bir özne olarak kabul edilmesinde değil; muhatap
olarak, her türlü diyalogtan dışlanmasında yatar. Polemikçinin nihai amacı,
elde edilmesi güç bir hakikate mümkün olduğu kadar yaklaşmak değil, kendisinin
en başından beri açıkça savunmakta olduğu haklı davayı zafere ulaştırmak
olacaktır. Polemikçi, tanımı gereği düşmanına tanınmayan bir meşruiyetle
hareket eder.
Belki
bir gün polemiğin, tartışmanın asalak bir yönü ve hakikat arayışının önündeki
bir engel olarak uzun bir tarihi yazılacaktır.
Çok şematik bir dille ifade edersek, günümüzde polemiğin üç şekilde
varolduğunu gözlemleyebiliriz: dinsel model, hukuksal model ve siyasi model.
280
Polemiğin
kısırlaştırıcı bir etki yapması söz konusudur: polemikten yeni bir fikir
çıktığı görülmüş müdür hiç? Kaldı ki, muhatapların söylediklerini geliştirmeye,
giderek daha fazla risk almaya değil; sürekli olarak iddia ettikleri haklara,
bu hakların savunmaları gereken meşruiyetine ve masumiyetlerinin olumlanmasına
başvurmaya kışkırtıldıkları göz önünde getirildiğinde, başak türlü bir tabloyla
karşılaşılması mümkün müdür?
285
…
her deneyimin üç temel öğesinin (bir hakikat oyunu, iktidar ilişkileri, insanın
kendisiyle ve başkalarıyla ilişkilerinin biçimleri) içerimlendiği farklı
örnekler…
286
Düşünceyi
ayırt eden özellik, onun belirli bir davranışın temelini oluşturan temsiller
bütününden, ayrıca bu davranışı belirleyebilecek tutumlar alanından tamamen
farklı bir şey olmasıdır. Düşünce, belirli bir davranışa işlemiş olan ve ona
anlamını veren şey değil; tersine, bu eylem ya da tepki gösterme tarzından geri
çekilip, onu, kendine bir düşünce nesnesi olarak sunma ve anlamı, koşulları ve
amaçları konusunda sorgulamaya olanak tanıyan şeydir. Düşünce insanın
yaptıklarından özgür olması; yaptıklarından kopma, onları bir nesne olarak
kurma ve sorun olarak düşünme hareketidir.
287
Bir
verinin bir soru halini alması, bir grup engel ve güçlüğün çeşitli çözümlerle cevap
bulunmaya çalışılacak sorunlara dönüşmesi: Sorunsallaştırmanın amacını ve
düşüncenin spesifik eserini oluşturan şey budur.
XVI. Hükümetlere Karşı,
İnsan Hakları, 1984
289
Hükümetler,
toplumların mutluluğuyla ilgilenmek iddiasında olduklarından, kararlarının
insanlarda neden olduğu veya ihmallerinin yol açtığı mutsuzluklar hükümetlerin
kâr-zarar hanesine geçirilmelidir. İnsanların mutsuzluğundan hükümetlerin
sorumlu olmadıkları fikri yanlış olduğundan, insanların mutsuzluğunu
hükümetlerin gözlerine ve kulaklarına sokmak bu uluslararası yurttaşlığın her
zaman görevidir.
XVII. Başka Mekânlara
Dair, 1967
291
On
dokuzuncu yüzyılın büyük saplantısı, bilindiği gibi, tarihti: gelişme ve
duraklama temaları, kriz ve döngü temaları, geçmişten gelen birikim, ölümlerin
aşırı artması, dünyayı tehdit eden soğuma temaları. On dokuzuncu yüzyıl,
mitolojik kaynaklarının özünü termodinamiğin ikinci ilkesinde buldu.
[Termodinamiğin ikinci yasası: Isı, soğuk bir bölgeden sıcak bir bölgeye anında
akamaz; başka bir deyişle, belirli bir sıcaklık derecesindeki ısı, tamamen işe
dönüşemez. Bunun bir sonucu olarak, kapalı bir sistemin entropisi zaman
içerisinde en yüksek değerine ulaşır. Yani, tüm kapalı sistemler bir denge
haline ulaşmaya meyleder ve bu denge halinde entropi en yüksek düzeyde iken iş
yapabilecek enerji miktarı sıfırdır. wikipedia.tr] İçinde bulunduğumuz dönem,
belki de, daha ziyade, mekân dönemidir. Eşzamanlının dönemindeyiz, yan yana
koyma dönemindeyiz, yakın ve uzak döneminde, yan yananın, kopuk kopuğun dönemindeyiz.
292
...
Batı deneyiminde mekânın kendisinin bir tarihi vardır... kabaca belirtirsek,
ortaçağda, hiyerarşik bir yerler bütünü ... kutsal ve dünyevi yerler, korunaklı
yerler ve tersine açık ve korunmasız yerler, kentsel yerler ve köylük yerler
(İşte, bunlar insanların gerçek yaşamı içindir)... Çok kabaca ortaçağ mekânı
denebilecek şey -bir yere yerleştirilmenin mekanı-, tüm bu hiyerarşi, tüm bu
karşıtlık, tüm bu kesişmedir.
Bu
yerleştirilme mekânı Galileo'yla birlikte parçalandı; çünkü Galileo'nun
eserinin asıl büyük günahı, Dünya'nın güneş etrafında döndüğünü keşfetmiş, daha
doğrusu yeniden keşfetmiş olması değil, sonsuz ve son derece açık bir mekân
kurmuş olmasıdır; öyle ki, ortaçağ yeri bir anlamda bu mekânda erimiş, bir
şeyin yeri artık hareketi içindeki bir noktadan ibaret haline gelmiştir, tıpkı
bir şeyin duruyor olmasının son derece yavaşlamış hareketinden başka bir şey
olmaması gibi. Başka deyişle, Galileo'dan itibaren -on yedinci yüzyıldan
itibaren- uzam yerleştirilmenin yerine geçmiştir.
293
Günümüzde
ise, yerleştirilmenin yerini almış olan uzamın yerine mevki geçti. Mevki,
noktalar ya da unsurlar arasındaki yakınlık ilişkileriyle tanımlanır...
Diğer
yandan, çağdaş teknikte mevki sorunlarının önemi biliniyor: enformasyonun ya da
bir hesabın kısmi sonuçlarının, bir makinenin hafızasına depolanması, tesadüfi
çıkışlı ayrı ayrı unsurların dolaşımı (örneğin, karayolundaki trafik, hatta
telefon hattındaki sesler gibi), kimi zaman tesadüfi bölüştürülmüş, kimi zaman
tek anlamlı bir sınıflandırmaya dahil edilmiş, kimi zaman da çok anlamlı bir
sınıflandırmaya göre sınıflandırılan bir bütünün içinde işaretlenmiş ya da
kodlanmış unsurların saptanması, vs.
Daha
somut bir biçimde, yer ya da mevki sorunu demografi terimleriyle insanların
karşısına çıkar; bu mevki sorunu, sadece dünyada insana yeterince yer olup
olmadığını bilme sorunu -çok önemli bir sorun olsa da- değildir; bu, aynı
zamanda, belirli bir durumda belirli bir amaca ulaşmak için hangi yakınlık
ilişkilerinin, insani unsurların hangi depolama, dolaşım, saptama ve
sınıflandırmalarının tercihen akılda tutulması gerektiğini de bilmektir.
...
çağdaş mekan, onu kuşatan tüm tekniklere rağmen, onu belirlemeye ya da
biçimlendirmeye yarayan bütün bilgi ağına rağmen ... belki henüz tümüyle
kutsallıktan arındırılmış değildir. Elbette, (Galileo'nun eserinin işaret
ettiği) mekanın teorik olarak kutsallıktan arındırılması bir ölçüde meydana
gelmiştir, fakat ... pratik olarak kutsallıktan uzaklaştırılmasına belki henüz
erişmedik. Ve belki yaşamımız hâlâ dokunulmazlığını koruyan, kurumun ve
pratiğin dokunmaya cesaret edemediği bazı karşıtlıkların hükmü altındadır: veri
olarak kabul ettiğimiz karşıtlıklar: örneğin, özel mekanla kamusal mekan
arasında, aile mekanı ile toplumsal mekan arasında, kültürel mekan ile yararlı
mekan arasında, boş vakit mekanı ile çalışma mekanı arasındaki karşıtlıklar;
bunların hepsi hâlâ açıkça belli olmayan bir kutsallaştırmayla yönetilirler.
294
Şimdi
size sözünü etmek istediğim şey, dış mekândır. ... birbirine asla indirgenemez
olan ve asla üst üste konamayan mevkiler tanımlayan bir ilişkiler bütünü içinde
yaşıyoruz.
...
pasajların, sokakların, trenlerin mevkilerini tanımlayan ilişkiler bütününü
betimlemek. Geçici, ara mevkiler olan cafe'ler, sinemalar, plajlar, bu
mevkileri tanımlamayı sağlayan ilişkiler ağı dolayısıyla betimlenebilir. Ev,
oda, yatak, vs.'nin oluşturduğu kapalı ya da yarı açık dinlenme mevkisi de,
ilişkiler ağı dolayısıyla betimlenebilir. Fakat tüm bu mevkiler içinde beni
ilgilendiren, tüm diğer mevkilerle ilişkide olmak gibi ilginç bir özelliği
olan; ama belirttikleri, yansıttıkları ye da temsil ettikleri ilişkiler
bütününü erteleyen, etkisizleştiren ya da tersine çeviren mevkilerdir. [Bu
mevkiler iki ana türe ayrılır].
295
Önce
ütopyalar vardır. Ütopyalar, gerçek yeri olmayan mevkilerdir. ... ütopyalar
özünde, esas olarak gerçekdışı olan mekanlardır.
Yine
ve muhtemelen bütün kültürlerde, bütün uygarlıklarda gerçek yerler, fiili
yerler vardır, bizzat toplumun kurumlaşmasında yer alan ve karşı-mevki türleri
olan, fiilen gerçekleşmiş ütopya türleri olan yerler vardır -gerçek mevkiler,
kültürün içinde bulunabilecek tüm diğer gerçek mevkiler bunların içinde hem
temsil edilir hem de tartışılır ve tersine çevrilir-, bunlar fiili olarak bir
yere yerleştirilebilir olsalar da bütün yerlerin dışında olan yer çeşitleridir.
Bu yerler, yansıttıkları ve sözünü ettikleri tüm mevkilerden kesinlikle farklı
olduklarından, bunları, ütopyalara karşıt olarak heterotopya diye
adlandırıyorum.
296
...
bunlar [heterotopyalar] nasıl tanımlanabilir, ne anlamları vardır? ... bu
betimleme, heterotopoloji diye adlandırılabilir. Birinci kural, muhtemelen,
dünyada heterotopya oluşturmayan tek bir kültürün bile olmamasıdır. ... Fakat,
heterotopyalar elbette çok çeşitli biçimler alır ve belki, mutlak anlamda
evrensel olan tek bir heterotopya bile bulunmaz.
[İlkel
toplumlarda "kriz heterotopyaları:] ... yeniyetmeler, âdet dönemindeki
kadınlar, hamile kadınlar, yaşlılar, vs. - ayrılmış ayrıcalıklı, kutsal ya da
yasak yerler vardır.
Bizim
toplumumuzda, bu kriz heterotopyaları, hâlâ bazı kalıntılarına rastlansa da,
kayboluyorlar. ... yatılı okul ... askerlik hizmeti... Genç kızlar için ...
balayı seyahati. Genç kızın bekâretini kaybetmesi "hiçbir yerde"
olabiliyordu ve o dönemde (yirminci yüzyılın ortasına kadar), tren, balayı
oteli, bu hiçbir yerin yeriydi, coğrafi koordinatları olmayan bu
heterotopyaydı.
297
Fakat,
bu kriz heterotopyaları günümüzde yok olmaktadır ve sanıyorum, onların yerini
sapma diye adlandırılabilecek heterotopyalar almaktadır: Davranışı, ortalamaya
ya da istenen norma göre sapma olan insanların içine yerleştirildiği
heterotopya. Bunlar dinlenme evleri, psikiyatri klinikleri; bunlar, elbette,
hapishanelerdir de ve kuşkusuz, kriz heterotopyasının ve sapma heterotopyasının
bir anlamda sınırında olan -çünkü ne de olsa yaşlılık bir krizdir fakat aynı
zamanda bir sapmadır ... (aylaklık)- huzurevlerini de ekleyebiliriz.
Heterotopyaların
bu betimlenmesinin ikinci ilkesi, bir toplumun, tarihi boyunca, var olan
ve var olmaya devam eden bir heterotopyayı çok farklı biçimde
işletebileceğidir; gerçekten de, her heterotopyanın toplum içinde belirgin ve
kesin bir işlevi vardır ve aynı heterotopya, içinde bulunduğu kültürün
eşzamanlılığına göre, şu ya da bu işlevi edinebilir. [örnek, mezarlık heterotopyası]
298
Üçüncü
ilke.
Heterotopyanın, birçok mekânı, birçok mevkiyi kendi içlerinde bağdaşmaz olan
birçok mekanı tek bir gerçek yerde yan yana koyma gücü vardır. [tiyatro, sinema
sahneleri, bahçe], [bahçeler, günümüzdeki hayvanat bahçelerine kaynaklık
etmiştir].
299
Dördüncü
ilke.
Heterotopyalar, genellikle, zamanın bölünmesine bağlıdırlar, yani katışıksız
simetriye, hetekroni diye adlandırılabilecek şeye açılırlar; insanlar
geleneksel zamanlarıyla bir tür mutlak kopma içinde olduklarında heterokroniler
tam olarak işlemeye başlar... [mezarlarlık], bir birey için yaşamın kaybı
anlamına gelen ve yok olmaya, silinmeye devam ettiği o yarı ebedilik olan bu
garip heterokroniyle başlar.
Genel
anlamda, bizimki gibi bir toplumda, heterotopya ve heterokroni görece olarak
karmaşık bir biçimde örgütlenir ve düzenlenir. Öncelikle, sonsuza dek biriken
zaman heterotopyaları vardır, örneğin müzeler, kütüphaneler; müseler ve
kütüphaneler, zamanın yığılmaya ve kendi zirvesini aşmaya devam ettiği
heterotopyalardır, oysa ki ao yedinci yüzyılda, on yedinci yüzyıl sonuna kadar
müzeler ve kütüphaneler kişisel bir tercihin ifadesiydi. Buna karşılık, her
şeyi biriktirme fikri, bir tür genel arşiv oluşturma fikri, bütün zamanları,
bütün dönemleri, bütün biçimleri, bütün zevkleri bir yere kapama istenci,
zamanın dışında yer alacak ve zamanın zarar veremeyeceği bir yer oluşturma
fikri, kmıldamayacak bir yerde zamanın bir tür kalıcı ve sonsuz birikimini
örgütleme projesi; tüm bunlar bizim modernliğimize aittir. Müze ve kütüphane, on
dokuzuncu yüzyıl Batı kültürüne özgü heterotopyalardır.
[zamanın
biriktirilmesi karşısında, önemsiz, eğreti, geçici zamanın heterotopyaları da
vardır. Bunlar şenlik kipindedir. Ezeli değil ama kronik heterotopyalar:
panayırlar ve yakın zamanda keşfedilen tatil köyleri...]
300
Beşinci
ilke.
Heterotopyalar her zaman bir açılma ve kapanma sistemi gerektiriler; bu,
heterotopyaları hem tecrit eder hem de nüfuz edilebilir kılar. ... kışlanın,
hapishanenin durumu budur ya da kurallara ve arınmalara boyun eğmek gerekir.
[Müslüman hamamları, İskandinav saunaları]
Tersine,
düpedüz açık olan, fakat genel olarak, ilginç dışlamaları gizleyen başka
heterotopyalar da vardır; bu heterotopik mekanlara herkes girebilir, fakat,
doğrusu, bu bir yanılsamadır: İnsan girdiğini sanır, oysa girilmiş olduğu için
bile dışlanılmıştır. [Güney Amerika'nın büyük çiftliklerinde var olan -tanrı
misafiri- odaları; gayrimeşru cinselliğin mutlak anlamda emniyet altında ve
mutlak anlamda gizli kapaklı yapıldığı Amerikan motelleri].
301
Nihayet,
heterotopyaların sonuncu özelliği, geri kalan mekan açısından da bir
işlevlerinin olmasıdır. [Genelevler... koloniler...]
.
.
.
.