.
.
.
.
.
Seçme Yazılar 3. Büyük
Kapatılma
Michel Foucault
(Çevirenler:
Işık Ergüden, Ferda Keskin), 2005, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
Michel Foucault
Sunuş: Büyük Kapatılma (Ferda Keskin)
I. Deliliğin Tarihi’ne Önsöz, 1961
II. Derrida’ya Cevap, Şubat 1972
III. Gövdem, Bu Kağıt, Bu Ateş, 1972
IV. Delilik ve Toplum, Aralık 1970
V. Su ve Delilik, Ekim 1963
VI. Delilik, Eser Yokluğu, Mayıs 1964
VII. G.I.P. Manifestosu, Şubat 1971
VIII. Büyük Kapatılma, Mart 1972
IX. Sonuç Yerine, Mart 1973
X. Hapishaneler ve Hapishane İsyanları, Haziran 1973
XI. Dünya Büyük Bir Tımarhanedir, Haziran 1973
XII. Cezaevine Kapatılma Hakkında, Ekim 1973
XIII. İktidar Mekanizmasında Hapishaneler ve
Tımarhaneler, Mart
1974
XIV. Attica Hapishanesi Hakkında, Nisan 1972
XV. Hakikat ve Hukuksal Biçimler, Haziran 1974
XVI. Delilik, Bir İktidar Sorunu, Kasım 1974
XVII. Halk Adaleti Üzerine Maocularla Tartışma, Şubat 1972
Sunuş: Büyük Kapatılma (Ferda Keskin)
11
Eserlerinin
çok büyük bir bölümünde Batı’nın yakın tarihi üzerinde yoğunlaşan Foucault’ya
göre on yedinci yüzyıl Avrupası’nda çok önemli bir değişiklik meydana
gelmiştir. Bu değişim sürecinin en önemli anı ise Foucault’nun Deliliğin Tarihi adlı ilk önemli
eserinde “Büyük Kapatılma” olarak adlandırdığı olaydır. 1656 yılında Paris’te Hôpital général (genel hastane) adlı bir
kurum kurulmuş ve birkaç ay gibi kısa bir süre içinde Paris nüfusunun
azımsanmayacak bir bölümü (üç yüz bin nüfusun en az altı bini) bu kurumda
gözetim altına alınmıştır. Ancak Foucault’ya göre Hôpital général’in işleyişi ya da amacı bakımından hiçbir tıbbi
düşünce ya da amaçla ilişkisi yoktur. Tersine, bu kurum o dönemde Fransa’da
örgütlenmekte olan monarşik ve burjuva düzenin önemli bir parçası, hatta
makamıdır (Foucault, 1961, s. 58-60). Üstelik aynı yıllarda bütün Avrupa’da
benzer gelişmeler meydana gelmiş, çeşitli ülkelerde nüfusun önemli bir kısmı
sıkı resmi denetim altındaki kurumlarda kapatılmıştır. Kapatılanlar deliler,
hastalar, fakirler, eşcinseller gibi farklı özellikler taşıyan kişilerin oluşturduğu
karışık bir gruptur. Ancak yine de bu gruba ait olanların önemli bir ortak
özelliği vardır: hepsi bedensel özürlü oldukları için ya da başka nedenlerle
çalışamayan veya çalışmak istemeyen, sabit işi ve evi olmayan yersiz yurtsuz
insanlardır.
12
"O
dönemde, hiç ayrım yapmadan yaşlılar, sakatlar, çalışamayan veya çalışmak
istemeyen kimseler, eşcinseller, akıl hastaları, müsrif babalar, hayırsız
evlatlar kapatılıyordu; hepsi birden aynı yere kapatılıyordu." (Foucault,
"Büyük Kapatılma", s.106).
Foucault'ya
göre bu büyük kapatılma sürecinin arkasında doğrudan doğruya ekonomik ve siyasi
bir neden vardır: Büyük bir ihtimalle İspanyol ekonomisinde meydana gelen bir
kriz sonucunda bütün Batı dünyasını etkisi altına alan ve ücretlerin düşmesine,
işsizliğe, para kıtlığına neden olan ekonomik bir kriz.
13
İsyanları
bastırmak için bir ordu göndermek, insanları katletmek, yakıp yıkmak gibi eski
yöntemler, aynı zamanda büyük toprak sahiplerinin vergi toplamasını da
engelleyen genel bir ekonomik felakete yol açacak önlemler haline geldiğinde
daha ekonomik ve etkili bir önlem ve cezalandırma tekniği olarak hapishaneye
başvurulmuştur... On yedinci yüzyılda başlayan bu kapatma pratiğinde on
sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl başında, yani Fransız Devrimi döneminde
önemli bir değişim daha meydana gelmiş ve kapatılanlar içinde ayrımlar
yapılmaya başlanmıştır: "akıl hastaları tımarhaneye, gençler
ıslahevlerine, suçlular hapishaneye."
14
Foucault’nun
siyasi modernliğin eşiği olarak adlandırdığı ve on sekizinci yüzyıl sonu ile on
dokuzuncu yüzyıl başına tekabül eden dönem aynı zamanda kapitalizmin ihtiyaç
duyduğu emek gücünün kaynağı olan insan bedeni ve bu bedenin sahip olduğu
üretim gücünün doğrudan doğruya ekonomik ve siyasi müdahalelerin nesnesi haline
geldiği dönemdir. Ancak bu emek gücünün fiilen üretken hale getirilebilmesi
için kullanılan eski tekniklerin (örneğin hapishane, ıslahevi, akıl hastanesi,
askeri kışla gibi kurumların zorlayıcı yönetmeliklerini örnek alan büyük
fabrikalar) aşırı pahalı ve etkisiz hale gelmesiyle birlikte yeni bir teknik
gerekmiştir. Bu yeni teknik Foucault’ya göre kapitalist üretim biçiminin
gerektirdiği disiplin ve uysallığın insanlar tarafından benimsenip
içselleştirilmesine ve gönüllü olarak uygulanmasına dayanır. Böylece on sekizinci
yüzyıl sonunda Avrupa’da ortaya Foucault’nun “disiplinci iktidar” adını verdiği
yepyeni bir iktidar türü çıkmıştır. Bu iktidarın uysallaştırma ve verimli hale
getirme yöntemi ise şiddet ve bedensel zorlamaya değil, insanlara belli
öznellik biçimleri dayatmasına dayanır.
Bu
yüzden kendi çalışmalarının genel bir değerlendirmesini yaparken Foucault,
insanların Batı kültüründe özneye dönüştürülme biçimlerinin analizine verdiği
önemi vurgular ve bu özneleştirme sürecinde etkili olmuş üç ayrı nesneleştirme
kipini öne çıkarır: kendilerine bilim statüsü veren ve konuşan özne, emek
üreten özne ile biyolojik anlamda yaşayan özneyi nesneleştiren araştırma
kipleri; özneyi kendi içinde bölen ve başkalarından bölüp ayıran pratikler; ve
son olarak insanın kendisini özneye dönüştürme biçimleri.
15
"Çalışmamın
(Özne ve İktidar, s.58) ikinci bölümünde, öznenin "bölücü pratikler"
diye adlandıracağım pratiklerde öznenin nesneleştirilmesini inceledim. Özne, ya
kendi içinde bölünmüş ya da başkalarından bölünmüştür. bu süreç onu
nesneleştirir. Bunun örnekleri deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı, suçlular
ile "iyi çocuklar"dır." Burada sözü edilen nesneleştirme
sürecinin Foucault'nun genel olarak Batı kültüründe insanların özneye
dönüştürülmesini tarif ederken kullandığı sorunsallaştırma kavramıyla
örtüştüğünü söyleyebiliriz. Sorunsallaştırma, insanların belli varlık veya
davranış biçimlerinin tarihin belirli anlarında sorun olarak kabul edilip bazı
söylemsel pratikler ile söylemsel olmayan pratiklerin nesnesi haline getirilmesi
ve Foucault'nun "hakikat oyunları" adını verdiği sistemlere dahil
edilmesidir. ... İnsanların bu hakikatlere inanması, yani onlar üzerinden
tanımlanmış deneyim biçimlerini kendilerine dair hakikatler olarak görmesi ise
bu deneyimlerin öznesi olmayı kabullenmeleri anlamına gelir. Böylece insanlar
öznesi haline geldikleri deneyimlerin içerimlediği bilimsel, ahlâki, hukuki,
siyasi normlara göre hareket eder ve kendini sınırlar.
16
...
söylemsel pratikler akıl hastalığı, hastalık ya da suç gibi varlık biçimleri
üzerine nesnel anlamda doğru olma, yani hakikat iddiası taşıyan önermeler
üreten psikiyatri, psikoloji, patoloji, psikopatoloji, pedagoji, kriminoloji
gibi "bilimsel" araştırma alanları; söylemsel olmayan pratikler ise
bu araştırma alanları için gereken ortamı sağlayan hastane, akıl hastanesi,
hapishane, kışla, okul gibi tecrit kurumlarıdır.
...
Klasik Çağda Deliliğin Tarihi, insanların delilik ya da benzeri
kavramlar altında tanımlanan varlık veya davranış biçimlerinin on sekizinci
yüzyılın sonundan itibaren bir yandan psikiyatri, psikoloji ve benzeri bilim
alanlarına dönüşecek söylemsel pratiklerin, diğer yandan daha sonra akıl
hastanesi adını alacak olan kurum çerçevesinde söylemsel olmayan pratiklerin
nesnesi haline gelmesinin ve bu süreç sonunda deliliğin "akıl
hastalığı" deneyimi olarak yeniden kurulmasının bir tarihidir. Deliliğin
akıl hastalığı olarak yeniden kurulması aynı zamanda akıl ile akıl-olmayan
arasında derin bir yarılmanın, deliliğin dışlanıp, kapatılıp, sessizliğe
itilmesinin ve aklın akıl-olmayan üzerinde tek yanlı, "bilimsel"
(psikiyatrik, psikolojik) doğruluklarla bezeli ve normatif bir monolog
üretmesinin de işaretidir.
17
...
Foucault Kliniğin Doğuşu'nda hastalığın delilikle aşağı yukarı aynı
tarihsel dönemde nesneleştirilmesini ya da sorunsallaştırılmasını ve bu
sorunsallaştırma sonucunda bir yandan bilimsel olarak sınıflandırılan
anatomik-patolojik bir kimliğin, öte yandan hastane biçimini alan kurumun
ortaya çıkışını gösterir. ... Suçlulara daha insanca bir cezanın uygulanacağı
ve mahkûmların ıslah edileceği vaatleriyle kurulan hapishane sayısız reforma
rağmen bir türlü beklenen işlevi yerine getirememiş; tersine neredeyse suçun
kendisinin kurumsallaştığı, suçlu girenin suça eğilimli olmayı öğrendiği bir
mekâna dönüşmüştür. Dolayısıyla Foucault'ya göre hapishanenin asıl işlevi
suçluları ıslah etmek değil, suçu sorunsallaştırarak suça eğilimlilik adı
verilen bir öznel deneyim kurmak ve "iyi çocuklar"ı bu yeni ve
bilimsel olarak tanımlanmış deneyimin içerimlediği normlara göre koşullandırmaktır.
19
Kapitalizmin
ihtiyaç duyduğu disiplin, hapishanede ve benzeri kapatma kurumlarında
geliştirilen bu teknik ve prosedürlerin tüm toplumsal kurumlara yayılmasıyla
mümkün olmuştur.
Kapitalizmin
on dokuzuncu yüzyılda varmış olduğu noktanın ortya çıkardığı iktidar
mekanizması; bu mekanizmanın kullandığı söylemsel pratikler ile söylemsel
olmayan pratikler; yani insan bilimleri ve onların "insan"a dair
ürettiği hakikatler ile bu hakikatlerin üretilmesi için oluşturulan kurumsal
mekânlar ve prosedürler, deliliği akıl hastalığına, hastalığı patolojik vakaya,
suçu suça eğilimliliğe dönüştürerek yepyeni deneyimler kurmuş ve Batı insanını
bu deneyimlerin öznesi haline getirmiştir. [Laboratuvar]
Büyük
kapatılmanın gerçekleştiği asıl mekân insan ruhudur...
I. Deliliğin Tarihi’ne
Önsöz, 1961
23
Batı
ratio'sunun evrenselliğinde, Doğu anlamına gelen o bölme vardır. Köken olarak
düşünülen, geri dönüş özlemlerinin ve vaatlerinin kaynaklandığı Doğu; Batı'nın
sömürgeleştirici aklına sunulmuş, ama hep sınır olarak kaldığından sonsuza dek
erişilmez kalan Doğu: İçinde Batı'nın oluştuğu, ama bu arada bir bölme çizgisi
de çizdiği başlangıç gecesi olarak Doğu, Batı olmayan her şeydir; ama Batı ilk
hakikatini yine de Doğu'da arar.
...
Doğu, batı olmayan her şeydir; ama Batı ilk hakikatini yine de Doğu'da arar.
24
...
delilik nedir peki? Hiç kuşkusuz eser yokluğundan başka bir şey değil.
25
Her
tür aşağılayıcılıktan kaçınılarak sorgulanması gereken şey bu "eksik"
olmalıdır. bir şey vardır ki ilk dile getirilişinden bu yana zaman tarafından
hep susturulmuş ve sonra da yalnızca boşluk, boşunalık, hiçlik biçiminde
anlaşılmıştır. Tarih ancak bir tarih yokluğu arka planında, sessizliğin görev
ve hakikat olarak yolunu gözlediği o büyük mırıltılar mekânında mümkündür:
"Sen olan bu şatoya ıssızlık, bu sese gece, yüzüne yokluk diyeceğim".
Batılı
insanın kendi zamanına ve mekânına ilişkin algısı bir ret yapısı gösterir, bu
yapıdan hareketle söz bir dil olmadığı için, edim bir eser olmadığı için, figür
de tarihte yer almaya hakkı olmadığı için reddedilir. Bu yapı anlamlı ile
anlamsız olanı, daha doğrusu bunların birbirine bağlandığı tekabüliyeti kurar;
delilik üzerine geliştirilen rasyonel bilgi deliliği bastırsa ve ona patolojik
araz statüsü vererek elini kolunu bağlasa da kültürümüzde delilik olmadan akıl
olamayacağı olgusunu yalnızca bu yapı açıklayabilir.
Dolayısıyla
deliliğin tarihini yapmak, yabanıl hali artık olduğu biçimiyle hiçbir zaman
yeniden kurulamayacak olan bir deliliği esir tutan tarihsel bütünün -nosyonlar,
kurumlar, hukuki ve polisiye önlemler, bilimsel kavramların- yapısal bir
incelemesini yapmak anlamına gelir.
27
Willis'den
Pinel'e, Orestes'in öfkesinden Sourd'un evine ve Juliette'e kadar Klasik Çağ,
delilik ile akıl arasındaki alışverişin dilini değiştirdiği ve bunu radikal bir
biçimde yaptığı o dönemi kapsar tam olarak. Deliliğin tarihinde iki olay
benzersiz bir netlikte bu değişime işaret eder: 1657'de Genel Hastane'nin
kurulması ve fakirlerin "büyük kapatılması"; 1794'te Bicétre'de
zincire vurulmuş olanların salıverilmesi.
28
Ancak
bu deneyimlerin birinden diğerine geçiş, dilsiz kurum, yorumsuz edim, aracısız
bilgi olarak sabit büyük bir yapıyı ele veren sessiz bir saydamlıkta, ne imgesi
ne de pozitivitesi olan bir dünyada gerçekleşir.
II. Derrida’ya Cevap, Şubat 1972
32
[Derrida
üç postulatı kabul eder:] 1) Önce, her bilginin, daha geniş olarak her rasyonel
söylemin, felsefeyle temel bir ilişki taşıdığını ve bu rasyonalitenin veya bu
bilginin bu ilişkiyle temellendiğini varsayar. Bir söylemin örtük felsefesini
ortaya çıkarmak, çelişkilerini, sınırlarını veya safdilliğini dile getirmek, a
fortiori ve en kısa yoldan orada söylenmiş olan şeyin eleştirisini yapmaktır.
2)
Tüm söylemlerin "yasa"sını bütüynüyle elinde tutan bu felsefe
karşısında Derrida, benzersiz "hatalar" işlendiğini varsayar: Üstelik
maddi olarak gösterilebilir yanlışlara sürükleyen mantık veya akıl yürütme
hataları değil; daha ziyade, Hıristiyan günahı ile Freudcu lapsus karması
[Lapsus: unutkanlığa ve dikkatsizliğe bağlı dil sürçmesi... nedenleri genelde
bilinçaltında gizlidir Freud'a göre. O an söylemek istediğimiz, aklımızdan
geçirdiğimiz veya konuyla alakası olmayan ama anılarımızda konu aracılığıyla
yer edinmiş bir fikir, nesne veya isim bu olaya neden olabilir.] gibi olan
hatalar.
33
3)
Derrida'nın üçüncü postulatı, felsefenin her olayın ötesinde ve dışında
olduğudur. Felsefeye hiçbir şey olmamakla kalmaz, aynı zamanda, olabilecek her
şey de felsefe tarafından önceden görülmüş veya içerilmiştir.
Bu
üç postulat kayda değer ve fazlasıyla önemlidir: Fransa'da felsefe öğretiminin
temel çatısını oluştururlar. Bu postulatlar adına kendi metinlerinin sonsuz bir
yorumu içinde ve hiçbir dışsallıkla ilişkiye girmeden, her bilginin (bu
bilginin içerik ve biçimlerinin analizini yapmadan) evrensel eleştirisi olarak
(birinci postulat); ancak kendi ışığına gözünü açma ahlâki buyruğu olarak
(ikinci postulat); kendinin sürekli yinelenmesi olarak (üçüncü postulat) sunar.
34
Fakat
yeniden tartışılması gereken belki de bu postulatlardır.
...
Deliliğin Tarihi'nde ve başka yerlerde göstermeye çalıştığım şey, söylem
biçimlerini, kavramları, kurumları, pratikleri kendi aralarında birbirine
bağlayan sistematikliğin ne unutulmuş, örtülmüş, kendinden sapmış radikal bir
düşünce ne de Freudcu bir bilinçdışı türünden olduğu; fakat bilginin, kendi
özgün biçimleri ve kuralları olan bir bilinçdışına sahip olduğudur.
36
Metnin
adını akılda tutmak gerekir: Meditasyonlar. Bu, konuşan öznenin yer
değiştirmeye, kendini değiştirmeye, inançlarını değiştirmeye, kendi kesinlikleri
içinde ilerlemeye, riskler almaya, girişimlerde bulunmaya devam ettiği anlamına
gelir.
40
...
"burada", "şimdi", "bu kâğıt", "ateşin
yanındayım", "elimi uzatıyorum" ... Descartes, bu paragrafta,
"bu yerde, giyinik, ateşin yanında" olduğunun düşünü görmekten başka
örnek verememektedir. ... kâğıt üzerine açtığı gözleri, uzattığı bu el,
salladığı bu baş düş imgelerinden başka bir şey değilmiş gibi yapacaktır. Aynı
sahne üç paragraf boyunca tekrar tekrar verilir: Oturuyorum, bir kâğıda
bakıyorum, ateş yanda, elimi uzatıyorum.
41
Descartes,
düşün büyük gücünü kabul ederek, meditasyonda bulunmakta ve konuşmakta olan
öznenin fiili durumunu tam olarak tekrarlayan örnekten başka örnekler veremez;
ve bunu, yapmacık düş deneyiminin "burada" ve "şimdi"
noktalarına kesin olarak yerleşebileceği biçimde yapar. Buna karşılık, deliler
kendilerini kral sanan, altından giysiler taşıdığına inanan veya sırça bir
gövdeleri olduğunu veya testi olduklarını hayal edenler olarak nitelenmiştir.
Düşten daha az çılgın veya daha çok çılgın olsun, fark etmez, Descartes'ın
örnek olarak seçtiği delilik imgeleri, düşünkinden farklı olarak, konuşmakta
olan öznenin bizzat belirttiği fiiliyat sistemiyle uyumlu değildir. Deli başka
yerdedir, bir başka andadır, bir başka beden ve başka elbiselerle. O, bir başka
sahnededir.
46
Deli
olduğunu gerçekten varsaymanın reddedilmesi. ... deliliğin dışlanması, sistemin
içinden, fark edilemez.
III. Gövdem, Bu Kağıt,
Bu Ateş, 1972
56
Gerçekten
de kendimi, kendisini bir kral sanan bir deli olarak görmeyi denemem asla söz
konusu değildir. ... Delilikte fark sınanmak istemez: yalnızca saptanır.
66
Deliliğin
tüm hakikat arayışlarında diskalifiye edici olarak konması, zorunlu kuşkuyu
gerçekleştirmek için delilik örneğine başvurmanın "makul" olmaması, bir
an için bile olsa deliymiş gibi yapılamaması... İşte Descartes'ın, deliliği şu
ya da bu biçimde hakikatin taşıyıcısı ya da ortaya çıkarıcısı olarak
görenlerden ayrıldığı belirleyici nokta buradadır.
70
İlginç
bir biçimde, Derrida Descartes'ın yazısının ardında bu diğer itiraz eden ve
safdil sesi hayal ederek metnin bütün farklılıklarını iptal etti; veya daha
doğrusu, bütün bu farklılıkları silerek, delilik sınaması ile düş sınamasını
birbirine çok yaklaştırarak, birincisini diğerinin soluk ve eksik taslağı
yaparak, birincinin yetersizliğini ikincinin evrenselliğinde ortadan kaldırarak
Derrida, kartezyen dışlamayı sürdürüyordu.
74
En
azından bir konuda tamamen hemfikirim: Klasik yorumcular, Derrida'dan önce ve
onun gibi, Descartes'ın bu bölümünü dikkatsizlik sonucu silmiş değillerdir. Bu
sistem sonucu olmuştur. günümüzde en kararlı temsilcisi Derrida olan sistem:
Söylemsel pratiklerin metinsel izlere indirgenmesi; bir okuma için sadece
işaretleri kalsın diye metinde meydana gelen olayların düşmesi; öznenin
söylemlerde içerimleme kipliklerini analiz etmemek için metinlerin ardındaki
seslerin icadı; söylemsel pratikleri gerçekleştikleri dönüşüm alanında yerinden
etmemek için kökensel olanın metinde söylenmiş ve söylenmemiş olarak tahsis
edilmesi.
Bunun
bir metafizik, metafiziğin kendisi ya da metafiziğin söylemsel pratiklerin bu
metinselleştirilmesinde gizlenen kapanışı olduğunu söylemiyorum. Çok daha öteye
gidiyorum: Bunun, çok daha görünür biçimde tezahür eden, tarihsel olarak çok
belirli küçük bir pedagoji olduğunu söylüyorum. Metnin dışında hiçbir şey
olmadığını; fakat metnin içinde, satır aralarında, boşluklarında ve
söylemediklerinde kökenin yerinin hüküm sürdüğünü; dolayısıyla, "varlığın
anlamını" buradan başka yerde aramaya gitmek gerekmediğini, bu anlamın
kesin kelimelerde değil, karalama gibi kelimelerde, onların şifre
anahtarlarında söylendiğini öğrenciye öğreten pedagoji. Tersine, metni sonsuza
dek yeniden söylemeyi sağlayan bu sınırsız hükümranlığı ustaların sesine veren
pedagoji.
IV. Delilik ve Toplum, Aralık 1970
77
Kabaca,
insan faaliyetlerinin alanı şu dört kategoriye bölünebilir:
- çalışma veya ekonomik üretim;
- cinsellik, aile, yani toplumun yeniden
üretimi;
- dil, söz;
- oyunlar ve bayramlar gibi oyunsal
faaliyetler.
Oysa,
bütün toplumlarda, diğerlerinden farklı davranışları olan, bu dört alanda ortak
olarak tanımlanmış kurallara uymayan kişiler, kısacası, marjinal bireyler diye
adlandırılanlar vardır.
78
...
fakat aynı kişinin bütün alanlardan dışlandığı da olur: Delidir bu.
79
Tarihçilerin
geleneksel bakış açılarına göre on sekizinci yüzyılın sonunda, yani 1793
yılında Fransa'da Pinel delileri zincirlerinden kurtardı ve yaklaşık olarak
aynı dönemde, bir kuaker (bir Hıristiyan mezhebi) olan Tuke bir psikiyatri
hastanesi kurdu. Delilere o zaman kadar suçlu gibi davranıldığı ve Pinel'le
Tuke'un onları ilk kez hasta olarak niteledikleri kabul edilir. Fakat, bu bakış
açısının yanlış olduğunu söylemek zorundayım. İlk olarak, Fransız Devrimi'nden
önce delilerin suçlu olarak kabul edildikleri doğru değildir. İkinci olarak,
delilerin önceki konumlarından kurtarıldıklarını düşünmek bir önyargıdır.
[on
yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar bir delinin kapatılmasını isteme
hakkı aileye aitti]. ... on dokuzuncu yüzyıldan itibaren, ailenin bu önceliği
adım adım kayboldu ve hekimlere bırakıldı.
80
...
on dokuzuncu yüzyıla kadar, edebiyat toplumun ahlâkını desteklemek veya
insanları eğlendirmek için güçlü bir şekilde kurumlaşmıştı. Oysa günümüzde
edebiyat dili tüm bunlardan tamamen kurtulmuştur ve tamamen anarşik bir hal
almıştır. Yani, edebiyat ile delilik arasında ilginç bir yakınlık vardır. Edebi
dil gündelik dilin kurallarının zorlaması altında değildir. Örneğin, anlatan nasıl düşündüğü ve hissettiği
şeye her zaman sadık kalmak zorunda değilse, edebiyat da sürekli olarak
hakikati söylemeyi dayatan katı kurala tabi değildir. Kısacası, siyasetin veya
bilimin kelimelerinden farklı olarak edebiyatınkiler, gündelik dil karşısında
marjinal bir konum işgal eder.
81
Avrupa
edebiyatına gelince, edebi dil şu üç evre boyunca özellikle marjinalleşmiştir.
1)
On altıncı yüzyılda, ortaçağda olduğundan çok daha marjinalleşti: Destanlar ve
şövalye romanları toplum karşısında yıkıcı ve karşı çıkıcıydı. Erasmus'un
Deliliğe Övgü'sü, Tasse'ın eseri veya Elizabeth dönemi tiyatrosu buna örnektir.
Fransa'da, bir delilik edebiyatı bile ortaya çıkmıştır. Bouillon dükü
masrafları üstlenerek bir delinin metnini bile bastırmıştı ve Fransızlar bu
metni okumaktan memnun oluyorlardı.
2)
İkinci dönem... Hölderlin, Blake şiirleri ve Raymond Roussel'in eseri...
Antonin Artaud şizofrendi. ... Ayrıca, edebiyatta yeni alanlar yaratmak için
deliliği taklit etmek veya fiilen deli olmak gerektiğini onaylamak için
Nietzsche'yi ve Baudelaire'i düşünmek yeter.
3)
Günümüzde, edebiyatla delilik arasındaki ilişkiye insanlar daha fazla dikkat
ediyorlar. Sonunda, delilik ve edebiyat gündelik dil karşısında marjinaldir ve
genel edebi üretimin sırrını delilik modelinde ararlar.
82
Kesinlikle
yapısalcı değilim. Yapısalcılık bir analiz kipliğinden başka bir şey değildir.
Örneğin Delinin içinde bulunduğu koşullar ortaçağdan günümüze nasıl değişti? Bu
değişim için gerekli koşullar nelerdi? Yalnızca tüm bunları analiz etmek için
yapısalcı yönteme başvuruyorum.
Ortaçağda
ve Rönesans'ta, delilerin toplumun bağrında varolmalarına izin verilmişti.
Köyün delisi olarak adlandırılan kimse evlenmiyordu, oyunlara katılmıyordu,
başkaları tarafından besleniyor ve desteklenmiyordu. Şehirden şehire
dolaşıyordu, kimi zaman orduya katılıyordu, seyyar satıcılık yapıyordu; ama,
çok kudurmuş ve tehlikeli olduğunda ötekiler şehrin dışında küçük bir ev inşa
ediyor ve onu geçici olarak oraya kapatıyorlardı. Arap toplumu deliler
karşısında her zaman hoşgörülüydü.
83
Pinel'in
1793 yılında delileri salıverdiği söylenir, fakat onun özgür bıraktığı sadece
sakatlar, yaşlılar, aylaklar, fahişelerdir; delileri kurumlarda bırakmıştır. Bu
olay bu dönemde meydana gelmişse, bunun nedeni on dokuzuncu yüzyıl başından
itibaren sanayi gelişme hızının artması ve kapitalizmin temel ilkesi olarak
proleter işsizler sürüsünün yedek işgücü ordusu olarak kabul edilmesidir. Bu
nedenle, çalışabilecek durumdayken çalışmayanlar kurumlardan çıktılar. Ama
burada da ikinci bir ayıklama süreci işledi: Çalışmak istemeyenler değil;
çalışma yeteneği olmayanlar, yani deliler, kurumlarda bırakıldılar ve
hastalıkları karakterle ilgili veya psikolojik nedenler taşıyan hastalar olarak
kabul edildiler.
Böylece,
o zamana kadar bir kapatma kurumu olan şey bir akıl hastanesi, tedavi
organizması haline geldi. Bunu, 1) Fiziksel nedenlerle çalışma yeteneği
olmayanları kapatmak amacıyla; 2) Bedensel olmayan nedenlerle çalışamayanları
kapatmak amacıyla; hastanelerin yerleşmesi izledi. Bundan böyle, zihinsel
hastalıklar tıbbın nesnesi haline geldi ve psikiyatri denen toplumsal bir
kategori doğdu.
84
...
bana öyle geliyor ki, özünde, delinin statüsü ilkel toplumlarla ileri toplumlar
arasında hiç değişmez. Bu durum, bizim toplumlarımızın ilkelliğini gösterir.
V. Su ve Delilik, Ekim 1963
85
Batı
imgeleminde akıl uzun süre karaya ait kalmıştır. Ada veya kıta, bu kara, suyu
yoğun bir inatçılıkla reddeder: Ona sadece kumunu bahşeder. Akıl-dışı ise, en
eski zamanlardan beri ve oldukça yakın bir tarihe kadar sulara aitti. Daha
doğrusu okyanusa: sonsuz, belirsiz uzam; hareketli, anında silinen, artlarında
ince bir iz ve bir köpük bırakan figürler; fırtınalar ya da tekdüze hava,
gidecek yeri olmayan yollar.
86
Delilik,
kayalık aklın sıvı ve akıcı dışarısıdır.
Uygulamada,
banyolar ve duşlar on dokuzuncu yüzyıl tımarhane hekimliği tarafından düzenli
olarak kullanıldı. Ama, Pinel döneminde değişmiş olan şey protokoldür: hem
edimin ritüelleştirilmesi hem de edimi düzenleyen rejim. Su artık yatıştırıcı
banyo, kireçlenmiş bir toprak üzerine nihayet düşen taze yağmur değildir:
Sürprizdir; nefes kesen ve insanın elinden bütün direnme gücünü alan şeydir.
Duş ansızın yaptırılır veya aniden sıcak suyun yerine soğuk su verilir;
hastanın birdenbire suya batan bir düz satha yerleştirildiği de olur. Hasta,
gömlekli, bağlıdır; başının üzerinde (elde edilmek istenen şiddete göre)
değişen bir mesafede çapı beş santimetreye kadar çıkabilen bir musluk vardır.
Çünkü soğuk, fizyolojik bir serinletmenin etkin faili değil; kuruntuları yerle
bir eden, gururu kıran, cinnetleri gündelik gerçekliklere indirgeyen
saldırganlıktır.
87
Kısacası
[su], cehennem ateşinin benzeri olan tımarhanedeki yargı merciini temsil eder.
Ama bu yargının bir eşi yoktur; itiraf ettirmekten başka niyeti yoktur:
delirmiş kişinin söylediği şeyin yanılsama, yanlış inanç, gerçekliğe uymayan
imgeler -katıksız ve basit çılgınlık- olduğunu fark etmesi için duş uygulanır.
Deli, deli olduğunu kabul etmelidir...
89
On
dokuzuncu yüzyılın ortasında delilik suyla akrabalığını kaybetti ve dumanla
yakınlaşmaya başladı. Hastalığın küçük ve yapay modeli olarak sarhoşluğun
yerine geçen uyuşturucunun (özellikle afyonun) önemi; sanrı sendromunun ön
plana geçişi (kısmi-algı yanlış inançtan daha fazla kaygılandırır); bulutlu,
yarı saydam, tutarsız, ama inatçı, gerçek dünyayı bulandırmak için onun üstüne
binen bir başka dünya olarak kabul edilen delilik...
VI. Delilik, Eser
Yokluğu, Mayıs
1964
91
[Batı
kültürü] Niçin on dokuzuncu yüzyıldan beri, aynı zamanda da klasik çağdan beri
açıkça deliliğin insanın çıplak hakikati olduğunu söyledi, ama yine de onu
adeta hiçliğe indirgendiği yansız ve soluk bir mekâna yerleştirdi?
92
...
beş asır yaşında olan biz Batılılar...
94
Her
şeyi yapmasına izin verilmiş tek bir kültür yoktur dünyada. Ve uzun zamandır
bilinmektedir ki insan özgürlükle değil, sınırla ve aşılamayan çizgiyle başlar.
Yasak edimlerin itaat ettikleri sistemleri biliyoruz; her kültür için ensest
yasaklarının düzeni ayırt edilebildi. Fakat dil yasaklarının düzenlenişi henüz
yeterince bilinememektedir.
[dil
yasakları, yasak söz nasıl incelenebilir?] Dilin bugün kabul ettiği bölmeler
kullanılabilir mi? Ve, önce, yasağın ve imkânsızın sınırında (1), dilbilimsel
kodla ilgili yasakları tanımak (çok açık olarak, dil hataları diye adlandırılan
şey); sonra, kodun içinde ve var olan kelimeler ile ifadeler arasında bir
telafuz yasağına uğramış olanları (bütün bir dinsel, cinsel, büyülü küfür
kelimeleri dizisi) kabul etmek; ardından (2), kodun müsaade ettiği, söz
ediminde izin verilmiş, ama anlamı, söz konusu kültür için, verili bir anda
hoşgörülemeyen ifadeleri kabul etmek: burada metaforik dolambaç mümkün
değildir, çünkü sansürün nesnesi olan anlamın ta kendisidir. Nihayet, dışlanmış
dördüncü bir dil biçimi vardır: kabul edilmiş koda görünüşte uygun bir sözü,
anahtarı bu sözün içinde verili olan bir başka koda tabi kılmak; öyle ki, bu
söz kendi içinde ikiye katlanır: Söz söylediği şeyi söyler, ama dilin söylediği
şeyi ve bunu söyleyiş yasasını sessizce sözceleyen dilsiz bir artık ekler.
Burada şifreli bir dil değil, yapısal olarak ezoterik bir dil söz konusudur.
Yani, yasak bir anlamı, gizleyerek, iletmez; daha baştan temel bir söz kıvrımı
içine yerleştirir.
95
Çok
muhtemeldir ki, hangisi olursa olsun her kültür, yasak sözün bu dört biçimini
uygular ve hoşgörür (belli ölçüde); ama aynı zamanda bastırır ve dışlar. [Söz
Sanatları]
Delilik,
yasak edimlerle yalnızca ahlâki bir yakınlık taşır (esas olarak cinsel
yasaklara bağlı kalır), fakat dil yasakları evrenine sokulmuştur... [dinsizlik,
sapkınlık, kutsallığa küfür, büyücülük, simya] -kısacası, akıldışının konuşulan
ve yasaklanan dünyasını niteleyen her şeyi; delilik, dışlanan dildir-
96
Pinel'in
reformu, deliliğin yasak söz olarak bu bastırılışının değiştirilmesinden çok
gözle görülür tamamlanışıdır.
Bu
değişim, gerçek anlamda, ancak Freud'la birlikte delilik deneyimi biraz önce
sözünü ettiğimiz dil yasağının son biçimine doğru yer değiştirdiğinde meydana
gelmiştir. O zaman, dil hatası, bağıra bağıra söylenen küfür ve hoşgörülmeyecek
anlam (ve bu anlamda, psikanaliz Freud'un bizzat tanımladığı yasakların büyük
kalkışıdır) olmayı bırakmış; söylediği şeyin altında başka şey söyleyen, bu
başka şeyin tek kodu yine kendisi olan ve kendi kendisi üzerine kapanan bir söz
olarak ortaya çıkmıştır: kendi dilini, sonuçta bu içerimlemeden başka bir şey
söylemeyen bir sözün içinde tuttuğu için ezoterik (içrek, dışa kapalı tutulan;
kamuya açık olmayan, herkesin anlaması için yazılmamış yalnızca bir kurum ya da
bir okulda, bir mezhepte veya belli bir alanda oldukça ileri bir düzeye ulaşmış
kişiler için saklanmış, yalnızca onlar tarafından anlaşılabilir olan gizli
inanç ya da ideoloji ya da öğretiler için kullanılan terim) bir dil de
denebilir buna.
97
Mallarmé'den
önce yazmak, kendi sözünü verili bir dil içinde oluşturmaktan ibaretti, öyle ki
dil eseri, tüm diğer dillerle aynı doğadandı, Retorik, Özne ve İmgelerin (ve
hiç kuşkusuz çok görkemliydi bunlar) izini taşıyordu. On dokuzuncu yüzyılın
sonunda (psikanalizin keşfedildiği dönemde veya az kala), edebiyat deşifre etme
ilkesini kendine kaydeden bir söz haline gelmişti...
99
patolojik fizyolojik olmayan, normal dışı seyir
gösteren; anormal, tıbbi ilgi gerektiren.
Delilik,
hiç kuşku yok ki, giderek daha iyi denetlenen teknik bir mekâna dahil
olacaktır: hastanelerde farmakoloji (ilaç bilim) sinir hastalarının koğuşlarını
çoktan büyük, ılık akvaryumlara dönüştürdü.
VII. G.I.P. Manifestosu,
Şubat
1971
101
Soruşturmacılar
soruşturma yapılanlardır. Hapishaneler Üzerine Haberleşme Grubu (G.I.P.)
böylece doğdu. ... G.I.S. (Sağlık Haberleşme Grubu); G.I.A. (Akıl Hastaneleri
Üzerine Haberleşme Grubu); G.I.S.T.I. (Göçmen İşçiler Haberleşme ve Dayanışma
Grubu).
"Hiçbirimiz
hapishaneye girmeyeceğimizden emin değiliz. Bu gün her zamankinden de az
eminiz. Gündelik yaşamımız üzerinde polisin sıkı denetimi artıyor: sokakta ve
yollarda; yabancıların ve gençlerin etrafında; düşünce suçu yeniden ortaya
çıktı; uyuşturucu karşıtı önlemler keyfiliği arttırdı. 'Gözaltı' koşullarında
yaşıyoruz".
"Hiçbirimiz
hapishaneye girmeyeceğimizden emin değiliz. Bugün her zamankinden de az eminiz.
gündelik yaşamımız üzerinde polisin sıkı denetimi artıyor: Sokakta ve yollarda;
yabancıların ve gençlerin etrafında; düşünce suçu yeniden ortaya çıktı;
uyuşturucu-karşıtı önlemler keyfiliği arttırdı. 'Gözaltı' koşullarında
yaşıyoruz. Adalet aşıldı deniyor bize. Farkındayız. Peki ama ya aşan polisse?
Bize deniyor ki, hapishaneler aşırı kalabalık. Peki ama ya aşırı-hapsedilmiş
olan halksa?
102
Hapishaneler
üzerine pek az bilgi yayımlanıyor; bizim toplumsal sistemimizin gizli
bölgelerinden biri hapishane, yaşamımızın kara hanelerinden biri. Bilme
hakkımız var, bilmek istiyoruz. Bu nedenle yargıçlarla, avukatlarla,
gazetecilerle, doktorlarla, psikologlarla birlikte Hapishaneler Üzerine
Haberleşme Grubu kurduk.
Hapishanenin
ne olduğunu göstermeyi tasarlıyoruz: Hapishaneye kim girer, nasıl ve niçin
girer, hapishanede neler olur, mahkûmların ve de gözetim personelinin yaşamı
nasıldır, binalar, beslenme, sağlık nasıldır, iç tüzük, tıbbi kontrol,
atölyeler nasıl işler; hapishaneden nasıl çıkılır ve bizim toplumlarımızda
hapishaneden çıkmış biri olmak nasıl bir şeydir.
VIII. Büyük Kapatılma, Mart 1972
103
Önce,
ben yapısalcı değilim, yapısalcı olduğumu hiçbir zaman söylemedim, hatta
yapısalcı olmadığım gerçeği üzerinde sık sık durdum ve bunu birçok kez
hatırlattım. Hiçbir şey, yayımladığım şeyler içinde kesinlikle hiçbir şey, hiç,
ne yöntemlerimde ne de herhangi bir kavramımda, uzaktan da olsa yapısalcılığı
hatırlatır.
104
Batı'da
hiç yapılmamış en altüst edici tablolardan birinin Frans Hals'un Naipler
tablosu olduğuna inanıyorum, üzerine Claudel'in çok güzel şeyler söylediği
olağanüstü bir resim.
105
"-Ortaçağ'da
hücreler ve hapishaneler çoktan vardı."
Fakat
oraya insanlar, yargılanıncaya kadar, fidye ödeyinceye kadar veya infaz
edilinceye kadar kapatılıyorlardı.
106
...
günümüzde, henüz çok iyi anlayamadığım nedenlerle genel, ayrımsız bir tür
kapatmaya geri dönülüyor. Nazi toplama kampları bu yeni kapatılmanın kanlı,
şiddetli, insanlık dışı biçimini gösterdiler: Yahudiler, eşcinseller,
komünistler, serseriler, Çingeneler, siyasi ajitatörler, işçiler, hepsi aynı
kampta. Ve günümüzde, aynı şeyin daha gizli, daha örtülü bir biçimde, görünüşte
bilimsel bir tarzda oluştuğu görülmekte. [psikiyatri tımarhaneleri, sosyal
danışmanlardan, eğitimcilerden, doktor görünümünde olanlardan], ... sonuçta
polis olan insanlar tarafından yönetilen; çok insancıl, çok tıbbi, çok bilimsel
gibi görünen tüm o kurumlar, koruyucu merkezler, tehlikedeki gençler için
yurtlar: görünürde çok farklı bu geniş meslek yelpazesi içinde bunları birbirine
bağlayan ortak bir işlev saptanır, zindancının işlevi.
109
"-
1966'daki bir röportajda şöyle diyordunuz:..."
O
zamandan bu yana birçok şey kökten değişti.
112
goşist aşırı solcu
113
"-
1966'da şöyle dediniz: ..."
Dönüp
dolaşıp eskiden söylediğim şeylere gelmeyin! Onları dile getirdiğimde çoktan
unutulmuşlardır. Unutmak için düşünüyorum. Geçmişte söylediğim her şey
kesinlikle önemsizdir. Bir şey, kafada güçlü şekilde tüketildiğinde yazılır;
düşünce cılızlaşır, o zaman yazılır. Yazdığım şey beni ilgilendirmez. Beni
ilgilendiren şey yazabileceğim ve yapabileceğim şeydir.
114
Bir
filozofun çalışmaları hakkındaki fikrim mi? Fikrim filozofların çalışmadığıdır!
Filozofu niteleyen şey gerçeklikten uzaklaşmasıdır. Ona yaklaşamaz.
"-
Felsefeyi ve belki de filozofları yıkmak çok zaman alır!"
Felsefe
çoktan yıkıldı. İnsanların entitenin [entity, gerçek ve ayrı bir
"varoluş"a işaret eder. Belirli oluş ya da varlık. Lat. entitas,
kendilik] bütünselliğinden, "yazı"dan, "gösterenin
maddiliği"nden ve benzeri diğer şeylerden söz ettikleri küçük, belirsiz
bir üniversite bilim dalından başka bir şey değil.
115
Sorun
model hapishane veya hapishanelerin ortadan kalkması değil. Günümüzde, bizim
sistemimizde, marjinalleşme hapishane tarafından gerçekleştiriliyor. Bu marjinalleşme,
hapishaneyi ortadan kaldırmakla otomatik olarak yok olmayacaktır. Bu durumda
toplum, bir başka araç oluşturuverirdi. Sorun şudur: Günümüz toplumunun nüfusun
bir bölümünü dışarıya itiş sürecini açıklayan bir sistem eleştirisi sunmak.
işte sorun.
IX. Sonuç Yerine, Mart 1973
118
"Sen
bir deliydin, dolayısıyla, ömrünün sonuna kadar, deli olmuş biri olarak
kalacaksın". Akıl hastalığı düzeninde semptom doğrulanmaz, damgalar.
X. Hapishaneler ve
Hapishane İsyanları, Haziran
1973
123
...
kesinlikle içler acısı maddi koşullar; ceza evinde en utanmaz sömürü ve kölelik
düzeyindeki çalışma; tıbbi bakım yokluğu; gardiyanların dayak ve şiddeti; tek
yargıcı hapishane müdürü olan ve mahkûmları ilave cezalara çarptıran keyfi bir
mahkemenin varlığı.
125
Hak
ettiğimiz ceza sisteminde yaşıyoruz. Marksist olduğu söylenen, biraz basit ve
tüm bunları üstyapıya bağlamaktan ibaret bir analiz var. Üstyapı düzeyinde her
zaman düzenlemeler ve değişiklikler hayal edilebilir. Ama, aslında, ceza
sisteminin üstyapıya dahil olduğunu sanmıyorum. Gerçekte bu bireylerin yaşamına
derinlemesine nüfuz eden ve üretim aygıtıyla ilişkilerini ilgilendiren bir
iktidar sistemidir.
126
Disiplinleriyle
hastaneler, tımarhaneler, öksüzler yurdu, okullar, eğitim evleri, fabrikalar,
atölyeler ve nihayet hapishaneler; bütün bunlar on dokuzuncu yüzyılın başında
yerleştirilmiş ve hiç kuşkusuz sanayi toplumunun ya da kapitalist toplumun
işleyiş koşullarından biri olmuş olan iktidarın bir tür büyük toplumsal
biçiminin parçasıdır. İnsanın vücudunu, varlığını ve zamanını işgücüne
dönüştürmesi ve onu kapitalizmin işletmek istediği üretim aygıtının hizmetine
sokması için bütün bir zorlama aygıtı gerekli oldu; ve bana öyle geliyor ki,
insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle
tehdit ederek -"ya fabrikaya gidersin, ya da hapishaneye veya tımarhaneye
düşersin!"- sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı
iktidar sisteminden kaynaklanıyor. Diğer alanların çoğunluğunda bu kurumlar
esnekleşmiş ama işlevleri aynı kalmıştır. Günümüzde insanlar artık sefalet
tarafından değil, tüketim tarafından kuşatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılda
olduğu gibi, başka bir biçimde de olsa, insanlar kendilerini gün boyu
çalışmaya, fazla mesai yapmaya, işe bağlı kalmaya zorlayan (bir ev, mobilya...
satın almışlarsa) bir borç sistemi içine sürekli kapatılmışlardır. Televizyon
imajlarını tüketim nesneleri olarak sunar ve on dokuzuncu yüzyılda insanların
yapmalarından onca korkulmuş olan şeyi yapmalarını engeller, yani siyasi
toplantıların yapıldığı, işçi sınıfının kısmi, yerel, bölgesel gruplaşmalarının
siyasi bir hareket yaratma tehlikesi, belki de bütün bu sistemi devirme imkânı
taşıdığı bistrolara gitmek.
128
Siz
benden hapishanelerin olmadığı ütopik bir toplum tarifi istiyorsunuz. Sorun,
kuralların uygulanmasının grupların kendileri tarafından denetlendiği bir
toplum hayal edip edemeyeceğimizi bilmektir.
XI. Dünya Büyük Bir
Tımarhanedir, Haziran
1973
129
On
dokuzuncu yüzyıl önemli bir aşamanın başlangıcına işaret eder: Monarşi dünyadan
kaybolur. İmdi monarşi, iktidarın onu miras yoluyla devralan biri tarafından
uygulandığı siyasi bir sistemdi. Mutlakiyetçiliğin sonuyla birlikte iktidar,
ekonomik, toplumsal, demografik süreçlerin bilgisini içeren belli bir
yönetimsel bilginin müdahalesiyle uygulanmaya başlanır. Böylece iktidarla bilgi
arasında bağ oluşmaya başlar. Siyasi, ekonomik ve insani bilimler gerçek bir
Rönesans’tan geçerler, çünkü yöneticiler bir bilgi olmadan yönetemeyeceklerini
bilmektedirler. Bilginin niteliği yönetmeyi niteler. On dokuzuncu yüzyıl
boyunca ve yirminci yüzyılın ilk yarısında siyasi bilgi, ekonomik gelişmeyle
-atılımına neden olarak- bir arada olmak zorundaydı. Yıllar geçtikçe, ekonomik
gelişmenin bireylerin yaşamı üzerinde olumsuz etkiler ürettiği de görüldü. Öyle
ki, şimdi iktidarın bilgeliği bu gelişmenin meydana getirdiği etkilerin sürekli
olarak düzeltilmesinde yatmaktadır.
130
Günümüzde
dünya hastane modeline göre evrimle yolundadır ve yönetim bir tedavi işlevi
edinmektedir. Yöneticilerin işlevi, hakiki bir toplumsal ortopediye uygun
olarak, bireyleri gelişme sürecine uyarlamaktır.
Hasta
olan toplumsal grup olmasın.
131
Dünya,
yöneticileri psikologlar ve halkı da hastalar olan büyük bir tımarhanedir.
Geçen her günle birlikte kriminologlar, psikiyatrlar ve insanın zihinsel
davranışını inceleyen herkesin oynadığı rol büyümektedir. Bu nedenle siyasi
iktidar yeni bir işlev edinmek üzeredir, bu işlev de tedavi ediciliktir.
Beni
ilgilendiren şey güncellik, çevremizde olup bitenler, bizim ne olduğumuz,
dünyada olanlar olduğu ölçüde kendimi gazeteci olarak görüyorum. Felsefenin,
Nietzsche’ye kadar, varlık nedeni ebediyetti. İlk filozof-gazeteci Nietzsche
oldu. O, bugünü felsefenin alanına dahil etti. Ondan önce filozofun bildiği
zaman ve ebediyetti. … Geleceği yapanın biz olduğumuzu sanıyorum. Gelecek,
meydana gelen şeye tepki verme tarzımızdır, bir hareketi, bir şüpheyi hakikate
dönüştürme tarzımızdır. Kendi geleceğimizin efendisi olmak istiyorsak, esas
olarak, bugün sorusunu ortaya atmamız gerekir.
XII. Cezaevine Kapatılma
Hakkında, Ekim
1973
133
Her
rejimde farklı toplumsal grupların, farklı sınıfların, farklı kastların kendi
yasadışılıkları vardır. [Eski rejimde] Yasadışılık, bizzat iktidarın
uygulanışının parçasıydı. Kraliyetin keyfi otoritesi, bir anlamda, tüm yönetme
pratiklerindeki keyfi otoritede yansıyordu. Burjuvazinin de bir yasadışılığı
vardı. Yani burjuvazi, kendi ekonomik çıkarı olan şeyi uygulayabilmek için,
örneğin, gümrük sistemi, lonca kuralları, ticari faaliyet kuralları, ekonomik
etiğin (ahlâki veya dinsel) kurallarından oluşan kuralları sürekli altüst etmek
zorundaydı. Dahası, halka özgü denebilecek bir yasadışılık vardı, bu da
vergiden kurtulmaya çalışan köylülerin, lonca veya jurande (Eski loncalarda loncayı temsil etmek, çıkarlarını korumak
ve iç kuralların uygulanmasına göz kulak olmak için seçilmiş bir veya birkaç
kişiye verilmiş görev. y.h.) kurallarını ellerinden geldiğince sarsmaya çalışan
işçilerin yasadışılığıydı. ... Burjuvazi için halk tabakalarında vergiye karşı
sürekli bir mücadelenin olması çok önemliydi; çünkü burjuvazi de vergiden
kurtulmaya çalışıyordu. ... Burjuvazi, bir anlamda, halkın yasadışılığına
ihtiyaç duyuyordu. Dolayısıyla bir tür modus vivendi yerleşiyordu.
modus vivendi yaşama biçimi; uluslararası hukukta, uyuşmazlık
içindeki iki devletin, temeldeki anlaşmazlığın çözümünü başka bir zaman
bırakarak, geçici bir durumla yetinmeleri.
Eski
rejim koşullarında servet esas olarak toprağa ve paraya dayanıyordu. ... Fakat
burjuva serveti sanayi türü bir ekonomiye büyük ölçüde yatırıldığında
atölyelere, aletlere, makinelere, alet-makinelere, hammaddelere, stoklara
yatırıldığında ve bütün bunlar işçi sınıfının eline teslim edildiğinde
burjuvazi servetini tam anlamıyla halk tabakasının eline teslim etti. Halkın,
bir yandan, geleneksel olarak eski bir yasadışılığı vardı ve diğer yandan [yeni
bir siyasi yasadışılık imkanını biliyorlardı].
135
[Burjuvazi]
Belki Bentham'ın önerdiği mimari yapı biçiminde gerçekleştirmedi, fakat
Bentham'ın Panopticon konusunda
söylediğini hatırlamak gerekir: Bu, elbette, mimari bir biçimdir, fakat
özellikle bir yönetim biçimidir; zihin için zihin üzerinde iktidar uygulama
biçimidir. ... 1787 tarihli Bentham'ın metnini Fransa'daki 1810 tarihli
Treilhard'ın ceza yasasının sunumuyla karşılaştırın: ... Şöyle der:
İmparator'un gözü devletin en ücra köşelerine kadar yönelecektir. Çünkü
İmparator'un gözü başsavcıları denetleyecek, onlar da İmparatorluk savcılarını
denetleyeceklerdir, imparatorluk savcıları da herkesi denetleyecektir. Böylece,
devlette hiçbir karanlık alan kalmayacaktır. Herkes gözetim altında olacaktır.
Bentham'ın mimari düşü Napoléon devletinde hukuksal ve kurumsa bir gerçeklik
haline geldi, bu da on dokuzuncu yüzyıldaki bütün devletlere model olarak
hizmet etti.
Mutlak
anlamda genelleşmiş gözetim yapıları var; ceza sistemi, adli sistem bu
yapıların bir parçasıdır ve hapishane de parçalardan biridir, psikoloji,
psikiyatri, kriminoloji, sosyoloji sonuçlarıdır.
136
[üretmekle
görevli olanlar] Her çalışan olası bir yağmacıdır. Ve her artı-değer üretimi
aynı zamanda muhtemel bir mal kaçırma vesilesi veya her hâlükârda imkânıdır. Bu
durumda, ceza sisteminde ve özellikle hapishaneler sisteminde bana çarpıcı
gelen şey ceza sisteminden geçen her bireyin ömrünün sonuna kadar damgalı
kalması; toplumun içinde, geldiği yere, yani proletaryaya geri gönderilmeyecek
bir konumda bırakılmasıdır. ... Fabrikaya gitmezsen işte başına bu gelir. ...
bunun proletarya üzerinde muhtemel bir baskı gücü olması gerekir. Ve gerçekten
de polis, muhbir, sarılar, grev kırıcılar, vs. bu insanlar arasından seçilir.
137
...
Fransa'da mahkûmlara öğretilen mesleklerin işçi ortamında kullanılamaz
meslekler olduklarını görürsünüz. Onlara zanaat yaptırılır, terlikler, fileler,
bu tür ıvır zıvır yaptırılır.
Sanıyorum
aslında onlar işçi sınıfına yeniden dahil etmeye çalışılmıyor. Onlar, marjinal
konumlarında çok değerliler. Ve bir iş bulmak istediklerinde zaten polise
bağımlı kalıyorlar.
["-okul,
kışla, fabrika, hapishane... tesadüfi veya dışsal benzerlikler mi söz konusudur
yoksa tersine doğalarından kaynaklanan bir benzeşim mi?"]
Burada,
“doğa” kelimesinden [kurumların doğası] pek hoşlanmadığımı söylemeliyim.
Şeyleri en dışsal şekilde görmek gerekir. ... Bence, aslında, tıpatıp aynı olan
şey bu kurumlara özgü iktidar yapısıdır. Ve gerçekten de, benzeşim olduğu
söylenemez, özdeşlik vardır. Aynı tür iktidardır bu...
138
1840’a
doğru burjuvazi proletaryayı fiilen kapatmaya çalıştı, özellikle hapishane
modeline uygun olarak. Fransa’da, İsviçre’de, İngiltere’de hakiki hapishaneler
olan “fabrika-manastırlar” vardı. Fransa’da 40 bin genç kız bu “atölyeler”de
çalışıyordu, izin verilmeden dışarı çıkamıyorlardı, sessizliğe, gözetime,
cezalara tabiydiler. Burjuvazinin bunu aradığı hissediliyor: Proletaryayı
tugayda toplamak, kışlada bir araya getirmek, kapatmak imkânları…
Fakat
bunun ekonomik olarak yaşamayacağı ve siyasi olarak çok tehlikeli olduğu çok
kısa sürede ortaya çıktı.
139
Fakat,
kapatılma işlevini burjuvazi terk etmedi. Başka araçlarla aynı etkileri elde
etmeyi başardı. İşçinin borçlandırılması, örneğin ücretini ay sonunda alırken
kirasını bir ay önceden ödemek zorunda kalması, taksitli satış, tasarruf
sandıkları sistemi, emekli sandıkları ve yardım sandıkları, işçi siteleri; tüm
bunlar işçi sınıfını daha esnek, daha zekice, daha incelikli denetlemenin ve
kapatmanın farklı biçimleriydi.
On
dokuzuncu yüzyıl başında, hapishane gerçekten bir ceza infaz yeri haline
geldiğinde ... mahkûmlara işe yaramaz,
iktisadi dolaşımda, dışarıda kullanılamaz işler verildi ve işçi sınıfının dışında
tutuldular.
142
...
eskiden tıbbi bir gözetim, okulda bir gözetim, cezai bir gözetim vardı; bunlar
kesinlikle birbirinden farklı üç gözetimdi. Oysa şimdi görüyorsunuz ki, oldukça
güçlü tıbbi bir katsayısı olan; fakat aslında okulda hocanın, elbette, hapishane
gardiyanının, bir noktaya kadar atölye şefinin, psikiyatrın, insanseverin,
yardım derneklerinde çalışan kadının, vs. işlevlerini patoloji bahanesiyle
üstlenen bir tür gözetim var.
XIII. İktidar
Mekanizmasında Hapishaneler ve Tımarhaneler, Mart 1974
144
"-...
analizlerinize, antikçağdan hiç söz etmeden, her zaman ortaçağın sonundan
başlıyorsunuz."
Birkaç
yıl önce "Heidegger tarzı" diyebileceğim bir alışkanlık vardı:
Düşüncenin veya bir bilgi dalının tarihini yapan her filozof en azından arkaik Yunan'dan
yola çıkmalıydı ve özellikle öteye gitmemeliydi. Platon, her şeyin
kristalleşmeye başladığı dekadans olabilirdi ancak. Platon'la bir kere
yerleşmiş ve burada, Fransa'da Derrida tarafından yeniden başlatılmış bu
metafizik kristalleşme biçimindeki tarih türü bana üzücü geliyor. Üzücü, çünkü
Yunan'dan sonra bir yığın eğlendirici ve ilginç şey meydana gelmiştir, öyle ki,
polemik hedeflerimden biri yakın bir geçmişin arkeolojisini yapmaktır. ...
Yunan'dan söz etmekten kaçındığım doğrudur, çünkü düşünce tarihçilerinin bizi
uzun süre içine kapadıkları Helenik arkaizm tuzağına düşmek istemiyorum. Pratik
olarak şimdi yapabileceğimiz bir tarihimiz var, bir etnolojimiz var, bir
arkeolojimiz var.
145
"-Felsefeyi
mahkumlar, deliler gibi başka nesnelerin altında yerleştirmeye niçin ihtiyaç
duyuyorsunuz?"
Nesnesi
olmayan felsefi söylem yoktur. Bakınız: filozoflar nesne olarak ya deneyimi,
kendi deneyimlerini, bilincin doğrudan verilerini, yaşanmışı alırlar -bunlar
sarih (apaçık, aşikar) nesnelerdir- ya da düşünce nesnesi olarak varlık, uzam,
zaman gibi bir şeyi, yani üretilmiş, her hâlükârda okuldaki, üniversitedeki
felsefi gelenek tarafından titizlikle korunmuş düşünme nesneleri seçerler.
Varlık, zaman, deneyim öyle kullanılmış, gündelik, tanıdık, yani şeffaf hal
almış nesnelerdir ki, sonunda artık onları nesne olarak kabul edemez hale
geliriz.
146
...
biraz basit bir Marksizm'de söylendiği gibi, siyasi iktidarın sadece ideoloji
üzerinde işlemediğini fark ettim. Siyasi iktidar, ideoloji üzerinde, kişilerin
bilinci üzerinde etkide bulunmadan önce çok daha fiziksel olarak bedenleri
üzerinde işler. Kişilere davranışlarının, tavırlarının, alışkanlıklarının,
mekânsal dağılımlarının, yerleşme kipliklerinin dayatılma tarzı; insanların bu
fiziksel, uzamsal dağılımı, bence, siyasi bir beden teknolojisine aittir. [heykeloji,
resmi heykel tarihinin sunduğu hakikate karşı bir stratejisidir]
147
Yazan
herkes gibi ben de bir dil hastasıyım. Benim kişisel hastalığım dilden iletişim
kurmak için yararlanmayı bilmememdir. Dahası, yazdıklarımla sanat eserleri
üretmek için gerekli ne yeteneğim ne de deham var. Bu durumda, -makineler
diyeceğim, fakat bu çok Deleuze'vari olur- aletler, avadanlık [el aletleri;
çekiç, pense, keser, tornavida vb.], silahlar üretiyorum. Kitaplarımın, başkalarının
kendi alanlarında istediklerini yapmalarına yarayacak bir alet bulmak için
karıştırabilecekleri bir tür tool-box olmasını istiyorum. ... Bir kitleye
yazmıyorum, kullanıcılar için yazıyorum, okurlar için değil. [sanat
üretemiyorsanız, makinalar üretin]
148
Klinik
tıbbın oluşumu üzerine bir metin yazdığımda, bana göre siyasi bir kitap, kimse
ondan söz etmedi, gerçekten kimse.
Yazarın
siyasi eylemi açısından mesele herkes tarafından anlaşılmak değil, sözünü
ettiği kişiler tarafından anlaşılmaktır.
149
Daha
önemli ve daha ciddi düşmanlara saldırmaktansa küçük burjuvazinin varlık
biçimlerine ve düşüncelerine saldırmak daha kolaydır.
XIV. Attica Hapishanesi
Hakkında, Nisan
1972
151
Bu
durumda, doğal olarak, insan kendine şu soruyu soruyor: Makine ne üretmektedir?
Bu devasa tesisat neye yarar ve ondan çıkan nedir? … hapishanenin fiili olarak
bir şey ürettiğine inanılıyordu: Erdemli insanlar. Fakat bugün bilinmektedir ki
-ve cezaevi idaresi bunun tamamen bilincindedir- hapishane bu türden hiçbir şey
üretmemektedir. Sadece olağanüstü bir aldatmaca, tamamen özel bir değirmi eleme
mekanizması söz konusudur…
152
Geleneksel
sosyoloji, yani Durkheimcı tipteki sosyoloji sorunu şöyle koyar: Toplum,
bireyler arasında bir bağlantıyı nasıl yaratabilir? Bireyler arasında kurulan
ilişki biçimi, sembolik veya duygusal iletişim biçimi nedir? Toplumun bir
bütünlük oluşturmasını sağlayan örgütlenme sistemi nedir? Bana gelince, ben,
bir anlamda, bunun tersi sorunla ilgilendim, buna ters cevapla da
diyebilirsiniz: Hangi dışlama sistemi dolayısıyla, kimi eleyerek, hangi
bölünmeyi yaratarak, hangi yadsıma ve inkâr oyunu dolayısıyla toplum işleme
başlayabilir?
154
Mahkûmların
günde on ila on iki saat geçirdikleri yer, kendilerini evlerinde gibi
hissettikleri yer; bir buçuk metreye iki metrelik, bir yanı demir
parmaklıklarla tamamen kapalı korkunç bir hayvan kafesidir.
155
no
man's land... banliyölerdeki boş alanlar...
(dipnot:
1972-78, Aynı dönemde zenci nüfus Amerikan nüfusunun yüzde 11.27'sini temsil
ediyordu.)
156
...
hepimizin aslında hapishanede olduğumuz; sokakta, fabrikada, bir koğuşta aynı
zamanda hapiste olduğumuz anlamına gelir. Sürekli bir gözetleme ve cezalandırma
sistemine dahil olduğumuzu söylemek doğrudur. Fakat hapishane sadece
cezalandırıcı değildir; aynı zamanda eleme sürecinin araçlarından biridir.
159
[Maocular]
"Adli suçlularla benzer görülmek istemiyoruz, kamuoyunda bizim imajımızın
onlarınkiyle karışmasını istemiyoruz ve bizlere, siyasi mahkûm haklarına sahip
olan siyasi mahkûmlar olarak davranılmasını talep ediyoruz." ... Maocular
hızla anladılar ki, sonunda, hapishane tarafından adli mahkûmların elenmesi,
bizzat kendilerinin de kurbanı oldukları eleme sisteminin parçasıydı. Eğer
ayrım yapılırsa, siyasi hukuk ile kamusal hukuk arasındaki farklılık kabul
edilirse, bu, esas olarak, ötekinin mülkiyetine saygı, geleneksel değerlere
saygı konusunda burjuva ahlâk ve yasasının kabul edildiği anlamına gelir.
161
Attica’da
bize rehberlik etmiş olan bu kültürel programlar sorumlusunun, dolaysız şekilde
tehlikeli olduğunun da söylenebileceğini sanıyorum.
162
Suç,
“aşağıdan gelen bir hükümet darbesidir.” Deyim, Sefiller’dendir.
XV. Hakikat ve Hukuksal
Biçimler, Haziran
1974
pleb genellikle çiftçi ve zanaat erbabı; Roma
döneminde vatandaşlık hakları yok; reaya burjuvalar; orta halli kesim; Roma
döneminde genel halkı temsil eden; patristenlerin yurttaşlık haklarına sahip
olmayan fakat köle de olmayan kimseler.
plebist halk oylaması; referandumun yozlaşmış hali;
bir siyasi iktidarın arkasına meşru destek almak için propogandaya ve hileye
başvurarak yaptığı halk oylaması.
164
…
“hakikat ve hukuksal biçimler” … sorununa girişebilmek için metodolojik bir düşünme
tarzı sunacağım.
Birinci olarak, tamamen
tarihsel bir araştırma: Toplumsal pratiklerden yola çıkarak bilgi (savoir) alanları nasıl oluşabilmiştir?
Soru şudur: Biraz ironik bir şekilde akademik Marksizm diye
adlandırabileceğimiz ve iktisadi varoluş biçimlerinin insanların bilincinde
nasıl yansıdığını ve nasıl ifade bulduğunu araştıran bir eğilim vardır. Bana
öyle geliyor ki, Fransa’daki ve Avrupa’daki üniversite Marksizminde geleneksel
olan bu analiz biçiminin çok ciddi bir kusuru vardır: Bu da, aslında, insan
öznesinin, bilgi öznesinin ve bizzat bilgi biçimlerinin bir anlamda önceden ve
kesin olarak verilmiş olduklarını ve iktisadi, toplumsal ve siyasi varoluş
biçimlerinin bu kesin olarak verilmiş özneye konmaktan veya yerleşmekten başka
bir şey yapmadıklarını varsaymaktır.
Benim
hedefim, toplumsal pratiklerin sadece yeni nesneler, yeni kavramlar, yeni teknikler
ortaya çıkarmakla kalmayıp nasıl tamamen yeni özne ve bilgi öznesi biçimleri de
doğuran bilgi (savoir) alanları
meydana getirebildiklerini sizlere göstermektir.
[Fransızcadaki
savoir ve connaissance kelimelerinin her ikisini de Türkçeye “bilgi” olarak
çeviriyor ve gereken yerlerde ayrımı göstermek için … orjinalini veriyoruz.
Fransızcada connaissance tikel bilgi
biçimlerini adlandırmakta kullanılırken savoir
genel anlamda bilgi, yani tikel bilgilerden oluşan bütün için kullanılıyor.
y.h.n.]
165
İkinci araştırma ekseni söylem
analizi olarak adlandırılabilecek metodolojik bir eksendir. … söylemi,
tümcebilimsel yapı kurallarıyla birbirine bağlı dilbilimsel olgular olarak ele
alma…
Bu
söylem olgularını sadece dilbilimsel yanları bakımından değil, bir biçimde
oyun, games, stratejik etki-tepki,
soru-cevap, tahakküm ve sıyrılma oyunu olduğu kadar, mücadele olarak da
değerlendirme anı gelmiştir. Söylem, belli bir düzeyde, dilbilimsel olguların
ve bir başka düzeyde polemik ve stratejik olguların bu düzenli toplamıdır.
Söylemin stratejik ve polemik oyun olarak bu analizi, bence, ikinci bir
araştırma eksenidir.
Nihayet,
size önerdiğim ve ilk iki eksenle çakışması kendimi konumlandırdığım birleşme
noktasını tanımlayacak olan üçüncü araştırma ekseni, özne teorisinin
yeniden oluşturulmasından ibarettir. Son yıllar boyunca bu teori belli sayıda
teori tarafından veya daha ciddi olarak belli sayıda pratik tarafından -bu
pratikler arasında psikanaliz elbette ilk sırada yer alır- derinlemesine
değiştirilmiş ve yenilenmiştir.
İki
veya üç yüzyıl önce Batı felsefesi, açık veya zımni (üstü kapalı) şekilde,
özneyi temel olarak, tüm bilginin merkez çekirdeği olarak, özgürlüğün kendini
gösterdiği ve kendine çıkış noktası olarak aldığı, hakikatin ortaya çıktığı şey
olarak ileri sürüyordu. Oysa, bana öyle geliyor ki psikanaliz, öznenin bu
mutlak konumunu ısrarlı bir şekilde sorgulamıştır.
zımni üstü kapalı
166
...
bana öyle geliyor ki, özne teorisi hâlâ çok felsefi, çok Descartesçı ve Kantçı
kaldı...
Kesin
anlamda verili olmayan, hakikatin tarihe varmak için yola çıktığı şey olmayan,
bizzat tarihin içinde oluşan ve her an tarih tarafından oluşturulan ve yeniden
oluşturulan bir öznenin oluşumunu, tarih boyunca, nasıl meydana geldiğini
görmeye çalışmak ilginç olacaktır.
Önermek
istediğim hipotez, hakikatin iki tarihini olduğudur. Birincisi hakikatin bir
tür iç tarihidir, kendi düzenleme ilkelerinden yola çıkarak kendi kusurlarını
düzelten bir hakikatin tarihi: Bu, bilim tarihi içinde veya bu tarihten yola
çıkarak oluşan hakikatin tarihidir. Diğer yandan toplumda veya en azından bizim
toplumlarımızda, hakikatin oluştuğu, belli oyun kurallarının tanımlandığı
-belli öznellik biçimlerini, belli nesne alanlarını, belli bilgi (savoir)
türlerini doğuran oyun kuralları- birçok başka nokta olduğu kanısındayım ve
sonuç olarak buradan yola çıkarak hakikatin dış, dışsal bir tarihi yapılabilir.
Yargı
pratikleri, insanlar arasında haksızlıklara ve sorumluluklara hakemlik etme
tarzı, Batı'nın tarihinde insanların işledikleri suçlara göre yargılanabilme
tarzının tasarlanma ve tanımlanma kipi, belirli bireylere eylemlerinden
bazılarının telafi edilmesinin ve diğer bazılarının cezalandırılmasının
dayatılış tarzı; tüm bu kurallar veya -denebilir ki- tüm bu düzenli fakat tarih
tarafından sürekli değişikliğe uğratılan pratikler, incelenmeyi hak eden
toplumumuzun öznellik türlerini, bilme biçimlerini ve sonuç olarak insan ile
hakikat arasındaki ilişkileri tanımladığı biçimlerden biri gibi gelmektedir
bana.
Ceza
pratiğinden yola çıkarak bazı hakikat biçimlerinin nasıl tanımlanabileceğini
göstermeye çalışacağım. Çünkü, soruşturma diye adlandırılan şey -on beşinci ve
on sekizinci yüzyıl filozofları tarafından ve de coğrafyacı, botanikçi, zoolog,
iktisatçı olsun, bilim adamları tarafından uygulandığı ve hâlâ uygulanmakta
olduğu haliyle soruşturma- bizim toplumlarımızda hakikatin oldukça
karakteristik bir biçimidir.
Soruşturma,
yargı düzeninin içinde hakikati araştırmanın biçimi olarak ortaçağın ortasında
ortaya çıktı. Batı, daha sonra bilimsel düzende ve felsefi düşünme düzeninde
kullanılabilmiş olan karmaşık soruşturma tekniklerini kimin, neyi, hangi
koşullarda ve ne zaman yaptığını bilmek için geliştirdi.
Aynı
şekilde, on dokuzuncu yüzyılda, hukuksal, adli, cezai sorunlardan yola çıkarak,
soruşturma değil, inceleme diye adlandıracağım analiz biçimleri icat
edildi. Bu tür analiz biçimlerinden sosyoloji, psikoloji, psikopatoloji,
kriminoloji, psikanaliz doğdu. Bu analiz biçimlerinin kökeni araştırıldığında,
kapitalist dönemin oluşum döneminde, on dokuzuncu yüzyıl sonunda, belli siyasi
ve toplumsal denetimlerin oluşumuyla doğrudan ilişki içinde doğduklarının nasıl
görüleceğini size göstermeye çalışacağım.
168
Yunan
düşüncesi... Oedipus hikâyesi. Oedipus hikâyesinden köken noktası olarak, insan
arzusu veya arzu biçimlerinin formüle edildiği nokta olarak değil; tersine,
bilgi (savoir) tarihinin oldukça ilginç bir bölümü ve soruşturmanın çıkış
noktası olarak söz edeceğim.
Nietzsche'de,
bir bilgi öznesinin önvarlığını asla kabul etmeden bizzat öznenin oluşumunun
tarihsel analizini, belli bir bilgi (savoir) türünün doğuşunun tarihsel
analizini yapan bir söylem tipi bulunur.
...
Nietzsche'nin 1873 tarihli olan ve ancak ölümünden sonra yayımlanan bir metnini
alacağım. Metinde şöyle der: "Sayısız güneş sistemlerinin ateşiyle
yıkanmış evrenin bir köşesindeki bir kıvrımda bir gün bir gezegen ortaya çıktı,
gezegenin üzerinde zeki hayvanlar bilgiyi keşfettiler. Bu, 'evren tarihi'nin en
gurur verici ve en yalancı dakikası oldu."
169
Öncelikle
ve kendi rızasıyla, bilginin bir gök cismi üzerinde ve belirli bir anda icat
edildiğini söyleyen Nietzsche'nin saygısızlığını, patavatsızlığını dikkate
alacağım.
İcattan
söz ettiğinde, Nietzsche'nin kafasında her zaman "icat"a karşıt bir
kelime vardır: "Köken" kelimesi. "İcat" dediğinde, bu,
"köken" dememek içindir; Erfindung dediğinde, bu, Ursprung
dememek içindir.
Bu
konuda belli kanıtlar var. [Ör. Nietzsche'nin din tarihi analizi]
170
...
dinin kökeni yoktur, Ursprung'u yoktur, icat edilmiştir...
Yine
Şen Bilim'de, şiirden söz eden Nietzsche, şiirin Ursprung'unu, kökenini
arayanlar olduğunu, aslında ise şiirin ... icadının olduğunu ileri sürer. Bir
gün birinin aklına konuşmak için, kendi kelimelerini dayatmak için, kendi
kelimeleri aracılığıyla başkaları üzerinde belli bir iktidar ilişkisi kurmak
için dilin belli ritmik veya müzikal özelliklerini kullanmak gibi oldukça
ilginç bir fikir geldi. Şiir de icat edilmiş veya imal edilmiş oldu.
İcat,
... Nietzsche'ye göre, bir yandan bir kopmadır, diğer yandan aşağı, değersiz,
itiraf edilemeyecek küçük bir başlangıca sahip bir şeydir.
Demek
ki bilgi icat edilmiştir. Bilginin icat edildiğini söylemek kökeni olmadığını
söylemektir. Daha kesin olarak, ne kadar paradoksal olsa da, bilginin
kesinlikle insan doğasına kazınmış olmadığını söylemektir. Bilgi, en eski
içgüdüsü değildir veya tersine, insan davranışında, insan iştahında, insan
içgüdüsünde bilginin tohumu gibi bir şey yoktur. Aslında, der Nietzsche,
bilginin içgüdülerle bir ilişkisi vardır, fakat onlarda var olamadığı gibi
içgüdüler arasında bir içgüdü de değildir. Bilgi, sadece içgüdüler arasındaki
oyunun, karşı karşıya gelmenin, birleşmenin, mücadele ve uzlaşmanın sonucudur.
İçgüdüler karşılaştığı, mücadele ettiği ve nihayet, mücadelelerinin sonunda,
bir uzlaşmaya vardığı için ortaya bir şey çıkar. Bu bir şey bilgidir.
Sonuç
olarak, Nietzsche'ye göre, bilgi içgüdülerle aynı doğaya sahip değildir, bizzat
içgüdülerin incelmesi gibi bir şey değildir. Bilginin temeli, tabanı ve çıkış
noktası içgüdülerdir, fakat bunlar çatışma içindeki içgüdülerdir ve bilgi
sadece bunların yüzeydeki bir sonucudur. Bilgi bir şimşek gibidir, yayılan
fakat tamamen farklı doğadaki gerçeklikler veya mekanizmalar tarafından
yaratılmış bir ışık gibidir. Bilgi, içgüdülerin etkisidir; bir rastlantı veya
uzun bir sözleşmenin sonu gibidir. Dahası, der Nietzsche, "iki kılıç
arasındaki kıvılcım" gibidir, fakat aynı demirden yapılmış değildir.
İnsan
doğasında önceden tasarlanmış yüzey etkisi olarak bilgi, oyununu içgüdülerin
önünde, üzerinde, ortasında sürdürür; onları sıkıştırır, içgüdüler arasındaki
belli bir gerilim veya yatışma durumunu ifade eder. Fakat bilgi analitik
biçimde, doğal bir türev alma biçimine göre türetilemez. Zorunlu biçimde,
içgüdülerden türetilemez. Bilgi, aslında, insan doğasının parçası değildir.
Mücadeledir, savaştır, savaşın sonucudur, ve bilgiyi doğuracak olan şey sonuçta
risk ve rastlantıdır. Bilgi içgüdüsel değildir, içgüdü karşıtıdır; tıpkı doğal
değil, doğal-karşıtı olması gibi.
Fakat
bu önermeye verilebilecek ikinci anlam, bilginin, insan doğasına bağlı
olmamasının, insan doğasından türememesinin yanı sıra bilinecek dünyayla, bir
soy hakkıyla, akraba bile olmamasıdır. Nietzsche'ye göre, bilgi ile bilinecek
şeyler arasında hiçbir benzerlik, önceden görülebilecek hiçbir yakınlık yoktur.
Daha Kantçı terimlerle konuşulursa, deneyim koşulları ile deneyim nesnesinin
koşullarının bütünüyle heterojen olduğunu söylemek gerekir.
172
...
oysa ki deneyim koşulları ile deneyim nesnesinin koşullarının özdeş olduğunu
açıkça ilk söyleyen Kant'ın kendisi olmuştu. Tersine, Nietzsche, bilgi ile
bilinebilecek dünya arasında bilgi ile insan doğası arasında olduğu kadar
farklılık olduğunu düşünür.
Dünya
asla insanı taklit etmeye çalışmaz, hiçbir yasa tanımaz. Doğada yasalar
olduğunu söylemekten sakınalım. Bilginin mücadele etmek zorunda olduğu dünya,
düzensiz, bağlantısız, biçimsiz, güzelliksiz, bilgelikten yoksun, uyumsuz bir
dünyadır. Bilgi böyle bir dünyayla ilgilidir. Bilgide, herhangi bir hakla, bu
dünyayı bilmeye kendisini yetkili kılacak hiçbir şey yoktur. Doğanın bilinmesi
doğal değildir. Böylece, içgüdüyle bilgi arasında bir süreklilik değil, bir
mücadele, tahakküm, kölelik, ikame ilişkisi bulunur; aynı şekilde, bilgi ile
bilginin bilmesi gereken şeyler arasında hiçbir doğal süreklilik ilişkisi
olamaz. Bilgi, bilinecek şeylerin ihlali olabilir ancak; yoksa bir algı, bir
tanıma, şunun özdeşleştirilmesi veya bununla özdeşleşme değildir.
...
Nietzsche'nin bu analizinde, Batı felsefe geleneğiyle ders alınması gereken
ikili ve çok önemli bir kopma vardır. Birincisi bilgi ile eşya arasındaki
kopmadır. ... Bilgiye dünyadaki şeyleri gerçekten bilme gücünü sağlayan ve
bilginin sürekli hata, yanılsama, keyfilik olmamasını sağlayan nedir? Batı
felsefesinde bunu sağlayan Tanrı değilse nedir?
173
Nietzsche
açıkça sorar: "Tanrı'nın tüm bu gölgeleri bizi karartmaya ne zaman son
vereceklerdir? Doğayı tanrısallıktan ne zaman tümüyle kurtaracağız?" (Le Gai Savoir)
174
[bilginin
imali, içgüdü olmadıkları] Şen Bilim, 333. aforizma. "Bilgi
ne anlama gelir?"
Spinoza
diyordu ki, eğer şeyleri anlamak istiyorsak, eğer onları kendi doğaları, kendi
özleri ve dolayısıyla kendi hakikatleri içinde gerçekten anlamak istiyorsak,
onlara gülmekten, onlara acımaktan veya onlardan tiksinmekten sakınmalıyız.
Ancak bu tutkular yatıştığında onları anlayabiliriz. Nietzsche sadece bunun
doğru olmadığını söylemekle kalmaz, tamamen tersinin meydana geldiğini de
söyler.
Nietzsche,
tüm bunların ardında, gülmek, şikayet ve kinden ibaret bu üç içgüdünün, bu üç
mekanizmanın veya bu üç tutkunun oyunu ve mücadelesi olduğu için anlarız, der.
Öncelikle
bu üç tutkunun veya bu üç itkinin -gülmek, acımak, tiksinmek- ortak yanlarının,
nesneye yaklaşmanın, onunla özdeşleşmenin bir biçimi olmaları değil; tersine,
nesneyle aramıza mesafe koymak, ondan farklılaşmak veya kendimizi ondan kopuk
bir biçimde konumlandırmak, gülme yoluyla ondan sakınmak, şikayet yoluyla onu
değersizleştirmek, ondan uzaklaşmak ve gerektiğinde kin yoluyla onu yok etmenin
bir biçimi olmaları olduğunu saptamaktır. ... Bilginin radikal kötülüğü.
175
...
ikinci önemli düşünce... Bu itkilerin -gülmek, acımak, iğrenmek- hepsinin kötü
ilişkiler düzenine ait oldukları düşüncesi.
Eğer
bu üç itki bilgiyi meydana getiriyorsa, Spinoza'da olduğu gibi yatıştıkları
veya uzlaştıkları veya bir birliğe ulaştıkları için değildir. Bu, tersine,
kendi aralarında savaştıkları, karşı karşıya geldikleri içindir. Bu itkiler ...
birbirlerine zarar vermeyi denedikleri, savaş halinde oldukları için, bu savaş
halinin anlık bir durağanlaşmasında bir duruma, sonunda bilginin "iki
kılıç arasındaki kıvılcım" olarak ortaya çıkacağı kopmaya varırlar.
Demek
ki, bilgide nesneye bir upuygunluk, bir kendine katma ilişkisi değil, daha
ziyade, bir mesafe ve tahakküm ilişkisi vardır; bilgide, mutluluk ve aşk gibi
bir şey değil, kin ve düşmanlık vardır; birleşme değil, geçici iktidar sistemi
vardır. [Ulus Baker, "bilincimiz, doğanın eksiltilmiş hallerini bize
sunar"]
Batı
felsefesi, -bu kez Descartes'e göndermede bulunmak zorunlu değildir, Platon'a
kadar gidilebilir- bilgiyi her zaman logos-merkezcilikle, benzerlikle,
upuygunlukla, ahiret mutluluğuyla birlikte nitelemiştir. Bütün bu büyük temalar
şimdi sorgulanmaktadır.
176
Bilgi
gerçekten bilinmek isteniyorsa, ne olduğunu bilmek, kökü, oluşumu içinde
kavramak isteniyorsa filozoflara değil; siyasetçilere yaklaşmak, mücadele ve
iktidar ilişkilerinin neler olduklarını anlamak gerekir. ... şeylerin kendi
aralarında, insanların kendi aralarında birbirlerinden nefret etme,
birbirleriyle mücadele etme, birbirleri üzerinde tahakküm kurmaya çalışma,
birbirleri üzerine iktidar uygulamak isteme biçimleriyle anlaşılabilir.
Nietzsche'nin
bu metnini ... benim "hakikat siyaseti" diye
adlandırdığım şeyin tarihsel bir analizi için bir modeli kullanımımıza sunacak
belli unsurların Nietzsche'de var olduğunu göstermek için [ele aldım].
...
Güç İstenci'nde Nietzsche, tıpkı kendinde bilginin olmaması gibi
kendinde varlık olmadığını da ileri sürer. Ve bunu söylediğinde, Kant'ın
kendinde bilgiden anladığı şeyden tamamen farklı bir şeyi belirtir. Nietzsche
bilginin bir doğası, bilginin bir özü, bilginin evrensel koşulları olmadığı;
fakat bilginin, her seferinde bilgiyle aynı düzene ait olmayan koşulların
tarihsel ve anlık sonucu olduğunu söylemek istiyor. Bilgi, gerçekte, etkinlik
olarak değerlendirilebilecek bir olaydır. Bilgi ne bir yetenek ne de evrensel
bir yapıdır. Evrensel olarak kabul edilebilen belli unsurları kullandığında
bile bilgi sadece sonuç, olay, etki niteliği taşıyacaktır.
Nietzsche,
bilginin perspektif karakterinden söz ettiğinde, bilginin sadece kendi
aralarında farklı ve özlerinde çoğul belli edimler biçimi altında var olduğunu
belirtmek istemektedir... Yani bilgi her zaman insanın kendini içinde bulduğu
belli bir stratejik ilişkidir.
178
Nietzsche'de,
bilginin hem en genelleştirici hem de en tikel şey olduğu yolundaki sürekli
tekrarlanan fikri, bu nedenle buluruz. Bilgi şematize eder, farklılıkları göz
ardı eder, şeyleri birbirine indirger ve bunu da hakikatte hiçbir temeli
olmadan yapar. Bu nedenle bilgi her zaman bir bilmemedir. ... İnsan ile bildiği
şey arasında özel bir mücadele, bir kafa kafaya gelme, bir çatışma gibi bir şey
oluştuğu, hazırlandığı ölçüde bilgi vardır. Bilgide her zaman çatışma niteliği
taşıyan ve bilgiyi her zaman tekil yapan bir şey vardır. ... bilginin çelişkili
özelliği... Genelleştirici ve her zaman tekil.
Böylece,
... ideoloji kavramına varıyoruz. Geleneksel Marksist analizlerde ideoloji bir
tür negatif unsurdur; öznenin hakikatle ilişkisi veya sadece bilgi ilişkisinin,
toplumsal ilişkiler tarafından veya bilgi öznesine dışarıdan dayatılan siyasi
biçimler tarafından bulandırıldığı, karanlıklaştırıldığı, örtüldüğü olgusu bu
öğe dolayısıyla ifade edilir.
Bu
konferanslarda gösterme iddiasında olduğum şey, siyasi, ekonomik yaşam
koşullarının bilgi öznesi için aslında nasıl bir peçe veya engel olmadığı;
fakat bilgi öznelerinin ve dolayısıyla hakikat ilişkilerinin bu ilişkiler
üzerinden oluştuğudur.
II
179
Oedipus
hikâyesi...
Deleuze
ve Guattari, baba-anne-oğul'dan oluşan Oedipus üçgeninin ne zaman dışı bir
hakikati ne de arzumuzun derinlemesine tarihsel bir hakikatini ortaya
çıkardığını göstermeyi denediler. Bu ünlü Oedipus üçgeninin, tedavi içinde onu
kullanan psikanalistler için, arzuyu denetim altında tutmanın; arzunun bizi
çevreleyen dünyayı kuşatmamasını, bu dünyaya yayılmamasını, aile içinde
kalmasını ve ana, baba ve oğul arasında neredeyse burjuva bir küçük dram olarak
seyretmesinin sağlamanın bir yolunu oluşturduğunu göstermeye çalıştılar.
180
Oedipus
bir iktidar aygıtıdır, tıbbi ve psikanalitik iktidarın arzu ve bilinçdışı
üzerinde bir uygulanma tarzıdır.
181
Sofokles'te
okuduğumuz haliyle Oedipus tragedyasının -bu trajedinin bağlı olduğu mitsel
temel sorununu bir yana bırakıyorum- henüz toplumumuzun kurtulmadığı, iktidar
ile bilgi (savoir) arasındaki, siyasi iktidar ile bilgi arasındaki belirli bir
ilişkiyi nasıl temsil ettiğini gösterdiğini iddia ediyorum. Bizim
medeniyetimizde, bana öyle geliyor ki, gerçekten bir Oedipus kompleksi vardır.
Fakat ne bizim bilindışımız ve arzumuzla, ne de arzu ile bilinçdışı arasındaki
ilişkilerle ilgilidir. ... bu bireysel düzlemde değil, kolektif düzlemde
görülür; arzu ve bilinçdışı konusunda değil, iktidar ve bilgi (savoir)
konusunda. Analiz etmek istediğim bu tür bir "kompleks"tir.
Oedipus
tragedyası, esas olarak, Yunan hukuk prosedürlerine ilişkin sahip olduğumuz ilk
tanıklıktır. Herkesin bildiği gibi, bir hakikati bilmeyen insanların -bir hükümran,
bir halk- sözünü edeceğimiz bir dizi teknikle hükümranın hükümranlığını bile
tartışma konusu eden bir hakikati keşfetmeyi başardıkları bir hikaye söz
konusudur. ... Bu nedenle, önümüze çıkan ilk sorun, arkaik Yunan'da hakikati
hukuksal biçimde araştırmanın ne olduğunu bilme sorunudur.
182
...
rakipler Menelaos ile Antilokhos arasında tartışma vardır. ... Menelaos'un,
"bir kural çiğnediniz" suçlamasından ve Antilokhos'un "kural
çiğnemedim" savunmasından sonra Menelaos meydan okur: "Sağ elinizi
atınızın alnına koyun, sol elinizle kamçıyı tutun ve kural çiğnemediğinize dair
Zeus önünde yemin edin."
İşte,
eski ve çok arkaik hakikat sınaması pratiği budur; hakikat, bir tartışma, bir
tanık, bir soruşturma veya zorbaca bir soruşturmayla değil; bir sınama oyunu
yoluyla hukuksal olarak ortaya çıkarılır. Sınama, arkaik Yunan toplumunun
özelliğidir.
[Burada
Oedipus Tragedyası'nda geçen olaylar anlatılıyor...]
188
...
diyebiliriz ki, bütün Oedipus piyesi hakikatin dile getirilmesini bir kehanet
ve öngörü söyleminden, kâhinlik değil tanıklık niteliği taşıyan retrospektif
bir başka söyleme doğru yer değiştirme biçimidir. Bu yine parıltıyı veya
kehanetçi ve ilahi olan parıltının hakikatinin ışığını çobanların bir anlamda
empirik ve günlük yaşama özgü bakışına doğru kaydırmanın bir biçimidir.
Çobanlarla tanrılar arasında bir tekabüliyet vardır. Aynı şeyi söylerler, aynı
şeyi görürler, fakat aynı dille veya aynı gözlerle değil.
189
Oedipus'ta
hakikatin yol alışının bu mekanizmasını anlamamız için üzerinde durmamız gereken
noktalardan biri budur. Bir yanda tanrılar vardır, diğer yanda çobanlar. Fakat,
ikisinin arasında, kralların düzlemi bulunur veya daha doğrusu, Oedipus'un
düzlemi.
...
Oedipus, Freud'a göre, unutuşun insanıdır, bilmemenin insanıdır, bilinçdışının
insanıdır. ... Oedipus'un bilmeyen kişi değil; tersine, çok bilen kişi olduğunu
göstermek istiyorum.
Oedipus
iktidar insanıdır, belli bir iktidar uygulayan kimsedir.
Bütün
piyes boyunca iktidar tematiğinin önemini görebiliriz. ... Oedipus'un
iktidarı... Oedipus'un kendini tehdit altında hissetmesine yol açan şey budur.
190
Kral
Oedipus'ta, kendini asla masumiyeti temelinde savunmaz. Onun sorunu sadece
iktidardır. İktidarı koruyabilecek midir? Piyesin başından sonuna kadar
tartışma konusu edilen bu iktidardır.
...
Oedipus, masumiyet terimleriyle cevap vermeden, Tiresias'a şöyle der: "Sen
benim iktidarımı istiyorsun; beni iktidarımdan yoksun bırakmak için bana karşı
bir komplo tezgâhladın".
191
...
Oedipus'a yöneltilen son söz yeni kral Kreon tarafından edilir: "Artık
efendi olmaya çalışma."
192
Fakat,
Oedipus'un bu iktidarı nedir? Özellikleri nelerdir? ... Tiran...
Tiran,
birçok macera yaşadıktan ve iktidarın zirvesine ulaştıktan sonra bu iktidarı
kaybetme tehdidiyle sürekli karşı karşıya kalan kimsedir.
193
Tam
anlamıyla bir tiran olmayan, fakat bir yasa-koyucu olan Solon altıncı yüzyıl
sonunda Atina sitesini doğrultmakla övünüyordu. Yedinci ve altıncı yüzyıllarda
Yunan'da görülen bütün tiranların özelliği budur. Sadece yukarıyı ve aşağıyı
tanımakla kalmamışlar, Korinthos'de Kypselos'un yaptığı gibi adil bir iktisadi
paylaşım yoluyla veya Atina'da Solon'un yaptığı gibi adil yasalar aracılığıyla
siteleri düzenleme rolü de oynamışlardır.
...
Oedipus yasalara önem vermeyen ve onların yerine kendi iradesini ve emirlerini
koyan kimsedir. Bunu açıkça söyler. ... "Adil olup olmadığı beni
ilgilendirmiyor, her şeye rağmen itaat etmek gerekir."
195
[Oedipus'un
bilgisi] ... söyelenen şeyden destek almadan, kimseyi dinlemeden kendi
gözleriyle görmek isteyen yapayalnız insanın, tanımanın bu tek başına edinilmiş
bilgisidir. Site'yi kendi başına yönetebilen ve yönetmeye muktedir tiranın
otokratik bilgisi. ... Oedipus, şeylere açık, otokratik bakışlı bir insan
olduğu için tuzağa düşer.
196
Oedipus,
tiranca iktidarıyla çok fazla şey yapabiliyor, yalnız bilgisinde çok şey
biliyordu. Bu aşırılıkta, hâlâ annesinin eşiydi ve oğullarının kardeşi.
Oedipus, fazlalığın adamıdır, her şeyde aşırı olan insandır: iktidarında,
bilgisinde, ailesinde, cinselliğinde. Oedipus, çifte insan, çobanların
bildikleri ve tanrıların söyledikleri şeyin sembolik şeffaflığına göre
fazlaydı.
Oedipus'un
tragedyası, demek ki, birkaç yıl sonra, Platoncu felsefe olacak olan şeye
oldukça yakındır. ... Sonuç olarak, Platon'un metninde veya Sofokles'in metninde
mevcut olmasa da, tüm bunların ardında hedeflenmiş olan şey, bir efsane
bağlamında ele alınmış olsa da fiilen varolmuş olan büyük tarihsel kişiliktir:
Ünlü Asur kralı.
197
Doğu
Akdeniz Avrupa toplumlarında, ikinci bin yılın sonunda ve birincinin başında,
siyasi iktidar her zaman belli bir tür bilginin sahibiydi. İktidara sahip olma
olgusuyla kral ve etrafındakiler diğer toplumsal gruplara aktarılmaması gereken
ve aktarılamayan bir bilgiye sahipti. Bilgi ve iktidar tam olarak birbirine
denk, bağlantılı, üst üsteydi.
Yunan
toplumunun kökeninde, beşinci yüzyıl Yunan çağının kökeninde, bizim
uygarlığımızın kökeninde meydana gelmiş olan şey, aynı zamanda bir bilgi de
olan siyasi bir iktidarın bu büyük birliğin parçalanmasıdır. ... Arkaik
Yunan'ın beş veya altı yüzyıl süren bu uzun çözülmesine tanık oluruz. Ve klasik
Yunan ortaya çıktığında -Sofokles bunun başlangıç tarihini, doğum noktasını
temsil eder- bu toplumun var olabilmesi için yok olması gereken şey, iktidar
ile bilginin birliğidir. Bu andan itibaren, Oedipus kör, bir şey bilmeyen ve
çok şey yapabileceği için bilmeyen iktidar insanı gibi yapacaktır.
198
Hakikatin
siyasi iktidara asla ait olmadığı, siyasi iktidarın kör olduğu, hakiki bilginin
tanrılarla ilişkide olunduğunda veya hatırlandığında, büyük ebedi güneşe
bakıldığında veya olan bitene gözler açıldığında sahip olunan bilgi olduğu
şeklindeki büyük mit Batı'ya egemen olacaktır. Bilgi ile iktidar arasındaki
çatışkı olduğu şeklindeki o büyük Batı miti Platon'la birlikte başlar. Eğer
bilgi varsa iktidardan vazgeçmesi gerekir. Bilginin ve bilimin saf hakikatleri
içinde bulundukları yerde siyasi iktidar olamaz.
Bu
büyük mitin tasfiye edilmesi gerekir. Nietzsche'nin, her bilginin ardında, her
bilginin (connaissance) ardında söz konusu olan şeyin bir iktidar mücadelesi
olduğunu belirtmiş olan çok sayıda metinde göstererek yıkmaya çalıştığı şey bu
mittir. Siyasi iktidar bilme yokluğu değildir, bilme ile birlikte örülmüştür.
Belli
bir anlamda anlaşmazlık, suçla ilgili bir tartışma sorunu da olan -Kral Laios'u
kim öldürdü?- sorununu çözmek için Homeros'un eski usulüne göre yeni bir kişi
ortaya çıkar: Çoban.
199
Antigone,
Elektra gibi Sofokles'in birçok piyesi hukuk tarihinin bir tür teatral
ritüelleştirilmesidir.
200
Ortaçağ
Avrupası'nda, soruşturmanın, daha karanlık ve daha yavaş; fakat birinciden daha
etkili bir başarı elde etmiş olan bir tür ikinci doğumuna tanık olunur.
Bu,
soruşturma sisteminin var olmadığı bir hukuktur; çünkü bireyler arası
anlaşmazlıklar sınama oyunu yoluyla çözümleniyordu.
İlk
olarak, kamusal dava yoktur, yani bireylere karşı suçlamaları yürütmekle
görevli kimse -toplumu, grubu, iktidarı temsil eden veya iktidarı elinde tutan
kimse- yoktur. Cezai türden bir davanın olması için haksızlığın olması
gerekiyordu, en azından bir kişinin haksızlığa uğradığını ileri sürmesi veya
kendini kurban olarak göstermesi ve kurban olduğunu ileri süren bu kişinin
düşmanını belirtmesi, kurbanın doğrudan saldırıya uğrayan kişi olması veya
kurbanın ailesine dahil ve akrabasının davasını üstlenen bir kişi olması
gerekiyordu.
201
Bir
tür kamusal kovuşturmanın olduğu oldukça ilginç iki durum biliyoruz sadece:
ihanet ve eşcinsellik. ... Sonuç olarak, eski Germen hukukunda cezai
kovuşturmanın olabilmesinin ilk koşulu iki kişinin varlığıydı, asla üç değil.
...
birisi öldüğünde, yakın akrabalarından biri hukuksal intikam uygulamasını
yerine getirebilir, bunun anlamı birini, kural olarak da katili öldürmekten
vazgeçmemektir. Hukuk alanına girmek katili öldürmek anlamına gelir; fakat
katili belirli kurallara, belirli biçimlere göre öldürmektir. Eğer katil suçu
falanca veya filanca biçimde işlemişse onu parçalayarak ya da kafasını uçurarak
öldürmek gerekir. ... hukuk savaşın ritüel biçimidir.
202
Roma
İmparatorluğu'nun istilasından önce eski Germen hukuku bu şekilde oluşmuştur.
...
feodal hukuk esas olarak Germenik türdedir. Yunan toplumlarındaki veya Roma
İmparatorluğu'ndaki hakikati soruşturma ve belirleme prosedürlerinin
öğelerinden hiçbirine sahip değildir.
Feodal
hukukta, iki kişi arasındaki anlaşmazlık sınama sistemiyle düzenleniyordu. Bir
kişi, öldürdüğü veya çaldığı için bir başkasını suçlayarak bir hak talep
ettiğinde, bir itirazda bulunduğunda, iki taraf arasındaki anlaşmazlık her
ikisinin de kabul ettiği ve ikisinin de tabi olduğu bir dizi sınamayla çözümleniyordu.
Bu sistem hakikati değil, konuşanın gücünü, ağırlığını, önemini kanıtlamanın
bir biçimiydi.
203
İlk
olarak toplumsal sınamalar vardı, bir bireyin toplumsal öneminin sınanması. On
birinci yüzyıldaki eski Bourgogne hukukunda biri cinayetle suçlandığında,
cinayet işlemediğine yemin edecek on iki tanığı etrafına topladığında
masumiyetini tümüyle kanıtlayabilirdi.
İkinci
olarak, sözel türden sınamalar vardı. Bir kişi herhangi bir şeyle suçlandığında
-hırsızlık ya da cinayet- bu suçlamaya, cinayet ya da hırsızlık işlemediğini
garanti eden belli formüllerle cevap vermeliydi. Bu formülleri dile getirirken
başarısızlığa uğrayabilir ya da başarabilirdi. ... Bir dilbilgisi hatası, bir
kelime değişikliği formülü geçersiz kılıyordu, yoksa kanıtlanmaya çalışılan
şeyin hakikatini değil.
204
Son
olarak, "ordalie" denen ve kazanıp kazanamayacağını gözlemek için bir
kişiyi kendi bedeniyle bir tür oyuna, mücadeleye tabi tutmaktan ibaret ünlü
bedensel, fiziksel sınamalar vardı. Örneğin, Karolenj İmparatorluğu döneminde,
Fransa'nın kuzeyindeki bazı bölgelerde cinayetle suçlananlara dayatılan ünlü
bir sınama vardı. Suçlunun korlar üzerinde yürümesi gerekiyordu ve iki gün
sonra hâlâ ayağında izler varsa davayı kaybediyordu. Yine su
"ordalie"si gibi başka sınamalar vardı; bunda, bir insanın sağ eli
sol ayağına bağlanıyor ve suya atılıyordu. Eğer o kişi boğulmuyorsa davayı
kaybediyordu, çünkü su bile onu kabul etmemiş oluyordu, çünkü su onu reddetmiş
oluyordu.
205
Hakikati
söylemiş olan bir kişi haklıdır, bir yalan söylemiş olan bir başkası haksızdır.
Sonuç olarak, hüküm, feodal hukukta yoktur: Hakikatle hatanın bireyler arasında
ayrılması burada hiçbir rol oynamaz; sadece zafer ya da yenilgi söz konusudur.
Hukuksal
sınamaların geliştiği anda, yargıç adını taşıyan biri -siyasi hükümran ya da
iki rakibin karşılıklı onayıyla seçilmiş biri- sadece mücadelenin kurala uygun
olarak geliştiğini saptamak için hazır bulunur. Yargıç, hakikat üzerine değil,
usulün kurala uygunluğu üzerine tanıklık eder.
Dördüncü
karakteristik, bu mekanizmada, sınamanın hakikati söylemiş olanı seçmeye,
belirlemeye değil; en güçlü olanın, aynı zamanda, haklı olan olduğunu
saptamaktır.
206
Bu
hukuksal uygulama sistemi on ikinci yüzyıl sonunda ve on üçüncü yüzyıl boyunca
yok olur. Ortaçağın tüm ikinci yarısı boyunca bu eski pratiklerin dönüşümüne ve
yeni yargı biçimlerinin, yeni hukuksal uygulama ve prosedür biçimlerinin
keşfine tanık olunur. ... Hukukun bu geliştirilişinde icat edilen şey bilginin
içeriğinden çok bilginin biçimleri ve koşullarıyla ilgilidir. Bu bilgi kipliği, ... soruşturmadır.
Ortaçağ
başında mal dolaşımını sağlamanın en önemli yollarından biri savaş, vurgun,
toprağın, bir şatonun ya da bir şehrin işgal edilmesiydi.
208
[on
ikinci yüzyıl ortasında ya da sonunda, ilk büyük ortaçağ monarşisinin oluşumu]
[hukukta yeni şeylerin ortaya çıkışı]
1)
Kişiler arasında itilaf ve bu kişiler tarafından belli sayıda tasfiye
kurallarının özgürce kabulü olmayan; fakat, tersine, kişilere, rakiplere,
taraflara yukarıdan dayatılan bir adalet.
2)
Roma hukukunda öncesi olmayan, tamamen yeni bir kişi ortaya çıkar: Savcı. On
ikinci yüzyıl dolaylarında Avrupa'da ortaya çıkan bu ilginç şahsiyet,
hükümranın, kralın ya da efendinin temsilcisi olarak ortaya çıkar. ... zarara
uğrayan bir iktidarın temsilcisi...
3)
Tamamen yeni bir kavram ortaya çıkar: Yasaya aykırı davranış. ... sadece bir
kişinin diğerine saldırısı değil, aynı zamanda bir kişinin devlete, devletin
temsilcisi olarak hükümrana saldırısı...
4)
Savcının ve yasa ihlalinin keşfi kadar şeytansı son bir keşif, son bir icat
daha vardır: Devlet, veya, daha doğrusu, hükümran (çünkü o dönemde devletten
söz edilemez) sadece zarar gören taraf değil; aynı zamanda tazminat talep eden
taraftır. ... Ceza mekanizmalarıyla birlikte, büyük müsadere mekanizmaları
(devletin toprak ya da mala el koyma hakkı) da böyle ortaya çıkar. Doğmakta
olan büyük monarşiler için zenginleşmenin ve mülklerini büyütmenin önemli
araçlarından biri olan mal müsadereleri. Batı monarşileri adaletin ele
geçirilmesi üzerinde kurulmuştur; bu, müsadere mekanizmalarının uygulanmasını
sağlar.
212
Kilise
onuncu, on birinci ve on ikinci yüzyıllarda Avrupa birliğinin tek
ekonomik-siyasi gücü haline geldiğinde kilise engizisyonu hem günahlar, hatalar
ve işlenen suçlar hakkında tinsel soruşturmaydı hem de kilise mallarının idare
ediliş ve kârların bir araya getiriliş, biriktiriliş, vs. tarzı üzerine idari
soruşturma.
213
Bu
analizden bazı sonuçlar çıkarabiliriz.
1)
Genellikle, eski barbar hukuku sınamalarının karşısına yeni rasyonel soruşturma
usulü çıkarılır. ... bunların barbar, arkaik, irrasyonel sistemler oldukları
kanısındayızdır. Soruşturma sistemiyle birlikte, hakikati ortaya çıkarmanın
rasyonel bir sistemine nihayet varmak için on ikinci yüzyıla kadar beklenilmiş
olması etkileyicidir. Yine de, soruşturma prosedürünün sadece rasyonalitenin
ilerleyişinin sonucu olabileceğini sanmıyorum. ... Bu prosedürün hukuk alanında
kullanımını sadece mümkün değil, zorunlu da kılan şey, tüm bir siyasi
dönüşümdür, yeni bir siyasi yapıdır.
Aklın
ilerlemesi, bilginin incelikli bir hal alması terimleriyle yapılan hiçbir
tarih, soruşturmanın rasyonalite kazanmasını açıklayamaz.
214
2)
Soruşturma, belli bir iktidar ilişkisinden, bir iktidar uygulama biçiminden
kaynaklanır. Kiliseyle birlikte hukuka dahil olmuştur ve sonuçta, dinsel
kategorilerin izini taşır.
215
...
on ikinci yüzyıl çevresinde, yasaya zarar verme ile dinsel hata arasında ilginç
bir bağlantı vardır. Hükümrana zarar vermek ve bir günah işlemek birleşmeye
başlayan iki şeydir. Klasik hukukta derinlemesine birleşmiş olacaklardır. Bu
bağlantıdan tamamen kurtulmuş değiliz.
3)
Siyasi yapılardaki ve iktidar ilişkilerindeki bu dönüşümün sonucu olarak on
ikinci yüzyılda ortaya çıkan soruşturma ortaçağın ve hatta modern dönemin bütün
hukuksal pratiklerini tamamen yeniden düzenledi. Daha genel olarak, bu hukuksal
soruşturma başka birçok pratik alana -toplumsal, ekonomik- ve birçok bilgi
alanına yayılmıştır.
Devlet
yönetimlerinin, siyasi iktidarın aktarım ve sürekliliğinin düzenli bir biçimi
kadar ekonomi politik, istatistik, vs. gibi bilimler de buradan doğmuştur.
Bu
soruşturma teknikleri, iktidar uygulama alanlarına doğrudan bağlı olmayan
alanlara da yayılmıştır: Kelimenin geleneksel anlamıyla bilgi (savoir) ya da
bilgi (connaissance) alanlarına.
[coğrafya,
astronomi, iklim bilgisi, seyahat tekniği, Amerika'nın keşfi, tıp, botanik,
zooloji]
216
Sınama,
hukuksal pratikten kaybolma eğilimindedir; bilgi alanlarından da kaybolur.
Simya,
modeli sınama olan bir bilgidir. ... Esas olarak, iki güç arasında bir çatışma
söz konusudur: Arayan simyacı ile sırlarını saklayan doğanın güçleri...
218
On
sekizinci yüzyılda, İngiltere'de herhangi bir kişiyi darağacına, idam sehpasına
götürebilecek 315 davranış vardı; ölümle cezalandırılan 315 durum. Bu, on
sekizinci yüzyıl İngiliz ceza sistemini, ceza yasasını, ceza kuralını uygarlık
tarihinin gördüğü en vahşi, en kanlı yasalardan biri yapıyordu. Bu durum, on
dokuzuncu yüzyıl başında derinlemesine değişti, ancak hukuksal biçimler ve
kurumlar derinlemesine değişmedi.
219
[Beccaria,
Bentham, Brissot] Bu yazarlar tarafından tanımlanan ceza yasasının teorik
sisteminin temel ilkesi, terimin cezai anlamıyla suçun ya da daha teknik
olarak, yasa ihlalinin ahlâki ya da dinsel hatayla hiç ilişkisinin olmadığıdır.
... Yasa var olmadan önce ihlal olmaz. Bu teorisyenlere göre, ancak yasa
tarafından fiilen kınanacak davranışlar olarak tanımlanan davranışlar
cezalandırılabilir.
İkini
bir ilke, iyi yasaların olabilmesi için, bir toplumun içindeki siyasi iktidar
tarafından formüle edilen bu pozitif yasaların, doğal yasayı, dinsel yasayı ya
da ahlâki yasayı pozitif terimlerle yeniden yazıyor olmamalarıdır. Bir ceza
yasası, sadece toplum için yararlı olan şeyi temsil etmelidir. Yasa, topluma
zararlı olan şeyi, kınanacak diye tanımlar, böylece, yararlı olan şeyi de ne
olmadığını söyleyerek tanımlar.
Üçüncü
ilke, ... Suçun açık ve basit bir tanımı gerekir. Suç, günah ve hata ile
yakınlığı olan bir şey değildir; topluma haksızlık yapan bir şeydir; toplumsal
bir zarardır, karışıklıktır, tüm toplum için bir rahatsızlıktır.
Suçlu,
toplum düşmanıdır.
220
Eğer
suç toplum için bir bela ise, eğer suçun hata ile, doğal, ilahi, dinsel hukukla
ilişkisi yoksa, ceza yasasının bir intikam, bir günahın kefaretini istemeyeceği
açıktır. Ceza yasası, sadece toplumda yol açılan karışıklığın telafisini
sağlamalıdır. Ceza yasası öyle olmalıdır ki, bireyin topluma verdiği zarar
silinebilmelidir; eğer bu mümkün değilse, zararın, söz konusu birey ya da bir
başkası tarafından tekrarlanmaması gerekir.
Bu
teorisyenlere göre, buradan, olası dört tür ceza kaynaklanır. Birincisi, şu
önermede ifade edilen ceza: "Toplumsal sözleşmeyi bozdunuz, artık
toplumsal gövdeye dahil değilsiniz, yasallık alanının dışına siz kendiniz
yerleştiniz; biz sizi bu yasallığın işlediği toplumsal mekândan
kovuyoruz." [Beccaria, Bentham gibi yazarlarda sık sık rastlanan bu fikre
göre] ... ideal cezalandırma aslında insanları basitçe kovmak, sürgün etmek,
sürmek ya da ihraç etmektir.
İkinci
olasılık, bir tür bulunduğu yerde dışlamadır. ... Hatası açığa vurulur,
herkesin önünde kişiliği teşhir edilir, kamuda bir tiksinti, küçümseme, mahkûm
etme tepkisi kışkırtılır.
Üçüncü
ceza, toplumsal zararın telafi edilmesidir: Zorunlu çalışma.
221
Nihayet,
dördüncü olarak, ceza, zararın yeniden meydana gelmemesini sağlamaktır... BU
sonucu elde etmek için, buna eklenen ideal ceza, kısasa kısastır. Birini
öldüren öldürülür, hırsızlık edenin malları elinden alınır...
İşte,
bir cezalar takımı: ihraç, zorunlu çalışma, utanç, kamusal skandal ve kısasa
kısas.
Ceza
usulünün bu çok kesin projelerinin yerine oldukça ilginç bir ceza geçmiştir.
Beccaria bundan hafifçe bahsetmiştir ve Brissot da çok önemsiz olarak anmıştır:
Hapsetme, hapishanedir bu.
222
Hapishane,
on sekizinci yüzyıldaki ceza usulü reformunun teorik projesine dahil değildir.
On dokuzuncu yüzyıl başında, neredeyse hiçbir teorik gerekçesi olmadan, fiili
bir kurum olarak ortaya çıkmıştır.
...
ceza yasası, on dokuzuncu yüzyıl başından itibaren ve tüm yüzyıl boyunca
... bizim toplumsal fayda diye adlandırabileceğimiz
şeyden sapmıştır; toplumsal olarak faydalı olan şeyi artık hedeflemeyecek,
tersine, bireye uyar hale gelmeye çalışacaktır. [-> hafifletici nedenler]
... Sadece toplumsal çıkarları hedefleyen evrensel bir yasa ilkesi, giderek
daha fazla önem kazanacak olan hafifletici nedenlerin uygulanmasıyla önemli
ölçüde bozulmuştur. Ayrıca, on dokuzuncu yüzyılda gelişen ceza usulü, topluma
zararlı olan şeyi soyut ve genel bir şekilde tanımlamayı, topluma zararlı
bireyleri uzaklaştırmayı ya da onların yeniden suç işlemeye başlamasını
engellemeyi giderek daha az kendine dert edinir.
223
On
dokuzuncu yüzyılın bütün ceza usulü bir denetim haline gelir; sadece bireylerin
yaptıkları şeyin değil -bu yasaya uygun mudur, değil midir?- yapabilecekleri
şeyin, yapmaya muktedir oldukları şeyin, yapmaya yükümlü oldukları şeyin, pek
yakında yapacakları şeyin de denetimi.
Böylece,
on dokuzuncu yüzyıl sonuna doğru, kriminolojinin ve ceza usulünün büyük
kavramı, ceza teorisi terimleriyle, utanç verici tehlikelilik kavramıydı.
Tehlikelilik kavramı, bireyin toplum tarafından, edimleri düzeyinde
değil, potansiyelleri düzeyinde ele alınması anlamına gelir; fiili bir yasanın
fiili ihlali düzeyinde değil, bireylerin temsil ettikleri davranış
potansiyelleri düzeyinde ele alınması anlamına gelir.
Ceza
usulü teorisinin, Beccaria'dan daha güçlü bir şekilde ele aldığı son önemli
nokta, bireylerin denetlenmesini güvence altına almak için cezai kurumun
tümüyle özerk bir iktidarın, hukuksal iktidarın ellerinde olamayacağıdır.
Böylece,
Montesquieu'ye atfedilen ya da en azından onun formüle ettiği, yargı, yürütme
ve yasama gücü arasındaki büyük ayrılığın tartışılmasına geldik. Bireylerin
denetimi, bireylerin potansiyel güçleri düzeyinde bu tür cezalandırıcı cezai
denetim, adaletin kendisi tarafından değil; polis ve tüm bir gözetleyici ve
ıslah edici kurumlar ağı gibi adaletin dışındaki diğer bir dizi yatay iktidar
tarafından gerçekleştirilir: Gözetleme için polis, ıslah etme için psikolojik,
psikiyatrik, kriminolojik, tıbbi, pedagojik kurumlar. Böylece, on dokuzuncu
yüzyılda, hukuk kurumu etrafında ve bireylerin tehlikelilikleri düzeyinde
denetlenmesi işlevini üstlenmesini sağlamak için, bireyleri yaşamları boyunca
kuşatacak olan bir dizi dev kurum gelişir: okul gibi pedagojik kurumlar; hastane,
tımarhane, polis gibi psikolojik ya da psikiyatrik kurumlar... Hukuksal olmayan
tüm bu kurumlar ağı, adaletin bu dönemde üstlendiği işlevlerden birini yerine
getirmek zorundadır: Bireylerin yasa ihlallerini cezalandırma değil,
potansiyellerini ıslah etme işlevi.
224
Bu,
toplumsal denetim çağıdır. ... Şu önermem için felsefe tarihçilerinden özür
dilerim ama, Bentham'ın bizim toplumumuz için Kant ya da Hegel'den daha önemli
olduğu kanısındayım. Her bir toplumumuz ona olan minneti ödemelidir. İçinde
yaşadığımız iktidar biçimlerini en kesin biçimde programlamış, tanımlamış ve
betimlemiş olan ve bu genelleşmiş ortopedi toplumunun ünlü, küçük bir modelini
sunmuş olan odur: Ünlü Panoptikon. Zihnin zihin üzerindeki bir tür iktidarına
imkân tanıyan mimari bir biçim; okullar, hastaneler, hapishaneler, ıslahevleri,
yetimhaneler, fabrikalar için geçerli olan kurum türü.
[Burada
Panoptik mimari anlatılıyor]
225
Panoptikle
birlikte tamamen farklı bir şey meydana gelecektir; artık soruşturma yoktur,
gözetleme, inceleme vardır. Bir olayı yeniden oluşturmak değil; bir şeyi ya da
daha ziyade bir kimseyi aralıksız olarak ve tümüyle gözetlemek söz konusudur.
Bireyler üzerinde bir iktidar uygulayan ve iktidar uyguladıkça hem gözetleme
hem de gözetledikleri üzerinde, onlar hakkında bir bilgi imkânına sahip olan
biri -müdür, atölye şefi, doktor, psikiyatr, hapishane müdürü tarafından
bireylerin sürekli gözetimi. Artık temel özelliği bir şeyin olup olmadığını
belirlemek değil; bireyin gerektiği gibi davranıp davranmadığını, kurala uygun
olup olmadığını, gelişme gösterip göstermediğini belirlemek olan bir bilgi. Bu
yeni bilgi, "Bu oldu mu? Kim yaptı?" gibi sorular etrafında
düzenlenmez artık; mevcudiyet ya da namevcudiyet, varlık ya da yokluk
terimleriyle düzenlenmez. Norm etrafında, normal olanla olmayan, doğru olanla
olmayan, yapılması gerekenle gerekmeyen terimleriyle düzenlenir.
Bu,
iktidarın temelidir; soruşturma örneğinde olduğu gibi, gözlemenin büyük
bilimlerine değil, "insan bilimleri" diye adlandırdığımız şeye
-psikiyatri, psikoloji, sosyoloji- yer verecek bilgi-iktidar biçimidir.
Şimdi
bunun nasıl meydana geldiğini analiz etmek istiyorum.
İngiltere
ve Fransa örneği.
226
[İngiltere
ve Fransa'da] Bu [denetim] mekanizmalar[ı], on sekizinci yüzyıl boyunca, belli
ihtiyaçlara cevap vermek için gizli kapaklı oluşturulmuşlardır ve giderek daha
fazla önem kazanarak, sonuçta tüm topluma yayılmışlar ve ceza usulü pratiğine
dayatılmışlardır.
...
Anglikancılıktan ayrılmış -Quakerler, Metodistler- ve kendi polislerini
örgütlemekle görevli dinsel cemaatler vardı. ... Bütün düzensizlik durumları,
sarhoşluk, zina, çalışmayı ret ona [Wesley'e] getirilirdi.
227
...
çalışmayan kişinin gerçekten hasta olup olmadığını, yoksulluğunun ve
sefaletinin sefahate, sarhoşluğa, kötü alışkanlıklara bağlı olup olmadığını
gözlemlemek.
1692
yılında İngiltere'de, çok karakteristik bir biçimde Adapların (tutum, davranış)
Islahı İçin Topluluk adlı bir dernek kuruldu. ... pazar ayinlerine saygı
gösterme, kumar, sarhoşluğu engellemek, fahişelik, zina, beddua, dine küfür,
Tanrı'yı tiksindirecek her şeyi engellemek.
...
Bildirge Derneği... Bu topluluk 1802 yılında değişti ve Ahlâk Düşkünlüğünün
Ortadan Kaldırılması İçin Dernek şeklinde karakteristik adını aldı. Hedefi,
pazar ayinine saygı gösterilmesi, açık saçık ve müstehcen kitap dolaşımını
engellemek, kötü edebiyata karşı dava açmak ve kumarhaneleri ve genelevleri
kapattırmaktır.
228
[İngiltere'de]
Paramiliter (devlet tarafından destek verilen ama sivil ve gönüllülerden oluşan
silahlı insanlar) nitelikte özsavunma grupları. ... bir dizi birlik -Londra
askeri piyadeleri, Topçu birliği [Osmanlı!]- iktidarın desteği olmaksızın ya da
yan desteğiyle, kendiliğinden örgütlenirler.
ekonomik
dernekler... Büyük işletmeler, büyük ticari dernekler, mal varlıklarını, stoklarını,
mallarını, Londra limanına demirlemiş gemileri isyancılara, haydutlara,
gündelik talana, küçük hırsızlara karşı savunmak için polis derneği olarak
örgütlenirler.
Başlangıçta,
bu gruplar neredeyse halk gruplarıydı, küçük burjuvaziden geliyorlardı.
229
...
düzeni hâkim kılma istenci, aslında, siyasi iktidardan kaçmanın bir biçimiydi;
çünkü bu iktidar korkunç, korkutucu ve kanlı bir aracı elinde tutuyordu: cezai
yasamayı.
Demek
ki, fiili gözetim gruplarından ziyade yasaya karşı özsavunma grupları söz
konusuydu.
Oysa,
on yedinci yüzyıl boyunca, bu gruplar toplumsal eklenmeyi değiştirecek ve
halkçı ya da küçük burjuva katılımı giderek terk edeceklerdir. On sekizinci
yüzyıl sonunda, bu ahlâki özsavunma gruplarını, ahlâki düşkünlüklerin ortadan
kaldırılması için kurulan bu birlikleri aristokrasi, rahipler, en zengin
kişiler harekete geçirecektir.
İktidar,
sahip olduğu korkunç ceza aletinin yanı sıra bu baskı, denetim aletlerini de
üstlenecektir.
[231
ve 232. sayfalarda lettre de cachet inceleniyor]
233
Fransa
tarihinde grev olarak nitelenebilecek ilk grev 1724 yılındaki saatçilerin
grevidir. Saatçi patronları, greve tepki gösterdiler ve grevin liderleri olarak
gördüklerini saptayarak kraldan bir lettre de cachet talep ettiler ve bu lettre
de cachet hemen gönderildi.
Lettre
de cachet'nin cezalandırıcı olduğu durumda, bunun sonucu kişinin
hapsedilmesiydi. On yedinci ve on sekizinci yüzyıl ceza usul sisteminde
hapishanenin yasal bir ceza olmadığını görmek ilginçtir. Hukukçular bu konuda
çok kesindirler. Yasa birini cezalandırdığında cezanın ölüme mahkûm etme,
yakılma, kol ve bacakların çekilerek koparılması, damgalanmak, sürgüne
gönderilmek, ceza ödemek olacağını belirtirler. Hapis, bir ceza değildir.
234
Bireylerin
potansiyel durumlarına uygulanan bu ceza biçimi [hapsetme], ağır hapis
cezasıyla ve kapatarak onları ıslah etmeye çalışan ceza biçimi, doğruyu
söylemek gerekirse, hukuk evrenine ait değildir, ... Hapsederek ıslah etmeye çalışan bu
cezalandırma fikri polisiye bir fikirdir.
235
...
niçin iktidar ve iktidar sahipleri, nüfusun en alt düzeyinde yer alan bu
denetim mekanizmalarını yeniden ele aldılar?
Buna
cevap vermek için, önemli bir fenomeni dikkate almak gerekir: Üretimin
üstlendiği yeni biçim. Analiz etmeye çalıştığım sürecin kökeninde olan şey,
zenginliğin yeni maddi biçimidir. Doğruyu söylemek gerekirse, Fransa'dan çok
daha önce, on sekizinci yüzyıl sonunda İngiltere'de ortaya çıkan şey, servetin,
zenginliğin açıkça parasal olmayan bir sermayeye giderek daha fazla
yatırılmasıdır. On altıncı ve on yedinci yüzyılların zenginliği esas olarak
toprak servetlerinden, parasal türlerden ya da muhtemelen kişilerin mübadele
edebildikleri bonolardan ibaretti. On sekizinci yüzyılda, artık parasal
olmayan, yeni tür bir maddiyata yatırılan yeni bir zenginlik biçimi ortaya
çıkar: mallara, stoklara, makinelere, atölyelere, hammaddelere, gönderilecek
mallara yatırılır. Ve kapitalizmin doğuşu ya da kapitalizmin yerleşmesinin
dönüşümü ve hızlanması, servetin maddi yatırımının bu yeni kipi içinde ifade
bulacaktır. Oysa, stoklardan, hammaddelerden, ithal mallarından, makinelerden,
atölyelerden ibaret bu servet doğrudan tahribata maruz kalır. Yoksullardan,
işsizlerden, iş arayan insanlardan oluşan bu nüfusun şimdi servetle,
zenginlikle doğrudan, fiziksel bir teması vardır. Gemilerin soyulması,
mağazaların ve depoların talanı, atölyelerdeki tahribat, on sekizinci yüzyıl
sonunda İngiltere'de yaygın hale gelmiştir.
236
İngiltere'de
olduğu kadar Fransa'da da küçük mülkiyetin çoğalması, mülklerin bölünmesi ve
sınırlanmasıyla ... [bu durum] ... her mülk sahibini yağmaya maruz
bırakacaktır.
Fransız
Devrimi'nin büyük sorunlarından biri, bu tür köylü çapulluğunu ortadan
kaldırmaktı.
238
[1830
yılında Julius adında bir yazar, Hapishaneler Üzerine Dersler adında büyük bir kitap
yazar.] "Modern mimarlar, önceden bilinmeyen bir biçim keşfetmek
üzeredirler. Eskiden [Yunan uygarlığında], mimarların en büyük sorunu, bir
olayın, bir tavrın, tek bir kişinin seyrinin en çok sayıda insana nasıl
açılacağını bilme sorununu çözmekti [dinsel kurban törenleri, tiyatro, sirk,
hatipler ve söylevler]. ... Günümüzde, modern mimari için ortaya atılan temel
sorun bunun tersidir. En çok sayıda insanın, onları gözetlemekle görevli tek
bir kişinin seyrine sunulmuş olması istenmektedir."
240
[Bu
ve 241. sayfada Faucault, kurumun adını vermeden, bu kurumun yönetmeliğini
anlatıyor. Kurumun fabrika mı, hapishane mi, bir psikiyatri hastanesi mi, bir
manastır mı, bir okul mu, bir kışla mı olup olmamasının önemini yitirdiği an
için... önemli!]
241
Aslında
sadece bir fabrikaydı. Rhône bölgesinde kadınların çalıştığı ve dört yüz kadın
işçinin bulunduğu bir fabrika.
242
Fransa'nın
tek bir bölgesinde, güneydoğuda, bu koşullarda çalışan kırk bin kadın işçi
vardı, bu, dönem için önemli bir rakamdı.
Tüm
bunların sadece patronların düşü olmakla kalmadığını, patronların gerçekleşmiş
düşü olduğunu da söyleyebiliriz. Aslında iki tür ütopya vardır: Asla
gerçekleşmeme özelliği olan proleter, sosyalist ütopyalar ve genellikle
gerçekleşme kötü eğilimini gösteren kapitalist ütopyalar. ... Ve sadece
sanayide gerçekleşmekle kalmadı, aynı dönemde ortaya çıkan bir dizi kurumda da
gerçekleşti. Özünde aynı işleyiş prensiplerine ve modellerine itaat eden
kurumlar; okullar, yetimhaneler, yetiştirme yurtları gibi pedagojik türde
kurumlar; hapishane, islahevi, çocuk ıslahevi gibi ıslah edici kurumlar;
hastane, psikiyatri hastanesi, Amerikalıların asylums (sığınaklar) diye adlandırdığı ... hem ıslah edici hem de
tedavi edici kurumlar.
243
...
özellikle önemini vermeye, siyasi ve ekonomik kapsamını ölçmeye çalışarak,
başka ülkeler için de bunu yapmak gerekir.
Daha
ileriye girmek gerekir. Sadece sanayi kurumları ve bunların yanında bir dizi
başka kurum yoktu, aslında, gerçekleşen şey, bu sanayi kurumlarının bir anlamda
mükemmelleşmiş olduklarıdır; çabalar anında bunların inşasında yoğunlaştı,
kapitalizm bunları hedeflemişti. Yine de kapitalizm tarafından yaşatılabilir ya
da yönetilebilir olmadıkları kısa sürede
ortaya çıktı. Bu kurumların iktisadi yükünün çok ağır olduğu anında ortaya
çıktı ve bu hapishane-fabrikaların katı yapısı içlerinden çoğunu hızla iflasa
sürükledi. Sonuç olarak bunların hepsi yok oldu. Gerçekten de, bir üretim krizi
olduğu anda, belli sayıda işçiyi işten çıkarmak gerektiğinde, üretimi yeniden
uyarlamak gerektiğinde, üretimin büyüme ritmi arttığında, sabit sayıdaki
işçileri ve değiştirilemeyecek biçimde kurulmuş ekipmanlarıyla birlikte bu dev
evlerin, kesin olarak işe yaramaz oldukları ortaya çıkmıştır. ... Başlangıçta
bu katı, kâbus gibi, biraz ütopik kurumların yerine getirdiği, sanayi
dünyasında, işçi sınıfını kapatma, tecrit etme, bir yere sabitleme işlevlerini
sağlamak için yatay ya da marjinal teknikler düzenlenmiştir.
245
Günümüzde
tüm bu kurumların -fabrika, okul, psikiyatri hastanesi, hastane, hapishane-
amacı, bireyleri dışlamak değil; sabitlemektir. Fabrika bireyleri dışlamaz,
onları bir üretim aygıtına bağlar. Okul, bireyleri, kapatırken bile dışlamaz;
onları bir bilgi aktarım aygıtına bağlar. Psikiyatri hastanesi bireyleri
dışlamaz, onları bir ıslah aygıtına, bireyleri normalleştirme aygıtına bağlar.
Islahevi ya da hapishane de böyledir. Bu kurumların sonuçları bireylerin
dışlaması olsa da, ilk amaçları bireyleri normalleştirme aygıtına bağlamaktır.
[Bu kurumların hedefi] bireyi bir üretim sürecine, bir üretici oluşturma ya da
ıslah etme sürecine bağlamaktır. Böylece, belirli bir norm çerçevesinde üretimi
ya da üreticileri garanti etmek söz konusudur.
246
...
bunların [bu kurumların] açıkça devletçi ya da devlet-dışı olduklarını,
devletin parçası olup olmadıklarını söylemek güçtür. ... Yeni olan şey, devlet
ile devlete ait olmayan şeyin özünde iç içe girmesi, bu kurumların içinde
kesişmesidir. Devlete ait olan ve olmayan kurumlardan söz etmek yerine,
devlet-içi olan kurumsal bir hapsetme ağının varlığından söz etmek gerekir.
247
Bu
ağ ve bu kurumlar ne işe yarar? Bu kurumların işleyişini şu şekilde
niteleyebiliriz. İlk olarak, bu kurumların -pedagojik, tıbbi, cezai ya da
sınai- çok ilginç bir özelliği, bireylerin zamanının tümünün ya da hemen hemen
tümünün denetimi sorumluluğunu sürdürmektir; demek ki, bunlar, belli bir
biçimde, bireylerin yaşamının tüm zamansal boyutunu üstlenen kurumlardır.
Feodal
toplumda ve etnologların ilkel diye adlandırdığı birçok toplumda bireylerin
denetimi esas olarak yerel içerilmeleriyle, belirli bir yere dahil olmalarıyla
yapılır. Feodal iktidar, insanlar üzerinde, belli bir toprağa ait oldukları
ölçüde uygulanır. ... Buna karşılık, on dokuzuncu yüzyıl başlarında oluşan
modern toplum, ... bireylerin bir toprağa, bir yere aidiyetleri biçimindeki
mekânsal denetimleriyle ilgilenmez, bireylere ilgisi onların kendisine sunacağı
zamanla orantılıdır. ... Sanayi toplumunun oluşması için iki şey gereklidir.
bir yandan, insanların zamanının pazara sunulmuş olması, satın almak isteyenlere
sunulması ve bir ücret karşılığında satın alınması gerekir; ve diğer yandan,
insanların zamanının çalışma zamanına dönüşmüş olması gerekir.
Aynı
fenomeni, ... başka kurumlarda, kapalı pedagoji kurumlarında, ıslahevlerinde,
yetimhanelerde ve hapishanelerde de görürüz.
248
On
dokuzuncu yüzyıl boyunca, ... işçilerin ekonomisini kontrol etmek için çok
incelikli bir teknik geliştirilir. Bir yandan ekonominin, gerekli esnekliğe
sahip olması için, ihtiyaç olduğunda insanları işten çıkarabilmek gerekiyordu; fakat
diğer yandan, işçilerin zorunlu işsizlik zamanından sonra çalışmaya yeniden
başlayabilmeleri ve bu aralıkta açlıktan ölmemeleri için, rezervleri ve
tasarrufları olması gerekiyordu. ... Fakat, işçilerin parası olduğu andan
itibaren, tasarruflarını işsiz kalacakları andan önce kullanmamaları gerekir.
Tasarruflarını istedikleri an, grev yapmak ya da şenlik yapmak için
kullanmamalıdırlar. O zaman işçinin
tasarruflarını kontrol etme zorunluluğu ortaya çıkar. 1820'li yıllarda ve
özellikle 1840 ve 1850 yıllarından itibaren işçilerin tasarruflarını toplamayı
ve bunları kullanma tarzlarını kontrol etmeyi sağlayan tasarruf sandıklarının,
yardım sandıklarının yaratılması buradan kaynaklanır.
Tabi
kılma kurumlarının ikinci işlevi artık bireylerin zamanını denetlemek değil,
sadece bedenlerini denetlemektir.
249
[iyileştirme,
öğretim, cezalandırma, işçilerin cinselliği] Okullarda niçin sadece okuma
öğretilmez ve insanlar yıkanmaya da zorlanır?
...
bireylerin tüm varoluşlarının bu kurumlar tarafından denetlenmesinin nedenleri
daha yakından analiz edilirse, aslında, sadece azami zaman miktarını elde
etmenin, hesaplamanın değil; bireyin bedenini belirli bir sisteme göre
denetlemenin, oluşturmanın, değerlendirmenin söz konusu olduğu görülür.
250
Bu
tabi kılma kurumlarının üçüncü işlevi, yeni ve ilginç bir iktidar türünün
yaratılmasıdır. ... Çokbiçimli, çokanlamlı bir iktidar. ... Birine bir şey
öğretmek için niçin cezalandırmak ve ödüllendirmek gerekir?
251
...
bireylerin davranışlarından yola çıkarak bizzat kendilerinden elde edilen bir
bilginin nasıl oluştuğu görülür.
253
Biri
şöyle dedi: İnsanın somut özü, emektir. Doğrusu, bu tez birçok kişi tarafından
dile getirilmiştir. Bu tezi Hegel'de, post-Hegelcilerde, ve Marx'ta,
Althusser'in deyişiyle bir dönemin Marx'ında buluyoruz. ... Göstermek istediğim
şey, aslında emeğin asla insanın somut özü ya da insan varoluşunun somut biçimi
olmadığıdır. ... İnsanın özünün çalışma
olarak ortaya çıkabilmesi için siyasi bir iktidarın gerçekleştirdiği işlem ya
da sentez gerekir.
Dolayısıyla
emeğin insanın somut özü olduğu, bu emeği kâra dönüştürmenin, aşırı-kâra ya da
artı-değere dönüştürmenin kapitalist sistem olduğunu varsayan geleneksel
Marksist analizin doğrudan kabul edilebileceğini sanmıyorum.
254
...
aşırı-kârın olabilmesi için alt-iktidarın olması gerekir. ... İnsanın çalışmaya
bağı sentetik, siyasidir; bu, iktidarın yaptığı bir bağdır. Alt-iktidar olmadan
aşırı-kâr olmaz.
255
Yuvarlak
Masa
Deleuze'ün
kitabında [Anti-Oedipus] önemli olan şey, psikanalitik tedavide psikanalist ile
hasta arasında oluşan iktidar ilişkilerinin sorgulanmasıdır. ... Deleuze
psikanalizi aslında, doğum yeri, nesnesi ve sınır merkezi, aile içinde olmayan
bir arzunun yeniden aileselleştirilmesi ya da zorunlu aileselleştirilmesi
olarak tanımlar.
Herhangi
bir iktidar ilişkisinden geçmeyen psikoterapik, ahlâki bir tedavi düşünülebilir
mi?
256
Bu
şizofreni kavramı açık değildir. ... Deleuze'ün, şizofreninin, şizofreni olarak
adlandırdığı şeyin, Oedipusçu olmayan arzu olduğunu söylemeye daha yatkın olduğunu
sanıyorum. Oedipus derken, kişiliği oluşturan bir evreyi değil, -kendinde
toplumu temsil eden- psikanalistin arzunun nirengi noktalarını belirlediği bir
baskılama, zorlama girişimini anlıyorum.
257
Ve
Oedipus'un, benim için, var olmadığını söylemeliyim. Adı Kral Oedipus olan bir
Sofokles metni söz konusudur... Oysa Deleuze'ün analizi, ... şundan ibarettir:
Oedipus, biz değiliz, Oedipus ötekilerdir. Oedipus ötekidir. Ve Oedipus,
özellikle, doktor, psikanalist olan bu büyük Öteki'dir. Oedipus, iktidar olarak
ailedir. İktidar olarak psikanalisttir.
258
...
size Deleuze'cü terimlerle cevap vereyim ki, bu asla insan varoluşunun temel
bir yapısı değildir, bir tür zorlamadır, toplumun, ailenin, siyasi iktidarın,
vs. bireyler üzerinde kurduğu bir tür iktidar ilişkisidir.
bağlaşık ittifak, müttefik
İnsan
niçin annesini arzular? Bir anneye sahip olmak zaten pek eğlenceli bir şey
değildir... Arzulanan nedir?
259
[Deleuze]
Öğrenimini benimle aynı zamanda yaptı ve Hume üzerine bir çalışma yapıyordu.
Ben Hegel üzerine yapıyordum. Ben öte taraftaydım; çünkü, o dönemde ben
komünisttim, o ise çoğulcuydu. Ve bunun ona her zaman yardım ettiğini
sanıyorum. Temel tezi şuydu: Hümanist olmayan, militarist olmayan bir felsefe,
bir çoğulluk felsefesi, farlılık felsefesi, kelimenin az çok metafizik
anlamıyla empirik bir felsefe nasıl yapılabilir?
Eğer,
aile yaşamı, eğitim, çocuğa gösterilen özen sisteminin çocuğun arzusunu, ilk
nesne -kronolojik olarak ilk- olarak anneye yönelttiğini söylüyorsanız,
hemfikir olacağımı sanmıyorum. Bu bizi ailenin, pedagojinin, çocuğa gösterilen
özenin tarihsel yapısına yöneltir. Fakat annenin temel nesne, esas nesne, ana
nesne olduğunu, Oedipus üçgeninin insan varoluşunun temel yapısını nitelediğini
söylüyorsanız, hayır diyorum.
260
"-Analık
edecek kimseleri olmayan çocuklar, ana gibi anne olmadığından yok oluyor,
ölüyorlar."
Anlıyorum.
Bu, tek bir şeyi kanıtlar: annenin kaçınılmaz olduğunu değil, hastanenin iyi
olmadığını.
Sofokles'in
tragedyasını bir arzu tarihine ya da arzunun temel ve esas yapısını ifade eden
mitolojinin içine yerleştirmek yerine bir hakikat tarihine yerleştirmek bana
çok daha ilginç geliyor. Yani, Sofokles'ın tragedyasını bir arzu mitolojisinden
kesinlikle gerçek, tarihsel bir hakikat tarihine aktarmak.
261
[Kral
Oedipus metni üzerine] Ben bir metnin analizini yaptım, yoksa bir sırrın
analizini değil. ... Benim yaptığım şey, yapmak istediğim şey ... kelimelerden
çok piyeste gelişen söylem türünü, örneğin, insanların, şahısların birbirine
soru soruş, cevaplayış tarzını hedefliyordu.
263
[strateji
olarak bir tür söylem analizi, projelerimden biridir]. ... kısmen
Anglo-Saksonların, özellikle Wittgenstein, Austin, Strawson, Searle'ın yaptığı
gibi. Searl'ın ve Strawson'un, vs. analizinde bana biraz sınırlı gelen şey, bir
bardak çay etrafında, Oxford'un bir salonunda yapılan söylem stratejisi
analizlerinin ilginç olan, fakat bana son derece sınırlı gelen stratejik
oyunlar içermeleridir. Sorun, söylem stratejisini daha gerçek bir bağlamda ya
da salon sohbetlerinden farklı türde pratikler içinde inceleyip
inceleyemeyeceğimizi bilmektir.
264
"-
... sizi (hakikat sözü) filozofları arasına değil, (gerçeğe uygunluk)
sofistleri arasına yerleştirmek doğru olur mu?"
Aaa,
bu konuda ben kesinlikle sofistlerin yanındayım. ... sofistlerde esas olarak
stratejik bir söylem pratiği ve teorisi vardır; Söylemler inşa ediyoruz ve
hakikate ulaşmak için değil, yenmek için tartışıyoruz. ... sofistlere göre
konuşmak, tartışmak, bedeli ne olursa olsun, hatta en kaba hileler pahasına,
zafer kazanmak ise, bunun nedeni, onlara göre, söylem pratiği iktidar
uygulamasından ayrılamayacağı içindir. ... Ve bu noktada, Sokratesçiliğin ve
Platonculuğun tamamen ihmal ettiği çok ilginç bir şey daha vardır: Konuşma,
logos. Sokrates'ten itibaren, bir iktidarın uygulanması değildir; bellek
egzersizinden başka bir şey olmayan bir logostur.
265
İlk
olarak şunu onlar demiştir: At arabası kelimesini söylediğimde at arabası
gerçekten ağzımdan geçer mi? ... Son olarak da, bu ikili maddilikle
oynamışlardır: Konuşmamızın maddiliği ile kelimenin kendisinin maddiliği.
Söylemin
maddiliği, söylemin olgusal karakteri, söylem ile iktidar arasındaki ilişki;
tüm bunlar bana son derece ilginç olan ve Sokratesçilikle Platonculuğun, belli
bilgi kavramları adına tamamen reddettikleri bir fikirler çekirdeği gibi gelir.
Söylemlerin
fiilen olaylar olduklarını, bir maddiliklerinin olduğunu söyleyebilirim.
266
Sorun,
hitabeti, retoriği, söylem mücadelesini analiz alanına yeniden dahil etmektir.
"-
Hakikat istencini yok etmek gerekir, değil mi?"
Evet.
267
ilk
devlet, Urstaat
268
Dumézil'in
analizlerinde bir yapı araştırması vardır, yani örneğin bir mitteki iki kişi
arasındaki karşıtlığın yapısal yani belli sayıda tutarlı dönüşümler içeren
türde bir karşıtlık olduğunu gösterme teşebbüsü vardır. Bu anlamda, Dumézil tam
olarak yapısalcılık yapmaktadır. Fakat onda önemli olan, bugüne kadar az çok
ihmal edilmiş olan şey, Dumézil tekrar okunduğunda, iki önemli noktadadır. Öncelikle
Dumézil, karşılaştırma yaparken, örneğin bir Sanskrit miti ile bir Sanskrit
efsanesini ele alabileceğini ve sonra onları karşılaştırabileceğini söylüyordu.
Ne ile? Bir diğer mitle değil; örneğin, bir Asur ritüeliyle ya da bir Roma
hukuk pratiği ile. Dumézil'e göre, sözel mite, sözel üretim olarak mite
atfedilen mutlak ayrıcalık yoktur, aynı ilişkilerin bir söyleme olduğu kadar
dinsel bir ritüele ya da toplumsal bir pratiğe de müdahale edebileceğini kabul
eder. ... Dumézil ile Lévvi-Strauss arasındaki temel fark budur.
269
Yapısalcılık,
söylem bütünlerini ele almaktan ve bu önerme bütünleri arasında geçiş, dönüşüm
yasaları, izomorfizmler arayarak onları sadece ifadeler olarak görmekten
ibarettir. Beni ilgilendiren bu değildir.
"-
Yani, farklılık bir corpus
farklılığıdır... oysa siz heterojen corpus'lar arasında karşılaştırma yapmayı
öneriyorsunuz."
Heterojen
corpus'lar arasında; fakat bir tür izotopiyle, yani uygulama alanı olarak özel
bir tarihsel alana sahip olarak. Lévi-Strauss'un yaptığı ayrım, gerçekte, bir
tür homojenlik varsayar, çünkü mitler, söylemler söz konusudur, fakat tarihsel
ya da tarihi-coğrafi homojenlik yoktur; oysa ki Dumézil'in aradığı şey,
Hint-Avrupa toplumlarının oluşturduğu bir bütünde bir corpus oluşturan şeyi,
coğrafi ve siyasi, tarihsel ve dilbilimsel bir izotopi, teorik söylemlerle
pratikler arasında bir karşılaştırma oluşturan şeyi bulmaktır.
270
Bana
gerçekte analiz edilebilir, bize sunulabilecek tek unsurun söylem olduğu ve
sonuç olarak, geride başka bir şey olmadığı, sadece söylemin varolduğu fikrini
atfediyorsunuz.
Gerçekte,
varolan tek şeyin söylem olduğunu söylemenin anlamı yoktur. Çok basit bir
örnek: [Kapitalizmin] Nerede ortaya çıktığını göreceğiz? Geniş anlamda
anlaşılan söylemlerde, yani ticari kayıtlarda, ücret oranlarında, gümrüklerde.
Dar anlamdaki söylemde de görürüz: Yönetim kurullarının aldığı kararlarda ve
fabrikaların yönetmeliklerinde, fotoğraflarda, vs. Tüm bunlar, bir anlamda,
söylem elemanlarıdır. Fakat, dışına yerleşip inceleyeceğimiz tek bir söylem
evreni yoktur.
273
Bir
psikoterapi, bir grup ilişkisi, bu iktidar ilişkisini tamamen kırmayı deneyecek
bir ilişki fikri, son derece verimli bir fikirdir ve psikanalistler, bu iktidar
ilişkisini projelerinin eksenine yerleştirirlerse harika olur.
Fakat
psikanalizin, bugün uygulandığı şekliyle, seans başına bilmem kaç frankla,
"iktidar ilişkilerinin yıkımı"nı denemeyeceğini söylemeliyim.
Psikanaliz şimdiye kadar bir normalleştirme biçiminde sürdü.
274
...
bir bütün oluşturan pratik olarak psikanaliz, normalleşme yönünde bir rol
oynamıştır. Ayrıca, yine iktidar ilişkileri oluşturan Üniversite hakkında da
aynı şey söylenebilir; fakat bu rolü yerine getirmemeyi denemiş ve deneyen bazı
üniversiteler de vardır. ... Fransa'da, Freudo-Marksist dediğimiz ve belli bir
ideolojik önemi olan insanlar var. Bu insanlara göre özünde devrimci ve karşı
çıkışçı iki teori vardır: Marksist teori ve Freudcu teori. Biri, üretim
ilişkilerini merkez almaktadır, diğeri zevk ilişkilerini; üretim ilişkilerinde
devrim, arzuda devrim, vs. Oysa, Marksist teoride bile, iktidar ilişkilerinin
sürdürülmesinin birçok örneğini bulabiliriz...
Kesinlikle
iktidar ile baskıyı özdeşleştirmek istemedim. Niçin? Öncelikle, tek bir iktidar
olduğunu düşünmüyorum, bir toplumda son derece çok, çeşitli, farklı düzeylerde
iktidar ilişkileri vardır; bu ilişkilerden bazıları diğerlerine dayanır ve
bazıları diğerlerine karşı çıkar. Çok farklı iktidar ilişkileri bir kurumda
fiili hale gelirler; örneğin, cinsel ilişkilerde iktidar ilişkileri vardır ve
bu ilişkilerin sınıf iktidarının yansısı olduğunu söylemek kolaycılık olur. ...
daha ziyade iktidar ilişkilerini betimleyebiliriz; bu güç bir iştir ve uzun bir
süreci gerektirir. İktidar ilişkilerini psikiyatri, toplum, aile açısından
inceleyebiliriz. Bu ilişkiler öyle çoktur ki, "iktidar baskı yapar"
şeklinde tek bir cümlede özetleyerek baskı olarak tanımlayamayız. Bu doğru
değildir. İktidar baskı yapmaz; iki nedenle: Birinci olarak, en azından bazı
kişilere zevk sağlar. Tüm bir libidinal zevk düzeni, tüm bir iktidar erotiği
vardır; bu, iktidarın sadece baskıcı olmadığını kanıtlar. İkinci olarak,
iktidar yaratabilir. ... Otantik devrimciler için iktidarı ele geçirmek, bir
sınıfın elinde bulunan hazineyi, bir başka sınıfa, söz konusu durumda
proletaryaya teslim etmek için ele geçirmek anlamına gelir. ... O zaman
Sovyetler Birliği'ne bakın. Ailedeki, cinsellikteki, fabrikalardaki,
okullardaki iktidar ilişkilerinin aynı kaldığı bir rejim karşısındayız. Sorun,
bugünkü rejimde, iktidar ilişkilerini mikroskobik düzeylerde -okulda, ailede-
dönüştürüp dönüştüremeyeceğimizi bilmektir; öyle ki, siyasi-ekonomik bir devrim
olduğunda, daha sonra, şimdi karşılaştığımız iktidar ilişkilerinin aynısını
orada bulmayalım.
276
"-
Arkeoloji bir yönteme uymadığında onu sanata yakın bir faaliyet olarak kabul
edebilir miyiz?"
Yapmayı
denediğim şeyin, az çok bilimsel bir disiplin oluşturma fikrinden giderek
uzaklaştığı fikri doğrudur. Yapmak istediğim şey, sanata bağlı olacak bir şey
değil; daha ziyade, bir faaliyet türüdür. Bir faaliyet türü; bir disiplin
değil. Esas olarak tarihsel-siyasi bir faaliyet. Tarihin, modeller ya da
örnekler sağlayarak siyasete hizmet edebileceğini sanmıyorum. Örneğin, on
dokuzuncu yüzyıl başındaki Avrupa'nın durumunun hangi ölçüler içerisinde
yirminci yüzyıl sonunda dünyanın geri kalanının durumuna benzer olduğunu
bilmeye çalışmıyorum. Bu benzeşim sistemi bana verimli gelmiyor. ... arkeolojik
analizin ilk olarak işlevi, içimize işlemiş bu karanlık süreklilikleri
keşfetmek olmalıdır. ... Bana göre, arkeoloji şudur: Geçmiş ile bugün
arasındaki benzerlik ilişkilerine değil, daha ziyade, süreklilik ilişkilerine
ve mücadele stratejisinin tektik hedeflerini günümüzde tanımlama imkânı
üzerinde -özellikle buna göre- temellenen tarihsel-siyasi bir teşebbüstür.
277
"-Deleuze,
sizin bir şair olduğunuzu söyledi. Oysa siz şair olmadığınızı, arkeolojinin bir
sanat olmadığını, bir teori olmadığını, bir şiir olmadığını, bir pratik
olduğunu ileri sürdünüz."
Şiire
özgürleştirici bir işlev yüklediğimiz ölçüde arkeolojinin şiirsel olduğunu
değil, olmasını istediğimi söyleyebilirim. ... Deleuze, benim söylemimin
bilinen anlamdaki tarihi yöneten hakikat yasalarına itaat etmediğini söylemek
istemiştir.
278
Aslında,
yazma zevki için yazıyorum.
XVI. Delilik, Bir
İktidar Sorunu, Kasım 1974
282
İktisadi
süreçlerin bir analizi, kurumların, yasama yetkisinin ve siyasi rejimlerin
tarihi zaten yapıldı; fakat bize dayatılan, bedenimizi, dilimizi ve
alışkanlıklarımızı evcilleştiren küçük iktidarlar toplamının, bireylere
uygulanan bütün denetim mekanizmalarının tarihi yazılmayı beklemektedir.
Güncel
denetim biçiminin karakteristik özelliği olarak gördüğüm şey, her bir bireye
uygulanıyor olmasıdır: Bize bir bireysellik dayatarak bizim için bir kimlik
imal eden bir denetim. Her birimizin bir biyografisi, bir okul dosyasından bir
kimlik kartına, pasaporta kadar, herhangi bir yerde her zaman belgelenen bir
geçmişi vardır. Herhangi bir anda her birimize kim olduğumuzu söyleyebilecek
bir yönetim organizması her zaman vardır ve devlet, istediğinde, tüm
geçmişimizi bir uçtan diğerine kat edebilir.
...
bireyselleştirmenin asla iktidara karşı durduğunu sanmıyorum, tersine,
bireyselliğimizin, her birimizin zorunlu kimliğinin iktidarın bir sonucu ve bir
aracı olduğu kanısındayım; iktidarın en çok korktuğu şey şudur: grupların güç
ve şiddeti.
XVII. Halk Adaleti
Üzerine Maocularla Tartışma, Şubat 1972
(Victor:
Benny Lévy; Gilles: André Glucksmann)
301
...
ilkokulda öğretilen ahlâk, tüm değerler sisteminin okuma yazma öğretimi süs
verilerek yavaş yavaş dayatılması, okumanın ve yazmanın bu dayatmayı
gizlemesi...
304
...
bir buçuk yüzyıl boyunca burjuvazi bu plebe şu tercihleri sundu: ya hapse
girersin ya orduya; ya hapse gidersin ya sömürgelere; ya hapse gidersin ya da
polis olursun. O zaman, proleterleşmemiş bu pleb sömürgeleştirici olduğunda
ırkçı; ordudayken milliyetçi, şoven oldu. Polis olduğunda faşist oldu.
308
...
nasıl bürokrasi olmamalıysa mahkeme de olmamalıdır; mahkeme, adalet
bürokrasisidir. Eğer halk adaletini bürokratikleştirirsen ona mahkeme biçimini
verirsin.
Fransız
Devrimi sonuç olarak yargı-karşıtı bir isyandı. Havaya uçurduğu ilk şey yargı
aygıtıydı. Komin de son derece hukuk-karşıtıydı.
309
(Victor)
... Marx'ın eski düşüncesidir: Yeni olan eskiden doğar.
.
.
.
.