.
.
.
.
.
Seçme Yazılar 5. Felsefe
Sahnesi (2.
Basım, 2011)
Michel Foucault
(Çev.
Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, 2011, İstanbul)
Felsefe
Sahnesi (Ferda
Keskin, 2004)
I. Felsefe
ve Psikoloji (A.
Badiou ile söyleşi), 1965
II. İnsan
Öldü mü? (C.
Bonnefoy ile söyleşi), 1966
III.
Suskun Kalmış Bir Tarih, 1966
IV.
Filozof Kimdir? 1966
V.
Nietzsche, Freud, Marx, 1967
VI. Tarihi
Yazma Biçimleri Üzerine, 1967
VII.
“Kimsiniz Siz, Profesör Foucault?”, 1967
VIII.
Foucault Sartre’a Cevap Veriyor, 1968
IX. Bir
Soruya Cevap,
1968
X.
Bilimlerin Arkeolojisi Üzerine Epistemoloji Çevresi’ne Cevap, 1968
XI.
Ariadne Kendini Astı,
1969
XII.
Michel Foucault Son Kitabını Açıklıyor, 1969
XIII. Jean
Hyppolite 1907-1968,
1969
XIV.
Theatrum Philosophicum, 1970
XV.
Nietzsche, Soybilim, Tarih, 1971
XVI.
Michel Foucault ile Söyleşi, 1971
XVII.
Tarihe Geri Dönüş,
1972
XVIII.
Kültür Sorunları, Foucault-Preti Tartışması, 1972
XIX.
Arkeolojiden Hanedanlığa, 1972
XX.
Filozof Foucault Konuşuyor. Düşünün! 1973
XXI.
Lacan, Psikanaliz “Özgürleştirici”si, 1981
XXII.
Yapısalcılık ve Postyapısalcılık, 1983
XXIII.
Foucault,
1984
XXIV.
Yaşam: Deneyim ve Bilim, 1985
Felsefe Sahnesi, Ferda
Keskin,
2004
12
[Foucault'nun
hem felsefi önkabuller hem de yöntembilimsel ilkeler bakımından özellikle uzak
durmaya özen gösterdiği iki ana düşünce biçimi:] ... bir yanda verili bir özne
teorisi ve insan anlayışından hareket eden ve fenomenoloji ile varoluşçuluğu
bir araya getiren yaklaşım, diğer yanda Foucault'nun zaman zaman yüzeysel
Marksizm adını verdiği yaklaşım.
...
söz konusu iki yaklaşımın benzer bir tarih anlayışına sahip olduğunu ve bu
yaklaşımın 'zaman' ve 'geçmiş' nosyonları üzerinde odaklandığını belirten
Foucault, aslında bu nosyonlar üzerinden şekillenen tarihin burjuva ideoloji
içinden evrildiğini ve temelde "kapitalizmin ihtiyaç duyduğu... büyük
ulusal birimlerin zamanın uzak geçmişlerinden nasıl geldiğini ve çeşitli
devrimler aracılığıyla, kendi birliklerini nasıl sağlayıp sürdürdüklerini"
gösterme işlevi taşıdığını belirtiyor. Eğer tarihi bu ideolojik eğilim ve
işlevden kurtarmak gerekiyorsa, yapılması gereken şey 'zaman' ve 'geçmiş'
nosyonlarının yerine 'değişim' ve 'olay' nosyonlarını koymak.
14
Tıpkı
yapısalcılık gibi postyapısalcılık ya da postmodernite kavramlarının da kesin
olarak tanımlanabileceğine inanmadığını dile getiren Foucault, daha çok
Anglo-Amerikan dünyasına özgü bu genelleme ve sınıflandırmaları reddediyor. ...
Herhangi bir düşünce biçimi, kavram, kurum ya da pratiğin anlaşılabilmesi, yani
kavramsallaştırılıp bir düşünce nesnesi haline getirilebilmesi için
benimsenmesi gereken yöntemin Foucault’ya göre analitik olması gerekiyor.
Kavramsallaştırmak istediği şeyi başlangıçta nesneleştiren, ardından
tanımladığı nesne için bir teori geliştiren ve bu nesnenin pratikte aldığı
biçimleri aynı teoriden yola çıkarak açıklamaya girişen yaklaşım ise
Foucault’nun özellikle karşı olduğu yöntem (Bkz. “Özne ve İktidar”, Seçme
Yazılar II, s. 59). Örneğin bir özne teorisinden hareket ederek öznel deneyimin
aldığı biçimleri açıklayan fenomenoloji ve felsefi antropoloji ya da iktidarı
nesneleştirip teorisini yaptıktan sonra bu teori ışığında iktidarın tikel
uygulamalarını açıklamaya çalışan hukuki-söylemsel iktidar modeli Foucault için
tam da bu yüzden kuşkuyla karşılanması gereken yaklaşımlar (bu kitap, s.351-356).
Yapılması gerekense, tersine, tikel öznel deneyimlerin tarihsel olarak nasıl
kurulduklarının ya da iktidarın somut olarak uygulanma biçimlerinin bir
analizini yapmak ve geriye doğru giderek tarihsel olarak kurulmuş olan öznel
deneyimlerin ne tür bir özne tanımladığını ya da iktidarın uygulanış
biçimlerinin nasıl bir iktidar sistemi kurduğunu görebilmek. Aynı şekilde
yapısalcılık, postyapısalcılık ya da postmodernite adları altında belirli
nesneler tanımlamak, bu nesneler için teorik açıklamalar getirmek ve aslında
birbirinden çok farklı olan düşünürleri aynı teorik çerçeve içinde
kavramsallaştırmaya çalışmak da yukarıda sözünü ettiğimiz yöntembilimsel
ilkeyle ters düşen bir yordam.
15
söylemsel
pratikler (epistemeler)
16
Foucault’nun
arkeolojik analizi geride bırakıp soybilime geçmesinin nedeni, bir epistemenin
yerini bir başka epistemeye bırakmasını zorunlu kılan tarihsel koşulları
arkeolojik yönteme özgü kavramsal çerçevenin içinde kalarak açıklayamamış
olmasıdır. Dolayısı soybilim, Foucault’ya söylemsel alanı söylemsel olmayan
iktidar ilişkileri alanıyla bir araya getirme ve ilkindeki kopmaları
ikincisinde meydana gelen değişimlerle açıklama imkânı vermiştir.
[söylemsel
oluşumların dört ana bileşeni: nesneler, özne konumları, kavramlar ve stratejiler]
Foucault'ya göre bir söylemin ortaya çıkabilmesini sağlayan ve belirleyen
ilişkiler ağı "kurumlar, ekonomik ve toplumsal süreçler, davranış
örüntüleri, norm sistemleri, teknikler, sınıflandırma tipleri, karakterize etme
biçimleri arasında" tesis edilen bir bütün. Dolayısıyla Foucault 'söylem'
kavramını özel bir anlamda kullanıyor, çünkü sözü edilen ilişkiler geleneksel
anlamda 'söylem'e içkin olan ve önermeler arasında tümdengelimci bir yapı
(mantık) ya da tümceler arasında tetorik bir yapı (gramer) kuran ilişkiler
değil.
I. Felsefe ve Psikoloji (A. Badiou ile söyleşi),
1965
19
"-Psikoloji
nedir?"
Psikolojiyi
bilim olarak değil, ama belki de kültürel biçim olarak tanımlamayı denemek
gerektiği kanısında olduğumu söyleyebilirim size...
20
Felsefe,
kültürel bir biçim midir? ... gerçekten de, belki felsefe, Batı'nın ne olduğu
hakkında düşünebileceğimiz en genel kültürel biçimdir.
Batı
dünyasında felsefenin, bir alanın sınırlarını körü körüne ve bir anlamda
boşuna, kendi bilincinin ve yöntemlerinin karanlığında, gecesinde çizdiği
söylenebilir; bu alan, ruh ya da düşünce diye adlandırılan alandır ve şimdi,
insan bilimleri bu alanı açık, aydınlık ve olumlu biçimde keşfedebilmek için bu
mirası kullanmak durumundadır. O kadar ki, başlangıçta felsefenin işaret etmiş
olduğu fakat kullanmadığı, oldukça belirsiz bu alanı insan bilimleri haklı
olarak işgal etmektedir.
21
[antropoloji]
Belki
de, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana bir tür antropolojinin mümkün olmasının
nedeni, bunun Batı felsefesinin kaderinin bir parçası olmasıdır; antropoloji
derken, bizim kültürümüzün dışında kalan kültürleri inceleyen ve antropoloji
denen bu özel bilimi kastetmiyorum; antropolojiden benim anladığım şey, şimdi,
tüm felsefe sorunlarını insanın sonluluğu diyebileceğimiz bu alanın içine
yerleştiren tamamen felsefi yapıdır.
İnsan
hakkında ancak homo natura olarak ya da sonlu bir varlık olması dolayısıyla
felsefe yapabiliyorsak, bu ölçüde, tüm felsefe özünde bir antropoloji olmayacak
mıdır? Bu durumda felsefe, genel olarak tüm insan bilimlerini mümkün kılan
kültürel biçim halini alır.
...
insan bilimlerinin kendi sorunsallarını, alanlarını, kavramlarını, kabaca on
sekizinci yüzyıla ait bir felsefeden aldığı bir dönemde, sanıyorum, psikoloji
-diyelim ki- ya ruhun bilimi olarak ya da bilincin bilimi, hatta bireyin bilimi
olarak tanımlanabiliyordu. Bu ölçü içerisinde, o dönemde var olan diğer insan
bilimleriyle arasındaki fark -ve zaten mümkün olan bu fark- oldukça açık bir
biçimde ortaya konabilirdi: Psikoloji, fizyolojik düzeydeki bilimlerin
karşıtıydı, tıpkı ruhla bedenin karşıt olması gibi; psikolojiyle sosyoloji
birbirinin karşıtı olarak görülebilirdi, tıpkı bireyle topluluğun ya da grubun
karşıt olması gibi; peki, eğer psikoloji bilincin bilimi olarak tanımlanırsa,
bunun karşısına ne çıkarılacaktır? ... İnsan bilimlerinin yeniden
düzenlenmesinin ve yeniden kesimlenmesinin, özellikle bilinçdışının açıklanması
etrafında oluştuğunu düşünüyorum.
Freud'dan
bu yana tüm insan bilimlerinin şu ya da bu biçimde psike bilimleri
haline geldikleri söylenebilir. Toplumu bireye karşıt bir töz olarak, bireyi de
topluma entegre olmuş bir tür töz olarak düşünen Durkheim'a özgü eski
gerçekçilik artık bana düşünülemez bir şey olarak görünmektedir. Aynı şekilde,
on dokuzuncu yüzyıl psikofizyolojisi için hâlâ geçerli olan, ruh ve beden
arasındaki eski ayrım, bu eski karşıtlık da artık yoktur, çünkü şimdi artık
bedenimizin, psike'mizin parçası olduğunu ya da psikolojinin hitap ettiği hem
bilinçli hem de bilinçsiz bu deneyimin parçası olduğunu biliyoruz, öyle ki
şimdi artık, temelde, psikolojiden başka bir şey yoktur.
23
...
Freud'a göre, bilinçdışının bir dil yapısı vardır; yine de Freud'un bir
göstergebilimci değil, bir yorumcu olduğunu unutmamak gerekir. ... onun sorunu
bir dilbilim sorunu değil, deşifre etme sorunudur. Oysa bizzat kendi maddiliği
içinde keşfetmek zorunda olduğumuz bir tür mutlak grafinin [ör. akciğer
grafisi] varlığını özellikle kabul etmek (1. keşif); daha sonra bu maddiliğin
gösteren olduğunu kabul etmek (2. keşif); daha sonra, bunun ne anlama geldiğini
keşfetmek (3. keşif); ve nihayet, dördüncü olarak, bu göstergelerin söylemek
istedikleri şeyleri hangi yasalara göre söylediklerini keşfetmek değilse, nedir
yorumlamak? Bir dili dilbilimci olarak değil, yorumcu olarak, yorumbilgici
olarak ele almak nedir? Göstergebilim tabakasına bu an, yalnızca bu an
[dördüncü keşif anında] rastlarız, yani örneğin metafor ve metonimi
sorunlarına, yani bir göstergeler toplamının bir şey söyleyebildiği yordamlara
bu an rastlarız; fakat, bu dördüncü keşif ancak çok daha temel olan ilk üç
keşfe göre dördüncüdür ve bu ilk üç keşif orada, önümüzde duran bir şeyin
keşfidir, yorumlanacak bir metnin keşfidir, olası bir yorumbilgisi için bir tür
mutlak zeminin keşfidir.
25
Hasılı,
edebiyat, söylediği şeyi söylemediğini gayet iyi bildiğimiz bir tür dil değilse
nedir? Çünkü, eğer edebiyat söylemek istediği şeyi söylüyor olsaydı, basitçe,
“Markiz saat beşte çıktı…” derdi. İyi bilmekteyiz ki, edebiyat bunu demez,
dolayısıyla edebiyatın, kendi üstüne katlanmış, söylediği şeyden başka bir şey
söylemek isteyen ikinci bir dil olduğunu bilmekteyiz; alttaki bu diğer dilin ne
olduğu bilinmemektedir, bilinen tek şey, romanı okuduktan sonra, bunun ne
anlama geldiğini, yazarın söylemek istediği şeyi neye bağlı olarak, hangi
yasalarla söylediğini keşfetmiş olmamız gerekir; metnin hem yorumunu hem de
göstergebilimini yapmış olmamız gerekir.
[…
göstergebilim ancak yorumlamada bulunarak yapılabilir, yorumlama da ancak
göstergebilim uygulayarak yapılabilir ve bu aidiyet kesinlikle birbirinden
ayrılamaz.]
27
… bir psikoloğun labirentteki bir farenin
davranışlarını incelediğini düşünelim, onun tanımlamaya çalıştığı şey, fare
için olduğu kadar insan için de geçerli olabilecek genel davranış biçimidir,
insan hakkında neler bilinebileceği söz konusudur her zaman. [Ulus Baker’in
Pavlov deneyleri hakkındaki görüşü].
… “açıklamak” ile “anlamak”ın ilk kez Dilthey’le
birlikte ayırt edildiği ve özellikle radikal, mutlak ve birbiriyle bağdaşmaz
epistemolojik biçimler olarak önerildiği kanısındayım … Anlamayı açıklamanın
karşıtı olarak koyarak, biraz mitsel bir biçimde tanımlamış olduğu şey budur.
Açıklama, kötü epistemolojik modeldir; anlama, yorumlamadaki radikal anlamına
indirgenmiş olan insan biliminin mitsel figürüdür.
30
…
dönüşlü düşünmeye dayalı [réflexif], genelleyici ve kurucu ilişki…
II. İnsan Öldü mü? (C. Bonnefoy ile
söyleşi), 1966
31
Hümanizmanın,
Montaigne'e ve çok daha ötelere uzanan, çok eski bir nosyon olduğuna inanılır.
Oysa, "hümanizma" kelimesi Littré de (Emile Littré tarafından ilk kez
1863-1877 arasında yayımlanan Fransızcanın en kapsamlı sözlüğü. y.h.n.) yoktur.
Aslında, kolaylıkla teslim olduğumuz geçmişe dönük bir yanılsamanın
cazibesiyle, hümanizmanın her zaman Batı kültürünün en önemli sabiti olduğunu
hayal etmeye can atarız. Örneğin, bu kültürü diğerlerinden, örneğin Doğu ya da
İslam kültürlerinden ayırt eden şeyin hümanizma olduğuna inanırız. Bu
hümanizmanın izlerine başka yerde, Çinli ya da Arap bir yazarda rastladığımızda
rahatsız oluruz ve bu durumda, insan soyunun evrenselliğiyle karşı karşıya
olunduğu duygusuna kapılırız.
32
Oysa hümanizma diğer kültürlerde olmadığı gibi,
muhtemelen bizimkinde de ham hayal düzeyindedir.
On
altıncı yüzyılın hümanizma çağı olduğunu, klasisizmin insan doğasının büyük
temalarını geliştirdiğini, on sekizinci yüzyılın pozitif bilimleri yarattığını
ve nihayet biyoloji, psikoloji ve sosyolojiyle birlikte, insanı pozitif,
bilimsel ve rasyonel biçimde tanımaya başladığımızı lisede öğreniriz.
Tüm
bunlar yanılsama niteliğindedir. Birinci olarak, hümanist hareketin tarihi on
dokuzuncu yüzyıl sonudur. İkinci olarak, on altıncı, on yedinci ve on sekizinci
yüzyılların kültürlerine biraz yakından baktığımızda, bu kültürlerde kelimenin
gerçek anlamıyla insanın hiç yerinin olmadığını fark ederiz. O dönemde kültür,
Tanrı'yla, dünyayla, şeylerin benzerliğiyle, uzayın yasalarıyla, elbette
bedenle, tutkularla, imgelemle meşguldü. Fakat insanın kendisi kesinlikle
yoktu.
Kelimeler ve Şeyler'de, on sekizinci yüzyıl
sonunda ve on dokuzuncu yüzyıl başında insanın hangi parça ve bölümlerden
oluştuğunu göstermek istedim. ... [şunu göstermek:] İnsanı, bilimse olarak
tanıma fikri, insan varlığına dair ahlâki bir kaygı olduğu için değildir,
tersine, insan varlığı mümkün bir bilginin nesnesi olarak inşa edildiğinden,
daha sonra, çağdaş hümanizmanın tüm ahlâki temaları geliştirilmiştir; yumuşak
Marksizmlerde, Saint-Euxpéry ve Camus'de, Teilhard de Chardin'de, kısacası,
kültürümüzün tüm bu soluk figürlerinde rastlanan temalar bunlardır.
33
[Sartre]
Hümanizmanın, antropolojinin ve diyalektik düşüncenin ortak yanları vardır.
Russell'le birlikte doğduğunu gördüğümüz, Lévi-Strauss'ta ve dilbilimcilerde
ortaya çıkan çağdaş analitik düşünce insanı göz ardı eder. Bu analitik akıl
hümanizmayla bağdaşmaz, oysaki diyalektik, yanında hümanizmayı da getirir.
Bunu
birçok nedenden dolayı yapar: Çünkü diyalektik bir tarih felsefesidir, çünkü
insan pratiğinin bir felsefesidir, çünkü yabancılaşmanın ve uzlaşmanın
felsefesidir. Tüm bu nedenlerle ve özünde her zaman bir kendine dönüş felsefesi
olduğundan, diyalektik, insan varlığına, bir anlamda, sahici ve hakiki bir
insan olacağını vaat eder. İnsanı insana vaat eder ve bu ölçüde içerisinde,
hümanist bir ahlâktan ayrı olamaz. Bu anlamda, çağdaş hümanizmanın büyük
sorumluları elbette Hegel ve Marx'tır.
[İmdi,
Sartre] Çağdaş kültürü, yani psikanalizin, ekonomi politiğin, tarihin,
sosyolojinin kazanımlarını diyalektiğin içinde toplayabilmek için elinden gelen
her şeyi yaptı. Fakat, çağdaş kültürün derinlemesine parçası olan analitik
akıldan kaynaklanan her şeyi -mantık, enformasyon teorisi, dilbilim,
biçimcilik- bir yana bırakmamayı başaramaması ayırt edici bir durumdur. ... Bu
anlamda, Sartre sonuncu Hegelcidir, hatta sonuncu Marksist bile diyebilirim.
"-
Demek ki, hümanizmanın ardından diyalektik-olmayan bir kültür gelecektir. B
kültürü nasıl tasarlıyorsunuz...?"
34
Şu
an oluşmakta olan bu diyalektik-olmayan kültür, birçok nedenle hâlâ kem küm
eden bir kültürdür. Öncelikle, çok farklı bölgelerde kendiliğinden ortaya
çıkmıştır. Kendine özgü bir yeri olmadı. Kendini, başlangıçtan itibaren, tam
bir altüst ediş olarak da sunmadı. Nietzsche'yle birlikte başladı; Nietzsche
Tanrı'nın ölümünün insanın ortaya çıkışı değil, yok oluşu olduğunu; insanla
Tanrı'nın arasında tuhaf akrabalık bağları olduğunu; ... Tanrı öldüğüne göre
insanın da aynı zamanda ardından korkunç bir yaratık bırakarak ortadan
kaybolmaktan başka bir şey yapamayacağını gösterdiğinde başladı.
Bu
diyalektik-olmayan kültür Heidegger'de de görüldü: Varlıkla temel ilişkiyi
Yunan kökene dönerek yeniden kavramayı denedi. Diyalektik-olmayan bu kültür,
felsefenin mantıksal bir eleştirisini yaptığında Russel'da, mantıkla dil
arasındaki ilişki sorununu ortaya attığında Wittgenstein'da, dilbilimcilerde,
Lévi-Strauss gibi sosyologlarda da görüldü.
Kısacası,
şu an bizim için analitik aklın tezahürleri hâlâ dağınıktır. Bizim için
tehlikeli bir eğilim burada ortaya çıkmaktadır, yani on sekizinci yüzyıla
açıkça geri dönüş... Fakat böyle bir geri dönüş olamaz.
"-Bu
tehlikeli eğilim nasıl engellenebilir?"
Diyalektik-olmayan
bu düşüncenin kendine özgü ve kesinlikle çağdaş biçimini keşfetmeyi denemek
gerekir. On yedinci yüzyılın analitik aklının özelliği esas olarak doğaya
yaptığı göndermeydi, on dokuzuncu yüzyılın diyalektik aklı ise özellikle
varoluşa, yani birey-toplum, bilinç-tarih, praksis-yaşam, anlam-anlamsızlık,
canlı-cansız ilişkileri sorununa göndermede bulunarak gelişti.
Bence
şu an oluşmakta olan diyalektik-olmayan düşünce doğayı ya da varlığı değil,
bilginin ne olduğunu işin içine katmaktadır. Onun asıl nesnesi bilgi olacaktır,
öyle ki bu düşünce, bilgilerimizin toplamı, genel ağı karşısında ikincil
konumda kalacaktır. Bir yandan, farklı bilgi alanları arasındaki, diğer yandan
bilme ile bilmeme arasındaki ilişkiler hakkında kendini sorgulamak zorunda
kalacaktır.
35
Burada,
ansiklopedik bir girişim söz konusu değildir. Birinci olarak, I'Encyclopédie
bilgileri biriktiriyor ve üst üste yığıyordu. Bugünkü düşünce, bilgiler
arasındaki eşbiçimlilikleri tanımlamak zorundadır. İkinci olarak, I'Encyclopédie'nin
amacı, bilme yararına, aydınlık yararına, bilmemeyi kovmaktı [İgnoramus].
Bizim, bilmeme ile bilme arasında var olan kalıcı ilişkiyi pozitif olarak
kavramamız gerekir, çünkü biri diğerini ortadan kaldırmaz; bunlar kalıcı ilişki
içindedirler, birbirlerine yaslanırlar ve ancak birbirleri dolayısıyla
anlaşılırlar. Bu nedenle, felsefe günümüzde bir tür sıkı önlemler alma
krizinden geçmektedir.
Bilgiden
ve bilginin eşbiçimliliklerinden söz etmektense, varoluştan ve varoluşun
yazgısından söz etmek insana daha ayartıcı gelir, bilme ile bilmeme arasındaki
ilişkilerden söz etmektense tam bir aydınlanma içinde insanın kendisiyle
barışmasından söz etmek daha teselli edicidir. Fakat, yine de, felsefenin
görevi, insanların varoluşundaki sertliği gidermek ve onlara bir tür mutluluk
vaat etmek elbette değildir. [Klasik yansıtmacılığa erkin olağan eğilimi]
[edebiyat]
... verili bir dönemde, verili bir kültürde dilin kullanılış tarzının bile tüm
diğer düşünce biçimlerine sıkı sıkıya bağlı olduğu kanısındayım. ... bugünkü
edebiyatın da felsefeyi niteleyen bu aynı diyalektik-olmayan düşüncenin parçası
olduğu kanısındayım.
"-Nasıl
yani?"
36
[Mallarmé'den
bu yana... "Ça parle"ın olduğu yerde (Lacan), insan artık yoktur
(id'in konuştuğu, yani bilinçdışının bir dil gibi yapılandığı yerde);
Robbe-Grillet, Malcolm Lowry, Borges, Blanchot'nun eserleri insanın dilin
yararına kayboluşunu anlatır. Tüm edebiyat, dille bir ilişki içindedir, bu
ilişki aslında düşüncenin bilgi ile sürdürdüğü ilişkidir. Dil, edebiyatın
bilinmeyen bilgisini söyler.]
[Klee]
... resim yapma ediminin kendisini resmin kendisinin sergilenen ve pırıldayan
bilgisi haline getirir.
III. Suskun Kalmış Bir
Tarih,
1966
38
Ernst Cassirer, Aydınlanma Felsefesi
40
Yaklaşık
iki yüz yıldır Batı düşüncesini, kendi modernliği karşısında kör ederek
şaşkınlığa düşürmüş olan Kantçı muamma, belleğimizdeki iki önemli figürü ortaya
çıkarmıştır: Sanki, on sekizinci yüzyılın sonunda, modern dünya doğduğunda olup
biten şeyin unutulması ikili bir özlemi açığa çıkarmış gibidir: Varlıkla
ilişkimizi aydınlatmasını istediğimiz Yunan çağına duyulan özlem ve bilgimizin
biçim ve sınırlarını yeniden sorgulamasını istediğimiz on sekizinci yüzyıla
özlem. Hölderlin'den Heidegger'e uzanan Helenik hanedanlığın karşıtı, Marx'tan
Lévi-Strauss'a uzanan modern Aufklarer'lerin [Aydınlanmacılar] hanedanlığıdır.
Nietzsche'nin "aşırı büyüklüğü" belki her ikisine de ait olmasından
gelir. Yunan ya da Aufklarer olmak, tragedyadan ya da ansiklopediden yana
olmak, şiirden ya da düzyazıdan yana olmak, varlığın sabahından ya da temsilin
öğle vaktinden yana olmak; modern düşüncenin -bize hâlâ egemen olan, ama
ayaklarımızın altında sallandığını hissettiğimiz düşüncenin- henüz asla
kurtulamadığı ikilem buradadır.
41
Biz
Fransızlar, psikolojinin çekiciliğinden hâlâ kurtulmuş değiliz; bir kültür, bir
düşünce, bizim için her zaman bir birey metaforudur: Tekil bir özne için
geçerli olduğuna safça inandığımız şeyi bir dönem ya da bir uygarlık ölçeğine
taşımak bizim için yeterli olur; tıpkı her bir kişinin kanıları, bilgileri,
arzuları, endişeleri, özlemleri gibi, bir "yüzyılın" kanıları,
bilgileri, arzuları, endişeleri, özlemleri olduğuna inanırız; Paul Hazard,
Cassirer döneminde, Avrupa Bilincinin Krizi'ni tarif ediyordu. Aynı dönemde
Marksist tarihçiler de kültürel fenomenleri, bunların yaratıcısı ya da tarihsel
sorunlusu olan kolektif öznelere atfediyorlardı. Buna karşılık, Cassirer bir
tür "kurucu soyutlama"ya göre davranır: Bir yandan, kişisel
motivasyonları, biyografik rastlantıları, bir dönemi dolduran tüm olumsal
figürleri siler; diğer yandan, ekonomik ve toplumsal belirlemeleri bir yana
bırakır ya da en azından erteler. Bu durumda önünde açılan şey, kendi
konfigürasyonu içinde analiz etmeye giriştiği, söylem ve düşüncenin, kavram ve
sözcüklerin, sözce ve savların birbirinden ayrılmaz ve yaygın tabakasının
tümüdür. [tipoloji - tipografya].
43
bağdaşık homojen
erüdisyon kültürlü,
bilgili
IV. Filozof Kimdir? 1966
44
“-Toplumda filozofun rolü nedir?”
Toplumda filozofun rolü yoktur. Düşüncesini, grubun
güncel hareketi karşısında bir yere yerleştiremeyiz. Sokrates bunun mükemmel
bir örneğidir: Atina toplumu ona ancak yıkıcı bir rol verebilmiştir,
sorgulamaları kurulu düzen tarafından kabul görmemiştir. Gerçekten de, bir
filozofun yerinin bilincine yıllar sonunda varılır, bu da sonuçta ona atfedilen
retrospektif bir roldür.
“- Peki bu durumda toplumla nasıl
bütünleşiyorsunuz?”
Benim bütünleşmem mi?.. Biliyorsunuz, on
dokuzuncu yüzyıla kadar filozoflar kabul görmemişlerdi. Descartes
matematikçiydi, Kant felsefe değil, antropoloji ve coğrafya öğretiyordu,
okullarda felsefe değil retorik öğretiliyordu, dolayısıyla filozofun toplumla
bütünleşmesi diye bir sorun yoktu. … Hegel felsefe profesörüydü. Fakat o
dönemde felsefenin sonuna geldiği kanısı yaygındı.
45
“- Tanrı’nın ölümü fikriyle az çok çakışan bir
şey değil mi bu?”
Hegel’e göre, Akıl Tanrı’nın yerini alır, yavaş
yavaş gerçekleşmekte olan şey insan tinidir… Nietzsche’ye göre Tanrı’nın ölümü
metafiziğin sonu anlamına gelir, ama yeri boş kalır, Tanrı’nın yerini alan
kesinlikle İnsan değildir.
V. Nietzsche, Freud,
Marx,
1967
kolokyum bir
grubun uzman kişilerden, diğer grubunsa tartışmacılardan oluştuğu iki grubun
katılımına dayanan tartışma yöntemi.
47
Dilin söylediğinden farklı bir şey söylemek istediği
kuşkusunu duymanın ve dilden başka bir yerde de dilin olduğundan kuşkulanmanın
her kültüre özgü -Batı uygarlığındaki tüm kültürel biçimleri kast ediyorum-
kendi yorumlama sistemi, teknikleri, yöntemleri, tarzları olduğu kanısındayım.
Dolayısıyla, tüm bu yorumlama sistemlerinin sistemini ya da -on yedinci
yüzyılda dendiği gibi- tablosunu yapmak için bir girişime başlanması gerektiği
kanısındayım.
On dokuzuncu yüzyılın hangi yorumlama sistemini
kurduğunu, dolayısıyla bizlerin şimdi hâlâ hangi yorumlama sistemine bağlı
olduğumuzu anlamak için, bence, geçmiş bir referansa, örneğin on altıncı
yüzyılda var olmuş olabilecek türde bir tekniğe başvurmak gerekiyor. O dönemde,
yorumlamaya yer veren şey,
yorumlamanın hem genel görünümü hem de üzerinde durması gereken asgari birlik, benzerlik’ti. Şeylerin birbirine
benzediği yerde, bu’nun benzeştiği
yerde, bir şey söylenmek isteniyordur, dolayısıyla deşifre edilebilir; on
altıncı yüzyıl felsefesinde, zoolojisinde, botaniğinde, kozmolojisinde,
benzerliğin ve bunun etrafında uydular gibi dönen tüm kavramların oynadığı
önemli rol bilinmektedir. Doğrusu, biz yirminci yüzyıl insanlarının gözünde tüm
bu benzeşme ağı oldukça anlaşılmaz ve karmaşıktır. Aslında, on altıncı yüzyılda
bu benzerlik corpus’u eksiksiz
düzenlenmişti. Eksiksiz olarak tanımlanmış en azından beş nosyon vardı:
48
*Uygunluk nosyonu, convenentia, uyarlanmadır (örneğin ruhun bedene ya da hayvanlık
dizisinin bikri dizisine uyarlanması);
*Sympatheia
nosyonu, sempati, ayrı tözlerdeki rastlantıların özdeşliğidir;
*Emulatio
nosyonu, ayrı tözlerdeki ya da ayrı varlıklardaki özniteliklerin ilginç bir
şekilde paralelliğidir, öyle ki, öznitelikler, bir tözde ya da diğerinde
birbirinin yansısı gibidir. (Örneğin, Porta, insan yüzünde saptadığı yedi
bölümün, yedi gezegenli gökyüzüyle rekabet halinde olduğunu açıklar.);
*Signatura
nosyonu, imza, bir bireyin görünür özellikleri arasındaki görünmez ve gizli bir
özelliğin imgesidir;
*son olarak, elbette, analoji nosyonu, iki ya da çok sayıda ayrı töz arasındaki ilişkilerin
özdeşliğidir.
Demek ki o dönemde gösterge teorisi ve yorumlama
teknikleri, olanaklı benzerlik türlerinin tümünün son derece açık bir tanımına
dayanıyordu… Tüm benzerlikler, bunları
oluşturan dünyanın konsensüs’ünü
ortaya çıkarır; bunlar, Tanrı ile Şeytan arasındaki anlaşmazlığa dayanan kötü
benzerlik olan simulacrum’un
karşıtıdır.
55
… on dokuzuncu yüzyıldan itibaren, Freud’dan,
Marx’tan ve Nietzsche’den itibaren, bence, gösterge kötü niyetli olacaktır;
yani, göstergede kötülük isteğinin ve “kötü yürekli olma”nın muğlak ve az çok
karanlık bir biçimi vardır. Ve gösterge, kendini yorum olarak sunmayan bir
yorum olduğu ölçüde bu böyledir. Göstergeler, kendilerini doğrulamayı deneyen
yorumlardır, yoksa tersi değil.
Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde ve özellikle Kapital’in birinci cildinde
tanımlandığını gördüğümüz paranın işlevi budur. … sonuç olarak göstergeler,
maskedir. Yorumun üstünü örtme şeklinde yeni bir işlev edinen gösterge, daha
Rönesans döneminde sahip olduğu basit gösteren varlığını kaybeder…
56
Yorum, kendini sonsuza dek yorumlama, kendine her
zaman yeniden kavuşma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. … yorum her zaman
kendini yorumlamak zorundadır ve kendine geri dönmeyi ihmal edemez. Bir sürenin
zamanı olan gösterge zamanına karşıt olarak ve -her şeye rağmen doğrusal olan-
diyalektiğin zamanına karşıt olarak, değirmi (yuvarlak, döngüsel?) bir yorum
zamanı vardır. Bu zaman, önceden geçtiği yerden yeniden geçmek zorundadır,
bunun sonucu, kısacası, yorumun gerçekten peşinde koştuğu tehlike, -ama bu aşırı
bir tehlikedir-, paradoksal biçimde, onu peşinden koşturtan göstergelerdir.
Yorumun ölümü, göstergelerin varlığına inanmaktır; birinci olarak, ilksel
olarak, gerçekten, bağdaşık (birbirine benzer karakterlere veya yapıya sahip
parça veya birimlerden oluşan bütün veya topluluk), anlamlı ve sistematik
işaretler olarak göstergelerin var olduğuna inanmaktır.
57
Tersine, yorumun yaşamı, yorumlardan başka bir
şey olmadığına inanmaktır. Bence, çağdaşlarımızın çoğunun unuttuğu bir şeyi,
yorumbilgisiyle göstergebilimin iki amansız düşman olduğunu iyi anlamalıyız.
Gerçekten de, göstergebilime geri çekilen bir yorumbilgisi, göstergelerin
mutlak varlığına inanır: Yorumların şiddetini, tamamlanmamışlığını,
sonsuzluğunu terk eder, belirticinin [indice]
terörünü egemen kılar ve dilden kuşkulandırır. Burada Marx’tan sonraki
Marksizmle karşılaşıyoruz. Tersine, kendi üstüne kapanan bir yorumbilgisi
kendilerine işaret etmeye devam eden dillerin alanına girer, delilik ile
katışıksız dilin bu ortak bölgesine girer. Nietzsche’yle karşılaştığımız yer
burasıdır.
automystification kendini aldatma
60
latent gizliden
gizliye varlığını sürdürmek, henüz ortaya çıkmamış olmak; herhangi bir şekilde
göze çarpacak yaşam ve fizyolojik aktivite belirtileri görülmeyen biyolojik
olayları ifade etmek için kullanılan deyim.
VI. Tarihi Yazma
Biçimleri Üzerine,
1967
65
… tarih tuhaf bir biçimde kutsallaştırıldı. …
tarihin haç işareti altında, her söylem haklı davaların tanrısına ibadet
biçimini alıyordu. … bazılarının gözünde, disiplin olarak tarih, diyalektik
düzenin son sığınağını oluşturuyordu: Rasyonel çelişkinin hâkimiyetinin
kurtarılabildiği yer orasıydı… Bireyler, kendilerini aşan ve meydan okuyan bu
bütünlük içinde tutulurlar, ama belki aynı zamanda onun kötü niyetli birer
yaratıcısıdırlar. Öyle ki hem kişisel proje hem de bütünlük olan bu tarih,
bazıları için dokunulmaz bir hal alır: Tarihsel sözün bu türden biçimini
reddetmek, büyük devrim davasına saldırmak olur.
66
İnsan bilimleri ile tarih arasındaki eski
karşıtlık (insan bilimleri eşsüremli olanı ve evrimsel-olmayanı incelerken,
tarih, aralıksız büyük değişim boyutunu analiz eder) yok olur…
67
… Althusser’le benim aramda açık bir farklılık
var: O, Marx’la ilgili olarak epistemolojik kopma kelimesini kullanmaktadır,
bense, tersine, Marx’ın epistemolojik bir kopmayı temsil etmediğini ileri
sürüyorum.
Marx’ın ekonomik analizlerinin Ricardo’nun
kurduğu epistemolojik uzamın dışında kaldığını sanmıyorum.
69
Tarih, etnoloji ve dil gibi alanlarda betimleme
çabalarının temel önem taşıdığı fark edileli yine de elli yıldan fazla oldu. …
Tarih gibi kesin biçimini almamış disiplinlerin de, betimlemenin temel
görevlerini yerine getirmesine niçin karşı çıkılıyor anlayamıyorum.
70
… betimleme bir anlamda sonsuzdur, diğer
anlamda, incelenen söylemler arasında var olan ilişkileri açıklamaya uygun
teorik model oluşturmaya yönelik olduğu ölçüde de kapalıdır.
72
Dilbilgisini, doğa tarihini ya da ekonomi
politiği nesne olarak işleyen bu metinler bütününün ortaya çıkmasını mümkün
kılan bizim dönemimizdir, yalnızca bu dönemdir.
Öyle ki, yazar bu konuda ve yalnızca bu konuda,
sözünü ettiği şeyin kurucusudur. Benim kitabım doğrudan doğruya bir kurgudur:
Bir romandır, ama onu yaratan ben değilim, bizim dönemimizin ve epistemolojik
konfigürasyonunun tüm bu sözceler yığınıyla ilişkisidir. Öyle ki, özne
gerçekten de kitabın bütünlüğünde mevcuttur, fakat o özne günümüzde söylenen
her şeyde konuşan anonim “gizli özne”dir.
… çağdaş eleştiri -daha pek kısa süre önce
yapılmış olandan onu ayıran da budur- çeşitli metinler üzerinde, kendi
nesne-metinleri üzerinde bir tür yeni kombinatuar oluşturmakla meşguldür. (kombinatuar analiz, nesneler arasında,
önceden verilmiş bir tanıma uygun düzenlemelerin yapılmasını ve bu düzenleme
sonucunda bulunan ilişkilerin matematik modellerinin oluşturularak,
genellemeyle tüm benzeri oluşumlarda uygulanabilmesini mümkün kılacak
sonuçların incelenmesidir. Bu analizin çeşitlemeleri ise, nesnelerin
gruplandırılma biçimlerine göre, permütasyon, kombinasyon ve varyasyon gibi
adlar alır). İçkin sırrını yeniden oluşturmak yerine, metni bir öğeler bütünü
(sözcükler, metaforlar, edebi biçimler, anlatı bütünleri) olarak ele alır; bu
öğeler arasında kesinlikle yeni ilişkiler ortaya çıkarılabilir, yeter ki
yazarın projesinin buyruğu altında olmasınlar ve yalnızca mevcut haliyle eser
tarafından mümkün kılınsınlar.
73
Artık, çağdaş eleştiri büyük içsellik mitini
terk etmek üzeredir: Intimior intimio
ejus. … Metnin dışına yerleşen çağdaş eleştiri, metinlerin metnini yazarak
metne yeni bir dışsallık katar.
Edebiyat üzerine her söylemi mümkün kılmış
olanın Blanchot olduğu doğrudur. Öncelikle, eserlerin dillerinin bu dış yüzeyle
birbirine bağlandıklarını ve “edebiyat”ın bu yüzeyde ortaya çıktığını ilk
gösteren odur.
74
[Blanchot ile birlikte] Artık eserin, yazarın
bir projesine ait olmadığını biliyoruz, onun varoluşuna da ait değildir, eser
yazarla olumsuzlama, imha ilişkileri sürdürür...
75
... dilbilim ile edebiyat eserleri arasındaki,
müzikle matematik arasındaki, tarihçilerin söylemiyle ekonomistlerin söylemi
arasındaki ilişkiler artık yalnızca ödünç alma, taklit ya da irade dışı
benzeşim düzeyinde değildir, yapısal eşbiçimlilik düzeyinde de değildir; bu
eserler, bu gelişmeler karşılıklı ilişki içinde oluşur, bunlar birbirleri için
vardır. Artık bir dilbilim literatürü vardır, yoksa dilbilgisi uzmanlarının,
romancıların dilbilgisi ve söz dağarcığının üzerindeki etkisi değil. Aynı
şekilde, on yedinci yüzyıl sonunda ve on sekizinci yüzyıl başında olduğu gibi,
matematik de müzikal dilin inşasına uygulanabilir değildir, günümüzde
matematik, müzikal eserin biçimsel evrenini meydana getiriyor. Öyle ki,
dillerin eski dağılımının genel olarak ve baş döndürücü biçimde silinmesine
tanık oluyoruz.
Günümüzde dilden başka bir şeyin bizi
ilgilendirmediği ve dilin evrensel nesne olduğunu söylüyoruz seve seve.
Yanılgıya düşmemeli: Dilin bu hükümranlığı, göçmen bir kavmin geçici, ikircil,
eğreti hükümranlığıdır. Kuşkusuz, dille ilgileniyoruz; fakat sonuçta onun
mülkiyetine girmek için değil, bugüne kadar bizden hiç uzaklaşmadığı kadar
uzaklaşsın diye ilgileniyoruz. Dilin sınırları çöküyor, sakin evreni kaynaşmaya
başlıyor; ve eğer sular altında kalmışsak, onun zamana bağlı olmayan
sertliğinden değil, dalgasının şu anki hareketindendir.
76
Yapısalcı olarak adlandırılanlardan farklı
olarak, ben dil gibi bir sistemin sunduğu biçimsel imkânlarla pek ilgilenmedim.
Kişisel olarak, ben daha ziyade söylemlerin varlığıyla, sözlerin söylenmiş
olmasıyla meşgul oldum...
... benim konum, dil değil arşivdir, yani
söylemlerin birikmiş varlığı. Arkeolojinin, benim anladığım anlamda, ne
-toprakaltının analizi olarak- jeolojiyle bağı vardır, ne de -başlangıçların ve
devamların tanımı olarak- soybilimle; arkeoloji, söylemin arşiv kipliği
içinde analizidir.
Özellikle mantıkçılarla, Russel ve
Wittgenstein'ın öğrencileriyle birlikte biçimsel nitelikleriyle dilin, ancak
somut işleyişini dikkate almak koşuluyla analiz edilebileceğini fark etmeye
başlıyoruz. Dil, elbette bir yapılar bütünüdür, ama söylemler, işleyiş
birimleridir ve dilin bütünlüğü içinde analizi bu temel talebiyle yüzleşmekten
geri kalmaz.
77
Tarihin bir kıvrımına yerleşmiş olan bir birey,
bir dönemin ya da bir uygarlığın tüm hakikatinin ifadesini bulduğu güzellik
biçimlerini nasıl keşfedebilir? Günümüzde sorun artık bu terimlerle ortaya
atılmıyor: Artık hakikatin içinde değiliz, söylemlerin tutarlılığı içindeyiz,
güzelliğin içinde değil, karmaşık biçim ilişkileri içindeyiz. ... Anonimliği
yeniden elde etmeliyiz, nihayet bir gün anonim olacağımıza olan devasa kanıyı
kendimize doğrulamak zorundayız; tıpkı klasik düşünürlerin hakikati
bulduklarına ve kendi adlarına buna eklediklerine olan güçlü kanılarını
doğrulamak zorunda olmaları gibi. Eskiden, yazan kişi için sorun herkesin
anonimliğinden kurtulma sorunuydu, günümüzün sorunu ise kendi özel adını
silmeyi başarma ve mevcut söylemlerin bu büyük mırıltısına kendi sesini dahil
etme sorunudur.
78
Tek iddiası anonim olmak olan bu tür kitaplara
bu kadar çok tekillik ve şahsilik işareti veren şey, bir üslubun ayrıcalıklı
göstergeleri değildir, tekil ya da bireysel bir yorumun işareti de değildir,
yazılı bir şahsiliğe göndermede bulunabilecek her şeyi maharetle silen silgi
darbelerinin doymak bilmezliğidir. Yazarlarla yazanlar arasında siliciler
vardır. ... anonimliği hedefleyen silgi vuruşları, bir adın imzasını cakalı hat
kalemlerinden daha kesin biçimde belirtir.
"- … felsefenin modern statüsü sizce
nedir?"
Bence günümüzde felsefe artık yoktur,
kaybolduğundan değil, büyük miktarda çeşitli faaliyetler içinde dağıldığından
böyledir: Örneğin, aksiyomatikçinin, dilbilimcinin, etnoloğun, tarihçinin,
devrimcinin, siyaset adamının faaliyetleri, felsefi faaliyet biçimleri
olabilir. On dokuzuncu yüzyılda nesnelerin olabilirlik koşulları üzerine
sorular soran düşünme tarzı felsefiydi; günümüzde, bilgi ya da pratik için yeni
bir nesne ortaya çıkaran her faaliyet felsefidir - bu faaliyet ister
matematikten, isterse de dilbilim, etnoloji ya da tarihten kaynaklansın.
VII. “Kimsiniz Siz,
Profesör Foucault?”,
1967
84
...
50'li yıllar boyunca, ... anlam sorununu kafama takmıştım. ... anlam ile tarih arasındaki, ya da
fenomenolojik yöntem ile Marksist yöntem arasındaki ilişkiler sorunuyla
uğraşıyordum.
85
Şimdi,
tersine, nesne kurulurken anlamın, güneşin tutulması gibi, nasıl kaybolduğuyla
ilgilendiğimi söyleyebilirim size. ... Yapısalcılık, anlamın ortaya çıkışının
biçimsel koşulları sorununu ortaya atar... özünde ben ne anlamla ne de anlamın
ortaya çıkış koşullarıyla ilgileniyorum; benim üstünde durduğum şey, anlamın
değişim ya da kesintiye uğrama koşullarıdır, anlamın, başka bir şeyi ortaya
çıkarmak için yok olma koşullarıdır.
86
Her toplum bir dizi karşıtlıklar sistemi ortaya
koyar - iyi ve kötü, izinli ve yasak, meşru ve gayri meşru, suç olan ve olmayan
arasında; toplumları kuran bütün bu karşıtlıklar, günümüz Avrupa’sında normal
ile patolojik arasındaki basit karşıtlığa indirgenmiştir. … Bir suçlunun
patolojik bir vaka olduğunu söyleyebilmek için onun bir deli olduğunu
söyleyerek işe başlamak gerekir; sonra, her delinin akıl hastası olduğu,
dolayısıyla patolojik bir vaka olduğu söylenecektir. Böylece, suçlu kişi
patolojik kategorisine girebilir.
Aslında, özgürce ve kendi iradeleriyle LSD
almaya, on iki saatlik bir evre boyunca “akıldışı”lık haline girmeye karar
veren sapasağlam kişiler, normal ile patolojik karşıtlığı dışında delilik
deneyi yaşarlar.
87
"-
... Batı uygarlığının bağrında bazı Doğu uygarlıklarının düşünce ve kültürünün
ortaya çıkışından söz edilebilir mi?"
Hayır,
tersine, karşıt bir fenomenin meydana geldiği kanısındayım. Görünüşte yüz elli
yıldan bu yana, hatta Schopenhauer'den bu yana diyebiliriz, Şarklılaşıyoruz;
gerçekte, bütün dünya Batılılaştığı için Batı, Hint felsefesini, Afrika
sanatını, Japon resmini, Arap mistiğini almaya görece olarak daha müsait
oluyor. [Bunların hepsi], Batı uygarlığının onları görece olarak asimile
etmesini sağlayan bu yapılar sayesinde, kendinin bilincine eriyor.
88
[Böylece,
bu örnekte de, tam olarak yapısalcılık sorunu söz konusu değildir: Önemli olan
ve benim analiz etmeye çalıştığım şey, ne dilin içinde anlamın ortaya
çıkışıydı, ne de verili bir kültür içinde söylemlerin işleyiş kipiydi: Bir
söylem nasıl olup da bir dönem boyunca patolojik olarak, diğer bir dönemde
edebi olarak işlev görebilmişti. Demek ki, beni ilgilendiren şey, söylemin işleyişiydi,
yoksa anlam kipi değil.]
"-
Sizin araştırmanız sizce hangi disipline dahildir?"
...
kültürel olguların bir analizi... ait olduğumuz kültürün etnolojisi gibi bir
şey söz konusu olabilir.
89
Yaptığım
şeyin felsefeyle ilişkisinin olması çok mümkün, özellikle, en azından
Nietzsche'den bu yana felsefenin görevi teşhis koymaktır, felsefe artık herkes
için, bütün zamanlar için geçerli olabilecek bir hakikati söylemeye
çalışmamaktadır.
90
Her
tarihsel yaklaşım, neden-sonuç ilişkilerini ortaya koymayı kendine görev
edinmelidir. Yine de, nedensel ilişkinin biçimsel rasyonalite terimleriyle ele
alınmasının ve denetlenmesinin imkânsız olduğunu doğa bilimlerinin fark etmiş
olmasının üzerinden birkaç yüzyıl geçti; insan bilimlerinin anlamasının
üzerindense onlarca: Aslında, mantıkta nedensellik yoktur.
On
yedinci yüzyıldan beri insanın dile getirdiği bilimsel söylemlerde, on
sekizinci yüzyıl boyunca yeni bir nesne ortaya çıktı: "İnsan".
İnsanla birlikte insan bilimlerini inşa etme olanağı doğdu.
92
dönüşlü
düşünme
94
nolens
volens ister istemez
95
… bütünlüğü düşünmeyi hedefleyen felsefe,
felsefenin mümkün biçimlerinden yalnızca biri de olabilir… Hegel’den önce felsefe bu bütünlük tutkusuna
sahip değildi: Descartes bir siyaset üretmemiştir, Condillac ve Malebranche da
üretmemiştir, Hume’un matematik düşüncesini ihmal etmek büyük bir tehlike
yaratmaz. Sonuç olarak, bütünlüğü kapsayan bir felsefe fikrinin görece yeni bir
fikir olduğu kanısındayım… felsefe günümüzde farklı alanlarda işleyebilen bir
faaliyet biçimidir. Saussure dili sözden ayırdığında ve dolayısıyla, dilbilim
için bir nesne ortaya çıkardığında, felsefi türde bir işlem gerçekleştirdi.
Mantık alanında Russel, “varoluş”u bir yüklem olarak kabul etmenin güçlüğünü,
imkânsızlığını gün ışığına çıkardığında ya da varoluşsal önermeyi özne-yüklem
türünde bir önerme olarak düşünmenin imkânsızlığını gün ışığına çıkardığında,
kuşkusuz bir mantık ürünü yarattı, fakat mantıksal türdeki bu keşfi yapmasını
sağlayan faaliyet, felsefi bir faaliyetti.
96
Nietzsche’ye
göre, felsefe yapmak farklı alanlardan kaynaklanan bir dizi edim ve işlemden
oluşuyordu: Yunan döneminden bir tragedyayı betimlemek felsefe yapmaktı,
filoloji ya da tarihle uğraşmak felsefe yapmaktı. Ayrıca, Nietzsche felsefenin
özel faaliyetinin teşhis etme çalışmasından oluştuğunu keşfetti: Bugün biz
neyiz? [Kant: Aydınlanma nedir?]
97
Klee,
gösterge olarak geçerli olan tüm bir figürler dizisini dünyanın yüzeyinden
almış olan kişidir ve bunları, gösterge biçimini ve yapısını koruyarak,
kısacası, gösterge olma kiplerini sürdürerek ve aynı zamanda hiç anlamları
olmayacak şekilde işlev görmelerini sağlayarak, resim uzamı içinde parlak bir
şekilde düzenlemiştir. Ve yapısalcı ve dilbilimci olmayan yanım, göstergenin bu
tarz kullanımı karşısında kendinden geçmektedir: Yani, göstergenin varlık kipi
içinde gösterge, yoksa anlamı ortaya çıkarma kapasitesi içinde değil.
"-
... yeni eğilimler üzerine... Örneğin, pop art'la ilgilendiniz mi?"
98
Özellikle,
deyim yerindeyse, ortaya çıktığı toplumsal bağlamla doğrudan ve bilinçli
ilişkisi nedeniyle -bu oldukça kolay bir ilişki- pop art'la da op art'la da pek
ilgilenmediğimi size itiraf etmeliyim. Bana göre, ... Arnal, Corneille...
99
[hümanizma]
1948 yılında, Stalinizmi ve Hıristiyan demokrasisinin hâkimiyetini aklamaya
hizmet etmiş olan tam da bu hümânizmadır, Camus'de ve Sartre'ın
varoluşçuluğunda karşılaştığımız hümânizmadır. Sonunda, bu hümanizma son yirmi
yılın tüm düşüncesinin, tüm kültürünün, tüm ahlâkının, tüm siyasetinin bir
anlamda küçük fahişesi oldu. Bugün bunu bize erdem örneği olarak sunmanın
tahrik olduğu kanısındayım.
"-
... günümüzde asla hümanist olmamanın nasıl mümkün olabildiğini bana
söylemenizi istiyorum."
İnsan
bilimlerinin "insan" denen bir şeyin -insanın hakikati, doğası,
doğumu, yazgısı- keşfine yol açtıklarını hiç sanmıyorum; gerçekte, çeşitli
insan bilimlerinin meşgul oldukları şey, insandan oldukça farklı bir şeydir,
sistemler, yapılar, bileşimler, biçimlerdir, vs.
100
"-
Bu, bilimsel, bilişsel düzeyde. Fakat, ahlâki düzeyde..."
Siyasal
düzeyde diyelim: Aslında, ahlâkın bundan böyle siyasete ve cinselliğe tümüyle
indirgenebilir olduğunu kabul ediyorum, cinsellik de siyasete indirgenebilir:
Bu nedenle ahlâk, siyasettir. Son elli yılın (yalnızca bu yılların da değil)
deneyimi bu hümanist temanın yalnızca hiçbir verimliliği olmamakla kalmadığını,
aynı zamanda ne kadar zararlı, tehlikeli olduğunu da kanıtlamaktadır, çünkü en
çeşitli ve en tehlikeli siyasi operasyonlara bu hümanizma imkân tanımıştır;
gerçekte, siyaset yapanların önüne getirilen sorunlar, demografik büyüme
göstergesinin artmasına izin vermeli mi; ağır sanayiyi mi yoksa hafif sanayiyi
mi teşvik etmeli; verili bir konjonktürde tüketimin, tüketim artışının ekonomik
avantajları var mıdır gibi sorunlardır. İşte, siyasal sorunlar bunlar. Bu
düzlem üzerinde, "insanlar"a asla rastlamıyoruz.
101
Kimsenin
teknokratlardan daha hümanist olmadığı doğrudur. Diğer yandan, tüm bu bulanık
hümanist mitlerden yararlanmayan sol bir siyaset yapabilmek yine de mümkün
olabilmelidir. Demografik büyüme, tüketim, bireysel özgürlük, herkes için zevk
olanağı arasındaki belli bir ilişki sayesinde elde edilen, toplumsal işleyişin
en uygun koşulunun asla bir insan fikrine dayanmadan tanımlanabileceği
kanısındayım. En uygun işleyiş, bunun böyle olmasının "kimin için"
iyi olduğu söylenmeden, içeriden tanımlanabilir. teknokratlar ise hümanisttir,
teknokrasi bir hümanizma biçimidir. Bunlar, gerçekten de, "insanların
mutluluğu"nun ne olduğunu tanımlamayı ve bunu gerçekleştirmeyi sağlayan
iskambil oyununu yalnızca kendilerinin bildiğini sanırlar.
...
niçin "hümanist olmalı"? Benim tek söylediğim, günümüzde mümkün olan
en uygun toplumsal işleyişi siyasal olarak tanımlamaya çalışabileceğimizdir.
102
İnsanın
var olmadığını söylerken, insanın, canlı tür olarak ya da toplumsal tür olarak
gezegenden yok olduğunu kesinlikle söylemedim. Toplumsal işleyiş kuşkusuz
karşılıklı işleyiş halindeki bireylerin işleyişi olacaktır.
Organizma
işlev görmektedir. Niçin? Üremek için mi? Hiç değil. Hayatta kalmak için mi? Bu
da değil. İşliyor. Çok karmaşık biçimde işliyor, yaşamak için işliyor, ama
ölmek için de işliyor, çünkü yaşamayı sağlayan işleyişin sürekli biçimde
tüketen bir işleyiş olduğu da bilinmektedir, öyle ki aynı zamanda ölümü üreten
şey tam da yaşamayı sağlayan şeydir. Tür kendi için işlemez, ne insan için, ne
de Tanrı'yı hamdetmek için işler; kendini işlev görmekle sınırlar. İnsan türü
için de aynı şey söylenebilir. İnsanlık, tür olarak, öyle bir sinir sistemiyle
donanmıştır ki, kendi işleyişini denetleyebilir. Ve bu denetleme imkânı,
açıktır ki, insanlığın bir amacı olması gerektiği fikrine sürekli olarak yol
açar. Kendi işleyişimizi denetleyebildiğimiz ölçüde bu amacı keşfederiz. Fakat
bu, durumu ters yüz etmektir. Kendimize şöyle deriz: Bir amacımız olduğuna göre
kendi işleyişimizi denetlemeliyiz; oysa ki, işleyişin denetimi imkânını bir
noktada toplayabilen belli bir imgeyi sağlayan tüm ideolojiler, felsefeler,
metafizikler, dinler gerçekte yalnızca bu denetim imkânı temelinde ortaya
çıkabilir. ... Amaç fikrini ortaya çıkaran şey, denetim olanağıdır. Fakat
insanlık gerçekte hiçbir amaca sahip değildir, işler, kendi işleyişini denetler
ve bu denetlemeyi her an doğrulamaya çabalar. Bunların yalnızca haklı
çıkarmalar olduğunu ileri sürmekten uzak durmak gerekir. Hümanizma bunlardan
biridir, sonuncusudur.
Şimdi
bana şöyle diyorsunuz: İnsanlık fikrinin var olması belki gereklidir, bu
insanlığın işlemesi için bir mit olsa bile. Size cevabım şu olacak: Belki, ama
belki de değil. İnsanlık fikri Tanrı fikrinden ne daha fazla ne de daha az
gereklidir.
104
Felsefelerin
yok olmasından söz ettim, filozofun yok olmasından değil. Genel olarak bir
kültürün şimdiki zamanına teşhis koymaktan ibaret belirli alanlarda, belli
türde "felsefi" faaliyetlerin var olduğu kanısındayım.
VIII. Foucault Sartre’a
Cevap Veriyor,
1968
106
"-Kelimeler
ve Şeyler" adlı kitabınızın sonuç bölümünde, insan bilgisinin önüne
konulmuş en eski ya da en değişmez sorunun insan olmadığını yazdınız. İnsan,
diyorsunuz, yakın geçmişteki doğumu ve belki de yakın gelecekteki sonu düşünce
arkeolojimiz tarafından gösterilen bir icattır. Büyük yankılar uyandıran
cümlelerden biri budur. Bilginin uzamında insanın doğum tarihi sizce
nedir?"
On
dokuzuncu yüzyıl, örneğin mikrobiyoloji, elektromanyetizma, vs. gibi çok önemli
bazı şeylerin keşfedildiği yüzyıldı, aynı zamanda, insan bilimleri de bu
yüzyılda keşfedildi. insan bilimlerini keşfetmek, görünüşte, insanı mümkün bir
bilimin konusu yapmaktı. Bu, insanı bilgi nesnesi olarak kurmaktı. Oysa, bu
aynı on dokuzuncu yüzyılda, şu büyük eskatolojik mit umut ediliyor, hayal
ediliyordu: Bu insan bilgisi sayesinde insanın yabancılaşmalarından
kurtulmasına, hâkim olamadığı tüm belirlenimlerden kurtulmasına, kendisi
hakkında sahip olduğu bu bilgi sayesinde yeniden ya da ilk kez kendisinin
efendisi ve sahibi olmasına çabalamak. Başka deyişle, insanın kendi
özgürlüğünün ve kendi varoluşunun öznesi olması için insan bir bilgi nesnesi
haline getiriliyordu.
Oysa
olaylar öyle gelişti ki ... bu ünlü insan, bu insan doğası ya da bu insan özü ya
da bu insan aslı asla bulunamadı. (107) Örneğin delilik ya da nevroz
fenomenleri analiz edildiğinde keşfedilen şey bir bilinçdışıdır, içinden
itkiler, içgüdüler geçen bir bilinçdışı, insanın özünden, insan özgürlüğünden
ya da varoluşundan beklenebilecek şeylerle kesinlikle hiç ilişkisi olmayan
mekanizmalara ve topolojik uzama göre işleyen bir bilinçdışı, biraz önce
söylendiği gibi, bir dil gibi işleyen bir bilinçdışı. Sonuç olarak, insan,
derinliklerine doğru inildikçe buhar olup uçuyordu. Dil için de durum aynıdır.
On dokuzuncu yüzyılın başından beri, insan zihninin büyük sabitlerinden
birkaçını bulmak için insan dilleri sorgulandı ... Oysa, dilin içini kazarak ne
bulundu? Yapılar bulundu. Karşılıklı bağıntılar bulundu, bir anlamda kısmen
mantıksal olan sistem bulundu ve insan, özgürlüğü içinde, varoluşu içinde insan
burada da kayıptı.
110
...
filozoflar, genellikle, kendilerine ait olmayan tüm disiplinler karşısında pek
cahildirler.
IX. Bir Soruya Cevap, 1968
[Çok
ağır bir metin!]
113
"-Düşünce
tarihine sistemin zorlamasını ve süreksizliği dahil eden bir düşünce, ilerici
bir siyasi müdahalenin tüm temellerini ortadan kaldırmaz mı?
Şu
ikileme varmaz mı:
-Ya
sistemin kabulü,
-ya
da sistemi sarsacak tel şey olan yabanıl olaya, dışsal bir şiddetin ortaya
çıkmasına çağrı?”
114
Benim
yapmaya çalıştığım şeyi son derece doğru karakterize ettiğinizi nasıl kabul
etmem? Ve aynı zamanda, kaçınılmaz uyuşmazlık noktasını da adlandırdınız:
"Düşünce tarihine sistemin zorlamasını ve süreksizliğini dahil
etmek." Evet, ben kendimi neredeyse tamamen bu noktada buluyorum.
Öncelikle,
sistem kelimesini tekil halde kullanıyorsunuz. Oysa ben çoğulcuyum. ... Benim
ortaya attığım sorun, söylemlerin bireyselleştirilmesi sorunudur. Söylemleri
bireyselleştirmek için bilinen ve kesin (ya da yaklaşık olarak kesin) ölçütler
vardır: Ait oldukları dil sistemi, onları eklemlemiş olan öznenin kimliği.
Fakat, yakından tanıdığımız başka ölçütler çok daha muammalıdır. Psikiyatriden,
tıptan, dilbilgisinden, biyolojiden ya da ekonomiden söz ettiğimizde, neden söz
etmiş oluyoruz? İlk bakışta tanınabileceği sanılan, fakat sınırlarını
tanımlamakta güçlük çektiğimiz bu tuhaf birimler nelerdir? Bazıları tarihimizin
derinliklerine kadar uzanıyor gözüken (matematik, hatta tıp), bazıları kısa
süre önce ortaya çıkmış (ekonomi, psikiyatri) ve bazıları da kaybolmuş
(kazuistik) birimler. (kazuistik
görevler arasında uyuşmazlıkların bulunduğu belirli durumlarda, genel
din ve ahlak kurallarını uygulayarak vicdana ait sorunları açıklığa kavuşturan
ahlak dalı). Yeni sözcelerin sürekli olarak gelip dahil oldukları ve sık sık
dönüştürdükleri birimler (doğdukları andan itibaren sürekli yeniden başlayan
tuhaf birimler olan sosyoloji ya da psikoloji). Onca hatanın, onca unutmanın,
onca yeniliğin, onca dönüşümün ardından varlıklarını inatla sürdüren, ama kimi
zaman da çok kökten mutasyonlar geçirdiklerinden kendilerine özdeş olarak kabul
etmekte güçlük çektiğimiz birimler (fizyokratlardan Keynes'e kadar, kesintisiz
biçimde hep aynı ekonomi bilimiyle karşılaştığımızı nasıl ileri sürebiliriz?).
115
Kendi
bireyselliklerini her an yeniden tanımlayabilen söylemler de vardır belki
(örneğin, matematik zamanın her noktasında kendi tarihinin bütünlüğünü yeniden
yorumlayabilir); fakat, belirttiğim örnek durumların hiçbirinde söylem, tarihin
bütünlüğünü biçimsel bir mimarinin birliği içinde geri getiremez. İki
geleneksel çare kalır geriye. Tarihsel-transandantal çare: İlksel bir temeli,
tükenmez bir ufkun açılımını, tamamlanmamış bir birliğin her zaman çözüme
bağlanmış eskizini tarih boyunca sürdüren ve her olay karşısında gerileyen bir
projeyi, her tezahürün ve her tarihsel doğumun ötesinde aramayı denemek. Amprik
ya da psikolojik çare: Kurucuyu aramak, onun söylemek istediği şeyi yorumlamak,
onun söyleminde sessizce uyuklayan zımni (üstü kapalı) anlamları araştırmak, bu
anlamların akışını ya da yazgısını izlemek, gelenekleri ve etkileri anlatmak,
insanların duygu, düşünce ya da ilgilerindeki uyanıklık, unutkanlık,
bilinçlenme, kriz, değişim anlarını saptamak. Oysa, bence başvurulan bu
yolların birincisi totolojik, ikincisi ise temel-olmayan ve dış-merkezlidir.
Söylemlerimizin evrenini kendiliğindenlik ya da ardışıklık içinde kesintiye
uğratan büyük birimleri tek tek ele almayı, bunların kendilerine özgü
karakterlerini saptayarak ve sistemleştirerek yapmayı denemek istiyorum.
116
Üç ölçüt grubu saptadım:
1) Oluşum
ölçütleri. Ekonomi politik ya da genel dilbilgisi gibi bir söylemi
bireyselleştirmeyi sağlayan şey, … ne kadar dağınık olsalar da tüm nesneleri
için, tüm işlemleri için, tüm kavramları için, tüm teorik tercihleri için
oluşum kurallarının varlığıdır.
2) Dönüşüm
ya da eşik ölçütleri.
3) Bağıntı
[correlation] ölçütleri.
Bu ölçütler, bütünselleştirici tarih temalarının
(bu “aklın ilerlemesi” de olabilir, “bir çağın tini” de) yerine, farklılaşmış
analizleri koymayı sağlar. Bunlar bir dönemin episteme’si olarak, bilgilerinin toplamını ya da araştırmalarının
genel üslubunu değil, çeşitli bilimsel söylemlerinin uzaklığını, mesafesini,
karşıtlıklarını, farklılıklarını, ilişkilerini betimlemeyi sağlar: Episteme, açıkça görülmeyen bir tür büyük
teori değildir, dağılma uzamıdır,
açık ve son derece tanımlanabilir
ilişkiler alanıdır. Ayrıca bunlar, tek ve aynı esin içinde tüm bilimleri
sürükleyen büyük tarihi değil, farklı söylemleri (matematik tarihiyle biyoloji
tarihi aynı modele uymaz, biyoloji tarihi de psikopatoloji tarihinin modeline
uymaz) karakterize eden tarih türlerinin -yani, neden yok olduktan sonra da
fenomenin varlığını sürdürme [rémanence]
ve dönüşüm türlerini- betimlemeyi sağlar: episteme,
tüm bilimlere ortak bir tarih dilimi
değildir; spesifik varlık sürdürme ısrarlarının [rémenance] eş zamanlı bir
oyundur. Son olarak bunlar, farklı eşikleri konumlandırmayı sağlar: Çünkü,
onların kronolojilerinin tüm söylem türleri için aynı olduğunu önceden
kanıtlayan hiçbir şey yoktur (ve inceleme sonrasında da hiçbir şey kanıtlamaz);
on dokuzuncu yüzyıl başında dil analizi için betimlenebilecek olan eşiğe,
matematik tarihinde simetrik olan bir epizod kuşkusuz yoktur; ve daha paradoksal
olanı, ekonomi politiğin (Ricardo’nun işaret ettiği) oluşum eşiği, -Marx’ın-
toplum ve tarih analiziyle çakışmaz. Episteme,
aklın genel bir evresi değildir; art
arda gelen zamansal uyumsuzlukların karmaşık bir ilişkisidir.
122
...
benim yaptığım şey ne bir biçimselleştirmedir ne bir metin yorumlama.
Bir arkeolojidir: Yani, adından açıkça anlaşılacağı gibi, arşiv'in
betimlenmesidir. Arşiv sözcüğünden anladığım şey, verili bir dönemde derlenmiş
ya da yokoluşun büyük serüvenleri arasında bu dönemden kalmış metinler yığını
değildir. Benim kastettiğim şey, verili bir dönemde ve belirli bir toplum için
şunları tanımlayan kurallar bütünüdür:
*
Söylenebilirliğin sınırları ve biçimleri: Söz edilmesi mümkün olan şey
nedir? Söylem alanı olarak oluşmuş olan şey nedir? Hangi söylem türü hangi
alanı etkiler? (Anlatı neden oluşur; betimleyici bir bilim neden oluşur; edebi
bir formülasyon neye atfedilmiştir, vs.?)
123
*
Korumanın sınırları ve biçimleri: İz bırakmadan geçip gitmeye mahkûm
sözceler hangileridir? Tersine, insanların belleğine girmeye aday olanlar
hangileridir (ritüel terennüm, pedagoji ve eğitim yoluyla, eğlence ya da
şenlik, reklam yoluyla)? Hangileri yeniden kullanılabilir olarak saptanmıştır,
hangi amaçlarla? Hangileri dolaşıma dahil edilmiştir, hangi gruplar içerisinde?
Bastırılmış ve sansüre tabi tutulmuş olanlar hangileridir?
*
Farklı söylemsel oluşumlar içerisinde ortaya çıktığı şekliyle belleğin
sınırları ve biçimleri: Herkesin geçerli, tartışılabilir ya da kesinlikle
geçersiz olarak gördüğü sözceler hangileridir? İhmal edilebilir diye bir köşeye
bırakılmış olanlar ve yabancı diye dışlananlar hangileridir? Şimdiki sözceler
sistemi ile geçmiş sözceler corpus'u arasında hangi tür ilişkiler
oluşmuştur?
*
Yeniden etkin hale getirmenin sınırları ve biçimleri: Önceki dönemlerin
ya da yabancı kültürlerin söylemleri arasında, akılda kalanlar, değer
verilenler, önem taşıyanlar, yeniden oluşturulmaya çalışanlar hangileridir?
Bunlarla ne yapmaktayız, bunları hangi dönüşümlerden (yorum, metin yorumlama,
analiz) geçirmekteyiz, hangi değerlendirme sistemlerini bunlara uygulamaktayız,
onlara hangi rolü vermekteyiz?
*
Sahiplenmenin sınırları ve biçimleri: Hangi tür söyleme hangi birey,
grup ya da sınıflar erişebilir? Söylemde bulunan kişi ile söylemin eriştiği
kişinin söylemle ilişkisi nasıl oluşur? Söylemin yaratıcısıyla ilişkisi kendini
nasıl gösterir ve nasıl tanımlanır? Sınıflar, uluslar arasında, dilsel,
kültürel ya da etnik topluluklar arasında söylemleri üstlenme mücadelesi nasıl
cereyan eder?
Dolayısıyla
ben... Söylemleri, sessizce söylemek istedikleri şeye göre değil, belirgin
ortaya çıkışlarının gerçekliği ve koşulları üzerine sorguluyorum;
içerebilecekleri kapsamlara göre değil, gerçekleştirdikleri dönüşümlere göre
sorguluyorum; onlarda kalıcı bir köken olarak varlığını sürdüren anlam
üzerinden değil, birlikte varoldukları, varlıklarını sürdürdükleri ve
silindikleri alan üzerinden sorguluyorum söylemleri. Dışsallıklarının boyutu
içinde söylemlerin analizidir bu. buradan üç sonuç çıkar:
124
(1)
geçmişteki söylemi, onu yeniden canlandıracak bir yorumun teması olarak değil,
kendi niteliği içinde betimlenecek bir anıt olarak ele almak;
(2)
söylemin içinde, yapısalcı yöntemlerin yaptığı gibi yapılış yasalarını değil,
varoluş koşullarını aramak;
(3)
söylemi, onu doğurmuş olabilecek düşünceye, tine ya da özneye değil, içinde
açılım gösterdiği pratik alana göndermek.
125
Benim
giriştiğim eleştirel işlemleri şöyle özetleyebilirim:
(1)
Geleneksel biçimiyle düşünce tarihinin kendine tanımsız bir uzam verdiği yerde
sınırlar oluşturmak.
(2)
Az düşünülmüş karşıtlıkları silmek. ... Gelenek ile yeniliğin, eski ile
yeninin, ölü ile canlının, kapalı ile açığın, statik ile dinamiğin tarihinin
anlatıldığı yerde, ben, kalıcı farklılığın tarihini anlatmaya girişiyorum.
(3)
Söylemin varlığına yönelmiş yadsımayı ortadan kaldırmak.
127
Söylem,
bir dönemde doğru biçimde (dilbilgisi ve mantık kurallarına uygun olarak)
söylenebilen ile fiilen söylenen arasındaki farktan oluşur. Söylem alanı,
belirli bir dönemde, bu farkın yasasıdır. Böylece, dilsel yapı ya da biçimsel
tümdengelim türünden olmayan bazı işlemleri tanımlar. Söz ile yazının,
aralarındaki karşıtlık sistemini ve işleyiş farklılıklarını
değiştirebilecekleri 'nötr' bir alan açar. ... Benim yapmaya giriştiğim şey,
"söylenen şeyler"in tarihidir.
128
(4)
Nihayet, (tüm diğerlerini özetleyen ve kapsayan) sonuncu eleştirel görev: Fikir
tarihi, bilim tarihi, düşünce tarihi, bilimlerin, kavramların ya da bilincin
tarihi diye adlandırılan bu disiplinler bütününü belirsiz statülerinden kurtarmak.
Bu belirsizlik birçok biçimde ortaya çıkar:
*
alanları sınırlandırmadaki güçlükler: Bilimler tarihi nerede biter, kanıların
ve inançların tarihi nerede başlar? Kavramlar tarihi ile nosyonlar ya da
temalar tarihi birbirinden nasıl ayrılır? Bilginin tarihi ile imgelemin tarihi
arasındaki sınır nereden geçer?
*
nesnenin doğasını tanımlama güçlüğü: Bilinen, öğrenilen, unutulan şeyin
tarihini mi yapıyoruz, yoksa zihniyet biçimlerinin tarihini mi ya da bunların
birbirinin içine girmesinin tarihini mi? Bir dönemin ya da bir kültürün
insanlarına ortak olarak ait olan karakteristik özelliklerin tarihini mi
yapıyoruz? Kolektif bir tin mi tarif ediyoruz? Aklın (teleolojik ya da genetik)
tarihini mi analiz ediyoruz?
129
...
sizin sözünü ettiğiniz siyaset; eğer kendini ilksel bir temelin ya da
transandantal bir teleolojinin güvencesi olarak sunuyorsa, yaşam imgeleri ya da
hareket modelleri sayesinde zamanın sabit bir metaforlaştırılmasından
yararlanıyorsa ve pratiklerin, ilişkilerinin, dönüşümlerinin genel analizi gibi
güç bir görevi reddedip, bütünlüklerin, anlatımcı ilişkilerin, sembolik
değerlerin ve düşüncelerle şeylerin içine yatırılmış tüm bu anlamların bütün
tarihine sığınıyorsa, bu siyasetin taşıdığı tehlikeli kolaylıkların farkına
vardığım kanısındayım.
130
Günümüzde,
siyasal pratik açısından önemsiz olmayan bir sorun varsa, o da, bilimsel
söylemlerin statüsü, işleyiş, işlev ve kurumsallaşma koşulları sorunudur. İşte
ben bunun tarihsel analizine giriştim -en güçlü epistemolojik yapıya (matematik
ya da fizik) değil, en yoğun ve en karmaşık pozitiflik alanına (tıp, ekonomi,
insan bilimleri) sahip söylemleri seçtim.
130-133
[Kliniğin
Doğuşu’nun analizi]
134
...
söylemlerin ve özellikle bilimsel söylemin, nasıl, hangi ölçüler içerisinde,
hangi düzeyde siyasi bir pratiğin nesnesi olabileceğini ve bu pratik karşısında
hangi bağımlılık sistemi içinde yer alabileceğini tanımlamaya da çalışıyorum.
136
Söylemleri, bunlarda ifade olunan yumuşak,
sessiz ve mahrem bilinçten yola çıkarak değil, anonim kuralların karanlık
bütününden yola çıkarak ele almanın ne kadar iç gıcıklayıcı olduğunu biliyorum.
Katışıksız bir şeffaflık içinde deha ve özgürlük oyunlarının açılım kazandığını
görmeye alıştığımız yerde, bir pratiğin sınır ve gerekliliklerini ortaya
çıkarmanın can sıkıcı olduğunu biliyorum. Bugüne kadar yaşamın iç ferahlatıcı
dönüşümleriyle ya da yaşantının yönelimsel sürekliliğiyle harekete geçirilmiş
olan bu söylemler tarihini bir değişiklikler demeti olarak ele almadaki
kışkırtıcılığı biliyorum. Herkesin, söze başlarken, kendi söylemine “kendinden”
koymak istediği, koymayı düşündüğü şey verili olduğundan, yazarın bağlam
değiştirmiş yüzü metinde asla belirmeden, şimdi sessizliğe geri dönmüş tüm bu
metinleri kesme, analiz etme, birleştirme ve yeniden oluşturmanın ne kadar
katlanılmaz olduğunu biliyorum.
137
Onların çektiği sıkıntıyı gayet iyi anlıyorum.
Onlar, tarihlerinin, ekonomilerinin, toplumsal pratiklerinin, konuştukları
dilin, atalarından kalma mitolojinin, hatta çocukluklarında anlatılmış
masalların; tüm bunların bilinçlerinde varili olmayan kurallara boyun
eğdiklerini kabul etmekte güçlük çekerler; düşündükleri, inandıkları ya da
hayal ettikleri şeyi, mesafesiz, doğrudan doğruya söyleyebildikleri bu
söylemden yoksun bırakılmayı -üstüne üstlük- pek istemezler; sadece
kendilerinden gelen ve sonsuza dek kaynağa hep yakın kalan bir sözün
diriliğiyle, dünyayı ya da yaşamı değilse de, en azından bunların “anlam”larını
değiştirebilmenin bu yumuşak gerçekliğinden yoksun kalmaktansa, söylemin,
analiz edilebilir kurallara ve dönüşümlere tabi olan, karmaşık ve farklılaşmış
bir pratik olduğunu inkâr etmeyi tercih edeceklerdir. Birçok şey zaten onların
dilinden kaçıp gitmiştir: Ayrıca, söyledikleri
şeyin de onlardan kaçmasını istemezler, kırılgan ve belirsiz varlığı, yaşamlarını
daha uzağa ve daha uzun süreye götürmesi gereken bu küçük söylem parçasının
-ister söz olsun, ister yazı, önemi yok- kaçıp gitmesini istemezler. Onlar
şöyle dendiğini işitmeye katlanamazlar -ve biz onları az da olsa anlarız:
Söylem yaşam değildir; onun zamanı sizin zamanınız değildir; söylemin içinde
ölümle barışamazsınız; söylediğiniz her şeyin ağırlığı altında Tanrı’yı
öldürmüş olabilirsiniz, fakat söylediğiniz her şeyin sizi ondan daha uzun
ömürlü bir insan yapacağını sanmayın. Söylediğiniz her cümlede -ve özellikle şu
an yazmakta olduğunuz cümlede, kişisel olarak sizi ilgilendirdiğini
düşündüğünüz bir soruya sayfalarca cevap vermeye can atan ve bu metni kendi
adıyla imzalayacak olan siz- her cümlede adsız yasa, boş ilgisizlik hüküm
sürer: “Kimin konuştuğunun ne önemi var; biri dedi ki: Kimin konuştuğunun ne
önemi var.”
X. Bilimlerin
Arkeolojisi Üzerine Epistemoloji Çevresi’ne Cevap, 1968
139
[Epistemoloji
Çevresi:] "Epistemolojik kopuş nosyonu, tüm bilimlerin doğuşu ile geçmişe
yönelik olarak bu doğumu öncelediği kabul edilen "pozitif, direngen,
dayanışma içindeki hatalar dokusu" arasında, bilim felsefesinin ve
tarihinin belirlediğine inanılan süreksizliği, Bachelard'ın eserinden bu yana
adlandırmaya yaramaktadır."
Dipnot
1. Bu soruda, G. Canguilhem'in M. Foucault'nun kitabına yönelik makalesinin şu
bölümü yeniden ele alınmaya çalışılmaktadır: "Teorik bir bilgi [savoir]
söz konusu olduğunda, bunu, herhangi bir norma referansta bulunmadan, kavramın
spesifikliği içinde düşünmek mümkün müdür? On yedinci ve on sekizinci
yüzyılların epistemik sistemine uygun geliştirilen teorik söylemler arasında,
doğa tarihi gibi bazıları, on dokuzuncu yüzyıl episteme'si tarafından
dışlanmış, başka söylemler ise dahil edilmiştir. Newton fiziği on sekizinci
yüzyıl boyunca hayvan ekonomisinin fizyolojistlerine model olarak hizmet etmiş
olsa da onunla birlikte yok olmamıştır. Buffon, Etienne Geoffroy Saint-Hilaire
tarafından değilse de, Darwin tarafından çürütülmüştür. Fakat Einstein Newton'u
Maxwell'den daha fazla çürütmemiştir. Mendel ve Morgan, Darwin'i
çürütememişlerdir. Galileo, Newton ve Einstein'ın art arda gelişi, botanikte
Tournefort, Linné, Engler'in sistematik olarak art arda gelişinde görülene benzer
kopmalar göstermez. "
[Gaston
Bachelard. Fransız bilim tarihçisi ve felsefecisi. bilim tarihi ile bilim
felsefesi arasındaki ilişkiye dair yeni yaklaşımı ile analitik eğilimli
anglo-sakson epistemoloji çevrelerini incitti. ... "Bilginin her zaman bir
düzenleme değerine haiz olması gerekir. Kendini eğitmek, bilme hücrelerinin
bölünme değerinin bilincine varmaktır. Bilginin her zaman uygulamalı
akılcılığın ikiliği içinde ele alınması gerekir: bir olgu her zaman bir yöntemi
yargılamalı, bir yöntem de her zaman bir olgunun onayını almalıdır. Amprizm ile
akılcılık böylece gündelik bir diyalog kurabilir. Kültürün değerlerini
belirlemek için ikili bir felsefecilik zaruridir."]
140
Onlarca
yıldır tarihçiler dikkatlerini tercihen uzun dönemlere yöneltmiş durumdalar.
... Tarihin eski sorusunun (süreksiz olaylar arasında nasıl bir bağ
kurulabilir?) yerine bundan böyle zor sorgulama oyunları geçmiştir: Hangi
katmanları birbirlerinden yalıtmak gerekir? Bunların her biri için hangi
dönemlendirme türünü ve ölçütünü benimsemek gerekir?
141
Düşüncenin
büyük süreklilikleri altında, tinin büyük ve homojen tezahürleri altında,
başlangıcından itibaren varolmak ve tamamlanmak için büyük istek duyan bir
bilimin inatçı oluşumu altında, şimdi, kesintilerin gelişi keşfedilmeye
çalışılmaktadır. G. Bachelard, bilimlerin sonsuz birikimini kopukluğa uğratan
epistemolojik eşikleri saptadı; M. Gueroult, kapalı sistemler, felsefi söylemin
uzamını duraklara ayıran kapalı, kavramsal mimariler betimledi; G. Canguilhem
mutasyonları, yer değiştirmeleri, geçerlilik alanındaki dönüşümleri ve
kavramların kullanım kurallarını analiz etti. Edebi analize gelince, bunun
sorguladığı şey, eserin -daha da azı: metnin- iç yapısıdır.
142-143
[Tarih
disiplini]
143
Sürekli
tarih, bilincin bağlaşığıdır: Elinden kaçırdığı şeyin geri verileceğinin
garantisi; onu çevreleyen ve ona tepeden bakan tüm bu şeylere günün birinde
yeni baştan sahiplensin, hâkimiyetini yeniden kursun ve orada rahatlıkla
barınak olarak adlandırabileceği şeyi -fazlalık olarak sahip olduğu her şeyi
sözcüğe bırakarak- bulsun diye, bu şeylerin ona verileceği vaadi. Tarihsel
analizi süreklinin söylemi yapmak ve insan bilincini her bilginin ve her
pratiğin ilksel öznesi yapmak istemek; bunlar, aynı düşünce sisteminin iki
yanıdır. Zaman burada bütünselleştirme terimleriyle kavranmıştır ve devrim asla
bir bilinçlenmeden başka bir şey değildir.
144
Pratiklerinde
ve söylemlerinde güncel olarak olup biteni görmeyi reddetmek; disiplinlerindeki
büyük mutasyona gözleri kapamak; bilincin hükümranlığı için, tarihin,
mitlerden, dilden ya da cinsellikten daha az tehlikeli, daha korunaklı bir yer
belki de olmadığı gerçeğine inatla kör kalmak; kısacası, selamet amaçları için,
artık yapılmayan bir tarihi yeniden inşa etmek gerekir.
145
Süreklilik
postulatına bağlı tüm nosyonların oyunundan kurtulmak gerekir. ... gelenek
nosyonu ... etki nosyonu ... gelişme nosyonu böyledir. ... bir çağın ruhu ya da
zihniyeti nosyonları da böyledir.
Tamamen oluşmuş bu sentezleri, her türlü araştırmadan önce kabul edilen bu
gruplaşmaları, geçerliliği oyunun başında kabul edilen bu bağları terk etmek
gerekir; ... ilk elde, yalnızca dağınık olaylar topluluğuyla ilişkide olmayı
kabul etmek gerekir.
146
[Bourdieu]
Alıştığımız
kesintileri ya da gruplaşmaları da geçerli kabul etmemek gerekir. Ne büyük
türdeki söylemlerin ayrımı ne de biçimlerin ya da türlerin ayrımı (bilim,
edebiyat, felsefe, din, tarih, kurgu, vs.) olduğu gibi kabul edilebilir.
Nedenler besbelli ortadadır. Bize ait olan söylemler dünyasında bu ayrımların
kullanılabilirliğinden emin değiliz.
Fakat,
özellikle ertelenmesi gereken birlikler, en dolaysız biçimde kendilerini
dayatan birliklerdir: Kitap ve eser birlikleri.
147
Dahası,
bir kitabın marjları asla net ya da kesin olarak ayrılabilir değildir: Hiçbir
kitap kendi kendine var olamaz; her zaman başka kitaplarla destek ve bağımlılık
ilişkisi içindedir; bir ağ içindeki bir noktadır; başka kitaplara ya da başka
metinlere ya da başka cümlelere -açıkça ya da zımni olarak- göndermede bulunan
bir gösterme sistemi içerir... Kitap, boş yere kendini el altındaki nesne
olarak sunar; kitap boş yere kendisini kapatan bu küçük paralel yüzün içinde
büzüşür, birliği değişken ve görecedir: Ancak bir söylem alanı dolayısıyla
kendini oluşturur, gösterir ve dolayısıyla tarif edebilir.
Esere
gelince, bunun ortaya çıkardığı sorunlar daha da güçtür. ... Yazarın
yayımladığı metinlere, baskıya vermeyi tasarladıklarını ve ölümü dolayısıyla
tamamlanmadan kalmış olanları eklemek yeterli midir? Eserlerin müsveddesini,
ilk taslağını, düzeltme ve tashihlerini de eklemek gerekir mi? Mektuplara,
notlara, aktarılan konuşmalara, dinleyicilerin tuttuğu konuşma notlarına,
kısacası, ... bu devasa sözel izler yığınına hangi statüyü vermeli?
148
Aslında,
bir yazarın "eser"ine verilebilecek tek birlik, belli bir anlatım
işlevidir. ... Fakat, opus'un, doğrudan doğruya verili olmaktan uzak
olan bu birliğin bir işlemle oluşmuş olduğu hemen görülür; bu işlem
yorumlayıcıdır... Eser, ne dolaysız bir birlik olarak, ne kesin bir birlik
olarak, ne de homojen bir birlik olarak kabul edilebilir.
153
Benim
arşiv olarak adlandırdığım şey, bir uygarlığın koruduğu metinler
bütünlüğü ya da bu uygarlığın felaketinden kurtarılabilmiş izler bütünü değil,
bir kültür içinde sözcelerin ortaya çıkış ya da yokoluşunu, yeniden yayılma ya
da silinmelerini, olay ya da şey olarak paradoksal varoluşlarını
belirleyen kurallar oyunudur. Arşivin genel öğesi içinde söylem olgularını
analiz etmek, onları (gizli bir anlama ya da bir inşa kuralına ait) belgeler
olarak değil, anıtlar olarak kabul etmektir... [Anıtlar kavramını
bu anlamda kullanma fikrini Canguilhem'e borçluyum.]
155
...
sözceler arasındaki birlikte-varoluş ilişkilerini betimlemeye giriştim.
157
Paradoksal
bir biçimde, bir sözce bütününü bireysel olarak sahip olduğu şey içinde
tanımlamak, onun nesnesini bireyselleştirmekten, kimliğini belirlemekten,
sürekli olarak koruduğu nitelikleri betimlemekten ibaret değildir; tersine, bu
nesnelerin dağılımını betimlemek, onları birbirinden ayıran tüm küçük
aralıkları kavramak, aralarında hüküm süren mesafeyi ölçmektir - başka deyişle,
dağılım yasalarını formüle etmektir.
160
sözce bir konuşucunun ürettiği, iki susku arasında
yer alan söz zinciri parçası. Tümce, sözün çözümlenmesi ile elde edilen bir
birimdir, sözce ise bu türlü bir işlemden önce belirlenen bir bütündür. Sözce,
Foucault'ya göre, tarihsel ve güncel şartlar neticesinde oluşan bir hakikat
rejiminin sonucunda, öznenin mümkün söylemler içerisinde birisini
"tercih" etmesidir.
koşaç (Ör. -dir; değil (dir)) isim cümlelerinde -
"En sevdiğim ev, bu evdir"; "Ali yakışıklıdır"- özne ile
yüklemi birleştiren; yükleme güçlü ihtimal, olumluluk, olumsuzluk, süreklilik
veya kesinlik kavramları veren -dir eki ile değil kelimesi.
...
yüklemleme teorisi; eklemlenme teorisi; adlandırma teorisi; türeme teorisi...
162
fizyokrat ekonomide de geometri ve cebir yasaları
kadar kesin kanıtlanabilecek doğa yasaları olduğuna inanan düşünürlerin
kendilerine verilen ad.
164
...
asla geleneksel birlikler olmayan (bunlar "metin", "eser",
"bilim" olabilir; ya da söylem alanı veya biçimi, söylemin kullandığı
kavramlar ya da belirttiği tercihler de olabilir) söylemsel birlikleri
tanımamızı sağlayan dört ölçütle karşı karşıyayız. Bu dört ölçüt yalnızca
uyumsuz olmakla kalmaz, bunlar birbirlerini de adlandırır: Birincisi bir
söylemin tüm nesnelerinin oluşum kuralıyla bu söylemin birliğini
tanımlar; diğeri, bir söylemin tüm sözdizimsel öğelerinin oluşum
kuralıyla; üçüncüsü, tüm anlambilimsel öğelerinin oluşum kuralıyla;
dördüncüsü, tüm işlemsel olasılıklarının oluşum yasasıyla bu söylemin
birliğini tanımlar. Söylemin tüm yanları böylece kapsanmış olur. Bir sözce
grubunda bir gönderge, bir sözcesel ayrım türü, bir teorik
ağ, bir stratejik imkân alanı saptayabilir ve betimleyebilirsek, bu
durumda, bunların söylemsel oluşum olarak adlandırılabilecek şeye
ait olduğundan emin olabiliriz. ... [Bu oluşum] Bugüne kadar karanlıkta kalmış
olan ve söylemlerin yüzeyinde doğrudan doğruya yazılı bulunmayan ilişkileri,
sözcelem fenomenleri arasında gün ışığına çıkarır. Fakat, onun gün ışığına
çıkardığı şey, bir sır değildir, gizli bir anlam birimi değildir, genel ve tek
bir biçim de değildir; farklılıkların ve dağılmaların düzenlediği bir
sistemdir. Söylemsel bir oluşumu düzenleyen ve ortak öğelerini değil,
ayrımlarını, küçük aralıklarını, mesafelerini -bir anlamda, dolu yüzeylerinden
çok, boş yüzeylerini- açıklayan dört düzeyli bu sistemi, söylemin pozitivitesi
olarak adlandırmayı öneriyorum.
171
Söylemsel
oluşumları ve bu oluşumlara denk düşen pozitivitelerle birlikte, bilgiyi analiz
etmek, bilimsellik biçimleri tahsis etmek değil, söylemi, belirişleri,
varlığını sürdürmeye devam edişleri, dönüşümleri ve gerektiğinde silinmeleri
içinde açıklaması gereken tarihsel bir belirlenim alanını katetmektir; bu
söylemlerin bazıları günümüzde hâlâ bilimsel olarak kabul edilirken, bazıları
ise bu statüyü kaybetmiştir, bazıları bu statüyü hiç elde etmemiştir, nihayet
bazıları da bunu elde ettiklerini hiç ileri sürmemişlerdir. Tek sözcükle,
bilgi, iç yapıları art arda yer değiştiren bilim değildir, bilimin fiili
tarihinin alanıdır.
172
Gerçekten
de, tümdengelimci sistemleri içinde tarihsel oluşumlarının her bir epizoduna
yeniden kavuşacak türde bilimler vardır...
173
Yunanlıların
hipotezleri tüketme yönteminin, sonlu entegraller hesabının çağdaşı gözüktüğü
matematiğin durumu elbette budur. Buna karşılık, zaman içindeki birliklerini
ancak kendi tarihlerinin anlatısı ya da eleştirel yeniden ele alınışı yoluyla
sağlayabilen bilimler vardır: Fechner'den bu yana bir ve tek bir psikoloji
varsa, Comte'tan ve hatta Durkheim'dan bu yana tek bir sosyoloji varsa, çeşitli
söylemlere -hayal edebileceği kadar hafif- tek bir epistemolojik yapı
atfedilebildiği için değildir bu; sosyoloji ve psikoloji, kendi söylemlerini,
onaylamanın ya da geçersiz kılmanın eleştirel kipi üzerinden bizzat kat
ettikleri tarihsel bir alana her an yerleştirebildiği içindir. Matematiğin
tarihi, epistemolojik betimlemenin sınırını her zaman aşacak noktadadır;
psikoloji ya da sosyoloji gibi "bilimler"in epistemolojisi her zaman
için oluşsal bir tanımın sınırındadır. [Bir sonraki paragraf bu iki kutbu biraz
daha açıklıyor].
Buradan
yola çıkarak, bilimsel söylemin bazı meşru betimlemelerini, olabilirlikleri
içine yerleştirmek mümkündür, ama aynı zamanda sınırları içinde tanımlamak da
mümkündür.
174
Böylece,
bir bilimin içinde ve bir bilim hakkında ortaya çıkan kanı ya da teorik
tercihler oyununu betimlemek tamamen meşru olur; bir dönem ya da belirli bir
alan için, tercih ilkelerinin neler olduğu, bunların hangi biçimlerde (hangi
retorikler ya da hangi diyalektiklerle) belirdiği, gizlendiği ya da
doğrulandığı, polemik alanının nasıl örgütlendiği ve kurumsallaştığı, bireyleri
belirleyebilecek güdülenmelerin neler olduğu tanımlanabilmelidir; kısacası,
kanısal olguların (sosyolojik ya da dilbilimsel, istatistik ya da yorumlayıcı)
betimlemesi olan bir doksolojiye yer vardır. ... kanı, bilimin kendine
özgü alanında bilimsel olmayanın (psikolojik, siyasi, toplumsal, dini olanın)
belirişidir. Fakat, diğer yandan, kanının, tüm bilimsel söylemlerin açıldığı
merkez çekirdeği, odağı oluşturduğunu da varsayar; kanı, (metafizik, dini,
siyasi) temel tercihlerin merciini gösterir... Doksolojik yanılsama, teorik
tercihlerin oluşum yeri ve yasası olarak bir bilgi alanını silmenin bir
biçimidir.
Kısacası,
bilimsel bir söylemin anlambilimi ve sözdizimi her zaman saptanabilir. Fakat,
biçimselleştirici yanılsama olarak adlandırılan şeyden sakınmak gerekir: Yani,
bu yapım yasalarının aynı zamanda ve haklı olarak varoluş koşulları olduğunu;
geçerli kavram ve önermelerin yabanıl bir deneyimi biçimlendirmekten ya da önceden
varolan önermeler ve kavramlar üzerine bir çalışmanın sonucundan daha fazla bir
şey olmadığını; bilimin belli bir kavramsallaştırma düzeyinden ve önermelerin
inşa ve birbirine eklenmesinin belli bir biçiminden itibaren varolduğunu; bu
bilimin söylemler alanında ortaya çıkışını betimlemek için, onu niteleyen
dilbilimsel düzeyi saptamanın yeterli olduğunu hayal etmekten sakınmak gerekir.
Biçimselleştirici yanılsama, kavramların ve önermelerin yeri ve yasası olarak
bilgiyi (teorik ağ ve sözcesel dağılım) siler.
175
Bilimin
somut ve yaşanmış bir deneyimin eksiksizliği içinde kök saldığını varsayan bir
yanılsama vardır: Geometrinin algılanan bir uzam hazırladığı, biyolojinin
mahrem yaşam deneyimine biçim verdiği ya da ekonomi politiğin sanayileşme
süreçlerini teorik söylem düzeyinde ifade ettiği; dolayısıyla, göndergenin,
bilimsel nesnenin yasasına sahip olduğu yanılsaması. Fakat, bilimin bir kopma
ve karar tavrıyla oluştuğu, niteliksel alandan ve imgelemin tüm
mırıltılarından, kendi savları içinde oluşan bir aklın (serinkanlı ya da
polemik) şiddeti yoluyla bir çırpıda kurtulduğunu hayal etme yanılsaması da
vardır: Bilimsel nesnenin kendi kimliği içerisinde kendi kendine varolmaya
başladığı yanılsaması.
178
Öznenin
hükümranlığının korunması için tarihin sürekli olması gerekiyordu; fakat, buna
karşılık, tarihin kendi birliği içinde düşünülebilmesi için, kurucu bir
öznelliğin ve transandantal bir teleolojinin tarihi kat etmesi gerekiyordu.
Bilginin anonim süreksizliği söylemden bu şekilde dışlanmış ve düşünülemez
olanın içine bu şekilde fırlatılmıştı.
XI.
Ariadne Kendini Astı, 1969
[Deleuze'ün
Différence et Répétition kitabı
üzerine]
182
Farklılığı
ve tekrarı bundan böyle düşünebiliriz. Yani -bunları temsil etmek yerine-
yapmak ve oynatmak. Yoğunluğunun doruğundaki düşüncenin kendisi farklılık ve
tekrar olacaktır; düşünce, temsilin bir araya getirmeye çalıştığı şeyi
farklılaştıracaktır; düşünce, inatçı metafiziğin kökenini aradığı sonsuz
tekrarla oynayacaktır. Artık şunları sormamalıyız: Neler arasındaki farklılık?
Hangi türleri sınırlandıran ve başlangıçtaki hangi büyük birliği paylaşan
farklılık? Artık şunları sormamalıyız: Neyin tekrarı, hangi olayın ya da hangi
ilk modelin tekrarı? Farklılığı ve farklılıkların farklılığını kapsayan araçlar
olarak benzerliği, benzeşimi ya da özdeşliği düşünmek gerekir; ne olursa olsun
hiçbir şeyin kökeni olmayan, aynı şeyin yeniden ortaya çıkışı da olmayan
tekrarı düşünmek.
Nitelik
ve niceliklerden daha çok (ve daha erken) yoğunlukları düşünmek; uzunluklardan
ve genişliklerden daha çok derinlikleri düşünmek; türlerden ve cinslerden daha
çok bireyleşme hareketlerini düşünmek; ve dün hükümran öznenin egemen olduğu
yerde, larva halindeki binlerce küçük özneyi, binlerce küçük erimiş beni,
binlerce pasifliği ve karınca gibi kaynaşmayı düşünmek. Batı'da, yoğunluğu
düşünmek her zaman reddedildi. Çoğu zaman, eşitlerin oyunuyla ve ölçülebilir
olanla yetinildi; Bergson, niteliksel ve sürekliyle yetindi. Deleuze, şimdi
yoğunluğu, en yüksek, en keskin ve en yoğun olacak bir düşüncenin içinde ve bu
düşünce aracılığıyla serbestleştiriyor.
183
Bu,
bizim evrenimizde Nietzsche'den bu yana gürleyen şeyi düşünecek ve sevecek
kadar özgür olmaktır; sönmüş yaşlı volkanımızı sarsan, boyun eğmeyen
farklılıklar ve kökensiz tekrarlar; Mallermé'den bu yana edebiyatı parçalayan;
resim uzamını çatlatan ve çoğaltan (Rothko'nun paylaşımları, Noland'ın
kırışıkları, Warhol'un biçim değiştirmiş tekrarları), müziğin katı çizgisini
Webern'den bu yana kesin olarak parçalamış olan; dünyamızın tüm tarihsel
kopmalarını duyuran, boyun eğmeyen farklılıklar ve kökensiz tekrarlar.
XII. Michel Foucault Son
Kitabını Açıklıyor,
1969
184
Bilginin
Arkeolojisi... Öncelikle bu sözcüğü biraz körce kullandım, tam anlamıyla
(örneğin keşifler ya da fikirler tarihinin anlatıldığı anlamda) tarih olmayan,
epistemoloji -yani bir bilim yapısının iç analizi- de olmayan bir analiz
biçimini belirtmek için kullandım. Arkeoloji... -> Arşiv'in betimlenmesi.
Arşivden, fiilen dile getirilen söylemler bütününü anlıyorum.
185
Bu
"arkeoloji" kelimesi beni biraz rahatsız ediyor. ... başlangıç
teması... (Yunancada arke başlangıç anlamına geliyor). Oysa ben başlangıcı,
geri kalan her şeyi mümkün kılan ilk köken anlamında, temel anlamında inceliyor
değilim. Örneğin, tüm Batı matematiğini mümkün kılmış olan o ilk törensi anın
peşinde değilim. Euklides'e ya da Pythagoras'a kadar uzanmıyorum. Benim
aradıklarım her zaman göreceli başlangıçlar; temellerden, kuruluşlardan çok
kurulmaların ya da dönüşümlerin peşindeyim. Ayrıca, kazı fikri de beni rahatsız
ediyor. Benim aradığım şey, saklı, gizli olan, insanların bilincinden daha
derin ya da daha sessiz ilişkiler değildir. Tersine, bizzat söylemlerin
yüzeyinde olan ilişkileri tanımlamaya çalışıyorum; şeylerin fazlasıyla
yüzeyinde olduğu için görünmez olan şeyi görünür kılmaya çalışıyorum.
"-Yani
fenomenle ilgileniyor ve yorumu reddediyorsunuz?"
Ben,
insanların söylemlerin altındaki düşüncesinin ne olduğunu araştırmaya
çalışmıyorum, söylemi görünür varlığı içinde, kurallara itaat eden bir pratik
olarak ele almayı deniyorum. Oluşum, varoluş, birlikte-varoluş
kurallarına, işlev görme sistemlerine, vs. itaat eden bir pratik olarak. Benim
betimlediğim şey, kararlılığı ve neredeyse maddiliği içindeki bu pratiktir.
"-Yani
psikolojiyi reddediyorsunuz."
Kesinlikle.
Söylemin dönüşümünün tarihsel analizini, insanların düşüncesine, algı
kiplerine, alışkanlıklarına, maruz kaldıkları etkilere, vs. başvurmadan
yapabilmeliyiz.
190
...
söylemsel pratiğin analizi birincil analizdir, şeylerden yola çıkan analiz ve
sözcüklerden yola çıkan analiz ise ikincil olarak ortaya çıkar. [Gerçek ve
algılanan şeyler, nasıl olur da sözcükler aracılığıyla bir söyleme
eklemlenebilir? Bu eski sorunu Foucault ters bir biçimde ele alıyor ve şeylerin
ne olduklarını tanımlamayı ve sözcüklerin kullanımını saptamayı sağlayan
söylemsel pratiklere odaklanıyor.]
191
...
tıp ya da ekonomi politik, matematikle kıyaslandığında belki de çok yüksek bir
bilimsellik derecesine sahip olmayan disiplinlerdir. Fakat, toplumsal
pratiklere çok yaygın şekilde eklemlenirler, beni ilgilendiren de özellikle
budur.
192
"-...
sözceden anladığınız nedir?"
Cümle,
dilsel kurallarla birbirine bağlı öğelerin dilbilgisel birliğidir.
Mantıkçıların bir önerme olarak adlandırdıkları şey, kurallı olarak
oluşturulmuş semboller toplamıdır; bir önermenin hakiki ya da sahte, doğru ya
da yanlış olduğu söylenebilir. Benim sözce diye adlandırdığım şey, göstergeler
bütünüdür, bu bir cümle de olabilir, bir önerme de, fakat bu bütünün varoluşu
düzeyinde düşünülmüştür.
193
Yapısalcılık,
uygulama alanı a priori olarak belirlenmemiş bir yöntemdir. Başlangıçta
belirlenmiş olan şey, yöntemin kuralları ve bunu uygulamak için yerleşilen
düzeydir [operasyonel]. Fakat, şu an için kesinlikle öngörülmemiş alanlarda da
yapısal analizler yapmak mümkündür. Bu araştırmaların alanının a priori
olarak sınırlandırılabileceğini sanmıyorum.
XIII.
Jean Hyppolite 1907-1968, 1969
195
O
kendisini felsefe tarihçisi olarak nitelendirmiyordu. ... felsefi düşüncenin
tarihinden söz ediyordu.
XIV. Theatrum Philosophicum,
1970
(Gilles Deleuze Üzerine. Différence
et Répétition ve Logique du sens)
yeryazım kadastro; her türlü toprak ve taşınmazların
yerini, alanını, sınırlarını, konumsal değerlerini ölçüp tasara (bir iş, bir
düşünce sırasını, düzeyini gösteren resim, yazı, plan) bağlama işi (ekşi)
205
Platonculuğu altüst etmek, onu yukarıdan (dikey ironi mesafesi) almak ve
kökeni içinde yeniden kavramaktır.
Platonculuğu saptırmak onu en ince ayrıntısına kadar takip etmek, bir fikirle
onurlandırılmayı asla hak etmeyen saç teline, tırnak kirine kadar (mizahın
yerçekimine uygun olarak) inmektir; Modelin, Özdeşin, Aynının çevresinde
yeniden merkezlenmek için gerçekleştirdiği merkezsizleşmeyi keşfetmektir; (tüm
sapkınlıklarda olduğu gibi) yan yüzeyleri kullanmak için Platonculuk
karşısında. İroni yükselir ve altüst eder; mizah düşmeye bırakır ve baştan
çıkarır.
206
Fantazmaları bedenlerin sınırında oynamaya bırakmak gerekir: Bedenlere
karşı; çünkü buraya yapışır ve buradan yansırlar, ama aynı zamanda onlara
dokunurlar, onları keserler, onları bölümlere, bölgelere ayırırlar, yüzeyleri
çoğaltırlar; aynı zamanda bedenlerin dışında, çünkü kendi aralarında, hiç
bilmedikleri yakınlık, bükülme değişken mesafe yasalarına göre oynarlar.
Fantazmalar, organizmaları imgesele kadar götürmez; bedenin maddeselliğini
topolojikleştirir.
207
Deleuze’de fantazma, bedenin cisimsiz ve nüfuz edilemez yüzeyini oluşturur…
208
neksus bağlantı noktası; hücre
bağlantı türü
Platonculuğun öte yanında stoacılar. Deleuze’ün sırayla Epikuros’u ve
Zenon’u, Lucretius’u ve Chrysippus’u sahneye koyduğuna bakarak, onun yönteminin
katı bir Freudculuk olduğunu düşünmeden edemiyorum. O, Batı felsefesinin Büyük
Bastırılmış’ına doğru, gürültüyle yönelmez; ihmal edilenleri, sanki geçerken
değiniyormuş gibi belirtir. … Epikurosçu simülakrları işe yaramaz ve biraz da
çocuksu olarak kabul etmeye pedagoji bizi nasıl da alıştırdı!
209-212
[olay]
Olay, bir önermeye gönderge olarak hizmet edebilen bir durum değildir (ölü
olma olgusu, bir savın doğru ya da yanlış olmasını belirleyen bir durumdur;
ölmek, asla bir şeyi doğrulamayan saf bir olaydır).
210
noematik (Husserl) nesnel yapı
211
Derin cisimlerin sınırında, olay bir cisimsizdir (metafizik yüzey);
şeylerin ve kelimelerin yüzeyinde, cisimsiz olay, önermenin (mantıksal boyut) anlamıdır; söylemin akışı içinde
cisimsiz anlam-olay, fiile (şimdiki zamanın mastar noktası) ilişmiştir.
Az ya da çok yakın dönemde, olayı düşünmeye yönelik üç büyük teşebbüs
olduğu kanısındayım -neopozitivizm, fenomenoloji, tarih felsefesi.
212
… üç felsefe de olayı ıskalar. Birincisi [neopozitivizm], dünyanın
“dışında” olan hakkında hiçbir şey söylenemeyeceği bahanesiyle, olayın saf
yüzeyini reddeder ve onu -bir gönderge olarak- dünyanın küresel
tamamlanmışlığına zorla kapatır. İkincisi [fenomenoloji], yalnızca bilinç için
anlam olduğu gerekçesiyle, olayı dışarıya ve öne ya da içeriye ve sonraya
yerleştirir ve olayın yerini her zaman ben çemberine göre belirler. Üçüncüsü
[tarih felsefesi], olayın ancak zaman içinde olduğu bahanesiyle, onu özdeşliği
içinde tanımlar ve merkezi iyi saptanmış bir düzene tabi kılar. Dünya, ben ve
Tanrı, küre, çember, merkez: Olayı düşünmeyi imkânsız kılan üç koşul
213
ilinek rastlantı
(Eksik olan) olayın ve tekrarının oyunu olarak fantazma, biçim olarak
bireyselliği (kavramdan daha aşağı ve dolayısıyla informel biçim) almamalıdır…
214
Düşünmek nedir? Düşünülen’in
düşüncesinin nasıl olabileceğini bize söyleyen stoacıları dinleyelim; düşünce’nin nasıl düşünebileceğini bize
söyleyen Freud’u okuyalım. Hem özneden hem de nesneden tamamen kurtulmuş
düşünce teorisine belki ilk kez burada erişiyoruz.
“Yük arabası dediğinde, ağzından bir yük arabası geçer.” (Zenon). …
Çığlıkların fonem, morfem, semantem halinde parçalandığı ağız: Oral bir cismin
derinliğinin cisimsiz anlamdan ayrıldığı ağız.
215
Logique du sens,
felsefenin yüzyıllar boyunca sürüncemede bırakmış olduğu şeyi düşünmemizi
sağlar: Olay (kavram içinde asimile edilmiş, daha sonra, onu, bir önermeyi
doğrulayan olgu, özne kipliği olan yaşantı, tarihin ampirik içeriği olan somut türlerinden çekip almak için boş
yere uğraşıldı); ve fantazma (gerçek adına indirgenmiş ve aşırı uçta, normatif
bir sekansın patolojik kutbuna doğru konumlandırılmış: Algı-imge-anı-yanılsama).
Ne de olsa, bu yirminci yüzyılda, olaydan ve fantazmadan daha önemli, düşünecek
ne var?
Deleuze’e minnettarız. Bizi bıktıran şu sloganı tekrarlamadı: Freud ile
Marx, Marx ile Freud, ya da arzu ederseniz her ikisi birden bizimle birlikte! …
Her ikisini de ayrı ayrı olumlamayı sağlayan felsefeyi keşfetti.
216
Deleuze, Batı’yı başlatmış olan büyük unutkanlığı gözler önüne sermek
yerine, Nietzsche’ci soybilimci sabrıyla, ufak pislikler, iğrenç gizli
anlaşmalar yığınını işaret etmektedir. Minik, tekrarlanan alçaklıkların
peşindedir, felsefi mantarı günden güne beslemeye devam eden tüm bu budalalık,
kendini beğenmişlik, yaltaklanma özelliklerinin peşindedir.
219
Farklılığı serbest bırakmak için, bize çelişkisiz, diyalektiksiz,
yadsımasız bir düşünce gerekiyor: Iraksamaya evet diyen bir düşünce;
ayrıksamayı araç olarak kullanan olumlayıcı bir düşünce; çoğulun düşüncesi -
aynının hiçbir kısıtlamasının sınırlandırmadığı ya da yeniden gruplandırmadığı,
dağınık ve göçebe bir çoğulluk; önceden hazırlanmış cevapların yanılttığı okul
modeline uymayan, fakat çözümsüz sorunlara; yani koşulları ayırt edildiği
ölçüde yer değiştiren ve bir tekrar oyununda ısrar eden, ayak direyen bir sıra
dışı noktalar çoğulluğuna yönelen düşünce. … Sorunun cevabı nedir? Sorun. Sorun
nasıl çözülür? Soruyu yerinden ederek. Sorun üçüncünün dışlanması mantığına
uymaz, çünkü sorun dağılmış bir çoğulluktur: … Hegelci olumsuza uymaz, çünkü o
çoğul bir olumlamadır; varlık - varlık-olmayan karşıtlığına tabi değildir, o
varlıktır. Diyalektik olarak sorgulamak ve yanıt vermek yerine sorunsallayıcı
biçimde düşünmek gerekir.
220
Görüldüğü gibi, farklılığı ve tekrarı düşünmenin koşulları, giderek
artmaktadır. Aristoteles’le birlikte, kavramın özdeşliğini terk etmek
gerekmişti; her türlü temsil felsefesinden kurtulmak ve aynı anda, algıdaki
benzerliği reddetmek gerekmişti; ve işte şimdi de Hegel’den, yüklemlerin
karşıtlığından, çelişkiden, yadsımadan, diyalektiğin tümünden kurtulmak
gerekiyor. Fakat daha korkunç olan dördüncü koşul şimdiden ortaya çıkmaktadır.
Farklılığı en direngen tabi kılma tarzı, kuşkusuz kategorilerinkidir: Çünkü
kategoriler, varlığın hangi farklı biçimlerde kendini ifade edebileceğini
göstererek, varlığın atfedilme biçimlerini önceden spesifikleştirerek, kendi
dağılım şemasını varolanlara bir anlamda dayatarak, varlığın farklılıksız dinginliğini,
en yüksek zirvede korumasını sağlar. Kategoriler, olumlamaların ve yadsımaların
oyununu keyfince yönetir, temsil içindeki benzerliklerin meşruiyetini tesis
eder, kavramın ve çalışmasının nesnelliğini garanti eder; anarşik farklılığı
bastırır, onu bölgelere bölüştürür, haklarını sınırlandırır ve kategorilerin
varlıklar arasında yerine getirmek zorunda olduğu spesifikasyon görevini
farklılığa buyururlar. Kategoriler, bir yandan bilginin a priori biçimleri olarak okunabilir; fakat diğer yandan, arkaik
ahlâk olarak, özdeşin farklılığa dayattığı eski on emir olarak da ortaya
çıkarlar. Farklılığı serbest bırakmak için, a-kategorik bir düşünce icat etmek
gerekir. … felsefe tarihinde varlığın tek anlamlılığının radikal formülasyonu
zaten vardı, en azından iki kez yapılmıştı: Duns Scot ve Spinoza.
221
[Deleuze’de] Varlık, asla bölgelere dağılmaz: Gerçek, mümkün olana tabi
olmaz; olumsal, zorunlunun karşıtı değildir. … Kategorilerin ortadan
kaldırılması, varlığın tek anlamlılığının olumlanması, varlığın farklılık
etrafında tekrar tekrar dönüp durması; işte, sonuçta, fantazmayı ve olayı
düşünmenin koşulu.
[Bouvard ile Pécuchet’nin yanıldıkları söylenebilir mi?] Bu yanılmak
değildi, başarısızlıktı. Yanlışın içinde olmak, bir nedeni bir başkası
sanmaktır; ilinekleri [rastlantıları] önceden görememektir; tözleri yanlış
tanımaktır, muhtemel olanı zorunlu olanla karıştırmaktır; kategorilerin
kullanımında dikkatsiz davranarak, bunları zamansız uygulamak kişiyi yanıltır.
Başarısız olmak, her şeyde başarısız olmak başka bir şeydir; bu, tüm kategori
çerçevesini (yalnızca uygulama noktalarının değil) ıskalamaktır.
222
Böylece kategorilerin pek görünür olmayan bir kullanımını saptarız; bir
doğru ve yanlış uzamı yaratan, hatanın bu uzama serbestçe eklenmesine yer veren
kategoriler, aptallığı sessizce reddeder. Kategoriler nasıl bilmek gerektiğini
bize yüksek sesle söylerler ve bir tören havası içinde yanılma imkânı hakkında
uyarılarını yaparlar; fakat, alçak sesle, sizin zeki olduğunuza dair güvence
verirler size; dışlanmış aptallığın a
priori’sini oluştururlar. Dolayısıyla, kategorilerden kurtulmayı istemek
tehlikelidir; onlardan kurtulur kurtulmaz aptallık magmasıyla karşı karşıya
geliriz ve bu dağılım ilkeleri bir kez yıkıldığında, etrafımızda,
farklılıkların harikulade çoğulluğunu değil, fakat eşdeğeri, bulanık olanı,
“her şey aynı anlama geliyor”u, eşitleyici tekbiçimliliği ve tüm başarısız
çabaların termodinamizminin yükseldiğini görme riskine gireriz. Kategoriler
biçiminde düşünmek, doğruyu bilip onu yanlıştan ayırt etmektir; “a-kategorik”
bir düşünceyle düşünmek, koyu aptallıkla karşılaşmak ve yıldırım hızıyla ondan
ayrılmaktır. Aptallık tefekkür edilir: ona derinlemesine bakılır ve
büyülenilir, aptallık sizi tatlılıkla alıp götürür, kendini teslim edip
aptallık taklit edilir; aptallığın biçimsiz akışkanlığından destek alınır;
algılanamaz farklılığın ilk silkinişi kollanır ve boş bakışlarla, ölgün ışığın
dönüşü, coşkusuz, gözlenir. Hataya, hayır denir ve üstü çizilir; aptallığa evet
denir, görülür, tekrarlanır ve yavaş yavaş onun içine gömülünür.
223
Konserve kutularıyla, aptalca kazalarıyla ve bir dizi reklam gülümseyişiyle
Warhol’un büyüklüğü: o yarı açık dudaklarının, dişlerin, domates salçalarının,
o deterjan temizliğinin sözel ve besleyici eşdeğerliği; paramparça olmuş bir
arabanın içindeki ölümün eşdeğerliği, bir direğin tepesindeki telefon
kablosunun ucundaki, elektrikli sandalyenin ışıldayan ve mavimsi kolları
arasındaki ölümün eşdeğerliği. Aptallık, kendi içine çekilerek ve kendi
hakkında söylediği şeyden -“Burada ya da başka yerde, hep aynı şey; değişik
birkaç rengin ve az çok büyük aydınlıkların ne önemi var; hayat ne aptalca,
kadın, ölüm ne aptalca! Aptallık ne aptalca!”- yola çıkarak kendi varlığını
sonsuza dek genişleterek, “Hepsi birbirinin aynı” der. Fakat, bu sınırsız
tefekkürüne dalmışken aniden aydınlanan şey, çoğulluğun kendisidir -ne
merkezinde, ne zirvesinde, ne de ötesinde hiçbir şey olmayan hiçlik- bakıştan
bile daha hızlı giden ve hiçbir şey söylemeden sonsuza dek birbirine gönderme
yapan hareketli etiketleri ve tutsak anlık görüntüleri birbiri ardına
aydınlatan ışık patlamaları: Aniden, eşdeğerliğin eski ataleti üzerinde, olay
çizgileri karanlığı yırtar ve ezeli fantazma o çorba kutusunu, o tekil ensiz
yüzü ifade eder.
katatonik günlerce, haftalarca hareketsiz ve balmumu
esnekliğinde kalma haliyle tanımlanan psikomotor bir rahatsızlık, semptom. Şizofrenide
görülür. (algılar açık)
225
… farklılıklar, kategoriler tarafından önceden indirgenmediğinden, algının
her zaman tanıyabileceği bir çokluk içinde bölüştürülmediğinden, türlerin ve
cinslerin kavramsal hiyerarşisine uygun olarak örgütlenmiş olmadıklarından,
varlık kendini aynı biçimde ifade edebilir. Varlık, farklılık hakkında ifade
bulan şeydir, farklılığın Gerigelişidir.
226
Kronos, oluşumun ve yeniden başlamanın zamanıdır. … Fakat, Aion, gerigelişin kendisidir, zamanın dümdüz
çizgisidir…
227
… şimdiki zaman sürekli geri gelir. Fakat, tekil farklılık olarak geri
gelir; geri gelmeyen şey, analogdur, benzerdir, özdeştir.
228
Eğer varlık kendini her zaman aynı şekilde ifade ediyorsa, bunun nedeni
varlığın bir olması değil, şimdiki zamanın tek bir zar atışında tüm
rastlantının olumlanmış olmasıdır.
Buradadır, Deleuze'ün metinlerinde, önümüzde, aramızda, sıçrayarak, dans
ederek; oluşsal düşünce, yoğunlaştırılmış düşünce, olumlayıcı düşünce,
a-kategorik düşünce...
XV.
Nietzsche, Soybilim, Tarih, 1971
232
Soybilimci
Nietzsche, en azından bazı durumlarda, köken (Ursprung) arayışını niçin
reddetmektedir? Öncelikle, şeyin esas özü, en katışıksız olabilirliği,
titizlikle kendi üstüne katlanmış özdeşliği, dışsal, ilineksel ve ardışık olan
her şeyden önce gelen ve kımıltısız biçimi burada [kökende] toplansın diye çaba
gösterildiğinden. Böyle bir köken aramak, "önceden olmuş olanı",
kendine tamamen uygun bir imgenin "aynı"sını bulmaya çalışmaktır; bu,
meydana gelebilecek beklenmedik olguların tümünü, tüm hileleri ve gerçeği
peçeleyen her şeyi arızi olarak kabul etmektir; bu, sonuçta ilk kimliği açığa
çıkarmak için tüm maskeleri kaldırmaya girişmektir. Oysa soybilimci, metafiziğe
inanmak yerine tarihi dinlemeye özen gösterirse, ne öğrenir? Şeylerin ardında,
"çok başka bir şey"in var olduğunu: Onların özsel ve tarihsiz
sırlarını değil, özsüz oldukları sırrını ya da onlara yabancı olan figürlerden
yola çıkarak özlerinin parça parça inşa edilmiş olduğu sırrını. Akıl mı? Fakat
o, tamamen "makul" bir biçimde doğmuştur - rastlantıyla. Hakikate ve
bilimsel yöntemlerin katılığına bağlılık mı? Bilgilerin tutkusundan,
birbirlerine duydukları kinlerden, bitmek tükenmek bilmeyen fanatik
tartışmalardan, üstün gelme ihtiyacından -kişisel mücadeleler boyunca yavaş
yavaş hazırlanmış silahlardan doğmuştur. Ya özgürlük, insanın kökeninde, onu
varlığa ve hakikate bağlayan şey midir? Aslında, o "yönetici sınıfların
bir icadı"ndan başka bir şey değildir. Şeylerin tarihsel başlangıcında
karşımıza çıkan şey, kökenlerinin hâlâ korunan özdeşliği değildir - diğer
şeylerin uyumsuzluğudur, uyumsuz olandır.
Tarih,
kökenin törensi gösterişine gülmeyi de öğretir. Yüce köken, "her şeyin başlangıcında
en değerli ve en özlü olan vardı, diyen fikirde yeniden ortaya çıkan metafizik
üst-tomurcuklanmadır". Şeylerin başlangıçta eksiksiz olduğuna; yaratıcının
ellerinden kusursuz çıktığına ya da gün doğumunun gölgesiz ışığına çıktıklarına
inanmak hoşa gider. Köken, her zaman yeryüzüne düşüşten öncedir, bedenden
öncedir, dünyadan ve zamandan öncedir; kökenin yeri tanrıların tarafındadır ve
kökeni anlatmak her zaman bir tanrıdoğum ezgisi söylemektir. Fakat tarihsel
başlangıç bayağıdır.
234
Hakikat,
çürütülemeyen hata türüdür, kuşkusuz, çünkü tarihin uzun pişirme süreci onu
değişmez kılmıştır.
235
Soybilimcinin,
köken kuruntusunu başından savmak için tarihe ihtiyacı vardır; iyi filozofun
ruhun gölgesini başından savmak için tıbba ihtiyaç duymasına az çok benzer bu.
238
"Barbarlık
dönemlerinde [...] insanın takati kalmadığında, kendini yorgun ya da hasta,
melankolik ya da gözü doymuş ve sonuç olarak, geçici bir şekilde isteksiz ve
iştahsız hissettiğinde, nispeten daha iyi bir insan haline gelir, yani daha az
tehlikeli biridir artık o ve karamsar fikirleri artık ancak sözlerle ve
düşünceyle ifade bulur. Bu ruh halinde, o bir düşünür ve kâhin olacaktır ya da
imgelemi batıl inançlarını besleyecektir." (Tan Kızıllığı)
240
İnsanlar
başka insanları tahakküm altına aldığında özgürlük fikri doğar (İyinin ve
Kötünün Ötesinde 260, Ahlâkın Soybilimi II, 12); sınıflar başka sınıfları
tahakküm altına aldığında özgürlük fikri doğar (Gezgin ile Gölgesi 9); insanlar
yaşamak için gerek duydukları şeyleri ele geçirdiklerinde, bu şeylere ait
olmayan bir süreyi onlara dayattıklarında ya da onları zorla bir araya
topladıklarında mantık doğar (Şen bilim 111).
243
Nietzsche’nin anladığı anlamda tarihsel anlama özgü olan ve geleneksel
tarihin karşısına wirkliche Historie’yi
[gerçek tarih] çıkaran özellikler buradan yola çıkarak kavranabilir. Wrikliche Historie, olayın ortaya çıkışı
ile sürekli zorunluluk arasında alışıldık üzere kurulan ilişkiyi tersine
çevirir. Tüm bir (teolojik ya da rasyonalist) tarih geleneği, tekil olayı ideal
bir süreklilik -ereksel hareket ya da doğal zincirlenme- içinde eritme eğilimi
taşır. “Gerçek” tarih, biricikliği ve keskinliği içinde ortaya çıkarır. Olay:
Bundan anlaşılması gereken şey bir karar, bir anlaşma, bir saltanat ya da bir
muharebe değil, tersine dönen bir güç ilişkisi, el konulan bir iktidar, ele
geçirilen ve kullanıcılarına karşı çevrilen bir sözcük dağarı, zayıflayan,
gevşeyen, kendi kendini zehirleyen bir tahakküm, bir diğer tahakkümün kendini
maskeleyerek ortaya çıkışıdır.
246
Tarihçi her türlü zevksizliğe duyarsızdır: Daha doğrusu, midesini
kaldırması gereken şeyden bile zevk alır. Görünüşteki serinkanlılığıyla, hiçbir
şeyi yüce görmemeye ve her şeyi en zayıf ortak paydaya indirgemeye dört elle
sarılır. Hiçbir şey ondan daha büyük olmamalıdır. Bilmeyi bu kadar arzulaması,
her şeyi bilmek istemesi, küçülten sırları keşfedebilmek içindir. “Soysuz
merak.” Tarih nereden gelir? Plepten. Kime hitap eder? Plebe. Tarihin plebe
hitaben söylemi, demagoğun söylemine pek benzer: “Kimse sizden daha büyük
değildir,” der tarih, “ve sizin üzerinizde -iyi olan sizsiniz- hâkim olma
isteğiyle kurumlanan kişi, kötü biridir”; ve onun ikizi olan tarihçi onun
sesini yankılar: “Hiçbir geçmiş sizin şimdiki zamanınızdan daha büyük değildir
ve tarihte kibirle kendini satanların hepsinin ne denli küçük, kötü ve uğursuz
olduğunu benim kılı kırk yaran bilgim size gösterecektir”.
247
Demagog,
zaman-dışı fikrin hükümranlığını iyice yerleştirmek için bedeni yadsımaya
yöneldi; tarihçi, başkalarının sahneye girmesi ve söz alabilmesi için kendi
bireyselliğini silmeye vardırdı işi. Demek ki, kendi kendine saldıracaktır:
Kendi tercihlerini susturmak ve tiksintilerinin üstesinden gelmek, kendi
perspektifini bozup yerine kurgusal olarak evrensel bir geometri koymak, ölüler
krallığına girmek için ölü taklidi yapmak, yüzsüz ve adsız bir yarı-varlık
edinmek. Ve kişisel istencine gem vurduğu bu dünyada, başkalarına yüksek bir
istencin kaçınılmaz yasasını gösterebilecektir. Kendi bilgisinden istencin tüm
izlerini silmeye girişmiş olduğundan, bilinecek nesnenin yanında, ezeli bir
istenç biçimiyle karşılaşacaktır. Tarihçinin nesnelliği, istencin bilgiyle
ilişkisinin tersine dönmesidir ve aynı zamanda, Tanrı'ya, nihai nedenlere ve
erekselliğe duyulan zorunlu inançtır. Tarihçi, çileciler ailesine aittir.
"Tarihin bu hadım tensel isteklerinden, çileci ideale sıkı sıkıya
sarılanlardan tiksiniyorum; yaşamı üreten bu süslü püslü mezarlardan
tiksiniyorum; bilgelik kisvesine bürünen ve nesnel bir bakışa sahipmiş gibi
davranan bu yorgun ve iradesiz varlıklardan tiksiniyorum." (Ahlâkın
Soybilimi)
248
Günümüzde
bulunduğumuz sahnenin özü, bir tiyatro gösterisidir; bizim eserimiz olan ve
bize ait olan anıtların yokluğunda, bir dekor kalabalığı içinde yaşıyoruz.
fakat dahası da var: Avrupalı kim olduğunu bilmiyor; hangi ırkların karışımı
olduğunu bilmiyor; kendi rolünü arıyor; bireysellikten yoksundur o. ... yaratma
imkânsızlığı, eser yokluğu, önceden ve başka yerde yapılmış olan şeyi dayanak
alma zorunluluğu, bu yüzyılı plebe özgü aşağılık meraka mecbur eder.
Metafiziğin
zuhur ettiği yer, elbette Atinalılara özgü demagojiydi, Sokrates'in
ayaktakımına özgü kiniydi, ölümsüzlüğe olan inancıydı. fakat Platon bu Sokratik
felsefeyi ele geçirebilirdi, ... bunu yapmayı birçok kez denedi. Onun
yenilgisi, bu felsefeyi temellendirmeyi başarmış olmasıdır.
249
Tarihi
soybilimsel olarak kullanabilmek için, yani kesinlikle anti-Platoncu bir
kullanım için kendini tarihin efendisi kılmak. ancak böylelikle tarih duygusu,
tarih-üstü tarihten kurtulacaktır.
251
Soybilimsel
olarak yönlendirilen tarihin amacı kimliğimizin köklerini bulmak değildir,
tersine, onu dağıtmaya can atmaktır; geldiğimiz biricik odağı, metafizikçilerin
geri döneceğimizi vaat ettikleri bu ilk bölümü saptamaya girişmez; bizi kateden
tüm süreksizlikleri ortaya çıkarmaya girişir. ... "Antik tarih"te,
şimdiki zamanımızın kök saldığı süreklilikleri tanımak söz konusuydu: toprağın,
dilin, kent-devletin sürekliliği; "hep varolmuş olan şeyi ihtimamla
yetiştirerek, doğduğumuz koşulları sonradan gelecek olanlar için korumak"
söz konusuydu. İkinci Zamansız Mülahaza, böyle bir tarihin tüm
yaratılışı iman yasası adına öngörme riski taşımasına itiraz ediyordu.
XVI. Michel Foucault ile
Söyleşi,
1971
255
[anlambilimsel
(semantik), analitik, fenomenolojik, epistemolojik, semiyolojik, hermeneotik,
ontolojik, amprik, pozitivist]
[bilimler,
geleneksel tarihinden bağımsız olarak bir başka yöntemle ele alınabilir. bu
yöntem, bir anlamda bilimin içeriğinden çok varoluşunu ele alır. Belli dönüşüm
çizgileri... olguları sorgulama...] Bilimin içeriği ve biçimsel düzeni sorununu
bir yana bırakarak, bilimin varolmasını sağlayan nedenleri araştırmak ya da
belirli bir bilimin, verili bir anda, varolmaya ve bizim toplumumuzda belli
işlevleri üstlenmeye başlama nedenlerini araştırmak gerekiyordu.
257
[ör.
Psikopatoloji gibi] Örgütlenmesi, teorik aygıtı, kavramsal alanı ve iç
sistematiği oldukça zayıf bilimsel söylemler...
258
Birbirine
tamamen yabancı ve hiçbir doğrudan iletişimi olmayan bilimsel pratiklerde, aynı
zamanda, aynı genel biçime uygun olarak, aynı yönde dönüşümler
gözlemleyebiliriz. ... Darwin, canlı varlıkları tek tek değil, nüfus düzeyinde
ilk ele alan kişiydi; Boltzmann fiziksel parçacıkları tek tek olarak değil,
nüfus olgusu düzeyinde, yani istatistiki olarak ölçülebilir olasılıklar dizisi
olarak ele almaya başladı. Oysa Darwin ile Boltzmann arasında, hiçbir doğrudan
ilişkinin olmadığı açıktır: Birbirlerinin varlığından habersizdirler. ...
epistemolojik eşzamanlılıklar.
Bir
bilimin ortaya çıkışı, gelişimi, işlev görmesi için gerekli koşulları
oluşturarak hizmet gören ekonomik ve toplumsal koşulların, -tıpkı bir arzunun,
bir ihtiyacın ya da bir itkinin, bir bireyin söylemi ya da davranışı içinde
ifade bulması gibi- bilimin içinde bilimsel söylem biçimini alarak ifade
bulmadığı kanısındayım. Bilimsel
kavramlar ortaya çıktıkları ekonomik koşulları ifade etmezler.
260
İkincisine
gelince [birincisi epistemolojik eşzamanlılıklar], dilbilgisinin, doğa
tarihinin ve ekonomipolitiğin dönüşümlerini, teoriler ve savunulan tezler
düzeyinde değil, bu bilimlerin nesnelerini oluşturma tarzları düzeyinde,
kavramlarının oluşma tarzı düzeyinde, bilen öznenin bu nesne alanı karşısında
kendini konumlandırış tarzı düzeyinde az çok kavramayı denedim. Epistemolojik
düzeye karşıt olarak, bilimin arkeolojik düzeyi olarak adlandırdığım budur.
Epistemolojik düzeyde, verili bir anda bilimsel bir sistemin teorik bütünlüğünü
keşfetmek önem taşır. Arkeolojik analiz -epistemolojik yapıların ortaya
çıkışından önce ve bu yapıların altında- nesnelerin kuruluş tarzının, öznelerin
kendilerini gösterme ve kavramların oluşma tarzının analizidir. ... kitabı, son
kitap olsun diye yazmıyorum; illa benim tarafımdan yazılması gerekmeyen başka
kitapların mümkün olması için kitap yazıyorum.
263
Özneler
birbiri ardına, bir süredir kendine özgü ve bir anlamda insanların bilincinden
bağımsız sistematikliğiyle varlığını muhafaza etmekle kalmayan, aynı zamanda
kendine özgü ve şu ya da bu özneninkinden bağımsız varoluşu olan bir sistemin
içinde, deyim yerindeyse yan kapılardan girmekle yetinirler.
264
Orada
burada meydana gelen, eşzamanlı ya da ardışık dönüşümler olur yalnızca,
muammalı bir biçimde türdeş olan ve kimsenin malı olmayan dönüşümler.
Dolayısıyla, insan bilincini yalnızca hakikati garanti eden nesnellik biçimlerinden
değil, bizim oluşumumuzun içine hapsedildiği tarihsellik biçimlerinden de
koparmak gerekir.
266
[bilim
o kadar da önemli bir fikir değildir. bilim o kadar da önemli bir şey değildir.
Marksizmi ya da psikanalizi bilim diye ilan ettiğimizde onları taçlandırdığımız
söylenemez. zaten kendinde bilim diye bir şey de yoktur.] Bilim verili bir
dönemde ancak belirli şemalara, modellere, değerlendirme ve kodlara uygun
olarak bir normative taşıyabilir ya da bilim olarak işlev görür; hiç
durmaksızın tekrarlanan, tamamen can sıkıcı ve gündelik, çok mütevazı söylemsel
pratiklerin ve söylemlerin bütünüdür o. Bu söylemlerin bir kodu vardır, bu
pratikler için normlar vardır, bu söylem ve pratiklerin bu normlara uyması
gerekir. Bu uygunluk bir gurur duyma nedeni değildir... [Marksizme ya da
psikanalizme bilim statüsü atfetmek...] Bu, bu disiplinlere öyle katı, öyle
çetin koşullar dayatmak anlamına gelir ki, onları, kendi iyilikleri için, bilim
diye adlandırmamak tercih edilir olur.
269
"-
... edebiyatın episteme'lerin doğuşunda genellikle öncü bir rol oynadığı
kanısını uyandırıyorsunuz [Kelimeler ve Şeyler'de]..."
272
Açılış
dersine gelince [Collége de France'daki], canımı çok sıktığını tekrar edeyim,
belki, hangisi olursa olsun her kuruma düşman olduğumdan.
XVII. Tarihe Geri Dönüş, 1972
276
… yapısalcılık eşzamanlı ya da senkron
ilişkilerin incelenmesine, evrimci ilişkilerin incelenmesi karşısında öncelik
tanımıştır. Örneğin, sesbilimciler sesbilimsel yasaları incelediklerinde, dil
durumlarını, bunların zaman içindeki evrimlerini dikkate almadan incelerler.
Zaman dikkate alınmazsa, nasıl tarih yapılabilir? Dahası da var. Yapısal analiz,
eşzamanlıyı ardışık karşısında ayrıcalıklı kılmakla kalmayıp, ayrıca mantıksal
olanı da nedensel olan üzerinde ayrıcalıklı kıldığında, bu analizin tarihsel
olduğu nasıl ileri sürülebilir?
278-280
[Dumézil]
XVIII. Kültür Sorunları,
Foucault-Preti Tartışması, 1972
288
... Saussure dilin söz karşısında ne olduğunu ya
da diakroni karşısında senkroninin ne olduğunu tanımladığında, yeni bir
potansiyel inceleme sektörünü ortaya çıkarmaktadır, önceden var olmayan yeni
bir nesnel alan ortaya çıkarmaktadır.
"-Fakat, her halükârda, bir meta-dile, dili
tarif edecek bir dile başvurmak yerinde olacaktır."
Her zaman değil; bu, hangi bilimden söz
edildiğine bağlıdır. Tıbbi bir teşhisin bir meta-dil olabileceğini sanmıyorum.
"-Meta-dil, bir söylem üzerine
söylemdir."
Evet, ama ... günümüzde, meta-dil terimi çok
geniş, çok genel ve pek az kesin biçimde kullanılmaktadır. ... Meta-dilin daha kesin
bir tanımına -bir dilin kuruluş öğelerinin ve kurallarının tanımlanmasını
sağlayan bir söylemin söz konusu olduğu bir tanıma- geri dönmenin tercih edilir
olup olmadığını kendime soruyorum.
289
Ben episteme'den söz ettiğimde, bilimin
farklı alanları arasında belli bir dönemde var olmuş tüm ilişkilerden söz
ediyorum. ... Bir dönemin episteme'si diye adlandırdığım şeyi, bilimler
arasındaki ya da çeşitli bilimsel sektörlerdeki farklı söylemler arasındaki tüm
bu ilişki fenomenleri oluşturur.
291
... özne ile düşünen-ben arasında transandantal
düzeyde bir özdeşliği reddediyorum. [transandantala karşı tarihselleştirme...]
297
[ahlak ve etik arasındaki ayrım]
299
Sınıf mücadelesiyle ilgili her şeyi
"siyasi" diye ve bunun sonucu olarak insan ilişkilerinde ve
kurumlarda meydana gelen her şeyi de "toplumsal" diye adlandırıyorum.
XIX. Arkeolojiden Hanedanlığa, 1972
300
[Japon basınından biri Kelimeler ve
Şeyler hakkında:] "tarihi ve insanı katletmiş yapısalcı
filozof..."
307
Söz yoluyla, profesörün sözü yoluyla salonlarda,
bir uzamda, üniversite gibi bir kurumda ya da bir kolejde, fark etmez, bilgi
aktarımı şimdi tamamen geride kalmış bir şeydir. Bu bir arkaizmdir, boş deniz
kabuğu gibi sürüklenen bir tür iktidar ilişkisinin ta kendisidir. Profesörün
öğrenciler üzerinde gerçek iktidarı yoktur ama bu iktidar ilişkisinin biçimi
hâlâ durmaktadır, bundan tümüyle kurtulunamamıştır.
308
Batının felsefi, edebi söylemi içinde Blanchot,
Bataille, Klossowski, Artaud, bence bizzat düşüncenin dili olan bir şeyi
çıkardılar. Bu, felsefe değildir, edebiyat değildir, deneme değildir,
konuşmakta olan düşüncedir ve bir anlamda her zaman dilin ötesinde ya da
berisinde olan, dilden her zaman kaçan ve dilin kendi ötesine giderek tekrar
yakaladığı düşüncedir, yeniden ortaya çıkan düşüncedir; bu yazarlarda beni çok
ilgilendiren şey, düşünce ile söylem arasındaki bu ilginç birbirine bağlanma,
karşılıklı aşılma, iç içe geçme ve dengesizlik ilişkisidir.
311
... binlerce yıllık ölçekte ele alınan
Uzakdoğu'nun tarihinde bu kısa süreli Batılılaşma tamamen yapay olarak ve en
fazla iki yüzyıl sürmüş bir fenomen olarak görülecektir. Fakat, günümüzde
Batılı olmayan dünyanın, geçen yüzyılda ya da bu yüzyılın başında Batı'nın
tanıttığı korkunç ekonomik sömürüden kurtulma yollarını Batı'dan ödünç aldığı
kanısındayım. Şimdi ne olacak? Batı kaynaklı bu aygıtlar aracılığıyla elde
edilmiş bu kurtuluştan yola çıkarak çok başka bir şey olacak mıdır, tamamen
Batı-dışı bir kültür, bir uygarlık keşfedilecek midir? Bunun mümkün olduğu
kanısındayım; hatta bu muhtemel bile gelmektedir. Her halükârda, bunun mümkün
olmasını ve dünyanın, kapitalizmin oluşumunun karakteristik özelliği olan bu
iktidar biçimlerinin ayrılmaz parçası olan bu Batı kültüründen kurtulmasını
dilerim. Kapitalist olmayan bir kültürün Batı dışında doğması şimdi gerçeğe
daha yakındır. ... Batılılar şu an için kendi kolonileştirmelerinin, tüm
dünyayı Batılılaştırmalarının tuzağına düşmüşlerdir, çünkü Batılı olmayan dünya
Batı'da oluşmuş aygıtlar aracılığıyla Batı'nın nüfuzundan kurtulmuştur.
XX. Filozof Foucault
Konuşuyor. Düşünün! 1973
314
Diyalektik olmayan bu düşüncenin mutlak anlamda
çağdaş ve uygun biçimini bulmak için çaba göstermemiz gerekir. On sekizinci
yüzyılın analitik aklı, esas olarak, doğayla ilişkiyle karakterize ediliyordu;
on dokuzuncu yüzyılın diyalektik aklı özellikle varoluşla ilişkisine göre
gelişti, yani birey ile toplum arasındaki ilişkiler, tarihsel bilinç, anlam ve
anlamsızlık, canlı ve cansız sorunlarına göre gelişti.
Günümüzde filozofun sorgulaması, öznenin dünyayı
nasıl yaşayabileceği, deneyimleyebileceği, katedebileceğini bilmeye çalışmak
değildir. Şimdi kendini gösteren sorun, bizi çevreleyen şeyin sistematik ağı
içine herhangi bir öznenin dahil olabilmesi, bunun içinde işleyebilmesi, ağda
düğüm noktası olarak hizmet edebilmesi için bu özneye dayatılan koşulların
neler olduklarını bilebilmektir. Buradan yola çıkarsak, betimlemenin ve
analizin konusu, insanlıkla ilişkileri içindeki özne değil; bir öznedeki
sezgisel temel olacak bir şeye hiçbir biçimde göndermede bulunmadan işleyen,
gelişen, dönüşen bazı nesnelerin (örneğin bilim) varoluş kipiyle ilişkili
olacaktır.
315
Edebiyat, insanın dil adına yok olduğu yerdir.
Sözcüğün ortaya çıktığı yerde insan var olmaya son verir. Sırasıyla
Robbe-Grillet'nin, Borges'in ve Blanchot'nun eserleri insanın dil adına bu yok
oluşunun kanıtlarıdır.
[Blanchot] ... öznelerden bağımsız edebi özne...
İnsan, sığınağını ve yerini eserin içinde bulur.
Eserde oturur, onun vatanı eserdir; esersiz, yazar, kelimenin tam anlamıyla
varoluştan yoksun olur. Fakat, sanatçının eseri içindeki bu varoluşunun öyle
bir doğası vardır ki, sanatçıyı gözünün yaşına bakmadan yokoluşa sürükler.
XXI. Lacan, Psikanaliz
“Özgürleştirici”si, 1981
316
O [Lacan], psikanalizi, tıbba ve tıp kurumlarına
tehlikeli olarak kabul ettiği, yakınlıktan kurtarmak istiyordu. Psikanalizde
onun aradığı şey, davranışların normalleştirilme süreci değil, özne teorisiydi.
Bu nedenle, onun düşüncesi, son derece spekülatif bir söylem görünümüne rağmen,
akıl hastalığı pratiklerini yeniden tartışma konusu eden çabaların hiçbirine
yabancı değildi.
XXII. Yapısalcılık ve
Postyapısalcılık, 1983
320
... çok kabaca dile getirirsek, biçimci kültür,
düşünce ve sanat, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, genel olarak, solcu
siyasal, diyelim eleştirel ve hatta bazı durumlarda devrimci hareketlerle
birlikte düşünüldü de eşlik etti ve Marksizm tüm bu hareketleri kendi içine
aldı; sanatta ve teoride biçimciliğin şiddetli bir eleştirisini yaptı, bu
eleştiri 1930'lu yıllardan itibaren açıkça ortaya çıktı. Otuz yıl sonra, bazı
Doğu Avrupa ülkelerinde ve Fransa gibi bir ülkede insanların biçimcilikten
açıkça esinlenmiş analiz biçimlerinden, analiz türlerinden yola çıkarak
Marksist dogmatizmi sarsmaya başladıklarını görürsünüz.
322
... öncelikle Marksizm fenomenolojiyle
evlendirilmeye çalışıldı, ardından, ... fenomenolojinin yerini yapısalcılık
aldığı görüldü. Merleau-Ponty ... O dönemde, dil sorunu ortaya çıktı ve
dilbilimsel türde bir yapının -fenomenolojik anlamdaki öznenin anlam verici
olarak müdahale etmediği yapının- üretebileceği anlam etkilerini
fenomenolojinin yapısal bir analiz kadar açıklayamayacağı fark edildi. ...
Diğer yandan psikanaliz de, büyük ölçüde Lacan'ın etkisiyle, dil sorunundan çok
farklı olmakla birlikte bu sorunla analojiler taşıyan bir sorunu ortaya
çıkardı. Bu, özellikle bilinçdışı sorunuydu; fenomenolojik türdeki bir analize
giremeyen bilinçdışı. ... Dil sorununun ortaya atıldığı dönemle hemen hemen
aynı zamanda, Lacan, "Boşuna uğraşıyorsunuz, işlev gördüğü haliyle bilinçdışı,
fenomenolojik öznenin yapabileceği türden anlam verme etkilerine
indirgenemez" dediğinde, dilbilimcilerin ortaya attığı sorunlara mutlak
anlamda simetrik olan bir sorun ortaya atıyordu. ... Ve Lacan'ın, bilinçdışının
da dil gibi yapılanmış olduğunu niçin o dönemde söylediğini anlıyoruz.
325
Amprizmle ilgilenen Deleuze'ün Nietzsche
ilgisini Hume'a ve özellikle şu soruya borçlu olduğuna neredeyse eminim:
Fenomenolojiyle birlikte sahip olunan özne teorisi, bu özne teorisi tatmin
edici midir?
326
... Kantçı "Was ist Aufklarung?"
sorusu... aklın reşit" ve
"hamisiz" olarak ortaya çıkabildiği bu tarihsel anın ne olduğu
üzerine sorgulamada bulunmanın modern felsefenin belli başlı işlevleri arasında
yer aldığı kabul edilebilirse, bu durumda, on dokuzuncu yüzyıl felsefesi aklın
özerklik kazandığı bu anın ne olduğunu, aklın tarihinin ne anlama geldiğini ve
aklın bilimsel düşünce, teknik aygıtlar ve siyasi örgütlenmenin üç büyük biçimi
aracılığıyla modern dünyada kurduğu tahakküme ne değer vermek gerektiğini
kendine sormaktır.
328
Tüm akıl eleştirisi ya da rasyonalite tarihi
üzerine tüm eleştirel sorgulama karşısında çok sık uygulanan şantajın (ya aklı
kabul edersiniz ya da irrasyonaliteye düşersiniz!), rasyonalitenin rasyonel bir
eleştirisi yapılamazmış gibi, tüm dallanmaların ve tüm ikiye ayrılmaların
rasyonel bir tarihini, rasyonalitenin olumsal bir tarihini yapmak imkânsızmış
gibi bir hale soktuğu kanısındayım.
... akıl statüsü verilen rasyonalite biçimi...
329
tekhné'ler [tekhnai]
330
... aklın bir temeli ve asli bir projesi
olduğunu ileri süren fenomenolojik tema...
335
Postmodernite neye deniyor? Haberim yok benim.
337
... karmaşık bir sorun olan sanat sorununu ise
bir yana bırakıyorum
343
a
fortiori daha kesin olarak
345
Fransa'da, 50'li yıllara doğru, pratikte
birbirlerine yabancı olmasa da en azından birbirlerinden bağımsız olan iki
düşünce akımı vardı: Bir yanda, üniversiteye özgü ya da akademik diyebileceğim
bir dolaşım, bilgiye dayalı düşüncenin dolaşımı, ardından, diğer yanda, açık
düşüncenin ya da yaygın düşüncenin dolaşımı; ben "yaygın" derken,
ille de düşük kalitede olduğunu kastetmiyorum. Fakat bir üniversite kitabı, bir
tez, bir ders, üniversite yayınevlerinde kalan şeylerdi, üniversitelerden başka
hiçbir yerde etkisi olmayan, üniversiteli okurların kullanımında kalan
şeylerdi.
346
... ne denirse densin, televizyon önemli bir rol
oynuyor: insanlar yeni bir tarih olduğunu öğreniyor, vs.
XXIII. Foucault, 1984
Eğer düşünce derken, bir özne ile bir nesneyi,
mümkün olan çeşitli ilişkileri içinde ortaya koyan bir edim anlaşılıyorsa,
düşüncenin eleştirel tarihi özneden nesneye kimi ilişkilerin -bu ilişkiler
mümkün bir bilginin kurucusu oldukları ölçüde- oluştuğu ya da değiştiği
koşulların analizidir.
"Hakikat oyunu", doğru şeylerin keşfi
değil; bir öznenin bazı şeyler hakkında söyleyebileceği şeyin, doğru ya da
yanlış sorunuyla bağlantılı olmasını belirleyen kurallardır.
XXIV. Yaşam: Deneyim ve Bilim, 1985
357
[pozitivizm] ... biçimciliğe ve sezgiciliğe
uzanacaktır...
360
[bilimler tarihi] Koyré, Bachelard, Cavaillés,
Canguilhem, fRankfurt OKulu
361
G. Canguilhem sorunu tersine çevirdi; bir
bilimin gelişiminin ortaya attığı sorunların teorik öneminin o bilimin eriştiği
biçimselleştirme düzeyiyle doğrudan ilişkide olmak zorunda olmadığını bilerek,
çalışmasının özünü biyoloji tarihine ve tıp tarihine odakladı. Dolayısıyla,
bilim tarihini zirve noktalardan (matematik, astronomi, Galileo mekaniği,
Newton fiziği, görelilik teorisi) bilgilerin çok daha tümdengelimci olduğu, çok
uzun süre boyunca hayal gücünü etkileyen şeylere bağlı kaldığı ve felsefi
alışkanlıklara çok daha tuhaf bir dizi soru sorduğu bölgelere doğru indirdi.
süreksizlik
362
Bilim tarihinde, hakikat elde edilmiş olarak
görülemez, fakat hakikatle bir ilişkiden ya da doğru-yanlış karşıtlığından da
tasarruf yapılamaz. Bu tarihe spesifikliğini ve önemini veren şey, doğru ve
yanlış düzenine yapılan bu göndermedir. Hangi biçim altında? "Hakikat söylemleri"nin tarihiyle
karşı karşıya olunduğunu kavrayarak; yani kendini düzelten, onaran ve kendileri
üzerinde, "doğruyu söylemek" amacıyla ereklendirilmiş bir geliştirme
çalışması işleme koyan söylemler. ... Yanılgı, yavaş yavaş gölgeden çıkan bir
hakikatin gizli gücüyle değil, "doğruyu söyleme"nin yeni bir
biçiminin oluşumuyla ortadan kaldırılır.
365
... yaşamın bilgisinde, onu fiziksel-kimyasal
alanlara gönderme yapabilecek tüm bilgiden uzakta tutan fenomenler vardır;
gelişiminin ilkesini ancak patolojik fenomenleri sorgulamada bulabilmiştir.
Nesnesinin özü olarak hastalık imkânını, ölüm imkânını, yaradılıştan
aykırılığı, anomali ve hata imkânını dikkate almadan canlıya dair bir bilim
oluşturmak imkânsızdı.
Yaşam bilimlerindeki paradoksal bir olgu buradan
kaynaklanır. Bu bilimlerin gelişimi, fiziksel ve kimyasal mekanizmaların
aydınlatılmasıyla, hücrelerin ve moleküllerin kimyası gibi alanların
oluşumuyla, matematik modellerin kullanımıyla vs. gerçekleşmiş olsa bile, buna
karşılık, bu gelişim hastalığın spesifikliği ve tüm doğal varlıklar arasında
belirlediği eşik sorunu hüç durmaksızın bir meydan okuma olarak geri geldiği
ölçüde meydana gelebildi. Bu, onca imgeyi dolaşıma sokmuş ve onca miti
sürdürmüş olan canlıcılığın [vitalisme]
doğru olduğu anlamına gelmez.
367
[G. Canguilhem] [... biyolojinin enformasyon
teorisinden ödünç aldığı nosyonlar toplamının buluşmasına verdiği önem...]
[Kodlar, mesajlar, haberciler, vs.]
368
Bu sorunların merkezinde, hata sorunu vardır.
Çünkü, yaşamın en temel düzeyinde, kod ve kod çözümü oyunları, hastalık,
eksiklik ya da yaradılış bozukluğu olmadan önce, enformatif sistemdeki
bozukluk, bir tür "küçümseme" gibi bir şey olan bir rastlantıya
yerini bırakır. Sonunda, yaşam -radikal karakteri buradan kaynaklanır- hata
yapabilir olandır.
Ve kavramın, yaşamın bu rastlantıya kendi
verdiği cevap olduğu kabul edilirse, hatanın insan düşüncesini ve tarihini
yapan şeyin kökü olduğunu da kabul etmek gerekir. ... Bilimlerin tarihi
süreksizse, yani yalnızca bir "düzeltmeler" dizisi olarak, asla
hakikatin son anını nihayet ve sonsuza dek serbest bırakmayan yeni bir dağılım
olarak analiz edilebilirse, bunun nedeni, burada da "hata", ...
insanların yaşamına özgü ve türün zamanı için kaçınılmaz boyutu oluşturduğu
içindir.
Nietzsche, hakikatin en derin yalan olduğunu
söylüyordu. ... Canguilhem'e göre hata, yaşamın tarihinin ve insanların
geleceğinin etrafında döndüğü kalıcı rastlantıdır.
.
.
.
.