.
.
Duygular Sosyolojisine Doğru
Ulus Baker
(Çeviren: Harun Abuşoğlu)
Birikim Yayınları 2010 İstanbul
33.
Dolayısıyla, olasılık ve şans hesaplamaları ile uyumlu olarak, eğer Tanrı’nın var olduğu iddia edilirse ve O varsa, bu iddiada bulunan kişinin kendi sonlu ve sefil mevcudiyetini gözden çıkararak, kendi kurtuluşunu, Tanrı’ya adanmışlığını kazanacağı bellidir. Eğer O’nun var olduğu iddia edilirse ve O yoksa bu iddiada bulunan kişi sadece kendi sefil hayatını sonsuza dek kaybedecektir. Son olarak, eğer O’nun var olmadığı iddia edilirse ve O varsa, kayıp sefil ve sonlu hayatlara eşlik eden bir ebedi kurtuluş olacak, eğer O yoksa sadece bu dünyadaki yaşam kazanılmış olacaktır.
34.
(dipnot 3) “din, ölümün kaçınılmazlığının kavranılmasına karşı Doğanın zekâ vasıtasıyla gösterdiği bir savunma tepkisidir.” [H. Bergson, Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı, çev. Mukadder Yakuboğlu, Doğu-Batı Yay. 2004.] [Ölüm anında -aslında, hemen sonra- tüm yaşamımızın bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçeği ya da tamamen beyaz ya da tamamen siyah bir alanın tüm benliğimizi kaplayacağı türden bir iddiada nasıl bulunulabilir? Ölümden hemen sonrasını, en iyi ihtimalle, doğumdan hemen öncesinde bulabiliriz: Hiçbir şey yoktu, hiçbir şey olmayacak!]
42.
Spinoza bizim “yanlış” bilgi olarak adlandırdığımız şeye hiç inanmadı, çünkü yanlış fikirler asla mevcut olamazken, yalnızca yaşam-koşullarımızca bozulmaya uğramış kanaatlerimiz ve düşünmeyi beceremememize (becerememize?) bağlı olarak kısmi yanılsamalarımız söz konusudur.
43.
Foucault’nun bir zamanlar belirttiği gibi, Onsekizinci yüzyılda bir gazete okuruna bir soru yöneltildiği zaman bu, yanıtı henüz bilinmeyen “gerçek bir sorudur”.
47.
… her tarihsel çağ önüne sadece çözebileceği soruları koyar.. (Marx)
51.
“Doğa hiçbir zaman uluslar, kastlar veya sınıflar yaratmaz, yalnızca bireyler yaratır” (Spinoza)
52.
Toplumsal tipler, Durkheim sosyolojisinin birey’i terk edişiyle, sosyolojinin alanını diğer beşeri bilimlerden -psikoloji, etnoloji ve tarih- farklı kılmasıyla birlikte günümüze kadar bir yokoluş sürecine girmiş. Edebiyat ve sinemada da durum aynı, toplumsal tipler onlarda da artık ilgi çekmiyor. Fakat Charles Wright Mills’in eserlerinde ‘beyaz yakalı’, ‘iktidar seçkini’ gibi tiplere rastlanıyor…
54.
Dindar insanların yarattığı 2. doğa…
56.
Sosyal bilimler ‘duygusallığı düşünmeyi’ yitirmiş durumdalar…
58.
Marx, örneğin, bir toplumu anlamak için bünyesindeki somut insanlara kendileri hakkında ne düşündüklerini sormak yerine eylemlerine bakmak gerektiğini söylüyordu.
60.
Uzun bir zamandan beri, kanaat, düşünürler ve filozoflarca nihaî bilgi kaynağı olarak görüldüğü gibi, ayrıca yanılgının ve yanlışın mevcudiyetinin sebebi olarak da ele alınmıştır. Bu durum tam da kavramın doğasından, “kanının” tam bir uydurma oluşu veya sadece konuşmada ifade edilen bir şey oluşundan anlaşılabilir. 61. Günümüzde … kanaat hakikate ulaşmada taşıdığı kalkış noktası olma değerini yitirmiştir.
61.
Nihai olarak, kanaat bireyi düşüncesinin efendisi ve öznesine, bir grubun mensubuna dönüştüren şeydir. Burada “mensup” terimi vurgulanmalıdır, zira, bir kişi dile getirmiş olsa bile hiçbir şekilde bireysel kanaat olmaz. Kanaat, grup tek bir gerçek kişiden oluşsa dahi, bir grup mensubu olarak özne haline gelmenin edimsel yoludur.
63.
“Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür” Marx
Marx’ın “ideoloji” anlayışını keşfetmek için formül tersine çevrilmelidir: eğer kulübedeki köylü bir saraylı gibi düşünmeye başlarsa, onun ideolojik düşündüğünü, yani “düşüncesinin” kendini doğrulayamayacağını söyleyeceğiz. Bunun anlamı düşünmenin “evrensel” bir faaliyet olmadığı, bilakis koşullu, adanmış ve dünyaya bağlanmış bir duruş olduğudur. Düşünmek kaygısızca, rastgele seçilmiş olmayan bir bakış açısına sahip olmak demektir.
64.
… kendinde “farklı düşünmek” diye bir şey yoktur, daima başkasından farklı düşünülür, o başkası da bir diğerinden farklı düşünür, ta ki bütün toplumsal dünya katedilene dek.
Doğa uluslar, sınıflar ve kastlar yaratmaz, sadece bireyler yaratır (Spinoza). Bu ulusların, sınıfların, ailelerin ve diğer toplumsal grupların hayali olduğu veya varolmadığı anlamına gelmez, daha ziyade tarihsel ve genetik olarak oluşmuş bulunan bu insan topluluklarından birine ya da birçoğuna mensup olabilmek için etkin bir katılımcı olmak gerektiği anlamını taşır.
66.
Günümüzde, Batı’dan Doğu’ya, çağdaşlarımızca, Onyedinci yüzyılın önemli Fransız filozofu René Descartes’ın “büyük günahını” anlamaya çağrılıyoruz: bilinçli varlığın “öznelliği”, beden-zihin ikiliği (ve bunun yüzünden, her türden ikilikten) ve Batı metafizik düşüncesinin “kafatası içi” oluşundan sorumlu olan Kartezyen dünya görüşü filozoflar, sosyologlar, her türden bilim adamınca şiddetle eleştiriliyor.
67.
Her şey, Descartes Cogito formülünü (“Düşünüyorum, öyleyse varım”) “insanın tanımı düzeyinde yükselttiğinde oluşur.
Her şey, Aristotelesçi biçimsel kıyas mantığına uygun olarak, tümdengelimci genel bağlamda türlerden cinslere doğru bir hareket olarak cereyan eder.
Cogito’nun eksiksiz formülüne doğru ileri yürünmelidir: kuşku duyuyorum, öyleyse düşünüyorum, demk ki varım, öyleyse düşünen bir şeyim.
Bende düşünen bir beden olduğunu bilirim, mesele bundan “kuşkulanabilmemdir”, bendeki bir tür güç gerçeklikten kuşku duymama yol açabilmektedir: bu tam olarak Descartes’ın “düşünmek” (penser) dediği şeydir. Onun “düşünmenin” mucidi olduğu bile söylenebilir, zira Stoacılar istisna tutulursa, Eski filozoflara göre düşünme, ana hatlarıyla Platon’un Menon’unda [Menon-Erdem Üzerine] ima edildiği üzere; sayesinde, idea ile zorunlu olarak modellerini taklit etmek yoluyla karşılaşılan “içsel düşünce”, “dianoia”dır. “İde” ile “içsel düşünce” arasında dışsal bir ilişki olup ikinci birinciye indirgenemeyeceği gibi, birinci de ikinciye indirgenemez. Düşünmek, Tanrısal düzene ait, dışarıdaki, gökteki bir fikrin zihni doldurması anlamını taşır ve alışılmış biçimde yaşadığımız görüntüler dünyası da dışsal biçimler ve fikirler evreninin çarpık bir imgesinden ibarettir.
68.
… “düşünmek sadece anlamak, istemek, hayal kurmak değil, aynı zamanda hissetmektir” (Descartes). Yani, klasik düşünme nosyonuna ilk kez “duygusal” bir boyut getirilmektir.
69.
Sanki “düşüme”, Cogito’nun formülasyonunda olduğu gibi sonsuz, ama bir düşünceden diğerin, bir duygudan ötekine zorunlu bir geçişe ayarlanmış bir “hız” taşıyarak vücut bulmaktadır. Bu “öznelliğin” icadından başka bir şey değildir.
Eski düşünce imajından Kartezyen düşünce imajına geçilmedikçe, düşünme ve ifade özgürlükleri talep edilemezdi.
71.
… içimizden geçen her duyguyu, her bir duygu dünyadaki tekilliklere ithaf edilmiş veya hasredilmiş olduğu için, düşünme diye adlandırırız. Genel olarak düşünme diye bir şey yoktur, tersine düşünce, tamamen, zihni oluşturan bir insan eylemidir.
76.
içtihat hukuku usul hukuku
77.
Kanaat, mantıksal temellerinde, bir düşünce veya fikrin her “belirişi” için bir ufuk olmuş görünüyor. Yunanlılar genelde “hakikatin kendini gizlediği” şeklindeki Heraklityen öncüle inandıklarından, kuşkusuz ki, bu nihai bir ufuk değildir. Bu, “hakikat en derindeki yalandır; kazılır ve en dipteki öğeye ulaşılamaz” bu yüzden de “hakikat” olarak adlandırılır şeklindeki Nietzscheci temanın önceden dile getirildiği biçimdir. Nihai değildir, ama kuralı kendine-gönderim olan argümantasyonun her aşamasında kendini tekrar eden sınırdır: kanaat ile gerçek bilimsel bilgiyi karşı karşıya koymanın bir zorluğu vardır -eğer bir şey kanaatse-, “yanılgıya” açıktır, yine de bilimsel bilgi öncelikle kanaat olarak iletişime sokulmalıdır.
78.
... kannat ile gerçek bilimsel bilgiyi karşı karşıya koymanın bir zorluğu vardır - eğer bir şey kanaatse, "yanılgıya" açıktır, yine de bilimsel bilgi öncelikle kanaat olarak iletişime sokulmalıdır.
82.
... modern bir bilim, modern olabilmek için, "içeriklerden" ziyade, sadece "biçimleri" veya "yapıları" tanımlamalı ve tarif etmelidir. Bu bilimin evrensellik iddiasıdır.
84.
"İçerik" analizinin sınırı çoğu kez tekrar etme sıklığının hesaplanmasından ibarettir. İçerik araştırması çoğunlukla, kısmi bir temsiliyetin ortaya çıkış sayısının; genellikle, bulguların her nasılsa nesnel bir kriter olduğu varsayılan "resmi" istatistiklerle kıyaslanması suretiyle hesaplanması meselesi halini alır.
90.
Bir toplumsal tip yaratabilmek için, sorunlar ve olaylar hakkında sistematik bilimsel bilgi yerine hayal gücü ve etkilenebilme kapasitesine ihtiyaç duyulur. Bu toplumsal tiplerin takdim edilişinde sistematik bir şey olmadığı anlamına gelmez: Max Weber ve özellikle de Georg Simmel toplumsal tipler felsefesini öyle "bilimsel" bir tarzda sistematize ve formüle etmişlerdir ki, analizleri sanat ve edebiyat alanına önce olduğundan çok daha canlı bir şekilde geri gönderilebilir. Toplumsal tipleri yaratabilmek için, hayal gücünü, duyguların bilgisini ve olguların bir karmaşık ilişkiler seti demeti olarak bilimsel bilgisini koordine etmeyi başarabilmek gerekir.
91.
1. Edebiyat ve sinemada bir toplumsal tipi yaşam dünyasının, toplumsal çevrenin parçası olarak görselleştirilmesi ve anlaşılabilir kılınması sosyal bilimlere göre daha kolaydır. ... çünkü "bilimsel vizyon" genellemeyi ve söylemlerinde beliren temaların "kümülatif bir endeksinin" yaratımını gerektirmektedir.
2. Bir toplumsal tip bir tür "işte-bu"luktur. Sokağın köşesinde görülebilen Yoksul, Dilenci, Yabancı, Evsiz... Öte yandan, onun "endeks" değeri de kuramsal, özellikle de analitik düşünülmüşlüğü bağlamında ifade edilmelidir. Toplumsal tip vita activa ile vita contemplativa arasında, sokaklar ile kitaplar arasında saptanabilir. O özne ile nesne arasındaki, akademik disiplin ile hayat arasındaki, haya gücü ile bilimsel bilgi arasındaki bir bağlantıdır.
92.
3. Bir toplumsal tip gündelik varoluşunun yanısıra analitik olarak da belirgin olmalıdır: örneğin proletarya Marx ve Engels'in eserinde ikili bir rol oynar - "gerçek", siyasal olarak tanımlanmış toplumsal bir sınıftıt, ayrıca kapitalist toplumsal ilişkileri açıklayan analitik-kuramsal bir araç olan, kapitalist üretim ilişkilerinin soyut ağının bir parçasıdır.
93.
Sınıfın bu ikili kavranışı arasında bir denklikler dizisi olabileceği gibi aynı zamanda bir dizi farklılık ve ayrılık da olabilir.
4. Bir toplumsal tip "duygusal"dır. Sunuluşundaki soyutlama ve genellemenin düzeyi ne olursa olsun, "gerçek", psikolojik bir şahsiyetin özelliğine sahiptir.
Ne olursa olsun, bir toplumsal tip; bir duygusal, hissi ilişkiler kümesi veya buluşması olarak tanımlanması gereken "duyguları" ile belirlenir.
95.
"... birilerinin yoksul olması onların spesifik olarak toplumsal "yoksul" kategorisine dahil olduğu anlamına gelmez... Ancak [Yoksul'a] yardımda bulunulduğu andan başlayarak ... yoksulluğu ile tanımlanmış bir grubun parçası haline gelirler." (Simmel)
96.
Simmel'in bir toplumsal tipi daima kodlanmış bir şeydir. ... Yabancı "bugün buraya varan ve yarın ayrılacak olan" değil, Bugün gelen ve muhtemelen yarın ayrılmayacak olandır. Bu, bir toplumsal tipin, isterse toplumun ortalama bir üyesi olsun belli birinin bakış açısından saptanması anlamına gelir.
7. Bir toplumsal tip "moderndir".
97.
... "Kalkınma çalışmaları" olarak adlandırılan disiplinler gelişmiş kapitalist ülkelerde tam bir çöküş halindeyken, ülkelerine "kalkınma idealleri" ile geri dönen bazı Türkiyeli ve günümüzün Afrikalı entelektüellerinin belirleyici özelliği...
98. Bir duyular demeti olmanın ötesinde, bir toplumsal tip bir "imaj" olabilmelidir. Bu ... ilkin toplum tarafından "görülmesi" [saptanması] gerektiğini söylemiş bulunduğumuz için oldukça açıktır. ['Yoksul', 'Yabancı' örnekleri]
100.
Çalışmamda, "kamusal alan" öğretilerinin eleştirisi yoluyla, özel yaşam ve deneyimin gündelikliğine karşıt oluşuyla tanımlanmayan bir siyaset alanı kavramsallaştırmaya çalışacağım.
102.
Simmel'de Yoksul gelirle ve hatta yoksulluk derecesi, birinin kendini "yoksul" olarak görmesi ve kabul etmesi ile tanımlanmaz. Yoksul sadece, verili bir cemaat bazı insanları özne olarak ele aldığı, onun varlığı ile uğraşan kurumlar yarattığı, onun hakkında toplumsal pratikler ve yargılar geliştirdiği, çevresini düzenlediği zaman "görülür".
103.
"Kimlik" nosyonu, güncel sosyoloji pratiğinin merkezi kavramlarından biri olarak, sosyal bilimlerin toplumsal tipler yaratma kapasitesini zayıflatıyor. Zira ... etnik ve dini gruplar toplumsal tipler değildirler. Kimlik bir toplumsal tipi tanımlarken, anlamamıza vesile olan bir kavram değil, bir kanaat ve siyasi etiketleme kategorisidir. ... Benzer şekilde, parti üyeliği veya yakınlığı, bir kültün partizanı olmak, bir kuşağın üyesi olmak (rock, sinema kültleri) kendilerinde toplumsal tipler yaratacak kriterler değildirler. Bu kategorilere tekabül eden toplumsal tipler yaratmak için, toplum bilimleri elbette ki televizyonda değil, aksine, genel olarak gündelik hayatta "görünür" düzeyde işleyecek olan "etten ve kemikten" bir bireyleştirmeyi ortaya çıkarabilmelidir.
104.
(Balzac, Çehov, Zola, Austen, Vertov, vb.) Sanatların bazen onlar vasıtasıyla "düşünmeyi" felsefe ve bilimden daha az olmayan şekilde başardığı üzere, toplumsal tiplerin yaratılması ve yeniden üretilmesinde sosyal bilimlerden çok daha üstün olduğu söylenebilir. ... Bu kapasite belli ki sanatın hayatı doğrudan, metinsel-olmayan ve dolayımlanmamış şekilde sunabilmesinden, Hegel'in ifade ettiği gibi, "tikel"den yola çıkarak "evrensel"i elde etme kapasitesine sahip olmasındandır.
106.
Bir toplumsal tipi tanımlamanın önemli bir boyutu onu bir kanaatler bileşimi gibi değil, "duygular demeti" gibi görmekten geçer.
Duygular yazıyla hatta tanım ile ifade edilmelerinden çok daha iyi bir şekilde "görülebilirler" ve bütün bir "belgesel" sinematografi alanının toplumsal bilim disiplinlerinden dışlanamayacağı hususunda şüpheye yer yoktur.
Bu "anlayış" kendini sinema ve videoda ortaya koyabilir ve gerçeğin doğrudan "imajı" olduğu iddiasında bulunan "belgesel" alanı ile sınırlı olmak zorunda da değildir.
107.
Duygular daima imajlarca harekete geçirilirler
... modern siyaset ve cemaat pratikleri imajlara, onların yeniden üretimine ve yönlendirilmesine daha fazla dayanmaktadır. Sonuç olarak kanaat toplumları imaj, gösteri (Debord) ile kontrol, sanallık, izleme ve "yakalama" toplumlarından başka bir şey değildir (Deleuze, Virilio).
108.
Bir cemaatin (dinî, mezhebî, kültürel, alt-kültürel), bir ailenin, bir Kentin, veya bir Devletin (yurttaşlık) mensubu olunabilir, ama "dostluğa" mensup olmaktan asla sözedilemez.
110.
Dostum başka bir "kendim"dir ve onun erdemini gözlemlerken kendiminkini görür ve tanırım.
111.
(Aristoteles, Antik dönem) dostluk kavrayışı, ... aynılık, tek anlamlılık ve benzerlikle tanımlanır. ... modern anlayışlarda, Spinoza'nınki dahil olmak üzere, dostluk tekilliğe, dostun iyiliğinin benzersizliğine saygıyı içerir. ... Açıktır ki, bu, Eski Yunan'da "bireyselliğin" niçin kavranılamayacağının nedenlerinden biridir. Antik dönem insanının her bireye mahsus tekil, eşsiz bir duygular seti anlayışı yoktur - bu Onyedinci yüzyıl akılcı felsefesinin bir icadırır (Descartes, Spinoza ve Leibniz).
116.
"tefekkür", düşünme, düşünüş...
"pathos", bir duygulanış...
"ethos", zihin yapısının düzeni...
117.
"tekâmül", olgunluk
119.
"oikos", hanehalkı
"aile", aynı soya ait olma stratejisi...
122.
Beckett, Mercier ile Camier
Flaubert, Bilirbilmezler
123.
"angajman"- Bir şey için söz ya da yazıyla yükümlülük altına girme, üstenme;
Toplumsal, siyasal bir eylemin içinde yer alma, ona bağlanma
124.
Aydınlanma çağında, kitlelerin aynı zamanda nihai olarak Napolyonik devlet aygıtı ile "disipline" edildiği çağda da, ...
Gelgelelim, "kitleler" ve "kalabalıklar" sorununu ortaya atmak, aynı zamanda "birey" sorununu da ortaya koymak demektir. "Bireyi" tanımlamaksızın, ondan farklı davranan "kitle" veya "kalabalığı" tanımlamak olanaksızdır.
125.
"muhayyile", imgelem, hayal etme gücü
126.
"Pedagoji" terimi akademik, bilimsel ve dersliğe dayalı bağlamlarından kopartılmalıdır.
127.
Paul Virilio'nun eserleri bize, "görsel-işitsel"in esasen askerî teknolojilerin, "savaş lojistiğinin" parçası olarak geliştirildiğini göstermektedir.
Artık temel beşeri yaşam-deneyimleri olarak "görüş" (vision) ve "duyuşu" (hearing) yeniden-temellük etmek zorunludur.
128.
... evrensel düzeyde oldukça "hatalı" görsel-işitsel aygıtlar geliştirmiş bulunuyoruz (televizyon ve kısmen de, gelecekte ne olacağını bilemediğimiz için hâlâ "açık" kalan bir sorun olan İnternet). Toplumsal tiplerin gerileyişi günümüzde sözde toplumsal tiplerin yaratılmasına karşılık gelmektedir: yuppi, rockçı, hacker ve aslına bakılırsa evlerde de, web'te neredeyse sadece "otistik" şekilde sörf yapan veya bekleme zamanlarında yalnızca televizyon izleyen yeni bir kuşağa sahibiz.
Dünya nüfusunun büyük bir kısmının halen İnternet'ten mahrum olması söylediğimiz şeye bir itiraz sayılmaz: hâli hazırda planlanmış olan internetin televizyon ile teknolojik bütünleşmesi projesi mevcut durumu yakın gelecekte değiştirecektir.
Yine de, toplumlarımızın "kanaat" toplumları olduklarını söylediğimizde, Deleuze'ün "denetim toplumları" olarak adlandırdığı şeyle uyum içindeyizdir: en azından "kanaat" düzeyinde "özgür" olsanız bile hâlâ denetlenmektesinizdir. Ve bu denetim, hiç olmazsa "liberalce" sorgulanma sürecinde olan Foucaultcu "disiplin toplumları"nın aksine, çoğunlukla görsel-işitseldir (yaşam izlenir).
129.
Her şey "disiplinlerin" yanlışlıklarını ortadan kaldırmaya ayarlanmış görünmektedir: "okula", "hastaneye", "akademiye", "istihdama" tabi kılıcı Napolyonik evrensel sistemler ile Freudcu "çocuk yetiştirme" sistemi, günümüzde çöküş halindedir ve görünen odur ki hiç kimse onların yerini neyin alacağını bilmemektedir.
Okul lisanı, matematiği, fiziği sadece "kurallar" veya "yasalar" oldukları uyarısında bulunmaksızın, yaşam-deneyimlerinin üzerinde topyekûn bir hükmedici gibi öğretir.
... her "kural" yönetir ve tam olarak bir emir gibi belirir... Matematikteki naif bir sorunun çözümü bile "x ile y'yi topla, ve sonra..." tarzında emirlere uygun olarak öğretilir.
"Çocuk yetiştirme" bile "post-modern" yaşamın her alanını kat ediyor - sadece Dr. Benjamin Spock'un kitabından veya günlük gazetelerden bazı "pratik bilimsel bilgiler" öğrenmek zorunda kalınmamakta, aynı zamanda daima denetim altında bir "özgürleşme" halini almaktadır.
130.
Şurası açıktır ki bir toplumbilimci kendi başına bir "toplumsal labaratuar" oluşturamaz - aksi halde muazzam büyüklükte sosyoloji doktorları kurulları oluşturmak, aileleri, kabileleri, toplumsal grupları, hatta sınıfları ve varoluş sorunlarıyla beraber bazı "pratico-inerte" [pratikte ölüm] malzemeyi getirtmek gerekirdi. Oysa bu "labaratuar" zaten düzenlenmiş durumdadır: önce Foucault (1975) tarafından "disiplin toplumları", sonra da Mills'in "kitle toplumu" ile görülür kılınmıştır.
(dipnot) ... kalpsiz türde bir pragmatizm...
132.
..."siyasi filmleri siyasal kılmalı" (Godard)
133.
"bir filme her şeyi koymalı" (Godard) - Historie(s) du cinéma - "sinema başarısızdı"... Deleuze (1994:1) "sinemada da felsefede de işlerin kötüye gittiğini" söyleyecektir.
134.
"Sinema sanat olduğu gibi, bilim de bir sanattır. Histoire(s) du cinéma'da bunu dile getirmekteyim. 19. yüzyılda, teknik; artistik bir anlamda değil (Jura'da üretim yapan küçük bir saatçinin hareketi düzeyinde değil, tersine yüz yirmi milyon üreten Swatch'ın düzeyinde işleyen), işlemsel (operatoire) bir anlamda doğmuştur." (Godard)
137.
Duygular sosyolojisi "hisler"in ve "sezgi"nin sosyolojisidir... Hisler basın ve televizyon tarafından yönlendirilebilir, ama sezgi hiçbir zaman yönlendirilemez...
... kanaat bir yanda "tahayyül" (Spinoza) öte yanda duygularla ikili bir özdeşlik içindedir.
138.
Kanaat bir şeyi önvarsayar: bu, bir kanaat ya da yargının terimin klasik anlamıyla "bilimsel bilgi" olmak yerine, evvelce duygulanılmış bir durumu yansıtması anlamında "duygudan" başka bir şey değildir.
147.
Freud, Breuer ile birlikte yaptıkları gözlemlerinden çıkardıkları "gerçek" soruyu sormakta duraksamayacaktır: her şey bu tür "tıbbi" sorunların göründükleri ölçüde "tekil", "biricik" ve "ampirik" olmadığını göstermektedir. Bu sorunlar daima sıradan yaşamımızın parçasıdırlar, hepimizde ortaktırlar - [Freud "toplumsal" dünya ile ilk kez, ama ... yetersiz bir tarzda karşılaşmaktadır].
148.
... Freud, üstün, sui generis bir varlık olmaktansa "her bir kişi-için-toplumsal"ı (sacial-for-each) kavramayı başarabilmişti.
149.
actes manqués: bilinçdışı kaçınılan edimler
150.
... bir dil sürçmesi yoktur, tersine Freud'un genellikle dikkate almayı başaramadığı görülen toplumsal bağlam söz konusudur.
161.
Sansür ve bastırma, halihazır "toplumsal" karşılıkları bulunan ziyadesiyle Freudcu nosyonlar olarak, yalnızca derin bir Bilinçdışının vücut bulması olmayıp aynı zamanda Fransız Devrimi'nin nihayetinden beri geliştirilmiş bulunan epeyce karmaşık toplumsal stratejilerdir. Bunlar; aileyi (Napolyon Yasası, özellikle modern evlilik ve aile ilişkilerini düzenler) yeni, disiplinli bir orduyu, zorunlu okul sistemini, Pinel'in tıbbi gözlem ve tedavi laboratuarına dönüştürdüğü "tımarhane"yi, "vaka bazında" amprik gözleme ve hastalıklar üstüne deneye dayalı hem bir söylem hem de bir kurum olarak kliniği ve eski düzenin bedensel ceza anlayışı ile kıyaslandığında daha az kaba olmasıyla bir süreliğine bir gurur kaynağı olarak kalan hapishane sistemini "kurumlaştıran" Napolyonik kurumlardır (Foucault, 1969).
162-168.
Freud
168.
Spinoza "fikirler" ve "duygular" arasında açık bir ayrım yapar: bir fikir Spinoza'nın "ideatum" adını verdiği, fikrin nesnesi olan başka bir şeyi temsil eden bir şeydir. Zihinde bir şeyin -bir "nesne"- yerine geçen, temsil eden ve açıklayan bir şey olduğunda, buna fikir denir. Zihnin (Kartezyenciliğe zıt olarak ve Spinoza'nın beden-zihin paralelliği öğretisi bakımından) bir olayı olan duygu (İngilizceye, özellikle Elwes'in tercümesinde "his" olarak yanlış tercüme edilmiştir) ise, bunun tersine, hiçbir şeyi temsil etmez: bir fikirce "belirlenir", ama ne bu fikre dair herhangi bir şeyi ne de bu fikrin nesnesini temsil eder. Bu bir duygunun (affectus) yalnızca, ikisi de aynı anlama gelecek tarzda, zihnin daha çok ya da daha az güce geçerek düşündüğü, bedenin daha çok ya da az güce geçerek eylediği bir "düşünme kipi" olduğu anlamına gelir. Diğer bir deyişle, "hisler" veya duygular (affectus) bir bireyin yetkinleşmesinin dereceleri, kendi bireysel tekil "özünü" icra ediş yollarıdır.
172.
... imajları fikirler olarak kavrayabilmeyi başarmak zorundayızdır.
176.
... her filozofta bulunan üç niteliğin müşterek eseri olan, bütünüyle "felsefi duyguları" vardır: alçakgönüllülük, dürüstlük ve yoksulluktur bu nitelikler (Netzsche).
177.
Bunlar geleneksel ya da dinsel ahlaki nitelikler değil, filozofun kendisini ve felsefesini sayesinde oluşturduğu metafizik tertiplerdir. Diğer bir deyişle, sadece bir dizi çileci âdetler veya ahlaki kurallar olmak yerine tamamen özel bir "felsefi" güç istencini oluştururlar. Onun vasıtasıyla filozof kendini saldırılardan ve darbelerden, karşıtlarından gelen eziyetlerden ve zulümlerden koruyabilir.
178.
... "conatus" ... "her şey, kendinde olduğu ölçüde, varlığını sürdürmeye çabalar"
181.
... bir dergi Onsekizinci yüzyılda eleştirmenlerine yönelik bir soru yayımladığında, yanıtı önceden-bilinmeyen, isterseniz g,"gerçek" diyelim, bir soru yöneltiyordur. Oysa günümüzde bu tür sorular görünüşe bakılırsa kanaatler düzeyinde yayımlanmaktadır.
182.
Doğu'ya özgü din sistemlerinde ahlaki yaşam "seküler" her şeyi, aileyi, cemaati, günlük yaşamı, ilişkileri, sınıfı (daha doğrusu "kast") geride bırakmaya dayanan bir "yalıtılma" ve yalnızlaşma meditasyonudur. Oysa ki, Yunanistan'da, böyle bir sistem bilinmesine rağmen (Orphism ve diğer "yalıtımcı" kültler), din toplumsal bütünleştirici bir güç olarak belirir: ritüel pratikler vasıtasıyla bir topluluğun üyesi olunur.
183.
"Duygusal" dünyanın en esaslı olumlanmalarından biri Romantizmdir.
... tarihin hangi büyük olayı, uzam ve zamandaki mesafesi ne olursa olsun, hangi devrim, hangi savaş, kimin acısı ya da mutluluğu aynı zamanda "benim kişisel sorunum" değildir ki (Novalis). Bu Romantiğin tarih ve zamanı kendine maletme tarzıdır - "olay"ı kendi bireyselliğine, kendi "kişisel", "özel" dünyasına maletmesidir.
184.
(Dziga Vertov:) modern dünyanın makinesel ritmlerinde duygusal bakımdan önemli hale gelme eğilimindeki şeyleri arayıp bulmak...
185.
Modern yaşamın veçhelerinden biri saf ritüeller ve jestlerin yavaş yavaş ortadan kalkmasıdır ki, adeta jestlerimizi kaybediyor olduğumuz söylenebilir.
186.
(Leroi-Gourhan:) Aletlerin ve insanın evrimi tamamen tek ve aynı süreçtir.
188.
... "bilmemek" olarak bilgisizlik, bilimsel bilginin elde edilmesinden önce gelen bir durum değildir, tersine ondan sonra gelir: eylem yoluyla başarılır.
"Bilmemek" artık açıklanamaz olan, bilinmeyen olmadığı gibi bir "başarısızlık" veya "eksiklik" de değildir. Aksine "yeniyi", yeni deneylerin ve yeni arzuların üretilmesini uyaracak aktif bir güçtür.
Psikanalizin şimdiye kadar minnettar kalarak onayladığımız "keşifleri"ni iptal etmeye başlayabiliriz: Oidipus kompleksi, Arzu, İçgüdü ve Bastırma... Oidipus kopleksi bütün psikanaliz kuramının, pratiğinin ve dayandığı kültürün ve alt-kültürün vardığı ve kilitlendiği bir "saplantı nevrozu", bir fikr-i sabittir. Psikanalizi, ... ailevi bir ortam ve çevreye mahkum eden de budur. Psikanalizdeki en kötü şey terapi ile normalleştirmeyi ayırmaktaki genel kafa karışıklığıdır.
189.
... psikanaliz kuramı ve kültürü, zayıf bireyin çeşitli yollarla sosyo-ekonomik ve ailevi kurulu düzenlere bağlılığını, hatta köleliğin kaderciliğini yeniden üretir.
190.
[Psikanalizin çağdaş insanın düşüncesine verdiği en önemli zararlardan biri], "gerçek" olanın üretilmek zorunda olduğu hakikatinden uzaklaşmamızdır.
191.
... bilinçdışı vardır, ama saf bir yorum olarak kaldığında değil ancak üretildiğinde görünürleşir.
[psikanaliz ile Marksizm arasında bir kaynaşma ya da evlilik oluşturabilmek] ancak bilinçdışının içine üretimi, gerçek üretim ilişkilerinin içine ise ereksel olmayan bir arzuyu (ignoramus'unyol açacağı) katarak mümkün olabilir.
Freud'un arzuyu bir eksiklik, bir yoksunluk olarak kavramasıyla, psikanaliz daha ilk dönemlerinden kendi sonunu hem kuramsal, hem de pratik olarak hazırlamıştır.
192.
Gabriel Tarde'ın temel tezini; bireysel fantezinin gerçekliğin yaratılması olduğunu, türü ne olursa olsun -bir rüya, tasavvur, ya da sanat işi- yeniyi yaratmaya yönelen zihinler arası bir hareket olduğunu ileri sürerek, geliştirebiliriz. Zira bir birey, bir kolektiviteye karşıtlığıyla mevcudiyetini sürdüremez. Birey "bireyler" olarak mevcut olur, ama kolektivite, Durkheim'ın inandığı gibi, kendisine özgü (sui generis) bir toplum olamaz. Yalnızca "bireyler" vardır ve "birey" tam anlamıyla mevcut değildir, sadece kuramsal bir soyutlamadan ibarettir.
anakronik: olay tarihinde yanılmış olan (kişi ya da şey)
193.
Psikanaliz narsizmi, bir "ilk hal" olarak kabul etmeyi sürdürüyor. Böylece herhangi bir bireyde belirişi bir "gerileme", dünyayla baş etme güçlerinde bir eksiklik olarak ta baştan kanıtlanmış varsayılıyor. ... böylece, narsizm önce "bireyselleştirilir", sonra yeniden, asıl kaynaklandığı tarihsel-toplumsal düzleme yansıtılır. Kulak pek uzun yoldan gösterilmiştir. ... Psikanali "narsizm" ya da "fantazm" gibi kavramları "bedensiz" ve "karşılıksız" bırakır.
Her şeye rağmen psikanalizin esaslı bir başarısı bir kez daha itiraf edilmelidir: bilinçdışını keşfetmiştir... Ancak bu başarı sonradan yitip gitmiş yani hükümsüzleşmiştir. Bilinçdışı okunacak bir çivi yazısı, yorumlanacak bir kutsal kitap, hele hele "karanlık bir dünya" değildir. Platoncu tasarımdan çekilip kurtarılacak bir bilinçdışı, aktif ignoramus'un, bilimin, sanatın ve felsefenin güçlerinin eline teslim edilebilir, onlar tarafından biçimlenmeye bırakılabilir. Ancak psikanalitik kültürün bir dizi yetersizliği ve önyargısı, böyle bir çabanın önüne en büyük kuramsal ve pratik engelleri çıkarmaktan hala geri kalmamaktadır.
198.
["ekonomi politik" ... Dolayısıyla burada hem "politika" hem de "ekonomi" vardır.]
200.
"beden ruhumuzun hapishanesidir" (Sade)
Sade'ın çağdaşları Adam Smith ve sonrasında David Ricardo'nun eserleri yoluyla ekonomi politiğin doğuşu, mutluluk ve hazların kaynaklarının yeni bir tazrda sorgulanmasından daha öte bir şey değildi. Ayrıca, Sade'ın savunduğu ahlak-dışılık (libertinage), ... bedeli olan bir şeydi. "Normal", "düzene uygun" ve "ailevi" yaşanan haz, hazzın normal cinsel etkinliğin doğrudan bir sonucu olduğu temel varsayımına dayanıyordu. Yalnızca bir yan-ürün, normal cinsel ilişkiden arta kalan bir şeydi haz.
205.
Bütün modern edebiyat, bireysellik ve kimlik mefhumlarının bir eleştirisi halini almış durumdadır.
Bu sinemanın kandine mahsus büyüsüyle sağlanabilir, ancak biz tersine, sinemanın kurgusal ve anlatısal olmaktan daha fazlasına muktedir olduğuna, saf imajlar aracılığıyla bunu ortaya koyabileceğine inanıyoruz.
206.
Virginia Woolf sözcükler ve gösterenler yerine imajlarla yazma ihtiyacı duyar...
Modern edebiyatta, (klasik edebiyatın) tam tersine, biçim doldurulmak zorunda değildir; biçimin tanım olarak bir içeriğe sahip olduğu açık olsa da, şu ya da bu içerikle doldurulması gerekmez.
207.
İmajların, dünyanın Spinozacı anlamında zorunlu olarak "duygulandırıcı" olmaları... Her bir imajda, bütün bir everen mevcuttur, baştan beri oradadır. (Spinoza'nın imajları nedenlere iliştirme ve duygular ile hislerin gücüyle ilişkilendirme tarzı felsefe tarihinde benzersizdir.)
Sevgi dış bir nedenin imajına eşlik eden haz, Nefret ise yine dış bir nedenin imajına eşlik eden acıdır. (209:) Spinozacı Sevgi ve Nefret öğretisinde her şey "imajları muhafaza" edebilme kapasitesine bağlıdır.
Benjamin tarafından vurgulanmıştır. Vertov'un "hayatı olduğu haliyle yakalamak" için en karmaşık montaj ve çekim tekniklerini kullanmayı başarabilmesinin nedeni budur.
213.
Gündelik hayata ne kadar çok nüfuz edilirse, yapılan çalışma tarihsel olmak yerine o kadar çok "sosyolojik" olacaktır.
214.
... imajlar inceden inceye "fikirler" olmaya yönelirler...
215.
Alegori her zaman, Özne-nesne mesafesinin belirli bir açıdan reddedildiği, nesnel-dünyanın kendi anlamı dahilinde dönüştürüldüğü, belirli bir özne vasıtasıyla işlenmiş bulunan bir semptomdur. (Benjamin)
216.
Metaforlar ve alegorilerin yine de gündelik hayatın görünümünün parçası oldukları
217.
Filozoflar tahayyülü, kör inançların arzulara yönlendirilmesi olarak yorumlayıp gözden düşürdüler. ... Tahayyüle fazla değer biçmeye yetecek cesareti olan filozof, Srtre, tahayyülde bize dayatılmış olan gerçekliği yadsıma yetisi olduğunu görebilmişti.
222.
memento mori... ölümlü olduğunu hatırla
224.
Flusser'in teknik imajı "okunabilir", "kaydedilebilir" ve aktarımlar ile yeniden üretim süreçlerine açık bir şey olarak sorunsallaştırması... Teknik imaj yalnızca bir "belge" değildir, aynı zamanda "belgeleme", diğer belgeleri hic et nun (burada ve şimdiliği ile) kaydederek mevcudiyetlerini ve tarihselliklerini yeniden üretme imkanı taşır.
225.
Bizler şimdi bu psikolojiye tamamen uyum sağlamış görünüyoruz ve bizi kuşatan herşey teknik imajlar aracılığıyla benzeşime uğratılmaktadır.
Bu yeni estetiğin nasıl olup da, en azından gündelik deneyimde geleneksel sanat anlayışlarını, güzelin, yücenin estetiğini "yokeder" göründüğünü ve "sanatın sonu" ile "yeni bir estetik çağının başladığını" bildiren Hegelci estetikle birebir çelişen bir konuma sahip olduğunu gözlemlemek ilginç olabilir.
226.
Dilde hareket halinde "yaşayan" bir varlık görmek yerine, göstergeleri ve dilbilimsel şifreleri "ölü" simgesel biçimler olarak alan "yapısalcılığın"...
Régis Debray'ın "medyoloji" ve "videouzam"ı, Maurizio Lazzarato'nun önerdiği "video-felsefe"si...
227.
Sinema bir "çoğaltım", ek bir gerçeklik (Bazin'e göre, plus de réalité -gerçeklik fazlalığı-) olma eğilimindedir ve günümüzde, interaktif imajlar ve görsel-işitselliğin genel alanı ile birlikte, "mekanik yeniden üretim" fikri tümüyle yıpranmıştır.
228.
... şu anlaşılmaz, ancak zihinsel aygıtın tartışmalı yetisi imaj, günlük hayat içinde dünya ile temas kurmanın yegâne imkânıdır.
İmajların deneyimlenmesi (tahayyül edilmesi) hakkında konuştuğumuz aşamada fenomenolojinin alanında kalırız, ontolojiye geçildiğinde, metafizik bir işlemin olması zorunlu görünür: imajlar dışarıdadırlar...
230.
İkisi de "polis" hayatının parçası olan iki dizi imaja sahibiz. İlkini, özel yaşamın yol açtığı, arkeologların "antik ikonografi" dedikleri (figürasyonların popüler imajları), mitler, popüler olarak bilinen sahneler, savaşlar ve hatırda tutulacak şeyler oluşturur. İkincisi, yüksek sanatların uzamı, mimarisi ve heykeline, Agora'nın uyumlu uzamını biçimlendiren hayal kurmanın bu Apollonvari kaynaklarına aittir. Bu ikisinin arasında, sadece küçük, popüler, ritüel amaçlı yarı-estetik, hatta eğlenceye dönük nesneler yer alır.
233.
Bununla birlikte, eğer "ışık" bir ilke ise, halihazırda en gelişmiş görüntü teknolojileri sorunu -hepsi de "ışık yazıları" olan fotografik, sinematografik, videografik ve dijital teknolojiler- ile karşı karşıya kalınır. Bütün bu medyalarda, dijitalize olsun ya da olmasın, her şey ışıkla yaratılır ve şu açık olmalıdır ki, bütün bu alanlar günümüzde bir metafiziği gösterirler.
Tahayyül Spinoza'ya göre kesinlikle bütün yanılgıların kaynağıdır. Buradan, onun uouygun fikirler karşısında tahayyülü kanaat ile nasıl bir tuttuğu anlaşılabilir. Kuşkusuz, her zihin dışsal bedenlerin imajlarını, kendi bedeninin onlar tarafından bir şekilde biraz değişikliğe uğratılması halinde oluşturulabilir. Ama bu sadece yanılgının kaynağıdır, yanılgının kendisi değildir. ("Zihin salt imgelediği için yanıgıya düşmez, ama kendinde bulunuyor olarak imgelediği şeylerin varoluşunu dışlayan bir fikirden yoksun göründüğü derecede yanılgı içindedir" Spinoza E,II,P.XVII, Şerh [Scholium]).
235.
Vertov: "farkında olunmaksızın yakalanan hayat" ilkesi
237.
Bir müzik cemaati, caz, rock, rap veya metal olsun, bir tür "gerçeklik ilkesine" uymaya zorlanamazken, sinemada, hatta en avangard veya kurgusal yapımında bile, bir gerçekçilik veya gerçekdışılık sorunu daima mevcut olmuştur.
238.
Heidegger'den farklı olarak, sinema ve televizyonun "imaj" üretiyor olması olgusundan kederlenmek zorunda değiliz: tersine, önemli olan İmajın imajlarının nasıl hareket ettiği, üretildiği ve yeniden-üretildiğidir. ... Kederlenmek veya nostaljik düşünüş tarzlarının izini sürmek yerine, "bunlarla nasıl başa çıkılır" sorusu sorulmalıdır (yaşam için nasıl anlamlı ve işlevsel kılınabileceği sorusu).
...
sadece düşünceyi ateşlemekle kalmayan aynı zamanda kendileri düşünen imajlar nasıl üretilebilir? Böyle bir soru bizi o şen Spinozacı perspektife, yaşamın bir parçası olan ve insanın dünyaya uyumluluğunu tesis eden, kurgusal ve anlatısal deneyimin geçerliliğini ve etki alanını kabul etmeye götürür. Spinoza'da imajın bir yönünün nesnelliği olduğu kuşku götürmez. Ancak bu imajın maddesinin nesnelliği, yani nesnel hafızadır. Bu yaklaşık olarak Bergson'un iki hafıza türü (iradi hafıza ile nesnellik atfedilen gayri,iradi hafıza) arasında yaptığı ayrıma karşılık gelir.
245.
İktidarı yürütenlerin söylemindeki her şey Magritte'in "bu bir pipo değildir" resmindeki şekilde cereyan eder - mahkûmiyet kararı veren yargıç "bu bir hapishane değildir, çünkü onu cezalandırmıyor, eski durumuna ve ahlaki düzene kazandırmaya çalışıyor, eğitiyor, sağlığını kazandırıyoruz..." der. "Bu bir hapishane değildir" ifadesi hukukun modern söyleminin bir parçası olduğu gibi, modern disiplin toplumlarının ortaya çıkış tarzıdır aynı zamanda.
"Görmek konuşmak değildir" Maurice Blanchot
249.
İki yüzyıldır fotoğrafçılık, bir yüzyıldır sinema, elli yıldan beri televizyon ve yirmi yıldan bu yana da dijital imajlarla yaşıyoruz. ... Teknik imajlar olarak, "orjinalden kopya geliştirme" (generation) araçlarıyla oluşturulurlar, resim ve diğer grafik sanatlarda olduğu gibi "doğrudan üretim" (production) ile değil. ... fotoğraf makinesi, film makinesi, TV alıcısı ve bilgisayarın "üretim araçları" olmayıp tersine düzenek oluşlarının nedeni de budur (cihaza içsel bir programın işletimcisi gibi çalışırlar). --> kapitalizm bugün üretim araçlarından ziyade düzenekleri belirlemektedir; öyle ki, şirket düzenekleri yoluyla ayarlanmaya eğilimli toplumsal çalışmayı, günümüzde Üçüncü Dünya endüstrilerine terk edip [kapitalist] düzeneğin merkezlerinde finans alanında yoğunlaşarak "gerçek", "maddi" üretim yerine programcılığı elinde tutmaktadır.
252.
umwelt (muhit)
253.
Biçimin boş oluşu neredeyse modernitenin belirleyici bir özelliğidir: ahlakın evrenselliği yalnızca kategorik buyruk öznenin uygun herhangi bir içerikle -ahlaki bir kural ya da "ödev" ile- doldurulabileceği boş bir biçim olarak formüle edildiğinde mümkün olabiliridi.
260.
Lascaux'daki mağara resimlerinin bile görsel temsil tekniklerinin gelişimi ile ilgisi vardır. Ancak Yirminci yüzyılın başında genel olarak inanıldığı üzere, "gerçekçi" görüşe dahil değildirler. Lukacs bile bu mağara resimlerine hatalı şekilde "ilkel", muhtemelen başlangıçta mevcut bir "materyalizm" ve "gerçekçilik" atfeder. Ancal, Leroi-Gourhan'ın çerçevesi bulunmayan bu resimlerin simgesel ve pedagojik tabiatını ortaya koyduğu üzere, kesinlikle gerçekçi değildirler: bunlar, sözdizimsel bir sisteme göre gruplandırılmış ve her türlü "gerçekçilik" iddiasının karşısında yer alan yitik bir geleneğe dayanan hayvan figürü dizileridir.
264.
… bize göre sinema üzerinde egemenliğini (kültür endüstrisi düzeyinde) ispatlamış olan televizyon, bütünüyle, “görmenin” mahremiyetinin lehine videonun röntgenciliğine açık olan Edison-Dickson’un kinetoskopunun soykütüğüne aittir. … Sinematografi özel değil kamusal bir cihaz olarak doğmuştur.
265.
“Kurgu, bir öykü anlatmak için birisinin kendini dünyanın merkezine yerleştirmesidir. Belgesel, hikaye anlatmamak için, dünyanın en aşırı sınırlarına gitmektir. Ancak, fosilleşmiş kayalarda böceklerin bulunması gibi, belgeselde kurgu, kurguda da belgesel bulunur, çünkü kamera karşısında mevcut olan her şeyi kaydeder” (Daney)
269.
(Yeşilçam) Filmografik içerikleri zayıf olsa da, popüler imajlar yaratmakta güçlüdürler.
277.
Öncelikle Dziga Vertov ve Kinoki hareketine ait olan Konstrüktivizm, hiçbir zaman bir sanat akımı olmak iddiasında bulunmamış, aksine sanatı dönüştüren, toplumsallaşmış çalışma düzeyine ve proleter kitlelerin beğeni düzeylerine taşıyan yıkıcı bir güç olmaya çalışmıştı.
Bir sanatçı, bir şair, bir film yapımcısı görevinin dünyaya ilişkin yeni duyumsamalar ve algılamalar yaratmaktan başka bir şey olmadığının farkına varma şansına sahiptir. – yani, Hegelci estetiğe göre, maddi bir “tikellik” yaratma meselesidir. O “imajlarla” ilgilenir, yeni bakış açıları yeni gerçeklik alanları sunarak duyumsamalara yöneltir. Bu, herhangi bir yeni sanatsal gelişmeyi yakıcı bir soru sormaya kışkırtan Paul Klee’nin bir formülüne aittir: “daima gelecekte bir halkı bekleyen bu sanat ne olabilir?” Bu sadece bir beğeni meselesi değildir. Tersine sanata dair en asli sorulardan birini ortaya koymuş olan Nietzsche tarafından evvelce formüle edilmiş bir sorudur: bir eserin yaratıcısı eserinin düzeyine nasıl ulaşır? Yaratıcılar eserlerinin düzeyi ve gücüne ulaşmayı becebilirler mi? Açıkçası bunu başarmanın iki yolu vardır: eseri çeşitlemeler ve icatlar sahasının zihinlerarası kolektif çalışma alanına sunmak ya da şu yararsız “sanat eseri” adı altında taklide, geleneğe ve tekrara dayalı eserler üretmek.
281.
… televizüel aygıt yalnızca yanılsama, gösterim ve enformasyon sunmaz, biçimlendirmek suretiyle “gerçekliği” üretir. Bu bir yeniden üretim de değildir, … Televizyonun (kendi) gerçekliğini “ürettiğini” söylemek yeterli değildir, televizyonun kanaatleri manipüle eder ya da yansıtırken, onları “kanaatler” olarak aynen üretiyor olduğu da söylenmelidir. … “gündeme koymak”
282.
Hegel sanat çağının gerçekleştirilmiş bulunduğunu, bunun sanatın sonu olduğunu ve şimdi estetik çağına girdiğimizi bildirir.
… “modernite” hakkında Hegel’in tuhaf ve idealistik belirlemelerine nüfuz etmiş olan tarihsel olarak önemli bir sorun vardır. Bu modern olan her şeyin doğasının kendine özgü belirsizliğidir, öyle ki, şimdi Hegel “….nın zamanı” (it is time to …) olduğunu bildirir.
Kant’ın söyleyebileceği gibi, sanat çıkar taşımamakla beraber, yine de tarihsel gelişmenin genel kurallarına boyun eğer.
Peki nedir bu tarihsel gelişme? Hegel çıkarsızlığın henüz tamamen gelişmediği, sanatların en erken biçimine, sanatın “simgesel” aşamasına müracaat eder. … bu ilk çağında sanatın en temel ve baskın dalları mimarlık ve heykeltıraşlıktır. Hegel’e göre mimarlığın ve heykeltıraşlığın üç boyutlu, “topografik” cezbediciliği Doğa’ya yakındır.
284.
Daha sonra resmin egemenliğindeki ikinci aşama gelir … Bu iki boyutluluğun anlamı bilincin rolünün artmasıdır. … Bir resmi “anlamak” bir heykeli anlamaktan çok daha zordur ve hatta simgelerin bilimsel bilgisi dönüşüme uğramıştır.
… müzik ve şiirin egemen olduğu üçüncü ve son aşama gelir: … Tin burada mümkün en yüksek derecesi ve gücündedir. … Bu sanatın nihai aşaması, “amacı” ya da “telos”udur.
285.
Bu andan itibaren, felsefe sanatın ötesinde bir şeydir, çünkü sanat daima tikelliklerin –şeyler, algılar, tekil nesneler, olaylar vb.- alanında kalmıştır. Sanatın genelleyemediği, evrenselleştiremediği için “düşünmesi” güçtür.
Her durumda, modern sanat yalnızca “belirsiz malzemeler” değil, aynı zamanda İzlenimcilik, Dışavurumculuk, Gerçeküstücülük ve Dadaizm’de olduğu gibi belirsiz “fikirler” de öne sürmüştür. Şiir bile Hegel’in Antik sanatta gördüğü ile aynı şey olmayan Simgeciliğe geri döner. “Estetik çağı” daha ziyade bir yoldan çıkış, fikirler, akımlar ve okulların birbirlerine karşı verdikleri sürekli mücadeledeki bir salınım ve karşı karşıya geliş olmuştur ve bu “modern”in kesin tanımıdır.
287.
… bir tür “duyguların otomatizmi” hakkında Spinozacı öğe … “Düşmanın yenilgi acısından sonra kederlenmesi kendini galiple özdeşleştirmiş olan izleyicide neşe uyandırır…” (Eisenstein)
289.
Tarihçiler toplumsal tipler yaratmayı halen becerebiliyorlar mı sorusunu sorduğumuzda, son derece az görülen Georges Duby ve tüm diğer “özel” tarihçiler istisna olmak üzere, olumsuz yanıt vermek zorundayız – buna “sözlü tarih” olarak adlandırdıkları da dahildir… Daha üst ya da alt bir bireylikle (ruhsal ya da toplumsal) bir ilişkisi veya bir “bağı” yoksa bir toplumsal tip yaratılamaz, yani görünür kılınamaz.
290.
… içinde yaşadığımız kanaat toplumlarında “bir şeyi” önceden sorgulamamış, temsil etmemiş, “suretini” (“simulacrum”) oluşturmamış isek, onun mevcut olduğunu asla söyleyemeyiz. Bununla birlikte kendimizi Baudrillard veya Kristeva’nın “gerçekliğin” kendisinin ortadan kalktığı, medyada temsil edilmedikçe Körfez Savaşı’nın yaşanmadığı şeklindeki tezlerinin tehlikelerinden uzak tutuyoruz.
291.
Freud bize rüyaları ciddiye almayı öğretmişti; ama bu ona göre yaşanabilecek türden rüyalar için söz konusuydu. Ancak onun karşıtı Deleuze en azından, “başkalarının rüyaları tarafından yakalanmanın kesinlikle katastrofi olduğunu göstermeyi becermişti” (“Fellini Etkisi”nin aksine Minelli Etkisi).
294.
“Sanatçı özgürlüğüne” inansak da, yalan söylemek bir tür “hakikat-deneyimine” veya “belgeye” bulaşmamalıdır. (Emir Kusturica’nın filmleri…)
297.
Lanzmann dokuz saatlik filmini üstü kapalı ideolojik önvarsayımlarla çekmiştir: sadece Yahudiler mazlumdur. Oysa işçilerin, köylülerin, birçok ülkenin Çingenelerinin, aynı nedenle, Nazilerce imha edildiklerini biliyoruz. Bu aynı zamanda Filistinlilere zulmeden İsrail (filmi finanse edip katkıda bulunduğu anlaşılan) dönemidir.
298.
Bir kez daha, “kötülük” hakkında konuşma veya düşünmenin kötülük; nefrete dair konuşma veya düşünmenin nefret yarattığına dair Spinozacı formülümüzü paylaşabileceğimiz bir durumda bulunuyoruz.
301.
… bizler günümüzde her şeyin imajlardan geçtiği ve “kaydedildiği” bir “imagosfer”de yaşıyoruz.
Bergson’a göre madde bir imajdır ve kendisi algılar – benzer şekilde Vertov’a göre, yeni doğan sinemanın temel görevi algılamaları (percepts) şeylerin kendilerine “tercüme etmektir” ve bu Kantçı-fenomenolojik kendinde-şeyler (numen) ve bize-göründükleri-şekliyle-şeyler (fenomenler) ayrımını topyekûn ortadan kaldırma girişimidir.
302.
Eylemler daima kolektiftir …
303.
Hareketin imajı artık inanılmaz bir biçimde başarısızdır, imajlar arasındaki (durumlar karşısında gösterilen hareketler veya tam tersi) mantıksal-algısal ve duyumsal-motor bağlantı bundan böyle belirgin değildir ve her nasılsa, imajlar yaşanan gerçekliğe karşılık gelmezler.
304.
Öyle görünüyor ki ilk defa, insan eylemi ve bireyleşmiş faaliyet (kolektif tarzlarında bile) genel bir kriz halindedir ve bu sadece sinemada sözkonusu değildir. Esas olarak toplum bilimleri ile belgesel film yapımcılığının birleşmesine dayalı olan bizim amaçlarımız açısından zaman-imajın önemli hale gelişinin nedeni budur.
“Eski sinema” insan eylemlerine ve yönelmişliğe inanıyordu.
306.
(Eisenstein) … automaton spiritualis fikrini ileriye taşır: film kitlelerin beyinlerini etkileyebilen ve onlara eylem istemi hissi verebilen türde etkili bir ortamdır. Ve diyalektiği kavrayışı kesin olarak Hegelci ise de (tarih ve insan bilincinin diyalektiği vardır, Doğa’nın diyalektiği yoktur), buna karşın “sine-yumruğunu” yerleştirdiği “tekhne” Kantçı estetiğe dayanır: imajdan duyguya ve duygudan düşünceye (fikirlere) doğru sürekli ve yumuşamayan bir hareket vardır ve bu tam anlamıyla Kantçı yücenin işleyiş tarzıdır.
310.
Şimdiki zaman olarak adlandırılan zamanın dolaylı imajları sadece basit bir şekilde “geçip gitmemeli”, “birikmeli” (süt ayırıcısı patlar, beyaz bir sıvı genç kızın suratına sıçrar).
311.
Sinematografinin söz dağarcığında, bir dizi iktisadi ilişkiye göndermede bulunan teknik terim dizileri bulunur – film bir “prodüksiyondur” ve bir şekilde, bireysel ama aynı zamanda kolektif “yapımcılar” tarafından üretilir. Nihaî olarak film bir “üründür”, Marx’ın söylediği gibi “mistik” karakterini ürünün üretim sürecinden kopmuş olmasına borçludur. … bir anlamda, “metalaşma” her şey için aynı değildir – çünkü sinematografik veya estetik “üretim” genelde, herhangi bir meta ile ortaklaşa paylaştığı, doğal olarak yarı mistik bir nitelikte “gözükür” gibiyse de, bu yine de bu tamamen farklı bir yoldan olur. Diğer bir deyişle, kültür tarafından farklı olarak değerlendirilmeseler de, mistik nitelik sanat nesnesine genellikle basit bir metadan daha fazla uyar. Bir film ya da bir resim, bir topluiğne veya tabakla, paketlenmiş patates veya bir araba ile aynı şey değildir.
312.
… filmin sahibi olan bir yapımcısı bulunur ve nihaî ürün bir meta olmaktan ve dolaşım sürecine girmekten kesinlikle kaçamaz. Diğer bir deyişle, Marx’ın Kapital’in Üçüncü Cildinin tanımladığı “mistik” niteliği taşıma eğilimindedir – ve bu nitelik metalaşmış her ürün için geçerli olduğu üzere, ürünün üretim sürecinden kopmasının nihai etkisi olarak “üretmek”ten ziyade “yeniden-üretmek” olduğunu anlamış görünmektedir.
Bu “mistik” nitelik, doğası gereği sinematografik ürünlerden asla uzak kalmamıştır. Ne de olsa, bu bir sanat eseridir ya da ona sanat eseri niteliği atfedilir. Atfedilen bu kültürel ve güdüleyici değerler, onu sadece bir “ürün” olmak yerine bir “yaratım” olarak ortaya çıkarır.
313.
Açıktır ki, onu piyasaya sürecek bir üreticisi vardır, ama burada, ne üretim süreci nede dolaşım ve bölüşüm süreci bir tüketim ürünü niteliği taşır.
… Ondokuzuncu yüzyılın sonundan beri Anglo-Sakson ülkelerinde ileri sürüldüğü üzere, neredeyse tamamen yanlış bir şekilde, herhangi bir “kültürel kuram” bünyesinde doğrular. Bu kuramlar antropolog Tylor’un durumundaki gibi, her beşeri ürün veya kurumu, hatalı şekilde, “kültüre ait insan yapımı nesne” (cultural artefact) başlığına indirger. Ancak, bu indirgeme veya birleştirme değişik ürünler arasındaki önemli farklılıkları ihmal etme riski içerir.
314.
(Yazar için) … kağıt, kalem, biraz sabır ve muhayyile, zaman ve emek yeterlidir. Oysa bir film ciddi bir yatırım yapılmaksızın asla üretilemez.
Tarde’ın daha geniş bir çerçevedeki “ekonomik psikoloji”yi (yahut “varyantlarını”) klasik ekonomi politiğin dar, ekonomistik ve indirgenmiş alanın yerine geçirmeye nasıl ısrarlı şekilde çabaladığını hatırlamak zorundayız. Böyle bir psikoloji olmadan, bir kültür ürününün kendisini herhangi bir metadan nasıl farklı kılabileceğini anlamanın olanaksız olduğuna inanıyoruz.
Tarde’ın pratik tezlerinden biri emeğin genel olarak tekrara dayalı, dolayısıyla “sıkıcı” olan yönüne değinir. İşin “sıkıcı” mahiyetine, önceden genç Marx ve izleyicileri tarafından, “yabancılaşma” adı altında karşı konulmuştur. Ancak Tarde’da, emek sürecinin sıkıcı niteliği “yabancılaşma”nın sonuçlarına indirgenemez. Bu nitelik zorunlu olarak genel üretim sürecine dahildir. Emek, gündelik anlamıyla, ancak yeniden-üretimde bulunur, çünkü bir “taklit” meselesinden başka bir şey değildir. Bu, “taklidin” Tarde’ın felsefesinin temel bir kavramı olmadığı anlamına gelmez: felsefesinin hazır çekirdeğini oluşturur, çünkü her şey, her beşeri etkinlik daima taklide açık olmuştur ve taklit olmaksızın, hayat alanında hiçbir şey varlığını sürdüremez. Yaygınlaşması ve rutinleşmesinden önce habitus olarak ele alınmadıkça, emek süreci asla, nhaî olarak yenilikçi yaşama tarzının gerektirdiklerini tatmin edebilecek olan, icat etmenin ve yaratmanın bir parçası değildir. Ve eğer atalardan, ana-babadan ve ustalardan öğrenilen emeğin “habitusu” hakkında konuşuyorsak, bu salt “emekle” değil, bir tür zanaatkârlıkla ilgilendiğimiz anlamına gelir. Modern sanayi-kapitalizmi yahut “sanayi-sonrası” denilen ortamda, öte yandan, sistem temel olarak yeniden-üretimin önceden-programlanması (günümüzde gelişmiş bir ekonominin birçok sektöründe olduğu üzere) suretiyle işlediğinden, yeniden-üretimin ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. Kütlesel üretim için “ürün tasarımı” bugün gereklilik haline gelmektedir. Ve böyle bir bağlamda, yani, böyle bir artık-üretim döngüsünde, işçi aslında “hiçbir zaman kazanmamış olduğunu” kaybetmektedir. Diğer bir deyişle, işçinin kaybettiği bu süreçte kayıp veya borç önceden varsayılmaktadır. … Bu emeğin zorunlu ontolojisidir ve bizce (Tarde’ın bakış açısınca da) her ontik kategori tarafından önceden varsayılır. A priori olan üretim değil, yeniden-üretimdir, çünkü ilki icat ve yaratıma (“sanatsal” ya da “zihinsel” olması gerekmeyen) tahsis edilmelidir. Diğer bir deyişle, yeniden-üretim daima üretimden önce gelir.
315.
Bu üretimin yeniliğin bir parçası olduğu anlamına gelir. Tarde’a göre, bu “yeni” daima bir rastlantı ya da “röprodüksiyonlar” üzerinde yürütülen taklitlerin iki dizisinin tesadüfen karşılaşması olabilir.
343.
Spinoza her şeyin "eyleme kudreti" (potentia) ile "egemen iktidar" (potestas) arasındaki bir oyun olduğu olgusunun farkındaydı; ilki yaşamdan zevk duymanın, hazları üretme ve yaratmanın yolu olurken, ikincisi eyleme gücümüzden koparak mutsuzluğa, korkuya, teröre vb. gömüldüğümüz durumdur. Bir rejim, hatta sosyal-demokratik rejim (ve özellikle de sosyal demokrasiler) bireyselliği, "masum" olduğu ve "yönetilmek" zorunda olduğu varsayılan halk adına sorunları çözeceği niyet edilen hayali bir "potestas" bünyesinde masseder: yönetmek bir "hizmet" haline gelir ... "çözülmesi-gereken-sorunları" yaratan bizzat "potestas"ın konumudur.
345.
Her şey ondan geçtiği için -fotoğraf, film, resim, konuşma ve sohbet ve her tür belge-, televizyon imajların "benzeri", daha doğrusu "sureti" [görünme biçimi] olmuştur.
.
.
.
.
.