29 Aralık 2015

Richard Sennett - Zanaatkâr

.
.
.




.
.

Zanaatkâr   (2006)
Richard Sennett

(Çev. Melih Pakdemir), Ayrıntı Yayınları 2013 İstanbul


travail, opium unique
[çalışma, biricik afyon]

8
“Yampak, düşünmektir.”


Önsöz
Kendi İmalatçısı Olarak İnsan

11
[Hannah] Arendt’in kuşağı kendine zarar verme korkusunu rakamlarla dile getirebiliyordu; çünkü bu rakamlar insan zihnini dumura uğratacak denli büyüktü. En az yetmiş milyon insan, yirminci yüzyılın ilk elli yılı boyunca savaşlarda, toplama kamplarında ve gulag’larda yok olmuştu.

Günümüzde, barış döneminin maddi uygarlığı, kendi imalatımızla kendimize zarar verme bakımından aynı ölçüde dumura uğratan rakamları ortaya koyuyor: Örneğin bir milyon rakamı, şimdi tek bir yılda tüketilen fosil yakıt miktarını tabiatın üretebilmesi için gerekli yıl sayısını temsil eder. Ekolojik kriz Pandora usulüdür, insan imalatıdır; teknoloji ise denetimin yeniden elde edilebilmesi konusunda güvenilmez bir müttefiktir.

19
“Zanaatkârlık”, sanayi toplumunun gelişmesiyle birlikte silinmekte olan bir hayat [Musil’in romanının -Niteliksiz Adam’ın girişi- tersi] tarzını akla getirebilir; ancak bu doğru değildir. Zanaatkârlık sürekli, temel insan dürtüsüne, kendi iyiliği için bir görevi güzel yapma arzusuna işaret eder.

24
Hem doğal kaynaklar hem iklim değişikliği bakımından büyük ölçüde biz insanların imal ettiği maddi krizle yüz yüze geliyoruz. Pandora mitolojisi şimdi artık kendi yıkımımızın dünyevi bir sembolü haline gelmiştir.

Sosyolog Georg Simmel’in söylediği gibi, çevreleriyle barış içinde olan, o yeri hak ettiğini hisseden insanlara kıyasla, bir yabancı, çok fazla ıstırap verici olsa bile, uyum sanatını daha fazla araştırarak öğrenir. Simmel’e göre, yabancı aynı zamanda dâhil olduğu topluma bir ayna da tutar; çünkü yabancı, yerliler için doğal kabul edilen hayat tarzlarını benimseyemez. [Dil, yabancı içindir (?)]

25
Uzun geçmişi olan bir akıma yani Amerikan pragmatizmine bağlı olarak yazıyorum… Pragmatizm felsefeyi, sanat ve bilimlerdeki somut pratiklerle, politik ekonomiyle ve dinle birleştirme peşindedir; bunun ayırt edici özelliği gündelik hayatın içine yer etmiş felsefi konuları incelemektir.

26
[jeolojik bakış…] Bu projede tarihsel kayıtları kullanma kılavuzum, … [Bu filmde] “Hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesi sadece son yarım dakikada gösterilecektir ve buharlı makinenin icadı ile atom enerjisinin icadı arasındaki süre ise sadece sondaki bir saniyedir.” (John Maynard Smith).

Kayda geçmiş uygarlığın on beş saniyesinde Homeros, Shakespeare, Goethe ya da basitçe büyükannenin mektubunun bizim anlayışımıza yabancı hale gelmesi için hiçbir sebep yoktur. Doğal tarihteki kültürün zamanı kısadır.

… maddi kültür biyolojik hayatın temposunu izleyemez. Nesneler, bir insan bedeninde olduğu gibi kaçınılmazcasına içten çürümezler. Eşyanın tarihleri, insan nesilleri boyunca dönüşümlerin ve uyumun güçlü bir role sahip olduğu farklı bir akış izler.


Birinci Bölüm
Zanaatkârlar

I. Tedirgin Zanaatkâr

32
Marangoz, laboratuvar teknisyeni ve icraatçı, bunların üçü de zanaatkârdır çünkü kendi iyilikleri için, iyi bir iş çıkarmak üzere kendilerini adamışlardır. … Zanaatkâr bağlanılmış (angaje olunmuş) özgül bir insanlık durumunu temsil eder.

… sadece bir marangozun sahip olduğu türden el hüneriyle eşitlendiğinde zanaatkârlık pek anlaşılamıyor. Almanca handwerk (el işi); Fransızca artisanal; İngilizce statecraft

33
Ben de ilk olarak duyguların ve düşüncelerin incelenebildiği laboratuvar örneğinde olduğu gibi somut pratikleri ele almak istiyorum. Bu çalışmamın ikinci amacı da el ile kafa, teknik ile bilim ve sanat ile zanaat birbirinden ayrıldığında ortaya neyin çıktığını keşfetmektir.

… zanaatın etik problemleri de ustalık mertebesinde ortaya çıkıyor.

Modern Hephaistos
Antik Dokumacılar ve Linux Programcıları

34
Zanaatkâr için yapılan ilk övgüler, zanaatkârların usta tanrısı Hephaistos'a yönelik olarak Homeros destanlarında yer alır: "Ey temiz sesli periler, hüneriyle ünlü Hephaistos'un şarkısını söyleyin. O ki parlak gözlü Athena ile birlikte dünyanın her yanında insanlara harika zanaatlar öğretmişti, o insanlar ki daha önceleri dağlardaki mağaralarda vahşi yaratıklar gibi yaşarlardı. Ancak şimdi onlar sanatıyla ünlü Hephaistos sayesinde zanaatları öğrendiler, bütün bir yıl boyunca kendi evlerinde barışçıl bir hayat sürdürüyorlar." [Hephaistos... barış sağlayıcısı ve uygarlık yapımcısı...]

... ilk Yunanlılar için zanaat ve topluluk, birbirinden ayrılamaz şeylerdi.

35
Destanda zanaatkâr için kullanılan kelime demioergos'tur. Ki bu da kamu (demios) ve üretken (ergon) kelimelerinden oluşan bileşik bir kelimedir. ... İşte bu türden sıradan yurttaşlar, görece az sayıda ve çalışmayan aristokratlar ile köle kitleleri arasında bir yerde yaşıyordu. Kölelerin pek çoğu teknik hünerlere sahipti ancak bu becerileri onlara hiçbir siyasi kazanç ya da hak sağlamıyordu. Destan işte bu arkaik toplumun tam ortasında yer alan kafa ve el emeğini birleştirenleri, uygarlaştırıcılar olarak onurlandırmıştı.

36
Homeros çağında zannatkâr, kamusal bir erkek ya da kadın olarak övülmüş olsa bile, klasik zamanlarda zanaatkâra verilen paye gölgelenmiştir. [Aristophanes çömlekçileri ahmak soytarılar olarak nitelemektedir]. Aristoteles [Metafizik'te] zanaatkâr için kullanılan eski kelime demioergos'u terk eder, bunun yerine basitçe el işçisi demek olan cheirotechnon kelimesini kullanır.

37
Klasik bilimin gelişmesi, becerinin cinsiyet boyutuna da katkıda bulundu ve böylece erkekleri kapsayan zanaatkâr kelimesinin üretilmesine yol açtı. Bu bilimle erkeklerin el hüneri ile kadınların birer çocuk yetiştiricisi olarak iç organlar bakımından sahip oldukları güçler karşılaştırıldı; daha güçlü olan erkek kol ve ayak kasları da kadınlarınkiyle kıyaslandı; erkeklerin beyinlerinin kadınlarınkine kıyasla daha 'kaslı' olduğu farz edildi.

Arkaik Hepaistos idealine en fazla sempati duyan klasik dönem filozofu, Platon idi; ama aynı zamanda onun sona ereceği konusunda da endişeliydi. Platon beceri kelimesinin izini, onun kökeni olan poiein yani 'yapış' kelimesine dek sürdürmüştü. Bu ise poetry [şiir] kelimesinin atasıdır ve destanda da poets [şairler], zanaatkârın bir çeşidinden başka bir şey değildir. Bütün zanaatkârlık ise niteliğin belirleyici olduğu bir çalışmadır; Platon bu amacı, bir arete yani herhangi bir eylemde gizli haldeki mükemmelliğin standardı olarak formüle etmiştir: Niteliğe yönelik tutku bir zannatkârı, sadece becermiş olmanın ötesinde geliştirmeye, daha iyisini elde etmeye sevk edecektir. Ne var ki kendi zamanında Platon, "zanaatkârların hepsi şairler olsa bile... bunlara şair denilmediğini, başka isimleri olduğunu" [Symposium 205b-c] gözlemlemiştir.

38
... Hepaistos destanı ile Platon'un yaşadığı dönem arasında geçen beş yüz yılda, bazı şeylerin ortadan kalktığı görülüyor. Arkaik dönemlerde beceri ve toplum arasında söz konusu olan birlik giderek zayıflamıştır.

"Açık kaynak" bilgisayar yazılımı faaliyetine katılan insanlar, özellikle de Lİnux işlemcilik sistemindekiler, ilk kez Hepaistos destanında övgü düzülen unsurların örnekleri olan zanaatkârlardır... [Antik çömlekçiler, kapalı bilgi sistemleri...]

41
El zanaatlarının tarihinde, kapalı bilgi sistemleri kısa ömürlü olmaya yatkındır.

Linux, kişisel olmama özelliğiyle tam olarak bir "[Antik] Yunanistan"dır. Linux'un internetteki atölyelerinde, örneğin "aristotle@mit.edu" denildiğinde, bunun kadın mı yoksa erkek mi olduğunu çıkarsamak mümkün değildir; burada önemli olan "aristotle@mit.edu"nun tartışmaya yaptığı katkılardır. Kadim zanaatkârlar da kendi aidiyetleri içinde bir gayri şahsilik yaşarlardı; demioergoi, halk arasında çoğu kez mesleklerinin adıyla çağrılırdı.

Zayıflayan Motivasyon

44
... genç Marx, kendisini seküler bir Hephaistos olarak görüyordu, yazdıkları sayesinde modern zannatkârları özgürleştirecekti. Grundrisse adlı çalışmasında, zanaatkârlığın çerçevesini, mümkün olan en geniş kapsamlı terimlerle "biçim verici faaliyet" olarak çizmişti. İnsan ve toplumsal ilişkilerin, maddi şeylerin yapılması aracılığıyla geliştiğini, böylece "bireyin her bakımdan gelişiminin" mümkün hale geldiğini vurgulamıştı (s. 301-324). ... [Yaşlı Marx] Son olarak "Gotha Programı" adlı yazısında da komünizmin zanaatkârlığın ruhunu yeniden canlandıracağı görüşüne döndü.

46
[W. Edwards Deming: "toplam kalite kontrolü"; "kolektif zanaatkârlık"]

47
Marx "işçi" ile ilgileniyordu; DEming ve onun Japon takipçileri ise işin kendisiyle...

... kolektivizme mahkum olanlar karşısına rekabetin erdemlerini yerleştirme şekli...

49
Teknoloji şirketlerinde, enformasyonu saklamak özellikle iyi iş çıkarmanın önünde bir engeldir.

İşbirliği sayesinde başarıyı yakalayan şirketlerin Linux topluluğuyla ortak yönleri, teknolojik zanaatkârlığın deneysel nişanesi olan sorun bulma ve çözmedeki yakın, akışkan birlikteliktir.

54
Ayrı Düşmüş Beceriler

[Beceri]
Alışılageldik cevap, becerinin eğitilmiş bir pratik olduğu şeklindedir. Burada, beceri ile coup de foutre (yıldırım aşkı) yani aniden gelen ilham karşı karşıya gelir. İlhamın cazibesi kısmen, ham haliyle yeteneğin eğitimin yerini alabileceği şeklindeki bir inançta yatar.

Doğuştan gelme, eğitilmemiş beceriler konusundaki istekler karşısında kuşkulu olmalıyız. "Şayet zamanım olsa ya da şöyle kendimi bir toparlasam iyi bir roman yazabilirim" şeklindeki sözler, genellikle narsist fantezilerdir. Tersine, bir eylemin üzerinden tekrar tekrar geçmek ise özeleştiriyi mümkün kılar.

59
[CAD - Computer-Assisted design - Bilgisayar destekli tasarım]
"Aynı zamanda hem düşünür hem yaparsınız. Çizersiniz ve yaparsınız. Çizime... hep geri dönülür. Bunu yaparsınız, yeniden yaparsınız ve tekrar bir daha yaparsınız" (Mimar Renzo Piano). Bu izafe edilmiş döngüsel dönüşüm, CAD ile birlikte terk edilebilir. Ekranda noktalar yerleştirildikten sonra, çizimi artık logaritmalar gerçekleştirir; şayet süreç kapalı bir sistem ise yani amaçlar ile amaç arasında statik bir ilişki varsa, hatalı kullanım ortaya çıkar.

61
[Peachtree Center, 1.8 milyon metrekare üzerine kurulu]
Başka bir yerde, üç adet çarşı ve ofis kuleleri vardır; bunlar da beton-çelik karışımı yapılardır ve bazılarının dış cephelerinde postmodern tasarımın simgesi haline gelmiş olan Rönesans ve Barok ayrıntıları görülür.

63
[Ozalit/çizim X CAD/logaritmalar]
Çizim eylemi esnasında somut, bağlantısal ve tamamlanmamış fiziksel deneyimler yaşanır. ... Zor olan ve eksik kalan şeyler, kavrayış sürecimizdeki olumlu unsurlar olarak görülmelidir; simülasyonun ve tamamlanmış objelerin manipülasyonunun beceremeyeceği ölçüde bizleri teşvik eder. ... Modern bilgisayar programları, aslında genişleyen bir tarzda kendi deneyimlerinden öğrenebilir; çünkü logaritmalar verilerin geribildirimi boyunca yeniden yazılır. ... sorun şudur: İnsanlar makinelerin bunu öğrenmesini sağlayabilirler ancak böyle bir durumda yeterlilik kazanılması sürecine katılmazlar, sadece bunun edilgen bir tanığı ve tüketicisi olurlar. ... CAD programının kötü kullanımı da kafa ve el birbirinden ayrıldığında, asıl sıkıntı çekenin kafa olduğunu gösterir.

64
... kafa ve el sadece entelektüel bakımdan değil, toplumsal bakımdan da birbirinden ayrılmış durumdadır.

65
İngilizce'de practice (alıştırma, deneyim, pratik) ve practical (becerikli, iş bitirici, elverişli, pratik) aynı kökenden gelir. İnsanlar bir beceriyi geliştirmek için ne kadar çok eğitilirse ve alıştırma (practice) yaparsa, bunların mümkün ve belirli şeylere odaklanarak daha iş bitirici (practical) bir zihniyete sahip olacakları sanılabilir. Aslında, uzun süren alıştırma yapma deneyimi aksi yönde bir sonuç doğurabilir.

67
"Fordizm" iş bölümünü uç noktalara götüren bir sistemdir: Her işçi bir görevi yerine getirir, görevi yerine getirme süresi de zaman ve hareket [Taylor] incelenerek mümkün olduğunca kesin bir şekilde ölçülür; elde edilen ürün de yine tamamen niceliksel olan hedefler esas alınarak ölçülür.

68
[fordizm, kötü bir üne sahipti] İş bölümü, bütünlükler yerine parçalar üzerine odaklanır; [Adam] Smith, tüccarların sahip olduğu canlılık ile işçilerin her gün her saat fabrikalarda aynı küçük şeyleri yaptıkları için gerileyen zekalarını kıyaslar. Yine de Smith bu sistemin, sanayi öncesi tarzda el ile yapılan işlerden daha etkili olduğuna inanmaktaydı.

69
Açıktır ki hastayı bir otomobilmiş gibi tamir etmek mümkün değildir...

70
Sistem için gerekli standartlar hakkında mükemmeliyetçilerin yaptığı bir çalışma (Sağlık sektörünün fordist bir sisteme tabi tutulması), bunların tedavi kalitesini yükselttiğini ileri sürebilir. Hemşireler ve doktorlar ise uygulamada bu sayısal taleplere itiraz ediyorlar. Belirsiz bir duygusalcılıktan öte, onlar merak ve tecrübeye olan ihtiyacı vurguluyorlar ve sanırım bu yüzden Immanuel Kant'ın "insanlığın dolambaçlı ormanı" dediği bir imajı hem kendilerine hem hastalara yakıştırmaktan geri kalmayacaklardır.

II
Atölye

75
Ortaçağlarda zanaatkârlar, çalıştıkları yerlerde uyurlar, yerler, içerler ve çocuklarını yetiştirirlerdi. ... Ortaçağ atölyesinin yüzlerce ya da binlerce insan çalıştıran modern fabrikalarla hiçbir benzerliği bulunmazdı.

76
Atölye hakkında daha tatmin edici bir tanım şöyledir: İnsanların yüz yüze ilişkiler içinde otoritenin belirlediği konularla ilgilendiği bir üretim alanıdır.

Bu tanımı kullanabilmek için otoritenin karşıtı olan özerkliği de hesaba katmamız gerekir; özerklik, bir başkasının müdahalesi olmadan kendi başına yeterli bir çalışmanın yapılmasıdır.

77
Ne var ki hiç kimse tek başına çalışırken, pencereleri nasıl parlatacağını ya da nasıl kan alacağını bilemez. Zanaatkârlıkta standartları belirleyen ve eğiten üst düzey birisinin olması lazımdır.

Zanaatkârlığın toplumsal tarihi büyük ölçüde, atölyelerin otorite ve özerklik sorunlarından kaçınmak ya da bunlarla yüzleşmek doğrultusunda harcadığı çabaların hikâyesinden oluşur.

Lonca Evi

Ortaçağ zanaatkârlarının otoritesi kendisinin bir Hıristiyan olması gerçeğine dayanıyordu. İlk hıristiyanlık da kendi kökenine zanaatkârın itibarını dahil etmişti. Hem teologların hem sıradan insanların gözünde, İsa'nın bir marangozun oğlu olması önemliydi; Tanrı bu şekilde kendi mesajının evrenselliği hakkında mütevazi bir işaret göndermiş oluyordu. Augustinus ise Âdem ve Havva'nın "bahçede çalıştıkları için ayrıcalıklı" olduğunu söylüyor ve şöyle soruyordu: "Tohum ekmekten, bitkilere aşı yapmaktan ve sebze toplamaktan daha mucizevi bir şey var mıdır?" Dahası din, zanaatkârın yaptığı işi de kucaklıyordu; çünkü bu işler insandaki kendini tahrip etme eğilimine karşı durabilirdi. Hephaistos destanında olduğu gibi, zanaat işi şiddet içeren değil barışçıl ve üretken bir boyutta ele alınıyordu.




.
.
.
.

15 Aralık 2015

Alwin Diemer - Ontoloji

.
.
.




.
.

Günümüzde Felsefe Disiplinleri

Doğan Özlem (Der.) - İnkılap Kitabevi, 1997 İstanbul



İçindekiler:
           
            Felsefe - Alwin Diemer                                          11-30
Teorik Felsefe Disiplinleri
            Mantık - Robert Feys                                            31-56
            Mantık - Günther Patzig                                       57-76
            Lojistik (Sembolik Mantık) - Günther Patzig     77-96
            Ontoloji - Alwin Diemer                                  97-136
            Metafizik - Fritz Heinemann                               137-162
            Bilgi Kuramı - Alwin Diemer                               163-180
            Bilgi Kuramı - Fritz Heinemann                          181-204
            Bilgi Kuramı Tarihçesi - H. Krings, H.M. Baumgartner          205-230
            Doğa Felsefesi - Gert König                                 231-262
            Doğa Felsefesi - Henry Margenau                      263 - 298
            Bilim Kuramı - Wolfgang Stegmüller                  299 - 332
Pratik Felsefe Disiplinleri
            Etik (Ahlâk Felsefesi) - Harald Delius                333 - 360
            Etik (Ahlâk Felsefesi) - Fritz Heinemann          361 - 388
            Estetik - Ivo Frenzel                                             389 - 400
            Estetik - Fritz Heinemann                                    401 - 426
            Hukuk Felsefesi - Günther Stratenwerth          427 - 440
            Tarih Felsefesi - Iring Fetscher                           441 - 474
            Siyaset Felsefesi - Jürgen v. Kempski                475 - 508
            Dil Felsefesi - Waltraud Bumann                         509 - 534




Alwin Diemer - Ontoloji

Genel
97
Doğal ve günlük yaşamımızda, karşılaştığımız, önümüzde duran şeyin "gerçek" bir şey olduğunu; onun tıpkı kendimiz gibi "var" olduğunu söyler ve bunu apaçık, kendiliğinden anlaşılır sayarız. Öyle ki, bu durumda "gerçek olma"nın ve genellikle "varlık"ın ne ifade ettiği gibi bir soruyla pek ilgilenmeyiz bile. Bu tavır, özel gerçeklik alanlarında etkinlik gösteren bilimler içinde de görülür. Örneğin biyoloji canlılarla (organik olan), fizik cansız maddeyle (anorganik olan) bu tavır altında ilgilenir. Yani bilimler, dayandıkları "gerçeklik" tasarımının ne olduğunu soru konusu yapmazlar.

98
... kavramı "genel olarak varlık öğretisi" anlamında felsefi terminolojiye yerleştiren ilk filozof, Alman Aydınlanmasının başlatıcısı olan Christian Wolff (1679-1754) olmuştur. Wolff, bu kavramla aynı zamanda "varlık kavramının mantığı"nı da kastediyordu. Kant ise, böyle bir "varlık mantığı"nı, "yalnızca nesnelere uygulanmaları gereken tüm anlık kavramlarının ve ilkelerinin bir sistemini içeren bilim" olarak görür ve bu anlamıyla metafiziği bir "transendental felsefe" olarak "tüm a priori bilgilerimizin koşullarını ve ilk elemanlarını araştıran bilim" olarak tanımlar. Böylece Kant'ta metafizik, fiziksel gerçekliğin, fenomenlerin ardındakini araştırma alanı olmaktan çıkıp, fiziksel gerçekliğin, fenomenlerin insan anlığı tarafından bilinebilirliğinin koşullarını araştıran bir bilim olur. Ama Kant'a göre, anlığımızın a priori bilgi olanaklarının bize "kendinde şey" (Ding an sich)'i, "ontos on"u aynen verebileceğini ileri süremeyiz. Biz "kendinde şey"i değil, ancak fenomenleri bilebiliriz. İşte bu nedenle, Kant'a göre ontoloji, "ontolojik tanrı kanıtlamaları"nda açıkça görüldüğü gibi, insan aklı ile varlık düzeni arasında yapı ve işleyiş bakımından tam bir uygunluk (Adequatio) varsayan bir dogmatik rasyonalizmin ürünü olmuş ve sonuçta mantıksal bir tanrı kanıtlaması girişimine dönüşmüştür.

99
Hegel, felsefesini Kantçı ön tasarımlara dayanarak inşa etmiştir. Ama Hegel'e göre "kendinde şey" ile "fenomenler" arasında Kant'ın koyduğu aşılmaz duvarı geçmek gerekir. Çünkü "Akılsal olan gerçek; gerçek olan akılsaldır."

19. yüzyılda spekülatif idealizmin dağılmasından sonra yaygınlaşan doğabilimci dişince ve doğabilimci felsefe, tüm ontolojiyi ve metafiziği, "metafiziksel kavram şiirleştirmesi" sayarak dışlamıştır. Yüzyılımızda ise metafiziğin ve ontolojinin yeniden dirilişine tanık oluyoruz. Günümüz ontolojisinde iki yönlü bir gelişme saptanmaktadır: 1. objektivist ontoloji, 2. sübjektivist ontoloji. M. Heidegger'in "temel (fundemantal) ontoloji"si, insani kavrayışın genel kategorilerini temellendirmek isteyen bir subjektivist ve tarihselci ontoloji olarak bir Dasein çözümlemesi geliştirir. Husserlci ve Heideggerci yönelimler, J.P.Sartre'da "fenomenolojik ontoloji" adı altında bir araya getirilir.

100
... varlığı varlık olarak ele almak... burada da , her türlü felsefe yapma olanağı konusunda geçerli olduğu gibi, genel ve temel insani konumdan yola çıkmak zorunludur. Bu demektir ki, burada da insanı ve evreni karşı karşıya koymak gerekir. Bu durumda iki olanak düşünülebilir: 1. Evren, bir nesne olarak insan da içinde olmak üzere, tüm varolanların totalitesi olarak anlaşılabilir ki, böyle bir tavır, objektivist-realist bir tavırdır. Buna göre, gerçeklik, özü gereği, süjenin her türlü deneyim ve bilgisinden bağımsız olarak "vardır". 2. ...gerçekliğin kavranılışında süjenin rolü hiç de önemsiz değildir. Hatta giderek, gerçekliğin yalnız süje için "var" olduğu, yani "var olma"nın yalnızca süjenin bir onaması (tasdiki) sayılabileceği ileri sürülebilir ve bu durumda süjenin varlığa kendi ilkelerini dikte ettiği söylenebilir (Kant). ... Kısacası, gerçeklik hakkında bazı içkin tanımlardan hareketle "analitik" yoldan değil, tersine deneyimden hareketle "sentetik" yoldan bilgi elde edebiliriz.

101
Bu objektivist ve sübjektivist tavırlar, "kavram" konusunda da birbirlerinden ayrılırlar. Objektivist ontoloji için kavramlar, aynı zamanda mutlak ve değişmez bir geçerliliğe sahiptir. Subjektivist ontoloji ise, kavramları yalnızca süjenin sahip olduğu a priori şeyler, yani tüm bilgi etkinliğinin önünde yer alan düzenleyici şeyler sayar (Kant, Yeni Kantçılık). Hatta empirist tavırlı bir ontolojide, kavramların geçerliliğinin yalnızca onların işe yarama, iş görme değerlerinde yattığı, sonuç olarak onların yalnızca bilgi işinde başvurulan "yapıntılar" olduğu ileri sürülür (Vaihinger).

Ontolojik İlkeler (Prensipler) Öğretisi
Ontolojinin görevi, her şeyden önce varlık ilkelerini ortaya koymaktır. Eski anlayışa göre, varolan olarak varlık, tüm öbür alanların da mutlak temelini (fundament) oluşturduğundan ve ontoloji tüm öbür felsefe disiplinlerinin de ana dayanağı olacağından, ontolojide ortaya konan ilkeler aynı zamanda öbür disiplinlerin de ilkeleridir. Başka bir deyişle ontolojik ilkeler, öbür alanların ilkelerinin formülasyonunu da olanaklı kılar. Ontolojik ilkeler, aynı zamanda bilme ve düşünme alanı için de geçerlidir. ... Hatta bu durum ahlâk alanı için de geçerlidir; yani "agere sequitur esse", tüm eylemler varlıktan çıkar.

102
[ilke, temel, yasa, içeriksel ilke=temel (sebep) / yasa=belirli somut fenomenlere ilişkin içeriksel ilke]
... "ilke" kavramını [içeriksel ilke anlamında değil] yalnızca "formel ilke" anlamında kullanmak uygun olabilir. Çünkü ilkeler olgusal olarak verili değildirler; tersine onlar veriler karşısında "transendent"tir ve bu bakımdan en genel "temel ifadeler" halinde formüle edilebilirler. ...

Klasik anlayışa göre, bir "ilk ilke (Urprinzip), varlığı ve geçerliliği bir başka şeye dayanmayan, tersine kendinde ve tüm gerçek olan şeyler için geçerli olan şeydir" (Albertus Magnus); "İlkeler sonsuzdur, yaratılmamıştır, geçici değildir ve değişmez" (Stoa). Onlar bir bilgi etkinliğinin konusu değildirler; tersine, bilgi etkinliğini de olanaklı kılan şeyler olarak vardırlar. Bu yüzden ilkeler, zaten kendilerinin temellendirdiği ve koşulladığı bir düzen içinde, örneğin fiziksel dünyada gösterilemezler; tersine, onlar mutlaklıkları apaçık (evident) şeyler olarak sezgisel yoldan verilidirler. Onlar rasyonel ve zorunlu "postulat"lardır; yani rasyonel-zorunlu ilk koşul veya "koşulsuz koşul" olarak kavranırlar.

103
Oysa bir subjektivist ontolojide, ilkelerin ontik (varlıksal) yönü, yani onların düşünmenin olduğu kadar varlığın da ilkeleri olduğu kabul edilmez. İlkeler, örneğin yalnızca deneyimin "düzenleyici" ilkeleri sayılırlar (Kant) veya empiristler için ancak birer bilgi elde etme aracı olma değerine sahiptirler. ... "İlkeler toplu halde görme ve kuşbakışı kavrama araçlarıdır" (Cassier).

Böylece eski objektivist "ilke" kavramının anlamı tamamen değişmiş olur. Oysa eskiden şu kabul ediliyordu: Principia non sunt multiplicanda (ilkeler çoğaltılmamalıdır). Bundan kastedilen şey şuydu: Evrenin bir birliği vardır ve bu birlik içeriksel bir ilk ilkeden, örneğin tanrısal varlıktan çıkar ki, daha Aristoteles, Homeros'un "tek bir hükmeden vardır" sözünü benimseyerek, tüm evren için tek bir formel ilke, bir "doğa yasası", bir "lex naturalis", bir "nomos physikos" olduğunu belirtir ("doğa yasası" terimine ilk kez Platon'da rastlarız).

Oysa modern sübjektivist felsefede, ilkeler, yalnızca "düşünme ekonomisi sağlayan araçlar" sayılırlar (Mach) ve en yüksek ilke, insan düşüncesine en fazla tasarruf sağlayan ilke kabul edilir ve ilkelerin değeri, doğayı daha iyi kavramadaki işlevlerinde ve doğaya egemen olmadaki yararlarında görülür.

Ontolojik ilkeler biçimsel (formel) ve içeriksel (materyal, içerikli) ilkeler olarak ayrılır. Birincilerden varlığın en yüksek, belirlenimleri ve yasallıkları anlaşılır... En yüksek içeriksel ilkeler ise, ister en yüksek ister en sıradan gerçeklik söz konusu olsun, gerçekliğin metafiziksel ilkeleri sayılırlar... Örneğin en yüksek içeriksel ilke tanrı olarak görülebilir ki, içeriksel ontoloji bu nedenle aynı zamanda metafizik olarak adlandırılabilir.

104
Biçimsel (Formel) Ontoloji
            1. Statik Varlık Yasası
            2. Dinamik Varlık Yasası
Birinciler arasında en başta üç temel ilke yer alır. 1. Özdeşlik yasası; 2. Çelişmezlik yasası; 3. Üçüncü halin olanaksızlığı yasası.

            1. Statik Varlık Yasası        1. Özdeşlik Yasası
"Her varolan kendisiyle özdeştir". Simgesel olarak "A, A'dır" ... özdeşlik yasası, her varolanın aynı zamanda tek ve biricik bir şey, bir teklik, bir individuum olduğunu da ifade eder biçimde anlaşılabilir. Örneğin Leibniz, özdeşlik yasasını "ayırdedilemezliğin özdeşliği ilkesi" olarak yorumlar ve evrende birbirine özdeş iki şeyin olmadığını söyler. [bu yorum daha sonra insanın "kişiliği" kavramını da gündeme getirir]. Böylece insan kendini kendine özdeş bir şey olarak tanımış olmakla kalmaz, hatta refleksif yoldan kendini bilmesi ve bir kendinin-bilincine (Selbstbewusstsein) ulaşması ancak bu yolla olanaklıdır.

105
[varlık kavramında ikircillik (ikirciklik?) (aquivocation) olmaması gerekliliği...]
Varlık kavramının bu yorumunun ardında aslında Aristoteles'in "varlık hiyerarşisi" düşüncesi yatar... [bu hiyerarşi "Porphyrios ağacı" içinde şöyle gösterilir:
                        Varlık                                                                                                           Genel
            cisimsel         cisimsel                                                                                     (boş kavram)
            olmayan              cansız       canlı
                                                           duyumlamaz                       duyumlar
                                                                                     akılsız         akıllı
                                                                                                     Platon     Sokrates        Özel

106
"Üst" burada aynı zamanda içeriksel boşluk, "alt" içeriksel doluluk ifade eder. Varlık, ... en genel kavram olur; ama doğal olarak tüm kavramlar içinde "en boş" kavramdır ve onun anlam bakımından doldurulması, analojik kullanımı sayesinde olur.

            1. Statik Varlık Yasası        2. Çelişmezlik Yasası
Çelişmezlik yasası, tüm varolanlar için geçerli olan belirlenim yasasıdır. ... "Bir şey aynı zamanda hem kendisi hem de başka bir şey olamaz." Örneğin, insan aynı zamanda hem ölümlü hem ölümsüz olamaz; tanrı aynı zamanda hem var hem yok olamaz, vb.

İlke aynı zamanda mantıksal olarak da şöyle formüle edilebilir: "Bir yüklem bir özne hakkında hem söylenmiş hem söylenmemiş olamaz". Yani, "Bir yargı aynı zamanda hem evetleyici hem değilleyici olamaz". Aynı ilke, bilgi kuramı açısından da şöyle formüle edilebilir: "Bir ifade hem doğru hem de yanlış olamaz".

107
İlke, bu görünümüyle, eski ontolojide gerçekliğin tözsel kavranılışının temel formülü sayılmıştır. Oysa Yeniçağ tözcü bir gerçeklik kavrayışı yerine fenomenal ve betimlenebilir bir gerçeklik kavrayışı getirmiştir ve bu kavrayışa uygun olarak çelişmezlik ilkesinin anlamı da bir mantıksal bağıntısallık ile sınırlanmıştır. Yani eskiden ilke bir varlık ilkesi iken, şimdi bir sistemin çelişkiden arınmışlığını sağlayan mantıksal bir ilke olarak anlaşılmıştır. Öyle ki, bir sistemde koşul durumundaki aksiyomlardan hiçbir çelişkili sonucun çıkmaması gerekir. Bir başka deyişle, bir sistem içinde yer alan belli bir eleman, sistemin öbür parçalarıyla çelişkisiz bir bağıntı içinde olmalıdır. [Kant, ya-ya da yerine, hem-hem de...]

            1. Statik Varlık Yasası        3. Üçüncü Halin Olanaksızlığı İlkesi
"Bir şey ya vardır, ya yoktur; üçüncü bir hal olamaz".

108
Felsefe tarihi boyunca bazı düşünürler, sürekli, bu ilkelerin gerçeklikten kopuk ve yalıtık olarak oluşturulmuş, değişmeye kapalı ve soyut ilkeler olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Gerçeklik ise bu düşünürlerce bir sürekli değişme alanı olarak görülmüş ve onlar bu nedenle gerçekliğin yasallık ve belirleniminin bu ilkelerden hareketle değil, yine gerçeklikten hareketle saptanabileceğini savunmuşlardır.

109
... Hegel'e göre , varlık ve hiçlik özdeşliği, işte tam da aranmakta olan "oluş"tur. Çünkü oluş içinde, varolan, aynı zamanda ve daima kendisinden başka olandır ve tersine, kendisi olan şey başka olan (diğeri) karşısında belirlenmiştir. ... Doğaldır ki, bu durumda, önceden verili ilkeler artık en yüksek ilkeler olarak görülmezler. Onlar olsa olsa, türetilmiş ve süje tarafından tek yanlı olarak soyutlanmış "anlık yasalar"dır. ... gerçeklik yasası diyalektik yasadır. ... tüm varlık ve oluş, üç yüzlü bir "yükseliş" (Aufhebung) olarak anlaşılır. Benin kendine dönüş süreci önce karşıtların giderilmesine, sonra olumsuz belirlemenin gerçekleşmesine ve son olarak en yüksek düzeye yükseliş olarak...

            1. Statik Varlık Yasası        (?)       4. Yeterli Sebep İlkesi
... filozofların en eski ilkesidir ... temel nedenlerin ve sebeplerin ne olduğu... varolan her şeyin, yani gerçek olan tüm şeylerin bir sebebi olması gerektiği ileri sürülmüştür. "Hiçbir şey sebepsiz değildir" (Platon). [statik:] "Hiçbir şey sebepsiz değildir". [dinamik:] "Hiçbir şey sebepsiz meydana gelmez ve oluşmaz". [mantık:] "Her çıkarsanmış (dedükte edilmiş) yargı doğru olmak zorundadır; yani mantıksal bakımdan bir sebebe dayanmalıdır". [bilgi kuramsal:] "Eğer doğruluk düşünme ile nesnenin bir uygunluğu ise; her ifade doğru olmak, yani gerçeklik içinde sebebini bulmak zorundadır".

110
Sebep-sonuç yasası genelgeçerse de gerçek (real) bir sebep-sonuç ilişkisi söz konusu olduğunda, yasanın sınırlı bir kullanımı vardır ve bu durumda sebep ve sonuç kavramlarının yerine, neden ve etki kavramlarını kullanmak gerekir. ... sebep-sonuç yasasının gerçek ilişkiler için kullanımı, bize nedensellik ilkesini getirir. [nedensellik ilkesinin formel ve içeriksel nitelikleri]

111
Aristoteles'e göre dört neden türü vardır ve bunlar sıkı bir bağıntı içindedirler. Önce formel neden ve maddi neden gelir (causa formalis, causa materialis). Burada neden, Aristoteles'e göre, sözcüğün kökensel anlamıyla ilk-şeydir (Ur-sache). Form, etki ilkesi, "edimsellik ilkesi" (Energeia) olarak düşünülür. Yalnız, bugün enerji (Energeia) kavramı, Aristoteles'in kullandığı anlama karşıt anlam kazanmış ve "olanaklı güç"  karşılığı kullanılmaktadır. Form maddeye karşıdır. Madde, saf bir gizilgüçtür (potenz, dynamis); yani şekil alma olanağını taşır. Form, şekil verme nedenidir ki, burada tekrar iki halde görünüşe çıkar. O ilk olarak etki-nedeni'dir (causa efficiens) ve hareket ve değişmeyi sağlar. Daha sonra ikinci olarak, o erek nedeni (Zweckursache) ve amaç-nedeni (Zielursache, causa finalis)'dir ve oluşa ereğini veren ve oluşu ereğe yönlendiren nedendir. Aristoteles'in sözleriyle, "Tıpkı sevenin sevdiğine kavuşmak istemesi gibi". Bu yüzden Aristoteles'e göre etki-nedeni ile erek-nedeni aynıdır ve içkin form ilkesi olarak entellekhia, zaten ereğini kendi içinde etki-nedeni olarak taşımak anlamına gelir; dolayısıyla etki ve ereği birlikte serimler. Örneğin canlıda yaşama ilkesinin bizzat o canlının gelişiminde içerilmiş olması gibi.

112
Buna karşılık Hume, neden ve etki arasında bir "iç bağıntı", bir "zorunlu bağlantı" olduğu şeklindeki bilgi olanağını yadsıdı ve bizim ancak dış dünyada zaman içinde art arda gelen olgular arasında bir neden-etki bağı kurabileceğimizi belirtti. Böylece eskilerin "bundan dolayı"sının (propter hoc) yerini "bundan sonra" (post hoc) aldı. Neden, "kendisini bir başka nesnenin izlediği nesne" olarak tanımladı. ... ["Güneşten dolayı taş ısınıyor" artık diyemeyiz, onun yerine, "Her güneş göründüğünde, (bundan sonra) taş ısınır"] Böyle olunca doğaldır ki, gelecek hakkında bir yasa ifadesine başvurmak olanaksızdır. Ben her zaman ancak bir olasılık kipi içinde konuşabilirim. Buna karşılık, Kant, yine gelenekle bağıntı içinde nedenselliği zorunlu bir "postulat" olarak konumladı: "Olup biten her şeyin bir kurala göre olup bittiğini tasarlamak gerekir". Günümüzdeki nedensellik tartışmalarında da Hume ve Kant'ın görüşleri etkilidir.

Ama günümüzde ayrıca bu konuda doğa alanı ile tinsel alan arasında bir ayrım da yapılır. Doğabilimsel yoldan kavranan doğa alanında, nedensellik ilkesi bir nedensellik yasası olarak sınırlanır. Çünkü doğa bilimleri yalnız etki-nedenleri (etkin neden, causa efficiens) tanır ve neden-etki bağıntısını niceliksel bağlantılar halinde ifade etmeye çalışır (Descartes, Galileo). Böyle olunca nedensellik büyük ölçüde bir işlev olarak kavranır ve o bir araştırma postulatı sayılır. Ne var ki, klasik fizik için uygun olan bu nedensellik modeli, modern fiziğin bulguları ile bir dizi eleştiri ve itiraza da uğramıştır ve nedensellik yasası, bugün için de hâlâ bir tartışma konusu olmaya devam etmektedir.

113
Günümüzde tartışma, nedensellik yasasının objektivist ve sübjektivist yorumlarına bağlı olarak yürütülmektedir. Sübjektivistler, Kant'a bağlı olarak, nedenselliği yalnızca bir a priori anlık ilkesi saymakta ve onun kullanımının deneyimle sınırlı olacağını belirtmektedirler. ... Öbür yandan objektivistler, nedenselliği tam ve zorunlu belirlenimcilik (determinizm) olarak yorumlarlar ki, burada da karşımıza belirlenimcilik ve belirlenimsizcilik (indeterminizm) tartışması çıkar.

... tinsel alanda nedensellik ilkesinin geçerli olup olamayacağı sorusu, tam bir tartışma konusudur. Çünkü eğer tinsel alan insan özgürlüğünün mevcut olduğu bir alansa, bu alanda bir nedensel yasallık olamaz. Aslında bu ikilem çok eskidir ve ikilemden kurtulmak için, doğa alanının nedensel-mekanik, tinsel alanın ise ereksel-teleolojik alanlar olduğu belirtilmiştir.  Tinsel alanda da her ne kadar "doğal" etkenlerin kesin bir belirleme gücü olduğu ve bu etkinin bu alanda "motif" kalıbı içinde meydana çıktığı kabul edilse de, burada asıl ve öncelikli nedenin erek-neden olduğu ileri sürülür. [Burada da bir tartışma söz konusu:] Acaba tinsel alanda erek, bireyin kendine amaç koyması olarak mı vardır; yoksa bu alanda (özellikle tarih'te) bireyüstü erekler mi belirleyicidir?

Varlık Yönleri (Momentler)
114
Varlık kavramıyla dil içinde "olmak" fiilinin çeşitlemeleri olarak karşılaşırız. İlk olarak bu kavram, bir önerme içinde özne ile yüklemi birbirine bağlayan "kopula" (-dir) işlevini yüklenir.  Kopulatif işlevi içinde o, töze karşılık olanı, tözsel olanı imler (Sosein). ... Ortaçağ felsefesinde nelik (mahiyet, Sosein) ile varoluş (Dasein, Existenz) ayrımı yapılmıştır. Ortaçağ felsefesi bu ayrımı, antik düşüncenin tanımadığı bir sorunu çözmek için yapmıştır. Bu sorun yaratma ve yaratılış sorunudur ve Ortaçağ bu sorunu çözmek için, gerçek olanı "varoluş" olarak tasarlamıştır ki, bu kavramın Greklerde hiçbir karşılığı yoktur.

Varoluş (Dasein)
Varoluş (Dasein) ve gerçeklik (realite) kavramları Yeniçağ felsefesinde giderek birbirine yakın, hatta özdeş kavramlar sayılmışlarsa da, N. Hartmann['a göre] Dasein, gerçekliğe karşıt bir şey olarak istenç (irade) ve duygu aracılığıyla beliren şeydir ve gerçeklik, istenç ve duygu gibi aracısız veya aracılı (Dilthey) olarak ve kuramsal olmayan bir yeti içinde deneyimlenen şey sayılmıştır.

Ama tinsel gerçeklik söz konusu olduğunda durum değişir. Tinselliğin özel karakteristiği zamansallık ve ilgili olarak tarihsellik olarak kabul edilir. Böyle olunca, Dasein'dan aynı zamanda değerler, mantıksal yapılar gibi ideal varlıklar da anlaşılır. [giderek şu sorular ortaya çıkar:] örneğin sayılar var mıdır, yok mudur? Genellikle söylendiği gibi onların varoluşu (Existenz) çoğu kez çelişkisizlikleriyle belirlenir. Böylece yeni ontolojide bir eski sorun yeniden gündeme gelir. Bu sorun kiplik (modalite) sorunudur ve özellikle olanak-gerçeklik bağıntısını yorumlama şekline göre değişik anlamlar alır. Örneğin Aristoteles, gerçekliği (energia) daima olanağın üstüne koyar. Ona göre gerçeklik, nelik, kavram ve hatta zaman bakımından olanağa öngelir. Oysa Yeniçağın başından bu yana durum değişmiştir. Olanak (potentia) Yeniçağ felsefesinde ayrıca bir başka anlam yönü de kazanmıştır ve ondan ayrıca "güç" (Macht, iktidar) de anlaşılmıştır. Yeniçağ için önce gelen olanaktır ve gerçeklik, belirlenmiş ve sınırlanmış bir olanak olarak görülür. Örneğin Leibniz'a göre gerçek evren, "olanaklı evrenlerin en iyisi"dir... Olanak ölçütü, kendi içinde çelişkisiz olmaktır ve o verili koşullarda gerçekliğin de ölçütüdür. Günümüz felsefesinde de olanak gerçekliğe öngelmektedir. Örneğin fenomenolojide, varoluş felsefesinde durum budur. Burada insanın yalnızca olanakları olduğu söylenir ve bu tutum modern doğa bilimi içinde de geçerlidir.

Nelik
115
Almanca hep-öyle-olma (so-sein) terimi eskiden nelik (mahiyet) karşılığı kullanılırdı. Neliğin incelenmesinde iki temel yapı ortaya çıkar: kategoriler ve transendentaller.

Kategoriler
Terim, "bir konuyu (davayı) agorada (yani herkesin önünde) yargıç önüne getirmek, bir sözlü savunmaya, bir apolojiye (kendini haklı çıkararak savunma; hiçbir eleştirel yaklaşımda bulunmada savunmada bulunma hali) başvurmak" anlamını taşır... Terim bir temel sorunu içinde barındırır. ... Ama aynı terimle varolanların objektif kavranılışı da kastedilir. ... "Varolanlardan çeşitli anlamlarda söz edilir ki, bunlar kategori formları olarak vardır. Çünkü bu ifadelerin çok sayıda türü vardır; varlık çok sayıda anlam taşır". Ama bu Aristotelesçi kategori anlayışı bir objektivist anlayıştır. Oysa Yeniçağın sübjektivist felsefesinde ve sübjektivist ontolojisinde haklı olarak, kategorilerin yalnızca sübjektif ifade formları oldukları, onların gerçekliği süje açısından ifade edebilecekleri, dolayısıyla "vardır" sözcüğünün ancak bu sübjektif anlam içinde kullanılabileceği ileri sürülmüştür. Örneğin Kant için kategoriler, "yalnızca bir mantıksal olanağı içeren, görüdeki çokluğu bir bilinç içinde a priori birleştiren düşünce formlarından başka hiçbir şey değildir." ve bu halleriyle ancak "deneyimin mantıksal koşulları" sayılabilirler.

116
Böylece, daha önce ilkeler üstüne genel olarak söylenmiş olan şeyler, burada kategoriler için de geçerlidir. Örneğin günümüzde kategori kavramı çok çeşitli anlamlarda kullanılmakta, ... genel kavram olma niteliğini bile yitirmiş görünmekte, daha çok "tip" anlamında kullanılmaktadır.

Kategorilerin sayısı konusu da oldukça tartışmalıdır. ... Bazıları töz kategorisini, bazıları ise bağıntı (relation) kategorisini temel kategori sayarlar. Bazıları ise buna da karşı çıkar ve anlamlı bir kategoriler levhası yapmanın, birlikli bir kategoriler "dedüksiyon"una ulaşmanın olanaklı olmadığını, bu iş için hiçbir ilkenin bulunmadığını söylerler. Başka bazıları ise kategorilerin ancak fenomenleri bilmede başvurulan "inşalar" (konstruktion) olabileceklerini söylerler.

117
[Aristoteles şu kategorileri sayar: töz, nicelik, nitelik, bağıntı (görelilik), yer (uzay), zaman, durum, sahip olma, etki, edilgi. Bunlardan ilk dördü iki gruba ayrılır: Töz ve ilinekler. İlk ve temel kategori tözdür; ilineklerin taşıyıcısıdır. Aristoteles'e göre töz, kendi başına olan, bir başka şey içinde olmayan ve bir başka şey için söylenmemiş olan şeydir. Buna göre Aristoteles için bir önermede özne tözü temsil eder, yüklem ise töz durumundaki özneyi ilineksel yoldan tanımlar. Ruh ve akıl sahibi olmak öznenin tözsel ilinekleridir; saç rengi, görünüş ise öznenin tözsel olmayan ilinekleridir.]

118
Töz, değişmeye karşı değişmez kalan şeydir ve ama değişme ve gelişmeyi olanaklı kılar. ... tüm çokluk, değişme ve görünüş karşısında bir-olan'dır. O bilgide doğruluk (hakikat) sebebidir ve aynı zamanda tüm ahlaksal eylemlerin de değer-sebebidir.

Tözün birliği, iki temel elemandan, form ve maddeden oluşur. ... Grek mitolojisinde tüm canlılar eril ve yaratıcı etkenlerle dişil ve edilgen etkenlerin birlikteliği ilkesine göre meydana gelirler ki, Aristoteles'in ontolojisinin temel motifi de budur. Yaşlı Platon üzerinden geçerek, bu öğreti, giderek form-madde öğretisine dönüşür. Burada töz, ... dar anlamda yalnız form anlamını kazanır. ... töz daima form olarak, tözsel belirleyici olarak görünür. Bu konumuyla da, daha sonra ilk-neden (Ur-sache) işlevini de yüklenir.

119
Aquino'lu Thomas gibi realistler için tümeller (evrenseller) bizzat nesnelerin içindedir (universalia in rebus). Ama insan açısından bakıldığında burada aşılmaz güçlükler ortaya çıkmıştır. Thomas, tekil şeylerin madde aracılığıyla, yani cisimleşme ile meydana geldiklerini söylemiştir. Ama böyle olunca tinsel olan şeylere de tekillik uygun düşecektir. Sonuç olarak cisimsel şeylerin tekilliği kabul edilir... Bu, sonuç olarak, yalnız tekiller varsa hiçbir genelin olamayacağı demektir. Dolayısıyla genellik artık nesnelerin içinde değil, olsa olsa ancak süjede temelini bulabilir. İşte Yeniçağın sübjektivist töz anlayışı bu yolla doğmuş olur. Artık eski objektivist töz kavramı bir yana bırakılır. Veya töz denilince, artık yalnızca kendinin bilincindeki ben, kişi anlaşılır. Empirizm ise, daha sonra bu sübjektivist töz anlayışını da terkeder.

Kavram, günümüzde giderek artan bir şekilde yadsınmaktadır. [Özellikle doğa bilimlerinde] İnsani alanda ise, töz kavramına başvurulmasa da öz, kişilik, vb. gibi ikame edici kavramlara başvurulduğu görülmektedir.

İlinekler
Nitelik, nelik veya öz karşısında çok önemli bir yere sahiptir. Hatta o giderek neliğin veya özün yerini bile almıştır. Özellikle öznitelik teriminde bunu açıkça görürüz. Nitelik eskiden bir "potensia" olarak kavranıyordu. Töz "kendisi için başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan" olarak anlaşılırkenİ nitelik, varolanların "doğal donanımı" olarak anlaşılıyordu. Yeniçağ felsefesinde ise nitelik, giderek işlevsel ve niceliksel bir belirleme ile saptanan şey sayılmaya başlanmıştır. Günümüzün fenomenolojisinde ve fenomenolojik yönelimli felsefe akımlarında niteliğin yeniden eski kavranılışına bir dönüş olduğu gözlenmektedir.

120
Nicelik ile birlikte işlevleri öncelikle düzen belirlenimi yapmak olan (nitelik daha çok özgül belirlenimi ifade eder) bir başka ilinek grubuna geçilir ki, bu grup geleneksel ontolojide iki önemli yönüyle belirlenir. Bir yandan, nicelik belirli bir gerçeklik alanıyla sınırlanır ve böyle olunca tanrı, melek ve ruh, artık niceliksel yoldan kavranılamaz sayılır (örneğin ruh için uzay ve zaman içinde olmak geçerli değildir). Öbür yandan, nicelik ilineği, süreklilik ve birlik açısından yorumlanır. Nicelik ilineği, varolanların birliği ve ardışıklığını ifade eder. ... Nicelik kategorisinde birlik ve çokluk yanında bir üçüncü nicelik formu olarak yoğunluktan da (intensite) söz edilir ve bu "niteliksel nicelik" olarak anlaşılır.

Daha sonra gelen bağıntı (relation) kategorisi, en önemli ve sorunlu kategoridir. Tözcü bir ontolojide, bu kategori üç yönüyle karakterize olan bir ilinek olarak anlaşılır. Onun taşıyıcısı, bağıntı kuran öznedir; daha sonra bağıntı "terim"i ve son olarak beğıntı sebebi (ratio relationis) gelir. Örneğin baba bağıntı öznesi, oğul bağıntı terimi, babalık ise bağıntı sebebidir. B. Russell'dan bu yana bu konuda relevans, relatum ve relatio sözcükleri kullanılmaktadır.

121
öndüşünümsel (proreflektif)

122
Çeşitli bağıntı tipleri ayırtedilebilir: 1. simetrik (kız kardeşler arasında) ve asimetrik (baba ile oğul arasında), 2. geçişli (transitif) ve geçişsiz (intarnsitif), 3. refleksif (intihar eden kişi) ve aliorelatif (karı-koca).

Ayrıca bire-bir, çoğa-bir ve bire-çok bağıntılarından da söz edebiliriz. Örneğin bu bağıntı türünün klasik örneğini, Russell, monogami (tek eşlilik), poligami (çok eşlilik-kadınlarla) ve poliandri (çok eşlilik- erkeklerle) tipi evlilik ilişkileri olarak vermektedir.

Bağıntı kategorisinde bir özel sorun analoji ilişkisinde ortaya çıkar. Analoji ilişkisi yalnız varlık kavramında bir rol oynamakla kalmaz; hatta bilimsel araştırmada da daima ön planda yer alır. Pek eski bir ayrımla, ilinekleştirme analojisi ile oranlaştırma analojisi'nden söz edilir. İlinekleştirme analojisi, nitelik bakımından benzerliği, oranlaştırma analojisi ise yaklaşık ilişkiler bakımından benzerliği ifade eder. Biyolojide analoji, yaklaşıklık ile eş değerdir. Buna göre morfolojileri değişik, ama kökenleri bakımından yaklaşık olan canlılar homolog sayılırlar.

Önemli bir analoji formu da eğretileme (metafor)'dir. Burada bir nitelik bir başka alana yaklaşıklık içinde taşınır (gülen güneş). Bir başka önemli analoji formu da allegoridir. Sulzer'e göre allegori, "soyut bir şey hakkında duyusal içerikli bir serimleme ve betimleme yapmaktır". Analoji, modern metodikte, örneğin modellerin geliştirilmesinde önemli bir rol oynar.

Olumlu bağıntı ile olumsuz bağıntı, kendi aralarında karşıtlık oluştururlar. Karşıtlığın en basit durumu kontra durumudur. Bu, bir dizi veya alan içinde oluşan bir göreli karşıtıktır (siyah ile beyaz'ın durumu). Buna karşılık mutlak karşıtlık olarak kontradiktorik karşıtlıktan, yani çelişkiden söz edilir. Örneğin A, A-olmayan karşısında ,,, bu ikisi arasında hiçbir aracı öge bulunmaz. Yani burada "ya, ya da" bağıntısı söz konusudur.

123
Özel bir karşıtlık türü de kutupluluktur (polarite). Burada da bir mutlak karşıtlık söz konusu olmakla birlikte, kutuplardan birinin varlığı öbürüne bağlıdır...

Kutupluluk, dünya görüşlerinde ve felsefede olağanüstü bir role sahiptir. (eril-dişil; ying-yang; form-madde-Grekler; aydınlık-karanlık; Apolloncu-Dyonisosçu kutupluluk; ben-sen; kişi-toplum; vb.)

Kutupluluk karşıtların oluşmasının ve birlikteliğinin özünü yapan şey olarak anlaşıldığında, karşımıza diyalektik karşıtlık çıkar ki, Hegel kutupluluğu böyle yorumlamıştır. Buna göre kutupluluk, tez ve antitez karşıtlığının sentezle aşılması ile giderilir.

[Karşıtlıklara devam ...] Antinomi, aynı konu hakkında bir ilke ya da yasanın kendi kendisiyle çelişkili olma halidir. Kant ... dört grup antinomiden söz etmiştir. ... Kant'ın ilk antinomisi şudur: "Evrenin zaman içinde bir başlangıcı ve uzay içinde bir sınırı vardır."; "Evrenin hiçbir başlangıcı ve sınırı yoktur". Kant'ın antinomilerinden en ünlüsü üçüncü antinomidir: "Nedensellik, doğa yasalarına göre evrendeki görünüşlerin kendisinden zorunlu olarak çıkarsanabileceği tek ilke değildir; özgürlük de vardır ve aynı görünüşlerin açıklanmasında özgürlüğe dayalı bir nedensellik olduğu da kabul edilmelidir".; "Özgürlük yoktur; tersine evrendeki her şey doğa yasalarına göre olup biter". Hegel, bu antinomiyi diyalektik ile gidermek istemiştir.

124
Bir kutupluluk türü de paradokstur. Paradoksla genel olarak "Ölüm mutluluktur" gibi görünüşte çelişkili bir ifade anlaşılır.

Paradoks kavramına modern kümeler öğretisi içinde değişik bir anlam verilmiştir. Örneğin "Russell paradoksu", kümelerin belirleniminde hiçbir elemanı olmayan kümelerin kendilerini de içerip içermedikleri sorusundan hareketle geliştirilmiştir.

Zayıf karşıtlıkları belirtmek için apori ve problem kavramlarına başvurulduğu görülür. Aporiden, artık daha fazla çözülebilir olmayan bir sorunlar topluluğu anlaşılır (çıkış yolu olmayan). [Sık sık paradoks yerine apori kavramının kullanıldığı görülür].

125
Uzay ve zaman kategorileri, felsefe tarihinde yoğun bir problematik bağlam içinde yer alırlar. Her ikisi de sonlu, yaratılmış ve gelip geçici gerçekliğin özel kategorileri sayılmışlar ve daha sonraları doğa alanıyla sınırlanmışlardır. Onlar da öbür kategorilerin kaderini yaşamışlardır. Başlangıçta objektif belirlenimler sayılmışlar; ama Augustinus'la birlikte zaman, Descartes, Leibniz ve Kant'la birlikte ise uzay, duyusal gerçekliğin sübjektif deneyim formları sayılmışlardır.

Uzay ve zamanın objektif düzenler sayıldığı eski felsefede, uzay, birbirinin yanında olma olanağı olarak, zaman göre daima daha temel kategori sayılmıştır. Ama Demokritos uzayı boş bir süreklilik sayarken, Aristoteles uzayın boş olmayan bir süreklilik olduğunu belirtmiştir.  Bu arada çeşitli formlardan söz edilmiş ve öncelikle de niteliksel ve niceliksel uzay ayrımı yapılmıştır. Niteliksel uzay kosmik uzaydır ve Grek düşüncesinde belirleyici olmuştur. Buna göre, her varolanın bu kosmik uzay içinde bir "uygun yer"i vardır. Bu kosmik uzay zorunlu olarak kapalı ve sonludur ve küre biçimindedir. Buna göre ilk hareket formu bir çember hareketidir ve tanrısal olmayan her şey ondan türemiştir. Kosmik uzayın yanında yaşama uzayı (canlı uzayı) yer alır. Özellikle modern biyolojide (territorium) ve antropolojide bu uzay büyük rol oynar. Modern biyolojinin çevre öğretisinde (genel yaşama ortamı, su, hava, vb.) bu uzay tasarımı belirleyicidir. İnsani-tinsel alanda da örneğin "kutsal uzay", "sanatsal uzay"dan söz edilir; "duyusal görü uzayı", "fantazi uzayı", "düşünme uzayı" terimleri de geçer.

"Düşünme uzayı", aynı zamanda niceliksel uzaya geçişi de serimler. Niceliksel uzay, yönelimsiz, niteliksiz ve bunun gibi bağıntısız ve ayrımsızdır ve bu haliyle fiziksel ve matematiksel uzayın temelini oluşturur.

Uzaya karşılık zaman, birbirini izleme formu olarak görülür. Uzayın dışsallık formu sayılmasına karşılık zaman içsellik formu sayılmıştır. Buna göre zaman, aynı zamanda ruhsallığın ve tinselliğin de formudur ve bu haliyle kavranamaz, bilmecemsi bir konuma sahiptir. ... (126) Böyle olduğu içindir ki, zaman, tüm özel belirlemeler önünde daima bir metafiziksel evren kavrayışının dile getirilmesinin koşulu olmuştur. ... Bizim için zamanlılık, kendi yaratılışımızın ve sonluğumuzun kalıpları içinde bilinebilir. O, evrendeki tüm olup-bitmelerdeki birbirini izleme halini kavramamızın formudur ve Hıristiyanlığa göre, bu haliyle tüm varlık zaman içinde kavranabilir. Oysa tanrı zaman dışıdır. ... "Yaratıcı baba, ... kendi içinde durağan Aion'dan sayılara uygun hareketli bir kopya olarak zamanı kurdu" (Platon, Timaios). ... Aristoteles'e göre de zaman "hareketin ölçütü"dür; tıpkı tanrının varlığın ölçütü olması gibi.

Antik zaman kavrayışı objektivisttir. Oysa Augustinus'la birlikte [sübjektifleştirilmiştir]: "Ben zamanı sende ölçüyorum". Böylece Grekler için zaman bir içkin ölçütle, yani gelişim ve yetkinlik ölçütüyle bilinen objektif bir şey iken, artık cebimizde taşıdığımız saate göre ölçülebilen bir şey olur. ... (127) Kant, zamanı bir "duyarlık formu" sayar.

Yeniçağın klasik fiziği, objektivist zaman tasarımından yola çıkar ve zamanı "dilimler"e böler ve bu yolla ölçülebilir zaman tasarımını geliştirir. Yani klasik fiziğin zamanı "saat zamanı"dır. Ancak modern fizikte bu durum değişir. Modern fizikte zaman, gözlemcinin hareket noktasına göreli olarak ölçülebilen bir şey sayılmaya başlanır ki, görelilik kuramının çıkış noktası bu olur. Giderek uzay ve zamanın birliği öğretisinin gelişmeye bağladığı görülür. Buna göre zaman, hareketin dört evrensel boyutundan birisidir.

128
Böylece modern fiziğin sonuçları da, objektif bir zamanın olmadığını; tersine, zamanın birincil anlamıyla hep sübjektif kaldığını açıkça göstermiş bulunuyor. Sübjektif bir kategori olarak zaman, geçmişte üç insani yetiye [, duyarlık (emprizm, Kant); hayalgücü (Fichte); düşünme (yeni Kantçılık)] Buradan hareketle üç zaman formu ayırt edilmiştir: 1. Görüsel zaman, 2. tasarımsal zaman veya hayalgücü zamanı (fantazi zamanı), 3. düşünsel zaman.

Yaşama felsefesi ise tüm bu zaman kavrayışlarına karşıdır. Yaşama felsefesi için zaman, bölünebilir, parçalanabilir, dilimlenebilir (ölçülebilir) ve uzaya yayılabilir bir düzen şeması değildir. Tüm bunların tersine, zaman ancak ve yalnızca "yaşanmış zaman"dır ve bir süremdir (Bergson). Her canlı kendine özgü bir ritm içinde kendi zamanını yaşar; her canlının kendine özgü bir "yaşama zamanı" vardır; ölüm denen şey de bu yaşama zamanının bir parçasıdır. ... Herhangi bir organizma, kendi yaşama ritmi ve yaşama temposuyla koşullanan kendi yaşama etkinliğine sahiptir. Böyle olunca, kısa ama hızla yaşayan bir canlı, uzun ama yavaş yaşayan bir canlı ile "aynı" zamana ve aynı yaşama sahip değildir. Bunların her biri, kendi "an"ına kendi zaman ölçütü olarak sahiptir (E.v.Baur). Günümüzde biyolojiye de geçen bu zaman kavrayışı ile görelilik kuramının zaman kavrayışı arasında bir yakınlaşma olduğu görülmektedir.

129
Martin Heidegger [yaşanan zamandan hareketle ve zamanlılığı insanın temel yapısı olarak görür]. İnsan etkin olarak eyleyen Dasein olduğundan, insanın özgül zamanlılığı üstüne "tasarladığı", kendi geleceğidir de.

Aşkınlar (Transendental'ler)
130
[Süjeye verilen ağırlık dolayısıyla] "Transendental" terimi ile artık, tüm olanaklı deneyimin önünde yer alan ve deneyimi olanaklı kılan a priori tasarımlar anlaşılır. Bu anlamıyla “transendental”, a priori kavram ve ilkelerin nesnelerle nasıl ilişkiye sokulabildiğini, onların a priori olarak objeler hakkında nasıl geçerli olacağını açıklamakta başvurulan terim olur. Buna göre, transendental yöntemin görevi, deneyden çıkmayan, ama deney için zorunlu olan şeyleri göstermektir. … Artık terim, eski anlamını, yani evreni aşan tanrı veya bilinci aşan şey olma anlamını yitirmiştir. Tam tersine, terim, artık süjenin nesneyi kavrayış tarzının bir adı olmuştur

[Heidegger'e göre] ... transendenz, varoluşun temel kavranış biçimidir. O her türlü deneyimden önce gelir; yani her türlü "varlığı anlama"nın önündedir. Bu da bir ontolojidir; çünkü insanın bundan başka bir yolla bir "evren tasarımı"na ulaşması olanaksızdır. Ama insan evren üstüne bir tasarıma ulaşabiliyorsa, bu ancak, bizzat kendisi hakkındaki bir transendental kavrayış içinde olanaklı hale gelebilir ki, Heidegger'e göre insan artık burada kendi varoluşunu bir özgürlük olarak tanır. Böyle olunca da, özgürlük varoluşun temel belirlenimidir ve burada insan şu eski taleple karşılaşır: "transendete ipsum" (kendini aş). Ama insan zamanlılık boyutu içinde "tarihsel" bir varoluş olduğundan, transendenz, ancak o zamana ait kategorilerden "çıkarsanabilir" olan bir şey olur.

İçeriksel (İçerikli, Materyal) Ontoloji
131
Varolan, formel ontolojide yalnızca "boş" bir eleman olarak ve genel varlık bağlamında kendini gösterir. Oysa buna karşılık, gerçek olan, daima belirli bir nesnellik (nesne olma hali) ve belirli bir içerik taşıyan şey olarak görünür. İşte içeriksel ontolojinin görevi, gerçekliğin genel yasallıklarını ve düzenini ele almaktır.

Doğal olarak burada da objektivist ve subjektivist tavırlar karşımıza çıkar. Objektivist bir içeriksel ontolojiye göre, nesneler kendi içinde bir gerçekliğe sahiptir ve bu gerçeklik olduğu gibi bilinir. Subjektivist bir içeriksel ontolojiye göre ise, gerçeklik, ancak deneyimle, yani sübjektif yoldan kavranabilir ki, gerçekliğin "ne"  olduğuna insan kendi deneyimleriyle karar verebilir. Özellikle günümüzün fenomenolojik ontolojisinin öz öğretisi buna dayanır.

Eski ontolojide olduğu kadar, günümüzün doğal gerçeklik kavrayışında da, gerçeklik bir tabakalı yapı olarak anlaşılır.
(Aristoteles'in tabakalar öğretisi)
Varlık alanı                                                 Özel işlevler
1. Cansız                                                       Orada olma, edilgin hareket
2. Canlı (animal)                                        Beslenme, bitkisel büyüme
a) bitkisel (vegetatif)                                 Serbest hareket, algı, etkin hareket
3. b) hayvansal (sensitif)                          Düşünme, isteme
4. Tinsel                                                       Mutlaklık
5. Tanrısal                                                    -
Alttaki her tabaka, daha üsttekinin maddesidir ve daha üstteki, bir alttakinin üstüne inşa edilir.
Platon'un tabakalar öğretisi ise tamamen insandan hareket eder.
Cisim             Ruh                  Devlet                        Erdem
                        Tin                 Yönetici                      Bilgelik
                        (Logistikon)  (öğreticilik)
Göğüs             Gönül             Uyarıcı                       Cesaret
                        (Thymes)
Beden             Tutku            Elişi, tarım                  Ölçülülük
                        (Epithymia) (Beslenme)

... en fazlası altı olan varyasyon sayısı (cansız, bitkisel, hayvansal, ruhsal, tinsel, meleksel ve tanrısal), daha sonra iki temel varyasyona, yani doğa ve tine indirilmiş...

133
Bu objektivist tavırlı içeriksel ontolojiye karşı, subjektivist ontoloji, gerçekliği, sübjektif yaşantı alanlarından hareketle kurgusal yoldan inşa etmeyi dener. Böylece insandaki duyusal ve tinsel yönler ayırımından hareketle, gerçeklik, doğa ve tin alanlarına ayrılır ki, bu gerçeklik, yeniden bir tinsel-kültürel üstyapıyı da kapsar. Burada karşımıza öncelikle fenomenolojik ontoloji çıkar. ... [Husserl... bir yandan duyarlık ve tin ayrımı yapılır; öbür yandan insanın üç yetisinden hareket edilir; kuramsal, değersel ve iradi yetiler. Buna göre gerçeklik, öncelikle duyusal obje olarak belirlenir ve biz duyusal objeler toplamını (Summa) doğa diye adlandırırız. Bunun üzerinde değer-nesnesi ve ilgili olarak iyi yer alır. En sonda erek-nesnesi bulunur.] Scheller, bu şema içinde özellikle değer-nesnesi üzerinde durur. Heidegger ise pratik-eylemsel yöne ağırlık verir. Heidegger'e göre varolan, insanın eylemselliği aracılığıyla kurulur ve "vardır". Yani varolan, daima insan için vardır (Um-zu).

Sonuç

İster formel ister içeriksel olsun, ontoloji sorunu bugün de henüz çözülmüş değildir.  ... Biz "Bu bir ağaçtır", "Bu bir insandır", "Tanrıdır" dediğimizde, acaba "dır" ile neyi kastediyoruz?





.
.
.
.