Deleuze A'dan Z'ye
Claire Parnet
https://www.youtube.com/watch?v=Cy84iU76-ss
1988-89
[Gilles Deleuze’ün ölümü, 1995; filmin gösterimi, 1996]
“A”
Animal [Hayvan]
Bir hayvanda beni etkileyen şey nedir? Beni etkileyen şey, evvela her
hayvanın bir dünyaya sahip olması, bu çok merak uyandırıcı, çünkü öyle çok
insan var ki, bir dünyası bile yok; bir dünyası olmayan bir sürü insan. Bunlar
herkesin hayatını yaşar, yani herhangi birinin ve herhangi bir şeyin. Oysa
hayvanlar, onların dünyaları var. Bir hayvan dünyası nedir? Bu bazen olağanüstü
sınırlıdır, ki beni etkileyen şey de bu. Sonuç olarak, hayvanlar çok az şeye
tepki gösterir...
Evet, hayvanın ilk özelliği hikayesinde, mesele gerçekten de spesifik,
özel hayvan dünyalarının varlığıdır. Belki de bazen, bu dünyaların yoksulluğu,
bu dünyaların indirgenmiş karakteri, beni bu kadar etkiliyor.
Parnet – Peki senin yaşam hayalin bu mu? Seni hayvanlara çeken şey bu
mu?
Bir hayvan olmak için bir dünyaya sahip olmak yeterli değil. Beni asıl
büyüleyen şey yeryurt meseleleri. ... Yeryurdu olan hayvanlar -kabul, yeryurdu
olmayan hayvanlar da var- ama yeryurdu olan hayvanlar, işte bunlar hayret
vericidir, çünkü yeryurt oluşturmak, benim için, neredeyse sanatın doğuşu gibi
bir şey. Bir hayvanın yeryurdunu nasıl işaretlediğini herkes bilir, hayvanın
kendi yeryurdunun sınırlarını belirlemesini sağlayan, anal salgı bezleri, idrar
vs. hikayeleri anlatılır durur. Ama bununla bitmez: Bir yeryurt işaretlenirken
işe bir dizi duruş da müdahil olur, örneğin, alçalmak/kendini yukarı kaldırmak;
bir renk dizisi, babunlar mesela, babunların popolarının rengi, tüm bunları
yeryurtların sınırlarında gösterirler. Renk, şarkı, duruş: Bunlar sanatın üç
belirleyicisidir. Yani renk ve çizgiler -hayvan duruşları bazen gerçek çizgiler
oluşturur, renk, çizgi, şarkı -saf haliyle sanat işte budur. Öyleyse yeryurtlarını
terk ettiklerinde ya da buralara geri döndüklerinde, tüm bunlar mülkiyet ve
sahiplik alanında gerçekleşiyor diye düşünüyorum. Mülkiyet ve sahiplik alanında
gerçekleşmesi çok şaşırtıcı, yani Beckett veya Michaux gibi söylersek “benim
mülklerim”. Yeryurt hayvanın mülklerini oluşturur ve burayı terk ettiklerinde
bunları tehlikeye atarlar; eşlerini tanıyan hayvanlar var, onları ancak
yeryurdun içinde tanıyabilirler. İşte mucize buna denir.
... ben yeryurt mefhumuyla ilgileniyorum ve şöyle diyorum, bir yeryurt,
yeryurdu terketme hareketine istinaden tanımlanır. O yüzden, bunu ifade
edebilmek için, “barbarca” gelebilecek bir kelimeye ihtiyacım var: ...
“yersizyurtsuzlaşma” kavramı. ... O yüzden şöyle diyorum, felsefe için
-hayvanlara geri dönmeden önce- felsefe için bu oldukça çarpıcıdır: ...
yeryurttan çıkma vektörü olmayan bir yeryurt olmaz... Ve aynı zamanda başka bir
yerde, başka bir şey üzerinde yeniden yerliyurtlulaşma çabası olmadan bir
yeryurttan çıkmak, yani yersizyurtsuzlaşmak da olamaz. Tüm bunlar hayvanlarda
işler, beni etkileyen şey de bu. Genel olarak etkileyici olansa tüm bir
göstergeler alanıdır. Hayvanlar göstergeler yayar, durmaksızın göstergeler
yayar, göstergeler üretirler. Yani çifte anlamıyla, göstergelere tepki
verirler. Örneğin, bir örümcek, ağına değen her şeye, herhangi bir şeye tepki
verir, göstergelere tepki verir ve göstergeler üretir. Örneğin, şu ünlü
gösterge, bu bir kurt göstergesi mi, bir kurdun izi veya başka bir şey mi?
İzleri tanımayı bilen insanlara büyük bir hayranlık duyuyorum. ... O noktada,
işte onlar da hayvandır, hayvanla hayvani bir ilişkileri vardır.
Parnet: ... yazmak ve yazarla hayvan arasında bir bağlantı var mı?
Elbette. Eğer biri bana hayvan olmak ne demektir diye sorsa, ...
Hayvan olmak tetikte olmaktır. Hayvan esasen tetikte olan varlıktır. [Yazar
tetiktedir, filozof tetiktedir]
[Yazar, okurlarına yönelik, okurlarına doğru, okurlar 'için' yazar.
Ama bu 'için' ne demektir?] ... yazarın okur olmayanlar için de yazdığını
söylemek gerekir, yani onlara yönelik olarak değil de “onların yerine”. O
yüzden, 'için' iki anlama gelir: onlara yönelik olarak ve onların yerine.
[(Artaud, Faulkner, vb.) aptalların, okuma-yazma bilmeyenlerin, barbarların,
hayvanların 'yerine' yazmak...] İnsan yazarken, özel bir meselenin peşinde
değildir. Onlar gerçekten aptal ahmaklar; gerçekten, bu edebi sıradanlığın
iğrençliği, her çağda ama özellikle son zamanlarda, insanları, bir roman
yaratmak için mesela, kendine ait özel bir meseleye, küçük bir kişisel hikayeye
sahip olmanın yeteceğine inandırıyor -kanserden ölen bir büyükanne, veya
birinin özel aşk ilişkisi- ve işte bu kadar, bunun üzerine bir roman
yazabilirsin artık. Böyle şeyler düşünmek utanç verici. Yazmak bir kimsenin
özel meselesi değildir, aksine, insanın kendini evrensel bir meselenin içine
atması anlamına gelir, roman olsun, felsefe olsun. Ne demek bu?
Parnet: ['yerine' yazmak konusu, Bin Yayla'da ifade ettiğin alıntıya
götürüyor bizi. “Yazar büyücüdür, çünkü hayvanı kendisine karşı sorumlu olduğu
tek nüfus olarak görür.” Hofmannstahl.]
Yazmak zorunlu olarak dili -ve dil sözdizimi olduğu için- sözdizimini
belli bir sınıra kadar zorlamak demektir, çeşitli yollardan ifade edilebilecek
bir sınır: Bu, dili sessizlikten ayıran sınır da olabilir veya dili müzikten
ayıran sınır da olabilir, veya dili, şeyden ayıran sınır da olabilir, mesela
ne? İnlemeden diyelim, acı dolu inlemeden... [İnsan ölmekte olan sıçan sürüsü
için yazar. Çünkü söylenenin aksine, nasıl ölüneceğini bilen insanlar değil,
hayvanlardır, ve insanlar öldüğünde, hayvanlar gibi ölürler.] [ölen küçük bir
kedi gördüm, bir hayvanın nasıl öleceği bir köşe aradığını gördüm...] Ölümün de
bir yeryurdu vardır, bir ölüm yeryurdu arayışı, ölünecek bir yer. Küçük kedinin
kendini nasıl da daracık bir köşeye, bir açıya sıkıştırdığını gördük, sanki
orası ölmesi için iyi bir noktaymış gibi.
O halde, bir anlamda, yazar gerçekten dili sınıra doğru zorlayan
kişiyse, yani dili hayvanlıktan ayıran, dili ağlamaktan ayıran, dili şarkıdan
ayıran sınıra doğru zorlayan kişiyse, o zaman evet, yazar ölen hayvanlara karşı
sorumludur demeliyiz, yani, yazar ölen hayvanlara hesap verir, harfiyen '...
için' yazmak değildir bu, köpeğim ya da kedim için yazmıyorum ama ölen
hayvanların vs. 'yerine' yazmak, dili bu sınıra taşımaktır. Dili ve söz dizimini,
insanı hayvandan ayıran bu sınıra taşımayan bir ebediyet yoktur... İnsan bu
sınırda olmak zorundadır.
[Felsefe için de geçerlidir bu] İnsan düşünceyi düşünce olmayandan
ayıran sınırdadır. Her zaman seni hayvanlıktan ayıran sınırda olmak zorundasın,
ama bunu öyle bir biçimde yapmalısın ki artık ondan ayrı olmamalısın. İnsan
bedenine ve insan zihnine özgü bir insan dışılık vardır, hayvanla kurulan
hayvani ilişkiler vardır...
“B”
“Boire” [İçki içmek]
23:36
...
...
“C”
“Culture”
35:27 kültür
[Kültürlü insanlar karşısında dehşete kapılıyorum. Her şeyi
biliyorlar, her şey hakkında konuşabiliyorlar. Bu tiksindirici bir şey. Ne
entelektüel ne de kültürlü bir olmadığımı söylediğimde, aslında çok basit bir
şeyden, “rezerv bilgi”ye sahip olmadığımdan bahsediyorum.] ... herhangi bir
rezervim, tedarikim, hazırlık kabilinden bilgilerim yok benim. Öğrendiğim her
şeyi, belli bir iş için öğreniyorum, iş bittiğinde hemen unutuyorum, böylece on
yıl sonra -ki bu bana büyük zevk veriyor- aynı konuya yakın ... bir şeyle
ilgilenmem gerekirse, tekrar sıfırdan başlamam gerekiyor... [Tabi kalbimde
taşıdığım Spinoza üzerine bilgiler hariç] [Kültür bir dolu konuşmaktan ibaret.
Konuşmak kirli, oysa yazmak temiz. Konuşmak kirli, çünkü ayartıcı olabilmek
demek bu. Entelektüeller seyahat falan etmiyorlar, onların seyahat dediği şey
şaka gibi. Yaptıkları, konuşmaya gitmek için oradan oraya dolaşmak.
Konuştukları bir yerden kalkıp, konuşacakları bir başka yere gidiyorlar.
Konuşmalara dayanamıyorum] [Sergilere, sinemaya kültürlü olmak için değil,
tetikte olmak için gidiyorum. Kültüre değil, karşılaşmalara inanıyorum, bu
faaliyetlerimi tetikte olmaya yaptığım bir yatırımın parçası olarak görüyorum]
[Karşılaşmaların insanlarla olduğuna inanılıyor, oysa bu korkunç bir şey. Çünkü
karşılaşmalar insanlarla değil, şeylerle olur. Bir esim, bir müzik, vb.] [Tabi
karşılaşma olacağı kesin değildir. Biri bir şey yaptığında, bu aslında ondan
çıkıp gitmekle de ilgilidir, felsefenin içinde kalmak, bize ondan nasıl
çıkılacağını da verir. Ben felsefeden felsefe yoluyla çıkmak istiyorum. Beni
ilgilendiren asıl şey bu.] [Tiyatronun bizim çağımıza pek dokunduğunu
hissetmiyorum] [Minelli veya Losey gibi sinemacılar]
Parnet: Kültürel olarak zengin ve yoksul dönemleri düşünelim. [Şu an
ne durumdayız?]
[Yoksul bir dönem, ama endişe verici de değil.]
[beni daha çok rahatsız eden] yoksul dönemlerde yaşayan insanların
küstahlığı veya cüreti.
Parajanov (bir film)
[Yakınlarda bir filme gittim: Komiser] Film çok. Çok iyiydi, daha
iyisi olamazdı... mükemmel. Ama bir tür dehşetle veya bir tür acımayla fark
ettik ki bu film Rusların savaştan önce çektiği filmlere benziyor. ... O zamana
ait her şey vardı, özellikle paralel montaj... Sanki savaştan bu yana hiçbir
şey olmamış gibi. ... film kesinlikle iyi, ama tam da aynı nedenden dolayı, ...
o kadar iyi değilse, nedeni yine buydu. Bu gerçekten de işinde son derece
soyutlanmış olan birinin elinden çıkmış bir filmdi, o kadar ki 20 yıl önce
çekilen filmler gibi film çekmiş. ... Arada olup bitenlerden hiç haberi olmamış
yani... çünkü bir çölde büyümüş. Bu korkunç. Bir çölü geçmek... bir çölde çalışmak ... o kadar kötü bir şey
değil. Korkunç olan, bu çölün içine doğmak, onun içinde büyümek. ... Yalnızlık
hakkında bir intibanız olmalı.
Yoksul dönemlerde olan budur. Şeyler ortadan kaybolduğunda, ... kimse
bunu fark etmez. Bir şey kaybolduğunda, kimse eksikliğini çekmez. Stalin dönemi
Rus edebiyatının [Rus resminin] kaybolmasına yol açtı ve ... Rusların çoğunluğu
bunu fark etmedi.
Bugünün yeni Beckett'leri, mevcut yayıncılık sistemi yüzünden
yayımlanmıyorsa, kimse “onun gerçekten eksikliğini çekiyoruz!” falan diyemez.
Birisi bir beyanat vermiş, şimdiye kadar duyduğum en küstah beyanat.
Yayıncılık alanndan biri şunu söyleme cüretini göstermiş: “En başta Proust'u
yayımlamayı reddeden Gallimard'ın yaptığı hatayı bir daha yapma riski kalmadı
artık, çünkü bugün bunun için gereken bütün araçlara sahibiz...”
Parnet: Beyin avcıları...
Sanki ellerinde bir Geiger sayacı var da [yeni Beckettleri, Proustları
tespit edebileceğiz! Kaldı ki yeni bir Beckett'ın karşımıza nasıl çıkacağını
bile bilmiyoruz.]
Bugünün krizini üç şeye bağlıyorum. Bir çöl dönemi şöyle
tanımlanabilir: Öncelikle gazeteciler kitap formunu ele geçirmiş durumda. ...
ama gazeteciler bir kitaba giriştiklerinde, başka bir yazma formuna
geçtiklerine inanırlardı. ... Gazeteci olarak gazeteci, kitap formunu ele
geçirdi, yani bir gazete yazısından farklı olmayan bir kitap yazmayı gayet
normal buluyor, o kadar basit yani. Bu da hiç iyi bir şey değil. İkinci
sebepse, şöyle genel bir fikrin egemen olması: Herkes yazabilir çünkü yazmak,
bireyin küçük özel meselesi haline geldi. Mesela aile arşivlerine dayanarak,
yazılı arşivlere veya kafanın içindeki arşivlere dayanarak. Herkesin bir aşk
hikayesi var, herkesin hasta bir büyükkannesi var, herkesin korkunç koşullarda
can çekişen bir annesi var. Öyleyse bu konuda ben de bir roman yazabilirim,
diyorlar. Bu kesinlikle roman değil, gerçekten değil.
Üçüncü sebep de şu: biliyorsun, gerçek müşteriler değişti. Demek
istediğim, kimdir televizyon müşterileri? Dinleyenler insanlar değil, daha
ziyade reklamcılar, gerçek müşteriler onlar.
1.2
Parnet: O zaman üçüncü sebep ne?
Dediğim gibi, gerçek müşteriler reklamcılardır. Ve artık şöyle bir şey
yok, demiştim ya, yayıncılıkta, editörlerin gerçek müşterilerinin potansiyel
okuyucular değil de, dağıtımcılar olması tehlikesi var. Dağıtımcılar,
editörlerin gerçek müşterileri haline gelirse ne olur? Dağıtımcıları ilgilendiren
şey, hızlı geri dönüştür, bu da kitle tüketim ürünleriyle sonuçlanır, çok
satanlar sisteminde hızlı geri dönüş vs. Söylemesi güç ama, bu tüm edebiyatın,
Beckett tarzındaki tüm yaratıcı edebiyatın, bu sistem tarafından doğal olarak
ezileceği anlamına gelir.
Parnet: Şimdilerde olan da bu zaten, toplumun ihtiyaçlarına göre
önceden şekillendiriliyorlar.
Evet, kuraklık dönemi işte bununla tanımlanır. ... [durum o kadar da
kötü değil tabi, korsan hareketler hep olacak] Ruslar edebiyatlarını
kaybettiler, ama onu bir şekilde geri kazanmayı başaracaklar. ... yoksul
dönemleri zengin dönemler izliyor.
“D”
“Desire” [Arzu]
3:30
Parnet: [Seni sözlüklerde arzunun filozofu olarak tanımlıyorlar. Arzu
nedir?
[Anti-Odipus kitabında çok basit bir çıkış noktamız vardı. Arzu
hakkında o güne kadar çok soyut konuşuldu. Biz bu kitapta arzuyu somut bir biçimde
ele almak istedik.] Çünkü, arzunun nesnesi olduğu varsayılan bir nesne çekip
çıkardınız. Böylece artık şöyle denilebilirdi: Bir kadını arzuluyorum, bir
yolculuğa çıkmayı arzuluyorum, bunu arzuluyorum, şunu arzuluyorum. Biz ise
gerçekten çok ama çok basit bir şey diyorduk: Birini ya da bir şeyi asla
arzulamazsınız. Her zaman bir yığışımı arzularsınız. Hiç de karışık değil. ...
Sorumuz şuydu: Arzunun var olması ve öğelerin arzulanabilir olması için, bu
öğeler arasındaki ilişkilerin doğası o zaman ne olmalı? Demeye çalıştığım, ben
bir kadını arzuluyorum, ... [Proust bunu çok güzel açıklamıştı]. Bir kadını
arzulamıyorum, bu kadında kuşatılmış olan manzarayı da arzuluyorum, öyle bir
manzara ki gerekirse -ne bileyim- hissettiğim bir manzara. Onu kuşatan manzarayı
kat kat açmadıkça, mutlu olamayacağım, yani arzuma ulaşamamış olacağım, arzum
doyurulmadan kalacak. ... Bir kadın “bir elbise istiyorum” ... dediğinde ... O
bütün bağlamıyla onu arzular; bizzat kendisinin örgütleyeceği, kendi yaşamına
dair bir bağlamla. Sadece manzarayla değil, aynı zamanda arkadaşlarıyla,
arkadaş olmadıklarıyla, kendi mesleğiyle birlikte arzular. Bir şeyi asla kendi
başına arzulamam. Bir yığışımı da arzulamam, bir yığışımın içinden arzularım.
[Bir içki içmeyi arzuluyorum, dediğimde] ... bir asamblaj içerisinde akmayan
-tam anlamıyla akışı kastediyorum- arzu yoktur. Öyle ki arzu benim için her
zaman -arzuya karşılık gelebilecek soyut bir terim arıyorum- her zaman
kostrüktivizm olmuştur. Arzulamak bir asamblaj inşa etmektir: bir etek yığışımı,
bir güneş ışını yığışımı, ... bir manzara, bir renk. Arzu bir asamblaj
kurmaktır, bir bölge inşa etmek, gerçekten bir araya toplamak. ... Yani
bunların hepsi, fiziki fenomenlerle alakalıdır. Bir olayın meydana gelebilmesi
için, bir potansiyel farkı zorunludur, potansiyel farkının olabilmesi için de
iki düzeye ihtiyaç vardır. ... Her birimiz zamanımızı inşa ederek geçiririz...
psikanalistler arzudan gerçekten de rahiplerin bahsettiği gibi bahsediyorlar...
Bunu da hadım edilmeye yakılan o büyük ağıtın kisvesi altında yapıyorlar; hadım
edilme, ilk günahtan bile beterdir. Hadım edilme... arzunun üzerindeki, aşırı
korkutucu, bir nevi büyük bir lanet.
Anti-Ödipusta ne yapmaya çalıştık? Psikanalize doğrudan karşıt olan üç
temel nokta vardı...: 1) Bilinçdışının bir tiyatro olmadığına, Hamlet ve
Ödipus'un sahnelerini sonsuzca oynadığı bir yer olmadığına inanıyoruz.
Bilinçdışı bir tiyatro değil, bir fabrikadır, üretimdir. Bilinçdışı orada
üretir, durmaksızın üretir... 2) sabuklama... sabuklama arzuyla çok yakından
ilişkilidir. Arzulamak, bir ölçüde sabuklamak anlamına gelir. Sabuklamanın
neresinden bakarsanız bakın, onun psikanalistlerin ona yapıştırdıkları şeyin
tam tersi olduğunu görürsünüz, yani baba ya da anneyle ilgili sabuklamayız.
Bunun yerine tamamen farklı bir şey için sabuklarız: Tüm dünya hakkında
sabuklarız. Tarih, coğrafya, kabileler, çöller, insanlar, iklimler, vb. ...
Sabuklamanın dünyası şudur. “Ben bir hayvanım, bir zenci” der Rimbaud. Yani:
Benim kabilelerim nerede, nasıl düzenlendiler, çölde nasıl hayatta kalıyorlar
vs. Çöl sabuklama coğrafi-politiktir; psikanalistler ise onu her zaman ailevi
belirleyenlere bağladılar, “Anti-Ödipus”tan onca yıl sonra bile,
psikanalistlerin sabuklamadan hiçbir şey anlamadıklarını düşünüyorum. Herkes, o
küçük ailesini değil, dünyayı sabuklar. ... Edebiyatın birisinin küçük özel
meselesi olmadığını söylediğimde de aynı şeyi söylüyorum aslında... 3) Arzu her
zaman kendisini kurar, ... daima çeşitli öğeleri oyuna dahil eder; psikanaliz
ise bizi her zaman tek bir etmene, bazen babaya, bazen anneye, bazen fallusa
vs. Çokluğu görmezden gelir.
Uzun bir işbirliğinden sonra Freud'dan kopan Jung'un sevdiği bir
metninde çok hoşuma giden bir olay vardır. Jung Freud'a rüyasında ölü
kemiklerinin toplandığı bir yer gördüğünü anlatıyor ve Freud gerçekten de
hiçbir şey anlamıyor. Jung'a ikide bir “kemik gördüysen, bu birinin ölümü
anlamına gelir” diyor. Fakan Jung ona anlatmaktan asla vazgeçmiyor: “Kemik
demedim, ölü kemiklerinin toplandığı yeri gördüm” dedim. Freud bunu anlamıyor.
Kemiklerin toplandığı yerle kemik arasındaki farkı yakalayamıyor. Şöyle ki: Bir
kemik yığını yüzlerce, binlerce, on binlerce kemik demektir... Çokluk budur
işte, asamblaj budur... Bir kemik yığını içinde yürüyorum... Bu ne anlama
gelir? Arzu nereden “geçer”? Bir asamblajda, daima kolektif türden bir
konstrüktivizm vardır vs., arzu budur. Bu binlerce kafatası, binlerce kemiğin
arasında benim arzum nereden “geçmektedir?” Sürü içinde benim arzum nereden
“geçmektedir?” Sürü içinde konumum nedir? Sürünün dışında mıyım, yanında mı,
içinde mi, merkezinde mi? Tüm bunlar arzu fenomenleridir. Arzu budur.
Parnet: Bu kolektif asamblaj tam da... “Anti-Ödipus”. 1972'de yazılan
bir kitap olduğundan, kolektif asamblaj Mayıs 68'in ardından tam da uygun bir
anda ortaya çıktı, yani bir tür yansımaydı...
Deleuze: Kesinlikle.
Parnet: ... belli bir dönemin yansımasıydı, ve kendi küçük meselesini
sürdüren psikanalize karşıydı.
Deleuze: Sadece şöyle denilebilir: Sabuklama ırkları ve kabileleri
sabuklar, halkları, tarihi, coğrafyayı sabuklar. Bana göre tüm bunlar Mayıs
68'le örtüşüyor. Bence, [Mayıs 68] ailevi sabuklamaların pis, boğucu
atmosferine biraz temiz hava getirme çabasıydı. İnsanlar sabuklamanın tam da bu
olduğunu açıkça gördüler... Eğer sabuklayacaksam, bu çocukluğumla, benim küçük
özel meselemle alakalı olamaz. “Sabukluyoruz”... Sabuklama kozmiktir. Dünyanın
amaçları hakkında, parçacıklar, elektronlar hakkında “sabuklanır”. Kesinlikle
anne baba hakkında değil.
Parnet: Evet, doğrusu bu kolektif arzu asamblajıyla ilgili bazı yanlış
anlamalar olduğunu hatırlıyorum... 1970'lerde, Vincennes'de üniversitede, bu
“arzu”yu pratiğe geçirmek isteyip de, sanki gerçekten pek de anlamamışlar gibi,
topluca karasevdalara düşen insanlar vardı. Yani demek istediğim ya da daha
doğrusu tam da Nincennes'de bir sürü “deli” olduğu için... Psikanalizle
savaşmaya şizoanalizden başladığın için, herkes deli olmanın, şizo olmanın iyi
bir şey olduğunu düşünüyordu... Bu yüzden öğrenciler arasında inanılmaz şeylere
şahit olduk. Bana arzuyla ilgili bu yanlış anlamalar hakkında bazı komik
hikayeler, belki de o kadar da komik olmayan hikayeler anlatmanı istesem.
Deleuze: Sanırım yanlış anlamaları daha soyut olarak ele alabilirim.
Yanlış anlamalar genellikle iki noktayla, az çok aynı kapıya çıkan iki durumla
ilintiliydi. Bazı insanlar arzunun bir kendiliğindenlik biçimi olduğunu
düşündüler. Dolayısıyla o binbir türlü “kendiliğindenlik” hareketleri ortaya
çıktı; ve diğerleri arzuyu bir parti yapma vesilesi olarak gördü. Bizim için
her ikisi de değildi, ama bunun pek önemi yoktu, çünkü asamblajlar oluşturdu,
hatta deliler de, deliler, deliler... O kadar çoktular ki, her türlüsü vardı. O
sırada Vincennes'de olup bitenlerin parçasıydılar onlar da. Fakat delilerin
kendi disiplinleri, kendi yordamları vardı... kendi konuşmalarını, kendi
müdahalelerini yapıyorlardı. Onlar da bir asamblaja girdiler, kendi
asamblajlarını inşa ettiler. Asamblaj içinde çok başarılıydılar. Delilerde bir
tür hinlik, kavrayış ve genel olarak iyi niyet vardı. Ama teori düzeyine
gelirsek, pratik olarak bunlar kurulan ve ardından dağılan asamblajlardı.
Teorik olarak, yanlış anlama şunun gibi bir şeydi: Tamam, arzu
kendiliğindenliktir, bu yüzden onlara kendiliğindenciler dendi; ya da parti
yapmaktı, oysa bu demek değildi.
Arzu felsefesi denen şey aslında insanlara sadece şunu söylüyordu:
Gidip psikanalize girme, asla yorumlama, asamblajları deneyimle/deneyle, sana
uygun olan asamblajları ara ve ortaya çıkar, herkesin aramasına izin ver... O
halde asamblaj nedir? Benim için bir asamblaj -Félix için değil, o başka türlü
düşünüyordu belki de... bilmiyorum- benim için, şöyle diyebilirim, bir
asamblajın dört bileşeni vardı... Bu çok çok kabaca böyledir tabii, kendimi
bağlamıyorum, belki de altı tanedir... 1) Asmblaj “şey durumları”nı kasteder,
böylece her birimiz kendimize uygun olan “şey durmu”nu bulabiliriz. Daha önce
içmekle ilgili konuşurken örneğin, bu kafeyi seviyorum, şu kafeyi sevmiyorum,
belli bir kafedeki insanları seviyorum vs. demiştik. İşte bu bir “şey
durumu”dur. 2) Asamblajın başka bir boyutu ise, “les énoncés”, yani sözce
türleridir, her insanın bir üslubu, bir konuşma tarzı vardır. Dolayısıyla, o
iki şey arasındadır. Örneğin, kafede arkadaşlar vardır ve herkesin
arkadaşlarıyla belli bir konuşma tarzı vardır, her kafenin de kendi tarzı vardı
-kafe diyorum ama bu diğer her şey için de geçerlidir. Yani dolayısıyla
asamblaj “şey durumları”nı kapsar ve sonra sözceleri, sözceleme tarzlarını...
Bu gerçekten ilginçtir... Tarih bundan üretilir. Yeni bir sözce türü ortaya çıktığında,
örneğin Rus devriminde, Leninst türden sözceler ne zaman, nasıl, hangi biçimde
ortaya çıktı? Mayıs 68'de, 68 sözcelerinin ilk biçimleri ne zaman görüldü? Bu
çok karmaşıktır. Her durumda, her asamblaj sözcelem tarzlarına işaret eder. 3) Asamblaj,
yeryurda işaret eder, her birimiz bir yeryurt seçer ya da yaratırız. Bir odada
sadece yürürken bile bir yeryurt seçeriz. Tanımadığım bir odaya girerim, odanın
içinde kendimi en iyi hissedeceğim noktayı, yeryurdu ararım. 4) Ve sonra
yersiyurtsuzlaşma dememiz gereken süreçler vardır, yani yeryurdu terk
edişlerimiz.
Bir asamblajın bu dört boyutu, şey durumlarını, sözcelemleri,
yeryurtları, yersiyurtsuzlaşma hareketlerini kapsadığını söyleyebilirim. Arzu
bu [bileşenler] içinde akar.
O zaman... deliler...
Parnet: “Anti-Öidipus”u bir şekilde fazlasıyla motomot okuyup
uyuşturucu kullanan insanlar yüzünden, kendinizi sorumlu hissediyor musunuz?
Çünkü demek istediğim, bu bir sorun değil, bu genç insanları aptalca şeyler
yapmaya kışkırtmak gibi bir şey değil.
Deleuze: Birisi için bazı şeyler kötü gittiğinde, elbette daima
sorumluluk hissederiz...
Parnet: “Anti-Ödipus”un ne gibi etkileri oldu?
Deleuze: ... ve her zaman bir şeylerin iyi gitmesi için bir şeyler
yapmaya çalıştım. Ne olursa olsun, ve bundan onur duyuyorum- Bu gibi
meselelerde asla kurnazlık yapmaya çalışmadığıma inanıyorum. Bir öğrenciye
asla, hadi git, git ve kafayı bul demedim, bunun üstesinden gelmelerine
yardımcı olmak için elimden geleni yapmaya çalıştım. Çünkü en hafif bir şeyin
bile aniden bir insanı devirebileceğinin ve onu pelteye çevirebileceğinin
kesinlikle farkındayım. İçiyorlarsa, peki tamam... Kimseyi asla suçlayamam...
Ne yaparlarsa yapsınlar, hiç suçlamak istemem... Bir insanın uyuşturucu
almasına katlanabilirim, ama bir insanın, ne bileyim, vahşiye dönecek kadar
uyuşturucu almasına katlanamam, demek istediğim bu.
[Anti-Ödipus'un etkisi, pelteye dönmeyi önlemek oldu] ... şizofreninin
başlangıç aşamalarında olan birinin, baskıcı bir hastaneye atılıvereceği bir
duruma gelmesini [önlemek], hepsi bu..
[Anti-Ödipus kitabının amacı şuydu:] Lime lime edilmiş bir paçavraya
dönüşmeyin. Şizofrenik süreci baskıcı hastane sürecinin karşısına koymaktan hiç
vazgeçmedik ve bize göre Terör, bir “hastane yaratığı” üretmekten
kaynaklanıyordu.
[Anti-Ödipus kitabını bugün de değerli kılan, bilinçdışı kavramına
sahip hala tek kitap oluşu.] 1) Bilinçdışının çocukları, 2) Dünya sabuklaması
olarak sabuklama, yani aile sabuklaması değil, kozmik sabuklama, ırkların
sabuklaması, kabilelerin sabuklaması, bunlar iyidir, ve 3) bir makine ve bir
fabrika olarak bilinçdışı, bir tiyatro olarak değil.
“E”
“Enfance” [Çocukluk]
30:58
Çocukluğumdan çok az anım var, çünkü bellek bana göre geçmişi
hatırlamaktansa reddetmesi gereken bir yetidir. Bellek, onu reddetmek için birçok
anı gerekir. Bunun nedeni tam da belleğin bir arşiv olmamasıdır. Şöyle bir şey
hatırlıyorum...
Gerçekten de yazma işinin, kişinin bireysel durumuyla hiç ilgisi
olmadığını düşünüyorum. Bu kişinin bütün ruhunu buna katmadığı anlamına gelmez.
Edebiyat ve yazmak, yaşamla derinden bağlantılıdır. Ama yaşam, kişisel olandan
öte bir şeydir. Kişinin hayatıyla, yazarın kişisel hayatıyla ilgili bir şeyi
edebiyata sokan her şey, doğası gereği talihsizdir, doğası gereği acıklıdır,
çünkü bu kişiyi görmekten alıkoyar, onu engeller. O küçük özel meselesine
başvurmasına neden olur. ... Nasıl insanların kuşattığı hayvan-oluşlar varsa
çocuk-oluşlar da vardır. Yazmanın her zaman bir şey-oluş demek olduğuna
inanıyorum, sadece yazmak için yazılmamasının sebebi de budur. İnsanın, yaşama
ait bir şey içinden geçtiği için, bu şey her ne ise, onun için yazdığını
düşünüyorum. ... İnsan hayat için yazar, bu budur. Ve o insan bir şey haline
gelir. Yazmak oluştur; bir yazar haricinde, istediği her ne ise o haline
gelmektir ve bir arşiv oluşturmak haricinde istediği her şeyi yapmaktır. Arşive
saygı duysam da yaptığımız şeyde bir sorun yok. Arşiv yaratıyoruz ama bunun
sadece başka bir şeyle ilgisi olduğu için anlamı var. Bir arşiv yaratmak için
sebep varsa, bunun nedeni, başka bir şeyle ilgisi olmasıdır.
[Deleuze, bir şairin şiirinden alıntı yapıyor:] “Şanslı kuşaklarda,
epik şiir altı uyaklı dizelerle ve vakayinamelerde söylenirken benim için bir
boşluk işareti var, benimle yüzyıl arasında bir uçurum uzanıyor, mırıldanan
zamanla doldurulmuş bir hendek.
Ailem ne söylemek isterdi? Bilmiyorum. Doğumdan beri geveliyor, yine
de söyleyecekleri var. Bu anadan doğma geveleme bana ağır geliyor ve benim
kuşağımdakilerin çoğuna da. Bize konuşmak değil kekelemek öğretildi ve sadece
yüzyılın kabaran gürültüsünü dinleyerek ve dalgasının çıkardığı köpükle aklanıp
paklanarak bir dil edindik.”
[Bu şiirin benim için anlamı] … yazmanın hayata tanık olmak, hayata
tanıklık etmek olduğu anlamına geliyor. Daha önce de ölen hayvanlar için
konuştuğumuz anlamda. Dildeki kekelemedir bu. Çocukluğu çağırarak edebiyat
yapmak, edebiyatı o küçük özel meselenin içine sokmaktır. Bu tamamen iğrençtir.
K-mart edebiyatı, Pazar edebiyatı çok satanları, hepsi boktandır. Dili, bu
kekelediği noktaya kadar itmezseniz -hiç kolay değildir bu, kekelemek yeterli
değildir, bı bı bı, falan… O noktaya erişemezseniz, o zaman Edebiyatta, dilin
bir sınıra doğru zorlanmasıyla, nasıl bizzat dilin ve yazarın bir hayvan-oluşu
söz konusu oluyorsa, belki bir çocuk-oluş da vardır, ama bu artık onun
çocukluğu değildir. Evet, çocuk olur ama bu kendisinin ya da başkasının değil
dünyanın çocukluğudur, bir dünyanın çocukluğudur. Bu yüzden çocukluğuyla
ilgilenen yazarların canı cehenneme, böyle devam edebilir, ne ala, hak
ettikleri edebiyatı üretirler.
Çocukluğuyla ilgilenmeyen biri varsa, bu kesinlikle Proust’tur,
örneğin… Güzel, o zaman, yazarın görevi gidip aile arşivlerini kazmak değildir,
bir kimsenin çocukluğu kimse için ilginç değildir, kimse ilgilenmez. … Bizim
görevimiz yazmak yoluyla çocuk olmaktır, dünyanın çocukluğuna ulaşmaktır,
dünyanın çocukluğunu yeniden tesis etmektir. Edebiyatın görevi budur.
Yazmak oluştur, ama ne yazar olmak ne de kendi kendinin hatırat yazarı
olmaktır. Bir roman yazacaksam bunun nedeni aşk hikayemin olması değildir,
böyle şeyler düşünmek adiliktir. Bu sadece vasat değil, adicedir. [İnsan kendi
çocukluğu üzerine bir yazı yazsa bile, buradan bir dünya dili çıkarmak
zorundadır, dilin kendi üzerinde çoğalmasını sağlaması gerekiyor.]
“Bir zamanlar olduğum çocuğun hiçbir önemi yok. “Ama ben sadece
olduğum o çocuk da değilim, diğerlerinin arasında bir çocuk, diğerleri gibi bir
çocuktum” demek gerekir. Ben herhangi olan o çocuk fikrinde, ilginç bir şeyler
bulmuşumdur hep, yoksa “ben o özel çocuktum” fikrinde değil… … Her zaman şunu
savundum, yani insanların belgisiz sıfatın önemini anlayamadıklarını. … ben,
ben, ben… belgisiz sıfat son derece zengindir.
Parnet: Bu çokluktur, buna döneceğiz.
“F”
Fidélité [Sadakat] [xDost?]
1:07:27
Sadakat diye bir şey yok. [Dostluk sadakatten farklı bir şey] Birinin
dostu olmak, bir algı meselesidir. … aynı fikirlere sahip olmak demek değildir.
Ama biriyle ortak bir yanı olmak ne demektir? Kendinizi anlatmanız
gerekmeksizin birbirinizi anlarsınız. [Ortak konularda anlaşmaktan bahsetmiyorum,
fikirler ortak olmayabilir ama ortak bir dil ya da bir dil-öncesi ilişkisinden
söz ediyorum. Fikirleriniz, konularınız ortak değil, ama anlıyorsunuz.] [Bir
jest, bir alçakgönüllülük, anlamlı olmasa bile sahip olduğu bir düşünce,…] Tüm
yaşama, onun dirimsel köklerine kadar uzanan cazibe türleri işte bunlardır ve
birisi bir başkasıyla böyle dost olur.
Her birimiz için sözceler vardır, o sözceyi duyduğunuzda, “ne diyor bu
allahaşkına” “nasıl boş laflar bunlar?” dersiniz. Geri alınamayacak sözceler
vardır. Oysa cazibe, tersine, öyle bir cazibesi olan, öyle bir zarafeti olan
önemsiz sözceler vardır ki, hemen şöyle dersiniz, “Bu insan, benim” -tam benlik
anlamında, benim-. Ve benim de tam onluk olabilmeyi ummam anlamında. Buradan
dostluk doğar. Bu yüzden ortada bir algı meselesi vardır. [Sürekli göstergeler
yayan, göstergeler çözen ikili anlaşmalar…] Yani böyle olunca, tek kelime
etmeden biriyle saatler geçirebilirsiniz. Ya da tamamen anlamsız şeyler
söyleyerek.
… filozof bir bilge değildir, … bilgeliğin dostu, bir dost’tur. Yunan
olgusu özgür insanların rekabetidir. [Bu yüzden bu kadar münakaşacıdırlar]
2.1
“G”
“Gaouche” [Sol]
01:46
FKP Fransız Komünist Partisi. [Partiye girmedim, çünkü çok çalışkandım
ve toplantıları sevmiyordum. Çok yetenekli arkadaşlarım vardı ve vakitlerini
tezlerine verseler partiye daha yararlı olacaklardı. Oysa onlar zamanlarını
Stocholm Bildirisi için imza kampanyasıyla geçiriyorlardı.] [Stalin'in daha
yeni keşfettikleri o canavarlıkları...] [Tüm devrimler hazin bir sonuçla bitti.
Ama sorun bir devrimin başarısı ya da başarısızlığı değil, insanın
devrimcileşmekten asla vazgeçmeyişidir.] [Güney Afrikalılar, Filistinliler bir
devrimci-oluşa yakalanmışlardır.] Tiranlık koşullarında, zulüm koşullarında
insanların işi etkin olarak devrimci-oluşlara girmektir çünkü yapacak başka
hiçbir şey yoktur.
[“İnsan hakları” tamamen soyut, bomboş bir şeydir.] Arzu bir nesne
inşa edip bunu arzuluyorum demek değildir. Örneğin, özgürlüğü arzulamayız.
Boştur bu. Daha ziyade şunu arzularız... kendimizi durumlar içinde buluruz.
[Örneğin Ermenistanla ilgili durum] Sovyet Cumhuriyeti anklavı içinde başka bir
anklav. ... Ama Ermenilerin katli ortada. Sonra Ermeniler bir deprem yaşıyor]
İnsanlar “insan hakları” dediklerinde bu entelektüel bir söylemdir sadece.
[Ermenilerin sorunu “insan hakları” değil ki. Asamblaj dediğimi işte bu. Yani
arzu daima asamblajlarda gelir. Tüm bunların içinde bu anklav nedir? -Anklav bir ülkenin başka bir ülke tarafından
kuşatılmış toprağı- Yeryurt
meselesidir işte bu, insan hakları değil, yeryurdun düzenlenmesi ile ilgilidir.
[Ermeniler her yönden kuşatılmış. Peki ne yapacaklar? Bu bir insan hakları ya
da adaletle ilgili bir mesele değil, daha ziyade içtihatla ilgili bir
meseledir. Bu durumların soyut haklarla hiç ilgisi yoktur. Bunlar menfur
vakalardır. İnsanların maruz kaldığı menfur şeylerin hepsi bir vakadır. Ermeni
sorunu olağanüstü karmaşık bir içtihat probleminin çok tipik bir örneğidir.]
Özgürlük adına harekete geçmek, devrimcileşmek, adalet sistemine gelindiğinde,
içtihatla hareket etmek demektir. Hukukun icadı işte tam bu demektir. ...
mesele insan haklarını uygulamak değil, yeni içtihat biçimleri icat
edebilmektir ki böyle bir vaka bir daha mümkün olmasın. İşte bu tamamen farklı
bir şeydir. [İçtihadın ne olduğuna bir örnek vermek gerekirse...] İnsanlar
eskiden takside sigara içerdi. [“insan hakları” yoktur, sadece yaşam hakları
vardır ve yaşam kendini vaka vaka açar] [Bir adam taksiciye dava açıyor ve
kazanıyor -bugün olsa bu böyle olmaz tabi. Taksici hangi gerekçeyle kaybetmişti?
Birisi bir taksiye bindiğinde onu kiralıyor demektir. Kiracı statüsü: kiracı
kiraladığı meskende sigara içme hakkına sahiptir. Ama on yıl sonra bir daire
gibi kiralanan taksi durumu yok artık, gerekçe taksinin bir kamusal hizmet
biçimini alması.] ... işte özgürlük için savaşmak, gerçekten de içtihada
girmektir. [insan hakları felsefi açıdan tamamen boş bir meseledir] Solda olmak
bence bu demektir, hukuk yaratmaktır, hukuku yaratmak.
68 oluşun çıkagelmesidir. ... 68 saf haldeki gerçekti. Bir anda
başımıza gelen gerçekti. İnsanlar bunu anlamadılar, “Bu da nesi?” dediler.
Gerçek insanlar, gerçeklikleri içindeki insanlar. Bu müthiş bir şeydi. ... Bir
oluştu bu. Bir kere, oluşlar kötü de olabilir, tarihçilerin onu anlayamamış
olması zaten neredeyse zorunluydu. Tarih ve oluş arasındaki farka öylesine
inanıyorum ki... 68, devrim geleceği olmayan bir devrimci-oluştu. ... Saf oluş
fenomenleri insanları her yanlarından sarmıştı, hayvan-oluşlar, çocuk-oluşlar,
erkekler için kadın-oluşlar, kadınlar için erkek-oluşlar. ... Her durumda,
Mayıs 68 oluşun çıkagelmesidir.
Bence solcu hükümet diye bir şey yoktur, ... hükümetler arasında
hiçbir fark yoktur demek anlamına gelmez bu. Umabileceğimiz en iyi şey, bir
hükümetin soldan olan belli taleplere ve hak iddialarına olumlu yaklaşmasıdır.
Ama solda olan bir hükümet yoktur, çünkü solda olmanın hükümetlerle hiç ilgisi
yoktur. [Solcu olmanın anlamı nedir? Bu bir algı meselesidir: Solda olmamak ne
anlama gelir? Çin çok uzaktır, öyleyse Avrupa için ne yapabiliriz denir.] Solda
olmak ise bunun tam tersidir: O algılamaktır... [Japonların böyle algıladıkları
söylenir. Onlar önce dünyayı algılarlar, sonra kıtaları, sonra ülkeleri ve en
son beni] Bu bir algı fenomenidir, ufku algılamaktır. Solcu gibi algılarlar.]
Bu bir ahlak meselesi değil, bizzat algı meselesidir. [Öyleyse kenarlardan
başlıyoruz. Bunların çözülmesi gereken sorunlar olduğunu bilmek, bir anlamda
savunmak ve düşünmek. Solda olmak, gerçekten de düzenlemeler bulmaktır, dünya
çapında asamblajlar bulmaktır.] Solda olmak Üçüncü Dünya sorunlarının bize
mahallelerimizdeki sorunlardan daha yakın olduğunu bilmektir. İkincisi, solda
olmak doğası itibariyle [şu] olmaktır ya da daha ziyade bir oluştur, -bir
oluşlar sorunudur-, azınlık-oluşu hiç bırakmamak demektir. Yani sol asla sol
olarak çoğunluk değildir. Çoğunluk daima [bir şeyi] önvarsayar. ... çoğunluk
daima bir standardı önvarsayar. Batı'da her çoğunluğun önvarsaydığı standart
şudur: 1) erkek 2) yetişkin 3) heteroseksüel, 4) şehirde yaşayan...
[Dolayısıyla çoğunluk bu standartlardan oluşan yığışımı kim ya da ne
oluşturuyorsa o yığışıma yönelir.] ... bir çoğunluk, nihayetinde, aslında hiç
kimse değildir, boş bir standarttır. İnsanların çoğu kendilerini bu standart
içinde tanırlar, ama kendi içinde bu standardın içi boştur.
... kadınlar, kadın verili değildir, doğaları gereği kadın
değildirler. Kadınların bir kadın-oluşları vardır, dolayısıyla kadınların bir
kadın-oluşu varsa, erkeklerin de kadın-oluşu olacaktır. ... Çocukların kendi
çocuk-oluşları vardır. Doğaları gereği çocuk değildirler. Tüm bu oluşlar, işte
azınlıklar bunlardır.
Parnet: Yani erkeklerin erkek-oluşu olamaz, çok talihsiz!
Hayır, bu çoğunlukçu bir standarttır, heteroseksüel, yetişkin, erkek.
Onun oluşu yoktur. Bir kadın haline gelebilir ve sonra azınlıkçı süreçlere
girer. Sol, azınlıkçı oluş süreçlerinin yığışımıdır. Yani epey birebir
anlamıyla şöyle diyebilirim: Çoğunluk hiç kimsedir, azınlık herkestir.
[Azınlığın herkes olduğunu bilmek, solda olmak budur.]
“H”
[Felsefe Tarihi]
27:14
Bir beden ne yapabilir? - Spinoza
Filozof temaşa eden ya da hatta düşünümleyen biri değildir. Filozof yaratandır ve çok özel bir şey
yaratır: kavramlar... [Örneğin Platon'un 'idea' dediği şey...] ... başka bir
şey olmayan şeydir, yani ancak ne ise o olan.. [şimdi bu oldukça soyut
görünüyor, oysa daha önce değilim gibi soyut olmamalı.] Sadece ne ise o olan
bir şey; işte bu soyuttur. ... Yalnızca anne olan bir anne düşünelim... [onun
aynı zamanda bir eş, başka bir annenin kızı olduğunu unutalım] ... kendisi de
başka bir annenin kızı olmayan bir anne... işte “anne İdeası” dememiz gereken
şey budur. ... [İşte Platon'un yarattığı bir kavram olarak İdea budur] saf
olarak şeyin ideası... İdeayı tanımlayan, saflıktır. [Ama bu hala soyut
kalıyor, neden?]
Bugün bu kavram yaratımı fikri medya ve reklamcılık tarafından ele
geçirildi; bilgisayarlarla kavramlar yaratabileceğinizi söylüyorlar, “iletişim”
için felsefenin bütün bir dilini çalarak, “yaratıcı” olmak ve kavramlar
yaratmak” gerektiğini söylüyorlar.
58:37 hata (17. yy) X yanılsama
(18. yy) X aptallıktan kaçınmak (19.yy) ... [bunları toplumsal olaylara
bağlayabiliriz, ama aslında problemlerin kuruluşu olarak da görebiliriz]
[Felsefede doğru ile yanlışı aramanın -daha çok bir anlam meselesidir-,
hakikati aramanın bir faydası yoktur]
... tüm aşkınlığı reddeden filozoflar: Spinoza, Nietzsche. Onlar
içkinliğin yazarlarıdır.
[Felix'le aradığımız şey bilinçdışının içkin olan boyutuydu.
Psikanaliz tam anlamıyla aşkın kavramlarla, yasa, baba, anne, vb.
uğraşırken...]
“İ”
[İdée]
1:10:10
Yaratmak bir fikre sahip olmaktır. [Her faaliyette vardır bu. Ama
binde bir olan bir şeydir, her gün başımıza gelmez.] Felsefede fikir kavramlar
biçiminde oluşur. [Yönetmen Minelli'nin yarattığı bütün eserlerde bana sanki
kendine şunu soran biri var gibi geliyor: “İnsanların rüya görmesi tam olarak
ne anlama gelir?”, sadece Minelli'ye ait olan bir soru: “Bir başkasının
rüyasının içine düşmek ne demektir?”]
Bence sanatçı algılamlar yaratan kişidir. [Neden algılama değil
de şu tuhaf algılam kavramını kullanıyoruz?] Tam da algılamların, algılar
olmamasından ötürü... Bir edebiyatçı... ne ister? Bence onun istediği;
kendilerini yaşayanlardan daha uzun yaşayan algıların ve duyumların bir
yığışımını kurabilmektir. İşte bir algılam tamı tamına budur: kendilerini
yaşayanlardan daha uzun yaşayan algıların ve duyumların bir yığışımı.
[Tolstoy'un Çehov'un bir ressamın bile tasvir edemeyeceği bazı tasvirler...]
Yani duyumsamaların, görsel duyumsamaların, işitsel ve hatta neredeyse tat
almaya ilişkin duyumsamaların, ağza giren bir şeyin duyumsanmasının, tüm
bunların karmaşık bir ağı... İşte bu karmaşık duyumsamalar ağına, onları
yaşayan kişiden radikal bir bağımsızlık kazandırmayı deneyelim... Peki ama bunu
yaşayan kişi ölüp gittikten sonra ya da başka bir şey yapmaya geçtiğinde ne
olur? Bu duyumsamalar ağı neye dönüşür? [Buna sanat yanıt verir] Bu karmaşık
duyumsamalar ağına bir süre ya da bir sonsuzluk vermektir bu, ki artık bu
duyumsamalar, biri tarafından yaşanmış şeyler gibi anlaşılmaz, ya da en fazla,
romandaki bir karakter, kurgusal bir karakter tarafından yaşanmış şeyler olarak
anlaşılır. Kurgusalı meydana getiren şey tam da budur. [Bir ressamsa
algılamlara tutarlılık verir] Ressam algılamı algının içinden çekip çıkarır.
Duygulam [affect]... Tabii ki duygulamsız algılamlar yoktur, ama
duygulamlar şuna benzemez.. Algılamı, duyumların ve algıların onları
yaşayanlardan bağımsızlaşan bir yığışımı olarak tanımlamaya çalışmıştım.
Duygulamlar ise bence oluşlardır, kendilerini yaşayanlardan taşan oluşlar.
Kendilerini yaşayanların kuvvetini aşan oluşlar. İşte duygulam budur. Hatta
neredeyse şöyle diyebilirim, müzik duygulamın büyük yaratıcısı değil midir?
Spinoza, Nietzsche “görmemizi” sağlar. Onlar ayrıca önümüze olağanüstü
duygulamlar yağdırırlar. ... müzik bazen renklerin “görünmesine” neden olur.
“J”
[Neşe]
1:25:05
Neşe ve keder...
Bir eyleme gücünü doldurmaktan ibaret olan her şeyin neşe olduğunu
söylemektir bu aslında. Onu doldurduğunuzda, eyleme güçlerinizden birini
gerçekleştirdiğinizde neşe duyarsınız. ... Fakat 1güç” sözcüğü ikirciklidir.
Keder, doğru ya da yanlış, muktedir olduğuma inandığım bir eyleme gücünden
koparıldığımda ortaya çıkar. Bunu yapabilirdim, ama koşullar izin vermedi veya
yasaklandı vesaire...
1:41:38
“K”
“Kant”
1:44:55
Pek çok dönüm noktasına baktığımızda Kant’ı görürüz. Kant, bir şeyi
başlatır, o zamana kadar felsefede hiç ileri sürülmemiş bir şeyi ve sonra onu
sınırlarına kadar zorlar. … Kant’tan önce, 18.yy’da soruşturmacı olarak sunulan
yeni bir filozof tipi vardır, soruşturma, insanın anlama yetisinin
soruşturulması, şunun soruşturulması, bunun soruşturulması. [Bu eğilimin son
temsilcisi Leibniz] … Kant’ın icat etmiş olduğu kavramlar arasında, … aklın
mahkemesi kavramının eleştirel yönteminden ayrılamayacağını düşünüyorum. …
Artık Tanrı’ya ihtiyacı olmayan bir yargı sistemi, … akla dayanan bir yargı
sistemi. [Beni yazarlarda etkileyen şey belli bir probleme yakınlıklarıdır.] …
bu yakınlık nasıl bir şeydir? Belli bir problem kişinin kaderi olabilir [Çünkü
bu öylesine ilgilenilmiş bir problem değildir]. Kendime gelince, yargı
sisteminden kurtulmaya ve onun yerine başka bir şeyi geçirmeye yarayacak
araçları arayıp bulmayı hedefleyen kavramlarla ilişkili olduğumu hissediyorum. …
yargı sisteminin işini bitirmek… [Spinoza, Nietzsche, D.H.Lawrence, Artaud, vb].
Kant’a kadar zaman hareketten türetiliyordu, harekete göre ikincildi.
Hareketin sayısı ya da ölçüsü olduğu düşünülüyordu. Kant bir kavram yaratır,
çünkü tabiiyet ilişkisini tersine çevirir. Kant’la birlikte, artık hareket
zamana bağlı hale gelir. Bir anda zamanın doğası değişir, döngüsel olmaktan
çıkar. Çünkü zaman harekete tabi olduğunda, … nihayetinde en büyük hareket
periyodik olan harekettir, gök cisimlerinin periyodik hareketidir, dolayısıyla
hareket döngüseldir. Tersine zaman hareketten kurtarıldığında ve hareket zamana
bağlı hale geldiğinde ise, zaman düz bir çizgi haline gelir. … Borges döngüsel
bir labirentten daha korkunç olabilecek tek şeyin, düz çizgi şeklindeki bir
labirent olduğunu söyler. Bu harikuladedir, ama zamanı menteşesinden çıkaran
aslen Kant’tır. [Ve hayatının sonuna doğru Kant son kitabını yazar: “Yargı
Gücünün Eleştirisi”]. Kant, yetilerin [anlama yetisi, imgelem, bilgi, ahlak] birbirleriyle
düzensiz ilişkileri olması gerektiği, birbiriyle çarpıştığı ve sonra yeniden
uyumlulaştığı düşüncesine varır. Ama ne olursa olsun yetilerin bir savaşı
vardır ve burada artık hiçbir standart yoktur, bunlar artık bir mahkemeye tabi
değildirler. Yetilerin uyumsuzluğa girdiği, uyumsuz uyumlara girdiği Yüce
kavramını atar ortaya. [uyumsuz uyumlar, düz çizgide başka bir şey olmayan
labirent…] Demek istediğim, tüm bir modern felsefe bu noktadan akmaya başlar,
artık harekete bağlı olan zaman değildir, tersine hareket zamana bağlıdır. …
Ayrıca yetilerin uyumsuz uyumuyla birlikte Yüce kavramının bütünü, bütün bunlar
beni muazzam derecede etkilemiştir. Bunun üstüne bina edilen tüm o diğer
şeylerse beni ilgilendirmiyor, ama bunu yargılamıyorum, işini bitirmek
istediğim şey zaten yargı sistemi, ama bunu da yargılama pozisyonuna geçmeden
yapmak.
[alışkanlık kelimenin tam manasıyla temaşa etmek demektir… Kan o
yürüyüşlerinde neyi temaşa etmekteydi, asıl bunun üzerinde durmak gerekir.]
“L”
“Littérature” [Edebiyat]
1:58:24
Kavram işlevini yerine getirirken aynı sırada şeyleri görmemizi
sağlar, yani algılamlara bağlanmış haldedir ve aniden bu algılamların bir
romanda belirdiğini görürsünüz. Bunlar, algılamlardan kavramlara akan algısal
iletişimlerdir. Üstelik burada da, hem felsefe hem edebiyat için geçerli olan
üslupla ilgili problemler söz konusudur.
2.2
“M”
“Maladie” [Hastalık]
8:03
Dünyada insanların iyi yaşamayı sevmek [bon vivant] dedikleri şeyden
daha sefil bir şey düşünemiyorum, bu sefillik. Tersine, büyük yaşayanlar
[grands vivants] çok zayıf bünyeli insanlardır. … Hastalık bir tür yaşam
görüşünü veya kavrayışını keskinleştirir.
20:16