.
.
.
.
.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962)
Ahmet
Hamdi Tanpınar
Dergâh
Yayınları 1992 İstanbul
Ahmet
Hamdi Tanpınar (1901-1962)
1943
Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi'nin Rüyaları (hikaye) 1943
1946
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (deneme) 1946 (Dergâh Yay. 2004)
1949
Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (monografi) 1949
1949
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (roman) 1949 (Dergâh Yay. 2004)
1955
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru (hikaye) 1955
1961
Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler 1961
1962 Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
(roman) 1962 (Dergâh Yay. 2004)
1967
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal (deneme) 1967
1969
Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (deneme) 1969
1970
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi (deneme) 1970
1973
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (roman) 1973
1975
Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste (roman) 1975 (Dergâh Yay. 2003)
1976
Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri 1976 (YKY 1999)
1983
Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikayeler (1983) (Dergah 2002)
1986
Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (roman) d1986
(Kitap
arkası: Tanpınar, muhteva açısından metafizik eğilimleri ile estetik
endişelerini şiire ayırdığı halde, sosyal temalar için nesri seçmiştir. ...
Türkiye meseleleri ... Medeniyet değiştirme girişimlerinin insanımızı soktuğu
çıkmazlar...)
11
Bütün
bunlara bakıp hakikaten hayatımı, mühim, anlatılması behemehal lâzım gelen bir
şey sandığıma, ona olduğundan fazla bir değer verdiğime inanmayınız. Öteden
beri Cenabı Hakk'ın insanlara bu hayatı yazmak için değil, iyi kötü yaşamak
için bahşettiğine inananlardanım. Zaten yazılmış şekli mevcuttur. Nezd-i
İlahî'deki nüshasından, kaderimizden bahsediyorum.
15
Benim
nazariyem şudur ki, insanlar kâinatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için,
eşya onlara uymak tabiatındadır.
Bilhassa
bizim gibi üst üste inkılaplar yapmış, türlü zümreleri ve nesilleri
geride bırakarak, dolu dizgin ilerlemiş bir cemiyette bu sonuncusuna, yani az
çok siyasi şekline rastlamak gayet tabiîdir.
17
Hayatı
onun gibi (Halit Ayarcı) bir bütün olarak mütalâaya alıştım. Değişme,
koordinasyon, çalışma tanzimi, zihniyet değişikliği, üst düşünce, ilmî zihniyet
gibi tabirlerle konuşmağa, kendi isteksizliğime "zaruret",
"imkansızlık" gibi adlar koymağa, Şarkla Garp arasında ölçüsüz
mukayeseler yapmağa, ciddiliğinden kendim de ürktüğüm hükümler vermeğe
başladım.
22
Babam
istediği kadar doğum günümü eski bir kitabın arkasına 16 Receb-i Şerif, sene
1310 diye kaydetmiş olsun…
23
Günde beş
vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi.
25
Gerek bu dedikodular,
gerek sofaya verdiği o iç kapatıcı manzara yüzünden ben bu saatin düşmanı
olmuştum. Halbuki güzel saatti. Kendi halinde, hiç kimsenin işine karışmadan,
kervanını kaybetmiş bir mekkare (orduda taşıma işinde kullanılan hayvan) gibi
başı boş, dalgın dalgın bir yürüyüşü vardı. Hangi takvimle hareket eder, hangi
senenin peşinde koşar, neleri beklemek için birdenbire günlerce durur, sonra
ağır, tok, etrafı dolduran sesiyle hangi gizli ve mühim vakayı birdenbire ilan
ederdi? Bunu hiç bilmezdik. Çünkü bu bağımsız saat ne ayar, ne ıslah ve tamir
kabul ederdi. O başını almış giden, insanlardan tecerrüt (sıyrılma, soyutlama,
ayrılma) halinde yaşayan hususi bir zamandı. Bazan durup dururken üst üste
çalmaya başlardı. Sonra aylarca yalnız rakkasının gidiş gelişiyle kalırdı.
Annem onun bu ihtiyarî hallerini hiç iyiye yormazdı. Ona göre bu saat ya bir
evliya idi, yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı. Bilhassa İbrahim Beyin
vefat ettiği gece, belki de hemen hemen aynı sularda, haftalardır işlemiyen
saatin birdenbire en derin sesiyle vurmağa başlamasından sonra bu korku
hepimizin içine yerleşti. Annem o günden sonra ayaklı saatimizden hep Mübarek
diye bahsetti. Bütün dindarlığına rağmen daha beşerî düşünen babam ise ona
Menhus (uğursuz) adını koymuştu.
29
Saat
hakkındaki düşünceleri (Nuri Efendi) bâzan daha derinleşirdi: "Saatin
kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve
mekân, insanla mevcuttur!"
31
Ayarsız
saat bu halim selim adamı âdeta çileden çıkarırdı. … ayarsız bir saatin hiçbir
mazereti yoktu. O bir içtimaî cürüm, korkunç bir günahtı. İnsanları iğfal etmek
(ayartma, baştan çıkarma), onlara vakitlerini israf ettirmek suretiyle hak
yolundan ayırmak için şeytanın başvurduğu çarelerden biri de Nuri Efendiye
göre, şüphesiz ayarsız saatlerdi.
38
Mamafih
Lûtfullah, kendisi de esrar kullandığını gizlemezdi. Onun için esrar tehlikeli
bir keyif vasıtası değil büyüğe, hakikate ermek için bir yol, kendi karışık
lügatince "târik" (yol, vasıta) idi. Aklı ortadan kaldırmadan hakikate
ermenin imkansızlığını her zaman söyler, çok defa yarı mastor (çok sarhoş)
gezerdi.
42
Nasıl biz
Seyit Lûtfullah'ın hakikî güzelliğini göremiyorsak bu sarayın ihtişamını da
öylece göremezdik. Ancak define meydana çıktığı zaman bu saray da som altın sütunları,
firuze ve elmas kubbeleriyle parlıyacaktı. Zaten o zaman her şey yoluna
girecekti. Aselban (rüyasında gördüğü kadına verdiği ad) maddesiyle görünmeğe
razı olacak, âşığı asıl çehresiyle ortada gezecek ve beraberce ebedî
lezzetlerle dolu bir hayat yaşayacaklardı.
43
Bu
taraftan bakılırsa Seyit Lûtfullah ebedi hayata kavuşmak, namütenahi (sonsuz)
hazlar ve kudretler elde etmek için tesadüfün kendisine verdiği nimetleri
istihkar (hor görme, aşağılama) eden, onları doğru dürüst yaşamıyan bir adamdı.
O büyük bir ruh ve idealistti. Hayatta "hep" veya "hiç"ten
başka bir had tanımamıştı. Ve bu "hep"i elde etmek için
"hiç"in kısır çölünde yaşamayı tercih etmişti.
Kafası
tamamiyle ilmî metodlarla işleyen aziz dostum (Doktor Ramiz) bir aralık bu
yüzden Seyit Lûtfullah'ın Marx'ı okuyup okumadığını bile merak eder olmuştu.
Sık sık "Marx ve Engels'i okumuş olması lazım! Yazık ki tahkik
etmemişsiniz" diye bana çıkışır...
- Sizler
daima böylesiniz... Ruhunuzu saran küçüklük duyguları içinde büyük değerlerimizi
kaybedersiniz... Azizim vazgeçin bu huydan. Ben kat'iyen eminim ki Almanca
biliyordu ve bütün sosyalist edebiyatı okumuştu. Aksi takdirde devrimizin büyük
meselesi olan adalet ve haksızlık davalarını bu kadar kuvvetle benimsemez ve
uğrunda böyle mücadele etmezdi. O bizim sosyalist mektebimizin başlangıcıdır,
diye sustururdu.
48
Kaldı ki,
bu harap binanın yerinde yapılan apartmanları görünce insan ister istemez
teselli buluyor. Semt âdeta şenlenmiş. Bu gidişle bir kaç yıl içinde modern bir
mahalle kurulacak! Ben artık modern adamı, modern mimariyi, modern konforu
seviyorum.
49
(Romanın
kahramanı Hayri İrdal) Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder.
Hem ne
oluyor kuzum, kendi hayatımızı mı yaşayacağız, yoksa ölüleri mi bekleyeceğiz?
51
(Asım
Efendi) Hiç de Nuri Efendiye benzemiyordu. Saat hakkında hiçbir fikri ve
felsefesi yoktu. Bir gün Nuri Eefendi'den öğrendiğim şeyleri şöyle bir
tekrarlıyayım dedim, hiçbir şey anlamadı. Saat insana benzer, der demez,
"Buraya bak, ben delilikten hoşlanmam!" cevabını verdi.
52
Halam
neşesiz, somurtkan, son derece sofu, kibirli, alıngan, nefsine hakiki bir
düşman muamelesi yapmaktan hoşlanan bir kadıncağızdı.
55
- Hoş
geldin kardeşim... diye bir şeyler kekelemek istedi ve titreyen elleriyle
ceplerine, koynuna doldurduklarının hepsini teker teker çıkardı. Beş dakika
sonra küle basılmış sülük gibiydi. Bütün aldıklarını hattâ fazlasıyla vermişti.
Fazlasiyle, çünkü istikbal için beslenen ümidi dahi orada bırakmıştı.
62
Fakat ben
artık eski Hayri değildim. ... Seyit Lûfullah'ın mektebinden geçmiştim. Hayat
kelimesi ile çalışma (o sırada iş arıyor) kelimesi arasında kafamda hiçbir
münasebet kalmamıştı. Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı.
... Üç gün sonra tuluat (perdeli orta oyunu. Sanatçılar oynadıkları eserin
konusuna bağlıdırlar, ama oyundaki sözleri içlerinden geldiği gibi söylerler.
Yazılı esere uymak mecburiyetleri yoktur.) kumpanyalarından birinde idim.
Tabiî
bana hiçbir mühim rol vermediler. Yaptığımızın fevkalâde bir iş olduğunu da hiç
zannetmiyordum. Buna rağmen bu 1913 yılı, hayatımın en harika devri oldu. Gün
baştan aşağı benimdi. Akşama doğru bir suikast hazırlar gibi yavaş yavaş
tiyatroda toplanıyorduk. Sonra bir hay huydur başlıyordu.
63
Üçüncü
merhale (aşama, evre) yine Kadıköyünde, bu sefer bir operet oldu. Alaturka ile
alafranga arasında sallanan bir musikide sesimi tecrübe ettim. Hüzzam, Hüseyni,
babamla her perşembe akşamı ve Cuma günü devam ettiğimiz tekkelerde beraberce
okuduğumuz makamların bütün programı bu musikiye sığabiliyordu.
69
Kitaplara
bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun
sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik söziyle, hayata hükmeder. Fakat
kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar
müdahalesini göremezsiniz. Bütün telakkileri, hususi bağlanışları hep bu aklın
varlığını yalanlar, ...
71
Emine,
şimdiki sinema dilini hiç bilmeden, Abdüsselâm Beyin evindeki hayatımıza
bakarak kendimize "muhabbet esiri" adını vermişti.
85
Daha o
gün Doktor Ramiz'in bu tedavi sistemine (psikanaliz), hastası çıkınca tatbik
edilecek bir usulden ziyade bütün dünyayı ıslah edecek tek vasıta, ancak
dinlerde görülen o tek kurtuluş yolu gibi baktığını anladım.
Gençlik,
memleket meseleleri, umumi terbiye, istihsal ve bilhassa hareket gibi kelimeler
dilinden düşmüyordu.
iptidai: eskimiş, ilkel, primitif
95
(Doktor
Ramiz) Bakın etrafa, hep maziden şikayet ediyoruz, hepimiz onunla meşgulüz. Onu
içinden değiştirmek istiyoruz. Bunun mânası nedir. Bir baba kompleksi değil
mi?... Büyük, küçük hepimiz onunla uğraşmıyor muyuz?... Şu Etilere,
Frikyalılara bilmemne kavimlerine muhabbetimiz nedir? Baba kompleksinden başka
birşey mi?
99
(Doktor
Ramiz) - Size en yeni ve şahsi metodu, kendi bulduğum metodu tatbik ediyorum.
Buna "Dirije rüya" metodu adını verdim. Evvelce görülmüş rüyalarla
hastalığı teşhisten sonra hastanın rüyalarını sıkı bir kontrolla idare ederek
onu tedavi etmek metodu...
...
Doktor Ramiz'e göre irade, psikanalizin yanıbaşına konabilecek hayatı tıpkı bir
kralın kraliçesi gibi onunla paylaşmağa layık tek şeydi. Bütün büyük filozoflar
ondan bahsederlerdi. Ve tabiî hemen arkasından bir yığın isim geliyordu. Bir
yığın isim ki iradenin ta kendisi idiler: Nietzsche, Schopenhauer...
Ve ben
yalnız odada başım iki elimin arasında şaşkın ve budala "Beethoven,
Nietzsche, irade, Schopenhauer, psikanaliz..." diye tekrarladım. Ah
kelimeler, isimler ve onlara inanmanın saadeti...
101
(Doktor
Ramiz) - Azizim, bizim bu eskiler, tükenmez hazine...
Niçin
eskilerden bahsederken başımızı sallarız? Bu bir adet mi, gelenek mi, yoksa
yeni bir hastalık mı?
108
Bu
kahvede neler konuşulmazdı? Tarih, Bergson felsefesi, Aristo mantığı, Yunan
şiiri, psikanaliz, ispritizma, alelade dedikodu, çıplak hikaye, korkunç veya
meraklı macera, günlük siyasi hadise, birbiriyle sarmaş dolaş, biri öbürünü
yarıda bırakarak, çok yüklü, beraberinde her rastgeldiğini taşıyan bir bahar
seli gibi kabarık bu konuşmada beyhude ve şaşırtıcı akar giderdi. Tabii
hiçbirinden tam bahsedilmezdi. Hepsi çok uzun bir uykudan, bir çeşit ölümden
sonra hatırlanır gibi kahveye gelirdi. Büyük İskender veya Annibal, Kant'ın
imperatif'leri, bu sayıklamaya benzer konuşmada sadece günlük hayatı uyuşturmak
için icad edilmiş şeylerdi.
109
Zaten bu
cins ciddi şeylerden bahsedenler, hususi bir isim altında tanınırlardı. Onlar
Nizamıalemcilerdi. Dünyayı düzeltmek zahmetini üstlerine alan bu
aristokratların altında daha geniş bir tabakaya "Esafili şark" adı
verilmişti. Onlar kültürden, medeniyetten bu kahvedeki müşterek hayata
yarayacak kadarını almakla yetinen günlük hazların ve geçim sıkıntısının veya
çaresizliklerinin dışında yalnızca komiğin, aksayanın üzerinde zararsızca
durmakla yetinirlerdi. Nihayet üçüncü bir tabaka, Şiş Taifesi gelirdi. Şiş,
hiçbir inceliği olmıyan, şehir hayatına intibak etmemiş, yahut kaba
insiyaklarını (içgüdülerini) yenememiş insanlardı.
111
(Halit
Ayarcı) - Bana kalırsa bu çalışma hayatına tam intibak etmemekten gelen bir
şeydir, demişti. Hayat, kendi şeklini yaratmazsa böyle olur. Bu kahve hakkında
sizi dinlerken ben, çoğunu tanıdığım bu insanları hep bir çeşit aralıkta
yaşıyorlarmış gibi düşündüm. İsterseniz onlara kapının dışında kalanlar da
diyebiliriz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde yarı ciddi, yarı
şaka, tembel bir hayat! Öyle bir mazi falanla pek alakası olmasa gerek!
112
Şüphesiz
işin içine menfaat girince her şey değişiyordu ve menfaat bu kahvede hiç de
ikinci derecede kalan bir şey değildi. ... Ve bütün bu hesaplar, fiskoslar
(gizli ve alçak sesle konuşma), bâzan çetin kavgalarda biten anlaşmazlıklar
uysal dostlarımızı bile çok başka ışıklarda gösteren şeylerdi.
116
kollektif
mimari
121
Mevsim
yazdı. Odaya açık pencerelerden dalga dalga sıcak bir rüzgar giriyor,
yüzlerimizi alazlıyor, bizi çok başka derinliklere çekip götürüyor ve sonra
esniyerek, hatibin iyi niyetine teslim ediyordu. Bir arı, küçük cüssesinde
birkaç dizel motörünün sesini bulmuş, durmadan başımızın üstünde vızıldıyor,
havada üst üste çelik levhalar deliyor. Onların aralarından geçerek Doktor
Ramiz'in sesine sarılıp, onu örtüyordu.
İlk önce
Yangeldi Asaf Bey arka sırada seçtiği yerinde uyumağa başladı. Fahrî müdür sıfatiyle
hatibin bir basamak aşağısında, iki elim dizimde, ayakkaplarımın söküğü
görülmesin diye gayretler ederek, terbiyeli terbiyeli oturduğum sandalyeden
-Avrupa'da böyle yapılırmış, tabiî müdür sıfatiyle oturmam için söylüyorum,
ayakkapların eskiliği için değil- onun iki kolunu işgal ettiği iki sandalyeden
çektiğini, sonra tam önündeki umacı şapkalı kadının ensesine doğru dikkatle
baktığını bir lahza görür gibi oldum. Sonra birdenbire başı bu şapkanın
arkasında kayboldu ve binlerce melek kemanlarını dinliyormuş gibi ilahî bir
mışıltı başladı. Üçüncü sahifeye doğru bu mışıltıların, arının vızıltısiyle
beraber teşkil ettikleri küçük, hafif ve serin çalkantılı körfezde bizim
gruptan genç bir şairin rüyaları yelken açtı ve tek başına şiddetli bir geçmiş
zaman deniz muharebesine girdi. Halatlar gıcırdıyor, ağızdan dolma toplar
simsiyah gürlüyor, hücumlar (122) vaveylalar (çığlıklar) arasında yangınlar
büyüyordu. En ön sırada oturan kırklık bir hanım bu karışıklıktan derhal
istifade, etti ve şüphesiz gelirken cebine gizlediği bir düzine kadar ördek
yavrusunu usulcacık yere bıraktı ve kendini onların vakvakları arkasında
maskeledi. Onu biraz ötede bir başkası takip etti ve derhal bitmez tükenmez bir
iştahla boşanan bir banyo oldu.
Onuncu
sahifeye doğru evlerinde ve daha rahat şartlar altında uyumak için salonu terk
edenler müstesna, hemen herkes uyudu. Hepsi uyur uyumaz hançeresinin müstait
(kabiliyetli) olduğu yahut tercih ettiği sesi derhal buluyor, derhal o ses ve
hareket oluyor, onu bütün rahatlığiyle yaşıyordu.
Doktor
Ramiz, bu kollektif ihanetle elinden geldiği kadar mücadele etti. Hiçbir zaman
onu bu kadar kahraman ve vaziyete hakim olma kararında görmemiştim. Sesi, Asaf
Beyin mırıltılarının her lahza yeniden yetiştirdiği yumuşak otlar ve nebatlar arasından
kükremiş bir aslan gibi fırlıyor, sağa sola en beklenmedik şekilde hücum
ediyor, görünmez düşmanlariyle boğuşuyor, atılıyor, yakaladığını boğuyor,
boğamadığını sindiriyordu.
Yüzü ter
içindeydi, elleriyle durmadan işaretler yapıyor, sanki yirmi ağızdan birden
üzerine hücum eden horlamaları iterek, kakarak kendisine yol açmağa çalışıyor,
kelimeler, dudaklarından kırbaç şakırtılariyle çıkıyor, ateşli ökseler gibi
dört yana fırlıyor, itfaiye hortumları gibi sağa sola uzanıyordu. Fakat, bir
insan tek başına bu kadar çok, bu kadar terbiyeli, kaçmasını, değişmesini,
sinmesini bu kadar iyi bilen bir düşmanla nasıl mücadele edebilirdi!
İki
saniye evvel hakladığı, bir saniye sonra tekrar diriliyor, tekrar gölgede pusu
başlıyor, ördek yavruları telaşlı telaşlı vaklıyorlar, delinmiş su borusu, bir
kobra yılanı gibi ıslık çalıyor, banyo dünyanın bütün sularını döndüre döndüre
boşaltıyor, imkansız yokuşlarda kamyonlar vites değiştiriyor, en gürültülü tren
kazaları birbirini kovalıyordu.
Ve Doktor
Ramiz'in sesi, her an uyanık, her an tetikte her hadiseyi anında karşılıyor,
durmadan şekil değiştiriyor, yalvarıyor, örfi idareler ilan ediyordu.
Ben,
ellerim dizimde, ikide bir ağırlaşan göz kapaklarımı parmaklarımla açarak, onun
bu gayretini seyrediyor, gösterdiği cesarete, kudrete, her an biraz daha hayran
oluyordum.
"Dahî
bir avrat rüyasında azgın bir deli görse iyi niyet değildir. Hemen tövbe ve
istiğfar eyleye..."
Yantarafta,
üçüncü sırada o zamana kadar farkına varmadığım genç (123) kadın ağır uykusundan
derin bir "Oh!" çekerek yerinde gerindi. Doktor Ramiz bu ilk ümit
işaretine adeta bir kurtarıcıya yapışır gibi yapıştı ve en gür sesiyle devam
etti.
"—
Ve dahî bu mecnun er kişi ise ve çıplak ise ol avrat behemehal zina işler,
zevci mukayyet ola..."
Kırklık
hanımın boynu birdenbire iri bir kumru oldu ve dem çekmeğe (şakımaya) başladı.
Ördek yavruları artık ortalıkta görünmüyordu. Hatip bu değişiklikten habersiz,
devam ediyordu.
"-Ve
dahî bir er kişi rüyasında kendisini cümlesi uyur bir taifenin arasında görse
büyük beşarettir cümle ef'alinde faili mutlak olur ve kimesneye hesap verme
zorunda bulunmaz."
Doktor
Ramiz bu cümlenin verdiği hürriyetten istifade etti ve başını hemen oracıkta,
boynunun üstünde eğerek o da uyumağa başladı.
126
Cemal Bey
ise kollektif yalandan hoşlanacak adam değildi. (ruh çağırma cemiyeti)
138
Nasıl
ilim, dünyamızı iyiden iyiye tanıdıktan sonra diğer yıldızları hedef almışsa,
Sabriye Hanım da şimdi öbür dünya ile, oradaki hayatla meşguldü (İspritizma
Cemiyeti)
140
- Hayır,
ne münasebet! Şirket tasfiye edilir mi hiç! Bilakis eskisinden daha itibarda.
Aksiyonlar yükseldi, daha da yükselecek!
174
- Garip
şey, dedim. Birbirlerine de benziyorlar.
- Evet,
benzerler. O benziyen şey yok mu, işte o hüviyetlerine sinen iktidardır. Dedim
ya, bu bir hulûl (gelme, gelip çatma) hadisesidir, ben sende ve sen bende...
177
- Olur
şey değil... diyordu. Böyle bir adam, aramızda bulunsun... Monşer, bu tam
filozof, hem de muhtaç olduğumuz filozof... Zaman felsefesi... Anladınız mı?
Zaman, yani çalışma felsefesi...
180
muganniye: şarkıcı kadın
- Aman
beyefendi, dedim, hangi artist, hangi büyük... Arz ettim, sesi çirkin, sonra
kabiliyetsiz... Sonra cahil. Daha İsfahanla Mahuru, Rastla Acemaşiranı
birbirinden ayıramıyor.
- (Hayri
Ayarcı) ... sanattan, bugünün sanatından anlamıyorsunuz. Evvela bu bir
kalabalık işidir. Kalabalık neyi sever, neyi sevmez? Bunu kimse bilmez. Sonra
bu mesele ümitsiz bir kalabalığın işidir. Siz de bilirsiniz ki zevk denen
yüksek şeyin bizim içimizde içgüdüden kolaylığa kadar giden bir yığın karşılığı
vardır. Zevkten ümit kesildi mi onlara kolayca teslim oluruz. İşler karışınca
(181) zevkten ümit kesilir. Musiki denince herkes, evvela "Hangi
musiki?" sualini kendisine soruyor. Bu sual bir kere soruldu mu sizin zevk
üslup dediğiniz şeyler yoktur artık. Sonra kulağın herkeste ayarı bozuldu.
Radyo devrindeyiz. Musikiyi nadir bir şey gibi dinlemiyoruz. O, romatizma,
nezle para sıkıntısı harb ihtimali, çok geçimsizlik gibi günlerimizin tabiî
arkadaşı oldu. Bu işe bir de kalabalığı ilave edin... Hayır, ben eminim ki
bahsettiğimiz hanımefendi birkaç gün içinde yepyeni bir şöhret olarak
İstanbul'u fethedebilir. Bakın! Vaziyet çok müşkül olurdu, şayet baldızınız
hanımefendi Batı musikisine merak sarsaydı. Çünkü onu hakikaten yıllar boyu
öğrenmek lazım.
Bir
müddet yüzüme baktı. Hakikaten afallamıştım.
- Bu
meselelerde herkes işin alayında... Farkında olmadan alayında.. Burasını
anlamıyor musunuz?
- Hangi
alay ? Çıldırıyorlar...
-
Tabii... Hayatlarına biraz duygu, istisnaî zamanlar katmak istiyorlar. Herkes
kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak, kendini süslemek istiyor, fakat
musikiden o kadar anlamıyorlar ki, şarkıları güfteleri için seviyorlar. Zavallı
Hayri Bey, siz garip bir adamsınız. Sizin bahsettiğiniz ölçüler geçmiş zamanda
kaldı. Onlar, hani şu demin söylediğiniz, ustadan ustaya mektuplardı. Şimdi
artık o klasik devirde değiliz. İsfahanla Acemaşiranı birbirinden ayırmak
kimsenin aklından geçmez. Siz bana söyleyin, kimi taklit ediyor?
-
Meşhurların hemen hepsini... Fakat hepsini aynı sesle, aynı makamdan, aynı
şekilde söylüyor...
- Demek
son derecede şahsî! Mesele halloldu. Orijinal ve yeni... Dikkat edin, yeni
diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum
yoktur. Şimdi seçilecek yol kaldı. Halk müsikisi mi, alaturka mı? Yoksa
alafrangaya kaçan halk musikisi mi, yahut halk musikisine kaçan alafranga
mı?... Amma, bunu burada, bu masa başında pek kesip atamayız. Fakat öyle
sanıyorum ki sesin bahsettiğiniz meziyetlerine göre -Halit Ayarcı burada yüzünü
buruşturdu ve parmaklariyle çok adi bir kumaşı yokluyormuş gibi bir hareket
yaptı- daha ziyade alafrangaya kaçan bazı mahallî halk türkülerinde muvaffak
olacaktır... Evet öyle tahmin ediyorum. Meğerki türkçe tangoyu tercih etsin!
Yahut bazı yeni şarkıları...
Yüzüme
dalgın dalgın baktı.
- Evet,
bütün mesele burada. Siz teşebbüs fikrinden mahrumsunuz. Sonra idealistsiniz.
Realiteyi görmüyorsunuz... Hulasa eski adamsınız.
. Yazık, çok yazık! Biraz realist olsanız bir parça, ufak bir miktarda, her şey
değişirdi.
182
(Halit
Ayarcı) Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla
en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hahikati görmüşsün ne çıkar?
Kendi başına hiçbir manası ve kıymeti olmıyan bir yığın hüküm vermekten başka
neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar
listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan
alıyor seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi
görmek... Yani bozguncu olmak... Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan
doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz, dedim.
Yeni adamın realizmi başkadır. Elinde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu
vasıflariyle ben ne yapabilirim? İşte sorulacak sual.
183
(Halit
Ayarcı) - ... Siz hakiki bir hazineye sahipsiniz, farkında değilsiniz.
Toparlamaya çalışalım: Çirkin, diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telakkilerine göre
sempatik demektir. Sesi kötü, diyorsunuz, şu halde dokunaklı ve bazı havalara
elverişli demektir. Kabiliyetsiz, diyorsunuz, o halde muhakkak orjinaldir.
Yarın baldızınızla meşgul olurum...
184
- Evet,
dedi, tahminim gibi... Hanımefendi hakikaten muvaffak olacak... Hayata inanmak
lazım Hayri Bey. Siz hayata değil, Acemaşirana inanıyordunuz... Gördünüz mü
nasıl beğenildi? Bu canlı insanın insanla karşılaşmasıdır. Sizin klasik
makamlarınız böyle bir muvaffakiyeti dünyada elde edemezdi. Şimdiden sonra yolu
açıktır. Göreceksiniz neler yapar.
186
...
enstitünün teşkilatını hazırlamış olduğunu bir sabah bize müjdeledi. Ondan
sonra esbabı mücibe lâyihasını yazmaya başladı. (gerekçe tasarısı)
188
- Fakat
niye gelmiyor?
-
Gelecek... Ama biraz işleri yoluna koyduktan sonra... Yarın Ankara'ya gidiyor.
Bu işleri konuşacak!
İçimden
"Bari anlatmasa, kimseye bir şey söylemese!" diye dua etmekten başka
ne yapabilirdim?
189
(Derviş
Efendi) Fakat onun da aklı bu işi almıyordu, benim akşama kadar sağdan soldan
bulduğum saatleri tamir etmekliğim, Nermin Hanımın süveter örerek hayatını
anlatması, kendisinin bizi seyretmesi için bütün bu işin kurulmuş olmasına
şaşıyordu.
- Beyim,
demişti, bu işe ben de şaşıyorum. İçime acayip şüpheler girmeye başladı. Acaba öldüm
de cennette miyim diye düşünüyorum.
193
Fakat
Halit Ayarcı dinlemiyordu. O, bu işteki muvaffakiyetin tamamiyle belediye
reisine ait olduğuna kanidi. Ne çare ki karşısındaki de aynı şekilde ısrar
ediyordu.
- Evet,
dediğim gibi... Bizim vazifemiz çalışanlara yardımdır, asıl muvaffakiyet
sizindir. Ben sadece elimden gelen imkânı hazırladım... Ve tepsi olduğu gibi
yine bize geldi.
Demek
usul bu idi. Evvela muvaffakiyet denen bir şey kabul edilecek, sonra sahibi
aranıp bulunacak, o tebrik edilecek, bu sefer o, muvaffakiyetin asıl
karşısındakinin olduğunu iddia ederek ona ayniyle devredecek, öteki çok manalı
bir kelime ile kendi hissesini ayırdıktan sonra yine geriye verecekti. Böylece
üzerinde bu kadar devrü teslim, iade ve tekrar iade muamelesi geçtikten sonra
bu muvaffakiyetten artık kim şüphe edebilirdi? Enstitümüzün kurulması bir
muvaffakiyetti (başarı). Bu resmen muamelesini görmüş bir vâkıa idi. Artık
müsterih olabilirdim.
194
Böylece parça
parça bir adamın muhayyilesinde yaratıldıktan sonra ayrıca da büyük bir
teşkilatın mihveri (eksen) olmuştum.
196
Hayır
efendim, hayır... Onlar alelade memuriyetler için lazım gelen şeylerdir.
Halbuki bu hayatın bizatihi kendisi olan bir iş.
200
- Aman
beyefendi, dedim, bu tam aksi olmuyor mu? Yani evvela incelemeler yapılır,
rakamlar, yani neticeler elde edilir. Sonra onların ifadesi olan kolonlar
tanzim edilir. Hiç olmazsa benim bildiğim böyle...
- Eski
usul, dedi, eski ve manasız. Müthiş zaman yer. Sonra hiçbir neticeye götürmez.
... Saymak bizi daima aldatır. Gülünç ve eksik neticelere götürür. Zaten
herhangi bir şeyi saymanın imkânı yoktur. İnsan tek bir hal olsa istatistik
denen şeye inanırım. İnsan karışıktır, durmadan değişir.
201
- Niçin
inanmıyorsunuz?
- Bana
müsbet bir işimiz yok gibi geliyor...
- Müsbet
işten kastınız nedir? Herkesin inandığı aklın bir lâhzada (bir anda, çarçabuk)
kavradığı değil mi? Mesela hamallık! Eşya var, bir yerden bir yere gidecek,
götürülecek.
- Sade bu
kadar mı?
205
-
Personelin muayyen üniforması olacak mı? diye sordum.
- Henüz
düşünmedim.
-
Biliyorsunuz ki ben tutacağına inanmıyorum. Fakat tutması için böyle bir
üniforma bana şart görünüyor. Erkeklerde vücudun bütün güzelliğini gösterecek,
kadın ve kızlarda icap ederse yaşı örtmeye ve bilhassa az çok cins dışına
çıkarak güzelliği daha keskin, ısırıcı daha sinema yapmağa yarayacak bir
üniforma... Hiç olmazsa bir nevi kasketimsi bir şey! Daha ziyade genç erkek
hali verecek bir kıyafet!
215
Halit
Ayarcı bütün bu konuşma boyunca adeta lâkayt kalmıştı. Masanın bir köşesine
hafifçe yaslanmış, sakin ve alakasız, beyhude sözlerle israf edilen zamana pek
fazla fark ettirmeden acır gibi etrafına bakıyordu. Hiçbir zaman can sıkıntısı
denen şeyin bu kadar asil, bu kadar üstün şeklini görmemiştim. Etrafındaki
konuşmanın bitmesini, birdenbire kabaran bir rüzgârın savurduğu bir toz
dalgasının geçmesini bekler gibi bekliyordu. "Ben işe karışacağım zamanı
biliyorum. Fakat siz bir kere aranızda anlaşın! Sizleri huyunuzdan vazgeçiremem
ki... Çaresiz tahammül edeceğim. Nasıl olsa olduğum yere geleceksiniz".
Bir insan karşısındakine o anda yalnız sabır ve tahammül olduğunu ancak bu
kadar terbiyeli şekilde gösterebilirdi.
217
"Ah
Yarabbim, ekmek paramı niçin bana doğrudan doğruya vermedin de beni
başkalarının uydurduğu bir yalan yaptın!"
218
(Fakat
nasıl oldu da Ahmet Zamanî Efendinin adı işitilmedi?) -Eskiler malum efendim...
Şöhrete afet diye bakarlardı.
- Öyle ya
niçin olmasın? ... Eskileri o kadar az biliyoruz ki...
Ben
söyledikçe belediye reisinin de, salâhiyetli (yetkili) zatın da yüzleri
tebessüme gark oluyordu. Ah, bu küçük teferruat... İki üç çizgi, birkaç konuşma
parçası, işte size bütün bir hayat... Tevekkeli değil eskiler yalnız şiir
söylemişler!
219
riyaziyeci: matematikçi
220
- Artık
bundan sonra şüphe etmezsiniz zannederim... dedi.
- Hayır,
dedim. Müessese kurulacak. Bir de işimizi bilsek!
- Hâlâ
bilmiyor musunuz? Saatleri ayarlayacağız...
- Evet
ama nasıl? Bu kadar kalabalık bir teşkilatla...
221
(Halit
Ayarcı) - Adı olan her şey mevcuttur Hayri Bey! dedi. Binaenaleyh Ahmet Zamanî
Efendi vardır. Biraz da ikimiz böyle istediğimiz için vardır.
222
(Halit
Ayarcı) - Kim yazdıysa bunu, işi anlamış... Zeki adam! Evvelâ asrını biliyor.
Bu asra birçok ad verilebilir. Fakat o her şeyden evvel bürokrasi asrıdır.
Spingler'den Kayserling'e kadar bütün filozoflar bürokrasiden bahsederler.
227
(Halit
Ayarcı) (Pakize'nin gazeteye verdiği röportaj)
- Sizi ıslah ediyor, tanzim ediyor, sevebileceği şekle sokuyor... Niçin
ters tarafından alıyorsunuz hep? Bütün bunları da sizi sevdiği için yapıyor.
Size hakiki çehrenizi veriyor.
- Baştan
aşağı yalan ve hamakat!...
224
(Halit
Ayarcı) Elli senede bir medeniyete bütün tarihiyle yetişmek kolay mı? İşin
içine elbette biraz mübalağa girecek!
229
(Halit
Ayarcı) Hayat yürüyor. Birgün kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni
diye bir şey var! Onu inkâr edenin vay haline! Zorla değiştiremeyiz ya! Sağduyusu
kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın peşindeyiz!
238
(Pakize'nin
"Yine bu vakitlere kadar çalıştın, değil mi? Hayri, sen hiç kendine
acımıyorsun!" sesi) Radyoda kadın sesiyle yapılan o reklâm özentileri bile
bu kadar soğuk olamazdı.
244
(Hayri
Ayarcı) - Onun (Ahmet Zamanî Efendi) Akd-ül-Mizaciî-Umur-il-İzdivaç adlı
risalesini (küçük kitap, broşür) gençliğinizde okumuş olmanız hakikaten talih
eseridir.
- Bir
harekette başlangıçtaki hızı tutmak; onu yaratmak kadar mühimdir. Siz bizim
hareketimizi maziye nakille hızlandırdınız. Ayrıca da cedlerimizin daima
inkılapçı ve modern olduklarını gösterdiniz.
264
(Halit
Ayarcı) Modern dünya, modern çalışma...
265
(Halit
İrdal) Elimdeki viski kadehini ona tutuşturdum.
269
Fakat
asıl dikkate değeri koltuğun tam karşısında, Naşit Beyin av tüfeklerinden sanki
hakikaten karacalar, daha büyük ve tehlikeli hayvanlar avlıyormuş gibi her cins
av bıçaklarından yapılmış armamsı süstü.
270
(Halit
Ayarcı) - Koltuk rahattır. Biz çıkıyoruz, keyfinize bakın!
Yüzündeki
tebessüme hayran oldum. İnsan bu istihzayı (ince alay) bulduktan sonra
ebediyete kadar müsamahalı olurdu.
276
- Amma bir yanlış yapabilirdim, her şey
berbat olurdu.
(Halit
Ayarcı) Bir kahkaha savurdu.
- Yapsanız ne çıkardı? Hata denen şey yoktur
ki zaten... İyi anlayın! Farz ediniz ki hakikaten bir yanlış yaptınız! Oradan
yürürüz ve doğruya çıkarız. Hata denen şey tashih (düzeltmek) etmek
budalalığında bulunanlar için mevcuttur. Bizim için değil... Bütün mesele bir
vaziyeti iyi hazırlamaktır.
277
(Halit
Ayarcı) - Bilgi bizi geciktirir. Zaten
ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktır. Bilselerdi,
bilselerdi... Fakat bilselerdi bunu yapamazlardı. Bu heyecana, bu icada, bu
kendiliğinden bulmaya erişemezlerdi. Bilgileri buna mani olurdu. Kızınız bu
geceyi yarattı. Ne ile? ... Yaratma kabiliyetiyle... Çünkü yaratmak, yaşamanın
ta kendisidir. Biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız. Siz istediğiniz
kadar somurtun.
(Halit
Ayarcı) - ... Üstelik şöhreti, hatta abes telakki ettiğiniz işler içinde olsa
bile hareketi seviyorsunuz.
- Onun
içindirki eskiler insan tabiatını olduğu gibi kabul ederek söze başlarlardı.
Hani şu: "Cümlenin malûmudur ki tabiat-i beşerriye..."
296
Yarın
sabah ben kibrit kutularımı bir sepete tıkıp enstitüye gittiğim zaman başka
adam olacaktım. Daha ertesi günü belki etrafımda müthiş bir alkış tufanı
kopacaktı. Halit Ayarcı öldürdüğüm köpeği bana sürükletmiş olmanın kendisine
bahşettiği memnuniyeti en cömert şekilde ödeyecekti.
297
Altıncı
pavyonun her iki katına ayrı merdivenlerden ve o kadar görülmemiş şekilde
çıkılması yenilik taraftarlarını sevinçten heyecandan çıldırtmıştı. Bir dostum,
günlerce gazetesinde "Teni, baştan sonuna kadar, akıl almayacak kadar
yeni! Yaşasın yenilik!" diye bağırdı. Bir başkası, "Kokmuş ve klasik
şekillerden ayrıldığımız için" bahtiyar olduğumuzu söylüyordu. Bir
üçüncüsü ise bu acayip merdivenleri, onları binaya bağlayan hiç lüzumsuz iki
küçük köprüyü -çünkü üç pavyonun arasını sırf bu küçük köprücükler için açık
bırakmıştım- bir yığın övdükten sonra, "İşte, diyordu, Türkçede yeni sentaksın
başladığı devirde yeni mimari de feyzini verdi. Devrik cümle düşmanları Hayri
İrdal'ın muvaffakiyeti karşısında bakalım ne yapacaklar?"
298
Gariptir
ki bu parlak muvaffakiyete rağmen, Saat Elerini yaptırmağa başladığımız zaman
bütün mahalle için yapılacak planların tarafımdan yapılmasını Halit Ayarcı
teklif eder etmez beni o kadar alkışlayan arkadaşların hiçbiri bu işe razı
olmadılar.
- Bunlar
hususi evlerdir. Bizden sonra çoluk çocuğumuza kalacak! Fazla orjinal olmasına
ihtiyaç yoktur. Sağlam, ucuz, emniyetli olması kafidir! diyorlardı.
-
Karıştırma azizim! Ev başka, insan şuuru ve ilim başka! cevabını aldım.
Karım da
bu fikirde idi. Maketin başı ucunda otuz beş defa resim çektiren Pakize,
evimizin tarafımdan yapılması ihtimalini işitince küplere bindi. İlk defa
karımla, kızımın ve damadımın aynı fikirde olduklarını gördüm.
302
Kaldı ki,
artık eskisi gibi müesseseden şüphe de etmiyordum. Halit Ayarcı'nın itişleriyle
yavaş yavaş müessesenin hakikaten lüzumlu bir iş gördüğüne, hakikaten modern
bir teşekkül olduğuna inanmıştım.
Tekrar
odama döndüğümüz zaman heyetin reisi kendisine ikram ettiğimi içkiyi kabul
edeceği yerde doğruca telefona koştu ve 0135'i arayarak saatin kaç olduğunu
sordu. Aldığı cevap üzerine evvela duvardaki saate, sonra yüzüme baktı.
- Böyle
bir kolaylık varken bu müesseseye ne lüzum var? diye sordu.
...
Her azımı
açışta:
-Böyle
bir müesseseye ne lüzum var? diyordu.
303
Bu
müessese belki bir gün bir işe yarayabilirdi. Halit Bey, "Fonksiyonunu
kendisi yaratacak!" diyordu. Bu fırsatın verilmediğine üzülüyordum. Diğer
taraftan vaziyeti hiç de bizler gibi olmayan üç yüze yakın müstahdemi, filan
vardı.
307
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri
Ayarlama Enstitüsü
Berna
Moran
Birikim,
sayı:37, Mart 1978
(Haldun Taner, Ha Bu Diyar'da kullandığı
'anachronisme' yolu) Evliya Çelebi bugünün Ankara'sına gelir ve kendisiyle
konuşanlardan modern Türkiye'yi dinler.
311
(Hicivin
etkili olması için) ... yazarın okurla paylaştığı rasyonel bir normlar
sisteminin bulunması gerekir.
312
Tanpınar,
en etkin mizahı elde etmek iççin İrdal'ı bir gereç gibi kullandığından,
kişiliğinin tutarlı olmamasına aldırış etmez.
313
"Rönesansı
ve onun hayata getirdiği fiziki değişiklikleri idrak eden (...) bir Avrupa
karşısında, ilmi hayatı durmuş, iktisadi nizami ve istihsal kuvvetleri (...)
altüst olmuş, bir çok sahalarda tekâmülün (yavaş yavaş, derece derece
olgunlaşma) mucizesini unutmuş bir Osmanlı İmparatorluğu mevcuttu." Tanpınar, Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı.
(Tanzimattan önce)
314
Biz
tarihi ve coğrafi bir zorunluluk gereği Tanzimat ile Batı'ya yönelmişiz, fakat
ne eskiyi bırakabilmiş, ne de yeniyi tam olarak alabilmişiz. Mimarimizde, ev
eşyamızda, kıyafetimizde, hayat tarzımızda bir ikilik doğmuş.
(Tanzimattan
sonra) "Bizi sadece yaptığımız işlerden değil onların hız aldıkları
prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayati meselelerimiz yerine şaka
denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran, yahut bu mühim ve hayati
meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline getiren bu buhranın sebebi,
bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir." Tanpınar, Medeniyet Değiştirmesi ve İç
İnsan.
315
Tanpınar'a
göre, yaptıklarımıza karşı beslediğimiz bu şüphe "bir neslin halledeceği
davaları nesilden nesile havale eden, en basit meseleleri bir türlü atlanamayan
eşikler haline" getirmişti. Tanpınar,
İç İnsan
Yazarın
bir makalesinde söylediği gibi "1923'de başlayan tasfiye eski ile yeni
arasındaki bu denksiz mücadeleye son verir." Tanpınar, Yaşadığım Gibi
Saatleri
Ayarlama Enstitüsü ne iş göreceği belli olmadan kurulmuş, yeni yeni kadrolarla
şubeler açıp gittikçe genişleyen öylesine saçma bir kurumdur ki ...
316
Tanpınar,
bildiğimiz gibi, kendi köklerimizden kopmadan yenileşmekten yana. Yeni hayat
biçimlerini yine Türk toplumunun yaratmasını ister. Bunları yaratırken, kendi
geçmişimiz ve Batı, vazgeçemeyeceğimiz iki kaynaktır. Cumhuriyet'te geçmişe
sırt çevirerek Batı uygarlığını kopya edebileceğimize inanmakla aldandık.
318
absurdité
319
... komik
bir Kafka durumunu hatırlatan "abes"e ulaşır.
320
Northrope
Frye'ın dediği gibi felsefe sistemlerinin ve genellemelerin hicve yatkın
olmalarının nedeni, açıklamak iddiasında oldukları hayatın karmaşıklığı, insan
davranışlarının sonsuz çeşitliliği karşısındaki basitlikleridir. ... Hiciv
yazarları bu dogmatizmin zayıf yanlarını yakalayarak büyük iddiaları gülünç
duruma düşürmek için gerçek hayatla bu soyut teoriler arasındaki uyuşmazlığı meydana
koyarlar.
321
(Türkiye'nin
sorunlarını çözmek iddiasında olan bazı 19. yüzyıl aydınları) pozitivizm, hür
teşebbüs, Anglo-Saxon tipi eğitim
325
Ahmet
Mithat'ın, Recaizade Ekrem'in, Hüseyin Rahmi'nin züppe tipi...
326
Biri
aklı, mantığı, sağduyuyu savunur, öteki yeniyi, yararlıyı, eylemi.
329
(Doktor
Ramiz'in Hayri İrdal için yazdığı mektup) Tanpınar bu mektubu belki de romanda
devrimleri eleştirdiği için başına bir iş açılabileceğini düşünerek kitabın
başına ya da sonuna eklemek üzere kaleme almıştı. Ama sonra gerek görmemiş
olacak ki romana eklemekten vazgeçmişti.
330
... oğlu
Ahmet, saatçi Nuri Efendi... işin nizamından geçmiş olanlar.
... bu
sorunların çözülmesi üretim sorununa bağlıdır.
(dipnot) Hilmi Yavuz, "Tanpınar'ın Solculuğu
Efsanesi", Yeni a Dergisi, Mayıs 1973, sayı 14, s11.
331
tefekkür: düşünme, düşünüş
"Bizim
için asıl olan miras, ne mazidedir, ne de Garp'tadır" Tanpınar, Yaşadığım Gibi
332
Tanpınar'ın Yalan Dünyası
Mustafa
Kutlu
Yönelişler,
sayı:22, Nisan 1983
Söz
marifet tâcıdır
Sanma
gayri tâc ola
Taklit
ile tok olan
Hakikatte
aç ola
Gaybi
Sunullah
333
Hayri
İrdal yaşayan hayatın, geçip giden zamanın içinde belli bir yere konulamayan,
çünkü o belli bir yeri araştıran, sahteliklerin içinden gerçeği yakalamaya
çalışan, peşin hükümlerin ve sihirli formüllerin karşısına şüpheyle
çıkan bir konumdadır.
334
... H.
İrdal'ın "iç dünyasını" ortaya koymaya çalışan, kendi medeniyetimizin
"içe dönük" karakterine uyma istidadında olan bir romandır.
"...
Hürriyetin ilanından sonra ayrı ayrı plânlarda bir benzeri olduğu imparatorluk
gibi" yavaş yavaş dağılan Abdüsselam Bey konağı...
Bu
insanların bir yalan dünyaya kapılmaları "Tanzimattan önce Batı'daki
bilimsel ve ekonomik gelişmelerden habersiz, dine yönelik -hurafelere
denmeliydi. M.K.- gerçekçi olmayan bir çağı simgeliyordu" diye
değerlendirilebileceği gibi...
Tanzimattan
itibaren devletin adım adım kendi gerçekleri yerine bir takım "mucizeli
kelimeyi, formülü, duayı yahut amelyeyi (ameliye:
belli bir maksatla ve belli şekil ve şartlarda yapılan iş)" aramış olması,
hatta yorumu genişleterek, kanuna, hürriyete, meşrutiyete, Tûran'a (İslami
kaynaklarda Turan kavramı genellikle
Orta Asya Türkleriyle özdeşleştirilmiştir.), Cumhuriyete, bilimsel sosyalizme,
İMF'ye bağlanması Tanpınar'ın "bütünlük ve devamlılık" düşüncesinin
dışında kalan aldanışlar olarak değerlendirilemez mi?
335
"Neden
kaçarlardı, niçin kaçarlardı? Hiçbir mukavemetleri yok muydu?" SAE134
"...
Hayat kendi şeklini yaratamazsa böyle olur..." SAE133
336
Eşik (Bütün şiirleri, 1976)
...
Tanpınar'ın "hayatın kendi şeklini yaratması'nı arzu ettiğini...
menfaat -
hakikat çelişkisi
337
"Saçma
hayatın kendisinde vardır ve İrdal, hayatı boyunca buna sık sık tanık olur.
..." B. Moran
338
"...
hareketi seviyorsunuz..." SAE339
340
'Saatleri Ayarlama Enstitüsü'
Yahut Bir İnkıraz Felsefesi
Beşir
Ayvazoğlu
Töre,
sayı 169-170, Temmuz 1985
341
(Tanpınar)
her an mazi ile hesaplaşma içindedir. Ne var ki bu hesaplaşmanın zaman zaman
"Şarkla Garp arasında ölçüsüz mukayeselere SAE" girişmesi yüzünden,
içinden çıkıp geldiği geçmiş aleyhine ağırlık kazanarak gerçekleştiği de
görülür. Tanpınar, bütün samimiyetine rağmen, kendi neslinin bazı garip
saplantılarından kurtulmuş değildir.
(Tanpınar'ın)
1932 yılına kadar "çok cezri (radikal)" bir batıcı olduğunu ve Doğu
kültürüne karşı düşmanca bir tavır aldığını biliyoruz. Bu yıldan sonra
"kendisi için tefsir (yorumlama) ettiği bir şarkta" yaşamaya başlar.
Mahur Beste, Huzur, Beş Şehir gibi eserlerinde ve fikri yazılarının büyük bir
kısmında Tanpınar, eğer hayatımızda bir devamlılık olsaydı nasıl bir yaşama
üslûbuna sahip olurduk sorusuna cevap arayan bir aydın kimliğindedir.
...
tashih (düzelti) ve 'tefsir' ederek yaşadığı şarkı, ...
342
...
İrdal, eski kültürümüzün artıklarıyla geçinen biridir ve sahip olduğu değer
hükümleri, içi boşalmış, asıl kaynağından uzaklaşmış, boşlukta yüzen
alışkanlıklar seviyesindedir; onu bir yere sıkı bir şekilde bağlamazlar.
343
Romanın
kahramanları, yekpare bir zamanı değil parçalanmış bir zamanı yaşamaktadırlar.
Bilindiği gibi, Tanpınar'ın zaman konusundaki düşünceleri, Bergson'un
"duree" anlayışına bağlı olarak gelişmiştir. Bergson'a göre, geçmiş
sürekli olarak birbiri üzerine yığılmak suretiyle büyür. Başka bir deyişle,
geçmiş kendini muhafaza ederek hayat hamleleriyle geleceğe uzanmaktadır. Sonra,
önceye bağlı, fakat ondan daima yeni ve farklıdır.
344
Eserlerinin
çoğunda ... geçmişle irtibatı kesilmiş bir hali anlatmaktadır.
... bu
parmaklığın "yıldız benekli, lale motifleri arasından doğrudan doğruya
maziye, o kadar yoksulluk içinde, fakat o kadar rüyalı ve ümitli geçen çocukluk
günlerine" bakar gibi olmaktadır.
sürekli
bir parçalanış
346
(Hayri
İrdal) ... kendi kendisiyle tezat halindeki Türk aydınının prototipidir, hatta
biraz da Tanpınar'ın kendisi.
Mephistopheles'e
benzettiğimiz Halit Ayarcı...
Tanpınar,
Osmanlı medeniyetinin inkırazı üzerinde ciddi bir şekilde kafa yoran tek Türk
aydınıdır, denilebilir.
347
Bu
realite dışılık, hayatın "kendi şeklini yaratamamasından ileri
gelmektedir."
(kapının
içi) ... bizim cemiyet olarak şimdiye kadar varmış olmamız gereken noktayı,
başka bir deyişle, kültür ikiliğinin yaşanmadığı, geçmişimizin kendi içinde
gelişerek 'muasır' gelişmelerle bütünleştiği kuvvetli bir sentezi anlatmaya
çalışmaktadır.
Devam
zinciri kopmuştur. Tanpınar ise, milli hayatın "devam ederek değişmek,
değişerek devam etmek" olduğuna inanır. "Çünkü yaratmanın ilk şartı
devamdır, hakiki kırılışlar ve kopuşlar ancak yaratış ucubeleri meydana
getirir" Tanpınar, Yahya Kemal
1962 s14
350
yaratış
ucubesi
354
Kitlelere
gelince, onlar her zaman hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih
etmişlerdir.
.
.
.
.