.
.
.
.
.
Sanat ve Arzu
Ulus Baker
İletişim
Yayınları, 2014, İstanbul
19 Şubat 1998 Tarihli Ders
14
Arzusuz hiçbir
şey yapılamaz. Özellikle beşeri -ya da hayvani veya bitkisel bile diyebilirim-
arzu gerçekten yaşamın temel unsuru, elemanı gibi, neredeyse özü gibi
görünüyor.
… her şeyi
anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden
ibaret, tümü değil.
16
“Aristo gibi
birisi, bir deniz yumuşakçasını alıp muhafazasından çıkarıp, yani kabuğundan
çıkarıp incelediğinde, gerçek hayatı gözlemleyebiliyordu henüz,” diyor
Heidegger. … Ama Heidegger’in söylemek istediği başka bir şey var: modern
bilimin ‘laboratuar koşulları’ diye bir şey yaratmış olması. İnsan bilimleri,
beşeri bilimler de bu laboratuar koşullarından çok uzak değil; tarih
içerisinde, toplumu laboratuar olarak kullanan iktidar mekanizmaları da çok
tanıdık. … Heidegger’in söylemek istediği bundan birazcık daha derin bir
meseleydi. Modern bilimin kuruluşu, hayat içerisindeki bir akışı gözlemlemeyi
ilke olmaktan çıkarmıştır. … Dikkat ederseniz laboratuar koşulları dediğimiz
tümüyle soyut mekanizmalar, cetveller, bağımsız/bağımlı değişkenlerin önceden
belirlenmesi, bir dizi test bunun etrafında, bir örneklem seçilmesi bu çerçeve
içerisinde. Doğrudan gözlem yoluyla yapılan ya da deney yoluyla yapılan bir
test süreci…
18
Peki, bir
yumuşakçayı laboratuar koşullarına koyduğunuzda, onu mu inceliyorsunuz acaba,
yoksa kurduğunu çizelgelerinizi mi inceliyorsunuz, davranışın kayıtlarını mı
inceliyorsunuz? Theoria [kuram], varlığa mı yöneliyor, canlı varlıklara mı
yöneliyor, yoksa zihinsel bir construction’a [kurguya] mı yöneliyor? Şimdiye
kadar tartıştıklarımız herhalde bu ikincisinin daha geçerli olduğunu gösteriyor.
25
(Grek dünyasında
dünyayı bilme, dünyayı yaşama, dünyaya ilgi, “aşkın biçimlerin ardışıklığı”
biçiminde yaşanmakta, aşkın biçim, aşkın formuna en iyi pozu alındığı anda
kavuşmaktadır. Oysa Kepler’den sonra dünyayı algılayış biçimi tümden değişmiş,
aşkın biçim, ayrıcalıklı anlar yerini ‘herhangi anlar’a bırakmıştır.) … aşkın
süreç biçimlerinin bir tarafa bırakılıp, yaşamda içkin olarak bulunan anların
herhangi birisinin ötekine eş uzaklıkta olması, yani aynı değerde olması demek
bu.
26
… Copernicus
geliyor, sonra Kepler geliyor, bir şeyleri formüle ediyor, Galileo geliyor,
Descartes daha sonra geliyor; modernliğin oluşumunun, modern düşüncenin tam
anlamıyla eklemlenebilmesinin Kant’a kadar yolu var - şimdi bütün bu süreç
boyunca gerçekleşen tek ve aynı ortak hareket biçimine dikkat edin. Ayrıcalıklı
anların yerine, yani formların, biçimlerin anlar ve pozlar oluşturduğu bir
düşünce sisteminin yerine ‘kesitler’ geçiyor; yani varlığı kesitlerle
yakalıyorsun, herhangi bir anda aldığın bir kesit dünyanın imgesini
oluşturuyor, portresini oluşturuyor.
Artık sanatta da
böyle olacak, yani bir Rönesans perspektifi, bir kesit almadır. … Pozların
yerini kesitlerin aldığına dikkat edin süreç içerisinde.
Yine bir physis var, bir akış var ama bizzat bu
akışın kendisi, bu kesiti oluşturuyor, bu kesiti alabiliyor. Eskiden bir poz,
akıştaki bir durma ânıydı, bir formdu, bir biçimdi, akışın aldığı bir biçimdi.
27
Bu, ayrıcalıklı
anların kaybolduğu, yitip gittiği anlamına gelmiyor tabii. Tümüyle düzleşmiş bu
dünyada ayrıcalıklı anları yeniden oluşturmak gerekiyor bu kez. Eskiden
belliydi bunlar, aşkın formlardı. Rönesans öncesi bir resim için meleğin İsa’ya
yaklaştığı an… Bu bir pozdur, yani poz verilerek oluşur, bir danstır, danstaki
bir andır.
31
Eski dünyanın
hiç öyle, “ben var mıyım?” türünden bir sorusu yoktu, çünkü böyle bir
parametreye alınmamıştı bir çırpıda olup bitecek düşünce. Yani kafatasının
içerisinde geçmiyordu düşünce, düşünceler ideal formlardı; aşkın, transandantal
biçimlerdi.
32
Ayrıcalıklı
anların kaybolduğu, tümüyle mekanik yasalara göre işlediği varsayılan bir
dünyada yaşayacağız. Sanat da bunu yapacaktır, ahlak da bunu yapacaktır,
felsefe de böyle düşünecektir. Bilimler zaten öyle varsayıyorlar dünyayı, ve
toplumlar da bu program üzerine inşa edilecektir, yani modern toplum aygıtları,
modern iktidar aygıtları, böyle bir düşünce sistemi uyarınca inşa edilecektir.
24 Şubat 1998 Tarihli Ders
36
… bakış açısı
mefhumunu, bir insanın bir konudaki görüşünü beyan edişi gibi algılanmaktan
nasıl kurtarabiliriz?
… kendimize bir
öznellik kipini nasıl yaratacağız…
Bir sanatçı
sanat eserini reklam olmaktan nasıl çıkaracak?
44
(17. yüzyıl) O
devirde tarih düşüncesi yok. Dolayısıyla bir amaç düşüncesi yok, yeryüzünün bir
amacı olduğu düşüncesi yok.
46
… Rönesans
resminin karşılaştığı şeyler evrensel temalardır. Barok resmindeyse tümüyle tesadüfî
karşılaşmalar görürsünüz.
(Leibniz) …
kentin içerisinde her gün farklı güzergâhlardan geçerek dolaştığımızda
karşılaştığımız olayların toplamının oluşturduğu bir perspektifle, bakış açısı
mefhumuyla karşılaşıyoruz Leibniz’in Barok düşüncesi içerisinde.
47
(görelilik)
Leibniz, kentin gerçekliğinin, hakikatinin çok farklı perspektiflerden
algılanışı yüzünden asla ortadan kalkmadığını, kentin basitçe bu
perspektiflerin toplamı olduğunu söylemekte.
52
(rölativizmin
olağan, yüzeysel bir anlamı var, özneye göre olan… anlamında. …özne açısından,
öznenin bakış açısından belirlenmiş bir dünya). Şimdi, Leibniz için bu “özne
olma”, öznellik konumu bunun tam tersi: Ben “dünyanın verdiği” bakış
açılarından birisine yerleştiğim ölçüde özne oluyorum. Bu biraz zor bir düşüncedir.
Tekrarlıyorum, nesnelerin içerisinde, dünyanın içerisinde bakış açıları var,
bir öznenin bakış açıları değil bunlar, bir özne o bakış açılarına yerleştikçe
özne haline geliyor. … Anlık bir şey değil, tümüyle zaman içerisine yayılmış,
zamanda birikmekte olan olaylara yayılmış bir perspektif anlayışına bağlı
olduğu için böyle oluyor. … Dünya bize göre değil, biz dünyanın bakış açılarına
yerleştiğimiz ölçüde, o ölçüde özneleşiyoruz.
55
Yani “bakış
açısı üretilmesi gereken şeydir” önermesi ile “bakış açıları bu kentin
içerisinde vardır, yani nesnelerin düzeni içerisinde vardır” demek arasındaki
çelişkiyi ortadan kaldırmak için uğraşıyor zaten Leibniz. … Şu anda ben Leibniz
düşüncesini onaylayan bir tavırda konuşmuyorum…, ama onunla bir nevi titreşen,
onun söyledikleriyle titreşen bazı düşüncelerimiz var ortaya atabileceğimiz, o
düzeyde konuşuyorum.
56
… nesnelerin
içerisine bakış açıları yerleştirmek üzerine kurulu bir şeydir kübistlerin
kolajı…
58
… bu kent nedir?
Dünya için bir metafor mu? “Dünya” demiyor buna Leibniz, mundus sözcüğünü tümüyle başka bir anlamda kullanıyor. Mundus bireyin içindeki şeydir.
59
… Adem’in
içerisinde, yerleştiği sonsuz sayıda başka dünyalar var, bunlara “mümkün
dünyalar” adını veriyor.
60
Sonsuz sayıda mümkün
dünya var ama, bu dünyalardan yalnızca bir tanesi gerçekleşiyor, aktüelleşiyor.
61
Günah işleyen
Adem, Adem’in tümü değildir. Adem’de günah işlemeyen Ademlerin oluşturduğu
sonsuz sayıda dünya vardır.
Ama Adem’de bu
yasak meyveyi kabul etmemek yönünde sonsuz sayıda direnç vardır, çok küçük
dirençler… Bu dirençlerden oluşuyor demek ki dünyalar, yani meyillerden
oluşuyor.
Adem bu
dünyaların toplamı.
63
Birey bu
dünyalar çoğulluğunun ta kendisi.
68
Fikirler bizim
karşılaşmalarımızdır, yani sahip olduğumuz şeyler değildir. Başımıza gelirler.
5 Mart 1998 Tarihli Ders
71
Kendisine
yakınlık duyduğumuz, sempati duyduğumuz, bize bu izlenimi verecek şeyde, yani
kendisiyle dostluk kuracağımız her şeyde, şöyle bir ‘başka dünyadan’lık, bir
tür beceriksizlik hali, bir tür tuhaflık olmazsa asla dostluk kurulamaz.
“başka bir
dünya zarafeti”
77
Grazia,
gratis bir varlık… Ama bir değeri olması için, bunu felsefi bir problem olarak
görmekten kurtularak bir impression olarak edinmemiz gerektiğini, hissetmemiz
gerektiğini düşünüyorum. Günlük bir mesele olarak anlamamız gerektiğini
düşünüyorum.
78
Bu dünyada o
berbat yürüyüşüyle, başka bir dünyanın, bir denizin bütün zarafetini
taşıyabilir gözümüzün önünde bir yengeç yürüyüşü… Denizin kendine özgü bir
zarafeti, farklı bir hareket rejimi var, tümüyle farklı bir hareket düzeneği,
akışkan bir yaşam… Suyu yararak geçen, ya da suyun izin verdiği yerlere
girerek, onların içerisinden geçerek varolan yaratıklar, varlıklar,
karadakinden çok farklı bir aisthesis basitçe bir tür sensation’dur
(duyumsama), bir tür hissediş. Estetik sözcüğüne Alman idealizmi içerisinde
verilmiş olan anlam onu başka yerlere taşıdı, hermenötik bir mesele haline
getirdi. … benim bahsettiğim, bahsetmeye çalıştığım estetik henüz çok minimal
düzeyde… hissediş, hissiyat…
79
Özellikle
sanat gibi sorunlu bir alanda tartışıyorsak, önereceğim şey bir tartışma etiği
değil, birazcık daha anlayış böyle bir durum konusunda.
81
… bir
yengeçten nefret edemezsiniz… bunu söylemek istiyorum sadece.
sakarlık
19 Mart 1998 Tarihli Ders
102
Karşımızdaki birisinin,
herhangi bir duyguyla etkilendiğini görürsek biz de aynı duyguyla etkileniriz.
24 Mart 1998 Tarihli Ders
123
Görüyoruz ki
Simmel’in izlenimlerinin işleyişini sağlayan mekanizma, modern insanın
hafızasının kısalığıdır.
135
… kanaat
toplumunu yönlendiren bir televizyondan bahsedebilirsek, bu videonun kanaat
toplumunu yönlendirmediğini, simgeleri, baskın simgeleri, başat simgeleri,
resmî simgeleri içermediğini ve kullanmadığını, bunu yapabilmek için de
doğrudan doğruya simgeleştirmekten kaçmak üstüne kurulduğunu söyleyebiliriz.
137
(Dziga
Vertov) … görüntüyü mülkiyet olmaktan çıkarabilen bir bakışın prototipini
görüyorum onda.
138
(Dinleyiciler
arasından biri:) “Ama işte marketi bakkala, kola makinesini de markete tercih
etmek var.”
142
Coğrafi
uzaklık, bir film aracılığıyla tümüyle yakınlık haline geldiğinde poetik bir
şeye dönüşecektir, yani bir anlamda bir sanat eserine dönüşecektir. [Sanat
koordinatları alır ve onları birbirleriyle ilişkiye sokar.]
30 Nisan 1998 Tarihli Ders
147
(Kant) “İnsan
zihni neye muktedirdir?” diye soruyor. “İnsan zihninde hangi affect’ler
işlemektedir? Bunu bir tasnif etmemiz
gerekir,” diyor. İnsanda, -insan zihninde ama, aklında değil- üç yeti ayırt
ediyor. Bunlara gerçekten birinci anlamda yetiler diyebilirsiniz, bunlar aklın
yetileri değil, zihnin, mens’in yetileri. Bunlardan birincisi bilme yetimizdir,
insan bilen bir varlıktır. İkincisi isteme yetimizdir, arzulama, arzu duyma
yetimizdir. Üçüncüsü de haz ve acı duyumlarını hissteme –hissetmeyi aktif
olarak alıyorsunuz- yetimizdir. Bu üç yeti, değişik kombinezonlar içerisinde,
her biri kendi özgüllüğünü ve kendine özgü yapısını taşımaktadır.
151
(Kant) Öznede
bir eksiklik vardır. Şeyin kendisini, -sözgelimi Platon’da gördüğümüz gibi-
duyusundaki bu eksikliği nedeniyle bilemez; öznede bir eksiklik, bir örselenme,
bir insanlık hali vardır ki biz şeylerin kendilerini kolay kolay bilemeyiz.
Sakatlanmış varlıklarız…
155
… üçüncü
yeti, haz ve acı duyma yetisi. … bunun
ilk ikisinden farkı, nesneye ilişkin olma tarzının farklı türden oluşu; çünkü
öznede değişiklik yaratan tek yeti o. … nesnenin öznedeki tasarımı öznenin
varoluş güçlerini azaltıyor ya da arttırıyor… Dikkat ederseniz, bu yetiler
arasında zihnin dünyayla gerçekten temas ettiği tek nokta burasıdır.
Dolayısıyla bir arayüz (interface) olarak düşünebilirsiniz…
161
Bir müzik
parçasında hissettiğiniz bir aslan vardır, bir kükreyiş; asla aslan değildir,
ama bir müzik parçasında aslanı hissedersiniz, bir duyuş olarak hissedersiniz.
Elinizden kaçan bir nosyondur bu, “İşte aslan!” dediğinizde bu bilişsel bir
aslan değildir, ancak sanat eserinde mümkün olan bir aslandır ya da doğrudan
yaşam içerisinde mümkün olan bir aslandır.
14 Mayıs 1998 Tarihli Ders
165
(Leibniz)
Hepimiz aynı kentte, evrende yaşıyoruz ve farklı güzergahları takip ediyoruz.
Her şeyden önce perspektifin bir güzegah olduğunu düşünmeniz gerekiyor
herhalde, Leibniz söz konusu olduğunda. Labirentsi bir çoğulluktan
bahsediyorduk; bu, zamanın da lineerliğini (doğrusallığını) ortadan kaldıran,
lineer olan bir çoğulluk anlayışını, yani antik zaman anlayışını, Aristotelesçi
zaman anlayışını da artık varsaymamak durumundaydı.
172
Adam Smith ve
Ricardo’nun Marx’ın tersine göremedikleri şeyse, sermaye ile emeğin birbirinden
farklı şeyler olmadıkları. Öznelliği yanlış yerde kuruyorlar, çünkü sermaye de
kristalize emekten başka bir şey değildir.
173
(Sade, Freud,
Lacan ve hatta çoğu takipçileri) Arzulara sahip, arzularla mücehhez insana,
arzulama gücüyle, libidoyla mücehhez insana ‘yatırımcı’ gözüyle bakmak, ‘üretici’
gözüyle bakmamak demektir. Psikanalizde herhalde en eleştirilebilir yönlerden
birisi, bilinçdışının üretken bir faaliyet değil, bir güç artırımı değil de,
arzunun doyumla sürekli olarak yitmek, kaybolmak zorunda olduğu, kendi
kayboluşunu özleyen… ve faaliyet derecesini sıfıra indirmeye yönelik bir çaba
olduğunu söylemesi.
174
Ama Kant
belli bir noktada Protestan-Hıristiyanca etiği ve Descartes’ın cogito’sunu,
yani bedensiz bir bilinç, bir öznellik fikrini korumayı sürdürür.
Spinoza
açısından beden güç derecesidir, güç derecesinin dayanağı değil. Bir bedenin
güçlü olması ne demektir? Bir bedenin mümkün olduğunca fazla şeyden etkilenme
gücü demektir. Bir şeyden etkilenme gücü dediğimizde şunu anlıyoruz: mümkün
olduğunca fazla şeyin etkisini almak; mümkün olduğunca fazla şeyin fikrine
sahip olmak demektir aynı zamanda. Hayat boyunca mümkün olduğunca fazla şeyle
karşılaşmak, karşılaşabilmek.
180
Elde tutmamız
gereken birkaç şey var. Birincisi, Spinoza’da bütün etiğin bir tür perspektif
olduğu, ama perspektifin de bir tür güzergah olduğu düşüncesi. Hayat bir
güzergahtır, karşılaşmalardan oluşur.
21 Mayıs 1998 Tarihli Ders
183
Spinaza’nın ‘iktidar’
ile ‘güç’ arasında yaptığı bir ayrım var. Birincisi, iktidar bizi güçlerimizden
ayrı düşüren, yani bizim gücümüzü azaltan bir mekanizmadır, düzenektir, buna potestas
diyor. Yani bir hükümranlık gücü…
184
Gerçek
anlamda yapıp etme gücü, faaliyet gösterme gücü Spinoza açısından şöyle bir
şey: Her varlık kendi varlığını sürdürme konusunda bir çabaya sahip, bu her
varlığın arzulamak durumunda olduğu bir şeydir. … Spinoza, bu çabayı
destekleyen ve insanların bu çabayı daha yetkin olarak uygulayabilmesine,
gerçekleştirebilmesine yarayan arzu biçimine potentia agendi, yani eyleme geçme
gücü, potansiyeli diyor.
185
Spinoza’ya
göre, bu iktidar dediğimiz şey düşünceler üzerinde mutlak bir sulta
oluşturamaz. … Bir bireylik hiçbir zaman tümüyle yok edilemez, yani hiçbir zaman
–aslında hayali olan bir süreç dışında- bir yetke başkasına devredilemez, bir hak
başkasına devredilemez. … Dolayısıyla insan hakları filan türünden bir sohbet
Spinaza’ya yabancı gelirdi, zayıf bir düşünce gibi gelirdi. Klasik dönemlerde
hukuk bir sözleşme değildi, bir tür negotiation’du, pazarlık mantığına
dayanırdı. Bu yüzden kısasa kısasın işlediği kurallar konulurdu, iyi olan
kurallar oydu.
187
Bütün hukuki
suç aygıtı, ceza aygıtı ya da jurisprudence dediğimiz, hukukun esas işleyişi,
tümüyle bu dayanaklar aracılığıyla işliyor dikkat ediyorsanız, toplum içindeki
suçluluk gibi mekanizmalar vs. dayatılırken. … iktidarın çok farklı biçimlerde
de olsa, bütün kurumlara içkin olduğunu ve her türlü insan ilişkisinin bir
dışavurumu olduğunu da görmek zorundayız. Foucault’nun en büyük uyarısı öyle
bir şey. Ailedeki, köşe başındaki iktidar… Dolayısıyla Foucault,, iktidardan
bir ‘teknoloji’ olarak bahsetmeye girişir; politik bir konumlanış, bir
pozisyon, bir mülkiyet olarak bahsetmeyi bırakır.
188
… doğa,
Müslümanlar üretmez, sonradan Müslüman olacak, Müslüman yapılacak bireyler
üretir. Dolayısıyla doğal hak, hukuken verilmiş bir şey değildir… gerçekten
başımıza gelen, negotations (pazarlık) içinde ortaya çıkan ve eğer bir bireysek
kendimizin de üretmek zorunda kaldığımız direnç süreçleri gibidir.
189
Biz, ilkel
dediğimiz toplumlara ‘devletsiz’ toplum dediğimizde, sanki onlarda bir eksiklik
varmış gibi söylüyoruz… (Pierre Clastres) Bu toplumlar çok aktif, politik bir
biçimde iktidarın ya da artık-ürünün kristalleşmesini engellemeye çalışan
toplumsal yapılar icat etmişler ona göre…
Toplumun herhangi bir noktasında iktidarın lokalize olmaya başlamasına
karşı çok ciddi mekanizmalar, bölünme mekanizmaları, ‘ilkel savaş’ denilen
mekanizmalar var…
191
Tarihte
mutlak bir yerleşiklik olmadığı gibi, mutlak bir göçebelik de yok. Söz gelimi
en yerleşik, devletli toplumlarda memurların göçebe olduklarını düşünün. …
devletin göçebeleridir devlet memurları.
Sürekli
olarak birbirleriyle alışveriş içinde olan bir şebeke; bu alışverişin de bir
tür güvenliği olmalı, herhangi bir merkezî devlet aygıtına pek rastlanamayacak
bir şebekeden bahsediyoruz. Çünkü Filistin’deki Jericho’yla [Eriha] bile
obsidyen ve çakmaktaşı değişimleri, mübadeleleri olduğu biliniyor Çatalhöyük’ün,
ya da Romanya’daki bazı toplumlarla.
205
(Köpeği
bilişsel bir düzeyde kurabiliriz, ona hayvandır, etoburdur, filan deriz… Ama
bunlar bizde bir etki yaratmaz.) Dolayısıyla biz, canlı ya da cansız varlıklar
ve genel olarak dünya ve insanlar konusunda salt fikirsel, salt cognitive yani
bilişsel montajlardan çok affective montajlar türetmeye yatkın varlıklarız.
209
Ama biz bir
manzaradan da etkilenebiliyoruz; karşımızda canlı bir varlık yok, bizde bir
duygu uyandırıyor. Bu duygu salt bizde midir, yoksa manzaranın da bizim
eşitimiz, bize benzeyen bir şey olduğu anlamına mı gelir?
211
Bedenin affectio’ları
konusunda biz doğrudan doğruya asla fikir sahibi değiliz, kendi bedenimizin affectio’ları
hakkında. Oysa ki affect’lerimiz konusunda elbette bilgi sahibi olabiliriz.
Hatta affect’lerimizi yönlendirebiliriz de, affect’leri yönlendirebiliriz
düşüncesini burada not edin.
213
Tek başına
bir imge yok demiştik, böyle bir şey mümkün değil. Neden? Çünkü bizde hiçbir
zaman bir şeyin tek bir imgesi yoktur. Bir şeyi en az iki kere görmüşüzdür
sözgelimi. İlk görmemiz, kayıtsız görme dediğimiz, görme değildir başka bir
deyişle. … bu şeyin bedenimizde bıraktığı bir imge var, bir taraftan da onu
görmekle edindiğimiz, henüz affective olmayan, temsilî olmayan bir imge var.
Biz herhangi bir şeyi gördüğümüzde, aynı anda sanki iki kez etkileniyoruz. En
az iki imgesi oluyor o şeyin, birisi tümüyle zihinsel, birisi ona tekabül eden
bedensel imge.
28 Mayıs 1998 Tarihli Ders
219
Işığın
kaynağına Latince lux diyorlar: “kaynak ışık”. Yayılmakta olan, şeyleri fiilen
aydınlatan ışığa ise lumen diyorlar. … Lux şeyleri yaratan, lumen ise
yaratılmış şeyleri aydınlatan ve yıkayan ışık türüdür, demek istemiyor
Plotinos. Lumen’in bir yaratım faaliyeti var: şekillderi, formları, gölgeleri
ve aydınlıkları… Aydınlatma faaliyeti olduğu kadar, bir yaratma faaliyeti de
var. … Lux dolayısıyla bir ilkedir, metafizik bir ilkedir; tektir, zorunlu
olarak birdir, zorunlu olarak Tanrı’dır ve yaratımının anlaşılması için gerekli
olan temel nosyon, yarattıkça kendisi değişmeden, yerinden kımıldatılamadan
varlığını sürdürmesidir.
221
… lux bir
edadır, bu özel durumda Tanrı ideasıdır, ama bir töz olarak birdir,
katıksızdır. … Şeyleri actualiser eden [edimselleştiren] ise lumen’dir, her şey
ondan kaynaklanacaktır, ondan yayılacaktır…
240
[Descartes, admiratio
ve desidera] (admiratio) … “asgari bir kıpırtıyla azami bir yansılanmış birlik”…
birkaç ufak trait’le, çizgiyle, yani çok az bir ifadeyle, kıpırtıyla
şaşırıyorsunuz, seviniyorsunuz, gülüyorsunuz. (desidera) … yüzdeki çok küçük
kıpırtılar, mikro hareketler, seğirmeler, dürtülerin yüzde bir ifade oluşturması…
Admiratio, yani birincisi küçük hareketlenmelerin sıfır derecesine indiği bir
düzleme yerleşiyor, desidera ise, mikro hareketlenmelerin, affect’lerin en üst
düzeyi.
241
(Spinoza da,
Descartes da bunları) evren için de, kâinat için de söylüyor tabii. Spinoza’ya
göre farklı hız ve yavaşlıkların birbirlerini nötralize edişiyle sonuçlanan bir
durak ânı, bir duraklama ânı ifadesizlik, bir nötralizasyon ânı. … İki kutup
var diyebiliriz yani, bazen biri, bazen öteki güçlenir, bazen birinden ötekine,
bazen ötekinden berikine doğru bir hareket olur. Ama dikkat edin, aslında bu
hayattır.
242
Descartes ise
başa düzenli otomatlar koyuyor felsefesinde ama o da hep Spinoza’nın başlangıç
noktasıyla karşılaşmak zorunda kalıyor: Düzenli otomat her zaman kırılmalarla,
sapmalarla, kayıt dışı bir şeylerle, belirsizliklerle de karşı karşıya kalmaya
mahkûm, Descartes da bunun gayet iyi farkında.
.
.
.
.