.
.
.
.
.
Seçme Yazılar 4.
İktidarın Gözü (3. basım, 2012)
Michel
Foucault
İktidarın
Gözü, Ferda Keskin,
2003
I.
Hapishane Üzerine Söyleşi: Kitap ve Yöntemi, 1975
II.
İktidar ve Beden, 1975
III.
Tımarhaneler, Cinsellik, Hapishaneler, 1975
IV.
Michel Foucault, Filozofun Cevapları, 1975
V.
Normun Toplumsal Yayılımı, 1976
VI.
Bakış Açıları, 1976
VII.
İktidarın Gözü, 1977
VIII.
İktidar İlişkileri Bedenlerin İçine Nüfuz Eder, 1977
IX.
Kapatılma, Psikiyatri, Hapishane, 1977
X.
Göz Kamaştırıcı Hayvan: İktidar, 1977
XI.
İktidar ve Bilgi, 1977
XII.
On Dokuzuncu Yüzyıl Adli Psikiyatrisinde “Tehlikeli Kişi”
Nosyonunun Evrimi,
1978
XIII.
Delilik ve Toplum, 1978
XIV.
Cinsellik ve Siyaset, 1978
XV.
Disiplinci Toplum Krizde, 1978
XVI.
Cezalandırmak Neye Diyoruz? 1983
XVII.
Michel Foucault İle Söyleşi, 1981
XVIII.
Michel Foucault, Bir Söyleşi: Cinsiyet, İktidar ve Kimlik
Siyaseti, 1982
Michel Foucault
10
(Vincennes öğrenci boykotları, Hapishaneler
Üzerine Enformasyon Grubu, Arap göçmenlere karşı ırkçılığı protesto
gösterileri, Franco rejiminin ölüme mahkum ettiği militanlara Madrid’de destek,
Doğu Bloku’ndaki rejim aleyhtarı entelektüellere destek…) Bütün bu eylemlerde
karşımıza çıkan ortak nokta ise, nereden gelirse gelsin, tahakküm biçimi almış
veya almaya eğilimli tüm iktidar ilişkilerine karşı verilen yerel mücadele
biçimleri olmaları. Dolayısıyla bu eylemlerde Foucault’nun evrensel hakikatler
adına kitlelere öncülük eden entelektüel rolünü tümüyle reddettiğini vurgulamak
gerek. Kitlelerin kendileri için neyin iyi ya da doğru olduğunu herkesten iyi
bildiklerini düşünen Foucault, teorinin pratik için bir yol gösterici değil;
olsa olsa yeri geldiğinde işe yarayabilecek bir alet kutusu olduğunu düşünüyor.
İktidarın Gözü, Ferda
Keskin
13
a)
bireysellik, kimlik ve öznellik, devlet gibi politik kurumlar ve onlara özgü
stratejilerin dışarıdan müdahale edip denetlemeye çalıştığı doğal (insan
doğasın özgü) bir alana ait bileşenler değil, tersine bu tür kurum ve
stratejilerin işleyişini mümkün kılan araçlardır; b) günümüzün ana politik
sorunu dışarıdan dayatılmış bir tür bireysellik ya da kimlik ile onu dayatan
bireyselleştirme biçimini reddetmektir.; c) bu bireyselleştirme süreci
öznelliğimizle çok temel bir ilişki içindedir ve dolayısıyla ilkini reddetmek
ikincisini değiştirmeyi gerektirir. ... Foucault sık sık kendi eserlerini
karakterize eden amacın, insanların Batı kültüründe özneye dönüştürülme
biçimlerinin bir tarihini yazmak olduğunu söyler...
14
"Kimlik"
veya "bireysellik" derken Foucault'nun kastettiği, insanın kendisine
atfettiği bir "deneyimler" -bilme, inanma, arzulama, hissetme,
davranma, eyleme veya Foucault'nun sıklıkla tercih ettiği bir terminolojiyle
söylersek "var olma" biçimleri- kümesidir. Ama insanın bir deneyimi
ve ona tekabül eden kimliği kendi deneyimi ve kimliği olarak görmesi, kendini
bu deneyim ve kimliğin öznesi konumuna yerleştirmesi anlamına gelecektir.
"Özne" olmak veya "öznellik" kavramlarını ise Foucault
geleneksel, neredeyse Descartesçı bir anlamda; yani insanın bir deneyimle
kurduğu ve bu deneyimi kendi deneyimi olarak görmesini sağlayan bilinç ilişkisi
anlamında kullanır. Bu ilişki kurulduğunda söz konusu söz konusu deneyim
insanın öznel deneyimi olacak ve dolayısıyla bir kimliği kabullenmek, o kimliği
oluşturan deneyim kümesinin öznesi konumunu kabullenmek anlamına gelecektir.
16
...
ne kadar çok kimliği sakıncalı bulur (akıl hastası, suça eğilimli ya da sapık
kimlikleri) ve kendimi onlardan uzak tutmaya çalışırsam, sahip olabileceğim
düşünce ve duygular ile gerçekleştirebileceğim eylemler alanını da o kadar
kısıtlarım. Yani belli kimliklerin sakıncalı, yanlış ya da arzu edilmez olarak
sınıflandırılması dolaylı olarak başka bir kimliği dayatmanın yolu olarak
görülebilir; kuşkusuz bu sınıflandırma ilgili taraflarca uygun bulunduğu ve
kabul edildiği sürece. Dolayısıyla, bu tür sınıflandırmaların uygun olduğunu
kabul etmek, onlardan hareketle tanımlanmış başka bir kimliğin özne konumunu
kabullenmek ve kendini böylece kısıtlamak, bu sınıflandırmaları yapan mercilerin
denetim ve manipülasyonuna gönüllü olarak tabi olmak veya boyun eğmek anlamına
gelecektir.
18
[Foucault
neden özne ve öznellik sorununu bu kadar önemsiyor?] ... çünkü eğer bir kimlik
belli bir deneyim kümesinin özne konumunu kabullenmekle ediniliyorsa, o kimliği
bir insana doğrudan ya da dolaylı olarak dayatmak, o insanı o deneyimlerin
öznesi haline getirmek yani özneleştirmek anlamına geliyor. Özneleştirmekse
tabi kılmak, boyun eğdirmek için kullanılan etkili, ekonomik ve güvenli bir
amaca dönüşüyor.
20
"Eğer
kendimizi kimlik sorununa göre konumlandıracaksak, kendimizi biricikliğimizle
konumlandırmalıyız. Fakat, kendimizle sürdürmemiz gereken ilişkiler, kimlik
ilişkileri değildir; bunlar, daha ziyade, farklılaşma, yaratma, yenilik
ilişkileri olmalıdır. Her zaman aynı olmak çok sakıncalıdır. İnsanlar
zevklerini bu kimlik aracılığıyla buluyorlarsa kimliği dışlamamalıyız; ama bu
kimliği evrensel bir etik kural olarak kabul etmemeliyiz." (Bu kitap, s.
282)
I. Hapishane Üzerine
Söyleşi: Kitap ve Yöntemi, 1975
22
corpus gövde, fiziki varlık, ana para veya resülmal,
derlem, külliyat, fiili egemenlik, fiili hakimiyet; bir yetkinin kullanılmasını
sağlamak için emirname
sinaptik (yapay sinir ağları) Biyolojik sistemlerde
öğrenme, nöronlar arasındaki sinaptik bağlantıların ayarlanması ile olur. Yani,
insanlar doğumlarından itibaren bir yaşayarak öğrenme süreci içerisine
girerler. Bu süreç içerisinde beyin sürekli [sinaptik bağlantıları ayarlar ve
hatta yeni bağlantılar oluşturur].
23
“-Baskının tarihinde, cezalandırmadan
gözetlemeye geçiş gibi merkezi bir an saptıyorsunuz.”
Doğru. İktidar düzenine göre gözetlemenin
cezalandırmadan daha etkili ve verimli olduğunun fark edildiği an. Bu an, on
sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyıl başında yeni tür bir iktidar
işleyişinin hem hızlı hem de yavaş oluşumuna denk düşer. … ben iktidar
mekanizmasını düşündüğümde, iktidarın bireylerin tohumuna kadar ulaştığı,
bedenlerine eriştiği, hal ve tavırlarına, söylemlerine, öğrenimlerine, gündelik
yaşamlarına sindiği kılcal var olma biçimini düşünüyorum. On sekizinci yüzyıl
iktidarın toplumsal beden içinde -toplumsal bedenin üstünde değil- işleyişinin
deyim yerindeyse sinaptik bir rejimini keşfetti. … Saray erkânı, kralın
şahsiyeti gibi unsurları dışarı atması için toplumsal bedeni teşvik etmiş olan
şeyin bu yeni mikroskobik, kılcal iktidar biçimlenmesi olduğu da doğrudur.
Belli bir iktidar biçimi toplumsal beden içinde uygulandığı andan itibaren
hükümran mitolojisi artık mümkün değildi. Hükümran, hem canavarca hem de
arkaik, fantastik bir şahsiyet halini alıyordu.
24
Hapishanenin
başından beri, bireyleri dönüştürmeye yönelik bir projeye bağlı olduğu
hipotezini ileri sürüyorum.
Hapishanenin
suçluları namuslu insanlar haline getirmek bir yana yeni suçlular üretmeye
yaradığı ya da suçluyu daha fazla suça sapladığı daha 1820'de saptanır. İktidar
mekanizmasının hep yaptığı şey olan, sakıncalılığın stratejik kullanımı o
dönemde görüldü. Hapishane suça eğilimli insanlar üretir; ama bu kişiler
sonuçta iktisadi alanda olduğu kadar siyasal alanda da gereklidir.
25
Sermayeleşme
halk sınıfının ellerine hammadde, makine, alet edavat biçiminde yatırıma
dönüştürülmüş bir zenginlik verdiği andan itibaren bu zenginliği kesin olarak
korumak gerekti. Çünkü sanayi toplumu zenginliğin doğrudan doğruya ona sahip
olanların değil, onu işleterek kâr elde etmeyi sağlayanların elinde olmasını
gerektirir. Bu zenginlik nasıl korunur? Elbette, katı bir ahlakla… Halkı
kesinlikle ahlaki bir özne haline getirmek gerekiyordu, dolayısıyla onu suça
eğilimli olma halinden uzak tutmak, suça eğilimliler grubunu kesin olarak
ayırmak, bunları yalnızca zenginler için değil, yoksullar için de tehlikeli
göstermek, bunları her türlü ahlâksızlığı yapabilecek ve en tehlikeli işleri
destekleyebilecek kişiler olarak göstermek gerekiyordu. Polisiye edebiyatın
doğuşu ve gazetelerdeki gündelik haberlerin, korkunç cinayet haberlerinin önemi
buradan kaynaklanır.
26
Birisi hapishaneye girdiği andan itibaren onu
lekeli biri haline getiren bir mekanizma işlemeye başlıyordu; hapisten çıktığında
yeniden suç işlemeye eğilimli biri olmaktan başka çaresi kalmıyordu.
[cezalandırıcı çalışma] … herhangi bir mesleğin
öğrenilmesi değil, çalışma erdeminin öğrenilmesidir. Boşuna çalışmak, çalışmak
için çalışmak, bireylere ideal emekçi biçimini vermeliydi. … sorun onlara bir
şey öğretmek değildi, tersine, hapishaneden çıkınca hiçbir şey yapamasınlar
diye hiçbir şey öğretmemekti.
27
Amerika’da silahlı soygunun büyük mağazalarda
sık rastlanılan daimi bir risk olduğu bilinmektedir. Soygunun aşağı yukarı kaça
mal olduğu hesaplandığında, etkili bir gözetleme ve korumanın maliyetinin çok
yüksek olduğu, dolayısıyla verimli olmadığı anlaşılır. Soygunlara izin verilir.
Sigorta karşılamaktadır; tüm bunlar sistemin parçasıdır.
29
“- Tıp sisteminin her zaman ceza sisteminin
yardımcısı olduğunu gösteriyorsunuz; özellikle psikiyatrın yargıçla,
mahkemeyle, hapishaneyle işbirliği yaptığı günümüzde. Bu türlü gizli
anlaşmalardan kaçınmaya çalışmış bazı genç doktorlar açısından bu analiz belki
de hatalıdır.”
Belki.
30
1840’a doğru suçlu kahraman ortaya çıktı; suçlu
olduğu için kahraman olan, ne aristokrat ne de halktan biri olan kahraman. Bu
dönemde burjuvazi kendi suçlu kahramanlarıyla temsil edilir. Suçlular ile halk
sınıfları arasındaki kopukluk da o dönemde oluşur: Suçlunun bir halk kahramanı
olması gerekmez, yoksul sınıfların bir düşmanıdır. Diğer yandan, burjuvazi de
suçun artık halka özgü olmaktan çıktığı, yalnızca burjuvazinin kendisinin
becerebildiği şu güzel sanatlardan biri haline geldiği bir estetik oluşturur.
31
[burjuva düşüncesinin kinik zekâsı] Burjuvazinin
aptal olduğunu ve erdemlilik tasladığını hayal etmek için Baudelaire kadar naif
olmak gerekir. Burjuvazi zeki ve kiniktir.
Suç işleme eğiliminin olmadığı bir toplum on
sekizinci yüzyıl sonunda hayal edildi. Ardından poff! Suç işlemeye eğilimlilik
öyle faydalıydı ki; bu eğilimin olmadığı bir toplum kadar aptalca ve sonuçta
tehlikeli bir şey hayal edilemiyordu. Suç işleme eğilimi yoksa polis de yoktur.
Polisin varlığını, polis denetimini toplum için kabul edilir kılan şey suç
işleme eğilimi olan kişiden duyulan korku değilse nedir?
Kriminologların metinlerini okuduğunuz hiç oldu
mu? Kolunuzu kanadınızı kırar. Bunu şaşkınlıkla söylüyorum, saldırganlıkla
değil; çünkü bu kriminoloji söyleminin nasıl böyle kalabildiğini anlayamıyorum.
Sanki bu söylem öylesine yararlıdır, sistemin işleyişi onu öylesine gerekli
kılmakta ve öylesine güçlü bir şekilde çağırmaktadır ki; kendini teorik olarak
doğrulamaya, hatta yalnızca bir bağdaşıklık ya da temel bir çatı bulmaya gerek
bile duymaz. Tümüyle faydacıdır. … Bir zamanlar hükümrana, bizzat hükümranlığı
suç tarafından saldırıya uğrayan hükümrana özgü bir olgu olan intikam fikri
ortadan kaldırıldığı andan itibaren cezalandırmanın ancak bir ıslah teknolojisi
içinde anlamı olabilir.
33
… ilk filantroplardan (insansever) biri olan
Appert…
“- Deliliğin Tarihi’nde, “kronolojileri ve
tarihsel ardışıklıkları her türlü ilerleme perspektifinden kurtarmak”
gerektiğini söylediğiniz bir cümle buldum.”
34
… şu anda olup biten geçmişte olanlardan daha
iyi, daha gelişmiş ya da daha fazla açıklığa kavuşturulmuş değildir.
35
Genel anlamda, iktidar mekanizmaları tarihte
asla fazla incelenmemiştir. İktidarı elinde tutan kişiler incelenmiştir. Bu,
krallarla, generallerle ilgili bir anekdotlar tarihiydi. Bunun karşısına
süreçlerin, iktisadi altyapıların tarihi çıkarıldı. Bunun karşısına da
kurumların tarihi çıkarıldı; yani iktisat karşısında üstyapı olarak kabul
edilen şeyin tarihi çıkarıldı. Oysa iktidar, genel ve incelikli stratejileriyle,
mekanizmalarıyla asla yeterince incelenmedi.
Oysa, iktidarın bilgiye, bilginin iktidara
sürekli eklemlendiği kanısındayım ve ben bunu ortaya çıkarmayı denedim.
İktidarın falanca keşfe, filanca bilgi biçimine ihtiyacı olduğunu söylemekle
yetinmemeli, iktidar işleyişinin bilgi nesneleri yarattığı, bunları ortaya
çıkardığı, enformasyon biriktirdiği ve kullandığı da söylenmelidir. …
Üniversiteli efendiler takımı bu gerçekliğin en görünür, en köhnemiş ve en az
tehlikeli biçimidir. Bilgiye bağlı iktidar etkilerinin üniversiteli efendiler
takımı içinde doruk noktasına vardığını düşünmek için saf olmak gerekir. Bu
iktidar etkileri, yaşlı profesörün kişiliğinde değil, başka yerde, başka türlü
dağılır, yer edinir, tehlikelidir.
36
Dolayısıyla modern hümanizma bilgi ile iktidar
arasındaki bu ayrımı yaparken yanılmaktadır. Bunlar bütünleşmiştir ve bilginin
iktidara bağlı olmayacağı bir an bile hayal edilemez; bu ayrımı ileri sürmek,
aynı hümanizmayı ütopik bir biçimde sürdürmenin bir biçimidir. … “Bilimsel
araştırmayı tekelci kapitalizmin ihtiyaçlarından bağımsızlaştıralım!” Bu belki
mükemmel bir slogandır; ama asla bir slogandan başka bir şey değildir.
II.
İktidar ve Beden,
1975
38
On yedinci yüzyıl toplumu gibi bir toplumda
kralın bedeni bir metaphor değil, siyasi bir gerçeklikti: Kralın fiziksel
varlığı monarşinin işleyişi için gerekliydi.
Cumhuriyetin bedeni yoktur. Buna karşılık, on
dokuzuncu yüzyıl boyunca yeni ilke haline gelen şey, toplumun bedenidir.
Neredeyse tıbbi bir biçimde korunması gerekecek olan şey bu bedendir.
39
İktidar ilişkilerinde hep olduğu gibi,
diyalektiğin Hegelci biçimine uymayan karmaşık fenomenlerle karşı karşıyayız.
Bedene hâkim olma, beden bilinci, ancak iktidarın bedeni kuşatmasıyla elde
edilebilmiştir: Jimnastik, idmanlar, kas geliştirme, çıplaklık, güzel bedenin
yüceltilmesi… tüm bunlar, çocukların, askerlerin bedeni üzerinde, sağlıklı
beden üzerinde iktidarın uyguladığı kararlı, inatçı, titiz bir çalışmayla
insanı kendi bedenini arzulamaya götüren hattadır. Ancak, iktidar bu etkiyi
yaratır yaratmaz, bizzat iktidarın bu kazanımlarıyla aynı hatta, iktidara karşı
bedenin talep edilmesi, ekonomiye karşı sağlığın talep edilmesi, cinselliğin,
evliliğin, erdemin ahlâki normlarına karşı zevkin talep edilmesi kaçınılmaz
olarak ortaya çıkar. İktidarın güçlenmesine neden olmuş olan şey, aynı anda,
saldırıya uğramasının da nedeni olur… İktidar bedenin içinde mesafe kat etmiştir,
yine bedenin içinde saldırıya uğramış bulur kendini…
40
… gözetim ve denetimin hedefi olarak, bir kaygı
ve analiz nesnesi haline gelen cinsellik, aynı zamanda, herkesin kendi bedeni
için, kendi bedeninde ve kendi bedeni üzerinde duyduğu arzuların yoğunlaşmasına
yol açtı…
Beden, çocuklar ile aileler arasında, çocuk ile
denetim mercileri arasında bir mücadele konusu haline geldi. Cinsel bedenin
isyanı bu gelişmenin karşı-etkisidir. İktidarın buna yanıtı nedir?
Erotikleşmeyi, bronzlaşma ürünlerinden porno filmlere kadar iktisadi (ve belki
de ideolojik) olarak sömürmek… Hatta bedenin isyanına yanıt olarak, artık
denetim-baskı biçiminde değil, denetim-teşvik biçiminde kendini gösteren yeni
bir kuşatmayla karşılaşırsınız…
41
On sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyıl başına
kadar iktidarın bedeni ağır, etkili, sabit, titiz bir şekilde kuşatması
gerektiğine inanıldığı kanısındayım. Okullarda, hastanelerde, kışlalarda,
atölyelerde, sitelerde, konutlarda, ailelerde rastlanan bu korkunç disipline
edici rejimler buradan kaynaklanır… sonra, altmışlı yıllardan itibaren, bu
kadar zahmetli bir iktidarın sanıldığı kadar elzem olmadığının, sanayi
toplumlarının beden üzerinde çok daha gevşek bir iktidarla yetinebileceğinin
farkına varıldı. Bundan böyle, cinsellik üzerindeki denetimlerin
yumuşatılabileceği ve başak biçimler alabileceği keşfedildi… Geriye, günümüz
toplumunun hangi bedene ihtiyaç duyduğunun incelenmesi kaldı…
Marksist perspektifle ilgili olarak, iktidarın
etkilerini ideoloji düzeyiyle sınırlandırmaya çalışanlardan değilim. Geçekten
de, ideoloji sorununu ortaya atmak yerine, beden ve iktidarın beden üzerindeki
etkileri sorununu inceleyerek daha fazla materyalist olunabileceğini
düşünüyorum. Çünkü ideolojiye ayrıcalık tanıyan bu analizlerde beni rahatsız
eden şey, modelini klasik felsefenin sunduğu ve iktidarın ele geçireceği bir
bilinçle donanmış insan öznesinin her zaman varsayılıyor olmasıdır.
42
Marx'ta beden üzerine çok ilginç şeyler olsa da
-tarihsel gerçeklik olarak- Marksizm bilince ve ideolojiye ayrıcalık tanıyarak
bunu fena halde gölgede bırakmıştır.
Baskı kavramına abartılı bir rol biçen Marcuse
gibi Marksizm yanlılarından da uzak durmak gerekir. İktidarın tek işlevi
bastırmak olsaydı, iktidar büyük bir üst-ben tarzında, yalnızca sansür,
dışlama, engel, içe atma kipiyle işliyor olsaydı, yalnızca negatif bir biçimde
uygulanıyor olsaydı, çok dayanıksız olurdu. İktidar eğer güçlüyse, arzu
düzeyinde -bu da artık anlaşılmaya başlanmıştır- ve bilgi düzeyinde pozitif
etkiler ürettiği için böyledir. İktidar, bilgiyi engellemek bir yana, onu
üretir.
... on dokuzuncu yüzyıldan beri Marksist ve
Marksizan devrimci hareketler, mücadelenin hedefi olarak devlet aygıtını öne
çıkardılar.
43
Bu durum sonuç olarak neye yol açtı? Yalnızca
bir hükümetten ibaret olmayan devlete karşı mücadele edebilmek için devrimci
hareketin kendini politik-askeri terimlerle devletin eşiti kılması gerekir, dolayısıyla
parti halini alması, devletle aynı disiplin mekanizmalarıylai aynı
hiyerarşilerle, aynı iktidar örgütlenmesiyle bir devlet aygıtını -içeriden-
model alması gerekir. Bu ağır bir sonuçtur. İkinci olarak, devlet aygıtının ele
geçirilmesi muhtemel değişimlerle birlikte bu aygıtın basitçe işgal edilmesi
olarak mı kabul edilmeli, yoksa ortadan kaldırılmasının vesilesi olarak mı? Bu
sorun, Marksizmin içinde bile büyük bir tartışma yarattı. Bu sorunun sonuçta
nasıl çözüme bağlandığını biliyoruz: Devlet aygıtını çökertmek gerekir, ama
sonuna kadar değil, çünkü sınıf mücadelesi proletarya diktatörlüğü kurulur
kurulmaz bitmeyecektir... Dolayısıyla, devlet aygıtının sınıf düşmanlarına
karşı kullanılabilecek kadar sağlam olması gerekir. Böylece ikinci sonuca varılır:
Devlet aygıtı, en azından belli bir noktaya kadar, proletarya diktatörlüğü
süresince varlığını sürdürmelidir. Nihayet üçüncü sonuç: İşgal edilecek ama
parçalanmayacak bu devlet aygıtlarını çalıştırmak için teknisyenlere ve
uzmanlara çağrı yapmak uygun olur. Ve bu aygıtları çalıştırmaları için, bunlara
alışık olan eski sınıf, yani burjuvazi kullanılır. SSCB'de olup biten kuşkusuz
budur. Devlet aygıtının önemsiz olduğunu asla öne sürüyor değilim; fakat bence
Sovyet deneyimine yeniden başlamamak için, devrimci sürecin tıkanmaması için
bir araya getirilmesi gereken tüm koşullar arasında ilk kavranması gereken şey,
iktidarın yerinin devlet aygıtı olmadığı ve devlet aygıtlarının dışında,
üstünde, yanında çok daha küçük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmalarında
değişiklik yapılmadığı takdirde toplumda hiçbir şeyin değişmeyeceğidir.
45
"-Beden siyaseti faillerinin eylemini
koordine eden kimdir?"
Bu, son derece karmaşık bir bütündür... On
dokuzuncu yüzyıl başındaki insanseverlik örneğini ele alın: İnsanlar
başkalarının yaşamlarına, sağlıklarına, beslenmelerine, barınmaya karışmaya
başlar... Daha sonra, kişiler, kurumlar, bilgiler... kamu sağlığı, denetçiler,
sosyal danışmanlar, psikologlar bu karmakarışık işlevden türemiştir. Daha sonra
da, şimdi, sosyal görevliler kategorisinin yaygınlaşmasına tanık olmaktayız.
Fakat, tüm bu "sosyal görevliler"in
mozaği -gerçekten de- insanseverlik gibi karmaşık bir ana kalıptan çıkarak
oluşmuştur...
İlginç olan şey, tüm bunlara öncülük eden
projeyi değil, parçaların nasıl yerine yerleştiğini strateji terimleriyle
görmektir.
III.
Tımarhaneler, Cinsellik, Hapishaneler, 1975
48
[Nazizmin
ve Stalinizmin sona erişinden beri, kapitalist ve sosyalist toplumların
içindeki iktidar -yalnızca devlet aygıtı, yönetici sınıf, hegemonik kastlar
değil, bireylerin gündelik davranışlarında, bedenlerine varıncaya kadar
üzerlerinde işleyen, giderek daha da incelen, tüm mikroskobik iktidarlar-
sorunu] ... bu sorun karşısında iki türlü düşünme ve araştırma tarzı var ... ama ben bunlardan tamamen ayrılıyorum.
Birinci tarz, ortodoks ya da geleneksel, bir tür Marksist kavrayıştır ki bu, bu
sorunları, eskimiş bir sorun olan devlet aygıtı sorunuyla bütünleştirmek üzere
ele almaya hazırdır. "Devletin ideolojik aygıtları" kavramını ortaya
atmış olan Althusser'in girişimi bu kapsamdadır. İkincisi, yapısalcı,
dilbilimsel, göstergebilimsel akımdır; bu akım da bu sorunu, gösteren düzeyinde
sistemliliğe indirgemekten ibarettir.
Entelektüelin
rolü, bir süredir, gizli biçimde işleyen baskıcı iktidar mekanizmalarını
görünür kılmaktan ibarettir. ... Okulun yalnızca okuma yazma öğretme, bilgi
aktarma tarzı olmadığını, bir tür dayatma olduğunu göstermek.
49
Ama
analiz burada bitmemelidir. İktidarın bundan daha sinsi olduğunu da göstermek
gerek. İktidarın yalnızca baskı uygulamaktan -bastırmak, engel çıkarmak,
cezalandırmak- ibaret olmadığını, arzuyu yaratarak, zevki kışkırtarak, bilgiyi
üreterek bundan daha derine nüfuz ettiğini de göstermelidir. ... İktidar bedeni
çalıştırır, davranışa nüfuz eder, arzu ve zevkle iç içe girer, işte onu bu
çalışma içinde suçüstü yakalamak gerekir; yapılması gereken şey bu analizdir,
bu da güç bir şeydir.
50
Laing
ve Cooper delilikle ilişkiye geçmede yeni bir tarz ortaya atmışlardır. Bu
psikiyatrik ve tıbbi olmayan bir tarzdır. Deliliğin bir hastalık olduğu fikri
tarihsel olarak yeni bir fikirdir. Aşağı yukarı on sekizinci yüzyıla kadar
deli, hasta statüsünde değildi. ... Laing ve Cooper'a göre deli olmak, hasta
olmanın bir biçimi değildir.
53
Entelektüelin
rolü kendini ilgilendiren konuyla ilgili kişilerle bağlantı kurmaktır.
Dolayısıyla, bağlantılı olmadığım alanlar hakkında tavır almayı ya da genel
geçer fikirler öne sürmeyi reddediyorum.
56
"-...Deleuze
ve Guattari'nin psikanalize yönelttikleri eleştirinin esası nedir?"
Bu
soru onlara sorulmalı. Yinede de şunu söyleyebilirim ki; onların kitaplarına
kadar, psikanaliz, belki eksik, belki yetersiz ama bir özgürleşme aracı olarak
görülüyordu. Bilinçdışının, cinselliğin vs'nin özgürleşmesi. Oysa Deleuze ve
Guattari, Freudcu düşünceyi ve psikanalizin işleyişini yeniden ele alarak,
günümüzde uygulandığı biçimiyle psikanalizin, libidoyu, arzuyu aile iktidarına
nasıl boyun eğdirdiğini gösterdiler. Psikanalizin arzuyu Oedipuslaştırdığını,
ailevileştirdiğini gösterdiler. İmdi, psikanalitik pratik arzuyu özgürleştirmek
yerine ona boyun eğdirtiyor. Yine bir iktidar mekanizmasının kanıtlanması.
Deleuze, on yılı aşkın süredir devam eden bir mücadelenin sürmesini sağlayan
yeni kavramlar geliştirdi.
"-Hangi
mücadele?"
Günümüzde
kendini gösteren türden sorunların çözümü için Marx'ı ve Freud'u mihenk taşı
olarak almaktan kurtulmak. Ne Marx ne de Freud bu sorunların çözümüne uygundur;
en azından Avrupa'da görüldükleri biçimiyle. Yaklaşık on beş yıldır süren bu
mücadelenin amaçlarından biri bu iki kişiliği kutsallıktan arındırmaktı. Sonra
da yeni kategoriler, yeni araçlar bulmaktı. Oysa Lacan, çok şey icat etmiş
olmasına rağmen, Freudcu alanın içinde yer alır; bu da onun yeni kategoriler
yaratmasını engeller.
59
"-Entelektüelin
rolü ve üniversite hakkında ne düşünüyorsunuz?"
1968'den
sonra üniversitenin öldüğünü herkes söylüyordu. Doğru, öldü; ama bir kanser
gibi: yayılarak öldü.
60
Aynı
zamanda entelektüelin "evrensel peygamber" rolü kayboldu. Entelektüel
çalışma bir uzman çalışması halini aldı.
Nihayet
sentezden, bütünlükten kurtuluyoruz.
IV. Michel
Foucault, Filozofun Cevapları, 1975
61
On
dokuzuncu yüzyılda ve hatta yirminci yüzyıl başında siyasi iktidar sorunu bence
esas olarak devlet ve devletin önemli aygıtları sözcükleriyle ortaya atıldı. Ne
de olsa devletin önemli aygıtları on dokuzuncu yüzyılda oluşmuştu. Bunlar henüz
yeni, görünür, önemli şeylerdi, insanları eziyorlardı ve insanlar da onlarla
mücadele ediyordu. Daha sonra, iki büyük deneyim -faşizm ve Stalinizm
deneyimleri- dolayısıyla, devlet aygıtlarının altında, bir başka düzeyde, bir
noktaya kadar onlardan bağımsız, sabit, sürekli, şiddetli biçimde işleyen ve
toplumsal gövdenin korunmasını, istikrarını ve sağlamlığını sağlayan -en
azından devletin önemli aygıtları olan adalet ve ordu gibi- tüm iktidar
mekanizmasının varlığı fark edildi. Ben, zımni iktidarların, bu görünmez
iktidarların, bilgi kurumlarına bağlı bu iktidarların analiziyle ilgilenmeye o
dönemde başladım.
62
Üçüncü
Dünya'ya gelince, burada sorunun farklı tarzda konduğu kanısındayım. Başka bir
iktidar sorunu ortaya atılıyor: ulusal bağımsızlık sorunu. [Tunus gibi]. ...
ortadaki sorun aynı zamanda yeni-sömürgecilik ve ulusal bağımsızlıktı. Hükümete
saldırı hükümetin otoriter yöntemlerine karşı saldırıydı, aynı zamanda yabancı
çıkarlarla bağlılığına ve bağımlılığına da karşıydı. Böylece, Üçüncü Dünya'da
otorite-karşıtı bu mücadele anında genel siyasi mücadelenin içine yeniden dahil
oldu, böylece spesifikliğini yitirdi.
64
Kelimeler ve Şeyler'de yapmak istediğim
şey... ... yaşamla, dille, emekle ve iktisatla ilgili bazı ampirik bilgi
alanlarının doğuşunu görmek istiyordum. Hepsi bu kadardı. ... ampirik bir
bilimin eleştirisi.
65
"-
Diyalektik günümüzde hâlâ hüküm sürmektedir. Tarihsel, iktisadi, sosyolojik,
felsefi incelemelerde, eleştiride mevcuttur. "Diyalektik
materyalizm"in Batı kültüründeki rolü nedir?"
Güç
bir soru. Terimin tam anlamıyla "diyalektik materyalizm" pek bir şeye
hizmet etmemiştir -yani, tarih yorumu, felsefe, bilimsel ve siyasi yöntembilim
[açısından baktığımızda]. Siz, diyalektik materyalizmi kullanan bir bilim
insanı gördünüz mü hiç? Komünist parti, taktiğinde, diyalektik materyalizmi
uygulamaz. Ama diyalektik materyalizmin önemli bir referans oluşturduğu
açıktır. Bizi belli bir noktaya kadar, en azından söylemde, ona başvurmak
zorunda bırakan statüsü, göstergeleri, ritüeli nedir? Bu bir sorundur.
Diyalektik
materyalizm, siyasal ve polemik kullanımları önem taşıyan, evrensel bir
gösterendir; o bir işarettir, ama onun pozitif bir araç olduğu kanısında
değilim.
[Diyalektik üzerine 5. Kitapta (Felsefe
Sahnesi), 218- 220 arasında bilgi var]
69
İngiliz hukukunda ve Napoléon hukukunda yargı
ritüeline, günümüzde Doğu Avrupa'nın sosyalist ülkelerinde görüldüğü gibi bir
soytarılık haline dönüşebilecek kadar aşırı ve ciddi bir rol atfedilmiştir. ...
Büyük davalar Stalinist mimariyle ya da sosyalist gerçeklikle ilişkileri içinde
görülmelidir. Sosyalist gerçekçilik, bütün olarak ele alınan Batı resminin tam
anlamda dengi değildir ama 1850'nin akademik ve şatafatlı resmini inanılmaz
ölçüde hatırlatır. Bu, Marksizmin doğuştan gelen bir kompleksiydi: 1850'nin
muzaffer burjuvazisininkine tıpatıp benzer bir sanata, ifade biçimlerine ve
toplumsal seremoni kurallarına sahip olmayı her zaman hayal etti. Stalinci neo-klasizmdir
bu.
70
[devlet] ... tüm iktidar ağının garantisini,
temel çatısını temsil eder yalnızca. ... Sonuç olarak, devlet önemli bir yer
işgal eder; ama üstün bir yer değil.
73
"-Günümüzde eleştirinin görevleri
nelerdir?"
Eleştiriden ne anlıyorsunuz? "Eleştiri"
sözcüğüne ancak bir Kantçı genel bir anlam atfedebilir.
"-Eleştirel bir çalışma ne anlama
gelir?"
Bilgiye bağlı dogmatizmin tüm etkilerini ve
dogmatizme bağlı bilginin tüm etkilerini mümkün olduğunca; yani en derin ve
genel biçimde açığa çıkarma girişimi diyebilirim.
74
Sömürgecilik döneminden bu yana başkalarından
büyük bir maharetle söz etmiş ve onları egzotik -kendi hakkında söylemde
bulunamayan kişi- haline getirmiş emperyalist bir söylem vardır.
İktidarın olumlu etkileri vardır, bilgi üretir,
zevk yaratır. İktidar sevimlidir.
75
Ama kapitalizm hâlâ mevcut. Kökünün asla
kazınamayacağını söylemek istemiyorum. Söylediğim tek şey, kapitalizmin
yıkılışının bedelinin bizim hayal ettiğimiz şey olmadığıdır. İktidar
sistemlerinde bir aktarım gerçekleştirmek, iktidarı bir kasttan diğerine, bir
bürokrasiden diğerine aktarmak -Çarlık bürokrasisinin durumu buydu, işin
doğrusu, dönüşümlerle nitelik değiştirmişti- kapitalizmi yıkmak değildir.
"-İnsan nedir? Var mıdır?"
Elbette vardır. Ortadan kaldırılması gereken
şey, on sekizinci yüzyıldan bu yana bazı insani özleri tanımlamakta kullanılan
nitelemeler, özellikler ve çökeltiler [sedimantasyonlar] bütünüdür. Benim
hatam, insanın varolmadığını söylemek değil, onu geçersiz kılmanın bu kadar
kolay olacağını hayal etmekti.
"-Azınlıklardan vs yana olmak hümanizma
değil midir? "Hümanist" terimini korumalı mıyız?"
Eğer bu mücadeleler, on sekizinci yüzyıl
düşüncesinde oluştuğu biçimiyle insanın belirli bir özü adına sürdürülüyorsa bu
mücadelelerin kaybedildiğini söyleyebilirim. Çünkü bu durumda soyut insan
adına, normal insan adına, bir dizi iktidarın çözeltisi olan sağlıklı insan
adına sürdürülmüş olurlar. Eğer bu iktidarların eleştirisini yapmak istiyorsak,
bunu, bu iktidarlardan yola çıkarak inşa edilmiş olan insan fikri adına
yapmamalıyız. Kaba Marksist olarak bütünlüklü insandan, kendisiyle barışık
insandan söz ettiğimizde neyi kastediyoruz? Normal insan, dengeli insan. Peki,
bu insanın imgesi nasıl oluştu? Psikiyatrik, tıbbi bir iktidar,
"normalleştirici" bir iktidar ve bunun bilgisi sayesinde. Bir
hümanizma adına siyasi eleştiri yapmak, karşısında mücadele ettiğimiz bu şeyi
mücadele silahına yeniden dahil etmek anlamına gelir.
V. Normun
Toplumsal Yayılımı,
1976
76
... Deliliğin Tarihi'nde büyücülük sorunundan
hiç söz etmedim. Aceleci tarihçilerde düzenli olarak rastlanan bir temadan
sakınıyordum.
77
... psikiyatr engizisyoncunun soyundan gelir.
[günümüz] norm toplumu
78
hukuk toplumundan ->
norm toplumuna
hüküm verme -> teşhis koyma
Tıp, genel bir toplumsal işlev haline geldi:
Hukuku kuşatmaktadır; hukuka eklenir; ona işlev kazandırır. Günümüzde iktidarın
temel biçimi olan bir tür hukuki-tıbbi kompleks olarak ortaya çıkar.
Fakat tıbbın böyle bir güçle işlev görmesini
sağlayan şey, dinin tersine, bilimsel kuruma dahil olmasıdır. ... Bilimsel
türde bir bilgiyle ancak hayali bir ilişki kurabilen psikiyatriyi tıpla aynı
anlayışta ele almayı engelleyen budur. Eleştiri aynı düzlemde yer almaz.
79
Eğer delilik nozografik tabloda gelişimi sergilenen
bir hastalık değilse, eğer deliliğin kendi spesifik gerçekliği ne
tıbbileştirilebilir ne de patolojikleştirilebilir bir gerçeklikse, bu durumda,
delilik nedir? Anti-psikiyatri tam da ne akıl hastalığı terimleriyle ne de
toplumsal normun terimleriyle kodlandırılması gereken; ama yine de sorun
oluşturan bu şeyle karşı karşıya gelmek zorunda.
... her zaman toplumun içindeyiz. Marj, bir
mittir. Dışarının sözü, sürdürmeye devam edilen bir düştür.
80
Tarihsel analiz teorik kutsallaştırmayı
önlemenin bir yoludur: bilimsel dokunulmazlık eşiğini ortadan kaldırmayı
sağlar.
İşine geleni alıp kullanma tekniğini kullanmayı
tercih ederim.
VI. Bakış
Açıları,
1976
82
Polisin, on sekizinci yüzyıl sonu ile on
dokuzuncu yüzyıl başının yeni bir icadı olduğunu unutmamak gerekir.
83
... burjuvazi kendi elleriyle yapmak istemediği
yasadışı kaçakçılıkları, elbette, hizmetindeki suç işlemeye eğilimli bu
kişilere rahatlıkla yaptıracaktır. ... suça eğilimli kişileri devşirmenin,
onları bu eğilim içinde tutmanın ve suça yönelik faaliyetlerinde sürekli olarak
gözetleyebilmenin yolu neydi? BU araç, elbette hapishanedir.
Hapishane, suça eğilimli kişi imalathanesiydi...
Hapishane suçun tekrarına olanak tanır.
84
[profesyonel yasadışılık biçimi] ...
"ahlaklı" olması kesinlikle gerekli olan işçi karşısında iktidardaki
sınıfın yasadışılığına hizmet edecektir.
VII.
İktidarın Gözü,
1977
85
…
hastane mimarisi üzerine bir inceleme yapmayı düşünmüştüm. Tıbbi bakışın nasıl
kurumlaştığını; toplumsal uzama fiili olarak nasıl dahil olduğunu; yeni hastane
biçiminin, yeni tür bir bakışın hem sonucu hem de dayanağı haline nasıl
geldiğini öğrenmek istedim. Hôtel-Dieu Hastanesi’nin 1772 yılındaki ikinci
yangınını izleyen çeşitli mimari projeleri incelerken, bedenlerin, bireylerin,
şeylerin merkezi bir bakış altında tümüyle görünür olmalarının en sabit
yönetici ilkelerden biri haline hangi noktada geldiğini fark ettim. Hastaneler
örneğinde bu sorun beraberinde ek bir güçlük daha getiriyordu: Hava akımını ve
havalandırmayı sağlayarak, teması, bulaşmayı, istenmeyen yakınlıkları ve
sıkışıklıkları engellemek gerekiyordu: Hem uzamı bölmek hem de açık bırakmak,
gözetlenecek bireyleri titizlikle birbirinden ayırarak hem topyekûn hem de
bireyleştirici bir gözetim sağlamak. Uzun süre, bunların on sekizinci yüzyıl
tıbbına ve onun inançlarına özgü sorunlar olduğunu düşündüm.
87
Bu
tecrit edici görünürlüğün ilk modellerinden birinin 1751 yılında Paris askeri
okulunda, yatakhaneler konusunda uygulamaya konmuş olduğu görülmektedir. Her
bir öğrencinin camekânlı bir hücresi vardı; burada diğer öğrencilerle, hatta
hizmetlilerle bile hiçbir ilişkiye girmeden bütün gece görülebiliyordu. Ayrıca,
çok karmaşık bir mekanizma daha vardı, bunun tek amacı berberin yatılı okul
öğrencilerinin hiçbirine fiziksel olarak dokunmadan saçlarını tarayabilmesiydi:
Öğrencinin başı bir tür pencere deliğinden dışarı çıkarılıyor, gövdesi camlı
bir bölmenin ardında kalıyordu ve bu, olup biten her şeyi görmeyi
sağlıyordu. … panoptikon fikri Bentham’dan
önce gelse bile, bunu gerçekten ifade etmiş ve adını koymuş olan Bentham’ın
kendisidir. [panoptikon kavramı bütünlük ilkesini ifade eder]. … [O] Hakiki bir
keşifte bulunmuş ve bunun “Colombus’un yumurtası” olduğunu söylemiştir.
Gerçekten de doktorların, ceza hukukçularının, sanayicilerin, eğitimcilerin
aradıkları şeyi Bentham onlara sunar: Gözetleme sorunlarını çözmeye uygun bir
iktidar teknolojisidir bulduğu. … Bentham, optik prosedürünün iktidarı rahat ve
kolay işletmeye yönelik büyük bir yenilik olduğunu düşündü ve söyledi. … Fakat
modern toplumlarda uygulamaya konan iktidar prosedürleri daha çok sayıda, daha
çeşitli ve zengindir.
88
“-
… sonuçta her şey uzamsaldır, on sekizinci yüzyıl düşüncesinde yalnızca
zihinsel olarak değil, maddi olarak da uzamsaldır.”
…
on sekizinci yüzyılın sonunda nüfus, sağlık, şehircilik sorunlarıyla mimari
arasında bağlantı kurulmaya başlandığı için bu böyledir. Önceden, inşaat sanatı
özellikle iktidarı, Tanrısallığı, gücü gösterme ihtiyacına cevap veriyordu.
Saray ve kilise büyük yapılardı, müstahkem mevkileri de bunlara eklemek
gerekir; güç gösterisi yapılıyor, hükümran gösteriliyor, Tanrı gösteriliyordu.
Mimari uzam süre boyunca bu gereklilikler etrafında gelişti. Oysa, on sekizinci
yüzyılın sonunda yeni sorunlar ortaya çıkıyordu: Uzamın ekonomik-siyasi amaçlarla
düzenlenmesinden yararlanmak.
[On
sekizinci yüzyıla kadar ev, farklılık barındırmayan bir uzam olarak kaldı.]
Ardından, uzam yavaş yavaş özelleşti ve işlevsel bir hal aldı. 1830-1870
yıllarındaki işçi sitelerinin inşası bu sürece örnek teşkil eder. İşçi ailesi
sabit bir yere bağlanacaktır; mutfak ve yemek salonu olarak kullanılan bir
bölüm, üreme yeri olan ebeveyn odası ve çocukların odasıyla birlikte işçi
ailesine bir yaşam uzamı verilerek bir ahlaklı olma biçimi dayatılacaktır. …
[uzamların tarihi aynı zamanda iktidarın da tarihi olacaktır]. Uzamlar
sorununun, tarihi-siyasi bir sorun olarak ortaya çıkmasının uzun zaman aldığını
görmek şaşırtıcıdır: Ya uzam doğaya -ilk veriye, ilk belirlenimlere, fiziksel
coğrafyaya; yani bir tür tarihöncesi tabakaya- geri gönderilmiştir; ya da bir
halkın, bir kültürün, bir dil ya da devletin ikâmet yahut yayılma yeri olarak
düşünülmüştür. Kısacası, ya toprak
olarak ya da alan olarak analiz
ediliyordu; önem taşıyan şey, altlık
ya da sınırlardı. Kırsal uzamların ya
da deniz uzamlarının tarihinin yazılması için Marc Bloch’un ve Fernand
Braudel’in ortaya çıkması gerekti.
89
Uzamların çok uzun süre ihmal edilmiş olmasına
yol açan nedenler arasında, filozofların söylemiyle ilgili bir nedeni saymakla
yetineceğim. Üstünde düşünülmüş bir uzam siyasetinin gelişmeye başladığı
dönemde (on sekizinci yüzyıl sonu), teorik ve deneysel fiziğin yeni edindiği
bulgular felsefeyi eskiden sahip olduğu, dünyadan, cosmos'tan, sonlu ya
da sonsuz uzamdan söz etme hakkından yoksun bırakıyordu. Siyasi bir teknoloji
ile bilimsel bir pratiğin uzamı böyle iki yandan kuşatması, felsefeyi zaman
sorunsalına başvurmak zorunda bıraktı. Kant'tan bu yana filozofun düşünmek
zorunda olduğu şey zamandır.
90
O dönemde (on sekizinci yüzyıl sonu) bir kısım doktor
uzam uzmanıydı. Bu doktorlar dört temel sorun ortaya atıyorlardı: Yerleşme
sorunu (bölgesel iklimler, toprak yapıları, nemlilik ve kuraklık: 'Yapı' adı
altında, verili bir anda herhangi bir türdeki hastalığa uygun ortam sağlayan
yerel belirleyicilerin ve mevsimlik değişkenlerin bu bileşimini
inceliyorlardı)İ birlikte yaşama sorunları (ister insanların kendi aralarındaki
yoğunluk ve sıkışıklık sorunu; ister insanlarla şeyler arasındaki su, lağım,
havalandırma sorunları; ister insanlar ile hayvanlar arasındaki mezbaha, ahır
sorunları; isterlerse insanlar ile ölüler arasındaki mezarlık sorunları); konut
sorunları (mesken, şehirleşme); yer değiştirme sorunları (insanların göçü,
hastalıkların bulaşması). Doktorlar, askerlerle
birlikte, kolektif uzamın ilk yöneticileriydi.
91
[monarşi
tek iktidar merkezli bir yönetim biçimi olan monarşi, kralın ya da güç
odağının fikir teatisinde bulunacağı bir meclis, divan, kamara ya da kurulun
varlığı ile despotizm'den ya da dikta rejimlerinden ayrılır. kralın bu kurula
hesap verme, ya da karar ve sanksiyonlarını meşrulaştırma mecburiyeti yoksa
mutlak monarşi, varsa meşruti monarşi, meclisin krala hesap verme mecburiyeti
yoksa da sembolik monarşi olarak adlandırılır]
"- Fransız Devrimi'nin de ... panoptik
projesini olumlu olarak kabul ettiğini öğrenmek şaşırtıcı değil mi? Bildiğimiz
gibi, Bentham hizmetleri nedeniyle 1791 yılında 'Fransız vatandaşı'
yapıldı."
Bentham'ın Rousseau'nun tamamlayıcısı olduğunu
söyleyebilirim. gerçekten de birçok devrimciyi harekete geçirmiş olan
Russeau'cu düş neydi? Her bir parçasında hem görünür hem de okunur olan şeffaf
bir toplum düşü; karanlık hiçbir bölge, kraliyet iktidarına özgü ayrıcalıklar
ya da herhangi bir topluluğun imtiyazları, hatta düzensizlik tarafından düzene
konmuş bölge kalmasın diye; herkes, bulunduğu noktadan tüm toplumu görebilsin
diye; kalpler birbirleriyle ilişki kurabilsin diye, bakışlar engelle
karşılaşmasın diye, kamuoyu hâkimiyeti kurulsun diye, her bir kişinin her bir
başkası hakkındaki görüşü hüküm sürsün diye.
92
Bentham hem budur hem de tam tersi. Görünürlük
sorununu ortaya atar ama tahakkümcü ve gözetleyici bir bakışın tamamen
etrafında örgütlenmiş bir görünürlüğü düşünerek yapar bunu. ... Böylece, Bentham'ın
takıntısı olan "her yere bakan" iktidar uygulamasına dair teknik
fikir, Russeau'cu büyük temaya -ki bu bir anlamda Devrim'in lirizmidir-
bağlanır...
"-Panoptique'de şu cümle vardır:
"Her yoldaş bir gözetmen olur.""
Rousseau kuşkusuz tersini söylerdi: Her gözetmen
bir yoldaş olur.
"-Fransız Devrimi bizim bugünkü okumamıza
yakın bir okuma yapmadığı gibi, Bentham'ın projesinde insancıl hedefler bile
buluyor."
Çok doğru, Devrim yeni bir adalet üzerine
kendini sorguladığında bu adaletin gücünü nereden alması gerektiğini
düşünmektedir? Kamuoyudur bu.
93
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısına bir korku
musallat olmuştur: Şeylerin, insanların, hakikatlerin tümüyle görünürlüğüne
engel oluşturan karanlık perdeden, loş uzamdan korkulur. Işığın karşıtı olan
gece kırıntılarını dağıtmak, toplumda loş uzam kalmamasını sağlamak, siyasi
zorbalığın, hükümdar kaprislerinin, dini batıl inançların, tiranların ve
papazların komplolarının, cehaletin gözbağcılığının, salgınların tezgahlandığı
bu karanlık odaları yıkmak. Şatolar, hastaneler, kemiklikler, tutukevleri,
manastırlar, Devrim öncesinden itibaren abartılı bir güvensizliği ya da kini
kışkırtmıştır; yeni siyasi ve ahlaki düzen bunlar ortadan kaldırılmadan inşa
edilemez.
94
Temel itkisi kamu görüşü olan bir iktidar loş
bölgeler karşısında hoşgörülü olamaz.
95
Silaha, fiziksel şiddete, maddi kısıtlamalara
ihtiyaç yoktur. Yalnızca bir bakış. Gözetleyen bir bakış ve bakışın ağırlığını
üzerinde hisseden herkes, bakışı öyle içselleştirir ki, sonunda kendini gözleme
noktasına varır; böylece herkes kendi üzerinde ve kendine karşı bu gözetlemeyi
işletecektir. Mükemmel formül: Sürekli bir iktidar ve sonuçta gülünç bir
maliyet!
96
[Bentham'ın düzenlediği uzam fikri] Bu fikirdeki
şeytansı şey de budur, tıpkı yol açtığı tüm uygulamalarda olduğu gibi [Bu
arada Foucault'nun Taylor üzerine düşünceleri nedir? Frederick Winslow
Taylor: İşçi emeğinden mümkün olduğu kadar fazla yararlanmayı hedef tutmuş bir
üretim yöntemidir. İşçinin vücut hareketlerini standartlaştırma ve
sistematikleştirmeye yönelik "bilimsel iş örgütlenmesi" yöntemidir. Erken
dönem 'yönetim bilimi' kuramının en önemlisidir... ekşi]. Burada tamamen tek
bir kişiye verilmiş olan ve bu kişinin başkaları üzerinde yalnız başına,
tümüyle uyguladığı bir güç yoktur; bu herkesi içine alan bir makinedir,
iktidarı işletenler kadar üstlerinde iktidar işletilenler de buna dahildir. BU
bana on dokuzuncu yüzyılda oluşan toplumların özelliği gibi gelmektedir.
İktidar, doğumundan itibaren iktidara sahip olan ya da onu işleten bir kişiyle
artık maddi olarak özdeş değildir; yasal sahibi hiç kimse olan bir makineler
bütünü haline gelmiştir.
99
[Bourdieu'nün Foucault'da en çok yaklaştığı
kaynaklar:] Eğer bana, "Bu yeni iktidar teknolojisinin kökeni tarihsel
olarak bir bireyde ya da bu iktidarı kendi çıkarlarına hizmet etsin diye
uygulamaya ve toplumsal gövdeyi kendileri tarafından kullanılabilir kılmaya
kararlı belirli bir bireyler grubunda mıdır?" diye sorarsan, cevabım hayır
olur. Bu taktikler, yerel koşullardan ve özel aciliyetlerden yola çıkarak icat
edilmiş, örgütlendirilmiştir. Bir sınıf stratejisi onları bağlaşık geniş
bütünler halinde sağlamlaştırmadan önce parça parça oluşmuşlardır. Ayrıca
belirtmek gerekir ki; bu bütünler bir homojenleşme içinde oluşmazlar, daha
ziyade, çok spesifik kalan farklı iktidar mekanizmalarının birbirleri üzerinden
destek aldıkları karmaşık bir oyun içinde oluşurlar. Böylece, günümüzde
çocuklarla ilgili olarak aile, tıp, psikiyatri, psikanaliz, okul, adalet
arasında oynanan oyun bu farklı mercileri homojenleştirmez; fakat onlar
arasında, herkesin kendi kipliklerini belli bir noktaya kadar koruduğunu
varsayan bağlantılar, atıflar, tamamlayıcılıklar, sınırlandırmalar oluşturur.
100
Burjuvazinin aptal olduğunu hayal etmek için on
dokuzuncu yüzyıl dandy’lerinin az çok
naif iyimserliğine sahip olmak gerekir. Tersine, burjuvazinin gösterdiği deha
örneklerini dikkate almak gerekir; bu örnekler arasında da özellikle, kâr
dolaşımını sağlayan iktidar makineleri inşa etmeyi başarması vardır; bu kâr
dolaşımı da karşılığında, iktidar dispozitiflerini güçlendirir ve değişikliğe
uğratır ve bunu da hareketli ve değirmi biçiminde yaparlar.
101
Çalışmanın üçlü işlevi her zaman mevcuttur:
Üretici işlev, sembolik işlev ve terbiye işlevi ya da disipline edici işlev.
102
Bu, kamu görüşüne önemli bir güç bahşetmiş olan
hemen hemen tüm on sekizinci yüzyıl reformcularının yanılsamasıdır. Kamu
görüşü, tüm toplumsal gövdenin doğrudan bilinci olarak ancak iyi
olabildiğinden, bu reformcular insanların bakışın etkisi altında erdemli
olacaklarına inanmışlardı. Onlara göre kamu görüşü, sözleşmenin kendiliğinden
yeniden güncelleştirilmesi gibiydi. Görüşün gerçek koşullarını, medyayı; basın,
yayın, daha sonra da sinema ve televizyon biçimleri altında iktisat ve iktidar
mekanizmalarına dahil edilmiş bir maddeselliği bilmiyorlardı.
Kamu görüşünün doğası gereği doğru olacağını,
nevi şahsına münhasır biçimde yayılacağını ve bir tür demokratik gözetleme
olacağını sandılar.
103
“-M. Perrot: Taylorizm hakkında da aynısı
söylenebilir. Bu sistem, aylaklığa karşı, üretimi yavaşlatan her şeye karşı
mücadele etmek isteyen bir mühendisin olağanüstü bir icadıdır. Fakat, sonunda,
şu soru sorulur: Taylorizm gerçekten hiç işledi mi?”
İnsanların fiili direnişi. Sizin, Michelle
Perrot, sizin incelediğiniz şeyler bunlar. Atölyelerdeki, sitelerdeki insanlar
sürekli bir gözetleme ve kaydetme sistemine nasıl direndiler? Bu gözetlemenin
pekiştirici, tabi kılıcı, katlanılmaz karakterinin bilincinde miydiler? Yoksa
bunu doğal mı kabul ediyorlardı? Kısacası, bakışa karşı isyanlar oldu mu?
“M. Perrot: Bakışa karşı isyanlar oldu.”
VIII.
İktidar İlişkileri Bedenlerin İçine Nüfuz Eder, 1977
“- … iktidarın cinsellikle olan ilişkisi baskı
ilişkisi değildir. … söylem üretimini denetleyen yöntemleri analiz ediyordunuz.
Bunlar arasında: yasaklama, sonra eski akıl-delilik ayrımı ve son olarak da
hakikat istenci var.”
107
Bu metni [Söylemin
Düzeni] bir geçiş döneminde yazdım. O döneme kadar geleneksel iktidar
anlayışını kabul etmiştim sanıyorum; yani esasen hukuksal mekanizma olarak
iktidar, yasa şunu der, şunu yasaklar, şuna hayır der, bir sürü de olumsuz
etkisiyle birlikte: dışlama, ret, engel, inkâr, yokumsama…
Belli bir andan itibaren bu kavrayışın yetersiz
olduğunu düşündüm; 1971-1972 yıllarından itibaren, hapishaneler konusunda
yaşayabildiğim somut bir deneyim sayesinde böyle düşünmeye başladım.
Cezalandırma konusu, [iktidar anlayışının] hukuk terimleriyle değil, teknoloji
terimleriyle, taktik ve strateji terimleriyle olması gerektiğine ikna etti beni
ve Gözetleme ve Cezalandırma’da
ortaya koymayı, sonra, Cinselliğin Tarihi’nde
kullanmayı denediğim şey, hukuksal ve negatif bir şifrenin yerine teknik ve
stratejik bir şifrenin ikame edilmesi oldu.
108
Fakat on sekizinci yüzyıldan itibaren son derece
önemli bir olay meydana geldi, iki büyük iktidar teknolojisinin çarkları iç içe
geçti, karmakarışık bir hal aldı: cinselliği gizlice düzenleyen teknoloji ile
deliliği pay eden teknoloji.
109
Gözetlemede, özellikle de gözetmenlerin
bakışında, gözetlemenin zevkine ve zevki gözetlemenin zevkine yabancı olmayan
bir şey vardır. … beden üzerinde işleyen bir iktidarın yerleşmesi…
110
Çoğu zaman ve on altıncı, on yedinci yüzyılın
hukuksal-felsefi düşüncesinin öğütlediği modele uygun olarak, iktidar sorununun
hükümranlık sorununa indirgendiği kanısındayım: Hükümran kimdir? Hükümran
kendini nasıl oluşturur? Bireyleri hükümrana bağlayan nedir? On üçüncü
yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar monarşist ya da monarşi-karşıtı
hukukçuların ortaya attığı bu sorun bizim de peşimizi bırakmıyor ve bence tüm
analiz alanları dizisini diskalifiye ediyor… Toplumsal bir gövdenin her bir
noktası arasından, bir kadın ile bir erkek arasından, aile içinden, öğretmen
ile öğrencisi arasından, bilen ile bilmeyen arasından geçen iktidar ilişkileri,
bireyler üzerinde hükümran olan büyük iktidarın düpedüz bir yansıması değildir;
bu iktidar ilişkileri, daha ziyade, büyük iktidarın köklerini saldığı hareketli
ve somut topraktır, onun işlev görebilmesini mümkün kılan koşullardır.
111
İktidar analizlerinde sık rastlanan temsil
tematiğinin tümünden uzak durmak gerektiği kanısındayım. Bu uzun zaman bireysel
istençlerin genel istenç içinde ya da bunun aracılığıyla nasıl temsil
edilebileceğini bilme sorunu oldu. Şimdi çok sık tekrarlanan önerme, babanın,
kocanın, patronun, yetişkinin, profesörün bir devlet iktidarını temsil ettiği,
bu iktidarın da bir sınıfın çıkarlarını temsil ettiğidir. Bu önerme, ne
mekanizmaların karmaşıklığını ne spesifikliklerini ne de bu çeşitliliğin
açıkladığı dayanakları, tamamlayıcılıkları ve kimi zaman da engellemeleri
hesaba katar.
112
“Her şey siyasidir” demek, güç ilişkilerinin her
yerde var olduğunu ve siyasi bir alana içkinliklerini dile getirmektir; ama bu
tanımsız düğümü çözmenin henüz kabaca belirlenmiş görevini üstlenmektir de.
Böyle bir analizi bireysel bir suçluluk duygusu yüklenerek ezmemek gerekir
(özellikle, kendi kendine eziyet eden varoluşçulukta onlarca yıldan bu yana
uygulanan budur; biliyorsunuz: Herkes her şeyden sorumludur, özünde bizim de
suç ortağı olmadığımız hiçbir adaletsizlik yoktur dünyada). Ayrıca, günümüzde
seve seve uygulanan şu anlam kaymalarından biriyle -tüm bunlar Pazar
ekonomisinden ya da kapitalist sömürüden veyahut basitçe, bu çürümüş toplumdan
türemektedir (dolayısıyla, cinsellik, suçluluk ya da delilik sorunları da bir
başka topluma atfedilmelidir)- bu analizden sıvışmaya çalışmamak gerekir.
Siyasi analizin ve eleştirinin büyük ölçüde yaratılması gerekir; ama aynı
zamanda hem bu güç ilişkilerini değiştirmeyi hem de bu değişikliği mümkün
kılacak ve gerçekliğe dahil edecek şekilde koordine etmeyi sağlayacak
stratejiler de yaratılmalıdır. Bu demektir ki; sorun siyasi bir tavır
tanımlamak değil (bu bizi önceden oluşmuş bir tartışma alanı üzerinde tercih
yapmaya yöneltir), yeni siyasallaşma şemalarını hayal etme ve var kılma
sorunudur.
115
Bu kitabın [Bilme İstenci] kanıtlayıcı bir
işlevi yoktur. Klavyeyi yoklamak ve temaları kaba hatlarıyla biraz belirtmek,
insanların nasıl tepki göstereceğini, eleştirilerinin ne olacağını,
anlayışsızlıkları ve öfkeleri görmek için bir prelüd gibidir ... Kurmaca
sorununa gelince, bu, benim için çok önemli bir sorun; kurmacalardan başka
hiçbir şey yazmamış olduğumu fark ediyorum. Bunu derken, hakikat dışı demek
istemiyorum. Kurmacayı hakikat içinde çalıştırmak, bir kurmaca söylemiyle
hakikat etkileri yaratmak ve hakikat söyleminin henüz var olmayan bir şeyi
kışkırtması, imal etmesi, yani "kurgulaması" anlamında davranmanın
mümkün olduğu kanısındayım. Tarihi gerçek kılan siyasi bir gerçeklikten yola
çıkarak tarih "kurgulanır", tarihsel bir hakikatten yola çıkarak
henüz var olmayan bir siyaset "kurgulanır".
IX.
Kapatılma, Psikiyatri, Hapishane, 1977
119
... en dramatik ya da en rahatsız edici vakaları
tedavi etmek ve aynı zamanda, kapatma yerine bir hastane görünümü vererek,
kendine bir tür teminat, garanti, bilimsellik görüntüsü edinmek. Hastane adı
verilen kapatma yeri, psikiyatri pratiğinin tıbbi olduğunu kanıtlayan
teminattı.
[psikiyatri projesiyle ilgili aklama
operasyonu:] Toplum her yerde bir yığın sorunla karşılaşır, sokakta, iş
yerinde, aile içinde vs ve biz psikiyatrlar da toplumsal düzenin memurlarıyız.
Bu karışıklıkları onarma görevi bizimdir. Biz, kamu hijyeninin bir işleviyiz.
Psikiyatrinin gerçek yeteneği budur. Onun ortamı budur, bu ufuktan doğmuştur.
120
1890 yılında Saint-Petersburg'da toplanan bir
kongrede Bay Léveillé adlı biri -bir Fransızdır- Ruslara şöyle der: "Biz
Avrupalılar suçlu olan ama öncelikle akıl hastası olan -akıl hastası oldukları
için suçlu ve suçlu oldukları ölçüde de akıl hastası olan- bu kişilerle
tartışmakta çok güçlük çekiyoruz ve ne yapacağımızı da pek bilmiyoruz; çünkü
onları ağırlayacak yapılara sahip değiliz. Ama Sibirya'da bakir topraklara
sahip olan sizler bunu gayet iyi yapabilirsiniz, bizim sürgüne gönderdiğimiz,
Cayenne'e ya da Yeni-Kaledonya'ya yolladığımız tüm bu insanları, Sibirya'ya
sahip olan sizler, hem tıp hem de ceza hukuku açısından değerlendirebilir, tüm
bu kişiler için rahatlıkla büyük çalışma kampları örgütleyebilirsiniz. Onları
bu iş için kullanırsınız ve böylece zenginlik vaat eden bu toprakları
değerlendirmiş olursunuz..." Cesur Léveillé Gulag'ı tanımlamıştı.
121
[Sovyetler Birliği'nde] ... 1936'ya doğru da
lobotominin [ilaçlar ya da elektro şoklar vasıtasıyla beynin muhtelif
bölümlerinin öldürülmesi yöntemi] yasal olarak yasaklanmasının ardından...
122
... tepkebilim... Homoseksüellere bir kadın
fotoğrafı gösterilir: sonra vücutlarına keyif verici madde zerk edilir. Bir
erkek fotoğrafı gösterilir: bulantı verici madde zerk edilir vs.
123
... Sovyetler Birliği'nin tüm bu 1930-1940'lı
yılları ikili bir temanın egemenliği altındaydı. Birinci olarak: Doğa kendinde
iyidir ve onu bozabilecek olan şey, tarihsel, iktisadi ve toplumsal bir
yabancılaşmadan gelir. İkinci olarak: Doğayı dönüştürecek olan insandır ve
dönüştürebilir. Doğanın sonsuz iyiliği, doğanın adım adım değiştirilebilirliği:
Tüm bu söylemlerin etrafında dönen bu ideolojik bloktur.
124
Sibernetiğin ve tüm bu enformasyon tekniğinin,
savaşın hemen ardından, Batı'da tanınmaya başladığı dönemi hatırlıyorum: KP'nin
resmi dergileri bu sözde-bilimi, tipik biçimde kapitalist bu tekniği vs teşhir
etmeye başlamışlardı. SSCB'de kullanılmayan teknikler önce gözden
düşürülüyordu.
"-Sibernetik ideoloji, söz konusu yerlerde
şimdi pek revaçta."
126
[on yedinci yüzyılın sonunda itibaren] ... kesin
uygulamalar olan ve her önüne gelenin, elbette bakana değil ama mahalle
komiserine yakalatma ve kapattırma talebinde bulunabilmesini sağlayan bu lettres
de cachet'ler...
Dolayısıyla mektup şöyle başlıyordu:
"Monsenyör, ayaklarınıza kapanma onuruna erişmemin nedeni..." ...
insanların eline, hatta toplumun en "aşağı" sınıflarına kadar bir
ihbar ve kapattırma aracı verilmişti...
132
Genel olarak muhalifliğe nasıl bir ideolojik
temel vermeli? Fakat, buna bir ideoloji vermeyi denediğimiz andan itibaren,
gerçekten muhalif olmanın engellendiğini düşünmüyor musun?
Ben muhalifliğe araçlar vermek gerektiğini
düşünüyorum...
135
Benim tavrım, önerilecek bir şey olmadığıdır.
"Öneri yapıldığı" anda, ancak tahakküm etkisi olabilecek bir sözcük
dağarcığı, bir ideoloji önerilir. Sunulması gereken şey, bu şekilde yararlı
olabileceği düşünülen araçlar ve aletlerdir.
139
Tecavüz konusunda ne söylenebilir?
Ne olursa olsun, cinsellik hiçbir durumda
cezalandırma nesnesi olmamalıdır şeklindeki teorik söylem her zaman
savunulabilir. Tecavüz cezalandırıldığında ise, özellikle fiziksel şiddet
cezalandırılmalıdır. Bunun bir saldırıdan başka bir şey olmadığını başka hiçbir
şey olmadığını söylemek gerekir: Ha yumruğunu birinin ağzından içeri sokmuşsun,
ha penisini cinsel organına, fark yoktur... Fakat, öncelikle: Kadınların hemfikir
olacaklarını sanmıyorum...
"-Pek değil, hayır. Hatta hiç değil."
145
Beccaria, Brissot... Brissot, homoseksüeller
üzerine harikulade şeyler söyledi... "Kendi gülünçlükleri" tarafından
zaten yeterince cezalandırıldıklarını [1787-1788'de] söylüyordu: Ek cezaya
ihtiyaçları yok...
X. Göz
Kamaştırıcı Hayvan: İktidar, 1977
151
Aslında, hastaların kafasında neler olup
bittiğini değil doktorlar ile hastalar arasında neler olup bittiğini bilmekti
sorunum. Bu insanlar arasında, duvarların ardında neler olup biter? Psikiyatri
kliniklerinde karşılaşılabilecek tüzükler, alışkanlıklar, kısıtlamalar,
zorlayıcı önlemler, şiddet uygulamaları nelerdir? ... Bilimsel bir söylemle
düzenlenmiş, doğrulanmış olsa da bu çok tuhaf bir ... mücadele, çatışma,
saldırganlık ilişkisi olmaya devam ediyor.
"-Batı'dan söz ediyorsunuz..."
Evet, Batı dediğimde, biliyorsunuz, bu muğlak
bir sözcük, kullanılması pek hoş değil ama neredeyse kaçınılmaz. Demek
istediğim, Vistül Irmağı ile Cebelitarık Boğazı arasında, İskoçyanın kuzey kıyıları
ile İtalya'nın burnu arasında yer alan bir tür coğrafi bölgede, birçok şey, çok
sayıda toplumsal pratik, siyasi pratik, iktisadi pratik, son derece güçlü bir
şekilde doğup gelişmiştir. Arap dünyasının, örneğin, tüm bunlar üzerinde etkisi
olmadığını söylemiyorum... ya da Ortadoğu'nun ya da Pers dünyasının... Ne var
ki modern insan olarak yazgımız, yine de ortaçağ başı ile on sekizinci ya da on
dokuzuncu yüzyıl arasında yer alan belli bir dönem boyunca bu bölgede olmuştur.
On dokuzuncu yüzyıldan itibaren Batı'ya özgü düşünce şemaları, siyasi biçimler,
temel iktisadi mekanizmalar, sömürgeleştirmenin uyguladığı şiddet yoluyla
evrenselleştiğini söylemek gerekir; ya da diyelim ki çoğu zaman, fiilen
evrensel olmuşlardır. Batı'dan anladığım budur; tuhaf ve şiddetli yazgısı
sonuçta kendi görme, düşünme, söyleme ve yapma tarzını tüm dünyaya dayatmak
olan dünyanın bu küçük parçası. Dünyanın bu Batı'ya isyan ettiği, ondan
ayrıldığı, şimdi Batı'nın baskın konumunu yitirmesi için çalıştığı,... şimdi
bunu başardığı doğrudur; fakat bu, Batı'yı zayıflatmak ve sultasını sarsmak
için tüm dünyada kullanılan araçların hemen hemen hepsinin Batı'da dövülmüş
olmasını engellemez.
153
[Batı'da Arap dünyasının ya da Ortadoğu'nun
etkisi...] ... Arap dünyasını dikkate almadan, Avrupa düşüncesinin,
felsefesinin, biliminin, iktisadının ortaçağdaki gelişimini tasarlamak çok
güçtür. ... Katolikliğin on dördüncü ve on beşinci yüzyıllar boyunca geçirdiği
dönüşümler, Arap felsefesinin, düşüncesinin ve mistiğinin büyük etkisi
altındaydı.
154
[Akdeniz dünyası] ... üç tektanrıcılık vardı,
Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman, tüm insanlara seslenme eğiliminde olan iki din
vardı, Hıristiyan dini ve Müslüman dini. On ikinci ve on üçüncü yüzyıla kadar
Hıristiyanlıktan son derece daha büyük, daha güçlü bir dinamizme sahip gözüken
ve gerçekten de sahip olan Müslüman dünyası, Müslüman dini; dini, askeri,
toplumsal, kültürel biçimleri yukarı ortaçağ Hıristiyan dünyasından çok daha
esnek, çok daha zengin, çok daha güleryüzlü olan bu dünyada nasıl oldu da belli
bir andan itibaren olaylar tersine döndü? Müslüman dünyası hareketsizleşti,
belli bir anlamda dondu ve önündeki engelleri kaldırmış ve günümüze kadar
evrenselliğin büyük odağı olmuş Hıristiyan bir dünya tarafından yavaş yavaş
içerildi ve sömürgeleştirildi. Bu, tarihin bir sorunudur ama gerçekte
felsefenin de sorunudur.
Felsefi olarak fenomenoloji ve varoluşçuluğun
ağır bastığı bir ortamda yetiştim. Yani yaşanan deneyimlere doğrudan doğruya
bağlı, onlardan beslenen düşünce biçimleri. Özünde felsefeyi, felsefi söylemi
oluşturan şey, bu yaşanmış deneyimin açıklanmasıydı. Oysa, nedenini hâlâ çok
iyi bilmesem de, bu yıllarda, ellili, altmışlı, yetmişli yıllarda, özellikle
Fransa'da geliştiği haliyle teorik düşüncede her şeye rağmen önem taşıyan bir
şey meydana geldi: Bireylerin mahrem, yaşanmış, doğrudan deneyimine verilen
önemin azalışı. Buna karşılık, şeylerin kendi aralarındaki ilişkilere,
bizimkinden farklı kültürlere, tarihsel fenomenlere, iktisadi fenomenlere
verilen önemin artması. ... Lévi-Strauss... aslında yaşanan deneyimden uzak
biri varsa o da Lévi-Strauss'du, tüm konusu bizim kültürümüze özellikle en
yabancı kültürdü. ... psikanalizin önemi de böyleydi. ... kullanılan şeyin,
uğraşılan şeyin bireylerin yaşanmış deneyimi olmaması, ... bilincin değil,
bilinçdışının kullanılması Lacan'a verilen önemin kaynağıydı.
155
[delilik sorunuyla ilgilendim] ... kendimi
analiz etmek, yaşanmış deneyimimi analiz etmek yerine tozlu arşivlere gözümü
karartarak daldım...
Çok şematik olarak diyebilirim ki ortaçağdan on
sekizinci yüzyıla kadar Batı toplumlarının önemli sorunu hukuk, yasa, meşruluk,
yasallık oldu ve bir hukuk toplumu, kişi hakları, on dokuzuncu yüzyıla kadar
Avrupa'yı sarsmış, bir baştan bir başa katetmiş tüm siyasi mücadeleler boyunca
güçlükle elde edildi; bir hukuk toplumuna erişildiğinin sanıldığı, örneğin
Fransız devrimcilerinin buna inandığı anın ta kendisinde tam da benim analiz
etmeye çalıştığım bir şey oldu, bizim bugünkü temel işleyiş kipimiz olan norm
toplumuna, sağlık, tıp, normalleştirme toplumuna girmemize neden olan bir şeydi
bu.
Bugün Avrupa ülkelerinin çoğunda adli yargı
alanında olup bitene bakın. Bir suçluyla karşı karşıya olunduğunda, anında
sorulan soru, deli olup olmadığını, suçu işlemesine yol açan psikolojik
güdülerinin neler olduğunu, çocukluğunda yaşadığı bozuklukların, aile
ortamındaki düzensizliklerin neler olduğunu öğrenmeye yöneliktir... Olaylar
anında psikolojikleştirilir; psikolojikleşetirilmek, tıbbileştirilmek anlamına
gelir.
156
... şimdi, aileler çocuklar karşısında neredeyse
her zaman tıbbileştirici, psikolojikleştirici psikiyatrikleştirici bir konumda
bulunuyor. Çocuğun en ufak sıkıntısı, en ufak öfkesi, en ufak korkusu
karşısında: Ne oluyor, ne oldu, memeden yanlış mı kestik, Oidipus'undan
kurtulmaya mı çalışıyor, diye soruyorlar. Böylece tıbbi düşünce, tıbbi kaygı
tüm ilişkileri bozmuştur...
"-Tıbbi düşünce nedir? Terimi hangi anlamda
kullanıyorsunuz?"
Tıbbi düşünceden kastım, norm etrafında
örgütlenen şeyleri algılamanın bir biçimidir, yani normal olanı anormal olandan
ayırmaya çalışan şeyi kastediyorum.
157
Tıbbileştirmeyle, normalleştirmeyle birlikte bir
tür hiyerarşi oluşur: İş yapma yeteneği olanlar ile bu yeteneğe daha az sahip
olanlar, belli bir norma itaat eden, normdan sapan, ıslah edilemez olan,
falanca yöntemle ıslah edilebilir olan, başka yöntemler kullanılması gereken.
Tüm bunlar; bireyleri normallikleri ölçüsünde dikkate almak, bence, çağdaş
toplumun büyük iktidar aygıtlarından biridir.
"-Üretim verimlilikleri ölçüsünde..."
Evet, terimin çok genel anlamında üretim
verimliliği.
"-Evet, yalnızca üretim değil..."
Yalnızca elle yapılan üretim değil...
"-Metaların üretimi değil, İnsani
üretim..."
Evet bu.
"-Sanat bile olabilir..."
Kesinlikle.
159
Burjuvazi başlangıçta esas olarak kendi
sağlığıyla ilgilendi. Bir anlamda, bu hem onun selameti hem de gücünün
onaylanmasıydı. ... belli bir andan itibaren, işgücü sorunları başka türlü
ortaya çıktı, çalıştırılan işçilere mümkün olduğunca uzun süre bakmak gerekti
ve bir işçiyi on dört, on beş, on altı saat çalıştırarak öldürmektense sekiz,
dokuz, on saat yoğun bir şekilde çalıştırmanın daha iyi olduğu fark edildi.
İşçi sınıfından oluşan insan malzemesinin, suiistimal edilmemesi gereken
değerli bir kaynak olarak kabul edilmesi zaman aldı.
160
"-Sizin çalışmanız daha ziyade tarihsel ve
siyasi bir araştırma. Bu konuda ne söyleyebilirsiniz?"
Son yüz yıl ya da yaklaşık yüz yıl boyunca
siyasi analiz her zaman ya iktisat teorileriyle ya da bir tarih felsefesince,
diyelim ki Marksizm gibi önemli ve az çok tumturaklı teorik yapılarca
yönlendirildi. Oysa bu son yirmi, otuz yıl boyunca, örneğin Stalinizmle, aynı
şekilde Çin'le ilgili deneyimler, Marksizmin geleneksel analizlerini, en
azından birçok cephesiyle kullanılamaz hale getirdi. ... günümüz toplumu
üzerine yapılabilecek siyasi analizleri, bağdaşık bir teori çerçevesinde değil,
gerçek bir tarih zeminine yerleştirmeyi denemek gerektiği kanısındayım. Bugün
bizi, belki pek görkemli olmayan bir tür ampirizme, tarihçilerin ampirizmine
yönelten şeyin, büyük teorik sistemlerin güncel siyasi analiz yapmadaki
yenilgisi olduğu kanısındayım.
161
... ceza mahkemesi gibi hukuksal bir aygıt bir
suçlu karşısında ne yapacağını bilmediğini söylediğinde, bu kişinin normal mi
yoksa anormal mi olduğunu sorarak bir ekspertiz raporu istemek için psikiyatra
başvurduğunda da hukukun dışına çıkılır. Hukukun sorusu şudur: Flanca şeyi iyi
mi yaptı, bunu o mu yaptı, hafifletici nedenleri var mı, onu nasıl
cezalandıracağız? Hepsi bu. Normal mi, anormal mi, saldırganlık itkileri var mı
sorusuyla birlikte, hukuksal olanın hukuksal olmaktan çıktığını, tıbbın alanına
girdiğini görürsünüz. Beni tüm bu fenomenler ilgilendiriyor.
162
"-Deliliği yaratan bir toplum ortaya çıkana
kadar deliliğin delilik olmadığını söylediniz..."
Delilik yoktu demek istemiyorum. Çok sayıda
insanı ve çok sayıda farklı davranışı kapsayan akıl hastalığı kategorisinin
görece olarak yeni bir şey olduğunu söylemek istiyorum.
163
Örneğin Arapça'da meznun sözcüğünün kullanımına bakın: Az çok böyle olan biri,
şeytanla belki biraz yakınlığı olan biri meznun'dur; ama bu kişi hiçbir
koşulda, bir doktorun ve bir tedavi girişiminin müdahalesini gerektiren bir
akıl hastası değildir.
XI. İktidar ve Bilgi, 1977
168
... sunumun sonunda yazarın şunları dediğini
okuduğumda ... hayrete düştüm: "Görüyorsunuz, Foucault Lévi-Strauss'un bir
öğrencisidir, bir yapısalcıdır ve yöntemi tamamen tarih-karşıtı ya da
tarih-dışıdır!"
169
... ardından doğa tarihi, ekonomi politik,
dilbilgisi gibi ampirik bilimlerin incelenmesine geçtim.
171
Kliniğin Doğuşu üzerine yaptığım şeyde de ele
alınan sorun buydu. Toplum için, devlet için, gelişmekte olan kapitalizm
kurumları için hastalık fenomeni, tıbbın, hastanelerin kurumlaştırılması
önlemleriyle karşılık verilmesi gereken bir tür meydan okumayı nasıl yarattı?
hastalara hangi statü verildi? Hapishane için yapmak istediğim de budur. Yani,
bir dizi iktidar analizi.
Falanca ya da filanca nokta üzerine, çok
belirgin falanca ya da filanca sektör üzerine empirik soruşturmalardan yola
çıkarak bunu inşa etmeye çalışıyorum. Global ve genel bir iktidar kavrayışım
yok.
173
Farklı alanlara aynı biçimde uygulayacağım
yöntemim yok.
... bu anlamda ben yapısalcı hiç değilim; çünkü
ellili, altmışlı yılların yapısalcılarının hedefi esas olarak, evrensel olarak
geçerli olmasa bile, en azından bir dizi farklı nesne için -dil, edebi
söylemler, mitik anlatılar, ikonografi, mimari...- genel olarak geçerli olan
bir yöntem tanımlamaktı. Benim sorunum kesinlikle bu değildir: Bir tür katmanı
ortaya çıkarmaya çalışıyorum, modern teknisyenlerin deyişiyle arayüzeyi, bilgi
ile iktidarın, hakikat ile iktidarın arayüzeyini. İşte benim sorunum budur.
176
... iktidar ilişkilerini, "ya bunu yaparsın
ya da seni öldürürüm!" şeklinde bir tür kaba tahakküm olarak görmemek gerektiğini de söylemek gerekir.
Bunlar iktidarın aşırı durumlarıdır yalnızca. Aslında, iktidar ilişkileri güç
ilişkileridir, her zaman tersine dönebilen çatışmalardır. Tamamen muzaffer
olan, dolayısıyla tahakkümü sınırlandırılamayan iktidar ilişkileri yoktur
177
İktidar ilişkileri kaçınılmaz olarak direnişe
yol açar, her ana direniş çağrısı yapar, direnişe imkân tanır... benim ortaya
çıkarmaya çalıştığım şey, tektipleştirici bir aygıtın donuk ve istikrarlı
tahakkümünden çok, sürekli ve çok biçimli mücadeledir. Her yerde mücadele
halindeyiz -ana babasını kızdırmak için yemek masasında parmağını burnuna sokan
çocuğun isyanı her an vardır, bu da bir isyandır denebilir- ve her an, isyandan
tahakküme, tahakkümden isyana gidilir ve benim ortaya çıkarmak istediğim şey bu
sürekli hareketliliğin tümüdür.
179
empirik, epistemolojik, hermeneotik, ontolojik,
dekonstrüktif, semiotik, konstrüktif, fenomenolojik...
Deliliğin Tarihi'nde kırılma sözcüğünü
kullandığımı sanmıyorum. Kliniğin Doğuşu'nda ve Kelimeler ve Şeyler'de
bunu ve benzer sözcükleri elbette kullandım; çünkü gerçekten de bu bilimsel
alanlarda ve yalnızca bu alanlarda, gözlem olguları düzeyinde olan bir yığın
ani değişime tanık olduk. ... Bir tıp kitabı okuduğunuzda, bu kitap 1750 öncesi
yılların büyük bir hekiminin kitabı bile olabilir, okuduğunuz iki şeyden
birinde kendinize şunu demek zorunda kalırsınız: "Hangi hastalıktan söz
ediyor? nedir bu? Bu neye denk düşer?"
180
Ama tüm bunlar bilimsel söylemler için
geçerlidir ve bu ancak onlarla ilgili olarak meydana gelebilir. Bu ani
mutasyonların olması bilimsel söylem tarihine özgüdür. Diğer alanlarda bu ani
mutasyonlar asla olmaz. Örneğin Cinselliğin Tarihi'nde ... Sizi temin
ederim ki; Aziz Benoît'dan itibaren, Aziz Jérôme'dan itibaren, özellikle Yunan
kilise babaları'ndan itibaren ve Suriye ve Mısır keşişlerinden itibaren, on
yedinci yüzyıla dek, kesinlikle olağanüstü, kayda değer bir süreklilik
vardır...
XII. On Dokuzuncu Yüzyıl Adli Psikiyatrisinde
"Tehlikeli Kişi" Nosyonunun Evrimi, 1978
187
Psikiyatrinin ceza alanına müdahalesi on
dokuzuncu yüzyıl başında, 1800 ile 1835 yılları arasında, aşağı yukarı aynı
biçimde cereyan etmiş bir dizi olayla ilgili olarak başladı.
189
... semptomatolojisini (kesintilerini, geri
dönüşlerini, sıklıklarını)...
191
... kriminal deliliğin ya da patolojik
deliliğin...
entite belirli bir oluş, belirli bir varlık
192
Yalnızca psikiyatrların büyük bir ısrarla cezai
mekanizmalarda yer edinmeye çalışmalarının tuhaflığını belirtmek istiyorum; en
sıradan suçlara eşlik eden deliliğin gözle görülür, binlerce küçük işaretini
aramak yerine, yalnızca çok büyük suçlarda kendini gösteren -başka hiçbir yerde
değil- delilikler olduğunu iddia ederek -ki bu çizmeyi aşan bir tavırdı- cezai
mekanizmalara müdahale haklarını talep etmelerindeki tuhaflığı belirtmek
istiyorum.
O zamana kadar, sonsuzca, sıradan suçlular
olarak kabul edilmiş insanların deli olduğunu ileri sürmeye doktorlar niçin bu
kadar önem verdiler?
193
On sekizinci yüzyılda demografinin, şehir
yapılarının, sanayi el emeği sorununun gelişimi, insan "nüfus"unun,
yaşam, konut, beslenme koşullarıyla birlikte, doğum ve ölüm oranlarıyla
birlikte, patolojik fenomenleriyle (salgınlar, yerleşik hastalıklar, çocuk
ölümleri) birlikte biyolojik ve tıbbi sorunu ortaya çıkarmıştı. Toplumsal
"beden" (Leviathan'da bulunduğu biçimiyle) basit bir hukuksal-siyasi
metafor olmaktan çıktı, biyolojik bir gerçeklik olarak ve tıbbi bir müdahale
alanı olarak belirdi. Dolayısıyla doktor bu toplumsal bedenin teknisyeni ve tıp
da bir kamu hijyeni olmak zorundadır.
194
On dokuzuncu yüzyıl psikiyatrisi, en azından
kişisel ruhun tıbbı olduğu kadar, kolektif bedenin de tıbbıydı.
197
Cezalandırma mekanizmasının işleyebilmesi için
yasaya aykırı davranışın gerçekliği ve bu davranışın bir suçluya isnat
edilebilirliği yeterli değildir; güdüyü de ortaya koymak gerekir, yani fiil ile
fail arasında psikolojik olarak anlaşılabilir bir bağ gerekir.
... doktorlar, demek ki, "güdü uzmanı"
olarak çağrılmaya başlanacaktır...
200
... 1870'den hemen önce, ... tek bir noktaya
yönelik ve belli anlarda tetiklenen kısmi delilik fikri -sonuçta olumsuz bir
fikirdi- yerine, akıl hastalığının düşüncenin ya da bilincin zarara uğraması
demek olmadığı; fakat düşünce biçimlerine neredeyse hiç dokunmadan,
duygusallığı, içgüdüleri, otomatik davranışları etkileyebileceği fikri geçti
(ahlaki delilik, içgüdüsel delilik, içgüdülerin yanılsaması, ... sapkınlık).
Bundan böyle, ister anlaşılmaz katliamlar
isterse de (mülkiyeti ya da cinselliği ilgilendiren) küçük suçlar söz konusu
olsun, her halükârda, az çok ciddi bir içgüdü bozukluğundan ya da kesintisiz
bir ilerleyişin evrelerinden kuşkulanılabilir (böylece, adli psikiyatri
alanındaki yeni kategoriler olan nekrofilinin 1840'a doğru, kleptomaninin
1860'a doğru, teşhirciliğin 1876'ya doğru ortaya çıktığı görülür; dahası
oğlancılık ya da sadizm gibi davranışlar da bu adli psikiyatri tarafından
dikkate alınmaya başlanmıştır). ... Psikiyatri sorusunun yeri artık herhangi
bir büyük suçla sınırlı değildir...
208
Kişinin ne olduğuna bağlı kalarak işleme
eğiliminde olan bir adalet: İşte, on sekizinci yüzyıl reformcularının düşlemiş
olduğu ve yasanın açıkça ve önceden tanımladığı ihlalleri kesinlikle eşitlikçi
bir biçimde cezalandırması gereken ceza hukuku karşısında usulsüz olan şey.
Kuşkusuz, bu genel ilkeye rağmen, cezalandırma
hakkının on dokuzuncu yüzyılda bile, yalnızca insanların yaptıkları şeylere
göre değil, ne olduklarından ya da oldukları varsayılan şeyden yola çıkarak
uyarlandığı söylenebilir. Büyük modern kodlar yerleştirilir yerleştirilmez,
hafifletici sebepler, tekerrür ya da şartlı tahliye gibi yasalar çıkarılarak
bunlar yumuşatılmaya çalışıldı; o dönemde önemli olan, fiillerin altındaki,
bunları işleyen kişileri dikkate almaktı. ... Yalnızca yapılan şey üzerinde
işleyen bir adalet kuşkusuz bir ütopyadır ve ille de arzulanması gerekmez.
XIII. Delilik ve Toplum, 1978
211
Denilebilir ki; Avrupa sosyoloji geleneğinde,
Durkheimcı sosyoloji geleneğinde, on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl
başında Batı Avrupa'da uygulandığı haliyle düşünce tarihi geleneğinde, esas
olarak pozitif fenomenlerle ilgileniliyordu. Bir toplumun içinde kabul görmüş
değerlerin neler olduğu bulunmaya çalışılıyordu, bir toplumun kendi sistemini,
kendi değerlerini, kendi inançlarını hangi biçimde olumladığı belirlenmeye
çalışılıyordu. Başka deyişle, esas olarak, pozitif, içkin, iç içeriğinden yola
çıkarak bir kültür ya da bir toplum tanımlanmaya çalışılıyordu.
Birkaç yıldan bu yana sosyoloji ve sosyolojiden
daha çok da etnoloji ters bir fenomenle, bir toplumun negatif yapısı olarak adlandırılabilecek
olan şeyle ilgilendi: Bir toplumda ne reddedilir? Dışlanan nedir? Yasaklar
sistemi nedir? Olanaksızlıkların oyunu nedir? Toplumun dışlama sisteminden yola
çıkarak, negatif olarak sahip olduğu şeyden yola çıkarak yapılan bu toplum
analizi sosyologların ve özellikle de etnologların, kuşkusuz önceki okuldan
daha kesin bir biçimde, farklı kültürleri ve farklı toplumları belirlemesini
sağladı. Aslında Lévi-Strauss gibi bir etnoloğun, Durkheim'ın yaptığından
farklı olarak yaptığı budur.
213
... bir dönemin ya da bir toplumun kültürünü,
bilimini, düşüncelerini inanç sistemlerinden yola çıkarak açıklamak yerine,
öncelikle, bir toplum tarafından kabul edilen, tanınan ya da değer verilen şeyi
aramak yerine; tersine, bir toplumda, bir düşünce sisteminde yadsınan ve
dışlanan şeyi araştırmanın ilginç olup olmayacağını kendime sordum ve hep
soruyorum. Kabul görmeyen, kabul göremeyecek, sistemden dışlanmış fikirler,
tavırlar, davranışlar hukuksal ya da ahlaki ilkeler nelerdir? ... herhangi bir
toplumda deliliğin, her şeyden önce dışlanan şey olduğu açıktır. ... Hangi tür
delilik dışlanmaktadır? Delilik nasıl dışlanmaktadır? Akıl ile delilik nasıl
ayrılır, aralarındaki sınır nasıl çizilir? ... Etnolojik mahiyette önceden
başarılı olmuş bir yöntemi, sistemlerin analiz biçimini düşüncelerin tarihine
uygulamak anlamında "etnoloji"den söz ediyorum.
214
Hemen hemen aynı dönemde Fransa'da ve
İngiltere'de şu olgu meydana geldi: Sözcüğün dar anlamında akıl hastalarının ya
da işsizlerin veyahut sakatların veya yaşlıların kapatılmış olduğu gözetim
yerleri aniden boşaltıldı. ... 1792'de ...
tam Fransız Devrimi sırasında ... Hekim Pinel ... Bundan böyle, bu
kapatılma yerinin artık bir hapishane olarak faaliyet göstermeyeceğini, ne
hücre ne de zincir bulunacağını, buranın, insanların hasta olarak kabul
edileceğini ve hekimlerin amacının onlara bakmak ve görevlerinin de onları
iyileştirmek olacağını ilan eder.
[İngiltere'de] ... hapishane olarak hizmet
vermeye yönelik olmayan ve akıl hastası olarak kabul edilen belli sayıda
insanın tedavi amacıyla kabul edildiği binalar açıldı.
216
Kuralsız toplum elbette yoktur; kısıtlayıcı bir
sistemin olmadığı toplum yoktur; iyi bilindiği gibi, doğal toplum yoktur: Her
toplum, bir kısıtlama getirerek, aynı zamanda bir dışlama oyunu da getirir.
Hangisi olursa olsun, her toplumda kısıtlamalar sistemine boyun eğmeyecek bazı
kişiler her zaman olacaktır... Her toplumun toplum olarak işleyebilmesi için,
bazı bireyleri, bazı tavırları, bazı davranışları, bazı sözleri, bazı
durumları, bazı karakterleri kendi alanı ve sistemi dışında bırakan bir dizi
zorunluluk parçasına ayrılması koşuldur. Marjı olmayan toplum yoktur, çünkü
toplum doğadan öyle net sınırlarla ayrılır ki; bir kalan, bir artık, kaçan bir
şey hep olur. Deli her zaman toplumun bu gerekli, kaçınılmaz marjlarında
kendini gösterecektir.
Etnologlar, toplumların her zaman dışlarında
bıraktıkları marjinal birey kategorilerini oldukça kolay saptayabilirler.
Kabaca tüm toplumlarda bulunabilecek dört dışlama sistemi vardır:
1) Çalışma karşısında, ekonomik üretim
karşısında dışlama sistemi. Her toplumda, ekonomik üretim ağının parçası
olmayan bireyler her zaman vardır, bunlar ya üretimden muhaftır ya da çalışacak
durumda değillerdir.
2) ... aile karşısında da ... toplumun üretimi
karşısında da marjinal olan bireyler her zaman vardır. ... bekâr olanlar... Bu
kişiler aile statüsü karşısında marjinaldir.
3) Her toplumda bazı kişilerin sözünün sıradan
birinin sözü gibi kabul edilmemesini sağlayan bir dışlama sistemi her zaman
vardır. ... bir peygamberin ... bir şairin söylediği şey, herhangi bir kimsenin
söyledikleriyle aynı statüde değildir. Demek ki söylem karşısında ya da sembol
üretim sistemi karşısında bir marjinallik söz konusudur.
4) Nihayet, son bir dışlama sistemi vardır: Oyun
karşısında işleyen sistem. Her toplumda oyun ya da bayram mahiyetinde bir
şeyler olduğu gibi, oyun karşısında diğerleriyle aynı konumu paylaşmayan
kişiler de her zaman vardır: Bunlar oyundan dışlanmışlardır ya da oyun
oynayabilecek durumda değillerdir... günah keçisi... yani oyun nedeniyle
kentten kovulacak kişidir o.
218
... hem üretimden hem aileden hem söylemden hem
de oyundan dışlanmış bireyler kategorisi de her zaman vardır. Bu bireyler,
kabaca deli diye adlandırılanlardır.
219
Ortaçağ Avrupası'nda deliyi karakterize eden şey
neydi? ... başıboş bir serseriydi, coğrafi açıdan olduğu kadar hukuksal açıdan
da marjinaldi, ona ne bir meslek ne bir mülk ne de bir aidiyet atfedilebilirdi.
221
Bizim gibi sanayi toplumlarında akıl
hastalığının ilk belirtilerini gösteren önemli işaretin, çalışma kurallarına
uyum [sağlayamamaktır]. Bir diğer önemli işaret... cinsel davranış
bozukluğudur.
nemfoman
zaman, mekan ve kişi tanımadan kadınların cinsellik isteği
Akıl hastası yalnızca çalışamayan kişi değil,
aile ahlakının kurallarına uyum sağlayamayan, Avrupalı burjuva ailesinin
oluşturduğu bu etik ve hukuksal sisteme dahil olamayan kişidir.
222
[Ortaçağda] ... Avrupa'daki bazı küçük
aristokratik topluluklarda tuhaf bir kişiliğe çok geleneksel olarak
rastlanıyordu, buna soytarı deniyordu. Soytarı, kendi isteğiyle ya da değil
-bunu pratik olarak bilmek mümkün değildir- marjinal bir kişiydi, ne aile
kurallarına (genellikle bekârdı) ne de çalışma kurallarına uyması isteniyordu.
Bu soytarının esas görevi, toplumda normal statüye sahip birinin
söyleyemeyeceği şeyleri söylemekti. ... Soytarı, serbest haldeki bir tür
hakikatti... Soytarı, deli sözün kurumsallaşmasıydı; soytarı, deli olan ya da
deliliği taklit eden biriydi.
223
Deli, sorumsuz hakikattir.
... on dokuzuncu yüzyıldan beri Avrupa'da
edebiyat hakikati söylemeyi amaçlamayan, ahlak dersi vermeyi amaçlamayan, hatta
tüketenlerin hoşuna gitmeyi bile amaçlamayan bir söylem biçimidir. Edebiyat,
esas olarak marjinal bir söylem türüdür, sıradan söylemler arasında dolaşır,
onlarla kesişir, üstlerinde, etraflarında, altlarında döner, onlara itiraz
eder; fakat hiçbir koşulda o yararcı söylemlerden biri olarak görülmez, o
etkili söylemlerden biri olarak görülmez, siyasetin, dinin, ahlakın ya da
bilimin dolaşıma sokmakla görevli olduğu o hakiki söylemlerden biri olarak asla
görülemez. Avrupa'da on dokuzuncu yüzyıla kadar edebiyatın son derece
kurumsallaşmış bir söylem biçimi olduğu kanısındayım. Bir tiyatro oyunu yazmak,
esas olarak iyi tanımlanmış bir grup insanın hoşuna gitmeyi istemekti; bir
kitap, bir roman yazmak, belli bir insan kategorisini memnun etmeyi istemekti
ya da bir ahlak dersi oluşturmak veya ahlak dersi vermek istemekti. Buna
karşılık, on dokuzuncu yüzyıldan itibaren Avrupa'da edebiyat bir anlamda
kurumsuzlaştı, kendine ait olan kurum statüsünden kurtuldu ve en yüksek,
değerli bulabileceğimiz yegâne ifade biçimleri içinde tümüyle anarşik bir söz
halini aldı, kurumsuz söz oldu, tüm diğer söylemlerle kesişen ve onları tahrip
eden, derinlemesine marjinal söz oldu. Avrupa'da edebiyatın tam bu andan
itibaren, ... delilik tarafından büyülenmesinin nedeni budur sanıyorum.
Hölderlin sonuçta modern edebiyatın ya da şiirin ilk büyük örneği olarak kabul
görebilir... En şiirsel söz Hölderlin'inkidir; sanki edebiyat, kurumsuzlaşmak için,
mümkün anarşisinin tüm yeteneğini göstermek için belli dönemlerde ya da
deliliği taklit etmek ya da kendisi de sözcüğün tam anlamıyla delilik olmak
zorundaydı. [Hölderlin, Blake, Nietzsche, Artaud, Edgar Poe, Baudelaire,
Michaux]
225
... Bayram giderek kolektif bir fenomen
olmaktan, bizzat toplumsal bir fenomen olmaktan çıktı... bayramlar giderek
marjinalleşmiş, düzen dışına çıkmıştır, toplumsal değil bireyseldir.
226
Sarhoşluk ve uyuşturucu, bayram yapmak için
yapay bir deliliğe, geçici ve süreksiz bir deliliğe çağrı yapmanın bir
biçimidir.
227
... yapısalcılığın her türlü değişim ve dönüşüm
analizini reddettiği söylenir genellikle. ... Yapısalcılık gerçekte, temel
projesi dönüşümün ve dönüşümlerin farkına varmak olan bir analiz biçimidir.
Muhtemel bir dönüşüm için gerekli ve yeterli koşulların bir tür analizin
yapmayan bir yapısalcılık yoktur.
Ortaçağ ve Rönesans boyunca delinin statüsünü
karakterize eden şey, esas olarak ona verilmiş olan varoluş ve dolaşım
özgürlüğüdür. Ortaçağ toplumları, ne kadar paradoksal olsa da delilik olgusu
karşısında tamamen hoşgörülüydü. ... Ona her zaman görece marjinal bir yer
ayrılmış olsa bile, toplum içinde bile hoşgörüyle karşılanıyordu. Örneğin, her
köyde köyün delisi olarak kabul edilen birinin olması âdettendi ... yine de
kabul edildikleri, doyuruldukları ve belli bir noktaya kadar destek gördükleri
bir toplumun içinde yaşıyorlardı.
228
On yedinci yüzyıl toplumu ise, tersine, delilik
karşısında son derece hoşgörüsüz bir toplum oldu... [Bunun nedeni] On yedinci
yüzyıl başı, Avrupa'da esas olarak Fransa ve İngiltere'de, kapitalist
toplumların toplumsal, siyasi ve devlet örgütlenmesinin başlangıcıdır.
Kapitalizm, devletler ve uluslar çapında örgütlenmektedir. Böyle bir toplumda,
aylak bir nüfus kitlesinin varlığı sözcüğün gerçek anlamıyla imkânsız ve
hoşgörülemez olur.
229
... 1620-1650 yılları arasında Avrupa'da,
Batı'da daha önce hiç görülmemiş bazı yapıların kurulduğunu görmek tamamen
karakteristiktir.
... Hamburg'da, ardından Lyon'da, sonra
Londra'da, sonra da Paris'te ortaya çıkarlar. Bu yapıların işlevi yalnızca
delileri değil, daha genelde, aylak olan, mesleği olmayan, kendi geçim kaynağı
olmayan ve kapatılmadıkları takdirde bunları besleyemeyecek bir ailenin
yükümlülüğünde olan herkesi kapatmaktır: Çalışamayan sakatların yanı sıra aile
servetini saçıp savuran aile babaları, miraslarını har vurup harman savuran
müsrif evlatlar, sefihler, fahişeler, kısacası bizim sözcük dağarcığımızda
asosyal kişiler olarak adlandırılabilecek ve ortak özellikleri toplumun o dönemde
ifade edilmiş ekonomik normlara göre örgütlenmesinin önünde engel olmak,
sıkıntı oluşturmak olan kişiler.
230
... bu gözetim altına alma, niceliksel olarak
çok önemli bir sayıya ulaştı. On yedinci yüzyılda 250 bin kişinin yaşadığı
Paris'te 6 bin kişi gözetim altındaydı. Büyük bir rakamdı bu.
... bu gözetim evleri, ... zorunlu çalışma
kuralına tabiydi. Bu insanların tabi oldukları tek şey, belli bir işte çalışma
zorunluluğuydu, oysa zaten yapamadıkları şey buydu. ... Bu kişiler
kapatılıyordu çünkü çalışmanın dışındaydılar; fakat bir kez kapatıldıklarında,
yeni bir çalışma sisteminin içine kapatılmış oluyorlardı.
Nihayet, bu fenomenin önemini gösterdiğini
sandığım son nokta, bu büyük gözetim evlerinin ortaya çıkışının çağdaşı olan ve
ne yazık ki daha sonra kendinden çok söz ettiren ve kurbanı olduğumuz bir
kurumun yerleşmesine bağlı olmasıdır: polis. On yedinci yüzyıldan önce,
Avrupa'da, doğrusunu söylemek gerekirse, polis yoktu, devlet polisi hiç yoktu.
Geceleyin düzeni sağlamakla, hırsızlığı ya da suçu önlemekle görevlendirilmiş
bir tür şehir milisi vardı. Fakat, bireylerin sürekli gözetlenmesine yönelik bu
haliyle devletin ellerindeki bir sistem olarak polis on yedinci yüzyılın
ortalarında ortaya çıktı. Her halükârda Fransa'da polisi kuran kararname, gözetim
evlerini yerleştirmiş kararnameyle aynıdır. Gerçekten de 1650 yılında, Pompone
de Belliévre fermanıyla gözetim evleri ve polis müdürlüğü kuruldu.
231
On sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl
başında kapitalizmin bir başka hıza ve bir başka rejime geçtiği görülür: Şimdi
yerleşmekte olan, sanayi kapitalizmidir.
232
... on sekizinci yüzyıldaki gözetim evi,
yalnızca yararsız olmakla kalmıyor, aynı zamanda zararlı ve tehlikeli de
oluyordu. Kapitalizmin artık buna ihtiyacı yoktu, bunu istemiyordu.
Klasik gözetim altına alma işsizliği ortadan
kaldıran büyük bir sistemdi. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren hastaneleşme, çok
başka bir işlev görür. Yalnızca işsizliği emmek ya da ortadan kaldırmak söz
konusu olmaktan çıkmakla kalmaz, tersine, işsizliği mümkün olan en yüksek
düzeyinde tutmak da önem taşır. Bunun için, bir yandan, gözetim evlerine
kapatılmış olanlar serbest bırakılacaktır; ikinci olarak, yalnızca geçici
olarak çalışamadıkları düşünülen kişileri iyileştirmekle, yani çalışma pazarına,
işsizlik ve çalışma döngüsüne yeniden yerleştirmekle görevli olacak bir
hastaneleştirme sistemi de yerleştirilecektir.
Akıl hastası olmayan delinin yerine akıl hastası
olan bu yeni şahsiyet bu andan itibaren ve bu nedenlerle geçmiş oldu. ... ama
şimdi, kapitalist toplumun gerekliliklerine bağlı olarak, hasta statüsüne
sahiptir; gündelik çalışma ağına, normal çalışma ağına, yani zorunlu çalışma
ağına yeniden dahil edilmesi için iyileştirilmesi gereken kişidir.
XIV. Cinsellik ve Siyaset, 1978
234
Katolik papazın morfolojik iktidarı...
239
[M. Watanabe] "-On dokuzuncu yüzyıl Avrupa
toplumu modeline uygun olarak modernleşmiş Japonya'da bu özne sorunu, felsefi,
etil plandaki en önemli sorun ve birçok Japon özne-bireyin oluşumunun, ...
iktidar tekniği bakış açısından kavranmış olmasından rahatsız olmalı."
240
Cinsel özgürleşme hareketlerince atılan slogan,
"Arzuyu serbest bırakın!" sloganı bana yalnızca ikna gücünden yoksun
değil, biraz da tehlikeli geliyor. ... Arzuyu serbest bırakmak,
psikanalistlerin ve çok önceleri Katolik günah çıkarma disiplininin uygulamaya
koyduğu gibi, kendi bilinçdışını kendi kendine çözmekten başka bir şey değildi.
Bu perspektif içinde sözü edilmeyen tek şey, zevktir.
Bu anlamda cinsellik biliminden kurtulmak
istiyorsak desteği zevkte, azami zevkte bulmalıyız...
Hıristiyan günah çıkarma pratiğinde, beden
inceleme konusudur, başka bir şey değil. Kısacası, hangi uygunsuz şeylerin
hazırlandığını ve meydana geldiğini öğrenmek için incelenir beden. ... Arzu,
şüphe duyulan şeydir, dolayısıyla, beden sorun haline gelir.
241
Oysa, Zen tamamen farklı bir dinsel pratik ve
burada beden bir tür araç olarak kavranır.
242
... gündelik iktidara karşı mücadele iktidarı
ele geçirmeye yönelik değildir; daha ziyade, bunu reddeder; ulusal düzeydeki
basit iktidar onun hedefi değil.
243
Devrimci hareketlerle gündelik iktidara karşı
mücadelelerin bir farkı, özellikle birincilerin başarmak istememeleridir.
Başarmak ne anlama gelir? Bu, bir talebin, ... örneğin bir grev talebinin kabul
edilmesidir. Oysa, eğer talep kabul edilirse, bu, kapitalist düşmanların henüz
çok esnek olduklarının, birçok stratejileri olduğunun ve ayakta kalmayı
becerebildiklerinin kanıtıdır. Devrimci hareketler bunu istemez. İkinci
olarak...hoşnutsuzlukların sayısı arttıkça devrimci gücün de önem kazandığı
fikri vardır.
... her şey asla başarı kazanmamak içindir.
Buna karşılık, gündelik iktidara karşı
mücadelenin hedefi başarmaktır. Gerçekten başarmaya inanırlar. Herhangi bir
bölgeye bir havaalanının ya da bir elektrik santralinin inşasının rahatsız
edici olduğuna inanılıyorsa, bunu sonuna kadar engellerler.
244
Günümüzde, iktidarın çoğu işlevinin -ki bunlar
karşısında birey direnir- bilgi yollarıyla yayıldığı düşünülebilir. Burada söz
konusu olan bilgibilimin bilgisiyle sınırlı değildir, teknolojinin,
teknokrasinin bilgisi gibi tüm özel bilgileri de içeren, geniş anlamda bilgidir
bu.
Tıbbi tedaviler de elbette gelişiyor; fakat aynı
zamanda tıbbi iktidar güçleniyor ve keyfi karakteri artıyor. ... ister tıbbi
olsun isterse hukuksal, her disiplinde, entelektüeller bilgi ve iktidar
mekanizmalarıyla ilişkili oldukları ölçüde önemli bir rol alan, o zaman kadar
uzmanların bilgisi olarak mahrem kalmış enformasyonları vermek ve yaymak rolünü
oynayabilirler. Bu sırları açığa çıkarmak iktidarın işleyişini denetlemeyi
sağlayacaktır.
245
Kısacası, gündelik iktidara karşı güncel
mücadele alanında entelektüellerin bir rol oynayabilme ve yararlı olabilme
imkânları, kendi uzmanlıkları içinde mevcuttur, yoksa her şeyi kapsayan
bilinçleri içinde değil.
Evrensel bir filozof olmak ve geçmişteki
evrensel entelektüel örneği gibi yazmak gerekmez artık. İster avukat olsun
isterse psikiyatr, sözünü ettiğimiz bilgiye sıkı sıkıya bağlı olan iktidarın
kullanımına herkes karşı çıkabilir ve uygulanmasını engellemeye katkıda
bulunabilir.
XV. Disiplinci Toplum Krizde, 1978
247
[Benim konum, kriminal yasamaya tabi bir
toplumdur.] Bu toplum Fransa'da, Almanya'da, İtalya'da farklıdır. Sistem
farklılıkları vardır. Buna karşılık, iktidarı etkin kılan örgütlenme ortaktır.
Disipline boyun eğmeyen insan kategorileri
artmaktadır...
Genel olarak, devlet iktidarına ayrıcalık
verilir. Birçok insan diğer iktidar biçimlerinin ondan türediğini sanır. Oysa
bence, devlet iktidarının diğer iktidar
biçimlerinden türediğini söylemeye kadar varmasak da; en azından bu iktidarlara
dayandığı, devlet iktidarının var olmasını sağlayanın onlar olduğu
söylenebilir. ... Devlet iktidarı değiştirilmek isteniyorsa, toplum içinde
işleyen çeşitli iktidar ilişkileri de değiştirilmelidir. Yoksa, toplum değişmez.
Örneğin, SSCB'de yönetici sınıf değişti ama eski iktidar ilişkileri kaldı.
"-Gözetleme ve Cezalandırma'da iktidar
değişince bilginin de değiştiğini yazıyorsunuz. ..."
İkisinin kesin olarak birbirine bağlı olduğunu
söylemedim. Platon'dan bu yana, bilginin iktidardan tamamen bağımsız olarak var
olamayacağı bilinmektedir. Bu, bilginin siyasi iktidara tabi olduğu anlamına
gelmez; çünkü nitelikli bir bilgi bu koşullardan doğamaz. Bilimsel bir bilginin
gelişimini, iktidar mekanizmalarındaki değişimler dikkate alınmadan anlamak
olanaksızdır. Tipik örnek, ekonomi bilimidir. Fakat, biyoloji gibi bir bilim
de; tarımdaki gelişmeler, dış ülkelerle ilişkiler ya da sömürgelerdeki tahakküm
gibi karmaşık unsurlara göre evrildi. İktidar mekanizmalarını düşünmeden bilimsel
bilginin ilerlemesi düşünülemez.
XVI. Cezalandırmak Neye Diyoruz? 1983
postulat
temel kabul (aksiyom); ön kabul; sayıltı; öncül; koyut; belit
252
... yargıçları, ceza hukuku teorisyenlerini,
hapishane kurumu pratisyenlerini, avukatları, sosyal hizmetlileri ve hapishane
deneyimi olan kişileri aynı sorun etrafında bir araya getirebilecek hiçbir
düşünme ve düşünce girişiminin türemediğini görmekten oldukça hayal kırıklığına
uğradım.
253
Kitaplarla çevrili bürosuna kapanıp çalışarak,
insanlara ne yapmaları gerektiğini önceden söyleyen, onlara kendi beyninden
çıkardığı düşünce çerçeveleri, hedefler ve araçlar öğütleyen peygamber
entelektüel rolü oynamamaya hep dikkat ettim. ... yalnızca kurumları ve
pratikleri değiştirmek için değil, düşünce biçimlerini yeniden oluşturmak için
de pratisyenlerle ortak çalışmak gerekiyor.
254
"-Hapishanenin kendisine atfedilen amaçlara
erişmediğine ikna olmamış tek bir ceza hukukçusu yoktur..."
256
... cezalandırma hakkının temeli... on sekizinci
yüzyılın ikinci yarısındaki bu reform hareketinde, tüm bir cezalandırma
araçları yelpazesi teklif edilmiş ve sonuçta tüm bunlar arasında bir anlamda
hapishane ayrıcalık kazanmıştır. Cezalandırmanın tek aracı hapishane değildi;
fakat yine de belli başlıklarından biri oldu. Benim sorunum, niçin bu aracın
seçildiğini bilmektir. ... cezalandırma hakkının temelleri sorununu bir yana
bırakarak, sanıyorum, tarihçilerin çoğu zaman ihmal etmiş olduğu bir başka
sorunu ortaya çıkardım: Cezalandırma araçları ve bu araçların rasyonalitesi.
Ama bu, cezalandırmanın temeli sorununun önemli olmadığı anlamına gelmez.
258
... sayıları giderek artan normalleştirme
dispositifleri...
260
... bizimki gibi bir toplumun, Yunanlardan gelen
bir geleneğe hâlâ güçlü biçimde kök salmış olan bir tolumun...
261
Bizimki gibi bir toplumda ceza hukukunun
toplumsal oyunun bir parçası olduğunu ve bunu gizlemek gerekmediğini sanıyorum.
XVII. Michel Foucault ile Söyleşi, 1981
264
Benin deliliğinden yola çıkarak nasıl oldu da
hakikati üzerine soru sormaya vardık?
Suça her zaman kurumsal tepkilerle cevap
verildi; fakat, on yedinci ve on sekizinci yüzyıldan itibaren, bu pratik
sorgunun katılımıyla genişletildi; bu, yalnızca cezayı doğrulamaya yönelik,
olayla ilgili hukuksal bir soruşturma değil, kriminal kişinin benine
yöneltilmiş bir hakikat arayışıydı. Tüm arzuları ve fantazmlarıyla birlikte,
nasıl bir kişiliği vardı?
... belli bir anda bu cinsel davranışın nasıl
olup da yalnızca pratik değil, aynı zamanda teorik bir müdahalenin de konusu
olduğunu sormamız gerekir. Modern insanın kendi hakikatini cinsel arzusunda
arıyor olmasını nasıl açıklarız?
265
Cinsel hakikat, günah çıkarma ve itiraf
pratiğiyle ortaya çıkar... On altıncı ve on yedinci yüzyıllardan itibaren,
demek ki üç diziyle temas halindeyiz: Dışlama-delilik-hakikat, ıslah
etme-hapishane-hakikat, cinsel davranış-itiraf-hakikat.
267
... on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardan
itibaren, keşişlik dışındaki itirafın, niçin kendiliğin kendilik üzerindeki
çalışma tekniğinin en mükemmel hali olduğunu öğrenme sorunu ortaya çıktı.
268
ben teknikleri
269
libido
insanın doğuştan getirdiği eğilim; cinsellik; cinsel içgüdünün
belirtilerini gösteren yaşama enerjisinin bütünü
... işte Hıristiyanlığın ve özellikle keşişliğin
bir katkısı. ... oburluk sorunu ve cinsellik sorunu.
270
... Fransa'da cinsel özgürlüğü hedefleyen bazı
hareketler tarafından yanlış anlaşıldım. Taktik açıdan "ben
homoseksüelim" demek belirli bir anda önem taşısa da; bence, uzun vadede
ve daha geniş bir strateji çerçevesinde, cinsel kimlik üzerine sorular sormamak
gerekiyor. Söz konusu durumda, cinsel kimliğini onaylatmak değil, cinsellikle,
farklı cinsellik biçimleriyle özdeşleşme buyruğunu reddetmektir önemli olan.
Belirli bir cinsellik biçimi yardımıyla ve aracılığıyla kimlik edinme zorunluluğunu
yerine getirmeyi reddetmek gerekir.
271
"-Fransa'da homoseksüelliğin özgürlüğü için
hareketlere ne ölçüde katıldınız?"
Hangisi olursa olsun, hiçbir cinsel özgürlük
hareketine asla katılmadım. Öncelikle, hangisi olursa olsun, hiçbir harekete
dahil olmadığım için, dahası, bireyin cinselliği dolayısıyla ve cinselliğiyle
tanımlanabileceği olgusunu reddettiğim için. ... Bana göre, cinsellik bir yaşam
tarzı işidir, kendilik tekniklerine göndermede bulunur. ... Arzuladığım şeyleri
yapabilmeliyim, zaten bunu yapıyorum. Ama bunları ilan etmemi benden istemeyin.
272
Proletaryayı alt-proletaryadan ayıran şey,
birinci kategorinin çalışıyor, ikincinin çalışmıyor olmasıdır. Bu sınır,
işsizliğin artmasıyla birlikte silinme tehdidi altındadır.
273
... cinselliği ilgilendiren hiçbir unsur yasada
yer almamalıysa, tecavüz ne olacak? İşte, benim ortaya attığım soru. [Cooper'la
olan tartışma]. ... bir İngiliz dergisi, belki bir çeviri hatası yüzünden ya da
gerçek bir kavrayış hatası yüzünden, tecavüzü kriminal sistemden çıkarmak
istediğimi, başka deyişle benim iğrenç bir fallokrat olduğumu ileri sürdü.
274
tretman neyin nasıl anlatılacağını açıklamaya
yönelik 15-25 sayfalık metin.
Psikanaliz, her şeyden önce, bir bilim değildir,
kendiliğin kendilik üzerinde, itirafa dayalı bir çalışma tekniğidir. Bu
anlamda, yanı zamanda da bir denetim tekniğidir; çünkü kendisini cinsel
arzuları etrafında yapılandıran bir kişilik yaratır. Bu, psikanalizin kimseye
yardım edemeyeceği anlamına gelmez. Psikanalistin, ilkel toplumlardaki Şaman
ile ortak noktaları vardır. Eğer müşteri Şamanın uyguladığı teoriye itibar
ederse, yardım alabilir. Psikanaliz de böyledir. Bu durum, psikanalizin her
zaman mistifikasyon yoluyla iş yaptığını gösterir, çünkü kendisine inanmayan
kimseye yardım edemez; bu da, az çok hiyerarşik ilişkiler ima eder. [Sanat
eserinin değerini yaratan eser değil, ona duyulan inançtır]
Einstein'ın, fiziğin cinbilimden kökünü aldığını
söylediğini ama bunu yaparken fizikçilere saldırmış olmadığını saptıyorum. Bu
fenomen nasıl açıklanmalı? Fizikçiler, kendi bilimlerinden çekinecekleri hiçbir
şeyleri olmayan gerçek bilim insanları, oysaki psikiyatrlar bilgilerinin
bilimsel dayanıksızlığının tarih tarafından lekelenmesini görmekten
korkuyorlar.
275
Modern psikanalitik literatüre pek eğilmedim ve
Lacan'ın metinleri benim için, bu konuda en küçük bir yorumda bulunamayacak
kadar anlaşılmazdır.
"-Kelimeler
ve Şeyler'de insanın ölümünden söz ediyorsunuz. Bunu derken, siyasi
faaliyetlerinizin referans noktasının hümanizma olmayacağını mı söylemek
istiyorsunuz?"
Bu cümleyi yazdığım bağlamı hatırlamak gerekir.
Savaş sonrası dönemde hümanist vaizcilerin ahlakçılık batağına nasıl batmış
olduğumuzu siz hayal edemezsiniz. Herkes hümanistti. Camus, Sartre ve Garaudy
hümanistti. Stalin de hümanistti. Hitler'in tilmizlerinin de kendilerine
hümanist dediklerini hatırlatma bayağılığını göstermeyeceğim. Bu hümanizmanın
itibarını lekelemez; ama yalnızca, benim, o dönemde, bu kategorinin
terimleriyle düşünemeyeceğimi anlamayı sağlar. ... Hümanizma adına, hükümran
insan beni adına, özellikle Fransa'da, Sartre ve Merleau-Ponty gibi çok sayıda
fenomenolog bilinçdışı kategorisini kabul edemiyordu. Onun bir tür gölge olduğu
düşünülüyordu, marjinal bir şey, bir fazlalık olduğu düşünülüyordu; bilinç,
hükümranlık haklarını kaybetmemeliydi.
Dilbilimin durumu da yanıdır. İnsanın
söylediklerini yalnızca öznenin niyetlerine gönderme yaparak açıklamanın çok
basit, hatta yetersiz olduğunu ileri sürmeyi sağlar. Bilinçaltı fikri ve dilin
yapısı fikri, ben sorununa, deyim yerindeyse, dışarıdan cevap vermeyi sağlar.
276
Tüm bu durumlarda mücadele etmeyi denedim;
fakat, tüm bu ilişkiler altında insanlığın acılarına karşı evrensel bir savaşçı
gibi ön saflarda yer almadım.
... insanın temel ihtiyaçlarına inanan bir tür
liberter felsefe vardır. Ben kimliklendirilmeyi, iktidar tarafından belli bir
yere yerleştirilmeyi arzulamıyorum, özellikle reddediyorum...
XVIII. Michel Foucault,
Bir Söyleşi: Cinsiyet, İktidar ve Kimlik Siyaseti, 1982
278
Homoseksüel olduğumuzu keşfetmek zorunda
değiliz.
… gay yaşam tarzı yaratmalıyız. Bir gay oluş.
Bir birey için, öncelikle, kendi cinselliğini
seçme imkânı -ve hakkı- olması önemlidir. Cinsellikle ilgili birey hakları
önemlidir, buna saygı gösterilmeyen birçok yer hâlâ vardır. Bu sorunları, şu
anda, çözümlenmiş kabul etmemek gerekir. Yetmişli yılların başında gerçek bir
özgürleşme hareketinin var olduğu tamamen doğrudur. Bu süreç, hem durum
açısından hem de zihniyetler açısından çok yararlı oldu; ama durum kesin
anlamda istikrara kavuşmadı. Sanıyorum, hala bir adım ileri gitmek zorundayız.
Bu istikrarın unsurlarından birinin toplumda yeni yaşam biçimleri, ilişki,
dostluk biçimleri, sanat, kültür, cinsel, etik ve siyasi tercihlerimiz
aracılığıyla oluşacak yeni biçimler yaratmak olacağı kanısındayım. Yalnızca
kendimizi savunmakla kalmamalıyız, aynı zamanda kendimizi olumlamalıyız,
yalnızca kimlik olarak değil, yaratıcı güç olarak da olumlamalıyız.
280
… zevkin cinselliksizleştirilmesi… Fiziksel
zevkin her zaman cinsel zevkten kaynaklandığı fikrinin ve cinsel zevkin olası tüm zevklerin temeli olduğu fikrinin,
gerçekten yanlış olduğu kanısındayım.
Bedenimizi sayısız zevkin olası kaynağı olarak
kullanma olanağı çok önemli bir şeydir. Örneğin, zevkin geleneksel inşasını ele
alırsak, fiziksel zevklerin ya da tensel zevklerin her zaman içecek, yiyecek ve
cinsel ilişki olduğunu görürüz. Ve bedeni, zevkleri kavrayışımız bunlarla
sınırlı gibidir. … uyuşturucu…
281
Zevk de kültürümüzün bir parçası olmalıdır.
Örneğin, yüzyıllardan bu yana, insanların genel olarak -doktorların,
psikiyatrların, hatta özgürleşme hareketlerinin de- her zaman arzudan söz
ettiklerini, asla zevkten söz etmediklerini saptamak çok ilginçtir. “Arzumuzu
özgürleştirmeliyiz” diyorlar. Hayır! Yeni zevkler yaratmalıyız. Belki o zaman
peşinden arzu gelir.
Kimlik bir oyundan başka bir şey değilse,
ilişkileri, toplumsal ilişkileri ve yeni dostluklar yaratacak cinsel zevk
ilişkilerini kolaylaştırmanın bir yoluysa, bu durumda yararlıdır. Fakat eğer
kimlik cinsel varoluşun önemli sorunu haline gelirse, eğer insanlar “öz
kimlik”lerini “açığa çıkarmak” gerektiğini ve bu kimliğin varoluşlarının
yasası, kuralı, kodu haline gelmesi gerektiğini düşünüyorlarsa; eğer sürekli
olarak sordukları soru, “bu şey benim kimliğime uygun mu?” sorusu ise, bu
durumda geleneksel heteroseksüel erkekliğine çok yakın bir tür etiğe geri dönüş
yapacaklardır. Eğer kendimizi kimlik sorununa göre konumlandıracaksak,
kendimizi biricikliğimizle konumlandırmalıyız. Fakat, kendimizle sürdürmemiz
gereken ilişkiler kimlik ilişkileri değildir; bunlar, daha ziyade, farklılaşma,
yaratma, yenilik ilişkileri olmalıdır. Her zaman aynı olmak çok sıkıcıdır.
İnsanlar zevklerini bu kimlik aracılığıyla buluyorlarsa kimliği dışlamamalıyız;
ama bu kimliği evrensel bir etik kural olarak kabul etmemeliyiz.
283
(İktidarın yalnızca olumsuz değil, üretici bir
güç olduğu…] Söz konusu olan bir mücadeledir; fakat iktidar ilişkilerinden söz
ettiğimde benim demek istediğim şey, birbirimiz karşısında stratejik bir
durumda bulunduğumuzdur. … Birimiz diğeri üzerinde üstünlük sağlarız ve bu
durumun uzantısı alınacak tavrı belirleyebilir, ötekinin tavrını ya da
tavırsızlığını etkileyebilir. Demek ki, tuzağa düşmüş değiliz. … Kendimizi
durumun dışına yerleştiremeyiz,
hiçbir yerde tüm iktidar ilişkilerinden bağımsız olamayız.
284
… kadınların yüzyıllar boyunca toplumda tecrit
edilmiş, çok çeşitli biçimlerde yoksun bırakılmış, aşağılanmış olması, onlara,
erkeklerin tahakkümündeki bir dünyanın dışında bir toplum yaratmanın, kendi
aralarında belli ilişki biçimleri yaratmanın gerçek olanağını verdi.
287
Bugün beni ilgilendiren bir şey varsa, bu da
dostluktur. … Bireylerin belli bir özgürlükten, bir tür tercihten (elbette
sınırlı) yararlandıkları ve onlara çok yoğun duygusal ilişkiler yaşama imkânı
da sağlayan toplumsal bir ilişki.
Ordu, bürokrasi, idare, üniversiteler, okullar
vs -bu sözcüklerin günümüzde sahip oldukları anlamla- bu kadar yoğun
dostluklarla birlikte işleyemez. Tüm bu kurumlarda, duygusal ilişkileri
azaltmak ya da asgariye indirmek için önemli bir çabanın gösterildiğinin
görülebileceği kanısındayım.
Benim varsayımlarımdan biri -bu işe girişirsek
doğrulanacağından eminim- homoseksüelliğin (bundan, erkekler arasındaki cinsel
ilişkilerin varlığını anlıyorum) on sekizinci yüzyıldan itibaren bir sorun
olmaya başlamış olmasıdır. Polisle, hukuk sistemiyle sorun haline geldiğini
görüyoruz. Eğer bu dönemde toplumsal bir sorun haline gelmişse, bunun nedeni
dostluğun kaybolmuş olmasıdır. … Dostluk, kültürel olarak kabul edilmiş ilişki
olarak bir kez ortadan kalktığında, soru soruldu: “Erkekler bir arada ne
yapıyorlar?”
“-Günümüzde
önemli olan şey, dostluğun imkânlarını yeniden keşfetmekse, geniş bir ölçü
içinde, tüm toplumsal kurumların, homoseksüel dostluk ve yapıları çiğneyerek,
heteroseksüel dostlukları ve yapıları teşvik etmek için oluşturulduklarını
saptamak gerekir.”
289
Son
savaştan bu yana yapmış olduğumuz en önemli saptamalardan birinin tüm toplumsal
ve siyasi programların yenilgisi olduğu kanısındayım. Olayların asla siyasi
programların bize tarif ettikleri gibi cereyan etmediğini; siyasi programların
her zaman ya da hemen hemen ya kötüye kullanımlara ya da ister teknisyenler
isterse bürokratlar veya başkaları olsun, bir blokun siyasi tahakkümüne yol
açtığını fark ettik. Fakat altmışlı ve yetmişli yılların gerçekleştirdiği
şeylerden biri; ki bunu yararlı bir şey olarak kabul ediyorum, bazı kurumsal
modellerin programsız denenmiş olmasıdır. Programsız, körcesine -düşüncede kör
olarak- demek değildir. Fransa’da, örneğin, bu son dönemlerde, cinsel özgürlükten
yana, hapishanelerle, ekolojiyle vs ilgili çeşitli hareketlerin programı
olmaması eleştirildi. Fakat bence, programa sahip olmamak, hem çok yararlı hem
de çok orijinal ve çok yaratıcı olabilir; tabii bu, olup bitenler hakkında
gerçek düşüncelere sahip olmamak ya da imkânsız olanı kafaya takmamak demek
değilse.
Korunması
gereken şeylerden biri, bence, büyük siyasi partilerin dışında ve normal ya da
sıradan programın dışında, belli bir siyasi yenilik biçiminin, siyasi yaratı ve
deneyim biçiminin varlığıdır.
.
.
.