.
.
.
.
Havuz
Başı / Son Huşlar
Sait Faik
Bütün Eserleri 6.
Bilgi Yayınevi, 1994 İstanbul
Çatışma
22
Çürümeden çok
önce, galiba kokuşmadan da evvel, ölümle dirim arasında geçen
kavganın sonundaki boşlukta; birtakım ecza şişelerinin küçüklü
büyüklü, sıra sıra dizildikleri, ağızlarını açıp
bekleştikleri zamanı; ötekisi ile; sıcacık bir oda ve bir sepet
içinde kokmaya, bir kurt yüzünden bozulmaya, delirmeye, canlanmaya
hazırlandıkları zaman parçası ile karıştırıyorum. Burnuma
yıldızlardan, çamurdan, tohumdan, yosundan, denizden, albümin ve
asit parçalarından güzel diyebileceğim bir koku; taze balıkların
taze kokusu, daha meme emmemiş, yıkanmamış çocuk kokusu, süt
kokusu, bir genç saç kokusu geliyor.
Bu ölüm ve doğum
rüyası içinde şafak atıyor. Kalkıyorum. Kollarıma
uykusuzluğumun hırkasını geçiriyorum. Dar geliyor. Şafak
söküyor, aynadaki yüzüme saldırıyorum, bakıyorum.
Birden bire,
viyaklayarak bir çocuk doğuyor. Birdenbire, saniyelerle seneler
birbirine karışmış bir halde büyüyor. On beş, on altı
yaşlarında güzel bir erkek çocuk oluyor. Elleri fildişinden…
avuçlarını açıyor; dört nasırı var.
“Kürek çekmeden
oldu” diyor, “küreği bırakırsam bir ay içinde nasır namına
bir şey kalmaz.”
Fildişinden uzun
parmaklı ellerini çeviriyor. Kıpkırmızı tütüyorlar. “Kartopu
mu oynadın?” diyorum.
Dişlerindeki
aydınlığı, gözlerinin ve kaşlarının karası kesiyor. Alnının
sakin mermerinin soğuk, buz gibi, yapışan buz gibiliğinden
kabarmış dudağının çatlamış kırmızısını, elime sürüyor.
“Babacığım”
diyor, “beni affet!”
Kadın, siyahlar
giyinmiş, beyaz yüzünün etleri durmuş, çizgileri durmuş, onun
da alnının beyaz mermeri çizgi çizgi durmuş, bir zaman parçası
her yerinde, elbisesinde bile durmuş. Balık pulundan gözleri var.
Avucunun derisi kedi dilinden. Nefes alışında tüy sıcaklığı
ile kar soğukluğu, uzun uzun bacaklarındaki büyük ve çıplak
ayaklarda çatlak çatlak sarı ve ölü bir ikinci, bir üçüncü
deri; oğlan çocuğunun yanında durmuş…
Çocuk, “Baba,
affet! Ölmüş anama acı!”
Çocuk da, babası
da, bir kenarda gözlerini açmış onlara bakan bir başka adam da,
ölmüş ananın, çocuğun yanındaki yerine telaşsız bakıyorlar.
Görüyorlar bu üç kişi de, o garip, fosfordan, böcekten, kardan
ve kıştan, balık pulundan, mermerden ve buzdan, sıcaktan ve
soğuktan kadını.
Ama baba adam, bir
silkinişte bu yalancı yokluğa, var gibi bir şiddetle kafasından
iter itmez, kadın yoktu ki kaybolsun.
Ama çocuk,
affedilmek için yanında yarattığı ve babasında, babasının
yanındaki şahide tutup gösterdiği kadının -kendi kendisi de
görüp de inanmadığı kadının- bir hamlede üstünden
atlayıveriyor. Çocukla babası arasındaki şahit daha fazla
duramıyor. Kadının arkasına düşüyor, aşktan kudurmuş gibi
bir gülüşle gidiyor. Kalkıyorlar baba oğul yalnız…
Baba, şimdi
birtakım ecza şişelerinin küçüklü büyüklü, sıra sıra
yanıbaşına dizildikleri ve ağızlarını açıp bekleştikleri
zamanla, ötekisini, bir kurt yüzünden bozulmaya başlayan zaman
parçasını birbirine karıştırıp hatırlıyor. Çocuğun
burnuna, yıldızlardan, çamurdan, tohumdan, albümin ve asit
parçalarından bir taze ve belirsiz balık kokusuna, çok uzaklardan
alınmış bir deniz kokusuna benzeyen bir koku geliyor. Bu sefer
yeşile çalan bir yüz, sarı eller, kırmızı tüylerle bir şeytan
gibi dünyanın üstüne güneş kapanıyor.
“Baba! Baba!”
diye sesleniyor çocuk.
Ses almayınca
çekiliyor bir kayanın arkasına. Baba ancak bir çalılığa
yüzükoyun uzanabilecek vakit buluyor.
Sessiz, mavi, durgun
bir gecenin ortasında bir silah patlıyor. Sabaha kadar
çalılıklardan ve kayalardan silah sesleri geliyor…
Ben evlenmedim.
Tabii, çocuğum da olmadı. Ama varsa… Olabilir a. Benim kurdum,
bir ölmeyecek yerde saklanıp beklemiş ve bir beyaz kadının
içinde büyümüştür. … (devam ediyor..)
Alemdağda
Var Bir Yılan
Sait Faik
Bütün Eserleri 7.
Bilgi Yayınevi, 1990 İstanbul
Kalinikhta
149
Yanıma baktım
kimseler yok. Az önce çevrem insanla doluydu. Köpekler havlıyor,
ağaçlar hışırdıyordu. Bir ırmak akıyordu kulağımın
dibinden. Ağaçlar suları yıkıyordu. Hayvanlar insanları
öpüyordu. Köpekler konuşuyor, insanlar havlıyordu. Gökyüzü
sarıydı. Birisi:
“Canımsın,
diyordu, canımsın, ağacımsın, ırmağımsın; denizim benim.”
Ötekisi bir insan kokusu içinde sıcaktı. Cevap vermiyordu. Elinin
üstündeki mavi damarlar bir dostluk denizine akıyordu. Saçları
kara, gözleri kara, kaşları kara, kara günler, kara hikâyeler
doluydu. Dudaklarında şimdiden sonra söylenecek kız oğlan kız
türkülerin boyu vardı.
Sandalın içindeki
güneşten, gökyüzündeki tozdan, ağacın kırmızısından mı ay
doğuyordu. Bir dudağım yerde, öteki dudağım kuyruğunda ateş
gibi gidip geliyordu içimden.
“Seni damarımda,
bileğimde atıyorum.”
Yıldızlar
asılmıştı ağaçlara. Soğuk kandil kandil sarkıyordu. Yanımda
dostların en koyusu, kadehimde sakız rakısı, dilim kekeme, elimde
olta, oltanın elinde zoka, sandalda Barba Stanco, küpeştede
Sivriada, yıldızlar bağrımda; dümendeyim. Motor hışır hışır
hışırdıyor. Köpek sesleri geliyor dostçasına. Ağaçlar
yıldızları, ağaçlar tepeleri, köpek sesleri sabahları
getiriyor. Bir balık kokusu içiyorum. Bir Rum evinden midye tavası,
bıyıklarımın içinden anason kokusu geliyor.
"Canımsın"
diyorum kime.
Kahve fincanına
düşen sabah yıldızını kokluyorum. Mis gibi kahve kokuyor.
Kocayemişlerinin çiçeği pare pare. Karabaşları avuçlarımda
eziyorum. Dilime arılar konuyor, gözümü arılar sokuyor, güneş
batıyor, bir karabatak düşünüyor. Martının biri boşlukta bir
direğe konuyor. Çakıla sulardan elbiseler giymiş, hava renginde
askerler çıkıyor. Çakılda ayak sesleri duyuyorum. O, Aspasya'dır
o. O Aspasya'dır. Yaseminli Aspasya, kâfur kokulu Aspasya, Paskalya
çiçeği sarısında Aspasya, dilinde kıvılcım, dilinde yılan,
dilinde aynalar ve çeşmeler.
"Canımsın,
diyorum, canımsın."
Yani, Yani be! Hey
Yani! Kara Yani! Hey Beykozlu laternacı Panayot'un torunu kara gözlü
dostum Yani! Söyle Rumca Karabiberim şarkısını. Aspasya duysun.
O türküdeki İbrahim benim. Bırak İbrahim'i ve zenginliği
Karabiberim.
Dostluk çayırının
bu kuzuları kimin? Sizin mi? Kuzular mı? Kuzular meler mi? Yani,
söyle Karabiberim şarkısını.
Şimdi Atina'da
Omonya meydanında akşam oluyor. Atina kahvelerinin teraslarında
bir ançüvezle bir yeşil zeytin ve bir kadeh mastika duruyor kimin
önünde? Kimin önünde olursa olsun. Pire'den denizanası kokusu
geliyor. Akropol'den Sokrates iniyor. Sen Yanaki! Dostların en
koyusu! Arkadaşların içinde ölümden önce en sonuncusu! Atina
sokaklarından geçerken yıldızlara bak. Yıldızlar seni
sandallara, kayıklara, vapurlara ve adalara götürecek. Dünyanın
bütün adalarını gezeceksin. Dünyanın bütün sandallarına
bineceksin. Elinde naylondan 35'lik bir oltayla deniz diplerinden
balık sanıp fosforlar, yakamozlar, pırıltılar yakalayacaksın.
Balığa boşver! Düşün Yanakimu beni. Bin, bir yıldızın
sırtına. Adaların içinde bir Burgaz adası vardır. Bir sandal
vardır, tam Kaloyeros'la Laendros'un gözüktüğü nişanda. İşte
o benim. Ben, sandallar içinde bir sandal, denizler içinde bir
deniz, insanlar içinde bir insan.
Yani! Omonya
meydanında akşam oluyor. Gökyüzünden sandallarla şarkılar
geçiyor. Arabalarda ışıklar kayıyor, bir at kişnemesi duydun
mu? Bir fayton geçti mi delicesine aklından... ve Omonya
kahvelerinin camından? Bil ki ben Taksim meydanında, âbidenin
önündeki çayırın kısa parmaklıklı demirlerine oturmuş seni
düşünüyorum Yanaki. Gece oldu. Karlar sönmek üzere. Işıklı
ilânlar sönüyor. Otlar kararıyor. Bir tavernadan üç gitar sesi
geliyor. Mavrodafni kaldırımlarda kırılıyor. Sen oteline kadar
yürümeyi düşünme; Atina ile Pire arasındaki metro çoktan
işlemiyorsa işlemesin, hava güzel, yürürsün. Martılar
Sivriada'da ayın ışığında dönüp duruyorlar. Barba Vasili
paltosuna girdi uyudu. Ben seni düşünüyorum Yanaki. Sonra
Aspasya'nın söylediği Kefalonya havasından çıkan rüzgâr
Sivriada'nın denizini ürpertiyor. Yanaki, Omonya meydanında
ışıklar sönüyor. Kahve kapanmak üzere. Yeşil zeytini ye. Şu
düzü yuvarla. İşittin mi Pire'den gelen vapur düdüğünü? Ben
Galata Köprüsü'ndeyim o dakka. Bir Hollanda şilebi Okmeydanı'nda
dolaşan mapusane kaçağına sesleniyor acı acı. Üsküdar
iskelesine iniyorum. Parmaklığa dayanıyorum. Sen yeşil zeytini
neden yemedin? Omonya meydanındaki Ekselsiyor kahvesinin garsonu:
“Kalinikhta
Kiryos” diyor bana. “Benden de bir Kalinikhta sana. Panco!”
Balıkçının Ölümü
Sait Faik
Bütün Eserleri 9.
Bilgi Yayınevi, 1990 İstanbul
Balıkçının
Ölümü
87-89
Deniz kenarından
dünyaya bakıyorum. Parmaklarımda pul, avucumda sedef, etrafımda
balık kokusu... Bir adanın arkasında sobasını yakmış bir
şehrin dumanı, bir adanın arkasında sobasız bir pencerenin
buzunu kazıyorum. Gökyüzü beyazdan, siyahtan sayabildiğim dört
kirli renk bulutunu götürüp getiriyor. Nerede insanlar?
Her zaman son sual
bu! Nerede insanlar? Balıktalar mı, kahvedeler mi? Sonra bütün
dünyaya doğru kayan bu düşünce bulutu iki renkli bir
ebemkuşağını ufkun bir ucundan öteki ucuna geriyor. İnsanlar
orada.. Biri mesut öteki saadet peşinde, hangi dünya içinde
bulunsak bir başka dünyanın var olabileceğini düşünüyoruz.
Hepimiz başka türlü. Göğün bir tarafı mavi, mavi.. Bir tarafı
simsiyah, ya siyah, ya mavi, ya ölesiye gülerek, ya yaşayasıya
üzülerek..
Deniz kıyısına
ördekler mi gelmez? Deniz kıyısında martılar mı uçmaz? Deniz
kıyısına sandallar mı yanaşmaz? Deniz kıyısına balıklar mı
sürünmez?
Otuz sekiz kulaçta
yatan kuzu gibi istavritleri balıkhaneye gönderen balıkçının
hiç kimsesi yoktu. Kafayı tütsülerdi, sandalında yatardı. Bir
sabah, güzel bir kış sabahı istakoz ağlarını çekmek üzere
sandalına atladı. Öğleye doğru bu motor sularda iki tarafına
sarhoş sarhoş sallanan sandalda balıkçıyı ağın yarısı
elinde baygın buldu. Gözlerini açtı balıkçı,
-Bu dünya kime
kalmış ki balıkçıya kalsın -dedi. Gözünü kapadı. Elbette ki
bir daha açmamak üzere.
Kahvede balıkçının
son sözlerini yoran yorana idi. Issız deniz kenarında insan büyük
şehirleri, büyük şehirlerin sobasını, sobasızlığının
düşüncelerini düşünüyor, kurumuşa dönüyor. Hakikat çırıl
çıplak, avuçlarında zil, ellerinde darbuka sert rüzgârlarıyle
geliyor. Bir mavilik, bir açıklık, bir hürriyet hasreti kayaları
döven dalga gibi kafama doğuyor.
Şimdi her şeyi
anlıyorum gibisine geliyor insanın. Bir hain akıllılar grubu
poyrazda gülüyor, burnuna gülüyor adamın, tepesini attırıyor
adamın. Sonra esmiyor mu bir hınzır, bir budala, bir sersem
lodos... Ver anasını ediyor.. düşünceyi.. Sürükleniyor kafamda
her şey, balıkçılar yumuşuyor, olta esniyor, iğneden yem
düşüyor. İnsan istakoz ağlarını denizden çeken balıkçı
misali gevşiyor, gözlerini yarım yarım ölümler gibi uykuya
kapamadan:
-Kimseye kalmadı bu
dünya ki balıkçıya kalsın... -diyor.
Ama biliyorum ki
bugün kafalarımızda sert rüzgarlar kara bulutlarıyla durmadan
estiği zaman deniz kıyılarına hep sert balıklar gelecek.
Lodosların gevşetemediği etleriyle bu sert balıklar, balıkçıya
gözlerini kapatırken hep birden, tütün gibi, tatlı sert şarkılar
söyliyecekler. Balıkçı belki ölürken içinde bir şeyler
söylemek, bir şeyler söylememek, duymamak, duyurmamak, bir iş
bitirmemek gibi şeyler bulunan garip lafından cayacak. Eskiden kral
öldüğü zaman bağırdıkları gibi bir balıkçı yaşadı, öldü,
yaşasın öteki balıkçılar! Diyecek.
Yenilik Dergisi,
01.06.1954
Şimdi
Sevişme Vakti
Sait Faik
Bütün Eserleri 13.
Bilgi Yayınevi, 1988 İstanbul
Bir
Büyük Karışıklık
81-82
Bir büyük
karışıklık yaşadığımız sabahlar
Nerde ormanın
içindeki sakalı uzamış insan
Mesut döğüşürken
aç kurtlarla
Nerede ilk kulübede
ilk eşya
İlk insanda ilk
hisler
İşte büyük kavak
ağaçlarının kaygan, parlak sırtından inen
Şişman yağlı
tırtıllar
Beyhude saraylar,
meçhul aletler
Üst üste
Alt alta apartmanlar
Bir çatıda
binlerce insan ama
Yalnız bir katta
beraberlik, yalnız bir katta his
Kocaman evin hayali
içimdedir.
O büyük dünya
yüzünü kaplayan
Dışarda bütün
malzeme
Tırtıl, insan,
kavak ağacı, orman, balta ve ilahir.
“Vatan-Sanat
Sayfası”, 16 Mayıs 1954
Semaver
/ Sarnıç
Sait Faik
Bütün Eserleri 1.
Bilgi Yayınevi, 2000 İstanbul
Robenson
96-98
Yuvarlak dünyanın
üstünde isimlerini bilmediğimiz fiyorlar, kanallar ve limanlar,
gece olunca sakin denize bakan tek bir fener, bazen sağnaklı
ışıklar döküp yürüterek, bu yuvarlak dünyanın üstünde bir
vücut gibi sinirli ve hararetli yaşarlar.
Dünya alabildiğine
doludur. Dünyada bakışları birbirine benzeyen birçok insan,
deniz kenarlarında yıkanır; dağların üstünde buzlar içinde
kayar; veya ovaların salkımsöğütleri, kavakları altında
sevişirler.
Gözlerin
gözlerimden ziyade bana yakın, ellerin ellerim kadar sinirli, sarı
tüylü ensen, sandallarının içine hapsolmuş müsterih çıplak
ayakların... rengin sarı, kırmızı, esmer, siyah, ne olursa
olsun, lisanını anlar, kokunu duyar gibiyim.
Bu yeşil, sarı,
lacivert bayrak, sizin bayrağınız. Komşu kabilenin bayrağı aynı
renkte, aynı şekilde, fakat üzerinde dokuz yıldız var.
Onun için mi
boğazlaşıyorsunuz? Kavgadan evvel evlerinde yemek yediğin, başı
sana dokunduğu zaman yaşadığını hissettiğin çocuğu bu dokuz
yıldız için mi öldüreceksin?
Anlaşıldı, ben
bayrakları değil, insanları seviyorum. Öyle ise, yuvarlak
dünyanın üstünden akıp geçen yıldızlara bakan vapurlarda
ömrüm geçecek.
Bandırası her ne
olursa olsun, aşılandığım ve ekildiğim limanda dallarımı
sallayarak her geçen vapuru selamlayacağım. Aylardır otuz metre
murabbaı içinde kök salmış bir ağaç gibi rüzgâları emmekle
yapraklarımı şişiriyordum.
Fakat hiçbir
yaprağım bir yelken büyüklüğü almadan denize doğru
gidemeyeceğim, diyordum. Ve hiçbir yaprağım bir yelken büyüklüğü
alamayacak sanıyordum.
Bulunduğum limanın
havasında insanı yelkenlilere ve şileplere iten bir mıknatıs
mevcut olduğunu işitir, inanmazdım.
Napoli'de nasıl
yerleşip kalmak, her akşam Vezüv'ü, ay ışığında gladyatörler
gibi denize girenlere bakmak, günlerce makarna yiyip şarkı
söylemek arzusuyla üç-dört saat kaldımsa, burada tamamen aksi
oldu.
Günlerce eski
limanın uzunluğunca vapur bekledim. Bir an evvel bir küçük vapur
ve bir iş.
Ben “Istakozların
En Büyüğü”ne uğramıştım. “Istakozların En Büyüğü”
meyhanecinin hayalini genişletmek için hususi surette tanzim
edilmiş kocaman aynaları ve içeriye dört-beş kişilik bir grup
girince her tarafı doluveren, esrarengiz bir meyhanedir.
Mor çuha
kasketlerini kaşına yıkmış, yelken kullanmasını bilmeyen
gemicilerden, köpekbalıklarının ağzından kurtulmuş denizcilere
kadar birçok gönüllü bahriyelinin uğrağı olan “Istakozların
En Büyüğü”nde Baba Vilyams'a rastladım. Bana bir iş teklif
etti:
İcabında İngiliz
bandıralı bir şileple Amazon kıyılarına gideceğiz. Şehir
şehir, köy köy, buğday, mısır, domuz taşıyacağız.
Beş İngiliz lirası
ayda.
Adiyö büyük
liman, seni öbür kışa bir ay için gelip göreceğim.
*
-Allahaısmarladık,
Yoana.
-Deniz havası
serindir, Robenson, lacivert fanilanı giyseydin.
-Giyeriz anam, ver
dudaklarını.
Yuvarlak dünyanın
üstünde fiyorlar, berzahlar, limanlar doludur. Denizler karalardan
daha geniştirler.
-Adiyö Sait,
Kosti'ye selam!
-Uğurlar olsun,
Roben!
Mahalle
Kahvesi / Havada Bulut
Sait Faik
Bütün Eserleri 4.
Bilgi Yayınevi, 1995 İstanbul
Kınalıada'da
Bir Ev
60-62
Kınalıada'ya
ömrümde inmedim. Ama orayı öyle severim ki, neden bilmem. Belki
de orada kendisiyle hiç konuşmadığım bir arkadaşım oturdu da
onun için. Kınalı'nın önünden geçerken hep o arkadaşımın
hiç gitmediğim, hiç gitmeyeceğim evini düşünürüm.
Arkadaşım sakin,
sessiz, iyi bir kızdır. Sabahleyin ilk vapurla işine iner. Son
vapura elinde paketlerle döner. Bazı defa son vapurda beraberizdir.
Onun iskelenin kalabalığında kaybolduğunu, sonra projektörcü
ışığını yolcularla karanlık yola tuttuğu zaman, az bir şey
sallanarak hızlı hızlı sağa saptığını görür, yine
kaybederim.
Küçük kaplamaları
simsiyah kesilmiş bir ahşap evde oturduğunu sanıyorum. Evden
deniz görünmüyor olmalı. Yahut belki de bir iki penceresinden,
çakal eriği dalları arasından... Küçük bahçede acı badem,
ayva, nar, hünnap ağaçlarını görürüm. Bahçede bir de
çıkrıklı kuyu olacak. Kırkını aşmış, şişmanca, yeşil
gözlü bir kadın olan anasını kırmızı elma yüzüyle, küf
yeşili gözleriyle görür, ben de severim. Böyle bahçeyi, evini,
anasını tarif ederken gördüm sanmayın. Ben görmeden severim
bahçeleri, insanları, evleri.
Eve bu küçük
bahçeden girilir. Evin alt katında kendileri oturur. Üst katını
yazın kiraya verirler. Bir Meryemana kandili önündeki İsa
resminden, küçücük sarımtırak aynaya kadar her şeyde ağır,
günlük kokusuna benzer bir Ortodoks hava eser. Evin içinin, o
kadar temiz olduğunu sanmam. Günlük kokusu odalardan hiç eksik
olmaz. Arkadaşım dediğim kızın kendi başına bir odası yoktur.
Onu vapurda ikinci
mevkiin tahtaları üzerinde Rumca konuşurken dinlerim. Rumca bir
kelime anlamadan ne söylediklerini bilir gibiyimdir.
Akşam saat 10.45'te
oraya vardığına göre, ancak 11'de yemeğe otururlar. Hemen de
yatarlar herhalde. Acaba başucunda bir kitap var mıdır? Bana bir
defacık gülmüş olan bu kızın hülyalarına ne karışır bilmem
ki?... Yem eği nasıl yer? Hızlı mı, yavaş mı? Ne kadar merak
ederim. Acaba birçok insanlarda olduğu gibi yemek yerken
çirkinleşir mi? Çirkinleşince yüzündeki o iyi, harikulade
çizgiler ne olur? Nereye giderler?
Kınalıada'yı, bu
kızı tanımadan da merak ederdim. İnsanlarını değil. Onları
bol bol vapurda görüyorum. Daha çok o vapurdan çıkanlarla
birlikte, bu gece yarısı sönük kırmızı ışıklarıyla böcek
gibi kabuğuna, kırmızı benekli kabuğuna kapanmış Kınalı'nın
evleri ne yaparlar diye? Ne yapacaklar her yerde olduğu gibi onlar
da dedikodu yaparlar. Yerler, içerler, uyurlar.
“Evler mi?” diye
sormayın. Evet, evler... Bunları bildiğim halde eskiden merak
ettiğim Kınalı'nın evlerini şimdi büsbütün görmeye can
atıyorum. Çünkü orada, bayıldığım bir kız oturuyor. Ben
eskiden Arnavutköyü'nü merak ederdim. Sonra bir gece gidip gördüm.
İki balkonlu bir ev gördüm. Caddelerinden dereler geçen büyük
bir köy. Dört beş köprü. Köprünün birinde sarhoşun biri
eğilip kusmuştu.
Şimdi Kınalı'yı
da böyle merak ediyorum. Kınalı'nın bir evini... Bir masa
düşünelim. Eskimiş muşambadaki boncuklu bir nihalin üzerine bir
sahan konuyor. Bu et midir, sebze midir? Haydi bu meraktan cayalım.
Farzedelim ki ettir. İşte dağıldı. Babaya, oğula, kıza, benim
arkadaşım olan kıza... Yemeği anneleri dağıtıyor. Küçük
kızkardeşi büyük zehir yeşili gözlerini açmış, sahana değil,
sofranın arkasındaki Meryemana kandilinin yandığı kapısı
çıkarılmış dolaba bakıyor. Karpuz oradadır. Bu akşamki karpuz
sarı çıkmıştır. Çekirdekleri simsiyahtır.
İşte konuşuyorlar.
Ne konuşuyorlar acaba? Bir vapurun projektörü yarı aydınlık
odayı ışık içine daldırıyor. Sevdiğim kız yemek yerken
çirkinleşmiyor. O kadar şen, o kadar sıhatli ki, yediğinin
farkında olmuyor. Arkadaşımın yüzünde hep neşeli şeyler var.
Ağzında bir lakırdı. Ne söylüyor merak ediyorum.
İşte bu yüzden
hikâye yazarım. İşte bu merak yüzünden hikâyeci geçinirim.
Hikâyelerimi beğenmezler, üzülürüm. Beğenirler, kızarım.
Kendim beğenirim, budalalaşırım. Beğenmem, canım yemek istemez.
Kınalıada'ya gelince... İşte onu pek merak eder, bir türlü de
inemem, bu gidişle inemeyeceğim de...
.
.
.
.