Türkçe’de
Giorgio Agamben
1970
İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978
Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak),
Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985
Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990
Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995
Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı
Yayınları, 2001 İstanbul
1998
Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot
Yayınları, 2017 Ankara
2002
Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları,
2009 İstanbul
2003
Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005
Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006
Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008
Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012
İstanbul
2008
Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini. (Çev. Önder Özden), Nika Yayınevi,
2020 İstanbul
2009
Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul
Çıplaklıklar
Giorgio Agamben
(Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul
İçindekiler
1.
Yaratım ve Kurtarma 7
2.
Çağdaş Nedir? 17
3.
K. 29
4.
Hayaletler Arasında Yaşamanın Yararları ve Sakıncaları 51
5.
Yapmayabileceğimiz Şey Üzerine 57
6.
Kişisiz Kimlik 61
7.
Çıplaklık 71
8.
Yüce Beden 111
9.
Bir Öküzün Açlığı: Şabat, Bayram ve İşlemezlik... 125
10.
Dünya Tarihinin Son Bölümü 137
1. Yaratım ve Kurtarma
8
Hıristiyanlıkta olduğu gibi Yahudilikte de yorumbilgisi peygamberliğin
yerini almıştır, peygamberin işi ancak yorum şeklinde uygulanabilir.
Doğal olarak peygamber Batı kültüründe tamamen yok olmamıştır. Çeşitli
kılıklarda ölçülü bir biçimde işini yapmayı sürdürüyor... ... Aby Warburg,
Nietzsche ile Jakob Burckhardt’ı nebinin iki zıt türü olarak sınıflandırmıştı;
ilkinin yüzü geleceğe ikincininki geçmişe dönüktü. Benzer bir biçimde Michel
Foucault Collegé de France’daki 1 Şubat 1984 tarihli dersinde antik dünyada
hakikati dile getiren dört figürü birbirinden ayırıyordu: peygamber, bilge,
uzman ve doğruyu söylen (parrhesiast). Bir sonraki dersinde onların soyundan
gelenlerin izini modern felsefe tarihinde sürmeye devam etti.
... İslami geleneğin, peygamber figürünü ve işlevini Tanrı’nın iki
işine ya da eylemine sıkıca bağlaması manidardır. Bu öğretiye göre Tanrı’da iki
farklı iş ya da praksis (sünnet) vardır: yaratma işi ve kurtarma işi (ya da
Emir). Peygamberler ikincisinde yer alır; uhrevi kurtuluş için aracılık işlevi
görürler. Melekler birincisinde yer alır; yaratma işini temsil ederler
(parolası İblis’tir -başlangıçta krallığın emanet edildiği ama Adem’e tapmayı
reddeden melek). “Tanrı’nın” diye yazıyor Şehristani* “iki iş ya da praksisi
vardır: biri yaratımıyla ilgilidir, diğeri Emriyle. Emir işini yerine getirmek
için peygamberler, yaratma işinde ise melekler aracı olarak hizmet ederler. Ve
Emir yaratımdan daha önce olduğundan Emrin aracısı (yani peygamber) yaratımın
aracısından daha yücedir.”
*Şehristanî ya da tam
adıyla Ebü’l-Feth Tâcüddîn Muhammed b. Abdülkerîm b. Ahmed eş-Şehristânî (d.
1086(?) - ö. 1153) Ortaçağ İslam dünyasının meşhur dinler tarihçisi. Çeşitli
hocalardan Arap dili ve edebiyatı, mantık, matematik öğrendi. Kuşeyri'den
fıkıh, Nişaburi'den tefsir ve kelam, Medainî'den hadis okudu. wikipedia
9
İslami gelenekte kurtarmanın sıralamada yaratımdan önde olması, takip
eder gibi görünenin aslında önce olması çok önemlidir.
10
Kökenleri ne olursa olsun yaratma ve kurtarma işinin tanrısal eylemin
iki kutbunu oluşturması elbette İslam’a özgü değildir. Şayet Tanrı'nın,
insanların belirleyici sorunlarını düşündükleri yer olduğu doğruysa, o halde
bunlar insani eylemin de iki kutbunu oluşturur.
... iki iş farklıdır, hatta birbirinin zıddıdır, bununla birlikte
birbirlerinden ayrılamazlar. Kim iş görüyor ve üretiyorsa o aynı zamanda
yarattığını kurtarmalı ve özgürlüğe kavuşturmalıdır. Yapmak yetmez, yapılanı
kurtarmayı bilmek de gerekir. Hatta, kurtarma görevi yaratma görevinden önce
gelir, yapmanın ve üretmenin yegâne meşruluğu yapılmış ve üretilmiş olanı
kurtarma becerisidir neredeyse.
11
[Şehristani] “Ve şu hayrete şayandır: ruhsal varlıklar [melekler]
doğrudan Emir’den gelseler dahi yaratımın aracıları oldular, yaratılmış cismani
varlıklar [peygamberler] ise Emir’in aracıları oldular.” Burada, hayret verici
olan, yaratılmış olanın kefaretinin yaratıcıya (ya da doğrudan yaratıcı güçten
gelen meleklere) değil de bir yaratılana emanet edilmiş olmasıdır.
Modern çağ kültüründe felsefe ve eleştiri peygamberin kurtarma işini
miras edindi (önceleri kutsal alanda tefsire emanet edilmişti bu). Şiir,
teknoloji ve sanat meleklere özgü yaratma işinin mirasçılarıdır. Ancak dini geleneğin sekülerleşmesi sürecinde bu
disiplinler kendilerini son derece içsel bir şekilde birbirini bağlayan
ilişkiye dair hafızanın tamamını peyderpey yitirdiler. İlişkilerini belirler
gibi görünen karmaşık ve neredeyse şizofrenik mizaç buradan gelmektedir. Bir
zamanlar şair şiirini anlatmayı bilirdi (“Şiiri nesire açmak” diyordu Dante),
eleştirmen de şairdi. Şimdi yaratma işini yitirmiş olan eleştirmen onu
yargılıyor gibi yaparak öcünü alıyor; artık kendi eserini korumayı bilmeyen
şair, kendini meleğin uçarılığına gözü kapalı teslim ederek bedel ödüyor.
Aslında bu iki kişi (özerk ve birbirinden bağımsız görünürler) aynı tanrısal
gücün iki çehresidir; ve en azından peygamberle ilgili olduklarında tek bir
varlıkta toplanırlar.
12
... işin statüsünü, yine yaratım ile yeteneğin değil, deha ile
kurtarmanın attığı imzanın sonucu belirler. Bu imza üsluptur. ... peygamberin
işinde üslup, yaratımın -tam da kurtarılma sırasında- kurtarmanın üzerine
attığı imzadır; yaratımın kendi kefaretine direnirken, bütünüyle karanlıkta ve
bütünüyle yaratılmış varlık olarak kalmanın ve bu yolla mahiyetini düşünceye
sunmanın yollarını ararken kazandığı saydamsızlık ve neredeyse cüretkârlıktır.
13
Yaratımla herhangi bir şekilde asli bir ilişkide olmayan bir eleştiri
ya da felsefe eseri avare dolaşmaya mahkûmdur, aynı şekilde bir şiir ya da sanat eseri içinde eleştiri ihtiyacı barındırmıyorsa
unutulmaya mahkûmdur. Ama bugün, iki farklı özneye ayrılmış iki
ilahi sünnet can havliyle bir buluşma noktası arıyor, yitirmiş oldukları
birliği yeniden bulabilecekleri bir kayıtsızlık eşiği... Bunu da, yine
amansızca ayrılmış kalacak olan rollerini değiş tokuş ederek yapıyorlar. ...
Günümüzde felsefe hastanesi kapılarını kapatmıştır. “Sağaltıcı” [curator]
haline gelen eleştirmenler, sanatçıların bıraktıkları yaratma işini taklit
etmek üzere pervasızca onların yerini alıyor, ve bu sırada iş görmez hale
gelen sanatkârlar da kurtarılacak herhangi bir işin olmadığı bir kefaret işine
kendilerini şevkle adıyor. Her iki durumda da yaratım ile kurtarma birbirinin
üzerine inatçı, tutkulu çatışmalarının imzasını çakamıyor. İmzasız ve bölünmüş
bir halde, biri bir diğerini bir aynanın karşısına oturtuyor. Ve oradan
yansıyan görüntüde kendilerini tanıyamıyorlar.
... potansiyelin eylemden önce gelmesi ve onu aşması gibi, kefaret işi
de yaratma işinin önündedir.
14
... sanat ve ustalık eserleri de, uzun ve sabırlı bir emeğin meyveleri
de er ya da geç yok olmaya mahkûmdur.
İslami geleneğe göre İblis -gözü yaratma işinden başka bir şeyi
görmeyen melek- işte bu hatırlanamayacak kütle için, kaybedilmeye mahkûm,
biçimsiz ve bitimsiz kaos için durmaksızın yanıp yakınmaktadır. Yakınır, çünkü
kaybedilenin Tanrı’ya ait olduğunu, yaratımın bütün işi unutulduğunda, bütün
işaretler ve sözler okunamaz hale geldiğinde sadece kurtarma işinin silinemez
bir iz bırakacağını bilmez.
2. Çağdaş Nedir?
17
Bu seminerin [Venedik UIAV, Facolta di Design e Arti’de 2006-2007
kuramsal felsefe dersinin ilk dersini içermektedir.] girişine şu soruyu yazmak
isterim: “Kiminle ve neyle çağdaşız? Ve, her şeyden önce, çağdaş olmak ne
demektir?”
“Çağdaş olan erken (vakitsiz) olandır.” Roland Barthes
18
... Nietzsche [Vakitsiz Düşünceler - Türkçe çevirilerinde “Çağa
Aykırı Düşünceler” tercih edilmiş] şimdiki zamana göre “güncellik” iddiasını,
“çağdaşlık”ını bir irtibatsızlığa ve bir uyuşmazlığa yerleştiriyor. Kendi
zamanıyla mükemmelen çakışmayan, çağın taleplerine de uymayan ve bu yüzden, bu
anlamda, güncel olmayan kişi gerçekte kendi zamanına aittir, ve gerçekte
çağdaştır; fakat bilhassa bu yüzden, bilhassa bu irtibatsızlık ve bu anakronizm
aracılığıyla, o diğerlerinden çok daha fazla kendi zamanını görebilme ve
kavrayabilme yeteneğine sahiptir.
19
O halde çağdaşlık kişinin, bağlı ve aynı anda mesafeli olduğu kendi
zamanıyla tekil ilişkisidir. ... bu öyle bir ilişkidir ki zamana bir ayrılma
ve anakronizm aracılığıyla bağlanır. Dönemleriyle fazlaca çakışan, onunla
mükemmelen her noktada buluşan kimseler çağdaş değildir; çünkü tam da bu yüzden
onu görmeyi başaramazlar, bakışlarını onun üzerinde tutmayı beceremezler.
21
... çağdaş olan bakışını zamanının üzerine, ışığını değil ama
karanlığını seçebilmek için kenetleyen kişidir. ... Peki ama “bir loşluk
görmek,” “karanlığı seçebilmek” ne demektir?
Görme nörofizyolojisi bize bir ilk cevap sunuyor. Işıksız bir ortamda
bulunduğumuzda ya da gözlerimizi kapattığımızda ne olur? Baktığımız sırada
gördüğümüz karanlık nedir? Nörofizyologların söylediğine göre ışığın yokluğu
retinada, off-cells denen bir dizi periferik hücrenin üzerindeki engeli
kaldırır. Bu hücreler etkin hale getirildiğinde karanlık adını verdiğimiz o
özel görüntü türünü üretir. Karanlık, bu yüzden, küçültücü bir kavram, basitçe
ışık yokluğu, görüntü yokluğu gibi bir şey değildir, aksine o hücrelerin
faaliyetinin sonucudur, retinamızın bir ürünüdür. O halde şimdi çağdaşlığın
karanlığı hakkındaki tezimize dönecek olursak, söz konusu karanlığı seçmek bir
atalet [durağanlık] ya da edilginlik hali değildir. Aksine özel bir faaliyeti
ve beceriyi ifade eder. Bizim örneğimizde bu beceri çağın loşluğunu, onun
ışıklarından ayrılamayan kendine has karanlığını yakalamak için ondan yayılan
ışıkları etkisizleştirmek anlamına gelir.
22
Geceleri göğe baktığımızda, etrafı kesif bir karanlıkla çevrili, pırıl
pırıl parlayan yıldızları görürüz. Evrende sonsuz sayıda galaksi ve ışıklı
cisim olduğundan gökyüzünde gördüğümüz karanlık, bilim adamlarına göre,
açıklanmaya muhtaçtır. ... [çağdaş astrofiziğin yaptığı açıklama:] Genişleme
halindeki evrende çok uzak galaksiler bizden öylesine büyük bir hızla uzaklaşır
ki ışıkları bize ulaşamaz. Bizim göğün karanlığı olarak algıladığımız şey işte
bize doğru büyük bir hızla ilerleyen ama yine de ulaşamayan bu ışıktır, çünkü
çıktıkları galaksiler ışığın hızından daha büyük bir hızla uzaklaşırlar.
Şimdinin karanlığında bize ulaşmaya çabalayıp ulaşamayan bu ışığı
algılamak çağdaş olmak demektir. ... Bir
başka deyişle, insanın ister istemez kaçıracağı bir randevuya vaktinde gitmesi
gibidir.
23
Çağdaşlıkta söz konusu randevunun basitçe kronolojik zamanda yer almadığını
anlamak önemlidir: bu randevu kronolojik zaman içerisinde işlerken onu acele
ettirir, zorlar ve dönüştürür. Ve bu aciliyet vaktinden önce olma halidir;
kendi zamanımızı, “çok geç” de olan bir “çok erken” biçiminde, “henüz olmayan”
da olan bir “çoktan olmuş” biçiminde kavramamıza izin veren anakronizmdir.
Ayrıca, şimdinin alacasında bize asla ulaşmaksızın daima bize doğru yol alan
ışığı tanımamızı sağlar.
Çağdaşlık dediğimiz bu özel zaman deneyimine iyi bir örnek, modadır.
Modayı tanımlayan şey onun zamanın içine özel bir süreksizlik sokmasıdır..
... modanın “şimdi”si, modanın varolduğu an, hiçbir kronometreyle
tespit edilemez. Bu “şimdi” acaba stilistin giyimin yeni tarzını belirleyecek
çizgiyi, ince ayrımı kafasında şekillendirdiği an mıdır? Yoksa bunu desinatöre,
sonra da ilk örneği dikmesi için terziye anlattığı an mıdır? Ya da özellikle
giysinin daima ve sadece modaya uygun olan yegâne kişiler, ve bununla birlikte,
tam da bu yüzden öyle olmayan kişiler, yani mankenler tarafından giyilmiş
olduğu defile anı mıdır? Bu yüzden son kertede, “tarzın” ya da “biçim”in moda
olması mankenlerden -çehresiz bir tanrıya sunulan bu kurbanlardan- farklı,
etten kemikten insanların onu moda diye kabul edip kıyafetlerinde o tarzı
seçmelerine bağlıdır.
24
O halde modanın zamanı, temelde kendini bekler ve sonuçta hep çok
geçtir de. Daima, “henüz değil” ile “artık değil” arasındaki ele avuca gelmez
bir eşik biçimini alır. ... Her halü kârda, nedeni ne olursa olsun, modanın kairos'u
kavranamaz: “şu anda modaya uyuyorum” cümlesi çelişiktir, çünkü özne bunu ifade
ettiği anda zaten modası geçmiştir.
25
Çağdaşlık kendini şimdiye, onu her şeyden önce arkaik olarak
göstererek nakşeder. Sadece en modern ve yakın olanda arkaik olanın
belirtilerini ve işaretlerini gören kişi onun çağdaşı olabilir. Arkaik, Arkhē'ye,
yani başlangıca yakın demektir. Fakat başlangıç sadece kronolojik bir zaman
içinde konumlanmış olmakla kalmaz: tarihsel oluşla çağdaştır ve onun içerisinde
işlemeye devam eder, embriyonun yetişkin bedenin dokularında, bebeğin
yetişkinin ruhsal hayatında davranmayı sürdürmesi gibi.
Edebiyat ve sanat tarihçileri arkaik ile modern arasında gizli bir
anlaşma olduğunu bilirler; bu, arkaik formların şimdide özel bir cazibesi
olmasından değil, modernin anahtarının kadimde ve tarih öncesinde saklı
olmasındadır. Böylece antik dünya
batarken kendini yeniden bulmak için başlangıcına döner: Zamanla kendini
kaybeden avangard da ilkelin ve arkaiğin izini sürer. Bu anlamda, şimdiye giriş
noktasının zorunlu olarak bir arkeoloji biçimini alması gerektiği söylenebilir;
ancak bu, tarihsel bir geçmişe geri giden bir arkeoloji değil, şimdide
kesinlikle yaşayamadığımız o parçaya geri dönen bir arkeolojidir. Bu nedenle,
yaşanmadan kalan şey, durmaksızın başlangıca doğru çekilir, ama ona asla ulaşamaz.
Şimdi, yaşanan her şeyin içindeki bu yaşanmayan unsurdur.
26
... “şimdinin zamanı” (ho nyn kairos)
27
[Bu metnin başarısı ya da başarısızlığı şuna bağlıdır:] ... sadece
yüzyılımızın ve “şimdi”nin çağdaşı değil aynı zamanda onun, geçmişin belge ve
metinlerindeki figürlerinin de çağdaşı olabilmemiz.
3. K.
29
Dava
[Roma hukuku, “K” -> Kalumniator, müfteri, asılsız suçlamada
bulunan, kara çalan, iftira eden (kimse).] [kalumnia, asılsız suçlama] (Biri
Josef K.ya iftira etmiş olmalıydı, çünkü, kötü bir şey yapmamış olmasına karşın
bir sabah tutuklandı.”) Dava.
30
[Hapishane papazının katedralde yaptığı uzun konuşmada:] “Mahkeme
senden hiçbir şey istemez. Geldiğin takdirde seni kabul eder ve gittiğin zaman
da seni bırakır.” Yani: “Mahkeme seni suçlamaz, sadece kendi aleyhine yaptığın
suçlamaları toparlar.”
31
Her insan kendi aleyhine bir iftira davası açmaya çalışır. Kafka'nın [Dava'sında]
hareket noktası budur.
Davalı kendine iftira attığında, masum olduğunu pekâlâ bilir ama
iftira atmakla suç işlediğini, damgalanmayı hak ettiğini de bir o kadar iyi
bilir. [Fakat neden her insan kendine iftira atar, kendini asılsız suçlar?]
32
Roma’da dava nominis delatio ile başlar[kovuşturma]: davacının
buyruğu uyarınca itham edilen kişinin adını davalılar listesine kaydetme. Accusare
(suçlamak) etimolojik olarak “davaya çağırmak” anlamına gelen causa’dan
(dava) türemiştir. Causa, bir anlamda, en temel hukuk terimidir, çünkü
bir şeyin hukuk alanına girdiğini adlandırır (tıpkı res sözcüğünün bir
şeyin dil alanına girdiğini belirtmesi gibi). ... Causa ile res
(Latince’de “şey, durum” demektir)... [bir davada sorun olan şeyi
isimlendirirler; konu edilen şey, bahis konusu edilen şey]
[suçlama anı] [suç ya da ceza değil, itham] ... o [itham] olmadığında
bütün hukuki yapı çöker: Varlığı hukuk alanına çağırmak. ... Varlık hukuk
alanına çağrıldığında ya da “suçlandığında”, masumiyetini kaybeder cosa (şey)
olur, yani causa (dava), bir mahkeme nesnesi olur.
33
... papaz, ortada bir cezanın olmadığını ama “bizzat davanın yavaş
yavaş cezaya dönüşmekte olduğunu [söyler].
34
Josef K. ... [1] kendine iftira atar; ... [2] kendine iftira atarak
kendiyle gizli anlaşma yapmıştır; ... [3] kendi ithamıyla dayanışma içinde
değildir.
... yasa, bizzat suç iddiasını suça dönüştürerek ve öz iftirayı kendi
temeline yerleştirerek karşılık verir. Yani tam da ithamın asılsızlığını
tanıdığı anda mahkûmiyeti ilan etmekle kalmaz, öz-iftiracının dalaveresini de
kendi ebedi haklılığına dönüştürür.
36
[Proust] “Asla itiraf etmeyin”.
37
[İmparatorluk döneminde] “Hakikat arama”daki şevk, azim öyle büyüktü
ki işkence günlerce sürebilirdi, en nihayet itiraf elde edilene kadar.
38
... Dava’nın yazımını yarım bırakıp 1914 Ekiminde birkaç gün
içerisinde “Cezalılar Kolonisi” hikayesini yazması...
39
[“Cezalılar Kolonisi”] “Bunu ona bildirmek boşuna zahmettir,” diye
açıklar subay, “çünkü nasılsa kendi bedeninde öğrenecek.”
İşkence sırasında sıkça olduğu gibi ölüm hakikatin elde edilmesinin
bir yan etkisidir.
43
Roma’da kadastrocunun [Agrimensore, yerölçümcü] özel bir önemi
vardı. ... Roma’da sınırın gerçekten öylesine kutsal bir özelliği vardı ki,
sınırları silen kişi sacer oluyordu ve herhangi biri bu kişiyi
öldürebilir, ceza da almazdı. ... bir finitor -sınırları belirleyen,
tanıyan ve karar veren kişi- olduğu için, kadastrocuya “hukuk yaratıcısı” ...
denmiştir.
44
Dik açıyla birleşen temel iki çizgi, kuzeyden güneye çizilmiş olan kardo
ve doğudan batıya giden decumanus’tu.
[Roma, Hyginius] “... sınırlar dünyaya dayanılarak oluşturulur: decumanuslar
aslında güneşin yolu izlenerek ve kardolar kutupların eksenine göre
çizilir.”
46
16 Ocak 1922’de Şato’nun yazımı sırasında, Kafka günlüğüne,
sınırlar konusunda bazı düşüncelerini not eder [Günlükler, s.588].
[Kafka bu notlarında o sırada yaşadığı ruhsal bir çöküntüden bahseder. Bu
çöküntüyü iç ve dış dünyasıyla açıklar.] İçte oluşan vahşi gaddarlık, bir av
[Kamuran Şipal ‘av’ kavramını ‘koşturma’ olarak çevirmeyi tercih etmiştir.]
olarak tasvir edilmiştir. ... av imgesi yerini insanlar arasındaki sınır,
insanların dışında ve üzerinde olan şey üzerine bir düşünceye bırakıyor:
Söz konusu koşturma
insanlıktan dışarı bir yol izliyor. Büyük bölümüyle öteden beri bana zorla
benimsetilen, biraz da benim kendimce aranan yalnızlık giderek pek açık seçik
nitelik kazanıyor ve en son sınıra gelip dayanıyor. ... “Koşturma” bir
benzetidir yalnız, bunun yerine “dünyevi son sınıra karşı saldırı” da
diyebilirdim; saldırı, aşağıdan, insanlardan geliyor...
Bütün bu edebiyat,
sınıra karşı yöneltilen bir saldırıdır... Söz konusu yolda atılmış ilk adımlar
görülüyor. Bunun için köklerini adeta yeni baştan eski yüzyıllara salacak ya da
eski yüzyılları yeniden yaratacak ve böyle davranırken varını yoğunu harcamış
olmayacak, ancak sonradan harcamaya başlayacak anlaşılması güç bir dehanın
gerekeceği kuşkusuzdur. [s. 588-9]
48
[Şato]
Bir kez daha -Kafka'nın büyük stratejik sezgisi, hazırladığı yeni
Kabala budur- mücadele Tanrı'ya ya da yüce hükümrana karşı değil, meleklere,
ulaklara ve onları temsil eder gibi görünen bürokratlara karşı verilmektedir.
Uğraşması gereken şato personelinin listesi bu anlamda öğreticidir: çeşitli
“şato hizmetçileri”nden başka bir kâhya vekili, bir ulak, bir sekreter, bir
kalem şefi. Burada bahis konusu edilen tanrı ile bir çatışma değildir. Aksine,
insanların (ya da meleklerin) tanrıya dair yalanlarıyla bitip tükenmek bilmeyen
bir mücadeleden bahsediliyor. İnsanlar arasında, insanlarla tanrı arasına konan
işte bu sınırlar, ayrımlar ve engellerdir kadastrocunun sorgulamak istediği.
49
K. köyde ne yapacağını bilmez şatoda ne yapacağı konusunda fikri bile
yoktur. Kadastrocu köy ile şatoyu ayıran ve bitiştiren sınırı düşünür ve
istediği şey de onu kaldırmak ya da iş göremez hale getirmektir. Bu sınırın
maddi olarak geçtiği yeri kimse bilmez görünmektedir. Belki aslında yoktur, ama
görünmez bir kapı gibi her insanın içinden geçmektedir.
Kardo yalnızca bir yerölçüm terimi değildir: kapı menteşesi anlamına da
gelir. “Kapı [ostium],” diye devam ediyor Isidorus (Kafka'nın hiç
çekinmeden altına imzasını atacağı bir tanımla), “birinin girmesini engelleyen
şeydir.” ... Menteşe, dönüm noktası, girişi engelleyen kapının
etkisizleştirildiği yerdir. Θ
50
Peki kapı (yani, ilişkileri düzenleyen, gerek yazılı gerek de yazılı
olmayan yasalar sistemi) etkisizleştirilince ... ne olacaktır? ... şu “hakikat
dünyasına” ne olacaktır? Kadastrocunun bir anlığına görmesine izin verilen işte
bu kadardır.
4. Hayaletler Arasında Yaşamanın Yararları ve Sakıncaları 2008
51
1993 Şubatında Venedik Üniversitesi Mimarlık Enstitüsünde yaptığı
açılış konuşmasında Manfredo Tafuri Venedik'ten apaçık “ceset” diye söz
etmişti. Şehri EXPO'nun ev sahibi olarak önerenlere karşı verilen mücadeleyi
hatırlatmış ve konuşmasını bitirirken bir hüzün ifadesi eklemeden edememişti:
“Mesele, cesedi çocukları bile güldürecek kadar allayıp pullama, dudaklarını
boyama meselesi değildi; ne de biz âciz savunucuların, silahsız peygamberlerin
elinde kala kala gözlerimizin önünde eriyip giden bir cesedin kalmış
olmasıydı.”
Her türlü yetki ve yeterliliğe sahip bir kişi tarafından yapılmış ve
hiç kimsenin (bugünkü gibi o gün de, Tafuri'nin sözleriyle cesedi süsleyip
püsleyip indirimli satışa sunmaya devam etme “münasebetsizliğinde” bulunmuş ve
halen bulunmakta olanlar, belediye başkanları, mimarlar, bakanlar arasında bile
hiç kimsenin) doğruluğundan samimiyetle kuşku duymayacağı bu amansız teşhisin
üzerinden on beş yıl geçti. Ama bunun anlamı, iyi bakıldığında, Venedik'in
artık bir ceset olmadığıdır; şayet herhangi bir şekilde hâlâ varsa, bu da ancak
ölümü ve cesedin çürümesini izleyen evreye geçmiş olmasındandır. Bu yeni evre
hayalet evresidir, ölülerin, tercihen gece yarısı, apansız ortaya çıktığı,
gacur gucur ederek sinyaller gönderdiği, hatta çoğunlukla anlaşılmaz olsa da
konuştuğu evre. Tafuri, “Venedik sadece fısıldayabiliyor,” diye yazıyor ve bu
fısıltıların modern kulakları dayanılmazcasına tırmaladığını ekliyor.
52
Venedik'te yaşayanların bu hayalete belirli bir aşinalığı vardır.
Kişi, bir gece gezintisinde bir köprüyü geçerken, gözleri, gölgeler içinde
kaybolan bir kanalın kuytusuna çevrilmişken ve başka bir yolcu, başka bir
köprüde elinde buğulu aynasıyla onu gözetlerken, uzaklardaki bir pencerede
yanan portakal renkli ışığın parıltısıyla birlikte ansızın ortaya çıkar. Ya da
Giudecca Adası suyosunlarını ve plastik şişeleri Zattere kordonuna adeta çağıl
çağıl boşaltırken. Ve kanallarda belli belirsiz titreşen, son bir ışık
huzmesinin görünmez yansısı sayesinde Marcel'in gittikçe kararan dolambaçlarda palazzo'ların
yansımasına bürünmüş gördüğü de aynı hayaletti. Ve ondan önce de bu hayalet bu
şehrin en derindeki köklerinde görünür. Çünkü İtalya'daki hemen diğer bütün
şehirler gibi bu şehir de sona ermekte olan geç antikite ile yeni barbar
kuvvetlerin karşı karşıya gelmesinden değil, zengin yerleşimlerini Roma'da arkada
bırakırken, onun hayalini şehrin sularına, çizgilerine ve renklerine yedirmek
üzere hafızalarında taşıyan bitkin sığınmacılardan doğmuştur.
Bir hayalet neden yapılmıştır? İşaretlerden, daha doğrusu imzalardan,
yani zamanın şeyler üzerinde çizdiği işaretler, rakamlar ya da monogramlardan.
Bir hayalet, her zaman üzerinde bir tarih taşır, başka bir deyişle özünden
tarihsel bir varlıktır. Bu nedenle eski şehirler, flâneur'ün kendini
akıntıya bıraktığı gezintileri boyunca neredeyse dalgınlıkla okuduğu imzaların
en iyi mekânıdır. Bu nedenle Avrupa şehirlerini şekerle kaplayıp ve
homojenleştiren zevksiz restorasyonlar onların imzalarını siler: okunaksız hale
getirir. Ve bu nedenle şehirler -özellikle Venedik- rüyalara benzer. Rüyalarda
rüya gören kişinin gözleri her nesneye takılır; her yaratık bireysel
özelliklerinden, jestlerinden ve sözlerinden çok daha ifadeli bir imzaya işaret
eder. Yine de inatla rüyasını yorumlamaya çalışan kişi bir yandan da bunların
anlamsız olduğu kanısındadır kısmen. Benzer şekilde, şehirde sokağın, meydanın,
caddenin, kordon boyundaki kaldırımın, daracık geçidin birinde olup biten her
şey aniden, şehirdeki hem yanardöner hem müşkülpesent, hem dilsiz hem şakacı,
hem alıngan hem mesafeli bir figürde yoğunlaşır ve billurlaşır. İşte o figür,
mekânın hayaleti ya da cinidir.
53
Ölülere ne borçluyuz? “Bir sevgi edimi olarak bir ölüyü hatırlamak,”
diye yazıyor Kierkegaard, “en çıkarsız, bedelsiz ve sadık sevgi edimidir.” Ama
elbette en kolay olan değil. Ne de olsa ölüler hiçbir şey istememekle kalmaz,
unutulmak için de ellerinden geleni yaparlar. Ama bilhassa bu yüzden ölüler
belki de en talepkâr sevgi nesneleridir. Ölülere karşı hep savunmasız ve
ihmalkârız; onlardan kaçarız, alaka göstermeyiz.
Venediklilerin şehirlerine karşı sevgisizliği bu şekilde açıklanabilir
ancak. Onu sevmeyi bilmezler, sevemezler, çünkü bir ölüyü sevmek zordur. En
kolayı o yaşıyormuş gibi yapmaktır, turistlere ücret karşılığı teşhir edebilmek
için kırılgan ve solgun organlarını maskelerle ve makyajla kapatmaktır. Venedik'te
tacirler tapınakta değiller, mezardalar; bulundukları yerde sadece hayata
değil, ölüye de saygısızlık ediyorlar (daha doğrusu ölü olduğuna inandıkları
şeye, bunu itiraf edecek değiller gerçi). Oysa bu ölü aslında bir hayalettir;
yani (tacirler onun varlığını fark etseler) en bulutsu, en ince varlıktır, bu
haliyle de bir ölüden düşünülebilecek en uzak şeydir.
54
Hayalet olma hali bir hayat biçimidir, ancak her şey bittikten sonra
başlayan, ölüm sonrası ya da tamamlayıcı bir hayattır. Hayalet olma hali bu
nedenle, hayata göre, tamamlanmış olmanın kıyaslanmaz hoşluğu ve dirayetine,
artık önünde hiçbir şey kalmamış insanların nezaket ve hassasiyetine sahiptir.
Henry James'in Venedik'te seçip tanımayı öğrendiği yaratıklar işte bu türdendir
(hayalet hikâyelerinde onları hava perileriyle, elflerle kıyaslar). Bu
hayaletler öylesine tedbirli, öylesine kaçıcıdırlar ki onların evlerini istila
eden ve onları susmaya zorlayanlar hayattakiler olur.
Ama larva diye adlandırabileceğimiz başka bir tür hayalet olma hali de
vardır. Kendi durumunu kabul etmemek, ne pahasına olursa olsun bir ağırlık ve
beden taşıyormuş gibi yapmaktan doğmuşlardır larva hayaletler. Tek başına
yaşayamazlar ama inatla, karanlık vicdanlarından türemiş oldukları insanları
ararlar. Yalandan yapılmış ipleriyle cansız organlarını içeriden hareket
ettirerek kâbusları, karabasanları ya da ifritleri olarak onlarda yaşarlar. İlk
türe giren hayalet olma hali, yaptıkları ve dedikleri şeylere eklenecek başka
bir şey olmadığı için kusursuzken, larva hayaletlerin aslında kendi
geçmişlerindeki bir yarayı kapatmak, gerçekten de tamama erdiklerini kavrama
yetersizliklerini gidermek için bir gelecekleri varmış gibi yapmaları gerekir.
Ingeborg Bachman bir keresinde dili bir şehirle kıyaslamıştı. Eski ve
yeni merkezleri, banliyöleri, çevre yolları ve nihayet ayrılmaz bir parçası
olan benzin istasyonlarıyla tüm bir şehir. Şehir ve dil aynı ütopyayı ve aynı
yıkımı içerir, şehrimizde de dilimizde olduğumuz gibi düşler kurar ve
kayboluruz, hatta dil de şehir de sadece bu düş kurma ve yolunu kaybetme
biçimidir. Venedik'i bir dille karşılaştıracak olursak, Venedik'te oturmak
Latince çalışmak gibidir, ölü bir dilde her kelimeyi tek hecesini
kaçırmamacasına telaffuz etmeye uğraşmak gibi; ad çekimlerinin dar boğazlarında
ve fiilimsilerle gelecek zaman mastarlarının ani çıkışlarında yolunu şaşırmak
ve yeniden bulmak gibidir. Öte yandan, hâlâ bir şekilde konuşulduğu ve okunduğu
için bir dilin ölü olduğuna hükmetmemek gerektiğini aklımızdan çıkarmayalım; bu
dilde sadece bir özne konumu, “ben” diyen kişinin konumunu yüklenmek
imkânsızdır -ya da hemen hemen imkânsızdır. İşin aslı şu ki, ölü dil, tıpkı
Venedik gibi, hayalet dildir; o dili konuşamayız ama hâlâ kendi tarzında
titreşir, mırıldanır ve fısıldar, böylece biraz gayretle ve sözlük yardımıyla
eninde sonunda anlar ve deşifre ederiz. Peki ölü bir dil kime seslenir? Dilin
hayaleti kime yönelir? Bize değil elbette; ama artık haklarında herhangi bir
hatırasının da bulunmadığı muhataplarına da değil. Ne var ki tam da bu yüzden, sanki
sadece şimdi, ilk kez konuşuyormuş gibidir bu dil, filozofun o söylüyor
-biz değil- diyerek atıfta bulunduğu bir dil (gerçi bunu yapmakla ona hayaletsi
bir tutarlılık kazandırdığını fark etmez.)
55
O halde Venedik gerçekten modernliğin amblemidir, -açılış konuşmasının
sonunda Tafuri'nin dile getirdiğinden tümüyle farklı bir anlamda da olsa. Zamanımız yeni [nuovo] değildir, yepyenidir [novissimo],
yani sonuncudur ve larva halindedir. Post-tarihsel ve postmodern terimlerinden
anladığımız budur genellikle, ama böyle derken bu durumun zorunlu olarak ölüm
sonrası bir hayata, bir hayalet hayatına teslim olmak anlamına geldiğinden
şüphe duymayız, hayalet hayatının sabah, akşam, yatsı ve diğer bütün vakitlerin
kendine özgü farzlarıyla insan davranışını sorgulanmaz kurallara bağlayan ve
tören eziyetini çektiren en ayinsel ve katı bir durum olduğunu aklımıza
getirmeyiz.
56
Aramızda yaşayan larva hayaletlerde incelik ve edebin bulunmaması
buradan gelmektedir. Bütün halklar ve bütün diller, bütün toplumsal tabakalar
ve bütün kurumlar, bütün parlamentolar ve bütün hükümdarlar, kiliseler ve
havralar, herminler ve togalar karşı konulmaz bir biçimde art arda larva
durumuna geçtiler, ama hazırlıksız ve şuursuzca. Bu yüzden yazarlar kötü
yazıyor çünkü dilleri sanki yaşayan bir dilmiş gibi yapmak zorundalar,
parlamentolar beyhude yasalar çıkarıyor, çünkü larva uluslarına bir politik
hayat sureti göstermek zorundalar, dinler merhametten yoksunlar, çünkü artık
mezarları kutsamayı bilmiyorlar ve kendilerini onlar arasında rahat
hissetmiyorlar. Bu yüzden iskeletler ve dimdik yürüyen mankenler ve
mezarlarından çıkarılışlarını pür neşe yönetiyormuş gibi yapan mumyalar
görüyoruz, lime lime çürüyen organlarının onları terk ettiğinden, sözlerinin
anlaşılmaz bir lisana döndüğünden haberleri yok.
Ama Venedik hayaleti bunları hiç bilmez. Artık ne Venediklilere
görünüyor ne de turistlere tabii ki. Belki yüzsüz yöneticilerce kovulan
dilencilere ya da yeri koklayarak sokaktan sokağa endişeyle geçen sıçanlara ya
da rağbet görmeyen bu derse sürgünler gibi çalışan ender insanlara
görünüyordur. Hayaletin koro çocuğu sesiyle ileri sürdüğü şudur: mademki
Avrupa'nın bütün şehirleri ve bütün dilleri artık birer hayalden ibaret olarak
yaşamını sürdürmektedir, o zaman sadece bu en samimi ve en tanıdık eylemleri
anlamış olanlar, sadece gövdesiz kelimeleri ve taşları ezberleyip kayda geçirenler belki günün birinde tarihin
-hayatın- bir anda vaadini yerine getireceği o gediği yeniden açabileceklerdir.
5. Yapmayabileceğimiz Şey Üzerine
57
Deleuze bir keresinde iktidarın işleyişini insanları
yapabileceklerinden, yani kendi potansiyellerinden ayırma olarak tanımlamıştı.
Etkin kuvvetlerin uygulamaya sokulması engellenmiştir, ya onları mümkün kılan
maddi şartlardan yoksun olduklarından ya da bir yasak resmi olarak imkânsız
kıldığından. Her iki durumda da iktidar -ve bu onun en baskıcı ve acımasız
biçimidir- insanları kendi potansiyellerinden ayırır ve onları bu şekilde
iktidarsız yapar. Bununla birlikte iktidarın başka bir, daha sinsi bir işlemi
vardır; doğrudan insanların yapabilecekleri şey -potansiyelleri- üzerinde
çalışmaz, aksine “potansiyel-sizlikleri” üzerinde çalışır, yani yapamayacakları
şey, daha doğrusu, yapmayabilecekleri şey üzerinde çalışır.
Potansiyelin daima yapısal olarak da potansiyel-sizlik olduğu, her
yapabilmenin aynı zamanda zaten daima yapmayabilmek olduğu, Aristoteles'in Metafizik'inin
IX. Kitabında geliştirdiği potansiyel kuramının belirleyici noktasıdır.
“Potansiyel-sizlik [adynamia]” diye yazar, “potansiyele [dynamis] karşıt bir yoksunluktur.
Her potansiyel kendi [potansiyelinin] ve kendi [potansiyeline] kıyasla kendi
potansiyel-sizliğidir” (Metafizik, 1046a, 29-31). “Potansiyel-sizlik”
burada yalnızca potansiyel yokluğu, yapamamak anlamına gelmez, aynı zamanda ve
bilhassa “yapmayabilmek”, kendi potansiyelini edimsel hale getirmeyebilmek
anlamına da gelir. Ve insani potansiyeli de belirleyen tam da her potansiyelin
bu özel -daima olmak ile olmamak, yapmak ile yapmamak olan- bu çift
değerliğidir. Bu da demektir ki insanoğlu, potansiyelin kipinde var olarak, hem
bir şeyi hem de zıddını yapabilen canlıdır; yapar da yapmaz da. Bu onu başka
herhangi bir canlıdan daha çok hata yapma riskine maruz bırakır ama
becerilerini özgürce kendinde toplamasına ve onlara hükmetmesine, “yetilere”
dönüştürmesine de izin verir. İnsani potansiyel, insanın yapabileceği şeyin
ölçüsü olmakla kalmaz, aynı zamanda ve öncelikle kendi yapmama imkânını koruma
becerisidir, ki bu da onun eyleminin statüsünü belirler. Ateş sadece yakarken
ve öteki canlılar yalnızca kendi özel potansiyellerini kullanabilirken, sadece
biyolojik yeteneklerinde kayıtlı olan şu ya da bu davranışı yapabilirken, insan
kendi potansiyel-sizliğini gerçekleştirebilen hayvandır.
58
Bugün, ironik olarak “demokratik” diye tanımlanan iktidarın harekete
geçirmeyi tercih ettiği işte potansiyelin bu diğer ve daha karanlık çehresidir.
İktidar insanları yalnızca ve daha çok yapabileceklerinden değil, fakat her
şeyden öte ve daha çok yapmayabilecekleri şeyden ayırır. Potansiyel-sizliğinden
ayırılmış, yapmayabileceği eylemin deneyiminden yoksun bırakılmış günümüz
insanı her şeyi yapabileceğini zannediyor ve o şen şakrak “mesele değil”ini ve
o sorumsuz “olabilir”ini tekrarlayıp duruyor, özellikle tam da üzerlerinde her
türlü kontrolü yitirdikleri güçlere ve süreçlere görülmemiş ölçüde teslim
edilmiş olduklarını anlamaları gerektiği zamanda. Becerilerine karşı değil ama
becerisizliklerine karşı, yapabileceğine değil yapamayacağına ya da
yapmayabileceğine karşı körleşmiştir.
59
Dolayısıyla zamanımızda işler ile meşgaleler, mesleki kimlikler ile
sosyal roller karman çorman olmuştur. Bunların her biri küstahlığı oyun
oynayışındaki sebatsızlığı ve silikliğiyle ters orantılı olan bir figüran
tarafından kişisizleştirilmiştir. Herkesin her şeyi yapabileceği ya da her şey
olabileceği fikri; sadece bugün beni muayene eden doktorun yarın bir televizyon
oyuncusu olabileceği değil, beni öldüren katilin bile aslında -Kafka'nın Dava'sında
olduğu gibi- bir şarkıcı olabileceği kuşkusu, bugün piyasanın her insandan
talep ettiği başlıca nitelik olan bu esnekliğe doğru herkesin bükülüverişiyle
ilgili farkındalığın yansımasından başka bir şey değildir.
Bu potansiyel-sizlikten yabancılaşma kadar hiçbir şey insanı böylesine
yoksullaştırmaz ve özgürlüğünü kısıtlamaz. Yapabileceği şeyden ayırılmış
olanlar yine de direnebilir, yine de yapmayabilir. Oysa kendi
potansiyel-sizliğinden ayırılan kişi, her şeyden önce, direnme becerisini
kaybeder. Ve nasıl ki oluşumuzun hakikatini sadece olamayacağımız şey
konusundaki yakıcı farkındalık garantiliyorsa, eylemlerimize tutarlılık
kazandıran da, ancak yapamayacağımız ya da yapmayabileceğimiz şeyler
konusundaki açık görüşümüzdür.
6. Kişisiz Kimlik
61
Başkaları tarafından tanınma arzusu insan olmaktan ayrılamaz.
[yalnızca başkalarının tanıması aracılığıyla insanın kendini kişi olarak inşa
edebilmesi]
63
[Aktörün maskesiyle ilişkisi... Epiktetos'a göre aktör, ona dilenci
rolü verilmişse, bunu en iyi şekilde oynamalıdır. Ama bu rolü seçmek başkasına
aittir. Diğer taraftan oyuncu rolüyle tamamen özdeşleşmemeli, kendi kişiliğiyle
karıştırmamalıdır da.]
Ahlaki kişi, böylece, sosyal maskeye hem bağlanmakla hem de ondan
uzaklaşmakla kendini kurar: maskeyi çekincesiz kabul eder ve aynı zamanda
aralarına neredeyse fark edilmeyecek kadar mesafe koyar.
64
[sabıkalı suçlu], [itiyadi suçlu]
[Paris emniyeti, 1870, antropometrik ölçüler] ... gözaltına alınma
durumunda kalmış herhangi biri derhal çeşitli ölçümlere tabi tutuluyordu:
kafatası, kollar, el ve ayak parmakları, kulaklar ve yüz.
65
Artık, “başkaları”, ahbaplarım, dostlarım ya da düşmanlarım tanınmamı
garantilemiyor. ... benimle zerrece alakası olmayan, kendisiyle ya da kendisi
üzerinden başka bir şeyle hiçbir durumda özdeşleşemeyeceğim ve mesafe de
alamayacağım bir şey bu: çıplak hayat, saf bir biyolojik veri.
67
Tümüyle biyolojik olan bilgiler üzerinden ne gibi bir kimlik
oluşturulabilir? Kişisel bir kimlik değil tabii ki. Çünkü bu toplumsal gurubun
diğer üyelerinin tanımasına ve bunun yanı sıra bireyin sosyal maskeyi ona
indirgenmeden takabilmesine bağlıydı. Eğer son tahlilde kimliğim artık hiçbir
şekilde irademe bağlı olmayan ve üzerlerinde herhangi bir kontrolümün olmadığı
biyolojik olgularla belirleniyorsa kişisel etik gibi bir şeyin kurulması
problematik olur. Parmak izlerim ya da genetik kodumla ne gibi bir ilişki
kurabilirim? ... Yeni kimlik kişisiz bir kimliktir...
68
İnsanın çıplak bir hayata indirgenmesi bugün öylesine sorgusuz sualsiz
kabullenilmiştir ki artık devletin vatandaşlarında tanıdığı kimliğin temelinde
bulunmaktadır. [koluna kazınmış bir numaradan ibaret olan Auschwitz sürgünü,
biyometrik verilerinden ve DNA’sından başka tanımlanabilcek hiçbir şeyi olmayan
çağdaş vatandaş]. ... Her düzenek gibi biyometrik teşhis de, aslında, açıkça
itiraf edilmemiş bir mutluluk arzusunu yakalıyor. Bu durumda kişi olmanın
ağırlığından, kişinin bununla birlikte taşıdığı ahlaki ve bir o kadar da hukuki
sorumluluktan da kurtulma isteğinden söz ediyoruz. ... Bireyler saf bir
biyolojik ve toplumdışı kimliğe mıhlanma noktasına getirildikleri anda, onlara bütün
maskeleri, internette rastladığı kendilerine ait olamayacak artık ikinci mi
olur, üçüncü mü olur ne kadar hayat varsa kendine mal etme marifeti vaat
edilmiş de olur. ... Değil mi ki başka bir insan tarafından tanınmanın
ayrılamaz parçası olan duygusal sonuçlara katlanılmıyor. Metropolisin insanları
birbirlerine karşı samimiyetini yitirdikçe, birbirlerinin gözlerinin içine
bakamaz hale geliyorlar, aygıtla -ne ki onların retinalarına derinlemesine
bakmayı öğrenmiş olan bir aygıtla- sanal samimiyet geliştirerek teselli
buluyorlar. ... Eğer makine beni tanıyorsa, en azından görüyorsa, buradayım;
eğer ne uyku ne de uykusuzluk bilen ama ebediyen tetikte olan Makine yaşadığımı
teyit ediyorsa yaşıyorum; eğer Büyük Bellek benim sayısal ya da dijital
verilerimi kaydettiyse unutulmam.
69
Bununla birlikte, tarihin hiçbir zaman geçip gitmiş bir duruma geri
dönemeyeceğini öngören kural uyarınca, yakınmadan ve umut da etmeden, kişisel
kimlik kadar kişisiz kimliğin de ötesinde, insani varlığın yeni figürünü
aramaya hazırlanmalıyız.
7. Çıplaklık
71
8 Nisan 2005’te, Berlin’de Neue Nationalgalerie’de Vanessa Beecroft’un
bir performansı sergilendi. Yüz çıplak kadın, ... hareketsiz ve lakayt ayakta
duruyordu. Çekingen ve meraklı izleyiciler, nihayetinde orada bakılmak için
bulunan o vücutları ... [göz ucuyla süzmeye başladılar, aralarında gezindiler
ve asker gibi saf tutmuş çıplak vücutlardan rahatsız olarak uzaklaştılar.]
Sadece kadınları değil ziyaretçileri de gözlemlemeye çalışanların ilk izlenimi
buranın bir olay yeri olmamasıydı. Gerçekleşebilecek ve belki de
gerçekleşmesi gereken şey olmamıştı.
Çıplak bedenleri inceleyen giyimli insanlar: bu sahne karşı konulmaz
bir biçimde sadomazohist iktidar ritüelini çağrıştırıyordu. Pasolini’nin Salo’sunun
(ki az çok sadakatle Sodom’un 120 Günü’nün Sade modelini kopyalamıştı)
başlangıcında villalarına kapanmak üzere olan şehrin dört ileri geleni, içeri
çıplak girmeye mecbur edilmiş ve nitelikleri ve kusurları dikkatle incelenmiş
kurbanların denetimini giyinik olarak yaparlar. Ebu Garip hapishanesinde
işkence edilmiş mahpusların yığın halindeki çıplak bedenleri karşısında
Amerikan askerleri giyiniktiler. Neue Nationalgalerie’de buna benzer bir şey
olmamıştı: bir anlamda ilişki burada tersine çevrilmiş gibi görünüyordu. Çünkü
gencecik kızların korunmasız seyircilere her an fırlattıkları sıkıntılı ve
densiz bakışlardan daha tekinsiz bir şey yoktu.
72
Ziyaretçilerse ... haklarındaki hükmü bekleyen dirilenleri temsil
ediyorlardı.
Meydana gelmemiş hadise (ya da diyelim ki sanatçının niyeti de zaten
buydu, vuku bulmamış olmakla meydana gelmiş hadise) insan vücudunun
çıplaklığını tartışmasız bir biçimde mesele ediyordu.
73
Âdem ile Havva ... çıplak değillerdi: üstlerine yüce bir elbise gibi
uyan tanrının inayet giysisiyle örtülmüşlerdi. Günahın üzerlerinden çıkardığı
işte bu doğaüstü elbisedir. ... Bunun anlamı çıplaklığın ilk atalarımıza
yeryüzü Cennetinde sadece iki kısacık an süresince verildiğidir: birincisi,
tahminen çok kısa bir süre, çıplaklığın fark edilmesiyle incir yaprağının
giyilmesi arasında, ikinci olarak da incir yapraklarını hayvan derileriyle
değiştirmek üzere çıkardıklarında. Ve bu iki anlık örnekte de çıplaklığa sadece
olumsuzluk atfedildiği söylenebilir: Tanrı’nın inayet giysisinden yoksunluk
olarak ve Tanrı’nın cennetliklere bahşedeceği görkemli elbisenin alameti
olarak. Tam bir çıplaklık, belki, sadece Cehennemde, günahkârların mütemadiyen
ilahi adaletin sonsuz acılarına sunulan bedenlerine verilir. Bu anlamda
Hıristiyanlıkta çıplaklığın bir teolojisi yoktur, sadece giysilerin teolojisi
vardır.
74
[modern teolog Erik Peterson] “Günahtan önce giysilerin yokluğu vardı
fakat bu henüz çıplaklık değildi.”
75
“Düşüşten önce insan Tanrı için vardı ve bedeni giysinin yokluğunda
bile “çıplak” değildi. ... “Tanrı’nın yüceliğiyle de sarmalanmış, örtünmüştür.
Günahla birlikte insan Tanrı’nın yüceliğini yitirir ve kendi doğası içinde
artık yücelikten yoksun ve görülebilen bir beden haline gelir: saf
bedenselliğin çıplak hali, bedenin saf işlevsellikte soyunması, her türlü soyluluktan
yoksun bir beden...”
76
Eğer günahtan önce insan vücudunu inayet örtüsüyle gizlemek ihtiyacı
vardıysa, mutlu ve masum cennetsel çıplaklıktan önce başka bir çıplaklık vardı
demektir: günahın inayet giysisini çıkararak merhametsizce ortaya serdiği bir
“çıplak bedensellik.”
[Peterson] “İnsan giysilerden yoksun olarak yaratıldı -demek insanın
kendine özgü bir doğası vardı, tanrısal doğadan farklı- fakat o tanrısal
yüceliğin doğaüstü elbisesiyle giyindirilmek için giysilerin yokluğuyla
yaratıldı.”
77
[Sant’Isidoro kutsal emanet kutusu, XI. yy, gümüş levha üzerine
kabartma] ... sanatçı ‘Adem’i giyinmiş olarak, belirgin bir hüzün tavrıyla
canlandırmış; ama hoş bir keşifle, Havva’yı bacakları henüz açıkta, adeta
Tanrı’nın zorlamasıyla tuniği giyme anında canlandırmış. Giysinin boyun
kısmında ancak yüzü beliren kadın, bütün gücüyle tanrısal zorlamaya direniyor:
bu sadece bacakların doğal olmayan bükülüşüyle, kısılmış gözler, buruşmuş yüzle
değil, tanrısal giysiyi çaresizce tutan sağ elin jestiyle de kuşku götürmez bir
biçimde kanıtlanmış.
78
Havva neden “deriden elbiseyi” giymek istemiyor?
79
... giyinmeye umutsuzca direnen, bu narin, gümüşten figürcük,
dişiliğin olağandışı bir sembolüdür. Bu kadın cennetsel çıplaklığın kararlı
muhafızıdır.
... “verilecek olanlar henüz yokken verildiği” için, insan doğası
zaten hep çıplak olarak kurulmuştur, zaten hep “çıplak bedensellik”tir.
[Augustinus]
... “insanın kendi de giysilerinden yapılmıştır çünkü insan onlar
olmaksızın yorumlanamaz.” [Peterson]
82
Bizim kültürümüzde doğa ile inayeti, çıplaklık ile giysiyi sıkı sıkıya
birleştiren teolojik bağın sonuçlarından biri, aslında çıplaklığın bir hal
değil bir olay olmasıdır.
Striptiz, yani çıplaklığın imkânsızlığı, bu anlamda bizim çıplaklıkla
olan ilişkimizin paradigmasıdır. Tamamlanmış biçimine asla ulaşamayan bir olay
olarak ... çıplaklık kelimenin tam anlamıyla sonsuzdur: gerçekleşmesi asla sona
ermez.
85
Âdem ile Havva
hayvani bedenle yaratılmışlardı, ruhsal değil: ama bedenleri adeta bir giysi
gibi inayetle örtülüydü. Dolayısıyla hastalık ve ölümü bilmedikleri gibi, libido’yu,
yani mahrem uzuvların kontrol edilemez uyarılımını da bilmiyorlardı. [Pavlus2un
bir pasajında] ... libido, tenin ve arzularının ruha karşı isyanı olarak
tanımlanmıştır...
Günahtan önce, aslında,
Kutsal Yazı’nın dediği gibi “insan ve karısı her ikisi de çıplaktı ve utanç
duymuyorlardı” ve kendi çıplaklıklarını görmediklerinden değil,
çıplaklıkları henüz hayâsızlık değildi, çünkü libido uzuvlarını iradeye
karşı huzursuz etmiyordu [...] uzuvlarının iradeye karşı isyanını
bilmiyorlardı. İtaatsizliklerine uygun bir ceza olarak inayet ellerinden
alınınca bedenlerinin içgüdülerinde çıplaklıklarını yakışıksız hale getiren
yeni bir iffetsizlik ortaya çıktı, durumlarının farkına vardılar ve üzüldüler.
[Augustinus]
Bedenin, Tanrı katında serbestçe teşhir edilebilen kısımları böylece
saklanması gereken şeyler olur.
88
İnsan günahından sonra, Tanrı’yı terk ettiği için, kendiyle baş başa
kaldı ve tümüyle kendi doğasının merhametine bırakıldı. ... İnayet kaybı
sonucunda sadece bozulmuş bir doğa ortaya çıkar. İnayetin kaldırılmasıyla ...
bu doğa bu günahın bir türevidir ancak.
89
“Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı”
Yaratılış 2:25. ... utançsız bir çıplaklıktan gizlenmesi gereken bir çıplaklığa
geçiş...
[Tomas İncili] “Müritler ona sordu: ‘Bize ne zaman görünür olacaksın,
seni ne zaman göreceğiz?’ İsa cevap verdi: ‘utanç duymadan soyunduğunuzda,
giysilerinizi çıkarıp çocuklar gibi ayaklarınızın altında çiğnediğinizde, o
zaman tanrının oğlunu göreceksiniz ve ondan korkmayacaksınız.’”
... yetişkinlerle ilgili olan vaftiz... Vaftiz çıplak katakümenin
cemaat üyelerinin huzurunda suya batırılmasını gerektiriyordu (bizim
kültürümüzdeki plaj çıplaklığına duyulan göreli ve başka türlü açıklanamayacak
hoşgörüyü, vaftiz törenindeki bu çıplaklığa borçluyuz).
90
[çocukların kendi çıplaklıklarından utanç duymamaları -> cennetsel
masumiyet]
91
... çocuklar, çıplaklıklarını algılamadıkları için, bir tür arafta
ikamet ederler...
[dinsel törenlerde çocuk sesi: beyaz ses] ... ergenlik sonrası
değişmiş seslere nazaran, düşüş-öncesi masumiyetin imzasını [taşıyormuş
gibidir]. ... Dini müzik tarihinde, koro çocuklarının hadım edilerek çocuk
sesinin devamını sağlama çabası bundandır. “Beyaz ses” kaybedilmiş Adenî
masumiyete duyulan nostaljinin şifresidir.
[Sartre] ... müstehcenlik ve sadizm bakımından çıplaklığı ele alıyor.
[Bunu Augustinus’un kategorilerini yakından hatırlatan terimlerle yapıyor.]
92
Başkasının bedeni
kökensel olarak bir durum içindeki bedendir; bunun tersine ten mevcudiyetin
salt olumsallığı olarak belirir. Ten genelde görüntüsel yapaylıklarla,
giysilerle vs gizlenmiştir; özellikle de hareketlerle gizlenmiştir ...
Arzu, bedeni tıpkı giysileri gibi hareketlerinden de soymak ve bu bedeni salt
ten olarak var etmek için bir girişimdir; Başkasının bedeninde ete kemiğe
bürünme (incarnation) girişimidir. [Sartre, Varlık ve Hiçlik] [Ortega y Gasset ile karşılaştır]
94
Pek çok ülkede yakın zamanlarda bir tür sadomazohist yayın revaç
buldu. Bu yayınlarda müstakbel kurbanı alışkın olduğu üzere gayet şık giyimiyle
gülümserken ... görüyoruz. Okur sayfayı çevirdiğinde birden aynı kızı soyunmuş,
bağlanmış ve birtakım özel aletlerle hiç doğal olmayan ve acı veren
pozisyonlara zorlanmış haliyle görür. [Bağlarla, kamçılarla] sadist düzenek,
günahın mükemmel din dışı karşılığıdır.
95
... sadistin arzusu başarısızlığa mahkûmdur, mekanik olarak üretmeye
çalıştığı “enkarnasyonu” hiçbir zaman gerçekten elinde tutamaz. ... “Sadist
başkasına bir araç muamelesi etmek üzere debelendiği ölçüde özgürlük de ondan
kaçar.” [Sartre]
96
Çıplaklık da doğa gibi murdardır, çünkü ona ancak giysi (inayet)
çıkartıldığında erişilir.
97
[1981 Kasım, Vogue dergisi, ikikanatlı [diptik] bir görsel
yayınlandı.] Sadece modanın giysisi vardır orada, yani ten ile kumaş, doğa ile
inayet arasında karar verilemez bir unsur. Moda giysi teolojisinin din-dışı
mirasıdır, düşüş öncesi yeryüzü cennetine özgü şartların ticari
sekülerleşmesidir.
98
... iyi ve kötü bilgisinin tek içeriği çıplaklıktır. ... Çıplaklığı
bilmekle neyi bilmiş oluruz?
İnsanın ilk bilgisinin bu içeriksizliği... Bu ilk bilginin içerikten yoksun oluşu
aslında onun herhangi bir şeyin bilgisi olmadığı, daha ziyade salt
bilinebilirliğin bilgisi olduğu anlamına gelebilir. ... sadece bir bilme imkânı
bilinir. İlk insanların gözleri açıldığında Cennette ilk gördükleri şey olan
çıplaklık, o halde, bilgiyi mümkün kılan hakikatin, gizli kalmayanın (a-letheia,
“gizleme-me”) açılışıdır.
99
atechnia uygulamalı
bilginin yokluğu
... günah, insan doğasındaki, inayet giysisinin örttüğü bir eksikliği
ya da kusuru açığa vurmaz. Aksine, günah yeryüzü cenneti durumunu tanımlayan
doluluğu eksiklik olarak algılamaya dayanır.
[Basileios] İnsanları yeryüzü cennetinin kutlu temaşasını terk etmeye
zorlayan günah, onları teknik ve bilim peşinde boş arayışa düşürür, böylelikle
Tanrı’yı temaşa etmekten alıkoyar. ... bu gelenekte [doğu geleneği, Basileios,
Yahya ibn Sarjûn, vb.] çıplaklık ... temaşanın -yani Tanrı’nın salt
bilinebilirliğinin bilgisinin- kaybıyla ve onun yerine uygulamalı ve dünyevi
bilginin konmasıyla ilişkilendirilir.
100
Çıplaklık -aslında soyma- bilginin şifresi olarak felsefe ve mistisizm
dağarcığına aittir. ... Ortaçağ psikolojisinde bilginin ortamına imge denir, ya
da ‘fantasma’ ya da hayal. Mükemmel bilgiye götüren süreç, dolayısıyla, bu
‘fantasma’nın giderek çıplaklaştırılması olarak tarif edilir; -duyulardan
imgeleme, sonra belleğe geçerken -duyulur öğeler kat kat soyulur, artık mükemmel
soyma tamamlandığında, bir “anlaşılabilir hayal”, bir saf mana ya da imge
elde edilmiştir. Anlama eyleminde imge mükemmelen çıplaklaşır -diye yazar İbn
Sina- “daha da çıplak değilse her halü kârda çıplaklaşacaktır, çünkü temaşa
yetisi bu imgeyi öyle soyar ki içinde hiçbir maddi duygu kalmaz.” Tamamlanmış
bilgi çıplaklıkta ve çıplaklık üzerine tefekkürdür.
102
[Benjamin] ... güzellikte örtü ile örtülmüş olan, görünüş ile öz
arasındaki ilişkiyi sorgular. Güzellikte, örtü ile örtülü, zarf ile mazruf
[zarflı] Benjamin’in “gizli” dediği zorunlu bir ilişkiyle bağlanmıştır. ...
güzellik, özünde, bir açılma imkânsızlığıdır; “örtünün açılamazlığıdır”.
103
Örtü ile örtülü olan arasında oluşan birlik nedeniyle güzellik, diye
yazıyor Benjamin, sadece çıplaklık ile giyinme ikiliğinin bulunmadığı yerde öz
olarak var olabilir: sanatta ve çıplak doğanın fenomenlerinde.
108
Çıplaklığın maheme’si [Lacan’ın “kıssa” anlamında kullandığı
bir kelime] bu anlamda basitçe şudur: haecce! “bundan başka hiçbir şey
yok.” ... Gizlerin yokluğundaki bu sade görüntü yuvası onun özel titreyişidir
-bir koro çocuğunun “beyaz” sesi gibi hiçbir şey ifade etmeyen ve tam da bu
nedenle bize nüfuz edebilen çıplaklık.
8. Yüce Beden
111
Yüce beden meselesi, yani Cennette dirilenlerin bedenlerinin doğası ve
özellikleri -ve daha genelde hayatı-, teolojinin en önemli konusudur ve
literatürde nihai amaç başlığı altında sınıflandırılır. Ne var ki, papalığın
yönetim organı Curia Romana, “nihai şeylere” dair tartışmaya açılan uhrevi
kapıyı modernlikle uzlaşmayı sağlama almak üzere alelacele kapatmaya karar
verdi; daha doğrusu bu tartışmayı dondurdu -köhnemiş olmasa bile lüzumsuzmuş.
Ama bedenin dirilişi dogması Hıristiyan inancının temel parçası olarak kaldığı
sürece bu çözümsüzlüğün mesele çıkarmaması mümkün değil.
[dirilen bedenin özdeşliği] İnsan, diye cevap veriyor Aquino’lu
Tommaso, herhangi bir doğal kusuru olmadan dirilmelidir. ... [İsa’nın dirildiği
yaş, dirilenlerin kusursuz gençlik yaşı, dirilme yaşı olacaktır.] Cennet büyüme
ile elden ayaktan kesilme arasında değişmezcesine dengede duran otuzlu
yaşlarındaki insanlara tahsis edilmiş bir dünyadır.
112
Dirilenlerin bedeni ile yeryüzündeyken kendilerine verilmiş beden
arasındaki maddi özdeşlik sorusu daha da sinsidir. ... Elbette bir hırsızın
kesilmiş elinin -pişman olduktan ve kurtarıldıktan çok sonra- dirilme anında
bedene yeniden ekleneceği kabul edilebilir. Ama Havva’nın bedeninin yaratılması
için Âdem’den alınan kaburga kemiği Havva’nın ya da Âdem’in bedeninde yeniden
ortaya çıkacak mıdır? Ve, bir yamyamlık durumunda, yamyamın yediği ve bedeninde
sindirdiği insan eti, kurbanın bedeninde mi yoksa yamyamınkinde mi yeniden
ortaya çıkacaktır?
113
Dirilenlerin özdeşliği sorununa, Origenes daha şık ve daha dolambaçsız
bir çözüm sunmuştur. Her bireyde kalıcı olan şey, ... onu her gördüğümüzde
kaçınılmaz değişikliklere rağmen tanımaya devam ettiğimiz imgedir (eidos).
... “Maddi çizgilerimiz sürekli değişime uğrasa da eidos’umuz
çocukluktan yaşlılığa nasıl aynı kalıyorsa, ... eidos aynı şekilde
gelecek dünyada da dirilecek ve özdeş kalacaktır. Değişmişse de daha iyi ve
daha yüce hale gelmiştir.”
114
Yüce bedenin dünyevi bedenle paylaştığı özdeşlik garantiye alındıktan
sonra artık sıra birini ötekinden ayıranın ne olduğunu kesinleştirmeye gelir.
Teologlar yücelikte dört özellik belirliyorlar: hissizlik, incelik, çeviklik,
berraklık.
Cennetliklerin bedeninin hissiz olması, ... algılama yetilerinin
olmadığı anlamına gelmez. ... Hissizlik, bedenin, kusursuzluğunu elinden alacak
rastgele tutkulara tabi tutulmayacağı anlamına gelir.
115
... bazı teologlar, bütün duyuları cennet durumunun dışında tutarlar.
Tommaso ve onunla birlikte Kilise Babalarının büyük kısmı bu ampütasyonu
reddederler. Cennetliklerin koku alma duyuları nesnesiz olmayacaktır: “Kilise
şarkılarında azizlerin bedenlerinden çok tatlı bir koku yayıldığı söylenmiyor
mu?” En üst durumunda yüce bedenin kokusu, esasen süzülmüş buharın çıkması gibi
maddi nemden ari olacaktır. Cennetliklerin hiçbir nemle engellenmemiş burunları
en ufak farkı algılayacaktır. Tat alma da besin olmaksızın işlevini yerine
getirecektir, belki “seçilmişlerin dilleri üzerinde çok lezzetli bir salgı
olacağı” için. Ve dokunma duyusu bedenlerde özel nitelikleri algılayacaktır -bu
özel nitelikler modern sanat tarihçilerin “dokunsal değerler” diye
adlandırdıkları imgelerin maddi olmayan özelliklerini andırıyor.
116
Zahmetsiz ve çekinmesiz hızlı hareket eden şey çeviktir. ... yüce
bedenin aradaki mesafeyi geçmeksizin bir yerden diğerine yer
değiştirebileceğini ileri sürenlere karşı teologlar bunun bedenselliğin doğasıyla
çeliştiğini vurguluyorlar.
Berraklık (claritas) iki şekilde anlaşılabilir: ya altının
ışıltısı (yoğunluğundan ötürü) gibi ya da billurun pırıltısı (saydam olduğu
için) gibi.
117
... cennetlikler ilelebet cinsiyetlerine göre, ya bir erkeklik
organına ya da bir vajinaya ve her iki durumda da bir mideye ve bağırsaklara
sahip olacaklardır. Peki ama, besbelli ki ne üreyecekler ne de
besleneceklerdir, bu durumda amaç nedir? Elbette damarlarında kan dolaşacaktır
ama kafalarında saçların, yüzlerinde kılların ve parmak uçlarında tırnakların
lüzumsuzca ve sıkıcı bir şekilde uzamaya devam etmesi gerekecek midir?
Teologlar bu hassas sorularla uğraşırken sonucu belirleyecek bir açmazla
karşılaşırlar... ... bedenin başka bir kullanım imkânını düşünebileceğimiz konumu
da oluştururlar.
Saçların ve tırnakların dirilmesi problemi Tommaso tarafından, bir o
kadar utandırıcı bedensel salgıların (kan, süt, safra, ter, sperm, sümük, idrar
ve dahası) dirilmesi probleminden hemen önce ele alınmıştır. [Saç ve tırnaklar
insan doğasının kusursuzluğuna kendi tarzlarında katkıda bulundukları için yüce
bedende dirileceklerdir.] Mankenlerin ve porno starlarının kılı tüyü tas tamam
alınmış bedenleri cennete yabancıdır. ... cennetliğin yaşı gibi saç ve
tırnaklarının da ilelebet değişmeden kalacağı düşünülmelidir.
118
Tommaso’nun salgılarla ilgili çözümü gösteriyor ki daha on üçüncü
yüzyılda bile Kilise teolojinin talepleri ile biliminkileri uyumlu hale getirme
gayreti içindeymiş. Salgılardan bazıları -idrar, sümük ve ter dahil- ... dirilmeyeceklerdir.
[Sperm ve sütün de dirilmesi gerekmez.] ... özellikle bedenin mizacını
belirleyen dördü: kan, safra ya da kara safra [melankoli], sarı safra ve
balgam, sonraları ros, cambium ve gluten de katılmış onlara- yüce
bedende dirilecektir çünkü onun doğal kusursuzluğuna yöneliktirler ve ondan
ayrılamazlar.
Bitkisel hayatın başlıca iki işlevi -cinsel üreme ve beslenme-
... ... dirilişten sonra ... beden ne
küçülmeye ne de büyümeye maruz kalacaktır. Bu durumda üreme ve beslenmenin
artık varolma nedeni kalmayacaktır.
119
Tommaso’nun stratejisi açıktır: organı özel fizyolojik işlevlerinden
ayırmak. Her araçta olduğu gibi organların amacı işleyişleridir; ama işleyişe
gerek kalmadı diye araç boşa çıkar demek değildir bu. İşleyişinden ayrılmış,
diyelim ki askıya alınmış organ ya da araç tam da bunun için göstermelik bir
işlev kazanır; askıya alınan işleme karşılık gelen meziyeti sergiler. “Aslında
araç sadece failin işlemini yürütmeye değil aynı zamanda ondaki meziyeti
göstermeye hizmet eder.” ... dirilişte avare cinsel organlar da, o şekilde
üremenin potansiyelini ya da meziyetini gösterecektir. Yüce beden, işlevleri
yerine getirilmeyen fakat sergilenen göstermelik bir bedendir. Yücelik bu
anlamda işlemezlikle dayanışma halindedir.
120
... kullanımlarından ayrılmış nesneler muammalı, hatta huzursuz edici
olurlar.
... Napolili için bir şey kullanılamaz hale geldiğinde işlev görmeye
başlıyor. .. Napolililer kendi başına iyi işleyen sağlam şeyleri sevimsiz
bulurlar...
121
[Öte dünyada, cennette insanlar gene dışkılamayı sürdürecek mi? Bu tür
bitkisel hayat süreçleri cennette daha da artacak diyenler var; (Kayserili
Basileios) İsa’nın yediklerini tümüyle özümseyeceğini iddia edenler var;
besinlerin bir tür mucizevi buharlaşmaya ve ruhsal bir doğaya dönüşeceğini
söyleyenler var.]
122
... cahil bilgiçlikleriyle teologlar, İsa yediği kızarmış balığı
sindirip özümsemiş midir ve sindirim artıkları bedeninden atılmış mıdır acaba
diye kendi kendilerine sorarlar.
123
Bir bedeni kullanmak ile onu belli bir amaca hizmet eden bir araç
haline getirmek aynı şey değildir. Burada etik ile güzellik arasında kafa
karışıklığına yol açan basit ve sıkıcı bir amaçsızlıktan da söz etmiyoruz. Daha
çok bir amaca yönelmiş bir etkinliğin, eskiyi ortadan kaldırmayan ama onda
ısrar edip onu sergileyen yeni bir kullanıma konulmak üzere işlemez kılınması
bahis konusudur. Beslenme ve üreme işlevlerinin organlarını kullanıp onları
-bizzat kullanma eylemi sırasında- fizyolojik anlamından uzaklaştırarak yeni ve
daha insani bir işleme yönelttikleri her seferinde aşk arzusu ve güya
sapkınlığın yaptığı tam da budur.
124
Çıplak, basit insan bedeni burada daha yüksek ve soylu bir gerçekliğin
yerine konulmamıştır: ... şimdi ilk defa kendi hakikatine girmiş gibidir. Bu
şekilde -öpüşe doğru açıldıkça- ağız gerçek ağız haline gelir, en mahrem ve
özel uzuvlar bir ortak kullanım ve haz yeri haline gelir; dansçının alışılmış
jestleri gizli anlamını herkes için deşifre ettiği okunaksız yazı haline gelir.
9. Bir Öküzün Açlığı: Şabat, Bayram ve İşlemezlik Üzerine Düşünceler
125
Bayram günü ile işlemezlik arasında özel bir ilişki olduğu İbrani
Şabatında çok açıktır. Yahudilerin en önemli bayram günü ... yaratma işinde
değil, kutsal ilan edilen her türlü çalışmaya ara verilmesinde bulur.
“Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana
... adanmıştır.” [Mısır’dan Çıkış 20:8-10]
126
Yahudilerin Şabat günü ... işlemezlik olarak adlandırılır. [“işlemez
olmak” aslında sadece Tanrı’ya özgüdür, Şabat, Tanrı’nındır].
[Şabat boyunca yapılmaması gereken 39 faaliyet... ekip biçmek, yemek
yapmak, yazı yazmak, ateş yakmak, vb.]
127
Onu halen kuşatan hafif nostalji havasına rağmen, bayramın bugün tam
bir inançla yaşanamayacağı açıktır. [Artık müziği duymasa da dans etmek isteyen
kişinin durumu...]. ... Ama gerçek şu ki, artık müziği işitmiyoruz, artık
“kutsama”yı bilmiyoruz. ... niçin işlemezlik bizim için bu kadar zor ve
ulaşılmaz?
128
[Bulimia kovma, Boulimos: “bir öküzün açlığı” (büyük açlık); boubrostis:
öküz gibi yeme.]
132
tashmish cinsel birleşme ya da
dışkılama anlamına gelen bir kelime
menucha işlemezlik, dinlenme,
kurtarma
[Bayram günü yaptıklarımızın işlemez kılınması; sebeplerinden ve
amaçlarından kurtarılması, boşa alınması] [askıya alma, ekonomilerinden
koparma, tersine çevirme]
“Danssız eski bayram yoktur” ... bedenin yararcı hareketlerinden
kurtuluşu, jestlerin saf işlemez hallerinde sergilenmesi değilse nedir dans? [Pek
çok bayramda kullanılan maske], her şeyden önce yüzün etkisizleştirilmesi
değilse nedir?
134
[Bayrama ait işlemezlik] ... insanların basit, gündelik
faaliyetlerinin ne olumsuzlanması ne de ortadan kaldırılmış olması ama bir
bayram havasıyla sergilenmek üzere askıya alınıp işlemez kılınması. Böylece
tören alayı ve dans, insan bedeninin yürürken attığı basit adımı sergiler ve
dönüştürür, hediyeler ekonominin ve emeğin ürünlerinde beklenmedik bir imkânı
ortaya çıkarır, bayram yemeği öküz açlığını yeniler ve dönüştürür. Amaç, bu
faaliyetleri kutsal ve dokunulmaz kılmak değildir. Aksine onları Şabat ruhuyla
yeni bir -ya da daha eski- kullanım imkânına açmaktır.
10. Dünya Tarihinin Son Bölümü
137
Şeyleri bilmeme hallerimiz onları bilme hallerimiz kadar, hatta belki
daha da önemlidir. Sakarlık ve çirkinliğe yol açan bilmeme halleri vardır,
düşüncesizlik, dikkatsizlik, unutkanlık gibi. Ama bazılarının da kusursuzluğuna
hayran kalırız, ... bir çocuğun büyüleyici aldırışsızlığı gibi. ... Ama öte
yandan biz, bedeninin gayet iyi uyum sağladığı bir sırdan zihninin memnuniyetle
habersiz göründüğü bir kadına güzel diyoruz. O halde, kendini bilmemenin
başarılı halleri vardır ve güzellik bunlardan biridir. ... insanlar
yüzyıllardır bilgilerini korumayı, geliştirmeyi ve kesinleştirmeyi düşünmüşken,
cehalet sanatının temel ilkelerinden bile mahrumuz. Epistemoloji ve
yöntembilim, bilmenin şartlarını, paradigmalarını ve yasalarını araştırıp
tespit ediyor ama bir bilgisizlik bölgesinin eklemlenmesi konusunda reçete yok.
... mesele bir eksiklik ya da kusurdan ibaret değildir. Aksine cehaletle
ilişkiyi doğru sürdürmek, jestlerimize rehberlik ve eşlik edecek bilginin
yokluğunu kabul etmek, sözlerimize net karşılık verecek inatçı bir sessizliğe
izin vermek anlamına gelir. ... Bu anlamda yaşama sanatı, bizden kaçanla
ilişkiyi ahenkli sürdürme becerisidir.
138
Bilgi de son tahlilde cehaletle bir ilişkiyi sürdürür. Ama bunu
bastırma yoluyla yapar, hatta etkili ve inandırıcı bir yolla, varsayımla
yapar. ... [bir bilgisizlik bölgesiyle
ilişki] ... Oranın karanlığını yücelterek (mistisizmde olduğu gibi) değil,
gizemini kutsayarak (ayinde olduğu gibi) değil, hatta fantezilerle doldurarak
(psikanalizin yaptığı gibi) değil. Belki bir bilgisizlik bölgesi hiç yoktur,
belki yalnız jestleri vardır. Kleist’in çok iyi anlamış olduğu gibi bir
bilgisizlik bölgesiyle ilişki bir danstır.