.
.
.
.
İnsan Öldü mü?
(C. Bonnefoy ile söyleşi), 1966 [Söyleşinin tam metni]
Michel Foucault
Seçme Yazılar 5. Felsefe
Sahnesi (2.
Basım, 2011)
(Çev.
Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, 2011, İstanbul)
[… Öncelikle, Michel Foucault’dan, bizim
kültürümüzde
hümanizmanın
gerçek yerini ve anlamını tanımlamasını istedik.]
31
-
Hümanizmanın, Montaigne'e ve çok daha ötelere uzanan, çok eski bir nosyon
olduğuna inanılır. Oysa, "hümanizma" kelimesi Littré de (Emile Littré
tarafından ilk kez 1863-1877 arasında yayımlanan Fransızcanın en kapsamlı
sözlüğü. y.h.n.) yoktur. Aslında, kolaylıkla teslim olduğumuz geçmişe dönük bir
yanılsamanın cazibesiyle, hümanizmanın her zaman Batı kültürünün en önemli
sabiti olduğunu hayal etmeye can atarız. Örneğin, bu kültürü diğerlerinden,
örneğin Doğu ya da İslam kültürlerinden ayırt eden şeyin hümanizma olduğuna
inanırız. Bu hümanizmanın izlerine başka yerde, Çinli ya da Arap bir yazarda
rastladığımızda rahatsız oluruz ve bu durumda, insan soyunun evrenselliğiyle
karşı karşıya olunduğu duygusuna kapılırız.
32
Oysa hümanizma diğer kültürlerde olmadığı gibi,
muhtemelen bizimkinde de ham hayal düzeyindedir.
On
altıncı yüzyılın hümanizma çağı olduğunu, klasisizmin insan doğasının büyük
temalarını geliştirdiğini, on sekizinci yüzyılın pozitif bilimleri yarattığını
ve nihayet biyoloji, psikoloji ve sosyolojiyle birlikte, insanı pozitif,
bilimsel ve rasyonel biçimde tanımaya başladığımızı lisede öğreniriz. Hem
hümanizmanın, tarihsel gelişimimizi canlandıran büyük güç olduğunu hem de
sonuçta bu gelişmenin ödülü olduğunu, yani hem ilke hem de amaç olduğunu hayal
ederiz. Bugünkü kültürümüzde bizi hayretler içinde bırakan şey, bu kültürün
temel kaygısının insan olabilmesidir. Ve eğer çağdaş barbarlıktan söz ediyorsak,
bu yalnızca makinelerin ya da bazı kurumların bize insani gelmemesi
ölçüsündedir.
Tüm
bunlar yanılsama niteliğindedir. Birinci olarak, hümanist hareketin tarihi on
dokuzuncu yüzyıl sonudur. İkinci olarak, on altıncı, on yedinci ve on sekizinci
yüzyılların kültürlerine biraz yakından baktığımızda, bu kültürlerde kelimenin
gerçek anlamıyla insanın hiç yerinin olmadığını fark ederiz. O dönemde kültür,
Tanrı'yla, dünyayla, şeylerin benzerliğiyle, uzayın yasalarıyla, elbette
bedenle, tutkularla, imgelemle meşguldü. Fakat insanın kendisi kesinlikle
yoktu.
Kelimeler ve Şeyler'de, on sekizinci yüzyıl
sonunda ve on dokuzuncu yüzyıl başında insanın hangi parça ve bölümlerden
oluştuğunu göstermek istedim. Bu figürün modernliğini belirtmeye çalıştım, bana
önemli gelen şey şunu göstermekti: İnsanı, bilimsel olarak tanıma fikri, insan
varlığına dair ahlâki bir kaygı olduğu için değildir, tersine, insan varlığı
mümkün bir bilginin nesnesi olarak inşa edildiğinden, daha sonra, çağdaş
hümanizmanın tüm ahlâki temaları geliştirilmiştir; yumuşak Marksizmlerde,
Saint-Euxpéry ve Camus'de, Teilhard de Chardin'de, kısacası, kültürümüzün tüm
bu soluk figürlerinde rastlanan temalar bunlardır.
33
- Burada, yumuşak
hümanizmalardan söz ediyorsunuz. Fakat, hümanizmanın daha ciddi bazı biçimleri,
örneğin Sartre’ın hümanızmasını nereye yerleştiriyorsunuz?
-
Teilhard ve Camus'nün temsil ettiği hümanizmanın basit biçimleri bir yana
bırakılırsa, Sartre’ın sorunu tamamen farklı görünür. Kabaca şu söylenebilir:
Hümanizmanın, antropolojinin ve diyalektik düşüncenin ortak yanları vardır.
Russell'le birlikte doğduğunu gördüğümüz, Lévi-Strauss'ta ve dilbilimcilerde
ortaya çıkan çağdaş analitik düşünce insanı göz ardı eder. Bu analitik akıl
hümanizmayla bağdaşmaz, oysaki diyalektik, yanında hümanizmayı da getirir.
Bunu
birçok nedenden dolayı yapar: Çünkü diyalektik bir tarih felsefesidir, çünkü
insan pratiğinin bir felsefesidir, çünkü yabancılaşmanın ve uzlaşmanın
felsefesidir. Tüm bu nedenlerle ve özünde her zaman bir kendine dönüş felsefesi
olduğundan, diyalektik, insan varlığına, bir anlamda, sahici ve hakiki bir
insan olacağını vaat eder. İnsanı insana vaat eder ve bu ölçüde içerisinde,
hümanist bir ahlâktan ayrı olamaz. Bu anlamda, çağdaş hümanizmanın büyük
sorumluları elbette Hegel ve Marx'tır.
İmdi
bana öyle geliyor ki, Sartre, Diyalektik
Aklın Eleştirisi’ni yazarken, bir anlamda nihai bir nokta koydu, Hegel’le
birlikte başlayan kültürümüzün tüm bu epizodunun üzerine parantezi kapadı.
Çağdaş kültürü, yani psikanalizin, ekonomi politiğin, tarihin, sosyolojinin
kazanımlarını diyalektiğin içinde toplayabilmek için elinden gelen her şeyi
yaptı. Fakat, çağdaş kültürün derinlemesine parçası olan analitik akıldan
kaynaklanan her şeyi -mantık, enformasyon teorisi, dilbilim, biçimcilik- bir
yana bırakmamayı başaramaması ayırt edici bir durumdur. Diyalektik Aklın Eleştirisi bir on dokuzuncu yüzyıl insanının
yirminci yüzyılı düşünmek için gösterdiği olağanüstü ve etkileyici çabadır. Bu anlamda, Sartre sonuncu Hegelcidir, hatta
sonuncu Marksist bile diyebilirim.
- Demek ki, hümanizmanın
ardından diyalektik-olmayan bir kültür gelecektir. Bu kültürü nasıl
tasarlıyorsunuz, bunun hakkında şimdiden bir şey söylenebilir mi?
34
Şu
an oluşmakta olan bu diyalektik-olmayan kültür, birçok nedenle hâlâ kem küm
eden bir kültürdür. Öncelikle, çok farklı bölgelerde kendiliğinden ortaya
çıkmıştır. Kendine özgü bir yeri olmadı. Kendini, başlangıçtan itibaren, tam
bir altüst ediş olarak da sunmadı. Nietzsche'yle birlikte başladı; Nietzsche
Tanrı'nın ölümünün insanın ortaya çıkışı değil, yok oluşu olduğunu; insanla
Tanrı'nın arasında tuhaf akrabalık bağları olduğunu; onların hem ikiz kardeş
hem de birbirinin baba oğulu olduklarını; Tanrı öldüğüne göre insanın da aynı
zamanda ardından korkunç bir yaratık bırakarak ortadan kaybolmaktan başka bir
şey yapamayacağını gösterdiğinde başladı.
Bu
diyalektik-olmayan kültür Heidegger'de de görüldü: Varlıkla temel ilişkiyi
Yunan kökene dönerek yeniden kavramayı denedi. Diyalektik-olmayan bu kültür,
felsefenin mantıksal bir eleştirisini yaptığında Russel'da, mantıkla dil
arasındaki ilişki sorununu ortaya attığında Wittgenstein'da, dilbilimcilerde,
Lévi-Strauss gibi sosyologlarda da görüldü.
Kısacası,
şu an bizim için analitik aklın tezahürleri hâlâ dağınıktır. Bizim için
tehlikeli bir eğilim burada ortaya çıkmaktadır, yani on sekizinci yüzyıla
açıkça geri dönüş, bu tehlikeli eğilimi, on sekizinci yüzyıla duyulan şu anki
ilgi çok iyi gösterir. Fakat böyle bir geri dönüş olamaz. Ne I’Encyclopédie’yi, ne de Condillac’ın Traité des sensations’unu yeniden
yazabiliriz.
- Bu tehlikeli eğilim
nasıl engellenebilir?
Diyalektik-olmayan
bu düşüncenin kendine özgü ve kesinlikle çağdaş biçimini keşfetmeyi denemek
gerekir. On yedinci yüzyılın analitik aklının özelliği esas olarak doğaya
yaptığı göndermeydi, on dokuzuncu yüzyılın diyalektik aklı ise özellikle varoluşa,
yani birey-toplum, bilinç-tarih, praksis-yaşam, anlam-anlamsızlık, canlı-cansız
ilişkileri sorununa göndermede bulunarak gelişti.
Bence
şu an oluşmakta olan diyalektik-olmayan düşünce doğayı ya da varlığı değil,
bilginin ne olduğunu işin içine katmaktadır. Onun asıl nesnesi bilgi olacaktır,
öyle ki bu düşünce, bilgilerimizin toplamı, genel ağı karşısında ikincil
konumda kalacaktır. Bir yandan, farklı bilgi alanları arasındaki, diğer yandan
bilme ile bilmeme arasındaki ilişkiler hakkında kendini sorgulamak zorunda
kalacaktır.
35
Burada,
ansiklopedik bir girişim söz konusu değildir. Birinci olarak, I'Encyclopédie bilgileri biriktiriyor ve
üst üste yığıyordu. Bugünkü düşünce, bilgiler arasındaki eşbiçimlilikleri
tanımlamak zorundadır. İkinci olarak, I'Encyclopédie'nin
amacı, bilme yararına, aydınlık yararına, bilmemeyi kovmaktı [İgnoramus?].
Bizim, bilmeme ile bilme arasında var olan kalıcı ilişkiyi pozitif olarak
kavramamız gerekir, çünkü biri diğerini ortadan kaldırmaz; bunlar kalıcı ilişki
içindedirler, birbirlerine yaslanırlar ve ancak birbirleri dolayısıyla
anlaşılırlar. Bu nedenle, felsefe günümüzde bir tür sıkı önlemler alma
krizinden geçmektedir.
Bilgiden
ve bilginin eşbiçimliliklerinden söz etmektense, varoluştan ve varoluşun
yazgısından söz etmek insana daha ayartıcı gelir, bilme ile bilmeme arasındaki
ilişkilerden söz etmektense tam bir aydınlanma içinde insanın kendisiyle
barışmasından söz etmek daha teselli edicidir. Fakat, yine de, felsefenin
görevi, insanların varoluşundaki sertliği gidermek ve onlara bir tür mutluluk
vaat etmek elbette değildir.
-
Edebiyattan söz ediyorsunuz. Kelimeler
ve Şeyler’de, insan bilimleri
arkeolojisinin kenarında, fakat aynı düşünce akımı içinde, edebiyat tarihinde
yeni bir yaklaşım olarak görülebilecek bir şeyin ana hatlarını Don Quijote ve
özellikle Sade konusunda belirtiyorsunuz. Bu yaklaşım ne olabilir?
Edebiyat,
tüm diğer kültür biçimleriyle, bir dönemin düşüncesinin tüm diğer tezahürleriyle
aynı örgüye aittir. Bu bilinmektedir, fakat bu durum genellikle etki, kolektif
zihniyet, vs. gibi terimlerle ifade edilir. Oysa, verili bir dönemde, verili
bir kültürde dilin kullanılış tarzının bile tüm diğer düşünce biçimlerine sıkı
sıkıya bağlı olduğu kanısındayım.
Klasik
edebiyat ile Leibniz’in felsefesi, Linné’nin doğa tarihi, Port-Royal dilbilgisi
tek bir bütün halinde gayet iyi anlaşılabilir. Aynı şekilde, bugünkü edebiyatın
da felsefeyi niteleyen bu aynı diyalektik-olmayan düşüncenin parçası olduğu
kanısındayım.
- Nasıl yani?
36
Igitur’dan (Mallermé, Paris,
Gallimard, 1925) bu yana, Mallarmé'nin deneyimi (Nietzsche’nin çağdaşıdır) dile
özgü, özerk bu oyunun nasıl olup da özellikle insanın insanın kaybolduğu
noktaya yerleştiğini gayet iyi göstermektedir. Edebiyatın, o zamandan beri,
dilin yararına insanın ortadan kaybolmaya devam ettiği yer olduğu söylenebilir.
"Ça parle"ın* olduğu yerde, insan artık yoktur.
* Fransızca “bu” anlamına gelen “ça” kelimesi psikanalizdeki id kavramını adlandırmak için de
kullanılır. Lacan’ın ünlü “ça parle” cümlesi id’in konuştuğu (yani bilinçdışının bir dil gibi yapılandığı)
tezini dile getirir.
Robbe-Grillet’nin
ve Malcolm Lowry’nin, Borges’in ve Blanchot'nun eserleri gibi çok farklı
eserler insanın dilin yararına bu kayboluşuna kanıttır. Tüm edebiyat, dille bir
ilişki içindedir, bu ilişki aslında düşüncenin bilgi ile sürdürdüğü ilişkidir.
Dil, edebiyatın bilinmeyen bilgisini söyler.
-
Kelimeler ve Şeyler, klasik düşüncede
temsil fikrinin mükemmel örneği olarak görülen, Vélasquez’in Nedimeler’inin tasviriyle başlar. Günümüzün diyalektik-olmayan düşüncesini aynı
şekilde açıklamak için çağdaş bir tablo seçmeniz gerekseydi hangi tabloyu
seçerdiniz?
Bence,
Vélasquez’in kendi yüzyılıyla ilişkisini bizim yüzyılımızla ilişkide en iyi
temsil eden Klee’nin resmidir. Klee, resmi oluşturan tüm tavırları, edimleri,
grafizmleri, izleri, yüz çizgilerini, yüzeyleri, görünür biçimin içinde ortaya
çıkardığı ölçüde, resim yapma ediminin kendisini resmin kendisinin sergilenen
ve pırıldayan bilgisi haline getirir.
Onun
resmi ham sanat değil, en temel öğelerinin bilgisi tarafından kavranmış bir
resimdir. Ve görünüşte en basit ve en kendiliğinden olan bu öğeler, Klee’nin
tablo yüzeyine yaydığı öğelerdir. Nedimeler
tüm temsil öğelerini temsil ediyordu, ressam, modeller, fırça, tuval, aynadaki
görünür; bu tablo, resmin kendisini onu bir temsil yapan öğelere
ayrıştırıyordu.
37
Klee’nin
ressamlığı ise, resmi öğelerinden oluşturur ve öğelerine ayrıştırır; bu
öğelerin ise, basit olmak için, resmin bilgisi tarafından daha az
destekleniyor, bu bilgiyi daha az önemsiyor, daha az barındırıyor olması
gerekmez.
.
.
.
.