13 Ocak 2020

Paul Veyne - Foucault

.
.
.




.
.
.

Foucault
Düşüncesi, Kişiliği  - 2008

Paul Veyne

(Çev. Işık Ergüden), Alfa Yayınları, 2014, İstanbul




9
kuşkucu bir düşünür ... hiçbir kurucu aşkınlığı kabul etmiyordu.

10
O sanıldığı gibi, insanın ve insan öznenin düşmanı değildi. ... öznenin yalnızca kendi döneminin hakikatlerine ve gerçeklerine tepki gösterebileceğine ya da bunlarda yenilikler yapabileceğine inanıyordu. ... “Varlık’la hiçbir iletişimimiz yoktur” diye düşünüyordu. ... Foucaultculuk tutarlı ve özgünlüğü tarihsel eleştiri üzerinde temellenmiş ampirik bir antropolojidir.

14
... bilgi, gerçekliğin sadık bir aynası olamaz. Foucault’ya göre, kendi maddiliği içindeki nesne, onu tanıdığımız ve Foucault’nun -yanlış seçilmiş bir kelimeyle- “söylem” diye adlandırdığı biçimsel çerçevelerden ayrılamaz.

Söylem, çıplaklığı içindeki tarihsel bir oluşumun en belirgin, en özlü tanımıdır; nihai bireysel farklılığının ortaya konmasıdır.

defferentia ultima   -   nihai farklılık

15
... bir Yunan ya da ortaçağ yazarının kendini ifade edişindeki herhangi bir tarzın, falanca kelimenin, herhangi bir cümle yapısının, bizim analizimizden sonra bir kalıntı, bizim göremediğimiz bir fark bıraktığını hissederiz.

18
[Ceza hakkındaki bütün bu söylemler], ceza yasalarına, bu yasaları uygulayan ve Foucault’nun dispositif diye adlandırdığı tavır, kurum, iktidar, gelenek ve hatta yapıların içine dahil edilmiştir.

“Tümelleri tarihin rendesinden geçirmek değil, tarihi tümelleri reddeden bir düşünce düzleminden geçirmek.”

nominalizm   tümel kavramların ancak birer işaret olduğunu kabul eden akım. [köpek kavramı havlamaz.]

... her söylem, gelenek, görenek sözler, bilgiler, normlar, yasalar, kurumlar gibi cinsellik etrafında düzenlenmiş bir yığın öğeyi de işin içine katar. Bu yüzden söylemsel pratiklerden söz ederken ... dispositif’lerden söz etmek yerinde olur.

20
...kendinde şeye yalnızca “fenomen” olarak erişiriz, çünkü kendinde şeyi, içine girdiği -Foucault olsa “kuma gömülmüş” derdi- “söylem”den ayıramayız.

Bütün fenomenler tekildir, tarihsel ya da sosyolojik her olgu bir tekilliktir. ... “Olayların tekilliğini; her türlü tekdüze erekliliğin” ve işlevselliğin “dışında” saptamak gerekir.

21
Her Dönemin Kendi Akvaryumu Vardır

... Foucault, tekilliklere ulaşmak için söylem sözcüğü kadar söylemsel pratikler, varsayımlar, episteme ve dispositif sözcüklerini de kullanmıştır. ... Şeyleri, şeylere uygun sandığımız genel fikirlerle düşünürüz oysa bu şeyler rasyonel ya da tümel değildir...

22
Arkeolojiye [soybilime] bazı fenomenlerin özüne gidildiğinde, her fenomenin tekilliği ve keyfiliği saptanır. ... - ama yalnızca bunlar hakkında, yoksa Dreyfus’un masumiyeti ya da Varus Savaşı’nın kesin tarihi gibi tekillikler hakkında değil.

Marx’tan alıntı yaparsak, insanlık önüne sadece çözebileceği sorunlar koyar. Çünkü kölelik ve köleliği destekleyen bütün yasal ve zihinsel dispositif çöktüğünde, köleliğin “hakikati” de çöker.

23
... felsefelerin çoğu filozofun ya da insanların Varlıkla, dünyayla, Tanrı’yla ilişkisinden yola çıkar. Foucault ise farklı insanların kendiliğinden yaptıkları ve doğru kabul ederek söylediği şeylerden yola çıkar.

24
Gerçekten de Foucault’da bir tür hermeneutik-pozitivizm vardır: “Ben”, dünya ve İyilik üzerine kesin hiçbir şey bilemeyiz, ama yaşayanlar olarak kendi aramızda anlaşırız - bir zamanlar ölülerin yaptığı gibi. Doğru düzgün anlaşmamız başka bir şeydir ama sonuçta birbirimizi anlarız - doğru bir kavrayış, bir geleneğe dahil olmayı ya da yabancı bir geleneğin girmesini gerektirir; hemen Helenist olamayız. “Düşüncenin indirgenemezliği ilkesi” nedeniyle, bu bir hermeneutiktir.

26
... tekillikleri ortaya çıkarmak için ayrıntılardan yola çıkalım ve iktidarın somut pratiklerinden, prosedürlerinden, aygıtlarından vb. yola çıkarak geriye gidelim.

Söylemler “konuşan öznenin değil, söylenen şeyin bilinçdışıdır”, “bilginin olumlu bilinçdışı”, faillerin “bilincinden kaçan”, “bilincinde olmadan kullandıkları” “bir düzey”dir.

27
Bilinçdışı kelimesi elbette bir metonimdir -düz değiştirmece: Bilinçdışı ister Freudçu olsun ister başka bir şey, yalnızca bizim beynimizde vardır; “bilinçdışı”nı “zımni ya da örtülü” diye okuyabilirsiniz.

... bilinç ile bilinçdışı arasındaki sınırlar “onları tanımlayan sınırlardan önce var olamazlar” çünkü bu sınırlar tarihsel bir hududun çizilmesinden başka bir şey değildir. [bu sınırlar bilinçdışından çıkmazlar].


33
Yalnızca Tarihsel a priori Vardır

Foucault Fransız tarih ekolünün kendi fikirlerini kabul ettiğini görmeyi ummuştu. ... Her şeyin, hakikatin bile, tarihsel olduğunu kabul etmeye hazır değiller miydi? Tarih-ötesi değişmezler yok değil miydi? Ancak Foucault’nun talihsizliği, bu tarihçilerin o dönemde kendi projeleriyle, yani tarihi, toplumla açıklamakla, meşgul olmalarıydı.

Bu tarihçilerin kendi yöntemleri zaten vardı. Başka bir sorgulamaya, doğru dürüst anlayamadıkları ve onlara başka okurlardan daha güç gelen eserleri -çünkü Foucault’nun kitaplarını kendi yöntemlerine göre okuyorlardı- yazan bir filozofun sorgulamasına açık değillerdi. ... Onların gözünde Foucault felsefi şeyleri kullanıyordu; kendilerinin ise gerçeklikten söz ettiklerini sanıyorlardı. Kendi yazdıklarının da farkında olmadan kavramsallaştırma yaptığını ve kullandıkları mefhumların özünde Foucault’nunkiler kadar soyut olduğunu hepsi anlamamıştı. ... Tarih yazmak kavramsallaştırmaktır. Bastille’in ele geçirilmesini düşündüğümüz an (İsyan mıdır? Devrim midir?) zaten onu kavramsallaştırmış oluruz. [Tarihçiler, yıllar önce, yalnızca muharebelerin, kralların ve kurumların tarihini değil, ekonominin tarihini de yapabileceklerini keşfedince çok gururlandılar. ... duyguların, davranışların, vücutların tarihinin de yapılabileceği...]

34
“Nedensellikten yoksun bir tarihin tarih olmayacağı şeklindeki önyargıdan kurtulmak gerekir.”

“Fransız tarihçilerin aklında yalnızca Toplum var...” Foucault’ya göre, Fransız tarihçiler toplumu “analizlerinin genel ufku” yapıyorlardı. [sanırım bu Durkheim’dan, Marx’tan kaynaklanıyordu]. Bir Foucaultcu için ise tersine, toplum her açıklamanın ilkesi ya davardığı yer olmadığı gibi, bizzat kendisi açıklanmalıdır. Toplum nihai değildir, tam tersine, alımladığı bütün söylem ve dispositifler farklı dönemlerde toplumu ne haline getiriyorsa, toplum odur.

37
“Tarihsel sabit ya da antropolojik bir özellik ya da herkese aynı şekilde dayatılan bir gerçeklik araştırıldığında ortaya bir tekillik çıkarılır. Bu, sabitin sanıldığı kadar açık ve net olmadığı gösterilir...”

40
Söylem, her dönemde insanların her şeyi algıladıkları, düşündükleri ve eylemde bulundukları gözlüklerdir; bunlar tahakküm altındakilere olduğu kadar tahakküm uygulayanlara da dayatılır. Söylem, tahakküm uygulayanların tahakküm altındakileri aldatmak ve kendi tahakkümlerini haklı göstermek için icat ettikleri yalanlar değildir.

41
Yalancı ideolojiler olmayan söylemler, insanların -bilmeden- gerçekten yaptıkları ve düşündükleri şeyin haritasını çıkartırlar.

43
... dispositif (ister bilim olsun, ister hastane, cinsel aşk ya da ordu) tarihsel bir oluşumu meydana getiren yasalar, edimler, sözler ya da pratiklerdir. Söylemin kendisi de söyleme göre şekillenen ve toplum içinde onu cisimleştiren dispositife içkindir. Dönemin tekilliğini de, tuhaflığını da, dispositifin yerel rengini oluşturan söylem üretir.

45
Bir dispositifin bileşenleri arasında hakikatin kendisi de yer alır. “Hakikat, iktidarın düzenli etkilerini üretir.”

46
... dispositif, şeyleri, hakikate ait fikirleri, temsilleri, doktrinleri ve felsefeleri, kurumlarla, toplumsal ve ekonomik pratiklerle karıştırır. Söylem bütün bunlara nüfuz eder. Söylemin tuhaf biçimleri, doğal değildir, bu biçimler tarihsel sınırlardır: Bu dönemsel kendilik, şekil almış bir akıl yürütmeden değil, bir çömlek kırığı, bir çakıl taşı biçimindedir. Dolayısıyla, Stoacı terimlerle, cisimsiz maddilikten söz edebiliriz.

1960’lı yılların linguistic turn’ünün [dilsel dönüşüm] muğlaklıklarından kaçan Foucault’nun doktrinini toplumu (“ben, kitaplarımda toplumdan vazgeçemem,” demişti bana) ve bütün tarihsel gerçekliği kapsayacak şekilde genişlettiğini görmek mutluluk vericidir.

[Dipnot 41. ...Foucault’nun sorununun kelimeler ve temsiller olduğu sanıldı. Foucault karışıklığı ortadan kaldırmak için ... çabaladı. 17. yy’da -diye yazar- natüralistler bitki ve hayvan tariflerini çoğalttılar. “Bu tariflerin tarihini iki şekilde yapmak” gelenekseldir. “Ya şeylerden yola çıkılır ve denilir ki; hayvanlar neyse o olduğuna, bitkiler bizim gördüğümüz şey olduğuna göre, 17. yy insanları onları nasıl görüp tanımladı? Ne gözlemlediler, neyi ihmal ettiler? Ya da ters yönde analiz yapılır, bilimin o dönemde hangi kelime ve kavramları kullandığı görülür ve buradan yola çıkarak, bitki ve hayvanların bütünü üzerine hangi kefeye yerleştirildiği görülür.” Foucault, natüralistlerin farkında olmadan, gerçek nesneler ve kavramlarıyla birlikte semantik alanın ötesinde, nesnelerin ve kavramların oluşumunu düzenleyen bir “söylem” dolayısıyla düşündüklerini fark eder. Söylem üçüncü öğedir...]

48
Kant’a ve Husserl düşüncesinin aşkın kökeninin karşısına Foucault ampirik ve bağlamsal bir köken çıkartacaktır: Düşünce, her şeyin içinde, cisimsiz, içe işleyen bir dispositif oluşturur ve onun aracılığıyla kendini dayatır. Çünkü söylem yalnızca bilinç tarafından değil, toplumsal sınıflar, ekonomik çıkarlar, normlar, kurum ve tüzükler tarafından da desteklenir. 19. yy’da psikiyatri söyleminin ortaya çıkışı, psikolojik ve hukuksal fikirleri, adli, tıbbi, polisiye kurumları, hastaneyi, aileyi ve mesleki normları içine aldı.

51
Foucault’nun Kuşkuculuğu

... “tarih” felsefi şekilde hareket etmez: “Ampirik bir araştırma, önemsiz bir tarih çalışması”, “aşkın boyutu tartışma hakkı”nı elde eder.

Foucault’nun kuşkuculuğu ... Kant’taki gibi Newtoncu fizik temelinde değil, tarihsel bir hermeneutik temelinde işler.

53
Geçmişi hakikatler mezarlığı olarak gören Foucault... [doktrinlerin en saçmasını bile asla mahkûm etmedi.] O bütün doktrinleri saygılı bir dinginlik ve bereketli bir dille sergiler. Hiçbir şey boşuna değildir, insan ruhunun üretimlerinde olumluluktan başka bir şey yoktur, çünkü bunlar var olmuştur; bunlar ilginçtir.

54
Foucault genel her hakikatten ve bizim bütün büyük tarih dışı hakikatlerimizden kuşku duyar... tümeller yoktur, yalnızca tekillikler vardır. ... Mitlerden söz ettiğimiz bir akşam, bana, Heidegger’e göre asıl sorunun hakikatin özünün ne olduğunu bilmek olduğunu söyledi; Wittgenstein’a göre ise, doğruyu söylerken ne söylediğini bilmekti. “Ama bence sorun, hakikatin bu kadar az doğru olmasının nereden kaynaklandığı sorusudur”.

55
[Spinoza’da tümellerin yadsınması:] Spinoza’ya göre her beden, her ruh ve her düşünce evrensel zincirin tekil bir ürünüdür. Bir cins ya da türe dahil olamaz. Daha doğrusu, ancak yüzeysel benzerliklerin etkisiyle bozulmuş hayal gücümüz açısından ancak bir cins ya da türe girebilir.

60
Gerçeküstücülerde gayet canlı olan şey artık bir temcit pilavıdır. Bir tarihçi olan Foucault, bu abartılı ağlayıp sızlamaları göz ardı ediyordu. Nietzscheci Foucault, bu gönül dağlaycı acınmalarda bir sağlıksızlık semptomu görüyordu. Kendi açısından ise ne bıkkınlık, ne tiksinti, ne sıkılma, ne çöküş biliyordu (Nietzscheci Bengi Dönüş mitinin anlamı buydu: “Mevcut dünyayı defalarca yaşamaya hazırım”).

61
Elbette, tarihsel olgular hazır biçimde var olmazlar, bunlar yapımdır, diye yazar Marc Bloch; fakat kendi hakikatlerine saldırmayan söylemler üzerinde inşa edilmişlerdir.

63
“Tarihsel” olaylar, ne kadar görkemli olsalar da, eleştiri açısından, küçük olgulara, gündelik hal ve tavırlara çarpıp parçalanırlar. Dolayısıyla, gaz odalarının etrafında olup bitenin ve yapılanın maddi gerçekliği saptanabilir. Ayrıca, biz insanlar birbirimizi iyi kötü anlarız, aramızda hermeneutik bağ vardır.

Şunu da belirtmek gerekir ki, kuşku duyulmayan küçük olgulara, bir bakış açısı ve bir söylem dışında asla erişilemez; insan bilgisinin üzerine çöken yazgıdır bu. Otçul ot arar; sonsuzca tekrarlanan bu tekil nesneyi arar -çünkü tekil bir şey de sayısal bakımdan tekrarlanabilir- fakat bu ot, kendinde, kendi içinde, her bakış açısından bağımsız Ot değildir: Bunlar hayvanın gözünde topraktan çıkan ince uzun ve yeşil gövdelerdir. Sığır familyasının bakış açısında ot söylemi böyledir ve bu, bir botanikçinin ya da gezginin aynı ölçüde yanlı ve kısmi olan bakış açısından farklıdır. Her bakış açısının dışında, Kendinde Ot’un ne olduğunu asla bilemeyeceğimiz (hatta bu kelimelerin bizim için hiçbir anlamı yoktur; yalnızca tanrısal bir zakâ otun boyutlarını gerçek büyüklükte görebilir); ot hakkında “her şeyi bildiğine” inanan botanikçilerin söylemi, otçulun söylemine denk düşmez. Bir söylemle kaplanmamış otun, iktidarın ya da cinselliğin ne olduğunu bilemeyiz; olguları söylemlerinin kabuğundan çıkarmamız imkânsızdır. Bu görecelilik ya da tarihselcilik değil, perspektivizmdir.

“Vahşi halde” cinselliği hiçbir yerde bulamayız; bu bitkiyi ancak yetiştirilmiş bitki halinde bir söylemin içinde buluruz. Cinsellik, söylemin, bu geçici tarihsel a priori’nin içkin olduğu bir dispositif’in hem esiri hem zindancısıdır. Burada elbette Kant’taki hissetme yetisinin a priori biçimleri türünden bir şey yoktur! ... bir şeyi “hakkında fikir sahibi olmadan” [göremeyeceğimizi belirtmeye çalışıyorum.]

67
Biraz eğlenmek için, imkânsız olsa da, metafizikçi bir Foucault hayal edebiliriz. [Dipnot 30. Meşru bir hayaldir bu; çünkü Foucault’nun kendisi de Deleuze’ün postuna bürünerek eğlenmekte ve bengi dönüş, Aynı’nın adı, cisimsiz olay ve farklılıkla birlikte “hep tesadüf”, “zar atma” metafiziği taklidi yapmaktadır (“Zarlar bizi yönetiyor!”). ... Foucault’nun kendisi de Söylemin Düzeni’nde bir “olay felsefesi”ni ifade eder.].

Eğer Foucault ontolojist olsaydı, varlık, ona göre, bilginin söylemsel pratiklerinin, iktidar dispositiflerinin ve öznelleştirme biçimlerinin ardışıklığına, ... “özü belirlenimsizlik olabilen bütün süreksiz prosedürler”e indirgenirdi.

İnanmak, kanıta ihtiyaç duymayan bir olgu ya da lütuftur. İnançsız kişi ise, eğer bir kuşkucuysa, ne Tanrı’dan yana ne de Tanrı’ya karşı akıl yürütebilir.

68
Müspet bilimlerin didiklediği fiziksel doğada bilimsel söylem nesneleri, herkesin bildiği gibi, düzenlilik gösterir. Buna karşılık, beşeri şeylerde yalnızca anlık tekillikler (zevkler, ten, vb) vardır ve var olabilir, çünkü insanlığın oluşumu temelsizdir; ne düzene girecek eğilimi vardır ne de diyalektiği. Her dönemde yalnızca keyfi tekilliklerin bir kaosu görülür ki bunlar da önceki kaotik zincirlenmenin sonucudur. [Foucault kendisiyle yapılan bir söyleşide, beşeri alanda hiçbir tümel hakikat ileri sürmediği cevabını verebilmişti]. Yalnızca ayrıntıda hakikatler vardı. Fakat Foucault asla bu ilkeye başvurmamıştır, çünkü onun gözünde önemli olan, herkesin bildiği bu şey değil, bundan kaynaklanan olgulardı.

Buna karşılık, ampirik tekillikler, Foucault’ya doğrudan doğruya inanılabilir geliyordu. Bunlar tarihçinin, gazetecinin ya da soruşturma yapanın şansıdır: Bunların soruları özellikle bir olayın tekil cereyan edişine yöneliktir. Soru soranların olguları kavramak için olguların üzerine örttüğü ve olguları yeniden şekillendiren söylem, onların sorularına cevap veren, yeniden şekillendirilmiş bir cevabı bu ağların içine atar.

69
... bizim tarih bilimimiz Thukidides’le başlar; onunla birlikte her olayın bir yeri ve bir tarihi olur, illic et tunc [orada ve sonra] tarihsel geçmiş şimdiki zamanda homojen olur, tarih artık mitsel zaman ya da hayvanların konuştuğu zaman değildir.

[Nerede ve ne zaman?] ... bu soruda, “özne ile nesnenin bağıntılı inşası” gerçekleşir. Çünkü, eğer bilen bir özne geçmişe yönelik soruyu sorarsa, bu özne böylelikle tarihçi olarak ya da soruşturmacı gazeteci olarak kendini oluşturur [artık bir mümin ya da militan olamaz].

71
Kökenler nadiren güzeldir, çünkü düşünceler doğrunun kurucusu bir özneye ya da dünyanın gerçekliğiyle suç ortaklığına dek uzanmaz; düşünceler tesadüfi olaylara bağlıdır: “Düşünce tarihinin tekilliği ilkesi” buradan kaynaklanır. İktidar, sınıf mücadelesi, tektanrıcılık, iyilik, liberalizm, sosyalizm; inandığımız ya da geçmişte inanmış olduğumuz bütün büyük fikirler geçmişimizin ürünüdür. Bunlar vardır ve şu anlamda gerçektir ki, içlerinden bazıları bize açıktan açığa itaat edilmeleri gerekircesine dayatılmışlardır; yine de hakikat olarak temellenmiş değillerdir. Foucault, tarihçilerin ya da Max Weber’in kendiliğinden adcılığına katılmaktadır.

Eğer kavramlar oluşmuşsa, gerçeklikler de oluşmuştur; bunlar aynı insani kaostan kaynaklanır. Kavramlar, bir kökenden doğal olarak büyümezler, bir tohumun içinde ne olacağı önceden belli olan özü geliştirmezler; öngörülemez kademelenmelerle, dal budak salma ve ilineklerle, diğer tesadüf dizileriyle buluşarak zaman içinde oluşmuşlardır.

72
Bu süreksizliklerin sonucu olarak, gerçekliğe sorduğumuz sorular, bir dönemden diğerine, verdiğimiz cevaplar kadar farklılaşır. Farlı sorulara farklı söylemler karşılık verir. Her seferinde, aynı olmayan bir gerçeği az çok kavrarız; art arda gelen söylemler boyunca bilginin nesnesi olduğu gibi kalmaz.

Öyle ki, “nesneleştirme hali, söz konusu bilgi tipine göre farklılaşır.” ... Foucault’yla onun [Wittgenstein’ın] ortak yanı, yalnızca tekilliklere inanmaları, zihnin şeye uygunluğu olarak hakikati reddetmeleri ve içimizdeki bir şeyin (“söylem” ya da Wittgenstein’a göre dil) bizim yerimize bizim kendimizi düşündüğümüzden daha uzun düşündüğüne inanmaktır. Wittgenstein’a göre hayat, esiri olduğu dilsel oyunlar arasında varlığını sürdürür; kelimeler, davranış kodları (toplumsal, politik ilişkiler, büyü, sanatlar karşısındaki tutum, vb) aracılığıyla düşünüyoruz. Her dil oyununun kendi “hakikati” vardır, yani söylenmesi kabul edilen şeyle söylenmesi kabul edilmeyen şeyi ayırt etmeyi sağlayan bir normdan kaynaklanır. Her dönem kendi basmakalıp fikirleri üzerinde (basmakalıp cümleler üzerinde) yaşar, bizim dönemimiz de bundan farklı değildir. [Dipnot 9. ... İlkeller bizim gibi düşünmüyor; daha doğrusu biz onlardan daha iyi düşünmüyoruz.]

73
Foucault, öldüğü yıl olan 1984’te, Wittgenstein’dan farklılaşmak için, kendi eserini dil oyunu değil, hakikat oyunu olarak adlandırdığı şeyin incelemesi olarak tanımlıyordu. [Dipnot 11. İktidar oyunları ile hakikat oyunları arasındaki ilişkiler (analitik değil, sentezleyici, olumsal ve değişken ilişkiler: “bilgi, iktidardır” dememeli). DE - Dits et écrits (Sonsuza Giden Dil, Foucault'nun kitapları ile Colléege de France'ta verdiği derslerin dışındaki metinlerini bir araya getiren kitap) -, IV, s.632]

75
İnsan bütün hakikate erişemez, ki bu hakikat zaten hiçbir yerde yoktur... Düşüncemiz ideal bir daire biçiminde değildir, bizim düşüncemiz kadar zorunlu olan birçok farklı düşünce de kavranılabilir.

77 - 92
[Hıristiyanlık, Musevilik, Heidegger]

93
Heidegger’den farklı olarak Foucault pek az mistiktir ve genel olarak insandan söz etmeyi de sevmez. Yine de bir kez bunu yapmıştı: “Hayat insanla birlikte yerini asla tamamen bulamamış bir canlıya, dolanmaya ve [sonsuzca] aldanmaya mahkûm canlıya varır.” DE, 774

97
... Foucault’ya göre, hiçbir şey bir idealin yansısı değildir; her politika nedensellik ilişkilerinin ürünüdür; politikanın kendi düzenlenmesi dışında bir bütünlüğü yoktur. Tekilliğini soylu genellemeler altına gömsek bile, kendinden daha yüksek hiçbir şeyi ifade etmez. Fakat Foucault, burada gerçek demokrasiye, tarihin sonuna özlem duyan “solcu” eski düşünceyi imkânsız kılar. Bir toplum idealine ya da tarihin anlamına bağlı kalarak tavır alan genelci entelektüeli -Sartre ya da Bourdieu- imkânsız kılar. Foucault hayatın tesadüflerine ya da mesleğini icra ederken karşılaştığı kimi tekilliklere öfkelenen, uzmanlaşmış entelektüel olma iddiasındadır.

99
Gündelik gerçeklik hariç her şey (ya da hemen hemen her şey) kuşku vericiyse, müspet bilimlerin kesin sonuçlara varması nasıl mümkün olabilir? Beşeri tekilliklerin bilimlerinin -tarih, sosyoloji, iktisat- değeri nedir?

[1991 yılında, sosyolog ve filozof Jean-Claude Passeron’a borçlu olduğumuz müdahale:] Max Weber’in “ideal-tipleri”iyle ortaya koyduğundan daha iyi bir şekilde Passeron, sorunun fazlasıyla bilimci konumunu değiştirerek, beşeri bilimler için bir bilimselliğin nerede bulunabileceğini gösterdi: Beşeri bilimlerin bilimselliği, müspet bilimlerin taklidinde, yasaların ya da modellerin bulunmasında değildir - varsayımsal-tümdengelimci sistemlerden söz bile etmiyoruz. Buradaki bilimsellik yarı özel ad olarak adlandırılabilecek şeylerin üretilmesidir.

100
Yarı özel adların bu epistemolojik ve yöntemsel teorisi, Foucaultculuğun ontolojik ilkesi ya da tekillik ilkesi olduğunu varsaydığım şeyle uyum halindedir.

[Dipnot 3. Passeron Weberci stillendirme kavramı yerine (Pierce’de bulunan) indeksleme kavramını geçirir. Bu analiz sonucunda [Bu analizin karakteristiği (?)], her sosyolojik kavramın bir “yarı özel ad” olması ve her tarihsel akıl yürütmenin gösterici’ye uygun olmasıdır. Demek ki ideal-tip genellikle yorumlandığı gibi, gevşek bir bilimin incelikli olmayan aygıtı, tümevarımın zayıf bir biçimi değildir. İdeal-tip, yarı özel bir addır ve anlamı (sinn), işaret ettiği tekil durumlardır (Batı’da ortaçağ toplumu, Takugawalar öncesi Japonya ve hatta Eveyne Patlagean’a göre feodal Bizans İmparatorluğu vb.). İdeal-tip, ortak analojilerin sunduğu türsel özelliklerin göndergelerinin açık dizisi üzerinde bir “endeksleme” yapar. Bu türsel özellikler her zaman kısmi bir tarifle tanımlanır. Tanım, bir özellikler dizisiyle sınırlanır (feodalite iki özelliği bir araya getirir: Toprağın temellük edilmesi ve insanların yönetimi). Oysa göndergelerin eksiksiz tarifi tanımsızdır; keza, hem sonlu hem eksiksiz bir tanım olmadığı için tarihsel bir tanım kastedilen nesne ya da olaydan ayrı olamaz: Kastedilenler unutulamaz, çünkü neyin söz konusu olduğunu, neden söz edildiğini ve dolayısıyla bunlara dair nasıl akıl yürütüldüğünü bilmeyi yalnızca bunlar sağlar. Bu yöntemsel bir tercih değildir, tarihsel bir bilginin ve tarihselliğin epistemolojisine dayanmaktadır: İndekslenen vaka listesi açıktır, çünkü yalnızca tekillikler vardır ve tanım kısmidir, çünkü söz konusu vakaların temsil ettiği analojilerle sınırlıdır. Bu, doğa biliminkinden farklı bir kesinliktir, ama yine de bir kesinliktir: Rastgele bir şey olduğu söylenemez. Benzer bir ideal-tip, uzaysal-zamansal koordinatlara uyumlu vakalara indekslenmiş tarih-ötesi bir modelden oluşan bilimci kuruntunun karşıtıdır. Tarihçinin dili ve akıl yürütmesi tümelleri kullanmaz[,] zarflar (“her zaman”) ve nedensellik kanıtları bile sonlu bir vaka dizisine indekslenmiş kalır: Feodalite vakalarının “her zaman”ı ve “çünkü”sü, disiplin toplumlarıyla aynı anlamda değildir.]

101
[Paul Veyne, Passeron’un yukarıdaki dipnotta yer alan düşüncelerini kendi cümleleriyle şu şekilde tercüme ediyor:]

Tekil bir kişiyi ele alalım. Şu anki cumhurbaşkanımızı ya da kız kardeşinizi. Bu tekil bir şahıs olduğundan, özel bir adla belirtilir. Bu özel adın anlamı eğer bu kişiyi tanıyorsam, ona dair sözler okumuş ya da işitmişsem, onu görmüşsem anlaşılır; yoksa benim için bir meçhul olarak kalır, bana neden söz edildiğini bilmem. Adı “bana bir şey söylemeyecektir”. Sarışın, sıradan burunlu, çıkık elmacık kemikli... Bunun sonu yok; bir vesikalık fotoğraf daha fazla işe yarar.

Tarih kitaplarını dolduran ve Sezarcılık-papacılık, feodalite, din, ulusal birliğin kuruluşu gibi olay ya da süreçleri belirten bazı cins isimlerin durumu da aynıdır. Bunlar gerçekte özel ad türleridir, [‘O’nunla hiç karşılaşmamış birine gereksiz uzatılmış laflar bile] ... onu tam olarak anlatamaz. Bu kişinin anlaması için, ona birini “göstermek” gerekir. Özel adlar “tanımsız tarifler”dir: Göndergelerinin özelliklerini ne kadar saysak da, bu tarif asla tanımlanamaz, eksiksiz olamaz. Aynı şekilde beşeri bilimler de, bireysel ya da kolektif tekilliklere gönderme yapmayı reddeden kavramlar “tanımlı bir tarif içine kapatılamazlar, keza yasaların evrenselliği içinde gelişemezler”. Dolayısıyla feodalite ya da sezarcılık-papacılık bir kitaba dahil edilmek istendiğinde, tıpkı bir bitkiyi saksıya koymak istediğimizde köklerinde toprak bırakmamız gibi, tarihsel zemini birazcık bırakılır.

102
Gerçekten de, bireyler gibi, olaylar da “asla iki kez görülmeyecek olan” şeylerdir, der şair. Tıpkı araba kazaları gibi, her zaman nedensel diziler arasındaki buluşmalardan kaynaklanırlar. Olayları, bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak, türlere ve cinslere göre bir tipoloji ya da sınıflandırmaya yerleştiremeyiz. Olaylar, kimlik işaretleri sınırlı olduğundan, olası karışıklıklar olmadan tanımlanamazlar. Oysa kurşun, uranyum 235 ya da sodyum klorür gibi kimyasal cisimler kimyasal formülleriyle ya da elementlerin periyodik sınıflandırılması içindeki atom ağırlıklarıyla tanımlanırlar.

Tarihçiler tarihi başka yollarla yazarlar; onların kullandığı yarı özel adların da bilimsel kesinliği olabilir; insani alana özgü bir kesinliktir bu. Bu kimliksel kesinliğe, gerçekçi bir romancı ya da gazeteci tarzında, yarı özel adın tarifini “yoğunlaştırarak”, ikna edici ayrıntıları, göndergenin portresini belirgin kılan ve onunla aldatıcı bir benzerlik sunan olayları ayırt etmeyi sağlayan makul özellikleri çoğaltarak ulaşırlar. Bu kesinlik ve doğru, küçük olguların kesişmesi sayesinde ırk, ulusal deha gibi özcü üstünkörü yapıntılara gömülmekten kurtuluruz.

Müspet denen bilimlere gelince, bunlar fiziksel olguların anahtarının keşfinden doğdular: Fiziksel olgular, insanın oluşumundan farklı olarak, tekrarlanan düzenlilikler sunarlar. ... Doğadaki bir yığın şey sayılabilir ve hesaplanabilirdir! ... Fizikçiler, gerçekliği önceden bilmeyi ve kullanmayı sağlayan modeller inşa ederken, gerçekliği uygun biçimde temsil edip etmediklerini bilmezler.

103
Bu bilimler, teorik varsayımlar tarafından, (zaten hep irdelenen ya da ıskartaya çıkarılan) “paradigmalar” tarafından desteklenirler. Doğa bilimlerinin evriminde Thomas S. Kuhn’da “paradigma” .... adı altında ortaya koyulan şeyleri, Foucault, insan düşüncesinde ve eyleminde, söylem adıyla gösterir.

106
... günün birinde, Foucault çağımızda insanlığın mitsiz, dinsiz ve felsefesiz, kendine dair genel hakikatler olmadan yaşayabileceğini öğrenmeye başladığını ileri sürme cesaretini gösterdi. Sürdürdüğü Nietzscheci devrim buydu.

107
Foucault’ya göre sorun, göründüğü kadarıyla, iki kanaate bağlıydı: Soybilimsel tarih bir felsefe değildir, ampirik fenomenleri inceler, eksiksiz hakikati keşfettiğini iddia etmez. ... Uygunluk, tümellik, rasyonellik ve aşkınlık şeklindeki -onun gözünde- dört yanılsamayı silmeye katkıda bulunmak yeterlidir.

109
İnsanın sonluluğu, doğrunun koruyucusunu kaybetti. İnsan, dolanmaları karşısında tek başına kaldı; hakikat ve zaman ise düşman oldular.

117
Hakikatlerin Sosyolojik Tarihi: Bilgi, İktidar, Dispositif

Politika ve ekonomi ne var olan bir şeydir, ne hata ne yanılsama ne de ideolojidir. Bunlar, var olmayan, ama yine de doğruyu da yanlışı da paylaşan bir hakikat rejiminden kaynaklanan, gerçeğin içine dahil olmuş şeylerdir.

Foucault, benimsenmiş hakikatlerin toplumsal ve kurumsal imal edilişini araştırır. Nietzsche’den farklı olarak Foucault, hakikat olmayanın insan varlığının koşullarından biri olduğunu eklemekten kaçınır. Ne genelleştirir ne de metafizik yapar...

120
Auschwitz treni makinisti Canavara itaat ediyordu, çünkü karısı ve çocukları o aile babasından eve ücret getirmesini talep etme iktidarına sahiptiler.

123
Toplum elbette bizi sıkıştırıyor, belirliyor...

Toplumsal olanı gerçeğin tek mercii olarak kutsallaştırmaktan kurtulmak, insan yaşamının ve ilişkilerinin temel yanını, yani düşünceyi boş bir şey gibi görmeye son vermek gerekir.

124
[Foucault’yu bir yapısalcı, insan öznesini inkâr eden biri olarak görmek...] [Oysa Foucault ‘yapı’ kelimesini yazılarında hiç kullanmıyor ve öznelerin özgürlüğüne inanıyordu.]

125
Marksizmden, fenomenolojiden ve bilinç felsefelerinden ayrılan her düşünce kolaylıkla yapısalcı olarak görülüyordu.

128
[Heinrich Wölfflin] [Sanat tarihinin Foucault’su] [Wölfflin yeni bir bilimsel nesne keşfetmişti] Bu nesne sanat eserlerinde öylesine her yerde mevcut ve belirgindi ki görünmüyordu: Bunlar olgulardı. ... plastik dilin olguları.

Bu “biçimlerin spesifik evrimi”dir. “İfade tarihi olan sanat ile biçimin iç tarihi olan sanat” arasında ayrım yapmak gerekir. Çünkü “biçimlerin bitmek bilmeyen değişimini çevreleyen dünyanın değişimleriyle ilişki içinde anlamak çabası ne kadar övgüye değer olsa da ve bir sanat eserinin fizyonomisini açıklamak için sanatçının insani karakterini ve dönemin toplumsal ve zihinsel yapısını anlamak ne kadar gerekli olsa da, biçimleri yaratan hayal gücünün kendine özgü bir yaşamı ve evrimi olduğunu da unutmamak gerekir.” Öyle ki “her şeyi ifade yönünde tek tip yorumlamamak gerekir; sanat tarihi doğrudan doğruya uygarlık tarihine özdeş değildir.”  Wölfflin, Foucault’yla nerdeyse aynı kelimeleri yazar: “Her zaman her şey mümkün değildir.”  Wölfflin, “özneyi, kişiliği ortadan kaldırmak”la ve sanat tarihini kişisiz bir sürece, “özel adın olmadığı bir tarihe” indirgemekle suçlandı. Aynı eleştiri neredeyse aynı terimlerle Foucault’ya da yapılacaktır.

Yine de Foucault, doktrininde, özel adların üzerini çizmemiştir. … “sadece bu tekelci ve anlık hakkı öznenin egemenliğinden geri aldım.” Çünkü, egemen olmaktan uzak olan özgür özne yine de oluşmuştur ve Foucault bu süreci özneleşme olarak adlandırır: Özne “doğal” değildir; her dönemde, o dönemin dispositif ve söylemlerine göre, bireysel özgürlüğünün tepkileriyle ve olası “estetikleştirmelerle” şekillenmiştir. … Sadık kul, yurttaş vb. olarak herhangi bir şekilde etik davranması gereken insan öznenin oluşumu da “doğru bilgi” ve “iktidar”a eklenmişti.

130
Öznenin oluşumu, özne tarzlarının oluşumuna koşuttur: Kişi kendini sadık kul, dürüst özne, iyi yurttaş olarak görür ve böyle davranır. Bu nesneleri oluşturan aynı dispositif -delilik, beden, cinsellik, doğa bilimleri, yönetimsellik- her bir kişinin ben’ini belli bir özne yapar. Fizik, fizikçiyi yaratır. Aynı şekilde, bir söylem olmadan, bizim için bildik bir nesne de olamaz; tıpkı bir özneleştirme olmadan insan öznenin olmaması gibi. Kendi döneminin dispositif’inin yarattığı özne, egemen değil, döneminin evladıdır; herhangi bir zaman herhangi bir özne olunamaz.

Foucault’ya göre özneleşmenin toplumda işgal ettiği yer, Bourdieu’de habitus kavramının, … sosyolojik rol kavramının işgal ettiği yerin aynısıdır.

131
Foucault’nun estetikleştirme diye adlandırdığı farklı süreci, bence, özneleştirmeden, bu tür toplumsallaştırmadan ayırt etmek gerekir. Foucault, estetikleştirme derken, öznenin oluşumunu ya da herhangi bir züppe estetizmini değil, “kendi kendini dönüştürme” inisiyatifini anlıyordu. Gerçekten de Foucault, 1980’e doğru, aralarında Yunan-Roma antikçağ toplumlarının da yer aldığı bazı toplumların, şeylere uygulanan tekniklerden ve başkalarına yönelik tekniklerden başka, benlik üzerinde çalışan teknikleri de bildiklerini saptar. Estetikleştirmeden söz etmenin, bu inisiyatifin kendiliğindenliğini vurgulamasına yardım ettiğini düşünüyorum. Bu kendiliğindenlik özneleştirmenin karşıtıydı. [Foucault’nun bu teorisi, bir ahlak öğretisi gibi algılandı ve çok sevildi!].

132
Tıpkı isyan ya da itaat gibi, söz konusu estetikleştirme de bir özgürlük inisiyatifidir. İnsan tipleri, stoacılık, keşişlik, püritanizm ya da militanlık gibi yaşam tarzları, görebildiğim kadarıyla, birer estetikleştirmedir. Bunlar, dispositifin, çevrenin nesneleştirmelerinin dayattığı varlık tarzları değildir; ya da en azından “ona eklendiklerinden,” kendi kendilerini dayatmayan icatlar, bireysel tercihler olarak kabul edilebilirler.

133
Güncel bir sorunun çözümü bir başka dönemin cevabında asla bulunamaz, çünkü o cevap ister istemez farklı bir soruya cevap vermektedir. … Foucault ile antik etik arasındaki yakınlık tek bir ayrıntıya bağlıdır: Kişinin kendi benliği üzerinde çalışması, “stil”. “Stil”, bir sanatçıyı öncelikle bir zanaatkâr kabul eden Yunanlıların verdiği anlamda ele alınmalıdır. … Kendini üzerinde çalışılacak eser olarak ele alan özne, Tanrı’nın, geleneğin ve aklın desteklemediği bir ahlakı benimser.

134
Bu özneleştirme ve estetikleştirme teorisi Foucault’nun giriştiği şeyi gayet iyi göstermektedir: Bir nesneyi “sorunsallaştırmak”, bir varlığın verili bir dönemde nasıl düşünüldüğünü kendine sormak (arkeoloji) ve varlığın bu şekilde düşünülmüş olmasıyla bağıntılı olan toplumsal, bilimsel, etik, cezalandırıcı, tıbbi vb. çeşitli toplumsal pratikleri analiz (soybilim) ve tarif etmek. Arkeoloji, tümel ya da a priori yapıları ortaya çıkarmaya değil, her şeyi tümelleştirilemeyen olayları ortaya çıkarmaya çalışır. Soybilim ise her şeye amprik bir konjonktürden bakar: Olumsallık bizi her[hangi bir] zaman ne olmuşsak ya da neysek o yaptı.

Soybilimsel eleştiri kökenin ya da temelin ne olduğunu değil amprik doğumu araştırır. “Düşünce tarihini aşkınsal tutsaklıktan kurtarmaya” çalışır. [öznenin, aklın, hakikatin bir tarihi vardır, bunlar bir kökenin açılımı değildir].

136
[Foucault ilk dönem çalışmalarında düşünce tarihini aşkınlık köleliğinden kurtarmaya çalışıyor] … ve böylece kökensel loncasından kopuyor ve Passeron’un dediği gibi, tekilliklere olan sevgisine sadık kalmak için her türlü felsefi babadan öksüz bırakıyordu kendini.

137
Tarihsel sınırlarımızın eksiksiz ve kesin bilgisine erişmemizi sağlayacak bir bakış açısında erişme umudundan vazgeçmek gerekir.

Bu düşünce tarzı, … modernliğimizin başladığını düşündüğümüz 1860’lı yıllardan gelen bir düşünce alışkanlığıdır. Kuşkusuz, hakikatin değiştiğini hep biliyorduk; ama daha çok coğrafi olarak: Pirenelerin ya da Halys Nehri’nin berisinde hakikat, ötesinde yanılgı.

138
Egemen doktrinlerin (Marksizm, fenomenoloji, bilinç felsefeleri) bambaşka bir kaygısı vardı: Mutlağı aramak. Soru, Foucaultcu “söylemlerle” ve belki “dispositiflerle” birlikte keskinleşmiştir: Toplum olarak adlandırılan şey bu dispositifller aracılığıyla verili bir zaman ve mekânda doğruyu söyleme ile yanlışı söylemenin ne olduğunu dikte eder. [Ezeli olduğu sanılan her anlayış “oluş halinde”dir].

139
Foucault Gençliği Yozlaştırır mı? Billancourt’u Hayal Kırıklığına Uğratır mı?

Nietzsche’ci olmayan birçok kişiye göre Foucaultcu bakış açısı haklı olarak yanlış ve tiksinti vericidir.

141
[Doğru temel yanılsamasına düşmeden de iyi yaşanabilir.]

[Dipnot 3: ... dinsel ya da sivil bir ideali savunmak Platoncu bir tatmindir...]

144
Dünyanın bütün Nietzschelerine ve Foucaultlarına rağmen insanlık, Hakikat’i dile getirmeyi seviyor ve inanmak istediği şeyi doğru kabul ediyor.

145
“Politik bir pratiğe hakikat değeri vermek için düşünceyi kullanmayın!” DE

Karar vermek, Foucault’yu militan eylemlerini hakikat olarak, doktrin olarak temellendirmekten muaf kılıyordu. [ikiye bölünme değil, ortak ölçütü olmayan iki pratik arasında bir eklemlenme].

146
Foucaultculuk, eyleme buyruklar dayatmayan ama ona bilgiler sağlayan bir gündem eleştirisidir.

147
... güncellik dışında dönemimizde geçerli olan hiçbir şey yoktur: “Günümüzde felsefe -yani felsefi faaliyet- düşüncenin kendi üzerindeki eleştirel çalışması değilse, nedir?” DE

... Kendi kendini tanıyamayan fakat insanların eskiden düşündüklerinden başka türlü düşündüğümüzü saptayan bir söylemin içinden düşünürüz. Kendimize ve güncelliğimize belli bir mesafeden bakabilmek için bir soybilim ya da arkeoloji projesinin oluşması ve bir mesafe olasılığının doğması yeterlidir.

149
[Foucault’nun dinleyicilerine sunduğu soybilimsel “tarifler”:] “Bir entelektüelin rolü kesinlikleri yıkmak, kabul görmüş aşinalıkları silip atmaktır; başkalarının politik iradesini şekillendirmek, yapmaları gereken şeyi onlara söylemek değildir. O hangi hakla bunu yapabilir ki?”

150
Size sürdürmeniz gereken kavga şudur demiyorum, çünkü belki estetik ölçüt hariç (yani zevklerin ve renklerin tartışılmaması gibi tartışılmaz olan beğeni hariç...), hangi temelde bunu söyleyebileceğimi bilemiyorum. Buna karşılık stratejik bir haritayı önünüze serer gibi size güncel bir iktidar söylemi tarif edeceğim. Eğer dövüşmek istiyorsanız tercih ettiğiniz mücadeleye göre direniş noktalarının nerede olduğunu, olası geçişlerin nerede olduğunu göreceksiniz.

151
Foucault görüşlerinin, tavır alış ve müdahalelerinin kendi açısından kişisel bir tercih olduğunu, onları ne doğruladığını ne de dayattığını -çünkü hiçbir küstah rasyonelleştirme bunların doğruluğunu kanıtlayamaz- söylemekle yetiniyordu.

[Bir akşam televizyonda İsrail-Filistin çatışmasında taraflardan birinin sözleri:] “Ben çocukluğumdan beri kendi davam için savaşıyorum, ben böyle biriyim, daha fazla bir şey söylemeyeceğim.” “İşte bu!” diye haykırdı Foucault. Retorik ve propaganda olarak işe yarayabilecek bir gevezeliği dinlemekten kurtulduğu için mutluydu. Büyük ideallerin de estetik tercihler gibi tartışılmadığı bir site, Bizans oyunlarının olmadığı bir Bizans hayal edelim bir an...

152
Bir şeyi arzulamamızın nedeni onun iyi olduğunu düşünmemiz değildir, onu arzuladığımız için iyi olduğunu düşünürüz. [Spinoza] [Moss?]

153
... bir savaşçı cümle kurmaz, savunma yapmaz, haklı olduğunu söylemez: Kızgın değil öfkelidir; davasıyla evlidir, daha doğrusu davası onunla evlenmiştir, davası için dövüşür, tartışmaya hazır değildir. İnanmış değil kararlıdır. [“inanç sahibi olmak, aptal olmaktır” Foucault].

154
Foucault da kendi “öznelliği içinde” önem taşıyan şey için mücadele ediyordu.

155
... gelecek ne olursa olsun, şimdiki zamandan ya da geçmişten daha rasyonel olmayacaktır. Bu durumda biri diğerine nasıl tercih edilebilir? Renkler kadar tartışmasız olan kişisel tepki ve kişisel tercihler.

157
Foucault ve Politika

Antikçağdan Hıristiyanlığa geçişte, esasen kişisel etik arayışı olan bir ahlaktan kurallar sistemine itaat olan bir ahlaka geçilir. Benim antikçağla ilgilenmemin sebebi, kurallar yasasına itaat anlamına gelen bir ahlak fikrinin artık yok olması, çoktan yok olmuş olmasıdır. Bu ahlak yokluğu, bir varoluş estetiği arayışına cevap verir, vermelidir. [Foucault]

[Dipnot 3: Benlik kaygısının, bir narsisizm ya da züppelik değil, kendine hakim, özgürce kendini oluşturmak için kendiyle meşgul olmak olduğunu hatırlatalım.]

159
Foucault, Batı-merkezciliğini, demokrasiye ve insan haklarına inancı -cinsiyet eşitliğini de unutmayalım- elbette paylaşmıyordu...

161
Soybilim, kuşkuculuk, düşünce özgürlüğü; bunlar Batılıların ve Batılılaşmışların lüksüdür.

164
[Dipnot 13: Foucault’nun evrenseli, rasyoneli ve normali reddetmesi...]

165
Yazmanın günün birinde yaşama nedeni olacağını öngörmedi.

Foucault’nun yaşamı kitaplarının yaptığı şey oluyordu; o kitapları inşa ederken kendini de inşa ediyordu. Önceden yazmış olduğu şey onun için artık önem taşımıyordu, çünkü sonsuz bir görevi sürdürmesi gerekiyordu.

[Dipnot 15: Collége de France’taki derslerinin gördüğü ilgi... sözlerinin içeriğinden ziyade üslubuna bağlıydı.]

166
Vaktiyle söylemiş olduğum şeylere dönüp durmayın sürekli! Ben onları dile getirirken, onlar çoktan unutulmuş olur. Geçmişte söylediğim her şey kesinlikle önemsizdir. Zaten kafanda yeterince taşıdığın şeyi yazarsın; düşünce kan kaybeder, yazılır, hepsi bu! Yazdığım şey beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren şey yazabildiğim ve yapabildiğim şeydir.

Kurtuluş, insanın kişisellikten koparan yazı yoluyla ölümden ileriye doğru olan bir kaçıştadır.

Kendi bireyselliğini, kendi “işte bu”luğunu ortadan kaldırmak ve her şey karşısında ilgisizlik, sınırsızlık ve bağımsızlık haline varmak için yazar - ki bu canlı canlı ölüm demektir.

167
... Flaubert’in nesnellik diye adlandırdığı şey budur. Kişi söylem halini aldığında, artık yoktur...

168
... yazar anonim bir metnin içinde cisimleşir.

170
Samurayın Portresi

[Foucault] Bizlerin kök olarak gördüğü temellerin hiçliğin içinde kök salmış olduklarını gösteriyordu. ... Foucaut dünyayı Sirius’un bakış açısından görürken, yaşlı ve modern dünya onun gözünde meşruluğunu yitiriyor ama bu dünyayı potansiyel bir savaş alanı olarak da görüyordu.

Bir tür insancıllığın çerçevesi çizilmek istenirse, Foucault’da “tarihteki bütün entelektüellerin ortak” tutumu vardı; bu tutumu Max Weber, biraz abartarak, “dünyaya anlam bulmaktan kuşkucu şekilde vazgeçmek” olarak nitelendirir.

175
... psikiyatrinin ya da psikanalizin iktidar teknolojileri olduğunu Foucault yaşamının erken döneminde hissetmiştir.

176
[Dipnot 7: “Ölüm. Tamamen aptalca fizyolojik bu olguyu ahlaki bir zorunluluğa geri döndürmek gerekiyor. Uygun anda ölüm iradesine sahip olacak şekilde yaşamalı.” Nietzsche; DE, III, s.777]

179

“Bir eylem programını hangi prensip adına savunabilirim ya da savunabilirsiniz? Siz farkına vardığınızda, çoktan geçmiş zaman olmuş şimdiki zaman sizi etkilemesin; ne istediğinizi ve neyi reddettiğinizi bilin yeter.”







.
.
.