06 Nisan 2022

socius

 .

.

.




.

.


Merhaba, sizlere Osmanlı-Türkiye continuum’undan sesleniyorum… “1995 yılından sesleniyorum” demem gerektiğini düşünüyor olabilirsiniz, ama bu bir yalan olurdu! 1995, nihayetinde insanlar tarafından uydurulmuş kurgusal bir çentik! Kendini sanatçı sanan bir embesilin beton matkap ucuyla oramı buramı oyması 1995’e bir şey katmıyor. E o öyle olunca Osmanlı-Türkiye kesintisizliği daha büyük bir yalan olmuyor mu, diyeceksiniz. Evet öyle ama, ne bileyim, sanki rakamlardan daha fazlası, bir anlamı var gibi görünüyor. Yoksa onun da bir anlamı olmadığını zaten göreceksiniz.

Bu delik deşik bedenime baktığınızda ne görüyorsunuz? Bedenimin gaz betondan, suni bir malzemeden, kuvarsit, çimento, kireç ve suyun karışımından oluşmuş olması sizi yanıltmasın. Atomlarım benden önce de vardı! Lafı nereye getireceğimi anlamış olmalısınız. İlk başta anlamımı, koordinatlarımı Osmanlı-Türkiye kesintisizliğinde bir yerlerde, bu kurgusal ve büyük tarih anlatılarında aramıştım. Ama boşunaymış… Yok plastik kaygılar, yok Worringer’in kübik olanın acı veren yan diye bahsettiğinden yüzeye kaçma eğilimlerim, yok Gasset’nin bahsettiği aşk gibi örülmüş dantelimsi yüzeyim, vb… Hepsi yalanmış! 

Ben artık kendi varlığımın anlamını, berisini gerisini biliyorum. Bunu sizinle paylaşacağım. Ama gene de önce size tekrar sormak istiyorum: Bu delik deşik bedenime baktığınızda ne görüyorsunuz? Sizin yanıtlarınızı duymak için bekleyeceğim, bundan hiç kuşkunuz olmasın. Ama bu cümle bittiğinde, diğer bir cümle başladığında sanki sizi dinlemeden devam etmişim gibi görünecek, sakın öyle düşünmeyin, bekliyorum…………

Önce bedenimin bir sanat yapıtı biçiminde zuhur etmesini önemli bir şey sanmıştım. Sanatçısının -bu geri zekalının- neyi anlatmak istediği çok açık gibi gelmişti bana: Osmanlı modernleşmesi sürecinde hizmet paketlerinden bazılarının -özellikle eleştirel paketlerin- eksikliği, bedenimdeki daha derin oyuklarla sembolize ediliyor, denmişti. Hatta kireç ve su bileşenlerim bunu duyunca belirgin bir ısı bile yaymışlardı. Düşünün ki, toplumlar da çeşitli bileşenlerden oluşuyor; bu bileşenler Osmanlı-Türkiye continuum’unda farklı bir kompozisyonel duruş sergiliyorlar. Bunu böyle söyleyince ne kadar heyecanlı geliyor, değil mi? E bu büyük bir hikaye de, benim 4.5 milyar yıllık kuvarsit socius’um göte mi gidecek, bu sürecin değeri hiçe mi sayılacak?! Bu nasıl bir dünya!

İşte size beni bana, beni size, sizi size açan anahtar kelimemi söyledim bile: socius. Sözlerimi sükseli hale getirmeye çalıştığımı sanmayın; bu, düz ve dünyanın en anlamlı kelimesi bence. Tanrılardan meleklere, peygamerlere, soylu erkeklere, erkeklere, kadın ve çocuklara, hayvanlara, bitkilere ve taşa (bana!) uzanan hiyerarşinin korkulu rüyası socius… Socius karşısında tüm bu saydıklarımın hepsi aynı düzeydedirler, ne bir eksik, ne bir fazla. Zamanda ve mekânda realize olabilmeleri için herhangi bir hedefe ihtiyaçları olmadığının kesin kanıtıdır bu sözcük! Hayat socius kompozisyonlarından oluşan setler bütünüdür.

Önce biraz kendimden bahsedeyim sizlere. Bizlere önce taş dendi, sonra “taş kafa” ifadesine bulaştırılarak küçümsendik. Ama size bir şey söyleyeyim mi, bizi böyle aşağılayan asıl taş kafalılar bu insan salağı yaratıklar! Düşünsenize kendi socius prosedürlerimizin 43 kristalize formdan ibaret olduğunu sanıyorlar. Oysa bizim sosyal hayatımızı 43 formla açıklamaya çalışmak o kadar gülünç ki…

Ya.. bizim mermer olma halimiz var ya… Elmas diye bir şey var bu dünyada ya! Ne diyosunuz siz? Mermer olma hallerimizin ne kadar sancılı geçtiğinden haberiniz var mı sizin?

Hemen baştan söyleyeyim, biz birbirimize sen taşsın, sen bitki, sen de hayvan şeklinde hiç yaklaşmadık. Bu ayrımlar yok aramızda. Ama ne var, dokusal yakınlıklarımız var. Socius olma, bir arada olabilme hallerimiz var. Kristal çeşidinden, lif çeşidinden, bağ dokular cinsinden ve her birinin kendi içinde yakınlaşmaları var. Hepimizin sembiyoz yapıları var, birimiz tek birimizi taşımıyoruz, her birimiz hepimizi taşıyoruz üzerimizde. 

Biliyorum, kristalize dokuların lif dokularla aralarındaki “özel” bir ilişkisinden söz edeceksiniz, özel bir yakınlıktan... Evet bu söylentidir sadece, bir kaç milyar yıl önce üzerimize atılmış bir çamur, iftiradan başka bir şey değil bu. Lif dokuların öncü birlikleri sert yapılarımızın üzerinden geçer, bizleri çamurlaştırır, un ufak eder ve toprağı yaratırız, hepsi bu. Ama nedendir bilinmez bu olay çok abartılır. “Dölleyen ve yeşerten” diye başlayan uydurma hikayeler var. Toprak bu kardeşim, daha toprağa gelinceye kadar neler neler var. Atomize yapılarımızın basıncı, nemi, elektriksel enerjileri dengede tutmak için ne taklalar atmak zorunda kaldıklarından bir bahsetsek, bu toprak hikayesi solda sıfır kalır. Tabi bizim toprak halimizi küçümsüyor değilim, milyonlarca halimizden sadece biri, bunu diyorum.

Neyse, lafı fazla dolandırmadan, kendi varlığımın anlamını açıklıyorum işte sizlere:  Bu eserde sizin gördüğünüz şey, socius olanaklarımın kullanım haklarını geçici bir süre insansalların sanatçı dedikleri bir kimliğe 1995 şeklinde ifade ettikleri bir çentikte vermiş olmam... İşte siz bunu görüyorsunuz. Gerçekten başta bir şey var sandım ya.. ne salağım ben!

[Not: üzerime işlenen motiflerin bir metin olduğu, bir anlamı olduğu bize açıklanmıştı. Bu metnin anlamı üzerine uzun süre kafa patlattık. Çok sonra kuvarsit yapım beni uyardı. Meğer sanatçı bu metni yerde bulduğu alelade bir kağıttan bedenime nakşetmiş. Çıldırmamak elde değil :)(:]


.

.

.
.

.
.



1995 yazı ı gaz beton 60x25x12 cm. diyarbakır

.

.