.
.
.
ORTAKYAŞAM (1998)
Evrime Yeni Bir Bakış
Lynn Margulis
(Çev. Ela Uluhan) Varlık Yayınları 2001 İstanbul
8
Yunanca Toprak Ana anlamına gelen “Gaia” kavramı,
Yeryüzü’nün canlı olduğu düşüncesini savunur.
“Gaia, uzaydan görüldüğü şekliyle yalnızca ortakyaşamdır”:
Bütün organizmalar birbirleriyle temas halindedir; çünkü hepsi de aynı havanın,
aynı akan suyun içindedir.
9
Dile getirilmeyen en yaygın varsayımlardan biri de büyük
varlık zinciridir. Bu varsayım, insanların saygın konumunu Tanrı’nın altında ve
kayaların üzerinde yer alacak şekilde, varlık zincirinin ortasındaki evrenin
tam merkezine yerleştirerek tanımlar. Bu insanmerkezcil fikir, dinsel
düşünceye; hatta dini reddederek bilimsel dünya görüşünü benimsediklerini
söyleyenlerin düşüncelerine bile hükmeder. Yunanlılara göre varlık zinciri en
tepeden bütün tanrılardan başlayarak aşağı doğru erkekleri, kadınları,
köleleri, hayvanları ve bitkileri kapsıyordu. En aşağıdaki bağlantısında ise
kaya ve minerallerden oluşan bir alt katman vardı. Bu zincirin
Musevi-Hıristiyan yorumunda, hayvanların üzerinde bulunan insanlar, küçük bir
değişiklikle meleklerin biraz altına yerleşti. Burada Tanrı, tartışmasız ve
kesin olarak İnsan’ın yerine geçmişti.
10
Homo sapiens sapiens olan bizler ve primat akrabalarımız, o
denli özel varlıklar değiliz; daha çok evrim sahnesine yeni çıkmış varlıklarız.
İnsanların öteki yaşam biçimlerine olan benzerlikleri, farklılıklarından daha
çarpıcıdır. Uçsuz bucaksız jeolojik çağlar boyunca süregelen derin
bağlantılarımızın tiksinti değil, hayranlık uyandırması gerekir.
Mikroplar, özellikle de bakteriler düşman olarak tanıtılır
ve hastalık tohumları olarak kötülenir. Aslında mikroplar alg, bakteri, maya ve
benzerleri, mikroskop altında tam olarak görülen canlı varlıklardır… Ben,
insanların diğer bütün kuyruksuz maymunlar gibi, Tanrı’nın değil, son derece
reaktif olan mikroplar arasındaki milyarlarca yıllık etkileşimin eseri olduğunu
iddia ediyorum.
13
Hayvan ve bitki hücrelerinin ortakyaşam aracılığıyla
türediği, artık herkes tarafından kabul ediliyor. Moleküler biyoloji, hücresel
ortakyaşam kuramının bu yönünü, gen dizilimini de içerecek biçimde
doğrulamıştır. Bakterilerin plastid ve mitokondri olarak bitki ve hayvan
hücrelerine kalıcı biçimde yerleşmesi, artık okul kitaplarına bile girmiş olan
sıralı iç ortakyaşam kuramının bir parçasını oluşturuyor. Ancak evrimde
ortakyaşam görüşünün gerçek etkisi henüz ortaya çıkmadı. Yeni türlerin, eski
türlerin üyeleri arasındaki ortakyaşamsal kaynaşmalardan doğduğu fikri ise
kalburüstü bilimsel çevrelerde daha tartışılmadı bile.
16
Canlı varlıklar yalın tanımlamaya meydan okurlar.
Savaşırlar, beslenirler, dans ederler, çiftleşirler, ölürler. Bildiğimiz bütün
büyük yaşam biçimlerinin yaratıcılığının temelinde yer alan ortakyaşam, yenilik
üretir. Her zaman bir nedene dayalı olarak farklı yaşam biçimlerini bir araya
getirir.
Fransa’nın kuzeybatı kıyısındaki Brötanya’da ve Manş
Denizi’ne bakan kıyılarında, gerçekte deniz yosunu olmayan, tuhaf bir “deniz
yosunu” yaşar. (17) “Bitki-hayvanlar” Aslında bu iki varlık (alg ve kurtçuk)
birbiriyle öylesine iç içedir ki, çok güçlü bir mikroskop olmaksızın hayvanın
nerede bitip alglerin nerede başladığını söyleyebilmek çok zordur.
18
Hidralar hayvan mıdır, bitki midir? Besin üreten ortakları
(Chlorella) yeşil hidranın içine yerleşmiş olduğunda, bunu yanıtlamak kolay
değildir. Yeşil renkli hidralar ortakyaşarlardır. Fotosentez yapabilir,
yüzebilir, bir yerden bir yere gidebilir ve hareketsiz kalabilirler. Yaşam
oyununda elenmemelerinin nedeni, birleşme yoluyla birey olabilmeleridir.
46
Günümüzün bitki hücrelerinin ataları bu eski yeşil alglerdi,
onları oluşturan ayrı ayrı bileşenler ise bugün hâlâ hayatta ve sağlıklı;
yüzüyor, fermantasyon yapıyor ve oksijen soluyorlar.
47
… ben … hayvan ve bitki mitokondrilerinin aynı soydan
atalarının serbest yaşayan bakteriler olarak ortaya çıktığını ileri sürüyorum.
Hücre içi güç kaynakları olan mitokondriler, bütün hayvan, bitki ve mantar
hücrelerinin içinde kimyasal enerji üretirler. Mitokondriler ayrıca bitki,
hayvan ve mantarların evrildiği, protoktist denilen sayısız mikrobik varlığın
çoğunda bulunur. Yalnızca sayısal olarak bakıldığında, Yeryüzü’ndeki egemen
yaşam biçimi insanlar değil, kloroplastlar ve mitokondrilerdir. Biz insanların
gittiği her yere mitokondriler de gelir, çünkü onlar içimizdedir; kaslarımızın,
sindirimimizin ve düşünce üreten beynimizin metabolizmasını güçlendirirler.
65
Hiçbir şekilde sperm, yumurta ya da hayvan embriyosundan
gelişmemiş, ata konumundaki protistler hayvan değildir. Bu grup inanılmaz
ölçüde çeşitlilik barındırır. Elliden fazla belli başlı filum günümüzde hâlâ
yaşıyor. Bunların içinde diyatomlar, kahverengi algler, silliler ve daha az
bilinen, “yaşamın heryerdeliğini” temsil eden, pek çok canlı grubu bulunur.
İster amip olsun, ister silli, hipermastigot ya da başka bir şey olsun, bunlar
hayvan değildir.
Biyologların “mavi-yeşil alg” dediklerini duyduğumda da
irkiliyorum. Böyle bir şey yoktur. Bu mavi-yeşil mucizeler her bakımdan
fotosentez yapan bakterilerdir. Aynı ölçüde rahatsız edici olan, “tek hücreli
hayvan” terimidir. Ne öyle bir şey vardır, ne de “üst düzey bitkiler” veya “çok
hücreli bitkiler”. Bütün bitkiler ve bütün hayvanlar, tanımları gereği çok
hücreli olan embriyolardan gelişir. Bütün bitkiler ve hayvanlar çok hücreli
olduklarından böyle bir sıfat kullanmak yersizdir.
61
Taksonomi, organizmaları tanımlama, adlandırma ve
sınıflandırma bilimidir. Adlar ve sınıflandırma şemaları, çok miktardaki
bilginin düzenlenmesini sağlar. Taksonomiler, haritalar gibi, ayırt edici
seçkin özellikleri açığa çıkarır. Ne var ki, … antropolog Gregory Bateson’un …
sözündeki gibi, “Harita, arazinin kendisi değildir.”
66
Yalnızca hastalık nedeni olarak görülen bakterilere,
günümüzde olduğu gibi o tarihlerde de hemen her zaman “düşman varlık” damgası
vuruluyordu. Modern tıbbın “silahları” ile “alt edilmeyi” nasıl da
beklediklerine dikkatinizi çekerim. Bakterilerin öncelikle askeri, düşmanca
terimlerle tanımlanması kuşkusuz gülünçtür: Bakterilerin çoğu havadan daha
zararlı değildir ve tıpkı hava gibi ne vücudumuzdan atılabilirler, ne de içinde
bulunduğumuz ortamdan. Oysa birçok kişi hâlâ yanlış bir biçimde, mevcut olan
her tür bakterinin kökünün kazınması gerektiğine inanır. Bakterilerin hakkından
gelinmesi gereken şeyler olduğu düşüncesi, Wallin’in zamanında (1920’ler) şimdikinden
de güçlüydü. Nasıl olur da sağlıklı bir dokuya “yerleşebilirlerdi”? Wallin’in
meslektaşları haritayla araziyi birbirine karıştırmıştı.
Günümüzde çoğu kişiye göre yaşam, kendiliğinden üç
kategoriye ayrılır: bitkiler (besin ve süs olarak), hayvanlar (evimizde
beslediğimiz hayvanlar, deniz ürünleri ve insanlar gibi) ve mikroplar (ortadan
kaldırılması gerekenler). Bu görüşün yaygınlığı oranında tehlikeli olduğunu ne
zaman anladığımı hatırlamıyorum… Bu aşırı basitleştirilmiş kültürel
zırvalıkları, binbir güçlükle ulaşılan bilimsel gerçeklere çok daha yakın
kavramlarla değiştirmeye çalışıyorum. Bakteriler en az iki milyar yıllık bir
kimyasal ve sosyal evrim geçirene dek, Yeryüzü’nde ne bitki ne de hayvan vardı.
… mantarlar da Yeryüzü’nün yeni canlılarıdır.
67
Günümüzdeki bütün bitki ve hayvanlar dışında en azından üç
başka yaşam biçimi daha var. Gerçek biyolojik çeşitlilik de, işte burada,
hayvan ve bitki olmayan yaratıklarda yatıyor.
Aristo öncesi dönemlerden beri hüküm süren büyük
bitki-hayvan ayrımı artık çöküyor.
Yaptığımız çağdaş değişiklik iki katmanlı bir beş alem
sınıflandırmasını kapsıyor. Tüm yaşam biçimleri içinde en büyük ayrım,
sembiyogenezle evrilmemiş “prokaryotik” hücrelerden oluşan bütün bakterileri
içeren birinci katmandaki prokaryotlar ile ökaryotik hücrelerden oluşanların
hepsini içeren ikinci katman arasındadır. Ökaryotların, yani çekirdekli
hücreleri olan organizmaların tamamı, sembiyogenezle evrilmiştir. Bu grup
proktistleri, mantarları, bitkileri ve hayvanları içerir.
73
… bitkilerin ve hayvanların hayatta kalma stratejileri
farklı olsa da, büyük yapısal benzerlikleri vardır. Bitkiler de, hayvanlar da,
zarla çevrili çekirdeklerin içinde kromozomlar taşıyan hücrelerden oluşur. Her
iki grup da yumurta, sperm ve embriyo üretir.
… serbest yaşayan her türlü amip bir protisttir. Amipler,
silliler, alg hücreleri, suyosunları ve amiplerin kolonileşmiş şekilleri,
Protoktista’dır.
74
(Protoktistler) Hepsi de su canlısı olmakla birlikte, ne
hayvan ne de bitkidirler. Kimi proktistlerden (zoomastigotlar) hayvanlar,
kimilerinden (klorofitler) bitkiler, kimilerinden de (kitridler) mantarlar
evrilmiş olsa da, hiçbir proktist hayvan, bitki ya da mantar değildir.
75
Virüslerin bu beş alemden hiçbirine girmediği kanısındayız.
Canlı hücrelerin dışında asla bir şey yapmadıklarından, bunlar canlı değildir.
Virüsler canlı hücre metabolizmasına gerek duyarlar, çünkü kendi
metabolizmalarını üretecek koşullardan yoksundurlar. Varlığını sürdürmenin
kesintisiz kimyası olan metabolizma, yaşamın temel özelliğidir.
Ancak yine de virüsler, Yeryüzü'ndeki yaşam öyküsü açısından
önem taşırlar.
… virüslerin bakterilerden ya da insan hücrelerinden daha
"mikrop", daha "düşman" olmadıkları (sözünü etmeye değer
başka bir noktadır).
76
… (bakteriler) beslenmeye çalışırken içsel birleşmelere
girdiler ve taşıdıkları virüslerle birlikte ya da onlarsız, gen alışverişinde
bulundular.
Günümüzde, 250.000 kadar canlı protoktist türü var. Soyu
tükenmiş olanların sayısı bundan da fazla. Arkalarında bıraktıkları küçücük
kalıntılar, yani mikrofosiller, eskiden varolduklarını bildiriyor bize.
Kimi protoktistlerin ardılları sonunda eşeyli olarak üreyen
bitkilere ve hayvanlara dönüştüler. Atalarımızdaki ortakyaşama dayalı
bakteriyel eşevrim, protoktist öncüllerimize yol açtı. Her birimiz kocaman
birer mikroorganizma kolonisiyiz. Eski protistler, artık gösterişli dokuları ve
organlarıyla, son derece iyi örgütlenmiş hayvanlar oldu.
81
Yaşam birimleri, ister bakteriyel olsun ister çekirdekli,
hücrelerdir. Gözümüzle gördüğümüz bütün organizmalar çekirdekli hücrelerden
oluşur.
85
… ilk canlının bitki de, hayvan da olmadığından hiç kimsenin
kuşkusu yok.
Yapılan son araştırmalar en küçük, en basit bakterilerin
bize çok benzediğini ortaya çıkarmıştır. Bizim kullandığımız bileşiklerin aynısını;
proteinleri, yağları, vitaminleri, nükleik asitleri, şekerleri ve öteki
karbonhidratları kullanarak, metabolizmalarını durmadan çalıştırırlar.
Doğrudur, en basit bakteri bile son derece karmaşıktır. Ama iç işleyişi gene de
daha büyük canlılarınkine benzer.
88
Atalarımız olan mikroplar, birer bakteriydi.
89
1953'te … Stanley L. Miller, cam laboratuvar gereçlerini,
dipteki sterilize suyun yüzeyinde dolaşan gazlarla doldurdu. Yeryüzü^nün ilk
zamanlarındaki kimyasal ortamın bu temsili minyatürüne bir hafta boyunca
elektrik akımı vererek şimşek etkisi yarattı. Kağıt kramatografisi yöntemiyle,
kendiliğinden oluşan pek çok organik bileşikten kimilerini ayırdı. Bu
bileşikler arasında, bütün proteinlerde ve canlı varlıkların bütün hücrelerinde
bulunan alanin ve glisin adlı iki amino asit olduğunu farketti.
Stanley gibi yirmi iki yaşındaki bir insan, laboratuvarda
birkaç gün içinde aminoasit üretebiliyorsa, Yeryüzü laboratuvarı binlerce ya da
milyonlarca yıl süren bir deneyle neden yaşamı üretemesin?
92
Yaşam, kendi karmaşık düzeniyle, termodinamiğin düzensizliğe
doğru önlenemez eğilim yasasını çiğnemez.
93
Bence, DNA ya da RNA’ların serbestçe yüzdüğü şu dillere
destan ilkel çorba hiç varolmadı; çünkü nükleik asitlerin yok edilmeleri,
kendiliğinden oluşmalarından çok daha kolaydır. Zarlı yapılar yaşamın olmazsa
olmaz koşuludur.
97
Morowitz, süreklilik ilkesini kullanarak, ototrofların, yani
kendi besinlerini ve kendi enerjilerini organik olmayan maddelerden üreten
bakterilerin, zarla çevrili ilk hücreler oldukları sonucuna varıyor.
Fotototroflar yemek zorunda değildirler; enerji olarak güneş ışığını
kullanırlar. Kemotroflar da yemek zorunda değildirler; enerji olarak ışığın
yardımı olmaksızın, hidrojen bakımından zengin kimyasal maddeleri kullanırlar.
Fotototroflar da, kemotroflar da, karbonu atmosferdeki karbondiyoksitten
alırlar. Her ikisi de organik bileşikleri yemez; yani besin almaz. Bitkiler;
siyanobakteriler; amonyak, sülfür ve metan oksitleyen bakteriler birer
ototroftur.
Ototrofun karşıtı, besin yiyen organizma (otobur, algobur,
bakteriobur, etobur, ya da kendi cinsinden olanı yiyen), yani heterotroftur.
“Besin yemek”, önceden oluşmuş organik maddenin alınması demektir. Tüm
hetetroflar, ototrofların ürettiği organik molekülleri yer. Ototroflar ise
besin olarak havayı, çoğalmak için de güneş ışığını “yer”, ya da hidrojen gazı
(H2), metan (CH3), hidrojen sülfür (H2S), amonyak (HN3) gibi hidrojen
bakımından zengin bileşiklerin zararlı gücünü kullanırlar. … Morowitz,
Yeryüzü’nün ilk cansız jeokimyasına hâlâ çok yakın olan ototrofların, hepimizin
türediği ilk örnek olduklarını düşünüyor.
101
Döllenmiş yumurta, kendi türünün tanınabilen bir üyesi
haline gelir. Embriyodan gelişen bu yeni iribaş, yosun gövdesi, tohumlu bitki,
sürüngen, ağlayan bebek, ya da çok hücreli bir başka genç varlık, hayvanlarla
bitkilerin birbirleriyle, geri kalan canlılarla olduklarından çok daha yakın
ilişki içinde bulunduklarının canlı bir kanıtıdır. Embriyo oluşturmayan pek çok
canlının cinsel yaşamı, bitkilerin ve hayvanlarınkinden önemli ölçüde
farklıdır.
103
Programlı ölüm, cinselliğe dayalı yaşam tarzının tartışılmaz
sonucudur. … Proktist ataların bitki ve hayvan gövdelerine doğru evrimi, ödün
ve kayıp vermeyi zorunlu kıldı; çok hücrelilik ve karmaşıklaşma, her gövdede
yaşlanmaya ve ölüme davetiye çıkardı. Tam anlamıyla gövdenin dış kabuğunun
dağılması olan ölüm, mayoz bölünmeye dayalı cinselliğin acımasız bedeli oldu.
107
Hayvanlar, coelenteratlar (torba vücutlular), brachiopodlar
(kolsuayaklılar) ve geri kalan otuzbeş filum, yaklaşık 500 milyon yıl önce
okyanuslarda gelişti. Hayvanlar, bitki ve mantar gibi karada yaşayan organizma
alemlerinden çok önce ortaya çıktı.
109
Bitkiler, suda yaşayan yeşil protoksistlerden, çimen yeşili
tipteki alglerden evrildiler. Bildiğimiz algler içinde, Japon lokantalarında,
suşi dolmalarının yenebilir sarma malzemesi olarak kullanılan, iyot bakımından
zengin rodofitler (kırmızı algler) de vardır. Rodofitler gibi deniz yosunları
ve diğer bütün algler, herhangi bir embriyodan gelişmedikleri için bitki
değildirler.
112
Toprak altında uzanan kökleriyle birbirine bağlanan kara
hindiba çiçeği, çilek, kurdayağı gibi, eşey katkısı olmaksızın yetişen bitkiler
bile er geç cinsel davranış içine girerler. Tamamı dişi olan kertenkele
grupları gibi cinsellikten vazgeçmiş görünen hayvanlar, hâlâ mayoz bölünme ve
döllenmeyle, hücre düzeyinde cinsel süreçlerden geçerler. Tek kromozom dizisine
sahip dişi hücre, bir başka dişi hücreyle kaynaşır. Anne, kendi kendine
yaşadığı hücre cinselliğiyle, hayvan embriyosuna dönüşecek olan babasız zigotu
üretir.
Adeta barok tarzı görkemli birer yapı olarak “biz”, aşağı
yukarı her yirmi yılda bir kaynaşmış ya da mutasyona uğramış ortakyaşar
bakterilerce yeniden inşa ediliyoruz. Vücutlarımız mitoz bölünme yoluyla
kendini kopyalayan protoktist eşey hücrelerinden oluşuyor.
113
Yaşayan yaklaşık 250.000 protoktist türünden yalnızca birkaç
tanesinin (amipler, cıvık mantarlar, yeşil algler, silliler) adı var. Bunlar
bile biyoloji derslerinde tuhaf yaratık muamelesi görüyorlar.
Bitkilerin ve hayvanların embriyo yapmaları için, hücre
çekirdeklerinin cinsel anlamda birbirini çekmesi ve kaynaşması gerekir. Onlar
için cinsellik tercihe bağlı bir şey değildir. Oysa pek çok protoktist,
cinsellikle hiç uğraşmadan, sürekli çoğalmanın keyfini çıkarır.
121
Fosil kaydı bırakan en eski büyük kara organizmaları,
herhalde bitki-mantar yapılarıydı. Dünyadaki en eski bitki fosilleri,
çakmaktaşı adıyla tanınan bir kaya türü olan silekste ortaya çıktı.
125
Ağaçlar, selüloz ve linyinin (odunözü) sağlamlaştırdığı,
dallara ayrılan doku ağlarıyla hiç kuşkusuz damarlı bitkilerdir. Linyin, ağaca
sertliğini veren polifenolik karbon kimyasallarından oluşan karmaşık bir
bileşimdir. Ağaçların en az 400 milyon yıl önce ortaya çıkması, tüm biyosferi
yukarı ve dışarı doğru harekete geçirdi.
128
Ağaçlar, güve tırtıllarının yapraklarına saldırdığını
komşularına duyurmak için “uçucu” maddeler salgılar. İç uyarılara duyarlılık,
yani benliğin hissedilmesi, herhalde benliğin kendisi kadar eskidir.
131
Metan gazını bakteriler üretir, bunlardan başlıcaları sulak
topraklarda ya da sığır işkembesinde yaşayan metanojenlerdir.
132
Atmosferdeki metan gazı hemen oksijenle tepkimeye girerek
karbondioksit oluşturur. Havadaki metan gazının düzenli olarak yenilenmesinin
nedeni, her zaman için milyonda iki ile yedi arasında değişen yoğunluklarda
bulunmasıdır.
134
Dürüst olmalıyız. Türümüze özgü kendini beğenmişlik
duygusunu üzerimizden atmalıyız. Öteki tüm canlıların kendisi için yaratıldığı,
“seçilmiş”, benzersiz bir canlı türü olduğumuzu gösteren hiçbir delil yok.
Sayıca çok, güçlü ve tehlikeli olduğumuz için en önemli tür de değiliz.
Kayrıldığımız yanılsamasını ısrarla sürdürerek, asıl konumumuzu, yani dik
duran, çelimsiz memeliler olduğumuzu örtbas ediyoruz.
135
Hiçbir insan kültürü, tüm yaratıcılığına karşın, denemeye
kalkışsa bile, bu gezegende yaşamı ortadan kaldıramaz. … Yaşamın merkezi ne
insanlar ne de herhangi bir başka türdür. İnsanlar yaşam açısından merkezi önem
bile taşımazlar.
136
Yaşam, özellikle de bakteriyel yaşam, güçlü bir bünyeye
sahiptir. Başlangıçtan beri felaketlerle ve yıkımla beslenmiştir.
Bakteriler önceleri, kendi gövdeleri için gereken hidrojeni
(H2) dosdoğru havadan çektiler. Ardından, yanardağların püskürttüğü hidrojen
sülfürü (H2S) aldılar. Sonunda, mavi-yeşil bakteriler, hidrojen atomlarını
sudan (H2O) çekip aldılar. Oksijen, metabolizmanın atık ürünü olarak dışarı
boşaltıldı. Başlangıçta felakete yol açan bu atık, sonunda yaşamın süregelen
gelişimine güç verdi. Yeni atıklar yaşamın dayanıklılığını ölçer ve
yaratıcılığını kamçılar. Soluk almamız için gereken oksijen, önceleri bir
zehirdi, hâlâ öyledir. … Siyanobakterilerin atıkları bizim temiz havamız oldu.
Biz insanlar, gereksindiğimiz hidrojeni, bitkileri ya da başka hayvanları yiyerek
elde ederiz. Onlarsız yapamayız. Yeni evrilmiş varlılar, çoğu kez öteki
canlıların enerjilerini, besinlerini ya da atıklarını kullanarak hızla gelişip
büyürler.
141
Lovelock bu soruları (Gaia Güneş’in gitgide artan
parıltısını dengelemek üzere, tüm gövdesini nasıl soğutabilir, gibi), Gaia’nın
gezegen ortamını ayarlamak için bilince gerek duymadığını söyleyerek
yanıtlıyor. … Yaşam…, hücresel büyüme ve üremesiyle ilgili kimyasal döngüleri
tekrarlayarak büyüleyici “tasarımlar” üretir. Düzen, tekrarlanan bilinçsiz
etkinlikler tarafından sağlanır. … İç uyarılara duyarlılığın özbilinç
şeklindeki evrimi, hayvanların ve beyinlerinin gelişmesinden çok daha önce
gerçekleşmiştir.
144
Hiçbir gök cismi çarpışması ya da nükleer patlama, Gaia’nın
bütünlüğüne yönelik bir tehlike oluşturmaz. Şimdiye dek biz insanların,
egemenliğimizi kanıtlamak üzere yaptığımız tek şey yayılmak oldu. Sayımız git
gide artsa bile küstah, kalın kafalı ve hâlâ en yeni tür olarak kalacağız.
Dayanıklılığımız, aldatmacadan başka bir şey değil. Sınırsızca büyüme
eğilimimize direnecek aklımız ve disiplinimiz var mı? Bu gezegen nüfusumuzu
arttırmayı sürdürmemize izin vermeyecek.
.
.
.
.