.
.
.
.
Sözün Düşüşü
Jacques Ellul
Paradigma Yayınları, 1998 İst.
11
“insanlığı kurtarma isteği duyan herkes
günümüzde, öncelikle sözü
kurtarmalıdır.”
12
Gerçeklik, tartışmaya kapalı şeylere, yalnızca
gözlemleyebildiğimiz şeylere atıfta bulunur. Gerçeklik bizi, kendisini kabule
zorlar. Söz gibi hakikat de sınırsız ölçüde açık-uçludur ve düşünmeye, tepkide
bulunmaya, ilişkiye ve diyaloga davetiye çıkarır. Gerçeklik, göz önünde
bulundurduğumuz şey konusunda bizim kendisi karşısında eleştirel olmamızı
sağlayacak zorunlu mesafede tutum takınmamıza izin vermeyi reddeder. Modern
toplumda hakikati, nihai hakikatimiz haline gelmiş bulunan gerçekliğe -özellikle bilimsel gerçekliğe- dayanıyorsa kabul etme
eğilimindeyiz, yalnızca.
13
Aynı şekilde, sözlere (words) yalnızca, kendilerini destekleyen
bir görsel (visual) delile sahip iseler inanma eğilimindeyiz. İmajlarla dile
getirilemeyen şey, her ne olursa olsun, bize göre, ciddi öneme veya hatta
varoluşa sahip değil gibidir.
Söz ve imaj, hakikat ile gerçeklik arasındaki dikatomi,
... (ayrılma,
ikilik)
...yerine getirilmemiş vaadlerdir...
Fakat imajlar sözün etkisini nötralize etme
eğilimindedirler ve bu durum sözü, egemen imajlara konulmuş gereksiz bir
“dipnota” dönüştürürler.
14
Dil ... bazı yapısalcı entellektüeller tarafından
aşağılanmıştır.
...Yazara göre, modern dünyanın imajları
tercihi, Kilise!’nin onları söze tercih ettiği zamandan, yani ondördüncü
yüzyıldan kaynaklanmaktadır.
15
Sözden çok imajları tercih ettiğimizde, daha
az insan oluruz.
17
sentagmatik
metadil
bir başka gerçeklik ... ispatlanamaz
gerçeklik
jest
mimik
film dili
18
sinematik dil
Dili kodlardan, gösterenlerden, sentegma
(syntigma), semiyotik ve semiyolojiden sözederek tanımlamak, problemi çözmez.
Söz yazılı olabilir ve yazı vizüel (görsel)
olabilir
Duyduğum şey, gördüğüm şeyin kompoze ettiği
diğer evrenden farklı bir evren oluşturur.
19
Genel tecrübemiz içinde görme ve işitme
birbiriyle ilişkilidir ve ikisi arasındaki tam denge, kişinin dengesini üretir;
bu yüzden birinin diğerine galip gelecek tarzda üstün hale getirilmesi
tehlikelidir.
Her kişi, gördüğü ve işittiği şeylerin,
gösterdiği ve konuştuğu şeylerin bir araya gelmesinden oluşur. ... Bu iki
evren, var oluşun her düzeyinde karşı karşıya gelirler.
İnsanın dikey konumu
20
İnsani konuşma dilini ... şu unsurlar
karakterize eder: dokunma veya vizüel ile aktarılabilen şeyin sınırlarının
aşılması, onun ötesine geçilmesi ve imhası.
İnsani dildeki bir işaret, bir nesneye tekabül
etmez. Bir kelime yankıları düşüncelerle iç içe geçmiş bulunan hislere,
irrasyonaliteyle sarmaş dolaş nedenlere, hiçbir yere götürmeyen güdülere,
koordine edilmemiş dürtülere çağrıda bulunur.
Farklı bir hakikat alanına aittirler
21
image (ing.): imge, hayal;
izlenim; kopya, eş; put, tapıncak
görüntü (ing.): spectre,
phantom; image; frame, picture; vision
Bakışımla uzayı kendi uzayıma dönüştürüyorum.
Bu gerçeklik imajlarını birbirine bağlayarak,
onu bir bütün olarak kavrıyor ve bakma eylemimin bir sonucu olarak onun bir
parçası haline geliyorum.
Perspektifin burjuva evrenini dile getiren bir
Rönesans icadı olduğunu düşünen aşırı ölçüde garip ve dogmatik görüş tarafından
reddedilse de...
22
Bakma bana, çevremi saran dünya ile ilgili
bilgi sağlar. O bana, her biri gerçekliğin uzaydaki bir imajı olan enformasyon
parçalarını biriktirme imkânı sağlar. Bu tür bir yanılmaz enformasyon kaynağı
bulunmaksızın, söz konusu gerçekliğin bir parçası haline gelmem nasıl
mümkündür? Bu türden enformasyon sağlam ve kesindir; gerçeklikten söz eder
yalnızca. Başka hiçbir şeyi, başka hiçbir yönelimi içermez. Fiziksel olarak
göremediğim şeyin ötesini anlama, ona iştirak etme ve onu görme imkanını, bana
farklı bir etkinlik verir.
24
vizüel imaj
Karanlık korkusu, aynı belirsizliğin
sonucudur. Dünya merkezi noktasını kaybeder.
Görme bana, bütün bir gerçeklik alanını, somut
nesneleri ve uzayı sunar ve dolayısıyla eylemde bulunmama imkan verir. Uzaysız,
hiçbir eylem mümkün değildir.
26
Görmem
(sight) gerçekte sürekli değildir; bakışımı aynı süpürge otu üzerinde
sabitleştirdiğim zaman bile. Onun değiştiğini göremem. Onu görürüm ve bir an
sonra tekrar görürüm ve bu imaj algılanamaz ölçüde farklıdır.
Vizüel dünya, noktalara dayanır. İmajlar
yalnızca, resmin bütününün bir parçası olarak bir kimlik edinecekleri biçimde
birleştirildiklerinde değer kazanan noktalardır.
İmaj an’da mevcuttur. O yalnızca vardır. O,
“şimdi orada” bir şeye tanıklık eder. İmaj şimdide varolur ve beni yalnızca bir
şimdiye götürür.
Gördüğüm şeyin ortasında kalırım. Ondan asla
kopamam ve o sırada mevcut değilmişim gibi eylemde bulunamam veya hatta,
gördüğüm şeyden bağımsız biçimde düşünmeye başlayamam.
27
Nesneleri
görürüm ve ellerimi üzerine koymaya itilirim. ... Vizyondan mahrumiyet içinde
kendimi, hiçbir şeyin tam görünmediği karanlığın
denetlenemezliğinde bulurum.
Sonuçta, vizüel olan diyalektik olamaz. (?)
28
Görülen şey, inşa edilen şeydir. İmajın,
bireyin kültürel arkaplanına bağlı olduğunu söyledik. Bu noktadan daha ileriye
gitmeliyiz. Görme, zihnimizde daha önceden varolan bir eidolon’a, daha önce kurumlaşmış bir imaja, belirli bir insanlık
nosyonuna atıfta bulunur ve bunlardan kaynaklanır.
31
Görme, uzaysaldır. Ses alanı zamansaldır ve
bizi bir kaplamdan çok, bir süreye yerleştirir.
32
Gördüğüm şeyin anlamını kavramam için beklemem
gerekmez. Fakat, henüz başlamış bulunan cümlenin tam anlamını kavrayabilmem
için, daima beklemem gerekir. (Sanatsal bir yaratım sürecinde zaman ve mekan
nasıl düzenlenir?) ...kendilerini daha sonra duyurabilen “donmuş sözler”
yoktur. Zaman geri gelmez; ve konuşma ebedi değildir. (çalışmalar)
33
Sözün bir nesne haline gelmesi için, biri
tarafından yazıya dönüştürülmesi gerekir. Fakat bu durumda artık o konuşma
değildir. Yine de o, bu biçiminde bile zamanı içerir. ... Yazılı sayfaya,
hiçbir şekilde anlık yaklaşım mümkün değildir; görme, söze uygulandığında zaman
alır. Söz, yazıya dönüştürülerek gözle görünür kılındığında bile bağımsızlığını
korur.
Dilde, söylenmemiş bulunan şeyin de bir rolü
vardır. Daha açık şekilde dile getirmek gerekirse, bazen, söylenmiş bulunan
şey, söylenmek istenen şeyi gizler ve diğer taraftan bazen, söylenmemiş şeyi
açığa çıkarır. (Görüntüye dönüştürülemeyen dilin özellikleri: alegori, metafor
vb. Daha sonra değinecek...)
34
Söyleyecek bir şeyim var mı? Bu anlayış,
modern lingüistler ve modern ressamlarca mahkum edilmiş bir anlayış olmasına
rağmen, ben, söyleyecek bir şeyim olduğu için konuştuğumda ısrar ediyorum.
Konuşma, bizi ayıran sınırsız boşluğu
doldurur. (Derrida)
35
Bazıları aptalca dili, içinde her bir sözün
matematiksel kesin bir anlam, tek bir anlam bulunan cebir gibi kesin bir şeye
indirgemeye çalışır. Her bir söze yalnızca tek bir anlamı bulunan bir deli
gömleği giydirilebilecektir; öyle ki, söylediğimiz şeyi bilimsel kesinlikle
bilebilelim. Ve mesajımızın alıcısı daima, kastettiğimiz şeyi tam olarak
bilebilsin.
36
Anlamın belirsizliği ve dilin çokanlamlılığı
yaratıcılığa kaynaklık eder.
37
Konuşma anı ile konuşmanın alınma anı arasında
sembol, metafor ve analoji doğar..
Dilin belirsizliği ve çokanlamlılığı ona,
fonksiyonunu yerine getirme imkanı sağlar. Bilinmeyene, hem ifade edilemez olan
şeyi ifade etmemize imkan veren sembolik dil aracılığıyla hem de sözel (verbal)
özdeşleştirme yoluyla ulaşırım.
Belirsizlikler ve yanlış anlamalar ağı
içindeki metaforlar, benzeştirmeler, kıyaslar ve mitler arasında uzlaşma
boyverir. Böylesine bir “gürültü”nün (parazitik sesler anlamında) ortasında,
söz ve anlam görünür hale gelerek, içinde kalbin kalple buluştuğu problemsiz
bir uzlaşmaya ve uyuma imkan verir. Kişinin varlığının en iç çekirdeği, dilin
bu arabuluculuğunun uzlaştırıcılığı ve elçiliği sayesinde diğer kişinin en
derin iç varlığına ulaşır.
38
Tarih, yanlış anlamalarımız ve yorumlarımız
tarafından üretilir. ... Tarih, dilin ve sözün ürünüdür.
Sonunda, anlamanın gerçekleştiği birçok
başarısız girişimden sonra dilin anlaşıldığı an gelir.
39
Tek bir anda bütün düşünce ortaya çıkar: öteki
kişinin tezi sırf retorik olmaktan çıkar; sembolleri ve metaforları artık
anlamsız değildir.
Ani kavrayış, anlık olması dışında görmeyle
hiçbir ortak özelliğe sahip değildir. Kavrayış (seziş) bir vizyon türü değil,
daha çok bir ışımadır.
Söz bizi zamana yerleştirir. O, bizi, sonsuz
sayıda yanlış anlamalar, yorumlamalar ve çağrışımlarla birlikte yaşar duruma
getirir.
O, kurumlara kaynaklık eder. ... Biz, içinde
dilin kolayca hareket ettiği alanlar olarak mitlerden, sembollerden, allegorilerden (kinayelerden),
metaforlardan, benzeştirmelerden ve tarihten söz ettik. Bu bağlamlarda o, tam
kıvamına ulaşır ve hakiki söze dönüşür. Başka bir deyişle,, dil, gerçeklik
yerine Hakikate atıfta bulunduğunda kesindir.
40
gerçeklik
– hakikat
Dilin
normalde Gerçeklik’ten çok Hakikat’le ilgili olduğunu söylediğimde yalnızca,
insani varlıklar olarak kullandığımız iki bilgi düzeninin, iki referans türünün
bulunduğunu dile getirmek istiyorum. Çevremizi saran somut, yaşanan gerçekliğe
atıfta bulunanlar ve konuşma evreninden gelen diğerleri vardır. Konuşma evreni
bizim icadımızdır –kurduğumuz ve sözlerimizden doğan bir evrendir. Anlamı ve
anlamayı dilden çıkarırız ve o bize,
fantazmik, şizofrenik ve hayal ürünü ya da tercih ettiğimiz başka herhangi bir
isimle adlandırabileceğimiz diğer evrene girmek için yaşadığımız gerçekliğin
ötesine geçme imkanı sağlar. Başlangıçtan itibaren insanların, kendilerini
doğrulanabilir evrenden farklı bir şey olarak kavrama yolunda bir baskıyı
hissettiklerinden ve onu dille şekillendirdiklerinden eminim. Bu evren, hakikat
diye adlandırdığımız şeydir.
Önemli olan şey, dilin başlıca değerinin
hakikatte yatıyor olmasıdır. Dil, gerçeklikle ilgili değildir; sürreel,
meta-reel veya metafizik diye adlandırabileceğimiz bu farklı evreni yaratma
kapasitesiyle ilgilidir. Kolaylık olsun diye onu, hakikat düzeni diye
adlandıracağız. Söz, hakikatin yaratıcısı, kurucusu ve üreticisidir.
43
Konuşmamızın çevresinde daima bir sınır vardır. Daha açık bir
biçimde dile getirmek gerekirse, karşılıklı konuşma basılı sayfa gibidir; bütün
kenarları sözsüz beyaz sınırlarla çerçevelenmiş, ancak hiçbir şekilde herhangi
bir sözle doldurulamayacak olan basılı bir sayfa gibidir.
44
...hakikat apaçık değildir.
45
Uygarlığımızın büyük günahı (tekniğin
ağırlıklı etkisinden doğan bir problem) gerçekliği hakikatle karıştırmasıdır.
Gerçekliğin hakikat olduğuna inanır hale getirildik: gerçekliğin biricik
hakikat olduğuna.
Doğrunun gerçeklikte içerildiğini ve gerçeklik
tarafından ifade edildiğini düşünüyoruz. Daha fazlasını değil.
46
...söz çokanlamlıdır. ...imaj gerçeklik
alanından kopamaz. İmaj çokanlamlı değildir.
Hakikat konusunda yöneltilen sorular,
verilemeyen cevabın yerine ikame edilerek onun doğası hakkında ipuçları elde
edilebilir.
Böylece, bir insanın nihai hedefiyle ilişkili
herhangi bir şeyin Hakikat alanına ait olduğunu varsayabiliriz. Bu anlamda
“hedef” “hayatın anlamı ve istikameti”yle aynı şeydir.
47
Sözle imaj arasındaki karşıtlık, idealizmle
materyalizm arasındaki karşıtlık değildir. ...Praksisle doğru arasında Marks
tarafından kurulmuş bulunan tam ilişki, söz’dür. Praksis –gerçekliği değiştirme
amacına yönelik bir eylem olarak ortaya çıkan, doğrunun yalnızca sınırını ve ölçüsünü
oluşturan eylemdir- dilin başlattığı ve ürettiği bir zorunluluktur. Ve dil aynı
zamanda, praksisi doğrulama ve tanımlama aracıdır. Bu nedenle söz, Marks’ta
bile, bütün bir praksisten önce gelir.
48
Öte yandan imaj, gerçeklik alanına aittir. O,
hiçbir şekilde, hakikat düzeniyle ilgili herhangi bir şeyi taşımaz. O, görünüş
veya harici davranış dışında hiçbir şeyi kavrayamaz. O, ruhsal bir tecrübeyi,
adalet ihtiyacını, kişinin en derin duygularının tanıklığını nakledemez veya
doğruya tanıklık edemez. Bütün bu alanlarda imaj biçimsel kalır.
49
Bizim kuşağımızı, hem aktüel düzeyde, hem de
zihni meşguliyetlerimizde, gerçekliğin bu başka herşeyi dışarıda bırakan
üstünlüğü karakterize eder. Tekniğin mucizelerine, zamanımızın egemen tarzına
ve ekonomik sorunlarına aşırı ilgiyle, bu yöne doğru savrulduk ...Marksizm bu
konuya mutlak olarak egemendi ve bilimin, biricik mümkün hakikatin (doğrunun),
gerçekliği bilmekten ibaret olduğuna, hakikatin delilinin gerçekliğe göre
başarı olduğuna inanmış müminleri vardı.
50
İmaj, kişi onda hakikati görmeye çalıştığı
ölçüde yanlışlığa ve illüzyona dönüşür. ...Bütün aklama teknikleri, hakikatin
gerçeklikle karıştırılmasından doğar.
...toplumumuzdaki imajlar daima, mekanik bir
tekniğin ürünüdürler.
İmaj, bir gerçekliği dile getirir; ancak, o
bize gerçekliği, zorunlu olarak bir hileyle sunar. Bu bakımdan imaj,
aldatıcıdır: o, oyun olduğu halde, kendisini gerçeklik diye takdim eder; o,
doğru olamayan bir şeyin yansıması durumunda olduğu halde, sözsüz hakikat olma
talebinde bulunur.
51
Söz günümüzde, yalnızca gerçekliği dile
getirmek üzere kullanıldığı için değerini yitirmiştir.
52
Bütün insani konuşma, doğası gereği bir
kişiyle bağlantılıdır. ...,söz kişiye eşdeğerdir.
İmajlar açıkça söze tabi kılındığı sürece,
dili imajlarla birleştirmek, imajlara bir başka istikamet ilave etmek ve onlara
anlam vermek iyidir. Çünkü, gerçekliğin bizatihi kendisi gibi imaj da , asla,
bir insani kararın hammaddesinden başka bir şey olamaz.
56
Kierkegaard, görmenin, felsefecinin bir
seyirci ve felsefenin spekülasyon olarak görüldüğü Batı felsefesi içindeki
imtiyazlı konumuna şaşırtıcı bir saldırıda bulunur.
Platonizm görmenin felsefi hakimiyetini tesis
eder ve Hegel onu yakından izler. Platon, şeylerin özünü, onların algılanması
temelinde tanımlar. Doğru bilgi, düşüncelerin ve form’un bilgisidir; fakat idea (eidos), görme anlamına gelen eido
fiilinden gelir.
57
Kierkegaard bu modeli parçalar: “Spekülatif
birey gördüğü her şeye dokunmak
ister. Varlığın empoze ettiği mesafeyi neden dikkate almamaktadır? ...”
Jean-Philippe Rameau’nun yazılmamış sayfa
kenarı (base line), felsefe sisteminin yaptığı gibi kulağa götürür.
Dokunma, söz ile görme arasındaki geçişi sağlayacaktır. 04.01.2000
*yazılmamış sayfa kenarı, dokunmaya, dokunma
isteğine götürür.
58
Söz unutulsa bile, hayat üzerinde izini
bırakır.
59
Her düzeyde gerçeklik değişken ve geçicidir.
Tarih, kendisini tekrarlamaz: iki durum yoktur
ki, hakikaten birbiriyle karşılaştırılabilsin.
Gerçeklik mevcuttur ve yine de orada hiçbir
şey yoktur. Kavradığımı düşündüğüm şey, yalnızca geçici ve değişen bir şey
değildir; “özü itibariyle” algılanamaz bir şeydir de.
Öyleyse duyularımız tarafından üretilen her
şey bir illüzyon mudur?
60
Söylemek istediğim şey, görme ve dokunmanın,
kesinlik duyusunun bana, yaşamam için elzem, benim için tuhaf ve bana yabancı
olan bir çevreyle ilgili garantiyi sağladığıdır.
61
Yaşamak için biz hakikatin, en hassas
temsilcisi tarafından ifade edilmiş olmasına ihtiyaç duyarız; öyle ki,
dinleyici özgür kalabilsin.
Ve işittiğim zaman onu kendi sözlerimle, kendi
sözel imajlarımla anlarım ve onu
kendi dilimle konuşurum... Eğer onu (hakikatı) bütünüyle kavrayacağımı ve dile
getireceğimi iddia ediyorsam, o zaman o artık hakikat değildir demektir.
62. YAZI
Biz, yazının, yazılı söz olduğunu
varsayıyoruz. Biz, sürekli ikisini birleştiririz. İlkin, açıkça, uzun bir
gelişmeden sonra onları birleştirdiğimizi anlamalıyız. Andre Leroi-Gourhan,
dilin başlangıçta yazılı olmadığını ve yazının “konserve haline getirilmiş” dil
olmadığını göstererek takdire değer bir iş yapmıştır! “Figüratif sanat, dilden
ayrılamaz; o, phonation (ses) ve grafik sanatlarının evliliğinden doğmuştur.
...Başlangıçtan itibaren phonation ve grafik sanatlarının amaçları aynıdır...
Dört bin yıllık lineer yazı, sanatı ve yazıyı birbirinden ayırmamıza yol
açmıştır.”
Gerçekten biz, önce resim ve yazıyı ve sonra
da, alfabetik, lineer yazıya aşinalığımızdan dolayı, “kavram yazıları
(idiograms)” (Leroi-Gourhan bunlardan “picto-ideography” [resimli-kavramyazı]
diye söz eder) yanlış yorumladık. ...Leroi-Gourhan, günümüz yazısının, daha
sonra “yazının bebeklik dönemi” diye görülmüş bulunan resim yazının, olağan
takipçisi olmadığını keşfetti. Alfabetik çizgiselliğin çentikler, ipe yapılmış
düğümler vs. gibi zorunlu olarak çizgisel ve numaralandırıcı aygıtlardan
doğabileceği doğrudur. Bununla birlikte, resim yazı, iki evreni bulunduğu için
bir başka şeydir: “Gerçeklikle ilişkili refleksif, soyut düşünce dilinin
dünyası ve bir paralel dünya yaratan sembollerin dünyası. Bu refleksif düşünce
somut şekilde konuşma diliyle ifade edilir ve insanların kendilerini maddi
şimdinin ötesine uzanacak tarzda dile getirmelerini mümkün kılar.” O nedenle,
iki dil vardır: işitmenin dili ve görmenin dili.
63. ... “yazıyı karakterize eden çizgisel
grafik aşamasında, iki alan arasındaki ilişki yeniden evrime uğrar: yazılı dil
–seslerin resmini çizer ve uzayda çizgiseldir- bütünüyle sözlü dile –fonetiktir
ve zamanda çizgiseldir- tâbi hale dönüşür. Sözel-grafikel düalizmi ortadan
kalkar ve insanlık, emrine amade eşsiz bir lingüistik araca sahip olur.
64. Bundan böyle artık o, uzayda
konumlandırılmış söz, artık hiçbir biçimde kendisini kendisine vakfetmeyen
sözdür: artık diyalogu içermeyen sözdür. Yazılı söz, gerçeklik düzenine kazınır
ve bu nedenle uygun yöntemler kullanılarak gerçekliğin bir parçası olarak ele
alınabilir.
Yazılı söz, sürekli tekrarlanan ve hep aynı
olan sözdür; bu gerçek söz için mümkün değildir. Sizinle konuşan kişiden ona
söylediğiniz açıklamayı tekrarlamasını isteyin; farklı olacaktır. Fakat
kaydetme ya da bir teybe kaydetme, yazmakla aynı şeydir: zamansal alandan
uzaysal alana geçiş gerçekleşmiştir. ...Söz artık kendisi değildir; başka bir
dünyaya dönüşmüştür.
Yazılı söz, aracıdır ve yazı veya kayıt
dünyasının böylesine belirsiz ve çok anlamlı olmasının nedeni de budur. Bununla
birlikte, ...dil, bu formunda bile, temel özelliklerinden bazılarını korur. O,
ardışıktır; her ne kadar uzaya nakşedilmiş ise de okuyucuyu ya da dinleyiciyi,
artardalığından dolayı zaman yasasını kabule zorlar. Cümle, yine aynı şekilde
inşa edilmektedir. Gözlerimle onu, şimdi baştan sona takip etmem ve anlamını
yalnızca bu zaman akışı içinde kavramam gerekir. Dilin çizgisel boyutu, temel
özelliği olarak durur. ...Yazılmış olma, onun amacını, anlamını veya niyetini
değiştirmemiştir. Sadece hafifletilmiştir, daha zayıftır ve artık bir kişinin
bütün varlığıyla desteklenmez (Derrida, buna karşıydı işte, ve bu nedenle
‘yazı’yı ön plana çıkardı !). Hâlâ bir anlama sahip ise de, artık bir adı
yoktur. Bu söze, o sırada konuşulmuyorsa, imkânsızmışçasına, dudak bükülebilir.
66. Dil böylece kaydedilmiş olana indirgenir.
Çok merkezli, akış halinde, hatırlatıcı ve mitolojik olma özelliğini yitirir.
67. Uçup gitmelerinden dolayı, konuşulan
sözler canlıdırlar ve anlamla doludurlar. Yukarıdaki ifadeler, geçmiş olan ve
geçip giden birşeyin “bitmiş ve kapanmış bir meselenin” deliline ihtiyaç duyan
yargıç için yararlı bir formül oluştururlar. Fakat onlar, yaşayan şey için
öldürücü bir formüldürler.
74. Birşeyi adlandırmak, insanın kendisini
özne, ötekini nesne olarak tasarlamış olması anlamına gelir. Bu, en büyük
kişisel ve ruhsal risktir.
95. “Musa yüzünü kapattı; çünkü Tanrı’ya
bakmaktan korkmuştu” (3:6).
143. Gözün
Zaferi
Dünya ile aramıza, bu tür yorumlayıcı
filtreler (imajlar) yerleştirmeyi denemedik mi hep?
Bugün imajlar, daha önceki toplumların
imajlarından çok farklıdır.
Grek ve Mısır tapınaklarının heykellerine
kimler bakmıştı? Muhtemelen şehirlerden uzaklarda yaşayan çiftçiler değil.
...bu sanat eserleri, kitlelere tamamen yabancıydı.
144. Bir zamanlar görme doğanın temaşasına
yönelmişti.
146. Temsilin, temaşanın ve enformasyonun
dünyası, görsel dünyayla kaynaşmış durumdadır.
Manzara yönelimli toplum herşeyi manzaraya
dönüştürerek ve bu yolla herşeyi kaskatı hale getirerek [felçederek] kendisine
bir anlam verir. Bu tür bir toplum isteksiz ve bilinçsiz aktörü seyirci rolü
oynamaya zorlar ve teknik olmayan herşeyi görselleştirerek dondurur.
...imajların ...kendisini Doğa’nın yerine
ikame etmesi...
147. Görme, gerçeklik olarak kabul edilen ve
gerçeklikle özdeşleştirilen bir gerçeklik temsiline imkân verir. İmajlar, tıpkı
gerçekliğin kendisi gibi, sorgulanamaz hale gelirler.
148. Bundan önce imajlar, bir hakim metnin
resimlemeleriydiler sadece. ...Günümüzde durum tersine döndü: imaj herşeyi
içine alıyor. ...Metin yalnızca boş uzayları doldurmak, gedikleri kapatmak ve
keza, eğer gerekliyse, imajlarda açık olmayabilen şeyi açıklamak için var.
(Daha önce de -Hitit kabartmaları- öyle değil miydi?)
149. Dahası, imajlar kullanıldığında öğretim
daha kolay hale getirilir; onlar dersi desteklemezler yalnızca; onun yerini
bile alabilirler. (görsel bilgi, 400 bit)
150. Günümüzdeki çok sayıda müze arasında en
önemlileri, sanat müzesi veya tarih müzesi değildir. Ortaçağ anlaşma belgeleri
üzerindeki mühürleri içeren bir müzeyi veya dantel müzelerini, imaja-yönelimli
uygarlığımızın en büyük unsurları arasına katma ihtiyacı duymayız. Bununla
birlikte, onlar vardırlar ve bazılarımızın zihnini egemenlik altına alan
imajlardır.
...ders kitaplarının durumundaki gibi, sergi
de imajlarla, formların özel büyüsü yoluyla öğretir. Bu tür bilgi sezgiseldir
ve akıl yürütmeye dayalı değildir; gerçekliğin tamamını bir bakışta kavramamıza
neden olr.
154. Resim gezi tecrübesini büyük ölçüde
küçültür, onu dışsallaştırır, içselleştirmeyi önler ve herşeyi “görsel
hatıra”da dondurur.
156. Resim (fotoğraf), tıpkı imajın hep
yaptığı gibi, yaşayan bir şeyin yerini alır. Kişiyi ortamından ve diğer
insanlardan kopararak, dünya ile kişisel ve varoluşsal ilişkimizi elimine eden
şeydir. Dahası o, yeni herhangi bir şeyin etkisine tabi olmamanın aracıdır (İmaj: önümüze yeni gibi sürülen
şeyler...)
Fotoğraf sanatının varlığından rahatsızlık
duymuyorum; daha çok, bir Kodak makinaya sahip milyonların fotoğraf pratiği
öfkelendiriyor beni. (kendi deneyimlerim...)
157. İmaj hakikati gerçekliğe indirgedi ...
159. Beynimiz sürekli olarak, gerçekliğin
değil, imajlara dayalı görüşlerin etkisi altında kalmaktadır. Günümüzde,
imajların ürettiği referans ve şaşırtmacalar (diversions) olmaksızın
yaşayamayız. Çünkü hayatlarımızın büyük bölümünü, yalnızca seyirciler olarak
yaşıyoruz.
160. Gazete başlıklarına (...) amaçlı bir
bakış, zihne kabaca kazınan bir imaj üretilerler. İnsan, içeriğiyle teçhiz
olmak için veya bir parça malumat ve mantıklı düşünce toplamak için yazıyı
okuma ihtiyacı bile duymaz. Başlığın ifadesi, bir sterotipler [klişeler] serisi
canlandırır ki, bu klişeler serisi, kişiyi tatmin etmek veya rahatlatmak için
yeterli olmanın ötesinde (her şey, tüm gerçek elimizin altında) bir şey
içerirler. Haberler, düşüncemizin beslenmesini sağlayan ve aynı zamanda hem
sabit hem de kısa süreli olan bir imajlar kolleksiyonunun parçası haline
gelirler. (Lefebvre, gündelik, fragman hayat...)
Burada, sloganların eşiği üzerindeyizdir.
Sloganlarda kelimeler [sözler] makûl ve anlamlı içeriklerini bütünüyle
kaybederler. Bütün sözlü propaganda, dilin anlamını kaybetmesi ve yalnızca
provakasyon ve tahrik gücü şeklinde kalması olgusuna dayanır. Söz salt sese
dönüşür: saf sinirsel tahrike.
İmajların çoğalması, bir tuhaf yeni evren
yaratır. Sözlerin çoğalması, onların içeriklerini ve değerlerini boşaltır.
Sürekli konuşan insanlardan uzak durur ve onları küçümseriz. “Bu kadar laf
yeter; eylemde bulunalım.” Şu ya da bu zamanda hepimiz boş tekrarlar karşısında
öfkelendiğimizde, bu sözleri kullanırız. İmajlar eylemin dilidirler. ... Ancak
seyirciye dönüşen varlığımız herhangi bir eylemde bulunma imkânımızı felce
uğratır.
160. Görme bizi düşünme ve hatırlama derdinden
kurtarır. Görme bizi, temsil (representation) ve vekalet (substituon) temelinde
yaşamaya bırakır. Söz ayırır; oysa imaj (bilinçli olarak organize edildiğinde),
...birleştirir.
161. Fotoğraf albümüm olduğu için, artık
hatırlama ihtiyacım da yoktur. Artık ağır düşünme sürecine de ihtiyaç duymam;
çünkü, delil temelinde iş görürüm. Bir cemaat içinde yaşamanın fazla çaba
gerektiren yollarını arama ihtiyacı da duymam; çünkü ortaklaşa hayatı,
imajların herşeyi kuşatan kimliği tesis eder.
Bu imaja yönelimli dünyada yaşama alışkanlığı
beni diyalektik düşünmeyi ve eleştiriyi terk etmeye sürükler. (Lefebvre ::: )
...imajlarla, memnuniyet verici olmayan herşey
çıkarılır ve kasvetli varoluşum onların tılsımı ve pırıltılarıyla dekore
edilir.
Herşeyden önce gerçekliğin farkına varmama
imkânsızlaşır; çünkü imajlar gerçekliğe vekalet eden bir gerçeklik yaratırlar.
...Kendilerini hakikat diye yutturan suni imajlar, hayatımın ve toplumumun
gerçekliğini silerek ortadan kaldırırlar. (aşk ve video-klipler...)
166. Görsel temsil kolay, yeterli ve kısa
yoldur. O bize, bir nesneyi parçalama ve analizini yapma ihtiyacı duymaksızın,
tek bir bakışta totaliteyi [bütünü] kavrama imkânı verir. ...Sözü gerçekten
ispatlayıcı hale getirmek, bir çilecilik türünü ve bir iç disiplini gerektirir.
Bunlar da birden bire edinilemez.
Diğer taraftan imaj kusursuzluğunu ve kabul
ettirici gücünü kendi içinde taşır. Seyircide ona tekabül eden bir insani
nitelik aramaya hiç gerek yoktur; kusursuzluk büyük bir rahatlıkla, sessizlikle
ve ekonomiyle kolaylık kişiden nesneye transfer edilir.
167. O, seyirciler olarak bizi doğrudan
doğruya sonuca götürür: kendi içinde imaj sonucu sağlar. Bir süreci veya bir
adım adım düşünülmüş argümanı izleme ihtiyacı söz konusu değildir; çünkü o,
sürecin kendisine yol açtığı nihai imajda bütünüyle içerilir.
168. Tam ışıklandırma, vizyonun açıları ve
çerçeve bilimi sayesinde bir fotoğraf, içinde heykelin canlı bir form ve
seyirciyi harekete geçiren bir derinlik alacağı bir konumu ve eşsiz anı
seçebilir. ... Seyirci, röprodüksiyonda bir şaheser gibi görünen heykelin
banalliğiyle düş kırıklığına uğrar.
171. Sinirlerimize, bilincimizin
derinliklerine nakşedilmiş bulunan eski refleksi aşamayız ve bu insanlığın şu
en eski tecrübesinin ifadesidir: gördüğümüz şey her ne olursa olsun gerçektir.
...burada bir olguyla yüzyüze geliriz.
Günümüzün bireyi için bir olgunun, nihai neden, en üstün değer ve en şüphe
götürmez delil olduğunu unutmayalım. Bir olgunun önünde herşey eğilir. Ona
boyun eğmeliyiz. Olgulara güvenmiyorsak, irrasyonel ve idealist
düşgörücülerizdir. Olguları dikkate almak da yeterli değildir; aynı zamanda
onlara bir kesinlik değeri atfetmemiz
gerekir. Olgunun karşısında durabilecek hiçbir yasa, hakikat veya insanlık
yoktur. Olgu herşeyi belirler. (fenomenoloji)
196
Söz yalnızca bütünüyle randımana ve tekniğin
buyruklarına tabi olduğunda, kendisi için mütevazi bir yer bulabilir. Söz imaja
dönüşür; bilgisayarlar için gerekli söze, yazının, şekillenmiş yazının ve matbu
yazının egemen olduğu söze ve bir nesneye, uzaya, görülebilir bir şeye dönüşen
söze.
197
Apaçıktır ki, bilgisayarlar çift
anlamlılıkları, allegorileri (simgesel anlatımları) çağrışımları, metaforları,
metonimleri, elipsleri (eksiltili anlatımları) ve deyimleri anlayamaz.
Bilgisayarların, çifte anlamları, ayrıntıları ya da karmaşıklığı bulunmayan
kesin bir dili kullanmaları gerekir.
208
...kendimize, gösterene bu aşırı vurgunun
nedenini sorabiliriz. Bunun iki nedeni olduğunu düşünüyorum. İlkin, gösteren
gözlemlenebilir! Ne gösterileni ne de gösterenle gösterilen arasındaki ilişkiyi
gözlemleyebilirim. Bunlar “felsefi” problemlerdir. Tersine, bir ifadenin dile
getirilişini, dağılımını, deformasyonunu, işitilmesini gözlemleyebilirim. Bu
sürecin hassas çizelgelerini bile çizebilirim. ... Başka herşey, sadece özne
ile nesne arasındaki bilimsel ilişkinin bulanıklaşmasına hizmet eden metafizik
argümanlardır.
...ikinci neden... ...bu teknik zihniyetle
uyuşuyor. Şeylerin nasıl işlediğini görmek isteriz: dağılım ve deformasyon sürecini.
... Bu, teknisyeni ilgilendiren şey bu olduğu için, böyledir. Teknisyeni ne
nihai durumlar ne de anlam ilgilendirir! Bundan habersiz olan yapısalcılar
tekniğin ruhunun egemenliği altındadırlar. İdeal olan, varolan herşeyi bir
makinaya dönüştürebilmektir: dil, iletişim ve bütün ilişkiler, makineler haline
gelirler. (A. Warholl, Lyotard)
Şeylerin nasıl işlediğini görmek isteriz:
dağılım ve deformasyon sürecini. ... Bu, teknisyeni ilgilendiren şey bu olduğu
için, böyledir. Teknisyeni ne nihai durumlar ne de anlam ilgilendirir! Bundan
habersiz olan yapısalcılar tekniğin ruhunun egemenliği altındadırlar. İdeal
olan, varolan her şeyi bir makinaya dönüştürebilmektir: dil, iletişim ve bütün
ilişkiler, makineler haline gelirler.
Makinalar, şeylerin nedeni veya sonuçları ya
da anlamları hakkında sorular sormazlar. Biricik gözönünde bulundurma tarzı,
birşeyin nasıl çalıştığıdır. Ve bu aslında, dil ve iletişimle ilgili bir
sorundur. “Makine anlayışı yanlıları” (machinists), gösterene aşırı önem
atfedilmesini mükemmel biçimde açıklarlar ki, bu dilin ve sözün teknik
mentalite tarafından istila edilmesi demektir. Biz her taraftan nesnelerin çok
yönlü fonksiyonlarının istilasına uğradığımızdan, bu yolu izlemek
mecburiyetinde kalır ve herşeyi bu prosedüre indirgeriz. ...Egemen model teknik
model olduğundan, her şey teknik hale gelmelidir. Gerçeklikler arasında en az
teknik olan (bunun böyle olduğunda ısrar ediyorum!) söz, makinalar gibi
parçalanabilen bir şeye indirgeninceye kadar tahrip edilmelidir. Teknik
saplantımız içinde biz, makinalar gibi parçalanabilir (demontable) şeyle
ispatlanabilir (demonstrable) şeyi karıştırıyoruz.
209. Gösteren herşeye rağmen sözün bir
parçasıdır. Ve bütün bilimsel çabalar rağmen sözü kapalı bir tüpte tutmak
imkânsızdır.
213. ... dil, önceden belirli bir istikamet
içinde, söyleme ve dolayısıyla düşünceye yön verir. Dil, polisten veya
sansürden çok daha fazla korkulması gereken bir sosyal kontrol aracıdır; çünkü
o, içselleştirilen bir şeydir. O, bilinçdışında veya altında demirleyen, tepkide
bulunamayacağımız bir yaşta oraya yerleşmiş bulunan bir kontrol unsurudur.
225. ...görsel haz ve imajların kolaylığı...
...resimlere bakmak, doktrini anlamaktan çok
daha kolaydır; taştan bir kişi yapmak, bir kişiyi Tanrı’nın imajı içinde
yeniden yaratmaktan çok daha kolaydır” (Charles Dumoulin).
240. Tanrı öldü –genelde ortaya konan açık
bütün nedenlerin ötesinde, o, görülebilir olmadığı için ölmüştür. Biz apaçık
biçimde ve münhasıran görsel boyutta ifşa olan bir görülebilir Tanrı’ya
inanabiliriz, yalnızca.
250. ...biz giderek doğal çevreden kopan bir
ortamda yaşıyoruz. Bu gerçeklikle temasımızı kaybettiğimiz zaman, başka bir
gerçeklik için aşırı ölçüde derin bir ihtiyaç geliştiririz. ...hala, bir sular,
ağaçlar, rüzgar ve hayvanlar dünyamızda bulunduğumuz... (kurgusu)
Fakat sonra, merahmetli imaj, bizim için bu
çelişkiyi çözmek üzere ortaya çıkıyor. İmajlar gerçeklikle bağdaşırlar.
251. Serap olarak imaj çelişkileri ortadan
kaldırır, mevcut olmayan doğayı mevcut ve yeniden reel hale getirir, teknik
çevreyi âşina ve hayran olunmaya değer kılar, somut ve reel olan şeylere
susuzluğumuzu giderir.
Batı dünyasına ait teknik birey birçok tarzda
tanımlanmıştır: yığın insanı (Jose Ortega y Gasset), organizasyon insanı
(William H. Whyte, Jr.), dışa dönük, kantitatif insan (Bernard Ronze), teknik
insan, ötekine-yönelimli insan (W. Miles), ve başka birçokları.
Her birimizin başına fiilen ne geldiğini
bütünüyle anlayabildiğimizden emin değiliz; fakat ben bu mütasyondaki kesin
faktörlerden birinin, sürekli tarzda bir imajlar dünyasında, yani, gerçekliğin
bütününün hiç gölgelenmeyen şimdiliğinde [huzurunda] yaşadığımız olduğuna
inanıyorum. Kesinlikle, şimdide yaşıyoruz. Şimdi imajı geçmişi siler ve
geleceği şimdiye yerleştirerek umudu yasaklar.
259. Delil ve doğrudan kavrama dilin güçlü
özelliği değildir.
Söz akıl yürütmeyi, analiz ve sentezin
kullanımını gerektirir; bunlar irade dışı olduklarında bile.
265. Görsel şeyler gerçekliğe girişimizi
sağlar. İmajların çoğalmaları bizi sıkıca gerçekliğe yerleştirir. Söz hesabın
dışına atıldığı zaman, hakikat duygusunu kaybederiz. Fakat gerçeklik zorunluluk
dünyasına aittir. Onunla ilgili herşey hem zorunlu hem de apaçıktır. Söz hem
özgürlüğün mekanı hem de ifadesidir (eğer tercih ederseniz, özgürlüğün
yanlışlanması olduğu kadar özgürlük iddiası, özgürlük niyeti veya özgürlük
illüzyonudur). Söz her zaman elimine edilir veya daha önemsiz sayılırsa,
özgürlük de elimine edilmiş olur. Bir kişi imajların denetimi altına
girdiğinde, zorunluluklarla dolu bir gereklilik dünyasına yerleşir. Bilmesi,
yapması, karar vermesi gereken şeyi görür. İmajları kabul ettiği her zaman
zorunluluğu da kabul eder. Fakat delilin daima gerekiyor olması ölçüsünde asla
bu zorunluluğun bilincine varamaz.
266. Söz, anlama ve yanlış anlama ihtimali
yoluyla iki insan arasında özgür bir uzay yaratır.
Bugün bütün yazarlar, görsel ve uzaysal
(spatial) olanın, zamansal ve işitsel olan üzerinde, başka hiçbir alanda sanat
dünyasında kazandığından daha olağanüstü bir zafer kazanmadığında uzlaşırlar.
Ressamlara göre uzay karakterini değiştirmiştir. Robert L. Delevoy bize bu
olgunun hayranlık uyandırıcı bir analizini sunar: klasik kavrayışta uzay,
nesneler arası ilişkinin mekânı sayılıyordu. Bu düşünce, bir fenomen olarak
uzay nosyonuna kapı aralar: “reel olmayan bir çevre, tektonik değerlerin,
gerilimlerin, eklemlenmelerin ve biçimlerin artardalığının” özgürce hareket
ettikleri ve kendi kendilerine yeterli oldukları yer. “Rengin uzaysal
erdemleri, inşa edici mekanizmalar, dağıtım ve işaretlerin montajıyla birleştirilir”
(bu analizin terimleri, sponten biçimde teknik süreçleri hatırlattığı için
önemli ve anlamlıdır).
267. Uzay, sanattaki -müzik de dahil bütün sanattaki- temel
yönelime dönüştü. Dünyanın uzaysal olmayan estetik temsili yok artık. ... Kelimeler bir “mekan” sunarlar.
Uzay aynı zamanda zaman üzerinde de zafer
kazanır; görsel olan işitsel olanın yerini alır.
Bununla birlikte, herkes burada elimizde yeni
bir dil ve yeni bir sanatın bulunduğunu söylemekte uzlaşır. O, yalnızca dil
olan şey üzerinde zafer kazanır: filme alınmış roman, romanın yerini alır.
Bütün bu eğilim, film gibi parçalara ayrılmış roman yazımı geliştirir.
...imajın lehine ve hikâye aleyhine; zamansal
pahasına uzaysal olanın lehine. Uzaya açılan görsel şekil [biçim] içindeki dil,
zamana açılan sözel dilin yerini alır.
268. Bu gelişme Teknik’in etkisiyle şaşırtıcı
ölçüde armonize olur. Teknik, uzayın fatihidir ve gelişimi için maksimum
büyüklükte bir uzaya ihtiyaç duyar, hem de maksimum düzeyde bir uzayı istismar
eder. ... “Önem arzeden şey boş uzayda, kütleler arasında vuku bulan şeydir.
...” En teknik modern heykelin kendi içinde hiçbir anlamı ve hiçbir değeri
yoktur. Temsil hiçbir şeyi açıklamaz; uzaydaki durum ve uzayın parçalanması,
tam da tekniğin durumundaki kadar anlamlıdır!
270. ...birandalığın yalnızca sinemada ve
modern müzikte değil, aynı zamanda resim ve heykelcilikte de amaç olduğu
doğrudur. ... Seyirci ne geçmişe ne de geleceğe sahip olmalıdır; onun bütün
varlığı biranlık duyuma bağlanmış olmalıdır.
Birandalık gerçekten bir illüzyondur. Sanatta
birandalık imkânsızdır.
Sanat alanında bu farklılık sanat ile
elektronik teknoloji arasındaki radikal karşıtlığı ima eder; sanatta insanlar
arasında bir ilişki bulunduğu sürece, herhangi türden bir birandalık sanatı
olamaz. Sanatta birandalık ve dolaysızlık ideolojisiyle birlikte, sponten
yaratıcılık (hazırlıksız gösteriler vs.) ideolojisiyle birlikte, teknolojik
süreçle kesin entegrasyonla bu zamana kadar sanat olarak değerlendirilmiş
herşeyin topyekün reddinin varlığıyla karşı karşıyayız.
Zaman bütün çağdaş sanatta donmuştur. Yalnızca
uzay doludur ve uzay hakiki aktivitenin mekânıdır.
Teknikler yoluyla kavradığımız şey, boyutlar
ve uzaysal yapılardır.
271. ... Uzaysal ilginin bu egemenliği,
Tekniğin yalnızca gerçekliğe atıfta bulunmasından kaynaklanıyor” ve bu gerçeklik uzaydan başka bir şey
değildir.
Teknik açısından zaman gerçek değildir, zaman
yalnızca yaşanır. Gayet tabii, zaman teknikleri de vardır ve teknik
tarihçilerinin mekanik saatin doğuşuna atfedilen tartışma götürmez önemi
hepimiz biliyoruz. Fakat, ... zaman teknikleri daima zamanın parçalanması ve
bölümlere ayrılmasından ibarettir. Bu süreç, gerçekten de zamanın reddi
demektir; bu süreçte zaman kendi başına varolamaz, yalnızca uzaysal indirgenişi
içinde varolur. Zaman geçer gider: saatin elleri uzayda hareket eder.
Teknik uzay dışında hiçbir şeyi kavrayamaz.
... Binlerce defa, makinadan veya bir pistonun hareketinden çıkan ürün aynıdır
–hiçbir zaman geçmemiştir.
...görselleştirme gerçekliğin Teknik olarak
kavranmasıdır –veya bir makine- onu kavrar. Teknikler bize binlerce kez daha
iyi, binlerce defa daha fazla görmeyi öğretir. Onlar bizi, yeni evrenleri veya
aşina bir yüzdeki binlerce ayrıntıyı görmeye muktedir kılarlar. Fakat uzay hep
gereklidir.
.
.
.
.