.
.
.
Beş Şehir (1946)
Ahmet
Hamdi Tanpınar
Dergah
Yay. 1992 İstanbul
Ahmet
Hamdi Tanpınar (1901-1962)
1943 Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi'nin
Rüyaları (hikaye) 1943
1946 Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (deneme)
1946 (Dergâh Yay. 2004)
1949 Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk
Edebiyatı Tarihi (monografi) 1949
1949 Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (roman) 1949
(Dergâh Yay. 2004)
1955 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru (hikaye)
1955
1961 Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler 1961
1962 Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü (roman) 1962 (Dergâh Yay. 2004)
1967 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal (deneme)
1967
1969 Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine
Makaleler (deneme) 1969
1970 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi
(deneme) 1970
1973 Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler
(roman) 1973
1975 Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste (roman)
1975 (Dergâh Yay. 2003)
1976 Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri 1976
(YKY 1999)
1983 Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikayeler (1983)
(Dergah 2002)
1986 Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (roman)
d1986
Önsöz
7
7
Beş Şehir’in
asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye
karşı beslenen iştiyaktır (özlem). … vatanın manevi çehresi olan kültürümüz…
Bizden
evvelki nesiller gibi bizim neslimiz de, bu değerlere, şimdi medeniyet
değişmesi dediğimiz, bütün yaşama ümitlerimizin bağlı olduğu uzun ve sarsıcı
tecrübenin bizi getirdiği sert dönemeçlerden baktı. Yüzeli senedir hep onun
uçurumlarına sarktık. Onun dirseklerinden arkada bıraktığımız yolu ve uzakta
zahmetimize gülen vaitli (vaid: İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için
ileride olacak kati hadiseleri haber vererek korkutmak) manzarayı seyrettik.
Gideceğimiz
yolu hepimiz biliyoruz. Fakat yol uzadıkça ayrıldığımız âlem, bizi her günden
biraz daha meşgul ediyor. Şimdi onu, hüviyetimizde gittikçe büyüyen bir boşluk
gibi duyuyoruz, biraz sonra, bir köşede bırakıvermek için sabırsızlandığımız
ağır bir yük oluyor. İrademizin en sağlam olduğu anlarda bile, içimizde hiç
olmazsa bir sızı ve bazen de, bir vicdan azabı gibi konuşuyor.
Sade millet
ve cemiyetlerin değil, şahsiyetin de asıl mâna ve hüviyetini, çekirdeğini
tarihîlik denen şeyin yaptığı düşünülürse, bu iç didişme hiç te yadırganmaz.
Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her ân
hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.
… biz
neydik, neyiz ve nereye gidiyoruz?...
Hiç unutmam:
Uludağ’da bir sabah saatinde, dinlediğim çoban kavalına birbirini çağıran koyun
ve kuzu seslerinin sarıldığını gördüğüm ânda, gözlerimden sanki bir perde
sıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu
bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu
bilmezdim. Manzara hakikaten güzel ve dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat
eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının his tarihi yazılır ve hayatımız
bu zaviyeden (anlayış, görüş) gerçek bir sorgunun süzgecinden geçirilirse, moda
sandığımız birçok şeylerin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır.
9
Tarihçilerimiz
Selçuk ile Osmanlı arasındaki farkı, bir hanedan değişmesinde görmekte fazla
ısrar eder gibidirler. Biz ise, bu farkın muaşeretten (birbiriyle toplumsal
ilişkiler içinde bulunma), üsluba, insan ve zevke kadar derinleştiğine
inanıyoruz. Selçukla Osmanlı, biri öbüründe az çok devam eden iki ayrı âlem,
yahut daha iyisi, büyük mânasında iki ayrı üslûptur. … Biz bugün Selçuk’u,
geçen asrın başlarında Avrupa’nın Gotik veya Romen sanatlarını yeniden
keşfetmesi gibi keşfetmiş bulunuyoruz. Onu görebilmemiz için Osmanlı’nın
içinden çıkmamız lâzım geliyordu.
Okuyucu,
“Beş Şehir”de buna benzer birçok tekliflere veya cesaretlere rastlayacaktır.
Her düşünen
insanımız gibi, ben de hayatımızın değişmesi için sabırsızım. Daima hayranı
bılunduğum yabancı bir romancının hemen hemen aynı şartlar içinde söylediği
gibi “eski bir garpçıyım”. Fakat canlı hayata, yaşayan ve duyan insana, cansız
madde karşısındaki bir mühendis gibi değil, bir kalb adamı olarak yaklaşmayı
istedim. Zaten başka türlüsü de elimden gelmez. Ancak sevdiğimiz şeyler bizimle
beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak
bizimle beraber yaşarlar.
Ankara, 25
Eylül 1960
İstanbul
14
Bu müslüman adam (babası), kadere yalnız İstanbul'dan uzakta ölmek
endişesiyle isyan ederdi. Böyle bir ahret uykusunda yabancı makamlarla okunan
Kur'an seslerine varıncaya kadar bir yığın hoşlanmadığı, hatta haksız bulduğu
şey karışırdı.
15
Bizim nesil için İstanbul, dedelerimiz hatta babalarımız için olduğundan
çok ayrı bir şeydir. O muhayyilemize sırmalı, altın işlemeli hil'atlere (kaftan) bürünerek gelmiyor,
ne de din çerçevesinden onu görüyoruz.
dâüssıla: yurt özlemi; ihsas: sezdirme; munis: cana yakın; yeis: karamsarlık, üzüntü
16
Beyoğlu, hamlesi yarıyolda kalmış Paris taklidiyle hayatımızın yoksulluğunu
hatırlatırken; ...
18
Yazık ki bu şiir dünyası artık hayatımızda eskisi gibi hakim değildir. Onu
şimdi daha ziyade yabancı daüssılalar idare ediyor. Paris, Holivud, -hattâ
dünkü Peşte ve Bükreş- İstanbul'un ışıklarını içimizde her gün biraz daha
kıstılar. Ne çıkar İstanbul semtleri bütün vatan gibi orada duruyor; büyük mazi
gülü bir gün bizi elbette çağıracak.
19
Meşrutiyet inkılabı, üç büyük muharebe, birbiri üstüne bir yığın küçük, büyük yangın, mali
buhranlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüz yıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak
durduğumuz bir medeniyeti nihayet 1923'te olduğu gibi kabullenmemiz onun eski
hüviyetini tamamıyle giderdi.
müstebit: despot, zorba; riyazet ve takvâ: nefsine hakim olma ve
günahlardan uzak durma; müstehlik ve
müstahsil: tüketici ve üretici
22
(eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin...) Bu terkibin arkasında Müslümanlık
ve imparatorluk müessesesi, bu iki mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında
döndüren bir iktisadi şartla bütünü vardı.
müsavat: eşitlik
23
Evet, bizim küçüklüğümüzün şarkı biraz da dışarıda, yerli simsarların
işaretiyle toptan yapılırdı. Bizim çocukluğumuzdan çok evvel de bu böyle idi.
Fakat böyle de olsa, içine girdiği terkip o kadar enfüsi (öznel) bir âlemdi ki,
farkedilmezdi. Büyük orkestranın içinde münferit sazlar kendiliklerinden
kaybolurdu. Çünkü asıl yayı çeken ve âhengi gösteren şeyler bizimdi. Bunlar
şehrin kendisi, bizim olan mimarlık, bizim olan musiki ve hayat, nihayet
hepsinin üzerinde dalgalanan hepsini kendi içine alan, kendimize mahsus
duygulanmaları, hüzünleri, neşeleriyle, hayalleriyle sadece bizim olan zaman
ile takvimdi.
rahmani: tanrısal;
tevekkül: herhangi bir işte elinden geleni yapıp daha sonrasını allaha bırakma.
vehim: kuruntu
25
Geceleyin geçen bir satıcı sesi bugünün çocuğuna hangi ürpermeyi verebilir?
Üst kattaki gramafonla yan taraftaki radyo arasında bir uğultu değirmenine
dönen bugünün kafası için bir satıcı sesinin değeri ancak satılan şeyle
ölçülebilir.
26
Tanbûrî Cemil'in Ninni'sini bir musikî şaheseri saymak epeyce güçtür. Fakat
o plağı bulursanız iyi dinleyin. İktisadî denkliliği bozulmuş, mihrabı çökmeğe
yüz tutmuş, gururunu yapan geleneklerin duvarı çatlamış bir topluluğun iç
benliğini en canlı yerinde verir. Tanbur, san'atın hududuna girmeyen bir
taklitle de olsa bütün havayı nakleder. Şüphesiz eski İstanbul sadece bu hüzün,
bu hislilik değildi, sanıldığından çok fazla eğleniyordu. Belki de bu ninni,
Hüseyin Rahmi'nin hayatımızın her safhasını alaya alan romanları gibi biraz da
eğlenmek için yapılmıştı. Bununla beraber, bu fakirler cemiyetinde, saadeti bir
ruh muvazenesinde arayan saf ve ahenkli insanların hayatında, her şeyin peşine
bu gölge iyiden iyiye takılmaya başlamıştı. Doğrusu istenirse bu hüzün biraz da
kendiliğinden gelen bir şeydi. Tıpkı boş bir tiyatro sahnesinde seyredilen bir
akşam saati gibi hayatın bazı unsurlarından doğuyordu. Petrol lambası, hava
gazı ile yarı aydınlanan sokak, dilenci sesleri, bekçi sopası, yangın korkusu,
acı vapur düdükleri, fazla dindar hayatın verdiği o garip psikozlar adeta
matematik şekilde onu hazırlayıp besliyordu. Fakat ne de olsa vardı ve
etrafımızdaki havayı elle dokunulacak şekilde kesifleştiriyordu. Onu
kaybettiğimiz zaman kendimizi çıplak bulmamız, sarsılmamız da hayatımızda büyük
bir yeri olduğunu gösterir.
Ahmed Rasim'in 1913 yılı Nevsal-i Millî'sinde çıkan Sokaklarda Geceler adlı küçük yazısını hatırlar mısınız? İstanbul
gecelerinin bütün büyüsü, yerli hayatın biçareliği ile beraber, bu yazıdadır.
Artık kaybolan yahut kalıntı hayatını yaşayan İstanbul mahallesi orada sanki
kendi uykusunda sayıklar.
mersiye: ağıt; insiyâk: içgüdü; itiyat: alışkanlık
28
Sinemanın zevkimizi dışarıdan idare ettiği devirde yaşıyoruz. Karanlıkta
toplanıyoruz. Honolulu'da, mehtaplı gecede güzel çamaşırcı kızına fevkalade
zeki, cüretle ve fedakar demir kralının oğlunun söylediği gitaralı şarkıları,
ertesi sabah Boğaz kıyılarında mağaza çıraklarının ıslığından dinleyeceğimiz
gülünç ulumaları dinliyor, kadının tuvaletine, erkeğin perendelerine, hülasa
bir yığın ahmaklığa hayran oluyoruz.
sümbülî: yağmur yağdırmayan koyu renkli bulutlarla örtülü hava
30
Eski İstanbul bayramları çok başka türlü idi. Bayram sabahı güneş bile
başka türlü, adeta ruhanî doğardı. Çünkü eski hayatımızda takvim semavî bir
şeydi.
Hayır, İstanbul'a yeni hayat, yeni bayram, yeni eğlence şekli, yeni zaman
lazım. İstanbul artık bundan böyle ekmeğini çalışarak kazanan bir şehirdir. Her
şeyi ona göre düzenlenmelidir.
31
... İstanbul sadece âbide ve âbidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir.
Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder. ... Yedi tepe, iki,
hattâ Haliç'le üç deniz, bir yığın perspektiv imkânı ve nihayet daima lodosla
poyraz arasında kalmasından gelen bir yığın ışık oyunu bu eserleri her an
birbirinden çok başka, çok değişik şekillerde karşımıza çıkartır.
32
O, aydınlığın daima zengin rüyası, saatlerin sazıdır. Eski ustalarımızın
asıl başarısı tabiatla bu işbirliğini sağlamalarındadır. Pek az mimaride taş
mekanik rolünü, şekiller sabit hüviyetlerini İstanbul camileri kadar unutur,
pek az mimari kendisini ışığın cilvelerine İstanbul mimarisinde olduğu kadar
hazla, onun tarafından her an yeni baştan yaratılmak için teslim eder.
Bir katedralin heykel kalabalığını mimarî tesirle karıştıranlar,
istedikleri kadar başka sanatları övsünler; benim hayranlığım, çıplak bir insan
vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan âbidelerin yapıcılarına, ruhlarındaki
ilahi nispet sezişiyle duayı zakânın bir tebessümü haline getiren, duygusuz
maddeyi güneşin adına söylenmiş bir kaside yapan mimarlarımıza, çoğunun adını
unuttuğumuz ve hayatımızda hüküm süren gömlek değiştirme telaşı içinde
eserlerine bir kere olsun dönüp bakmadığımız, hattâ sabırla, imanla, karış
karış işledikleri şehrin hangi köşesinde, hangi devrilmiş servinin altında
yattıklarını bilmediğimiz o derviş feragatli ustalara gider.
33
Onlar İstanbul'u iyi bir elmas yontucusunun eline geçmiş bir mücevher gibi
işlediler. Niçin övünmeyelim? Dışından ve içinden camilerimiz kadar mimari
eseri azdır.
Şüphesiz bu bir günde olmadı. Bu incinin böyle sade kendi ışık külçesi
olarak teşekkül edebilmesi için ilkin Selçuk sedefinin yüzyıllarca bir yığın
mazi mirası ve yerli anane üzerine kapanması, sonra İznik'le Bursa'nın
imbiklerinden geçmesi, kabuklarını yavaş yavaş atması; Nilüfer imaretinde,
Yıldırım'da, Yeşil'de, Edirne'deki Üç Şerefeli'de sağlamlığını denemesi lâzım
geldi.
kayser: roma, bizans, alman imparatorlarına verilen unvan; fecir: tan vakti;
payıtaht: başkent
Gerçek Bizans saltanatı Fatih ile Beyazid külliyelerinin, İstanbul'un iki
tepesine bir fecirden ardı ardına boşanmış güvercin sürüleri gibi beyaz ve
yumuşak kondukları zaman yıkılır. Üçüncü tepeyi onlardan hemen biraz sonra
gelen Sultan Selim'in çok usta ve rahat plâstiği fetheder.
34
Kanunî'nin tahta çıktığı senelerde ise İstanbul cami, han, hamam, medrese,
büyük saray, evliya türbeleri ve çeşmeleriyle tam bir Türk şehriydi.
tenazur: bakışım
36
(Sinan zamanı) Koca imparatorluğun her tarafında beyaz taş yontuluyor,
büyük kazanlarda kubbeler için kurşun eritiliyor, yarı simyager, yarı evliya
kılıklı ustaların, başında bekledikleri çini fırınlarında nar çiçeklerinin,
karanfillerin, badem, erik çiçeklerinin bir daha solmayacak baharları;
tevhitlerin inancı, fetih ayetlerinin müjdesiyle beraber ağır ağır pişiyor;
küçük, izbe dükkanlarda, yassı tunç tokmakların altında medreselerin, şifahanelerin,
kervansarayların, hanların, büyük sarayların, sebil ve çeşmelerin saçakları,
kitabeleri, yaldız süsleri için altın, dövüle dövüle kelebek kanatları kadar
ince, menevişli yapraklar haline getiriliyordu.
Çok defa düşünürüm: Bakî ile Sinan acaba dost oldular mı? Süleymaniye'nin
yapıldığı yıllarda Bakî yirmi beşle otuz arasında genç bir molla idi. Bir yıl
kadar da Süleymaniye binalarının inşasına nezaret etmişti. Kimbilir, belki de
Türkçe'yi o kadar kudretle bükmesini burada, nizamını yakından bilmediği bu
sanatın göz önünde, çıldırtıcı bir sağlamlıkla yükselişini göre göre
öğrenmişti.
37
Belki de bütün imparatorluğun gururu olan mimara koşmuş, ellerine sarılmış:
"- İlahi Sinan! Ey susan taşın ve konuşan hacimlerin şairi; ey
maddenin uykusuna kendi nabzının ahengini hepimizin imanıyle beraber geçiren!
Aydınlığı en bilgili terkiplerde eritilmiş madenler gibi yumuşatıp ondan
zaferlerimize hil'atler biçen! Sen bu şehre bütün dünyanın kıskanacağı bir cami
yapmakla kalmadın; insan düşüncesinin erişilmesi güç hadlerinden birini tespit
ettin." demiştir. Hayır, elbette ki Bakî böyle şişkin, böyle taklit dille
konuşmazdı; ona daha basit, çok basit ve çok güzel, bir duaya benzer şeyler
söylemiştir.
38
Sinan bir anneyi tek başına tüketen, kendinden sonra gelenlere pek az bir
şey bırakan sanatkârlardandır.
İstanbul'da kalanların işi daha güçtü. Her nisbeti ayrı ayrı deneyen ve en
müşkül tertipleri ezberlenmiş bir şey gibi icat eden, aradığını kendinde bulan
bu devden sonra şahsi olabilmek için ya geleneği kırıp yeni yollar aramak yahut
da çok sabırla çalışmak lazımdı. Millî hayatın kıvamını bulduğu, hudutlara
varıncaya kadar her şeyin yerli yerine oturduğu XVII. asırda birincisine, hele
cami gibi dinî eserlerde imkân yoktu.
... bu hayatın arkasında öyle şuurlu ruh yaşıyordu ki bu terkipte en küçük
bir çatlağa hiç kimse razı olamazdı. Dışardan gelecek bir tesire sade Garp için
değil, şark için de kapalıydık. İskolastik tahsile, dini tesirlere rağmen Arap
zevki imparatorluğa girememişti.
39
Sinan'dan sonra Türk mimarlığının meşalesini eline alan Sedefkâr Mehmet
Usta'nın bazı nisbet değişikliklerine bakarak ondan tamamıyla ayrıldığını iddia
edemeyiz. Çünkü Sultan Ahmed'in hususiyetini veren dört yarım kubbe üstünde
yükselen orta kubbe fikri, Şehzade camii ile Sinan'ındır. Her eserinde yeni
şekiller aramaktan hoşlanan ve bazan bulduklarını âdeta kaydetmekle iktifa
(yetinme) eden Sinan, bir daha ona dönmemişti. Sedefkâr Mehmet, ustasının
buluşunu çok değiştirmiştir. Bu değişikliklerin başında dışardan binaya kademe
kademe yontulmuş bir dağ manzarası veren küçük yarım kubbeler manzumesi vardır.
Şehzadede görülen ayna duvarlarının çoğu burada ehramı ritmik bir şekilde
tamamlayan kasnaklar olur. Bu itibarla Sedefkâr Mehmed mimarlığımızın en büyük
virtüozudur, denilebilir. Camiin içinde de aynı şey vardır. İstediği genişliği
elde edebilmek için mimar adeta binayı içten boşaltır!
Sultan Ahmed'in içi bütün bir mavi bahar rüyasıdır. Pek az mimarî, ışığı bu
kadar lezzetle dokur.
40
Sultan Ahmed'den bahsederken çinilerin güzelliğini överler. Ben onlara ayrı
ayrı dikkat edilmesi taraftarı değilim. Bütünün mekanik tarafı, süsün
iptidailiği ile beraber derhal meydana çıkıyor. Bu çinilerin, nevinin en güzeli
olduğu muhakkaktır. Fakat çininin kendisi, mimarî gibi üstün sanatın yanıbaşında
övülecek şey değildir.
45
İstanbul, büyük mimarî eserlerinin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz
peyzajların da şehridir. Hatta iç İstanbul'u onlarda aramalıdır. Büyük eserler
ona uzaktan görülen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi izleyerek
portrenin içini dolduran, büyük tecridin
(allaha sığınma) kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik hal ile, yaşanmış hayat
izleriyle tamamlayan eserlerdir.
... küçük camiler, medreseler, çeşmeler, çeşme aynası, kapı çerçevesi,
duvar, türbe, mezarlık...
47
Biz şimdi fetih tarihini garplılardan okuyor, Fatih'in hayatındaki aksaklıkları
tenkit ediyor; ilim, sosyoloji filan yapıyoruz. Eskiler işi büsbütün başka
türlü görüyorlar, İstanbul'u fetheden millî hamleye ilahî bir mahiyet
veriyorlar, bu işte hiçbir izafiliğe yanaşmıyorlardı.
51
Üsküdar'da Doğancıların biraz altındaki Aziz Mahmud Hüdaî külliyesi
Tanzimat mimarisinin zevksizliğine en büyük misaldir.
tebcil: yüceltme, ululama; aksülamel:
tepki, reaksiyon; confrérei:
kardeşlik
56
İstanbul gittikçe ağaçsız alıyor. Bu hal, aramızdan şu veya bu âdetin,
geleneğin kaybolmasına benzemez. Gelenekler, arkasından başkaları geldiği için
giderler. Fakat asırlık bir ağacın gitmesi başka şeydir.
Bir ağacın ölümü, büyük bir mimari eserinin kaybı gibi bir şeydir.
şehnişin: cumba; sayvan: saçak
58
... yapmasını çok iyi bilen ve seven Şark muhafaza etmesini bilmez.
61
Her şehir üç, dört yüz senede bir değişir. Eğer medeniyet dönümleri için
ortaya atılan nazariye doğru ise bu değişiklik beş asır içinde tam bir devir
yapar ve eskiden pek az şey kalır. Bu itibarla bütün hâtıraların tam muhafazası
imkânsızdır. Fakat biz en yakın zamanları da aynı şekilde kaybettik.
64
Biri kendi mahallemde olmak üzere ben de birkaç yangın gördüm. İşin
içindeki trajik tarafı düşünmeden konuşmak imkânı varsa başta Neron olmak üzere
bütün bu acaip zevkin amatörlerini pek de haksız bulmadım diyebilirim.
65
Eski İstanbul nasıl bir tarafı ile yeniçeri ise Tanzimat'tan sonraki
İstanbul'un bütün bir tarafı da az çok külhanbey idi. ... Ebuzziya'nın Yeni
Osmanlılar'ı ... Tulumbacılık bir bakıma sporsuz İstanbul'un tek sporuydu.
Daima harekete hazır civa gibi insanlardı ve bilhassa birbirlerine karşı son
derece vefalıydılar.
68
Tanzimat'tan
sonra insanla beraber kahve zevki de değişti. Viyana ve Paris usulü, duvarları
aynalarla süslü, sandalye ve masalı kahveler açıldı ve bugün o kadar zevkle
dinlediğimiz Kâtibim türküsünde kolalı gömleği ve setresiyle alay edilen
İstanbul beyleri bu kahvelerde toplanmağa başladılar. Aziz devrinde birdenbire yayılan
gazete zevki yüzünden bu kahvelerin bir kısmı kıraathane adını aldılar.
69
Hayalî
Salim son büyük Karagözcülerdendir. Hattâ bir aralık Karagöz oyununa tıpkı
tiyatro perdesi gibi bir perde ilâve ederek oyunu yenileştirmeğe çalışmıştı.
Çayhaneler
üçüncü bir sınıf teşkil ediyordu. Ve bilhassa Şehzadebaşı'nda idiler. Buralarda
çayı hususî bir zevk haline getiren tiryakiler toplanıyordu.
70
Gautier
Türk kadınlarından bahsederken zannedildiği kadar hürriyetsiz olmadıklarını,
yanlarında harem ağaları bulunmak şartıyla gezmekte serbest olduklarını...
söyler.
72
Dergâh'a
yazdığı makalelerle mecmuanın millî havasına Bergson'dan gelen çok özlü bir
derûnilik katan Mustafa Şekip Tunç...
73
...
aşırı milliyetçi...
Fakat
Yahya Kemal'in konuşması ve kahkahalarımız kızışınca halka genişler, bütün bir
yanı alırdık. Bilardo ıstakalarının gürültüsü, tavla şakırtıları, garson
çığlıkları arasında, Anadolu'da olup bitenlerin verdiği hava içinde şiirden
bahseder, projeler kurar, gazetelerden geç vakit dönen arkadaşlarımızdan İnönü
ve Sakarya muharebelerinin en son havadislerini alırdık.
76
...
Beyoğlu çıkışlarımızda daha ziyade yeni açılan Rus lokantaları bizi çekerdi.
Nedense
bu beyaz Rus muhacirlerinin İstanbul hayatındaki tesirinden hiç bahsedilmedi.
Halbuki Tanzimat'ın başında Fransız ve bilhassa İtalyan tesiri ne ise -Fransız
tesiri Büyük İhtilalin neticesi olan akında başlar- bu beyaz Rusların tesiri de
odur. Kadın kıyafetinden, lokanta ve bardan plajlara kadar birçok modayı onlar
getirdiler.
Hiçbir
zaman İstanbul bu kadar bahtsız, sınıflar muvazenesini alt üst edecek derecede
paralı ve eğlenceli olmamıştı.
77
Radyonun
yayılması, musikî takımlarını kahvelerden kovdu.
Ve
Beyoğlu, şehrin hayatına yapıcı ve yıkıcı çehreleriyle girer. Tiyatrosu ile
birden bire parlayan semt, Abdülâziz devrinde büyük otellerin, mağazaların,
zenginler için kibar Avrupa terzilerinin, fakirler için hazır elbise
mağazalarının ve her sınıf halk için Paris ve Avrupa ithalâtı bir yığın
eğlencenin, alafranga konserlerin, şöhretsiz muganniye ve rakkaselerin göz
alıcı köşesi olur.
79
Abdülâziz
devrinden itibaren İstanbul hayatında hiçbir istikrar kalmamıştı. ...
Transitini ve istihsalini kaybetmiş İstanbul, dünya piyasasını avucuna geçirmiş
Paris'i taklit ettikçe istikbalini tehlikeye atıyordu. Ve Bender fabrikalarının
lastik tekerlekli arabaları her dönüşünde asırlar görmüş imparatorluk mukadder
âkıbetine biraz daha yaklaşıyordu.
80
Sanat
için, insan için az çok doğru olan bir şey, niçin birkaç asrın yaşama üslûbuna,
zevkine, sevme, duyma tarzlarına şahit olmuş, onları kendi imkânlarıyle
beslemiş, hattâ idare etmiş bir manzara (Boğaziçi) için düşünülmesin?
84
(bir
Yahudiyle yattığı söylenen kadının At Meydanı'nda recmedilmesi) Padişah bile
görmeğe gider. Fakat her şey olup bittikten sonra şehirde aksülâmel başlar,
taassup adamları bir daha kolay kolay istediklerini yapamazlar.
85
Yazık
ki Venedik ve Napoli'den başka hiç bir memlekette rastlanmayan şekilde denizle
böyle baş başa yaşamak imkânını veren Boğaziçi'nin açık bir tesirini
edebiyatımızda görmek imkânsızdır. Nesrin ve resmin yokluğu, şiirin bir sanat
oyunu oluşu yaşanmışı çok gerilere atar.
93
İbrahim
Paşa imardan hoşlanıyordu. Yontulmuş mermer, yaldızlı kitabe, nakışlı saçak,
güzel yazı hoşuna gidiyordu.
94
Hafız
Post 1689'da, Itrî 1712'de ölür. ... Türk musikisinin hala tam bir diskoteği
yapılamamış olması ne kadar hazindir.
97
Van
Moor, Melling (ressamlar)
100
Şurası
var ki tıpkı kendimiz gibi geçmiş zaman da, bizdeki aksiyle tekevvün (doğuş,
oluş, oluşma) halindedir. Kâinatımızı nasıl kendi akislerimizle yaratırsak;
maziyi de, düşüncelerimize, duygularımıza ve değer hükümlerimize göre yaratır,
değiştiririz.
104
Fakat
yanılmamalı, (musikimiz) Garp'ta yetişen eşitleri gibi o peyzajı ve hemen her
söylemek istediğini, istediği gibi veremez. Eski musikimiz insan sesinin tabiî
işaretiyle konuşur. Ne hususî lûgatı, ne de tam bir sentaksı vardır. Kudreti
de, zaafı da buradadır. Hiçbir zaman kendi başına bir semboller dünyası
olamamıştır. Üstün neşesi ve ... kudret, çığlığa bu kadar yakın bulunmasında,
hattâ onun hudutları içinde kalmasındadır. Söyleyeceğini, insan sesinin
billûruna geçirebildiği hallerde söyler.
110
Ne
kadar çok hâtıra ve insan... İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri
değildir; ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum. ... Hattâ Kanunî'nin,
Sokullu'nun İstanbul'unda bile on dakikadan fazla yaşayamam. ... Biz onun
(Süleymaniye) güzelliğini dört asrın tecrübesiyle ve iki ayrı kıymetler dünyası
arasında her gün biraz daha keskinleşen benliğimizle başka türlü zenginleşmiş
olarak tadıyoruz. Yahya Kemal'siz, Mallarmé'siz, Debussy ve Proust'suz bir
Süleymaniye veya Kanunî Mersiyesi, hattâ onlara o kadar yakın olan Neşâtî ve
Nedim'in, Hafız Post ile Dede'nin arasından geçerek kendilerine varamayacağımız
bir Sinan ve Bâki tahmin edebileceğimizden daha çok çıplaktır. ... bizim ancak
batmakta olan bir güneşin son ışığına şahit olabildiğimiz yalılar, bugün ortada
olsa idiler, belki kendimizi daha başka türlü zengin bulacaktık; fakat hiç bir
zaman yokluklarının bizde uyandırdığı duyguyu tatmayacaktık; nesil ve zihniyet
ayrılıkları yüzünden ancak bayramdan bayrama yüzlerini görmeğe razı olduğumuz
ihtiyar akrabalar gibi zaman zaman yanlarına uğramakla kalacaktık. ... Hayır
muhakkak ki bu şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken
bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın,
içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.
112
En
büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur
ve benlik buhranının çocuklarıyız.
Bursa'da Zaman
113
Şimdiye
kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen (belirli) bir devrin malı
olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene,
sade baştanbaşa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı
zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde
tespit etmiştir.
"Osmanlı
tarihinin dibacesi"
dibace: başlangıç, giriş
Gümüşlü
Türkçede
Ş ve L harfleri daima en güzel terkipler yapar.
116
Geyikli
Baba'ya gelince o Bursa fethini o kadar masallaştıran ve yeni Türk Devletinin
kuruluşunu yeni bir dinin doğuşuna benzeten Horasan Erleri'ndendir.
119
...
Anadolu'da ve Suriye taraflarında çok yaygın olan fütüvvet teşkilatı... (Dini ve mesleki birlik, esnaf teşkilatı)
126
Şark
için "ölümün sırrına sahiptir" derler. Fakat Şark milletleri içinde
dahi ona bizi kadar hususi bir çehre veren, her türlü laübalilikten sakınmakla
beraber, onu ehlileştiren, başka millet pek yoktur. Ve bunu ne kadar basit unsurlarla
yaparız: sade mimarîli bir türbe çok defa tahtadan, sırasına göre oymalı ve
zarif, bazen de düz ve basit bir sanduka, birkaç işlenmiş örtü veya düz yeşil
çuha, bir kavuk, bir tuğ... İşte cedlerimize edebi hayatı tecessüm (boyut kazanma, cisimlenme) ettirmeğe yeten malzeme bundan
ibarettir. Bu kadar fakir unsurlarla hazırlanan âbide de ferdi hayatı
hatırlatan tek çizgi, isimden ibarettir.
127
(Yeşilcami)
Andre Gidé bu cami için "zekânın kemal (kıymet, değer) halinde
sıhhati" der.
128
(Balkan
felaketinin o hazin arifesinde) André Gide böyle bir zamanda peyzajlarımızı
(İstanbul) fakir ve neşesiz, sanatımızı derme çatma, insanımızı çirkin buldu.
Takma bir "insanüstü" gözüyle etraftaki ıztıraba tiksine tiksine
bakarak geçti. Bugünkü büyük felaketi idrâk eden Fransa'nın yarınki çocukları
"La Marche Turque"ü okurken bu davranıştaki huşunetin (sertlik,
kabalık, kırıcılık) ne kadar mânasız olduğunu çok iyi anlayacaklardır.
129
Eski
Emir Sultan türbesi ve mescidi... Her sene bahar mevsiminde bu türbede büyük
bir halk kütlesi toplanır, Erguvan Bayramı yaparlarmış. Bu erguvan sohbeti beni
çok düşündürdü. Acaba eski dinlerden, bugün Bursa müzesinde küçük mezar
heykellerini, yüzlerce kırık âbidesini gördüğümüz âkidelerden (akide: bir şeye
inanarak bağlanmış) kalma bir şey mi? Yoksa sadece yeni fethedilmiş bir toprağı
takdis için fâtih cedlerin icat ettikleri bir bayram mı? Nereden gelirse
gelsin, bu Türk velisinin adı Bursa'da tarih boyunca devam eden ve
"naturiste" (doğacı) bir ibadete çok benzeyen bir geleneğe karışıyor.
132
Tanzimat
ve ona yaklaşan zaman şüphesiz ki geniş mânasında yapıcı bir devir olmuştur.
Fakat sadece yapmakla kalmış, asıl yaratmağa gidememiştir. Bu ikisinin
arasındaki farkı o zamanlardan kalma eserlerin hepsinde görmek mümkündür.
Cedlerimiz
inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir
ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.
Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil'de dua eder, Muradiye'de düşünür
ve Yıldırım'da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal
hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm (anlatma, ifade
etme, güzel ve alçak sesle şarkı söyleme, şakıma) eder.
Ah,
bu eski sanatkârlar ve onların dokundukları şeyi değiştiren, en eski bir
unsurdan yepyeni bir âlem yapan sanat mucizeleri. Dedelerimiz bu mucize ile ve
onun etrafına taşırdığı imanla Bursa'nın ve İstanbul'un çehresini değiştirdiler,
onları yarım asır içinde halis Türk ve Müslüman yaptılar.
134
Aşk,
sanat, arzu, zafer hepsi hasta nahvetimizin (gurur, azamet, büyüklenme)
oyuncaklarından başka bir şey değildi ve hepsinin arkasında kaderin büyük çarkı
işliyordu.
135
"Ne
diye bunun böyle olmasından muzdaribim? diyordum. Niçin mutlaka hayatta bir
devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibi olmalı? Bütün bunların lüzumu ne?
Bütün pınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar? Lezzetle bitirdiğimiz her kadehin
dibinde hep aynı ifrit (öfke), kül rengi hadekalarında (göz bebeği ile ilgili)
hiç bir aydınlığın gülmediği kayıtsız, sabit gözlerle sarhoşluğumuza gülecek
olduktan sonra... Ömrümüzü idare eden kudretler arzularımıza ne kadar uygun
olurlarsa olsunlar, bizi ondan kurtaramazlar. Bütün hılkat, geniş ve eşsiz
kudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği
bir oyundur.
138
"En
iyisi budur, diyorum; eşyayı bırakmalı güzelliğinin saltanatını içimizde
kursun."
Geçmiş
günlerimiz, hasretlerimiz, ıstıraplarımız, sevinçlerimiz, ümitlerimiz...
Konya
140
Dışardan bu kadar gizlenen Konya içinden de böyle kıskançtır. Sağlam ruhlu
kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışardan gösterişsiz, içten zengin Orta
Anadolu insanına benzer.
enmûzec: örnek
144
Anadolu'nun
politika ve kültür tarihinde daima mühim rol oynayan göçebeliğin, o kadar uzun
sürmesinde Moğol istilâsı kadar olmamakla beraber bu ilk Haçlılar seferinin ve
onun serpintilerinin ve 1176 tarihindeki üçüncü Haçlı seferinin de bir payı
olsa gerekir.
148
Bu
karışıklık içinde anarşinin tâ kendisi olan bir mistisizm alır yürür.
Başlangıcından itibaren daima tasavvufa meyli olan, devletin resmî dinine
rağmen bir türlü tam mânasıyle sünnî Müslümanlıkla yetinemeyen ve Şamanizm
kalıntısı akideleri Müslüman dini ile ancak bu çerçeveler içinde birleştiren
Anadolu'da Alevî akidelerle beraber Hayderîlik, Kalenderîlik gibi melâmî
(çekiştirilmiş) tarikatleri çoğalır. İslâm âlemi için o kadar tehlikeli olan ve
siyasi istikrara tesir eden Mehdî inancı kökleşir.
155
Ritm
araştırması ve onun iki yanındaki duvarlarda veya çeşmelerde az çok tekrar eden
büyük kapı bütünleri Selçuk ustalarındaki kitle fikri ile teferruat zevkinin
birbiriyle nasıl bir yarışa girdiğini gösterir. Hakikatte Selçuk mimarîsi çok
defa dince yasak olan heykelin peşinde gibidir. Bu binaların cephelerinde
durmadan onun tesirlerini arar. Mektepten mektebe küçük madalyonlar, şemseler
(işlenen veya çizilen güneş biçiminde süs), yıldızlar, kornişler, su yolları ve
asıl kapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayan istalaktitler (sarkıt), iki
yana fener gibi asılmış oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri, firizler ve
kordonlar, arabesk levhalar bu cephelerde bazan yazıya pek az yer bırakır,
bazan da onu ancak seçilebilecek bir oyun haline getirir.
Sahip
Ata'nın yaptırdığı İnce Minareli'nin cephesi tiftikten dokunmuş büyük bir
sultan çadırına benzer.
158
Kimdir
bu Şems? Nasıl adamdı? Hangi hikmetlerle konuşuyordu? Mevlana'ya bütün devrinde
o kadar yayılmış olan vahdet-i vücut felsefesi dışında ne öğretmişti?
159
menâkıp kitapları (menkıbeler,
övgüye değer özellikler, faziletler)
160
Mevlana
şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark'ın en büyük
şairlerinden biridir. Nasıl Garp Ortaçağı, bütün azap korkusu, içtimaî düzen
veya düzensizliği ile, rahmaniyet iştiyakı (özlemi) ve adalet susuzluğu ile
Dante'nin eserinde toplanırsa, Müslüman Şark'ta bütün varlık hikmeti, Hakla Hak
olmak ihtirası ve cezbesiyle (coşku) Divan-ı Kebir'dedir. Divan-ı Kebir, insan
talihinin şartlarını bir türlü kabul edemeyen ihtiyar Asya'nın ebedilik
iştiyakıdır.
Şüphesiz
bütün bunlar İslâm dünyası için yeni şeyler değildi. Hallaç'tan beri tasavvuf,
İslâm şiirinin ve hayatının bütün bir tarafı olmuştu. Fakat Mevlana'nın konuşma
şekli başka idi.
161
Gel gel kim olursan gel
Kâfir de olsan Yahudi
veya putperest de olsan gel
Dergâhımız ümitsizliğin
dergâhı değildir
Yüz defa tövbeni bozmuş
olsan yine gel.
Moğol
tahsildarlarının korkusu ile kovuklarda, mağaralarda yaşayan, o müthiş 699 yılı
kıtlığında kemirecek ot bulamayan, zulmün, vebanın, her türlü felaketin harap
ettiği Anadolu üzerinde bu ses bir bahar rüzgârı gibi dalgalanır.
İlk
cevap, Sakarya'nın sarı çamurlu kıyılarından geldi. Yunus'un sesi büyük
orkestra eserlerinde birdenbire uyanan kuru, fakat tek başına yüklendiği bahar
ve puslu manzara ile zengin bir fülüt sesine benzer. Şüphesiz o da Mevlânâ'nın
söylediği şeyleri söylüyordu. O da aşk adamı idi. Hatta sözü daha ziyade ondan
almıştı. Fakat aletle sanki motif değişmişti...
163
Mevlânâ'nın
vahdet-i vücut felsefesi bu kadar kısa değildir. ... Mesnevî
164
Şeb-i lâhûtda manzûme-i
ecrâm gibi
Lâfz-ı bişnevle doğan
debdebe-i mânayız
Yahya
Kemal
Hoşça bak zâtına kim
zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân
olan âdemsin
Galib
165
Mevlevî
âyini
Mukaddesin
ıklimini zaptetmiş, orada hilkatin sırrını tekrarlayan bir bale. Yazık ki Degas
cinsinden bir ressamı çıkmadı.
168
Hayır,
Anadolu'nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden
gitmelidirler.
Erzurum
171
Bu,
bilgiden ziyade dine benzeyen bir coğrafya idi. Bütün akarsulara, dağlara
canlı, ebedî varlıklar gibi vakardı. (ağırbaşlı)
177
1855'te
yüz binden fazla nüfuslu bir şehir olan Erzurum, bu gelişmesini bir iktisadi
denklik üzerine kurmuştu. İran, ithalât ve ihracatının yarıdan fazlasını
Trabzon-Tebriz kervan yoluyle yapıyordu. İşte bu kervan yolu, Erzurum'u asırlar
içinde, eşrafıyle (ileri gelenler), âyanıyle (Osmanlıda Âyan Meclisi azası,
senato üyesi), ulemasıyle (alimler), esnafıyle tam bir şark ortaçağ şehri
olarak kurmuştu. Bu transit yolunda her yıl otuz bin deve ve belki iki misli
katır işliyordu. Bunlar ... kumanyasını daima Erzurum'dan tedarik ediyor,
hayvanını nallatıyor, at eğeri, yük semeri, nal, gem, ağızlık, hülasa her türlü
eksiğini orada tamamlıyordu.
178
1914'de,
iki şey, Umumî Harp ve yeni zamanlar, bir arada gelmişti. Cevat Dursunoğlu'na,
yeni transit yolu açıldığı zaman fırıncı Hasan adında bir Erzurum'lu şöyle
demiş:
- Efendi, eskiden kervan gelir, bütün
kumanyasını burada düzer, şehre para dolardı. Şimdi yirmi katırın yükünü birden
alan kamyon, sabahleyin Trabzon'dan kalkıyor akşama buraya geliyor. Şoför,
İnhisar'dan aldığı kırkdokuzluk bir rakı şişesini duvarda kırıp içiyor, yoluna
devam ediyor...
179
Defterdar
Mehmed Paşa ile Erzurum'a gelen ve orada Gümrük katipliği yapan Evliya Çelebi,
şehrin kapılarından bahsederken, yabancı tüccarların Gürcü kapısında
oturduklarını söyler.
"Hakîrin
kâtibi bulunduğum gümrük bundadır. Dört çevresinde Arap, Acem, Hint, Sint,
Hatay, Hoten bezirgânlarının haneleri de vardır. İstanbul ve İzmir gümrüğünden
sonra en işlek gümrük bu Erzurum gümrüğüdür. Zira tüccarına adalet
ederler."
181
Ulemadan
sonra, başlarında Dabaklar şeyhi bulunan ve şehrin asıl belkemiği olan esnaf
gelirdi. Dabaklar şeyhi, icabında hükûmet nüfuzuna bile karşı koyabilecek bir
şahsiyetti. Ne Tanzimat, ne Abdülhamid idaresinin merkezciliği şehrin ruhu olan
ve esasını ahilik'ten alan bu otoriteyi yıkamamıştı.
183
Erzurum'un
asıl hayatını bu esnaf yapıyordu. Asıl güzel olan şey de, sağlam bir sınıf
şuuruna ermesi, yukarıya imrenmeden kendisini aşağıya açık tutmasıydı.
184
Mütareke
yıllarında Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum'a gelmiş olan Amerikan Heyetine
o zamanın Belediye Reisi Zâkir Bey'in verdiği cevabı kim hatırlamaz? Tercümana:
"-Dilmaç
(tercüman), bana bak, bu beyler uzun boylu anlatıyorlar. Ben kısa bir misalle
Erzurum'da ekseriyet kimlerde idi, Cenerale anlatayım" diyerek Heyeti
oturdukları evin penceresine götürmüş,
"-Bakın,
demiş, şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri
kadar duvarla çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman mezarlığı, o
küçüğü de Ermeni mezarlığıdır; bunlar ölülerini yemediler ya!"
191
...
o günlerin aktüalitesi olan medreselerin kapanmasına döndü ve bunun halk
üzerindeki tesiri hakkında fikrimi almak istedi. Ses namına neyim varsa hepsini
toplayarak, "Medrese survivance (hayatta kalma) halinde bir müessese idi.
Hayatta hiç bir müspet fonksiyonu yoktu. Kapatılmasının herhangi bir aksülamel
doğuracağını zannetmiyorum" dedim.
192
İri
burnu üstünde nasıl tutturduğuna hâlâ şaşırdığım kırık gözlükleri, ince kirli
sarı, kır düşmüş hafif sivri sakalı, zayıf yüzü ve perişan kıyafetiyle bir
insandan ziyade hiç bir zaman lâyıkıyle anlayamayacağımız bir takım şartların,
içtimaî olarak başlamış, fakat zamanla biyolojik nizam emrine girmiş şartların
bir mahsulü gibiydi.
194
...
yaşanmış hayatın sıcaklığını o dağınık hâtıralardan çıkarmak çok güçtü. Şehrin
belli başlı mimarlık eserleri de buna yardım edemezdi. Birçokları etraflarında
uğuldayan hayatla çoktan bağını kesmiş eserlerdi. Daha IV. Murad zamanında
Erzurum'da top imalathanesi gibi bir işte kullanılan Çifte Minare, sadece kendi
kendisi olmakla kalıyordu.
Erken
gelişmiş bir gotik kemer, Ulus Cami'de bizi gerçekten üzerinde durulacak bir
mimarlık meselesiyle karşılaştırır. Fakat bunlar, kültürümüzün o kadar uzak
yerlerinden gelen eserlerdir ki onlarla hemen yanı başımızdaki hayat arasında
bir münasebet bulmak imkansızdır. Mimarlık, meselâ musikîde, şiirde, resimde
olduğu gibi bize derhal hayatı veren bir sanat değildir. Bu tecrit, daha
yükseklerde dolaşır, hatırlatmadan duyguyu tatmin edebilir. Sonra bu eserlerin
kendilerine mahsus bir devirleri var. Bursa'nın, İznik'in, Edirne'nin,
İstanbul'un, yürüdükçe değişen yumuşak çizgileriyle toprakta canlı bir heykel
gibi yükselen her asıldıkları tepeden uçmaya hazır büyük kuşlar gibi görünen
mimarî eserleriyle bunlar arasında bütün bir kaynaşma, arınma devri geçmiştir.
198
Ses
bir kartal gibi süzülüp yükseldikçe ruhumuzu da beraberinde sürüklüyor.
204
Asıl
yolculuğu galiba üçüncü mevki vagonlarda aramak lazım. Gerçek hayatı halk
arasında aramak lâzım geldiği gibi...
205
Çiftçiliği
bir macera gibi yaşıyordu. Yorulmak nedir bilmiyordu...
207
İnsanlar
çalışırken ne kadar mesut oluyorlar! Yaratmanın hızı, onları içlerinden
kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne güzel, ne temiz bir âhenkle işliyor!
208
(kabiliyetleri
hayatta üstün kılacak bir dünya... Cinisli köylüler...) Türkiye bunu en iyi
şekilde başarabilecek bir mevkide. Henüz yolun başındayız. Geniş ve hür bir
vatanımız var. Milletimiz de çok kabiliyetli. Ona, içinde kendisini
gerçekleştirecek büyük, plânlı bir iş hayatını açmak lâzım. Cumhuriyet, yirmi
yıldan beri birçok şeyler yaptı. Şartlar düşünülürse bundan daha büyük başarı
olamaz.
209
kartal
yuvası
Ankara
212
Ankara,
bana daima dâsitani ve muharip (savaşçı) göründü.
213
Bu
muharebe (İstiklâl Savaşı) sadece Türk milletinin kendi hayat haklarını yeni
baştan kazanmış olduğu harp değildir. Hakikatte 26 Ağustos sabahı Dumlupınar'da
gürleyen toplar, iktisadî ve siyasî esaret altında yaşayan bütün şark
milletleri için yeni bir devrin başladığını ilân ediyordu.
214
Hakikatte
şehir bir taraftan millî mücadeledeki sıkışık hayatına devam ediyor, bir
taraftan da yeni baştan yapılıyordu. Her tarafta bir şantiye manzarası vardı.
Hiçbirinin üslûbu yanıbaşındakini tutmayan, çoğu mimari mecmualarından olduğu
gibi nakledilmiş villalarıyle, küçük memur mahalleleriyle yeni şehrin kurulduğu
devirdi bu. Tek bir sokakta Riviera, İsviçre, İsveç, Baviera ve Abdülhamid
devri İstanbul'u ev ve köşklerini görmek mümkündü.
lajender: epik, mitolojik
216
Arslanhâne
Alâeddin
camii
218
Fakat
Hacı Bayram, sade Hakla Hak olan bir veli değildir. Türk cemiyetinin bünyesinde
gerçekten yapıcı bir rol de oynar. Kurduğu Bayramiye tarikati esnaf ve
çiftçinin tarikatidir. Böylece Anadolu'da Horasanlı Baba İlyas'la başlayan
geniş köylü hareketiyle ahilik teşkilatı O'nun etrafında birleşir.
220
Halbuki
Selçuk, büyük yapıcı idi. İmaret, cami, medrese, türbe bir yığın eserin
bulunması icabediyordu. Vakıa asıl Selçuk macerası Konya, Kayseri ve Sivas
arasında geçer (Ankara, değil). ... Üstelik bu iç kale büyük kervan yolları
üzerinde değildir.
222
...
bugün türlü kazılardan gelen Hitit eserlerinin daima şaşırtıcı plastikleri,
bugünün san'atına o kadar yakın üslûplarıyle toprak altında asırlarca süren
uykularından henüz uyanmış gibi bakan gözleriyle seyretmek beni daima
düşündürmüştür. Yaşanmış hayat unutulmuyor, ne de büsbütün kayboluyor, ne yapıp
yapıp bugünün veyahut dünün terkibine giriyor.
224
İnönü
zaferini millete ve tarihe müjdeleyen telgrafı yazarken...
.
.
.
http://xurban.net/scape/5city/konya/konya.htm
.
.
.
.