.
.
.
.
.
Sanat Nedir* 2013
Arthur
C. Danto
(Çev.
Zeynep Baransel), Sel Yayıncılık, 2014, İstanbul
9
…
savım nihayetinde felsefidir…
…
sanatın tanımının evrensel olduğu yönündeki iddiam…
13
Platon…
taklit… Gerçek gibi görünen ama gerçek olmayan şey…
14
…
Şu ‘Sanat Nedir?’ sorusu…
…
sanki artık taklit ortadan kalkmış ve yerini başka bir şey almıştır. Estetiğin
icat edildiği ya da keşfedildiği on sekizinci yüzyılda, sanatın güzele katkı
sağladığı, dolayısıyla beğeni sahibi olanlara haz verdiği düşünülürdü. Güzel,
haz ve beğeni çok çekici bir üçlüydü…
Bana
göre eğer sanatın bir kısmı taklit, bir kısmı taklit değilse, her iki terim de
sanatın felsefi tanımına ait olamaz.
Bir nitelik ancak tüm sanat eserlerini kapsıyorsa tanımın parçası olabilir.
Modernizmle beraber sanat ayna yansıması resim anlayışından uzaklaşmıştır…
15
Taklitte
aslına uygunluğun dereceleri vardır, dolayısıyla Platon’un sanat tanımı
tartışmaya mahal bırakmaksızın yürürlükte kalmıştır; ta ki sanatın görünüşteki
özünü tanımlayamaz hale gelinceye dek. Peki bu nasıl olmuştur? Tarihsel olarak
Modernizmin ortaya çıkışıyla beraber; işte bu yüzden bu kitap Fransa’da ve
ağırlıklı olarak Paris’te gerçekleşen birtakım devrimci değişimlerle başlıyor.
Platon, MÖ altıncı yüzyıldan MS 1905-7’ye, yani Vahşi Hayvanlar diye anılan
Fovlar ve Kübizme kadar çok uzun bir süre sahnede kaldı. Bence, Platon’unkinden
daha iyi bir tanım ileri sürmek için yakın geçmişten sanatçılara bakmak
gerekiyor; çünkü onlar kendi teorilerini oluştururken, eskiden sanatın
vazgeçilmez temeli sayılan güzellik gibi nitelikleri yok saymaya daha
yatkındır. Marcel Duchamp 1915’te güzelliği toptan yok etmenin bir yolunu
bulmuştu. Andy Warhol 1964’te bir sanat eserinin gerçek bir nesneye tıpatıp
benzeyebileceğini keşfetmişti. … Garip ama 1970’lerde sanatsal özbilincin
merkezini değiştiren, heykel ve fotoğraf oldu. Ondan sonra da artık her şey
mümkündü. Her şey makbuldü ve bundan böyle sanatın bir tanımı olabilir mi
bilinemiyordu. Her şey sanat olamaz.
Önde
gelen estetikçiler, tüm durumları kapsayan tek bir nitelik olmadığı için
sanatın tanımsız olduğuna karar vermiştir. Onlara göre sanat, en iyi ihtimalle
açık bir kavram sayılabilir. Bense kapalı bir kavram olması gerektiğine
inanıyorum. Sanatın neden bir şekilde evrensel olabildiğini açıklayan bazı
kapsayıcı nitelikler olmalı mutlaka.
16
Ruhu
canlandırmak konusunda gerçekten de sanattan iyisi yoktur.
Eğer
sanatın hep benzer özellikler taşıdığına inanıyorsanız, onu böyle kılanın tarih
boyunca varolduğunu göstermeniz gerekir.
Gündüz Düşleri
17
Yirminci
yüzyılın başlarında, ilk önce Fransa’da olmak üzere, görsel sanatlarda bir
devrim yaşandı. Bu zamana kadar, görsel sanatlar (aksi belirtilmediği takdirde
artık sanat olarak adlandıracağım)
görüntülerin çeşitli mecralarda kopyalanmasından ibaretti.
Rönesans
sanatçısı Leon Battista Alberti, Resim
Üzerine adlı kitabında… ideal temsil biçimini “bir resme bakmakla resmin
gösterdiği şeye bir pencereden bakmak arasında görsel açıdan hiçbir fark
olmamalıdır” sözleriyle tanımlar.
18
Lumiére
Kardeşler bu buluşu kullanarak ilk gerçek sinema filmlerini çektiler ve 1895’te
bu filmleri oynattılar.
19
Sinema
filmleri, hareket ve ses gibi resmin rekabet edemeyeceği iki özelliğe sahipti.
Dolayısıyla görsel sanatların ilerlemesi, özellikle resim ve heykel tarihi açısından
son buldu ve resmin ilerlemesini bir adım öteye taşımayı uman sanatçılar çıkmaz
sokağa girdiler. Sanatın, en azından 1895’ten önce kabul edilen anlamıyla, sonu
gelmişti. Fakat Lumiére’lerin ilk sinema filmini oynatmasından on sene sonra,
resimde devrim gerçekleşti ve sanat görkemli bir döneme girdi. Filozoflara
göre, artık Alberti kriterleri hükmünü yitirmişti ki, bu da “devrim”in politik
çağrışımının hakkını veriyor.
Şimdi
devrimci bir resmin paradigmasına geçelim: Picasso’nun 1907’de yaptığı ama 20
sene boyunca atölyesinde tuttuğu Avignon’lu
Kadınlar tablosu. … Victoria döneminde, diğer geleneklere ait eserlere
“primitif” adı takılmıştı, çünkü bu eserlerin seviyesinin Avrupa’da çok eskiden
yapılan eserlerinkiyle, örneğin Sienalı primitiflerinkiyle aynı olduğu
düşünülüyordu.
20
Yine
de bu eserler sanattı; sanat terimini öncekinden daha geniş bir kapsamla
kullanarak sanat kavramını incelemeyi hedeflediğim bu kitap için işte burası
son derece önemli. Alberti tarihi diyebileceğimiz tarihin parçası olan sanatla,
bu tarihin parçası olmayan sanat arasındaki devasa farklar, görsel hakikat
arayışının sanatın tanımına ait olmadığını göstermez. Sanat Batı medeniyetinin en büyük
başarılarından biri olabilir elbet; fakat bu, söz konusu tanımlayıcı niteliğin
İtalya'da başlayıp Almanya, Fransa, Hollanda ve en sonunda Amerika da dahil
olmak üzere diğer ülkelere yayılan sanat için geçerli olduğu anlamına gelir;
tüm sanat için öyle olması gerektiği anlamına değil. ... Bir şeyin sanat olmasıyla, o şeyin sanat olup olmadığını
bilmek aynı şey değildir. Ontoloji, bir şey olmanın ne anlama geldiğini
araştırır. Fakat bir şeyin sanat olup olmadığını bilmek, ... epistemolojinin
-bilgi teorisinin- alanına girer.
Picasso'nun
sanatı görünüşe karşı, dolayısıyla ilerlemeci sanat tarihine karşı bir
savaştır.
24
Alberti'nin
kriterlerinin dışında kalan her sanata olduğu gibi, Fransız halkı Matisse'in
karısını resmetme biçimine de kahkahalarla gülerek tepki vermiştir.
25
Soyutlama
ortaya çıkana kadar, tablolar aynı zamanda bir şeyin resmiydi. Uzun zaman
boyunca resim ve tablo kelimelerini birbirinin yerine kullanmak mümkündü.
Örneğin Clement Greenberg, sanki bir tablo, soyut da olsa bir şeyin resmi olmak
zorundaymış gibi Soyut Ekspresyonist eserlerden 'resim' diye bahseder. Halbuki bu
bakış, tablo tanınabilir herhangi bir nesneyi resmetmediği zaman neyi konu alır
sorusunu doğurur.
Theo
van Doesburg'un meşhur ve etkili bir dizi tablosu, Kübizmin dümdüz bir renk
resminden yola çıkarak aynı konuyu artık bir ineğe hiç benzemeyecek şekilde
nasıl soyutladığını evreler halinde gösterir.
Ama
van Doesburg, soyut sanatın doğadan -nesnel görsel gerçeklikten- yola çıkması
gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. O dönemde, soyutlamaya giden yol bir şekilde
geometrikleştirmekten geçiyordu; modern neredeyse bu anlama geliyordu.
26
Sürrealistler...
otomatizm teorisi... Bu teoriye göre, zihin ve hatta bilinçaltı, doğanın
parçasıydı.
27
Amerika'da
soyutlama, Avrupa'daki soyutlamanın aksine, geometriye değil, bilinçli
kontrolün askıya alındığı doğaçlamaya dayanır. Sanatçı, otomatik çizim veya
yazı üzerinden iç benliğiyle bağ kurar.
28
...
New Yorklu sanatçılara en yakın sürrealist, otomatik çizim dersleri veren
Şilili mimar ve ressam Roberto Matta olmuştur. Bu derslere katılanlar arasında
Robert Motherwell, Arshile Gorky ve hatta Jackson Pollock da vardı.
29
Motherwell
"Amerikan Modernizminde eksik olan [...] orjinal yaratıcı ilke[dir]"
görüşünü birçok kez dile getirmiştir. Bu ilke öyle bir şeydi ki, bir kez
keşfedildikten sonra Amerikalı sanatçılar artık tamamen orjinal Modernist
eserler üretebilecek; tanımı gereği Modernist olan Avrupalı eserlere öykünerek
Modernist olma çabasından ibaret bir Amerikan sanatı yapmaktan kurtulacaktı.
... Motherwell, ... "Amerika'daki sorun"un "bir üslup niteliği
taşımayan, üslupsallık ya da dayatılmış bir estetik içermeyen yaratıcı bir ilke
bulmak" olduğunu vurgulamıştı. [Motherwell şöyle der:] "Son derece
yetenekli olan Gorky, önce Cézannevari bir dönemden geçmişti, 1940'larda ise
modası geçmiş bir Picasso dönemi yaşıyordu. Oysa çok daha az yetenekli birçok
Avrupalı, tabiri caizse, kendi 'sesiyle' konuşuyordu; çünkü onlar uluslararası
Modernizmin canlı köklerine daha yakındı".
30
Motherwell,
... "Amerikalı Modernist sanatçılar, bu yaratıcı ilke sayesinde
Maniyeristliği (üslupçuluğu) bırakabilirler" demiştir.
31
Amerika'nın
Modernizmle tanışması Merdivenden İnen Çıplak ve Brancusi'nin Matmazel Pogany
heykeli sayesinde gerçekleşti.
Kübizm
ve Fovizmden sonraki senelerde, kendilerine özgü üslupları olan ve çoğu zaman
da akımın desteklediği toplumsal ve politik hedefleri dillendiren manifestolar
yazan birçok sanat akımı ortaya çıktı. Fütürizm, resim ve mimariyle faşizme
destek veriyordu. Toplumsal Gerçekçilik, orak ve çekicin izinden giderek
endüstriyel ve tarımsal emeği yüceltiyordu; ama Rusya'da Kübo-Fütürizmi sanatın
geleceği olarak görenler de yok değildi. Alberti kriterleri sanatın ne olduğunu
tanımlamaktan çıkmış, artık diğerleri gibi bir akıma dönüşmüştü. Realizm
(Gerçekçilik) olarak tanımlanan bu akımın öncüleri arasında ... Edward Hopper
da bulunuyordu. ... Araştırmacılar beş yüzü aşkın manifesto yayımlandığını
tespit etmiştir; ama her akımın bir manifestosu bulunmaz. Örneğin Fovist
manifesto yoktur. Kübizm ve Fovizmden sonra ise Sürrealizm, Dada, Süprematizm,
geometrik soyutlama, Soyut Ekspresyonizm, Japonya'da Gutai, (Greenberg'in
desteklediği) renk alanı resmi, Pop-art, Minimalizm ve 1960'larda kavramsal
sanat, Slovenya'da Irwin, SoHo'da Temellük Sanatı [Appropriationism] ve derken
İngiltere'de Damien Hirst'in öncülüğünde Genç Britanyalı Sanatçılar ve daha
birçokları gelmişti.
32
Bu
akımların çoğu, resimlerin pencereden görünenle eş olmasını öngören katı
Albertiyen kuralları terk etmiştir, ayrıca on dokuzuncu yüzyılda gerekli
görülen ilerlemeci anlayışa katkıda bulunmak gibi bir kaygı taşımazlar. Buna
rağmen kullanılan malzemelerde bir değişiklik olmamıştır: yağlı boya, sulu
boya, (keşfedildikten sonra) akrilik boya, pastel; modelleme için kil, kalıp
çıkarmak için alçı, döküm için bronz, oymacılık için ahşap ve türlü baskı resim
eserler için kullanılan tahta kalıplar, bakır plakalar ve litografi taşları vs.
Yetmişlere
damgasını vuran ve günümüze kadar uzanan en önemli değişiklik, sanatçıların
geleneksel "sanatçı malzemeleri"nden uzaklaşarak her türlü şeyi,
bilhassa gündelik hayatımızdan nesne ve maddeleri (fenomenoloji uzmanları buna Lebenswelt diyor) kullanmaya başlamaları
oldu. Böylece çağdaş sanat felsefesinin en temel sorularından birini doğurdu:
Sanat ile sanat olmayan, ama pekâlâ sanat eseri olarak kullanılabilecek gerçek
şeyler arasındaki fark nedir?
1970’lerde
-Düsseldorf’ta öğretmenlik yapan- Alman guru Joseph Beuys, her şeyin sanat
olabileceğini iddia etti. Hayvan yağıyla [ve keçe battaniye] sanat yaptığı
için, eserleri de bu iddiayı destekliyordu…
33
Robert
Rauschenberg, 1955 senesinde Modern Sanat Müzesi’nde düzenlenen On Altı Amerikalı sergisinin kataloğunda
“resim yapmak için bir çift çorap da en az ahşap, çivi, terebentin, yağlı boya
ve tuval bezi kadar uygundur” diye yazmıştır. Rauschenberg, eserlerinde yorgan,
Coca Cola şişeleri, araba lastikleri ve dondurulmuş hayvanlar kullanmıştır.
Gerçeklik, sanatın temsil etmesi gereken şeyken sanatın içine dahil olunca,
sanata atfedilen anlam da değişikliğe uğramıştır. Bizi günümüzde “sanat nedir”
sorusunun tözüne götüren de burdur.
John
Cage… müzikal seslerin neden gamlardaki geleneksel notalarla sınırlı olduğu
sorusunu ortaya atmıştı… 29 Ağustos 1952… New York, Woodstock’ta piyanist David
Tudor’un çaldığı bir eser… “4’33’’”
34
Rauschenberg,
eserlerinin içine kattığı nesnelerle 1950’lerin başında sanata gerçekliği dahil
etmiş oldu. … Jasper Johns’un hedef tahtalarını, rakamları ve bayrakları
kullanmasının nedeni bence bayrak resminin bir bayrak olması, rakam resminin
bir rakam olması ve hedef tahtası resminin de bir hedef tahtası olmasıdır.
Dolayısıyla ortaya çıkan nesnenin sanat mı yoksa gerçeklik mi olduğu
belirsizdir.
35
Yetmişlerin
ortalarında sanat dünyasının sosyal yapısı değişti … Geleceği belirleyen
akımlar büyük ölçüde ortadan kayboldu ve onların yerini genç yetenek arayışı
aldı. Yetmişlerin sonunda … Robert Rahway Zakanitch, … Motif ve Dekorasyon
akımı… Bence kayda değer en son akım buydu, en azından Amerika’da.
…
1984’e gelindiğinde, Greenberg’in saltanatı büyük ölçüde sona ermişti. Artık
sanat akımları yerine, feminizm gibi politik hareketler eserlerini sergilemek
için daha çok alan talep etmeye başlamıştı. Çokkültürcülük ise bir akımdan
ziyade siyahların, Asyalıların, Kızılderililerin ve her iki cinsiyetten
eşcinsellerin eserlerinin sergilenmesine imkân tanıyan küratoryal bir karardı.
… 1983 Bienali… yarının sanatını göstermiyordu; bu da yarın sanatı neler
beklediği sorusunu doğuruyordu. Sanki artık “bir sonraki büyük yenilik”
beklenmiyordu…
36
1915’te
Marcel Duchamp, 1964’te Andy Warhol… Duchamp… güzel sanat üretmeyi reddetmişti.
Bunu politik nedenlerle, burjuvaziye saldırmak için yapmıştı. … Birinci Dünya
Savaşı’nın çıkmasından burjuvaziyi sorumlu tutuyordu. … Duchamp “Resim
sanatının işi bitti” … “Bir pervaneden daha iyi bir şey kim yapabilir ki?
Söylesene, sen yapabilir misin?” … Bir makine parçasının sanat eserine
benzetildiği ya da onunla kıyaslandığı ilk yorumlardan (1912) biri budur.
37
Duchamp
“hazır-nesne” kelimesini bir giysi dükkânının vitrininde görmüştü. Terim burada
“sipariş üzerine” [made to order]
kavramının zıt anlamlısı olarak kullanılmaktaydı.
38
[1915’te
Duchamp]… “beğeni”ye saldırırken aslında Immanuel Kant, David Hume gibi
filozofların … estetik kuramlarının temelindeki kavramı sorgulamaya açmış
oluyordu. Bunun dışında, Duchamp’ın yirmi hazır-nesnesinin her biri,
Lebenswelt’ten alınan bir nesneyi sanat eseri statüsüne taşımıştır ve bu durum,
el becerisiyle ilgili her şeyin, dokunuşun ve her şeyin ötesinde sanatçının
gözü olgusunun sanat kavramından çıkarılması anlamına gelir. Sonuç olarak
Dada’nın güzelliği aşağılayarak, savaşa girme kararıyla milyonlarca gencin
Avrupa’nın muharebe meydanlarında ölüm fermanını imzalayan burjuvaziyi
cezalandırmasının ötesinde bir hareket söz konusudur.
[Lebenswelt
"yaşam dünyası" yahut "yaşama dünyası". Edmund Husserl'in
ilk kez (1910'larda?) tedavüle soktuğu, kavram]
Eğer
her şey sanat olabiliyorsa, sanatı diğer her şeyden ayıran nedir? Elimizde pek
de teselli edici olmayan tek bir yanıt var: Her şeyin sanat olabilmesi, her şeyin sanat olduğu anlamına gelmiyor. Duchamp,
Platon’dan günümüze neredeyse tüm estetik tarihini reddetmeyi başarmıştır.
39
Pisuar…
“R. Mutt 1917”… Stieglitz fotoğrafı, bir sanat eseriymişçesine sepya çekmiş,
pisuarı sanki bir heykel gibi göstererek… Duchamp’ın yassı sırtlı Bedfordshire
model pisuarı…
Eserleri
felsefi anlamda çok zengindir, bilhassa yüzyıllardır sanat kavramına ait olduğu
düşünülen güzele yaklaşımından ötürü. Ne de olsa on yedinci yüzyıldan itibaren
sanatçı mezun eden kurumların çoğunun adında “güzel” kelimesi bulunuyordu:
Güzel sanatlar (beaux arts, bellas artes,
vb.).
40
Pisuarı
sırtüstü yatırmak “işlevsel anlamının yitirilmesini” kesinleştirmek içindir.
41
(gerçi
Yunanlıların sanat için ayrı bir kelimeleri yoktu)
Sokrates,
Devlet’in Onuncu Kitap’ında sanatı
taklit olarak tanımlar ki bu, Yunan heykelleri için kesinlikle geçerlidir.
42
Sokrates’in
sanat tanımı, yirminci yüzyılda soyutlama ve ardından hazır-nesnelerin devreye
girmesiyle tamamen çöker. Hiç şüphesiz, Batı’daki sanat eserlerinin çoğu, Yunancadan
türetilmiş bir sözcük kullanacak olursak, mimetiktir ve Batılı sanatçılar bu
konuda zamanla ustalaşmıştır. Fotoğraf makinesi icat edildikten ancak uzun
seneler sonra, insan yüzünü gerçekte olduğu gibi gösterebilecek düzeye
ulaşabilmiştir, yine de fotoğraf ilk taklit denemelerini (örneğin Giotto ve
Cimabue’ninkileri) geçersiz kılmamıştır. Ne var ki, Modern ve çağdaş sanat
karşı-örneklerle dolu olduğu için taklit artık sanatın tanımının bir parçası
olamaz. Ama elbette kimseden iki bin yıl sonra sanatın nasıl olacağını bilmesi
beklenemez! Ancak sanat bir sona ulaşırsa bu mümkün olabilir. Ne kadar keskin
zekâlı olursa olsun, Sokrates’in sanatın geleceğiyle ilgili söyleyebileceği pek
az şey vardır. Sanli o, en azından sanat söz konusu olduğunda, her şeyin aynı
şekilde devam edeceğini hayal etmiştir [ya da bildirisini bu şekilde sunmuştur]. Gelgelelim soyutlama ve
hazır-nesneler, sanata bir tanım bulunmasını daha da zorlaştırmıştır. “Sanat
nedir?” sorusu işte bu yüzden artık çok daha sık ve çok daha hararetle
soruluyor. … Wittgenstein tanımların, onlarsız da yapabileceğimiz için gereksiz
olduğunu gösteren bir örnek sunar: Oun
kavramı.
43
…
zaten Wittgenstein’a göre, bir tanımımızın olması pek de işimize
yaramayacaktır. … [a, b, c, d kümesi] Ama a’nın b’ye, b’nin c’ye, c’nin de d’ye
benzediği, a’nın d’ye benzeyeceği anlamına gelmez. Dolayısıyla tanımın
dayanabileceği, her şeyi kapsayacak tek bir nitelik yoktur. [Öte taraftan
hepsini kapsayacak bir tanım bulmak diye bir şey şart olmayabilir de. Örneğin
‘bildiriler’ kendi geçiciliklerinin, o yer ve zamanın şartlarında bir araya
getirilmiş ‘tutumlar’ olduğunun farkındadırlar. Bildiriler, bir duruşu, bir
yaşama çerçevesini belirlerler. Bu yüzden ‘tanım’ olarak peşinde koştuğumuz
şeyin aslında bir ‘formül’ anlamına gelmeyebileceğini de hesaba katmak gerekir.
Bildiri, çok kısa süreli bir prospektif, okunup atılması gereken bir not kadar
hızlı tüketilmeyebilir. Çünkü sonuçta her bildiride bulunan, yoğunlaşmış içkin
arzusunu çevresindeki diğer yaşayanlarla ortaklıkları sonucu ortaya koyan bir
kişidir. Bu… olacaktır ve kaçınılmazdır. Tanım ya da formül ise, bu yoğunluğun
yanında oldukça hafif kalmaktadır.]
1956’da
sanat eseri paradigmasını oyun paradigmasıyla değiştirmek için çaba sarf
ediliyordu. Morris Weitz’in “sanat”ın açık
bir kavram olduğunu öne süren “Estetikte Teorinin Rolü” adlı önemli
makalesi yayımlandı. … görsel
sanatlarda, farklı kültürlerden çıkan türlü sanat gelenekleri de, dünyadaki tüm
sanat eserlerinin oluşturduğu ve benim Sanat
Dünyası olarak tanımladığım alanda yer almaya gün geçtikçe daha çok hak
kazanır. … Bir şey Sanat Dünyası’nın parçası olmaya nasıl hak kazanır?
44
…
ırk ve cinsiyet zaman içinde yasal olarak anlamsız hale geldi.
Altmışlı
yıllarda, filozof George Dickie, Sanatın Kuramsal Teorisi olarak bilinen bir
teori ortaya attı. … sanatın ne olduğunu belirleyenin tamamen Sanat Dünyası
olduğunu savunuyordu. … Dickie’ye göre Sanat Dünyası, küratörlerden,
kolaksiyonculardan, sanat eleştirmenlerinden, (pek tabii ki) sanatçılardan ve
hayatları bir şekilde sanatla bağlantılı kişilerden oluşan bir tür sosyal
ağdır. Bu teoriye göre bir şey eğer Sanat Dünyası öyle buyuruyorsa sanat
eseridir. … Dickie’nin fikri bir tür şövalyelik gibidir. Önüne gelen insanları
şövalye yapamaz, ancak krallar ve kraliçeler buna kadirdir.
45
Yeniden
Weitz’in teorisine dönecek olursak, 1956’nın sanat üzerine teori üretmek için
pek uygun bir sene olmadığını söyleyebiliriz. 1956, Soyut Ekspresyonizmin
başarısının doruğa ulaştığı seneydi. Ancak altmışlarda her şey değişti…
46
Weitz
ve onu destekleyenler, altmışlar ve yetmişlerde üretilen eserlerin, sanatın
açık bir kavram olduğu fikrini (bu fikir anti-özcülük [anti-essentialism] olarak da bilinir) daha da geçerli kıldığını
savunabilir. Bense özcüyüm. Sanat tarihinin mantığının, sanatı hakikaten açık
bir kavrammış gibi gösterdiğini düşünüyorum: Yunan sanatı mimetik olsa da
Romanesk sanat pek mimetik sayılmazdı. Soyutlama, taklidin sanatın özüne ait
olmadığını kanıtladı, ama soyutlama da bu öze ait olamaz. Bu öze gerçekten
neyin ait olduğunu, neyin olmadığını bilmiyoruz. … Esas sorun, filozofların
ortak bir görsel nitelikler dizisi bulamadıkları için sanatın açık bir kavram
olduğuna karar vermiş olmalarıdır. Bana kalırsa filozoflar bir noktada bu
konunun üzerine gitmeyi bıraktı; çünkü ben sanat eserlerinin doğasında var
olan, dolayısıyla sanatın tanımına ait olan en az iki nitelik sayabilirim.
47
Andy’nin
Fabrikasından çıkan kutuların, gerçek fabrika imalatı kutulardan farkı nedir?
48
Bana
kalırsa, gözle görülür hiçbir fark olmadığına göre mutlaka görünmez farklar olması gerekiyordu… Ben doğaları gereği görünmez
olan iki nitelik öne sürmüştüm. Sanat felsefesiyle ilgili ilk kitabımda sanat
eserlerinin bir şey hakkında olduğunu
öne sürmüş ve buna bağlı olarak sanat eserlerinin anlamı olduğuna karar
vermiştim. Bir şeyden anlam çıkarabiliriz ya da anlamları idrak edebiliriz,
fakat anlamlar hiçbir şekilde maddesel değildir. Daha sonra, özneli ve yüklemli
tümcelerin tersine nesnelerin taşıdığı anlamları cisimleştirdiğini düşündüm. Sonuç olarak sanat eserinin cisimleşmiş anlamlar olduğunu iddia
ettim. Dille uğraşan birçok filozof, en çok anlambilim üzerinde duruyor ve
nesne yüklemin faaliyet alanına düşecek şekilde cümleyi inceliyor. Wittgenstein
ise bir istisnadır; … tümcelerin birer resim olduğu, dünyanın da resimsel
tümcelerin birbiriyle eşleşebildiği olgulardan meydana geldiği tezini savunur…
Anlambilim ‘düzanlam’ ya da ‘kaplam’ gibi dışsal ilişkiler kullanır. Ama
sanatın dayandığı ilişkinin türü içseldir. Sanatın nesnesi anlamı bütünüyle
veya kısmen cisimleştirir.
Sanat
eseri maddesel bir nesnedir; nesnenin bazı nitelikleri anlama aittir, bazılar
değildir. İzleyicinin yapması gereken, anlam barındıran nitelikleri, bu
niteliklerin cisimleştirmeyi hedeflediği anlamı kavrayabilecek şekilde
yorumlamaktır.
50
Tuval
elbette anlamın parçası değildir, ancak anlamı cisimleştiren nesnenin
parçasıdır. Bir nesneyi sanat eserine dönüştürenin, cisimleştirilmiş anlam
olduğu açıklaması, hem Warhol’un eserleri hem de David’in eserleri için
geçerlidir. Hatta bu açıklama, sanat olan her şey için geçerlidir. Filozoflar
sanat eserlerinin paylaştığı ortak bir nitelik olmadığını varsaydığında,
yalnızca görünür nitelikler arıyorlardı. Ancak bir şeyi sanat yapan görünmez
niteliklerdir.
Bir
nitelik hem nesnenin hem anlamın parçası olabilir elbette. Burada örnek olarak
Donald Judd’un heykellerini kullanmak faydalı olabilir. … Judd heykellerinin
belirli nesnelerin taklidi değil, “belirli nesneler” olarak görülmesini istemiş
olmalıdır. Yani heykellerinin dünyanın envanterini genişletmesini istemiştir.
Judd heykellerini bir makine atölyesinde imal ettirir, çünkü istediği derecede
keskin kenar ve köşeler nesneye ait niteliklerdir; ama aynı zamanda eserin
anlamına da aittirler, onu özgül kılan etmenlerdendir.
Sanatın
tanımını belirleyen daha başka koşullar olabileceğinin farkındayım elbette. …
Yine de tahminimce farklı kültürlerden estetikçiler, benim tanımımın insanların
herhangi bir eserden neden etkilendiğini ya da neden ondan tiksindiklerini
açıklamadığımı söyleyecektir. Estetikçiler böyle şeyleri elbette açıklamaz.
Onlar içinde bulundukları kültürden çıkan sanat eserlerinin tespit edilmesine
yardımcı olur; ama bunlar kültürden kültüre farklılık gösterir ve sanatın
tanımına ait değildirler. Tanım, sanat eserleri için evrensel olanı
yakalayabilmelidir. Bunu da eserlerin ne zaman yapılmış ya da yapılacak
olduğunu hesaba katmaksızın yapmalıdır. İçinde bulundukları kültürü göz önüne
alarak eserleri nasıl yorumlayacağımızı ve tıpkı ikonalar ya da fetişler gibi,
o kültürün hayatı içinde onları nereye yerleştireceğimizi öğrenmemiz gerekir.
Eserin üslubunun o kültüre ait bir üslup olması zorunludur.
52
…
Warhol’un sanatı, neredeyse tamamen ticari amaçlı grafik sanatların sıradanlığı
üzerinedir. Warhol dünyanın sıradan halini estetik olarak güzel buluyor… Andy
gündelik hayatın yüzeyindeki şeylere bayılıyordu; konserve ürünlerinin besleyiciliği
ve öngörülebilirliği, alelade şeylerdeki şiirsellik hoşuna gidiyordu. …
Yoksulluk içinde geçen bir çocukluktan gelen, yeni ürünlerin hepsinin
kullanıldığı bir mutfağın sıcaklığına aşık olan bir kişiden beklenebilecek bir
yaklaşımdır bu. … Warhol’un kutuları Soyut Ekspresyonizme, bilhassa soyut
ekspresyonistlerin hor gördüğü her şeyi şereflendirmeyi arzulaması açısından
bir tepkidir.
…
Harvey’in (fabrikasyon Brillo Kutu’larının grafik sanatçısı) Brillo kutusunun
sanat olmadığını iddia etmek de zordur. O da sanattır, ama ticari amaçlı grafik
sanatıdır.
54
Ticari
amaçlı grafik sanatların işlevsel olmalarından dolayı sanat olamayacağını iddia
etmek, büsbütün züppelik olur. Ayrıca karton kutular Lebenswelt’in parçasıdır. Andy’nin kutuları ise değildir. Onlar
Sanat Dünyası’nın parçasıdır. Harvey’in kutusu anlaşıldığı haliyle görsel
kültüre, Andy’nin kutuları ise yüksek kültüre aittir.
56
…
Judd’un da farkında olduğu gibi, keskin kenar ve köşeler kusursuzluk hayaline
aittir.
57
O
zaman anlam ve cisimleştirmeye “düş gibi” olmayı da ekleyebiliriz. Romanlar düş
gibidir, tiyatro oyunları da öyle. Hakiki olmaları gerekli değildir, ama
mümkündür.
İnsan
sanatın evrenselliğini açıklamak istiyor. Bence, dünyanın her yerinde herkes
rüya görür. Rüya görmek için genellikle uyuyor olmamız lazımdır. Fakat gündüz
düşleri uyanık olmamızı gerektirir.
58
Gündüz
düşleri, gece uyurken gördüğümüz rüyalarla kıyaslandığında paylaşılabilmek gibi
bir avantaja sahiptir. Dolayısıyla kişiye özel değildirler…
Gündüz
düşlerinin bir avantajı daha var: 1984’te tasavvur ettiğim Sanatın Sonu için
önemli sorular ortaya çıkıyor. Sanatın Sonu’nun dayandığı savlardan biri
sanatla gerçekliğin bazı durumlarda birbirinden ayırt edilemez olmasından yola
çıkıyordu. Sanat ile gerçeklik ayırt edilemez olmuşsa, bir şekilde bir sona
geldiğimizi düşünmüştüm. Ancak, sanat ile gerçeklik, prensip olarak, görünürde
aynı olabilir. Fakat o zaman aradaki farkların görünmez farklar olabileceğini
düşünmemiştim. … Sanat gerçeklikle arasındaki mesafeyi her zaman korur.
Dolayısıyla iki Brillo kutusu birbirini işaret etmez.
Temellük:
Kendine mal etme…
59
...
bütün sanat eserleri anlamları cisimleştirir. Fakat bu asla birbirleri gibi
olmaları gerektiği anlamına gelmez!
Restorasyon ve Anlam
64
…
eğer metafizik başkalaşım gibi görünen şey yalnızca mum isi ve tütsü dumanından
oluşan yapay bir dokuysa, eserin kaybettiği şey yüzyıllardır kendisine yanlış
yere atfedilen yücelik olabilir.
…
eğer bu resimler Michelangelo’nun elinden çıktıysa, insan onun hiç de sanıldığı
kadar muhteşem bir ressam olmadığı hissine kapılır; sanki ona bu şanı zaman ve
kirin lehine işlemesi kazandırmıştır. Peki, ya ortadan kaldırılan şey,
Platon’un mağarasıyla simgeleştirilen insanlık durumunun mecazi gölgesiyse ve
renklerin parlaklaştırılmasının bedeli artık kaybolmuş olan anlamın
yitirilmesiyse?
Demek
ki sökülüp götürülenin kir mi yoksa anlam mı olduğuna karar vermemiz gerekiyor.
72
…
sanat eserleri cisimleşmiş anlamdır ve tıpkı ruhun bedenle iç içe olması gibi,
anlam da maddesel nesneyle girift bir şekilde iç içe geçmiş durumdadır.
79
Kendisi
(Michelangelo) nasıl bir yol izlediğini hiç açıklamadığından, sanatçının
aklından geçenleri anlamak için eserin ne anlama gelebileceğine dair
yorumlayıcı varsayımlarda bulunmamız gerekir. … yorum olmadan hiçbir şeyin
okunamayacak olması…
Felsefe ve Sanatta Beden
83
…
sonra öğrencilerin dersin konusunu politik eylem felsefesi sandıkları için
böyle heyecanlandıklarını anladım. Üniversitede devrim yıllarıydı … [Dünyanın
neresinde ve ne zaman herhangi bir üniversitede ‘devrim yılları’ dışında bir
yıl yaşanıyor olabilir?] Ömrüm boyunca canı sıkılmış ve hayal kırıklığına
uğramış bu kadar çok kişiyi bir arada görmedim herhalde. Kafasına dünyayı
değiştirmeyi koymuş öğrenciler için, kapitalizmi -ya da askeri-endüstriyel
kompleksi- devirmek bu tür tasalardan [kendi tasaları] öylesine uzaktı ki, bana
büyüleyici gelen ayrımlara onlar tahammül edemiyordu.
88
…
muhtemelen doğuştan gelen yapısal yeteneklerimiz olduğunu düşünüyorum.
90
Fra
Angelico kişileri yalnızca ruh hallerinden hareketle anlaşılabilecek şekilde
resmetmiştir. Bu ruh halleri, evrensel olarak her insan için geçerli olmasına
rağmen, derin kültürel nedenlerden dolayı diğer sanat geleneklerinde karşımıza
çıkmaz – söz gelimi tüm ihtişamına rağmen klasik sanatta ya da tüm
çarpıcılığına rağmen Afrika sanatında bunu kesinlikle görmeyiz.
Karşılaşmanın Sonu:
Resim ile Fotoğraf Arasındaki Paragone
paragone
(İt. karşılaştırma) Rönesans’ta bir sanatın diğerinden üstün olduğunu ileri
sürmek amacıyla kullanılırdı.
101
(New
York, Soyut Expresyonistlerin uğrak mekanı Cedar Bar’da) … kadınların bu sanatı
(resim) icra edemeyeceğine dair yadsınamaz bir tavır vardı. … Tabi kadınlar ve
muhtemelen onların erkek destekçileri resmi kötülediler ve böylece yetmişlerde
heykel ve fotoğrafın kadınlara, resmin ise erkeklere göre olduğu kanısı
yaygınlaştı.
102
Sanat
tarihinde bundan böyle bir daha paragone
yapılıp yapılamayacağını söylemek imkânsız; bilhassa artık bu tarih, tamamen
politika tarihiyle iç içe geçmiş olduğu için.
105
…
bir resmin fotoğraf makinesiyle çekildiğini düşündüğünüzü söylemek, onun sanki
bir sanatçının elinden değil, bizzat doğanın elinden çıkmış gibi göründüğünü
söylemektir aslında.
106
Ressamlar
Muybridge'in fotoğraflarının koşmakta olan atların gerçekten koşmakta olan
atların gerçekten nasıl göründüğünü gösterdiğine karar verdiler ve at
resimlerini Muybridge'in fotoğraflarına bakarak yapmaya başladılar; oysa biz
kendi gözümüzle koşan atları hiçbir zaman o şekilde görmeyiz. Hareket halindeki
hayvanları Muybridge'in onları gösterdiği gibi görmüyoruz gerçekten; zaten
görebiliyor olsaydık fotoğraflara ihtiyaç da duyulmamış olacaktı.
107
Burada
optik hakikatle görsel hakikat birbirine karışır.
Durağan
görüntüler "optik hakikati" gösterir; ama bu algısal hakikatle, yani
dünyayı stereotipik olarak nasıl gördüğümüzle örtüşmez.
113
Öte
yandan fotoğrafa sanat statüsü verilmesinin nedeni gayet açıktır. Bunun en
temel nedeni, piktografi diyebileceğimiz şeyin, resmi bir sanat kılan her
şeyden arındırılmış olmasıdır: El becerisi anlamında tek gerekli olan bir
düğmeye basabilmekten ibarettir. Piktografik bağlamda, elin, mesela ayak kadar
konuyla ilgisiz olduğu anlamına gelir bu.
115
(Brillo
kutuları) Burada iki kutunun birbirinden ayırt edilip edilemeyeceğini
sormuyordum; bu epistemolojik bir meseledir. Ben daha ziyade onları farklı kılanın
ne olduğunu merak ediyordum. Bu ise filozofların ontolojik mesele olarak
adlandırdığı türden bir sorudur ve sanatı tanımlamayı gerektirir.
Kant ve Sanat Eseri
116
…
dönemsel bir üslup olarak Modernizm aşağı yukarı 1960’ların başlarında son
bulmuştur ve onu takip eden -Fluxus, Pop-art, Minimalizm ve Kavramsal Sanat
gibi- başlıca akımlar ve benim sanatın sonu olduğunu savunduğum dönemden sonra
yapılan sanatın tümü, [Kant’ın sanat felsefesinin menzilinin dışında kalıyor
gibi görünmektedir].
117
"Beğeni
yalnızca duyguların etki ettiği dışsal yüzeye yöneliktir; ..." (Hegel)
Hegel
muhteşem estetik derslerinin en başında, doğal güzellikle sanatsal güzelliği
gayet keskin bir biçimde birbirinden ayırır: Sanatsal güzellik "ruhtan
doğar ve yeniden doğar." Oysa ... Kant, bazı doğal nesnelerle sanatın bazı
türlerini aynı kefeye koyar.
121
Sanatın
beğeni sahibi olmanın ötesinde şeyler de vaat etmekte olduğunun yavaş yavaş
farkına varılıyordu.
122
(estetik
fikir) Bu görüş, bize fikirler sunduğu için sanatın bilişsel olduğunu ve
dehanın bu fikirleri izleyicinin zihnine aktarabilecek duyusal dizilimleri
bulma becerisi olduğunu ileri sürer. ... "Sanat en yüksek gerçekliği bile
duyusal olarak teşhir ederek, onu duyulara, duygulara ve doğanın görünüş
biçimine yaklaştırır” ve “sanatın kendinden varettiği güzel sanat eserleri,
doğa ile sonlu gerçeklik ve kavramsal düşüncenin sonsuz özgürlüğü arasındaki
ilk orta uzlaşma noktasıdır." Bunu bir başka biçimde de söyleyebiliriz:
Sanatçı, fikri duyusal bir mecrada cisimleştirmek için yollar bulur.
123
(İsa’yı
kuzu olarak temsil etmek... Kartalın pençeleriyle şimşekleri tutabiliyor
olması...) Bu estetik bir fikirdir.
124
Kant’ın
seslendiği okur kitlesinin, Batı’nın dışında yapılan sanatla ilgisi pek azdı,
tabii eğer böyle bir bilgisi varsa. ... Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde,
"Yeni Zelandalıların dövmeleriyle yaptıkları gibi, bir figürü hafif ama
düz çizgilerle ve her tür sarmalla süsleyebiliriz, yeter ki bu figür insanoğlu
olmasın" der. Belli ki dövmeyi bir süsleme ya da bezeme biçimi gibi
görmekteydi; sanki Tanrı’nın suretinde yapılmış insan bedeni, kendi başına
yeterince güzel değilmiş gibi. Kant’ın dövmeyi bir sanat biçimi, dolayısıyla
estetik bir fikir olarak görmesi ve dövmelerin böyle desenlerle bezenmiş
insanları evrenin görünmez güçleriyle birleştirdiğini düşünebilmesi için ciddi
bir eğitimden geçmesi gerekirdi.
125
Kant’ın
kısa bir özet halinde sunduğu ruh tartışmasının zamandan, mekândan ve kültürden
bağımsız olarak tüm sanat eserlerinin mantığına hitap edebiliyor oluşu bana çok
etkileyici geliyor.
126
Kültürümüzdeki
çoğulculuk, estetik fikirlerin cisimleştirilmesinde -anlamların aktarılmasında-
kullanılan araç ve malzeme çeşidinin artmasıyla ilgilidir kısmen.
127
Çoğulculuk
ruhu, sanatçıları Rönesans geleneğine bütünüyle yabancı formlar ve malzemeler
bulmaya itmiştir.
Sanatın
ne olduğuna dair felsefi bir teori için ihtiyacımız olan belki de sadece
fikirlerin, ya da bana göre anlamların cisimleştirilmesidir.
“Biz
anlam üreticiyiz, yalnızca imge-üretici değiliz” Kirk Varnedoe
128
…
felsefi olarak esas istenen ve aranan, sanatın her tür üsluptan bağımsız özüne
dair olanı bulmaktır - yani her yerde ve her daim sanatın özüne dair olandır.
(Sıradan
Olanın Başkalaşımı adlı kitabımda) … bir şeyin sanat olabilmesinin gerekli
koşullarının anlam ve cisimleştirme olduğu ortaya çıkmıştı. Bu kitap bir
ontoloji çalışmasıydı - sanat eseri olmanın ne anlama geldiğini sorguluyordu.
Ne var ki, estetik bir fikre sahip olmak (Kant’ın tabiriyle ruhu
cisimleştirmek), Kant’ın kendi tanımının da teslim ettiği gibi, sanat olmak
için ne gerekli ne de yeterlidir.
130
(21.
yüzyılda yapılmış bir eseri, 18. yüzyılın sonlarında yaşamış bir filozofa
açıklamak… Kant’a hayvan hakları fikrini anlatmanın bir yolunu bulmak…) Zira hayvanların
acı çekip çekmediği ve onlara acı çektirmeye, insanlara işkence etmekten ya da
insanları öldürmekten daha çok hakkımız olup olmadığı sorusu Jeremy Bentham’a
dek gündeme gelmemişti.
131
(Kant)
Bay Hammons’a gerçekten akıllıca bir karşı-örnek (sanat eseri olmayan bir
estetik fikir) bulduğunu söylerdi.
Sanat
felsefesiyle ile ilgili ilk yazımda, bir şeyi sanat eseri olarak görmek için
gözün göremeyeceği bir vasıf -biraz tarih, biraz teori bilgisi- gerektiğini öne
sürmüştüm.
132
Yapılabilecek
seçimlerin bolluğu göz önünde bulundurulursa, sanatı tanımlamak imkânsız
gibidir.
(Warhol’un
Compell Çorba Konserveleri) Bu
resimler 1761’de Pop-art olamazdı, 1961’de taşıdıkları anlamı 1761’de
taşımaları mümkün değildi. Sanat esas olarak sanat tarihiyle alakalıdır.
Eskiden yazgısında sanat müzelerinde muhafaza edilmek vardı. Bugün ise bu
yazgıyı aşmış olabilir, fakat bu başka bir hikaye.
Estetiğin Geleceği
133
Estetik
derken, şeylerin kendilerini gösterme biçimlerini ve kendilerini başkalarına
gösterirken belirli bir biçimi tercih etmelerinin altında yatan nedenleri kast
ediyorum.
135
Felsefe
1970’lerden beri Teori olarak anılan, beşeri bilimlerin (antropoloji,
arkeoloji, edebiyat, sanat tarihi, sinema çalışmaları ve benzeri gibi) hemen
her dalının biçimini değiştirmiş olan, ekseriyetle yapıbozumcu stratejilerden
neredeyse hiç etkilenmemişti.
136
Teori
ayrıca üniversitelerdeki bölümlerin (çoğunlukla akademisyenlerin yaşına bağlı
olmak üzere) bir yanda sanatı Formalist bakış açısıyla ele alan
gelenekselciler, diğer yanda sanata olan ilgileri büyük ölçüde kimlik
politikası üzerinden şekillenen aktivistler olmak üzere ikiye ayrılmasına neden
olan bir tür dayanak noktası haline gelmişti.
140
Gelgelelim
en ilginç yönü estetik bir nitelik taşımaması olan sanat eserlerine yer
açmakla, estetiğin sanatta hiçbir rol oynamadığını iddia etmek arasında dağlar
kadar fark vardır. … Duchamp resmin estetik tatmin sağlamaktan başka işlevleri
olabileceğini söyler: “[S]anat dini, felsefi, ahlaki olabilir.”
141
[Brillo Kutusu ile Brillo Kutusu
arasındaki fark] … bana göre bu soru sanatla gerçekliği birbirinden nasıl ayırt
ederiz sorusuyla aynıydı. Burada ikisinin epistemolojik olarak değil, ontolojik
olarak ayırt edilmesini kastediyorum…
142
Wittgenstein’ın
takipçilerinin ve diğerlerinin sanatı tanımlamanın imkânsız ve gereksiz
olduğunu düşündüğü bir dönemde, George Dickie açıkça bunun bir tanım meselesi
olduğunu ifade etti. … onun kurumsalcı tanımına göre, bir şey eğer Sanat
Dünyası öyle buyuruyorsa sanat eseri olurdu.
[Brillo Kutusu 1964’te üç yüz adet,
1970’te en az yüz adet daha üretildi.]
144
Brillo Kutusu, 1964’te böyle bir
kavram var olmasa da, bir Kavramsal Sanat eseridir. O aynı zamanda bir Temellük
Sanatı eseridir; gerçi bu terim de ancak 1980’lerde kullanılmaya başlanmıştır.
Warhol’un kutusu bir Pop-art eseridir. Pop-art’a bu adın verilmiş olmasının
nedeni onun popüler kültür imgeleriyle ilgili olmasıdır. Harvey’in [firma için
kutunun grafik tasarımını yapan ve aynı zamanda soyut ekspresyonist ressam olan
sanatçısı] kutusu popüler kültürün parçasıdır, ama hiçbir şekilde popüler
kültürle ilgili olmadığı için bir Pop-art eseri değildir. Harvey belli ki
popüler duyarlılıklara hitap eden bir tasarım yaratmıştır. Warhol ise bu
duyarlılıkların bilincine varılmasını sağlamıştır.
145
Ama
bu, estetiğin sanatın parçası olduğunu inkâr etmek anlamına gelmez!
146
…
görsel sanatların maksadının estetik olduğunu söylemek de yanlış olur. Brillo Kutusu’nun maksadı hiçbir şekilde estetik değildir!
Dünyanın türlü yerlerinde yapılan sanatın büyük çoğunluğunun da maksadı estetik
değildir. … Estetik ilk olarak
Rönesans’la beraber sanatın maksadının bir kısmı olmuştur. Ardından on
sekizinci yüzyılda estetiğin gerçekten keşfedilmesiyle birlikte, sanatın
başlıca temsilcileri artık sanatın maksadının haz vermek olduğunu iddia
edebilmeye başlamıştır. … Hans Belting, müthiş kitabı Bild und Kult’ta, erken Hıristiyanlıktan Rönesans’a kadarki ibadet
amaçlı ve estetiğin esamisinin okunmadığı imgelerin ne gibi bir “maksat”
taşıdığını anlatır. İmgelere dua ediliyor ve mucize beklentisiyle onlara
tapılıyordu… Nitekim Vierzehnheiligen kültünde, imgeler zor doğumlarda,
hastalıklarda ve talihsizlikte yardımcı oldukları için seviliyorlardı. … Peki
eğer sanatın maksadı estetik değilse, o zaman estetiğin maksadı nedir?
150
Bana
göre sanata anlam ve cisimleştirmeden oluşan iki ölçüt getirmek idrak yoluyla
sanata mümkün, hakikatli ve fiili olanla bir bağlantı katmak demektir.
.
.
.
.