Açıklık
- İnsan ve Hayvan 2002
Giorgio
Agamben
(Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapı Kredi Yayınları,
2009, İstanbul
1 Açıklık
7
"Hayvanlar olmasaydı, insan doğası daha da anlaşılmaz olurdu."
Georges-Louis Buffon
“kosher'e göre kesim”. Yahudilikte bir nesnenin dinsel amaçlara
uygunluğu (Çev. notu)
11
Manici metinlerde arkonların her biri hayvanlar aleminin bir kısmına (iki
ayaklılara, dört ayaklılara, kuşlara, balıklara, sürüngenlere) tekabül eder ve
beraberce, insanın bedeninin "beş doğasına" (kemiklere, sinirlere,
damarlara, ete, tene) denk gelir...
...
son günde, hayvanlarla insanların ilişkilerinin yeni bir biçime bürüneceği ve
insanın kendi hayvani doğasıyla barışacağı... (düşüncesi).
2 Başsız
12
apori çıkmaz
Kojéve'in Hegel okuması... Homo sapiens'in insan haline gelmesini sağlamış olan
ağır ağır ilerleyen çalışma ve olumsuzlama sürecinin tamamına ereceği tarih
sonrasına ait dünyada tarihin sonu ve insan ile doğanın bürünecekleri görünüş
meseleleri...
3 Züppe
16
Kojéve... tarihin sonunda insan "denilenin" yok olacağının kabul
edilmesi halinde, daha sonra "arta kalan her şey"in (sanatın, aşkın,
oyunun) kendini sonsuza değin muhafaza edeceğinin tutarlılıkla iddia
edilemeyeceğini belirtir. "İnsanın yeniden hayvan olması halinde, sanatları,
aşkları ve oyunları da yeniden tamamen "doğal" olmalıdır. Dolayısıyla
tarihin sonundan sonra insanların; binalarını ve sanat eserlerini örümceklerin
ağlarını ördükleri, kuşların da yavrularını kurdukları gibi
oluşturacaklarını, müzik konserlerini kurbağalar ve ağustos böcekleri gibi icra
edeceklerini ve yavru hayvanlar gibi oynayarak, yetişkin hayvanlar gibi
sevişeceklerini kabul etmek gerekir. Hal buyken, bütün bu saydıklarımızın
"insanı mutlu edeceği" söylenemez.
19
Zira Kojéve’in yaptığı Hegel
okumasında insan biyolojik olarak belirlenmiş bir tür ya da ilk ve son defa verilmiş
bir töz değildir: İnsan, daha ziyade, “antropofor” (insana götüren) hayvanlıkla
bu hayvanlıkta bedenleşen insanlığı her seferinde -hiç olmazsa fiilen-
birbirinden ayıran, hep duraklarla kesilmiş diyalektik gerilim alanıdır.
Tarihsel olarak insan ancak bu gerilimde vardır: İnsan, kendisini destekleyen antropofor
hayvanı aşması ve dönüştürmesi ölçüsünde insani olabilir ancak çünkü insan,
sadece olumsuzlama eylemi aracılığıyla, kendi hayvanlığına hükmetme ve
gerekirse, onu yok etme kapasitesine sahiptir (ve Kojêve'in “insan, hayvanın
ölümcül hastalığıdır”:554, diye yazması bu anlamdadır).
4 Mysterium disiunctions (Lat. Ayrımın gizi)
21
(Aristotele'in De anima eseri:) “Hayvan cansız olandan yaşam aracılığıyla ayırt
edilir. Ama yaşamak pek çok şekilde söylenir ve düşünce, duyum, yerine göre
hareket ve dinlenme, beslenme hareketi, tahrip ve büyüme durumlarından birinin
bile var olması halinde, bir şeyin yaşadığını söyleriz. Ve bu nedenledir ki
bütün bitki türleri de bize yaşıyor olarak gözükür. Zira bitkilerin, karşıt
yönlerde büyümelerini ve tahriplerini sağlayan bir ilkeye ve yetiye sahip
oldukları açıktır… Bu ilke, diğerlerinden ayrılabilir, ama diğerleri ölümlü
varlıklarda bu ilkeden ayrılamaz. Bu, bitkilerde gayet açıktır: Bitkilerde
ruhun başka bir yetisi yoktur. O halde canlılar bu ilke aracılığıyla yaşama
sahiptirler … Bitkilerin de sahip oldukları ruhun bu kısmını beslenme gücü
(threptikón) olarak adlandıralım. (Aristoteles, 413a, 20 - 413b,8)
22
...
“nedir”e ilişkin her soruyu “bir şey ne aracılığıyla (dia ti) başka bir şeye ait
olur?” şeklinde yeniden biçimlendirmekten ibarettir. Belli bir varlığa neden
canlı dendiğini sormak, yaşamanın bu varlığa ait oluşunu sağlayan temeli aramak
demektir. Bir 'diğer deyişle, yaşamanın söylendiği çeşitli şekillerden birinin
diğerlerinden ayrılması ve yaşamın belli bir varlığa atfedilebilmesini sağlayan
ilke olarak derinlere inmesi gerekir. Başka bir anlatımla, tamda ayrılmış ve bölünmüş
olan şey (bu durumda besin yaşamı), -bir nevi divide et impera (Lat. Böl ve yönet) ile- bir dizi işlevsel beceri
ve karşıtlılığın sıra düzenli eklemlenmesi şeklinde yaşam birliğinin
kurulmasını sağlayan şeydir.
Besin yaşamının soyutlanması (ki
buna eski yorumculardan beri bitkisel adı verilmiştir), Batı bilimi için her
açıdan temel anlam teşkil eden bir olay olmuştur. Zira yüzyıllar sonra Bichat, Recherches physiologiques sur la vie et la mort
eserinde dış dünyayla olan ilişkisi tarafından tanımlanan “hayvan yaşamı”nı “sindirme
ve dışkılamanın olağan ardıllığından” ibaret olan “organik yaşam”dan (Bichat,
61) ayırdığında; üstün hayvanların yaşamının diğerlerinden koptuğu karanlık
arka planı çizen, gene Aristoteles'in belirlediği besin yaşamı olacaktır.
Bichat'ya göre, her üstün canlıda iki “hayvan” bir arada yaşıyor gibidir:
Tabiri caizse kör ve bilinç yoksunu (kan dolaşımı, solunum, sindirme, dışkılama
vb) bir dizi işlevin yinelenişinden ibaret bir yaşamı olan -ve Bichat'nın “organik”
olarak tanımladığı- animal existant
au-dedans (Fr. İçte yaşayan hayvan) ile dış dünyayla olan ilişkisi
aracılığıyla tanımlanan bir yaşama sahip -ve Bichat'ya göre “hayvan” adını
almaya layık olan sadece budur- animal
vivant au-dehors (Fr. Dışta yaşayan hayvan). Bu iki hayvan insanda bir
arada yaşar, ama birbiriyle örtüşmez: İçteki-hayvanın organik yaşamı hayvan
yaşamından önce, ceninde başlar ve yaşlılıkla can çekişme sırasında,
dıştaki-hayvanın ölümüne karşın hayatta kalır.
23
Bitkisel
yaşamın işlevleri ile ilişkiye yönelik yaşamın işlevleri arasındaki bu ayrımın
modern tıp dünyasında edindiği stratejik önemi anımsatmaya bile gerek yoktur.
Kaldı ki modern
cerrahinin ve anestezinin başarısı, tam da Bichat'nın iki hayvanını ayırma ve
aynı zamanda, eklemleme olanağına dayanır. Ve Foucault'nun göstermiş olduğu
gibi, 17. yüzyıldan itibaren temel görevleri arasına halkın yaşamıyla
ilgilenmeyi dahil edip böylelikle siyasetini biyogüce (yaşam-gücüne) dönüştüren
m0dern devlet, bu yeni çağrısını; öncelikle, bitkisel yaşam kavramını aşama
aşama genelleştirerek ve ona yeni bir tanım getirerek (bugün bu durum, ulusun
biyolojik mirasına denk gelir) gerçekleştirecektir. Ve bugün hâlâ, klinik ölüm ölçütlerinin
yasal tanımına yönelik tartışmalarda yapılan, bir bedenin canlı sayılıp sayılamayacağına
ya da son organ nakli macerasına terk edilip edilmemesi gerektiğine dair karar
veren -beyinsel her türlü etkinlikten ve deyim yerindeyse, her özneden kopmuş-
bu çıplak hayat üzerine bir başka tanımdır.
O
halde, bitkisel ile ilişkisel, organik ile hayvansal, hayvani ile insani yaşam
arasındaki ayırım öncelikle hareket halindeki bir sınır misali canlı insanın
içinden geçer ve bu son mahrem kesinti olmaksızın, olasılıkla neyin insani,
neyin insani olmadığına dair karar vermek bile mümkün olmaz. İnsanı diğer canlılardan
ayrı koymak ve insanla diğer canlıların arasındaki ilişkilerin karmaşık -ve hep
de kurucu olmayan- yasasını düzenlemek; sadece insanın içinde hayvan yaşamı
gibi bir şeyin ayrımı yapıldığı için, sadece insanın hayvanla olan yakınlığı ve
uzaklığı öncelikle en mahrem ve yakın olan üzerinden ölçüldüğü ve tanındığı
için olasıdır.
24
Ancak
şayet bu doğruysa, insani olan ile hayvani olan arasındaki kesinti şayet
insanın içinden geçiyorsa, o zaman insan -ve “insanlık”- meselesinin kendisini
yeni bir şekilde ele almak gerekir. Bizim kültürümüzde, insan hep beden ile
ruhun, bir canlı ile bir logos'un, doğal (ya da hayvani) bir öğe ile doğaüstü, sosyal
ya da ilahi bir öğenin eklemi ve birleşimi olarak düşünülmüştür. Oysa insanı bu
iki öğeyle bağlantısının kopmasından geriye kalan şey şeklinde düşünmeyi
öğrenmeliyiz ve birleşmenin metafizik gizini değil, ayrımın pratik ve siyasi
yönünü araştırmalıyız. Şayet insan daima ardı arkası kesilmeyen bölünme ve
kesinti yeri -ve aynı zamanda ürünü- ise, insan nedir? Bu ayrımlar üzerine
çalışmak, -insanda- insanın insan-olmayandan ve hayvanın insani-olandan ne şekilde
ayrıldığını sorgulamak;
sözgelimi değer ve insan hakları adını alan büyük meselelerle ilgili belli bir
tarafta yer almaktan daha acildir. Belki, tanrısal olanla kurulan ilişkilerin
en aydınlık kısmı da, bir şekilde bizi hayvandan ayıran -daha karanlık olan-
kısma bağlıdır.
5 Kutlu Kişilerin Fizyolojisi
25
Peki ya Havva'nın bedenini oluşturmuş olan Âdem'in kaburgası Havva'nın
bedeninde mi yoksa Âdem'in bedeninde mi dirilecektir, diye sorar Tommaso.
26
Hayvani
yaşamın iki temel işlevi -beslenme ve üreme- bireyin ve türün muhafazasına
dayanır: Ancak, dirilişten sonra, insan türü önceden belirlenmiş sayısına zaten
kavuşmuş olmalıdır. Dirilişten sonra ölüm de olamayacağına göre, yaşamın bu iki
işlevi tamamen gereksiz hale gelir. Bundan ayrı olarak, dirilmiş olanların
yemeye ve üremeye devam etmeleri halinde, Cennet bu kişilerin hepsini içine
almak bir yana, dışkılarını bile içine alacak büyüklükte olamaz.
27
Diğer
yanda, daha sinsi bir öğreti de mevcuttu. Buna göre, dirilmişler cinsellik ve
besinden birey ya da türün muhafazası için faydalanmayacaklardı. Esenlik insan
doğasının mükemmelen işlemesini gerekli kıldığı için, insanın Cennet’te
bütünüyle esen olması ruhsallık kadar bedene de bakıyordu. Tommaso -Muhammed
yanlılarına ve Museviler’e benzettiği- bu sapkınlara karşı, Summa theologica’ya eklediği De resurrectione’de usus venereorum et ciborum’un (Lat. Cinsellik ve aş kullanımı)
Cennet’e dahil olmadığını kati bir biçimde vurgulamıştır. Diriliş, insanın
doğal yaşamının mükemmeliyetine göre değil, sadece tefekkür hayatı olan o son
mükemmelliğe göre düzenlenmiştir, demiştir. “İnsan doğasının ilk
mğkemmeliyetine ulaşmaya ve onu muhafaza etmeye yönelik doğal işlemlerinin
hiçbiri dirilişten sonra kalmayacaktır … Yemek yemek, içmek, uyumak ve üremek
doğanın ilk mükemmeliyetine aittir ve bunlar dirilmiş kişilerde bulunmayacaktır”
(Aquino’lu Tommaso 1955, 151-52).
[Tommaso’ya
göre hayvan yaşamı cennete dahil değildir] Buna göre bitkiler ve hayvanlar da
Cennet’te yer almayacak, “gerek tamamen gerekse kısmen çürüyeceklerdir” (age).
6 Cognitio experimentalis (Lat. Deneysel bilgi)
28
…
insanla hayvanın ilişkisi; tarihi araştırmaların kaçınılmaz olarak tarih ötesi
kesitle yüzleşmesini gerekli kılan temel bir alan saptamaktadır ve bu alana,
varlık felsefesini dahil etmeden girmek mümkün değildir. Hani neredeyse insani
ile hayvani olan arasındaki sınırı belirlemek, filozofların ve dinbilimcilerin,
bilim adamlarının ve siyasetçilerin tartıştıkları konulardan biri değilmiş
gibidir. Bu sınır belirlemek, sadece ‘insan’ gibi bir şeye karar verebilecek ve
‘insan’ gibi bir şeyin üretilebileceği temel bir metafizik-siyasi işlemdir
sanki. Hayvani yaşamla insani yaşamın birbiriyle mükemmelen örtüşmesi
durumunda, insan ve hayvan da -ve belki de tanrısal olan da- düşünülebilir
olmaktan çıkar. Bu nedenle tarih sonrasına varış, kaçınılmaz olarak, bu sınırın
belirlenmiş olduğu tarih öncesi eşiğin yeniden gündeme getirilmesini şart
koşar.
Summa’nın Ultrum Adam in statu innocentiae animalibus
dominaretur (Lat. Belki de Âdem masumiyet halindeyken hayvanlara tabiydi)
adlı gayet manidar başlıklı bir pasajda, Tommaso insanla hayvan arasındaki
ilişkide yer alan ‘bilişsel deney’i dile getirir… “Masumiyet halinde insanlar …
doğalarından deneysel bilgi edinebilmek için hayvanlara gereksinim
duyuyorlardı.”
7 Sınıflandırmalar
30
“Cartesius
certe non vidit simios.” (Lat. Kuşku yok ki, Descartes maymun görmemiş). Carl
Linnaeus.
Modern
sınıflandırma biliminin kurucusu Linnaeus’un maymunlara zaafı vardı. … Diğer
hayvanlar gibi maymunların da ruhtan yoksun oldukları için insandan ayırt
edilmesi onun dinbilimcilere kolaylıkla bırakabileceği bir argüman değildi. Systema naturae’ye düştüğü bir notla
hayvanları automata mechanica (Lat.
Kendinden hareketli makine) anlayışıyla tanımlayan Kartezyen teoriyle
hesaplaşır…
31
“İnsan
Yaradan’ın muhteşem bir zihinle yüceltmeye layık gördüğü ve daha asil bir
varoluş bahşederek gözdesi kılmak istediği hayvandır… Ama bütün bunlar başka bir alana aittir; kendi laboratuarımda ben,
ayakkabıcının ayak modeliyle yaptığı gibi yapmalı ve maymunların köpek
dişleriyle diğer dişleri arasında boşluk olmasından başka, maymunlarla insan
arasında bir ayrım bulamayan bir doğabilimci olarak ele almalıyım insanı ve
bedenini” (Linnaeus 1955, 4).
Systema naturae’de Antropomorpha sınıfına (1758’deki 10. baskıdan sonra Primates adını alacaktır) Simmia (Maymun), Lemur (ağaçta yaşayan ve
sadece Madagaskar’da bulunan prosimiyen primat) ve Vespertilio’nun (Yarasa) yanına Homo
olarak yazması kimsede şaşkınlık yaratmamalıydı. … Daha 1693’te John Ray, dört
ayaklılar arasında “insana benzer olanları”, Antropomorpha grubunu saptamıştı. Ancien régime’de (Eski düzen; Avrupa’da Rönesans, Reformasyon hareketleri
ve coğrafi keşiflerle yıkılmış bulunan Ortaçağ Düzeni’nden Büyük Fransız
Devrimi’ne kadar olan dönem) insani olana ilişkin sınırlar genel olarak, 19.
yüzyılda insan bilimlerinin gelişiminden sonra alacağından çok daha belirsiz ve
değişken bir özellik göstermekteydi. İnsani olana ilişkin en belirgin işaret
halini alan dil, 18. yüzyıla dek düzen ve sınıflamaları atlamıştır çünkü o
sıralar kuşların da konuştuğundan şüphe edilmektedir.
32
Öte
yandan, antropomorfik maymunlarla ilkel birtakım halklar arasındaki sınır da
net olmaktan tamamen uzaktı.
33
Aslında
Linnaeus’un dehası; insanı primatların arasına yerleştirilmesindeki
kararlılığından ziyade, cins isim olan Homo’nun
yanına -diğer türler için yaptığından farklı olarak- eski felsefi deyim: nosce te ipsum’dan (Lat. Kendini bil)
başka özel hiçbir isim kullanmama ironisinden ileri gelir. Onuncu basımda Homo’nun tam adı Homo sapiens (Lat. Bilen, akıl yürütebilen insan) olduğunda bile, Homo’ya eklenen bu yeni sıfatın bir
betimleme niteliğinde olmadığı; sadece, Homo
teriminin yanında yerini muhafaza eden o eski deyimin bir versiyonu şeklinde
olduğu aşikârdır.
(Systema’nın başında) Kendini bilebilme dışında, insanın kendine has,
özel hiçbir kimliği yoktur. … insani olanı … kendini bilme aracılığıyla tanımlamak;
… insanın insan olmak için kendini insani
olarak bilmesi gereken hayvan olduğu anlamına gelmektedir. Zira Linnaeus,
doğuş anında, doğanın insanı “çıplak toprağa çıplak olarak” fırlattığını,
insanın kendisine öğretilmediği takdirde tanıma, konuşma, yürüme, beslenme
yetisinden yoksun olduğunu yazmıştır. O ancak insanın üstüne yükseldiği
takdirde kendisi olur.
34
O
halde Homo sapiens ne bir töz ne de
tam olarak tanımlanmış bir türdür: O daha ziyade, insani olana dair bilgi
üreten bir araç ya da makinedir. … Homo;
insan olmak için, kendini insan olmayanda bilmesi gereken, yapı itibariyle
“antropomorf” bir hayvandır (bir diğer deyişle… “insana benzer”dir).
Linaeus’un
optik makinesinde, kendini maymunda görmeyi reddeden, maymun olmaktadır:
Pascal’den alıntı yapacak olursak, qui
fait l’homme, fait le singe (Fr. İnsanı yapan, maymunu da yapar).
8 Sınıfsız
36
[Linnaeus]
Ne bir özü ne de özel bir çağrısı olduğundan, Homo yapı itibariyle insani-olmayandır, her doğayı ve her yüzü
edinebilmektedir ve bu nedenle de Pico onu “bukalemumumuz” şeklinde
tanımlayarak, temelsizliğini ve sınıflanamazlığını ironik bir şekilde
vurgulayabilmektedir.
statuepomorf
9 Antropolojik Makine
41
İnsanı
hayvandan ayıran şey dildir; ama bu, insanın psikofizik yapısına dair doğuştan
gelen doğal bir veri değildir, tarihsel bir üründür ve tarihsel bir ürün olması
nedeniyle, tam anlamıyla ne hayvana ne de insana mal edilebilir.
42
…
modern antropolojik makine de böyledir. O, … bir insani olanı (henüz) insani
değilmiş gibi dışlayarak, yani insani olanı hayvanlaştırarak, insandaki
insani-olmayanı … insan-maymunu yalıtarak çalışır.
10 Umwelt
44
“Hiçbir
hayvan, bir nesneyle o nesne olarak ilişkiye girmez.” Jakob von Uexküll
Günümüzde
20. yüzyılın en büyük hayvan bilimcilerinden ve ekolojinin kurucularından biri
sayılan Baron Jakob von Uexküll…
Uexküll’ün
hayvanların yaşadıkları çevre ile ilgili olarak yaptığı araştırmalar, gerek
kuantum fiziğinde, gerekse postmodern sanatta güncelliğini korumaktadır.
Kuantum fiziği ve postmodern sanat gibi, onun çalışmaları da hayata ilişkin
bilimlerde her türlü insan merkezci bakış açısının terk edilmesini ve doğa
imgesinin insan ölçütünden radikal bir biçimde arındırılmasını ifade etmektedir
(Uexküll’ün çalışmalarının, insanı yaşayandan ayırmak için en büyük çabayı sarf
etmiş 20. yüzyıl filozofunu -Heidegger’i- ve hayvanı kesinlikle antropomorf
olarak düşünmemeye çalışmış olan bir diğer filozofu -Gilles Deleuze’ü- çok
etkilemiş olması şaşırtıcı gelmemelidir). (45) Klasik bilimin hiyerarşik bir
düzen gereğince basit yapı gösteren canlılardan karmaşık organizmalara dek
bütün canlı türlerini içeren tek bir dünya gördüğü yerde Uexküll; sonsuz bir
çeşitlilik gösteren, her biri mükemmel ve devasa bir müzik partisyonundaki gibi
birbirine bağlı, bununla birlikte aralarında iletişimsiz ve karşılıklı olarak
birbirini dışlayan, merkezinde aşina olduğumuz küçük canlıları ve aynı zamanda Echinus esculentus (Denizkestanesi), Amoeba terricola (Bir amip türü), Rhizostoma pulmo (Denizanası), Spinculus (Segmentsiz halkalı deniz solucanı),
Anemonia sulcata (Denizlalesi,
denizanemonu), Ixodes ricinus (Kene)
vb isimli uzak geçmişe uzanan canlıların bulunduğu algı dünyalarını görmüştür.
… bu canlıların çevreyle olan işlevsel birliği, üstün olarak adlandırılan
insanınkinden ve hayvanlarınkinden çok uzak duruyor gibi görünmektedir.
Uexküll,
… tek bir dünyanın ve bütün canlılar için tek bir zaman ve mekânın olmadığını
göstermiştir. Güneşli bir günde yanımızda uçuştuğunu gördüğümüz arı, yusufçuk
böceği ya da sinek bizim onları gözlemlediğimiz şekilde hareket etmemektedirler
ve bizimle -ya da kendi aralarında- aynı zaman ve mekânı paylaşmazlar.
45
Uexküll,
bizim canlı bir varlığın hareket ettiğini gördüğümüz nesnel mekân olan Umgebung’u (çevre, diyar, dolay; umwelt’ten daha büyük olan
gerçeklik/çevre), hayvanı ilgilendiren ve az ya da çok kapsamlı bir dizi öğeden
oluşan, kendisinin “anlam taşıyıcı” ya da
“iz
taşıyıcı” olarak adlandırdığı Umwelt’i,
çevreleyen-dünyayı birbirinden özenle ayırmakla başlamıştır işe.
46
Nesnel
olarak belirlenmiş bir çevre anlamında bir orman yoktur:
Orman-koruma-görevlisi-için-bir-orman vardır, oduncu-için-bir-orman vardır ve
son olarak, Kırmızı Başlıklı Kız’ın içinde kaybolduğu bir masal ormanı vardır.
Her
çevre, aslen insanın çevresi olan Umgebung’un
içinden seçilerek alınan bir dizi öğe ya da ‘iz’lerden çıkan, kendi içinde
kapalı bir birimdir. Bir hayvanı inceleyen araştırmacının ilk görevi, o
hayvanın çevresini oluşturan anlam taşıyıcılarını tanımaktır. Ancak bu anlam
taşıyıcıları, nesnel ve yapay şekilde tecrit (yalıtma; birini sürekli izleme ve
bulunduğu yerden uzaklaşabilmesi için gerekli olan alandan mahrum bırakma)
edilmiş değildir; onlar, hayvanın izi algılamasıyla ve ize karşı tepkimekle
görevli alıcı organlarıyla sıkı bir işlevsel -ya da Uexküll’ün tabiriyle,
müzikal- birlik taşır. Her şey dış anlam taşıyıcı ile hayvanın bedenindeki
alıcı aynı müzik partisyonunun (birden fazla enstrüman için yazılmış
müziklerde, bütün enstrümanların çalacağı notaları alt alta gösteren nota
kağıdı) iki öğesini oluşturuyormuşçasına, hani neredeyse “doğanın çaldığı anlamlandırmanın
zamanüstü ve mekândışı senfoni klavyesinin” iki notasıymışlarcasına ve
birbirine böylesine içten bağlı iki öğenin nasıl böylesine heterojen
olduklarını açıklayamadan gerçekleşir.
47
İşte
böyle bir perspektiften, örümcek ağını düşünelim. Örümcek sinek namına hiçbir
şey bilmediği gibi, bir terzinin müşterisine elbise dikmeden önce yaptığı gibi
ölçü de alamaz. Bununla birlikte o, ağının kanalcık boyutlarını sineğin beden
ölçülerine göre alır ve tellerin direncini uçan sineğin bedeninin çarpma kuvvetine
tıpatıp denk gelecek şekilde ayarlar. (Burada ayrıntılı açıklama devam ediyor…)
… Örümceğin, sineğin Umwelt’ini
hiçbir şekilde görememesine karşın (Uexküll, önemli bir yer edinecek olan, “hiçbir
hayvanın bir nesneyle o nesne olarak ilişkiye giremeyeceği” ve sadece kendi
anlam taşıyıcıları ile ilişkiye girebileceği ilkesini belirtmiştir), ağ bu
karşılıklı körlük halinin çelişkili uyumunu işaret eder.
arketip bir yapının, üretimin
ilk örneği; onun gölgesi ya da yansıması ise prototip (arketip öte dünyada,
idealar aleminde gibi…)
11 Kene
49
“Hayvanın
hafızası vardır, ama hiçbir hatırası yoktur.” Heymann Steinthal
[Kafka'nın anıya, fotoğrafa, nikaha, başkasının rüyasında görünmeye karşı korkuları]
…
modern antihümanizmin en iyi örneklerinden biri… Uexküll’ün Ixodes ricinus’un, daha yaygın adıyla
kenenin çevresiyle ilgili yaptığı betimlemeyle gerçekleşmiştir.
(Kene’nin
çevreyle olan ilişkisi burada, Deleuze’ün de alıntıladığı şekilde anlatılıyor.)
50
Kene
örneği bize bütün hayvanlara has çevrenin genel yapısını açıkça gösterir.
Örneğini verdiğimiz durumda Umwelt üç
ane anlam taşıyıcısına … indirgenir. Bunlar: 1) Bütün memelilerin terinde
bulunan buritik asidin kokusu; 2) Memelilerin kan ısısına denk gelen 37
derecelik ısı; 3) Genellikle tüylü ve kan damarlarına sahip memelilere has deri
tipidir. Ama kene, bu üç öğeye öyle yoğun ve tutkulu bir ilişkiyle ve ani bir
biçimde bağlıdır ki, görünüşte çok daha zengin duran ve insanı kendi dünyasına
bağlayan ilişkilerde bile belki de böylesine kuvvetli bir bağa rastlayamayız.
Kene bu ilişkidir ve bu ilişki için
ve bu ilişkide yaşar ancak.
51
“Yaşayan
bir özne olmaksızın zaman varolamaz.” Uexküll
12 Dünya Yoksunluğu
52
“Hayvanın
davranışı asla bir şeyi bir şey olarak öğrenmeye yönelik değildir.” Martin
Heidegger
Martin
Heidegger 1929-30 akademik yılının güz döneminde … verdiği derse Metafiziğin Temel Kavramları.
Dünya-Sonluluk-Yalnızlık adını vermiştir.
53
Heidegger
için söz konusu olan, hayvanın ‘dünya yoksunluğu’ ile ‘dünyaya biçim veren’
insan arasındaki ilişki aracılığıyla, Dasein’ın, yani şurada-var-olma’nın temel
yapısını hayvana göre konumlandırmak ve bu şekilde, yaşayanda insanla birlikte
ortaya çıkmış olan açıklığın anlam ve kökenini sorgulamaktır.
54
Heidegger’in
ele aldığı konuya yön veren hat üçlü tezden oluşur: “Taş dünyasızdır, hayvan
dünya yoksunudur, insan dünyaya biçim verendir.” Kendisini çevreleyen herhangi
bir şeye açılma imkânından bütünüyle yoksun olduğu için taş, hemen bir kenara
bırakılır… (ve ‘dünya yoksunluğundan’ ne anlaşılması gerektiği sorununa
eğilir).
Heidegger,
Uexküll’ün ‘anlam taşıyıcı’ şeklinde adlandırdığına uyaran, … çevre dediğine
ise uyaran çemberi demiştir.
55
Hayvanın,
uyaranla olan ilişkisini belirleyen kendine has varolma hali tutulmadır. …
Hayvan, kendi uyaranında esas itibariyle tutulmuş ve tamamen içe alınmış halde
olduğu için gerçek anlamda eyleyemez ya da uyaranına yönelik bir tutumda
bulunamaz: yapabileceği sadece davranmaktır.
“Tutulma,
hayvanın kendi özü gereğince, bir çevrede
davranabildiği, ama bir dünyada asla davranamadığı olasılık şartıdır” (1983,
347-48).
57
“Tutulmada
(arı-bal örneği) varlık açılmamış, aralanmamış durumdadır, ama özellikle bu
nedenle, kapalı da değildir. … Varlık hayvana kapalıdır, diyemeyiz.
‘’Hayvan,
tutulması ve becerilerinin tamamı nedeniyle durmaksızın dürtüsel bir çokluğa
itildiği için; olmadığı varlıkla da, olduğu varlıkla da ilişkiye girme imkânından
temelde yoksundur. Bu durmaksızın itilmiş olma durumu nedeniyle, hayvan, tabiri
caizse, kendi kendisiyle çevresi arasında asılı kalır, bir varlık olarak ne
kendisini ne de çevresini deneyimleyebilir” (age).
58
‘’Hayvan,
tam da tutulmada uyaran çemberinde karşılaştığı her şeyle ilişkide bulunduğu
için, tam da bu yüzden, insanın bulunduğu tarafta bulunmaz, tam da bu yüzden,
hayvanın dünyası yoktur. Bununla birlikte, -temel bir nedenden dolayı-
dünyasının olmaması hayvanı taş tarafında konumlandırmaz. Zira içe alınmış
tutulmaya, yani uyaran tarafından içe alınmışlığa yönelik dürtüsel
muktedir-olma durumu, işi-olmamak türünden olsa da ‘-e açık’ olmaktır. Taş ise,
bu ihtimale dahi sahip değildir.
13 Açıklık
60
‘’her
varlığın özgürlüğe kavuştuğu açıklık … olmanın kendisidir’’ (1993, 224).
‘’…
hayvan besin bulduğu çevre, avlandığı alan ve benzerlerinin bulunduğu grupla
ilişki içindedir ve onun bu ilişkisi; taşın, üzerinde bulunduğu toprak ile olan
ilişkisinden temelden farklıdır. Bitkinin ve hayvanın yaşam alanlarında
canlının, güdülendiği hareket itkisi doğrultusunda tipik hareket edişini
görürüz; bir diğer deyişle canlının, uyarılabilirlik ortamında aralanmaya
uyarıldığını ve uyarılmasıyla birlikte, hareket ettiği ortama başka bir şey
kattığına şahit oluruz’’.
61
[Rilke
ya da Nietzsche ‘açıklık’ kavramını ‘perdesi kaldırılmış’ anlamında
kullanamazlar, çünkü onlar aletheia
kavramını bilmezler]
62
‘’Bitki
ve hayvanlar kendilerinin dışında kalan bir şeye bağlıdırlar ve ne dışarıyı ne
de içeriyi ‘görürler’, bir diğer deyişle, kendi perdelerinin kalkışını olmanın
özgürlüğünde görmezler asla. Uçağın güneşe doğru coşkuyla yükselemeyeceği gibi
taş da güneşe coşkuyla yükselemez, ne de bir tarla kuşu gibi hareket edebilir.
Ve doğrusu şu ki, açıklığı tarlakuşu da göremez’’ (237-38).
Tutulma,
bir yandan her türlü insan bilgisinden daha yoğun ve sürükleyici bir açıklık;
öte yandan ise kendi uyaranının perdesini kaldırmaya muktedir olmadığından
tümden bir bulanıklığa kapanmışlıktır.
63
Bununla
birlikte hayvanın dünya yoksunluğu, derste, zaman zaman tersine döner ve
kıyaslanamaz bir zenginliğe dönüşür…
‘’Hayat
belki de insan dünyasının hiç de tanımadığı ölçüde açık olma zenginliğine sahip
bir alandır’’ (1983, 371-372).
14 Derin Sıkıntı
atıl
yatmak (nadas)
asılı-tutulma
15 Dünya ve Toprak
75
İnsan
ile hayvan, dünya ile çevre arasındaki ilişki Heidegger’e göre, sanat eserinde
bulunan dünya ile toprak arasındaki mahrem çatışmayı (Streit) çağrıştırır. Her ikisinde de, hem açıklığı hem de
kapalılığı saran aynı paradigma var gibi görünmektedir. Sanat eserinde de
(dünya ve toprak karşıtlığında), gizlilik ile gizsizlik, açıklık ile kapalılık
arasında yer alan bir diyalektik söz konusudur. Heidegger bu diyalektikten Der Ursprung der Kunstwerkes [Sanat
Yapıtının Kökeni] adlı makalesinde, 1929-1930 yılları arasında verdiği derste
söz ettiğiyle hemen hemen aynı şekilde bahseder: “Taşın dünyası yoktur. Bitki
ve hayvanların da, aynı şekilde, dünyaları yoktur; onlar havada asılı
durdukları bir çevrenin, üzerine perde inmiş izdihamına aittirler. Köylü
kadının ise bir dünyası vardır çünkü o var olanın açıklığında bulunur.”
(Heidegger 1950, 30). Şayet eserde dünya, açığı temsil ediyorsa, toprak da
“aslen kendi içine kapanana” (age, 32) işaret eder. “Toprak sadece her türlü
açıklık karşısında geri çekilen ve sürekli olarak kendini kapalı tutan, aslen
Kapanamaz olarak korunduğu ve kollandığı yerde belirir” (age). Sanat eserinde,
bu Kapanamzlık olduğu gibi gün ışığına çıkar. “Eser, toprağın kendisini bir
dünyanın açıklığına getirir ve onu orada muhafaza eder.” (age, 31).
77
[Heidegger’de]
… kapalı olana, toprağa ve letheye
“hayvan” ve “sadece yaşayan” isimlerini verdiğimiz takdirde, gizsizlik ile
gizlilik arasında baştan beri mevcut olan politik çatışma, aynı zamanda ve aynı
ölçüde insanın insanlığı ile hayvanlığının çatışması da olacaktır. Hayvan,
insanın koruduğu ve böylelikle gün ışığına getirdiği Kapanamazlıktır. … Şayet
insanlık sadece hayvanlığın asılı tutulmasından elde edilmişse ve hayvanlığın
kapalılığına açık kalması gerekiyorsa, Heidegger’in “insanda var olan özü”
yakalama denemesi, animalitas’ın
metafizik önceliğinden ne şekilde kaçar?
16 Hayvanlaşma
78
Heidegger,
… bir halk için hâlâ bir tarih ve kader çizebileceğine -hiç olmazsa belli bir
dereceye kadar ve şüphe ve çelişkiye de yer vererek- inanan son kişi olmuştur.
79
Etrafımızda
ve aramızda, emekleyerek ve olmadık tahrifler pahasına her yerde bir miras ve
bir görev, görev şeklinde miras
arayan özden yoksun ve kimliksiz, -tabiri caizse, kendi özsüzlük ve
verimsizliklerine teslim edilmiş- insan ve halklar görmüyor muyuz yoksa?
…
halkların tarihsel-siyasi kaderini tetikte tutan şiir, din, felsefe gibi geleneksel tarihi kuvvetler,
artık uzun zamandır kültürel etkinliklere ve kişisel deneyimlere dönüştürülmüş,
haliyle de her türlü tarihsel etkilerini yitirmişlerdir.
17 Genetik Antropoloji
81
Batı
felsefesinin antropolojik makinesine dair yaptığımız okumadan elde ettiğimiz
geçici sonuçları sav şeklinde ortaya koymaya çalışalım:
1)
Genetik antropoloji, insani olan ile hayvani olan arasındaki kesinti ve
eklemlemeden ortaya çıkan sonuçtur. Bu kesinti öncelikle insanın içinden geçer.
2)
Ontoloji (varlık felsefesi) ya da bir diğer adıyla ilk felsefe, kendi halinde
bir akademik disiplin değildir; genetik antropolojinin, yaşayanın insan
olmasının gerçekleştiği, her açıdan temel olan işlemin adıdır. Metafizik en
başından beri bu stratejiyi izlemiştir: O, insanlık tarihi doğrultusunda
hayvani physis’in (Yun. Doğa)
aşılmasını sağlayan ve bu hali koruyan meta’yla
(Öte) ilgilenmiştir.
3)
Ancak varlık, dünya ve açıklık, çevre ve hayvandan ayrı değildir: Onlar,
yaşayanın uyaranıyla ilişkisinin kesintiye uğramasından ve yakalanmasından
başka bir şey değildir. Açıklık, açık-olmayan hayvanın idrakinden başka bir şey
değildir. İnsan kendi hayvanlığına asılı tutulur ve bu şekilde, hayatın
yakalanmış ve istisnai bir alan olduğu “özgür ve boş” bir alan açar.
4)
Dünya insana tam da hayvani yaşamın asılı tutulması ve yakalanması aracılığıyla
açıldığı için, varlık hep hiçlikten geçmiş, Lichtung
ve Nichtung olagelmiştir.
5)
Kültürümüzde her türlü çatışmaya hükmeden ve belirleyici olan siyasi çatışma,
insanın hayvanlığı ile insanlığı arasındaki çatışmadır. Yani Batı siyaseti
müşterek köken itibariyle biyopolitiktir.
18 Arasında
83
“Cinselliğin
minicik sırrı karşısında dünyanın bütün muammaları gözümüze küçücük gelir.”
Michel Foucault
[Benjamin]
… gecenin ve kapalılığın diyarı olarak doğa, ifşa alanı olarak görülen tarihe
karşıttır. Doğanın kapalı alanına Benjamin, -hayret verici bir şekilde-
fikirleri ve sanat eserlerini de katar.
85
[Benjamin]
Doğanın hâkimiyeti değil, doğa ile insanlık arasındaki ilişkinin hakimiyeti.
Ne
insanın doğaya, ne de doğanın insana hükmetmesi demektir bu.
19 Desceuvrement (Aylaklık)
20 Varlığın Dışında
92
[Basilides]
Tanrı bütün dünyanın üzerine büyük cehaleti serecek ki, her mahluk kendi doğal
durumunda kalsın ve kimse kendi doğasına aykırı bir şey istemesin.
93
Kökenbilimciler
Latincedeki ignoscere fiilinin
karşısında hep şaşkın kalmışlardır. Bu fiil ignosco
olarak açıklanabilecek gibi durur, ama ignosco
“bilmemek” değil de “bağışlamak” anlamına gelir aslında.
Heidegger’in
yorumuna göre, hayvan kendi uyaranına ne bir var olan ne de bir var olmayan
olarak yönelebilir; çünkü uyaran, sadece insan söz konusu olduğunda, ilk
olarak, olduğu gibi olmaya bırakılmıştır ve sadece insanla, varlık gibi bir şey
olabilir ve bir varolan erişilir ve görünür hale gelebilir. Heidegger’in
ontolojisinin en yüksek kategorisi işte bu nedenle, olmaya bırakmak olarak
açıklanır.
Hayvanı
olmaya bırakmak o halde: onu varlığın
dışında bırakmak anlamına gelecektir.
.
.
.
.