.
.
.
.
Dünyayı Politik Düşünmek
Agonistik Siyaset - 2013
Chantal Mouffe
Çev. Murat Bozluolcay, İletişim Yayınları, 2015 İstanbul
Karşıtlık gerçek
dostluktur. William Blake
Düşman, kendi
benliğimiz hakkındaki sorunun suretidir.
Thedor Dauber
agonistik Eski Yunancada örgütlenmiş
mücadeleyi ifade eden agon kelimesi,
felsefede Nietzsche, Arendt ve Derrida, siyaset çözümlemelerinde Castoriadis ve
Lefort, Foucault ve Carl Schmitt'in, aralarında bazı anlam farkları olmakla
beraber, kullandıkları bir kavramdır. Agon,
mücadeledir, çatışmadır, rekabettir ama esas olarak meydan okumadır. Aynı
zamanda, rakipleri birbirine bağlayan ilişkidir. ... Siyasal yazına ise, 20.
yy'ın sonlarında agon kelimesinden
türeyerek giren agonistik kavramı, çatışmanın, birbirine meydan okumanın
merkezi konumda olduğu bir demokrasi biçimini ifade eder. Çatışma ve meydan
okuma, bu radikal demokrasi türünde, çoğul siyasal kimlikler yaratma kapasitesi
açısından önemsenir. Karşı çıkabilmenin sürekliliğinin siyasal demokrasinin
kendi içine kapanmama ve kendini hep yenileme olanağı verdiği iddia edilir –
e.n.
olumsuzluk negativity
olumsallık/zorunsuzluk contingency
eklemlenme articulation
eklemlenmelerin dağıtılması dis-articulation
Birinci Bölüm
Agonistik Siyaset Nedir?
21
Ernesto Laclau'yla birlikte kaleme aldığımız Hegemonya ve
Sosyalist Strateji'de ... [“antagonizma” ve “hegemonya” kavramları] ...
meydana çıkması her daim mümkün olan antagonizmada kendini ifade eden radikal
olumsuzluğu [radical negativity] kavramanın önemine dikkat çekiyordu. Bu
boyutun; toplumun tamamen bütünleştirilmesinin [totalization] önüne
geçtiğini, bölünmüşlük ve iktidarın ötesinde bir toplum ihtimalini ortadan
kaldırdığını savunmuştuk. Bu ise nihai bir zeminin olmayışı ve her katmana
hâkim bir karara-bağlanamamayla [undecidability] yüzleşebilmek demek.
Kendi terimlerimizle söylemek gerekirse, bu, şunları kabul etmek demektir: Her toplumsal düzen “hegemoniktir” ve toplum,
olumsallık/zorunsuzluk bağlamında bir düzen kurmayı amaçlayan bir dizi pratiğin
sonucunda ortaya çıkar. Herhangi bir düzenin yaratıldığı ve toplumsal
kurumların anlamının sabitlendiği eklemlenme [articulation] eylemlerine
“hegemonik pratik” adını veriyoruz. Bu yaklaşıma göre her düzen,
olumsal/zorunsuz pratiklerin geçici ve sağlam olmayan eklemlenmesidir. Olan
şeyler her zaman başka türlü olmuş olabilirdi ve her düzen başka ihtimallerin
dışlanması üzerine kuruludur. Her düzen daima güç ilişkilerinin belirli bir
düzenlenişinin ifadesidir. Belirli bir zamanda “doğal” olarak kabul edilen
düzen ve ona eşlik eden ortak akıl, yoğunlaşmış hegemonik pratiklerin ürünüdür.
Bu düzen hiçbir zaman, onu meydana getiren pratiklerden kopuk, daha derin bir
nesnelliğin görünümü olamaz. Dolayısıyla her düzen, başka bir tür hegemonya
kurmak amacıyla onu dağıtmayı [disarticulate] amaçlayan karşı-hegemonik
pratiklerle karşılaşma tehlikesi altındadır.
Bugünkü
hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.
Modern iktidar yapılarının eşzamanlı olarak bireyselleştirmesi ve
bütünselleştirmesi olan bu siyasi “double bind”dan (“ikili kısıtlama”)
kurtulmak için ne olabileceğimizi tahayyül etmek ve bunu gerçekleştirmek
zorundayız. [yeni öznellik biçimleri] [Michel Foucault, Seçme Yazılar 2. Özne
ve İktidar (3. basım, 2014), (Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014
İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s.68]
22
Her toplumda karşımıza
çıkabilecek, bu toplumların antagonistik boyutu olarak tarif ettiğim “siyasal”
üzerine bu düşünceleri ... çalışmalarımda geliştirmeye çalıştım. Bu kavram
üzerine daha derinlikli düşünebilmek adına “siyasal” ile “siyaset” arasında bir
ayrımda bulunmayı önerdim: “Siyasal”, çeşitli toplumsal ilişkilerde, değişik
biçimlerde karşımıza çıkabilen antagonizma boyutu iken; “siyaset”, “siyasal”
boyutun etkisi altında olduğu için her zaman çelişkili olabilecek koşullarda
belirli bir düzen kurmayı ve insanların beraber yaşamasını örgütlemeyi
hedefleyen pratik, söylem ve kurumların bütünü anlamına geliyor.
23
... siyasi sorular, birtakım
uzmanlarca çözülmeyi bekleyen teknik sorunlar değildir. Gerçek siyasi sorular
her zaman, çelişkili alternatifler arasında seçim yapmayı gerektiren kararlara
ihtiyaç duyar. Rasyonalist ve bireyci bir yaklaşımı olan liberal düşünüşteki
baskın eğilim bu gerçeği görmekten acizdir. Liberalizmin, toplumsal dünyanın
çoğulcu doğasını -çoğulculuğun işaret ettiği çatışmalarla birlikte- tam olarak
kavrayamamasının nedeni budur. Bu çatışmaların rasyonel çözümü olamaz; insan
toplumlarını tanımlayan antagonizma kavramından zaten bu yüzden bahsediyoruz.
Çoğulculuktan anlaşılan şey şu:
Gerçekten de birçok bakış açısı ve değerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz ancak
ampirik kısıtlar nedeniyle hepsine birden sahip olmamız hiçbir zaman mümkün
olmayacak; ne var ki hepsi bir araya gelirse, uyum içerisinde ve
çatışmacılıktan uzak bir bütünlük oluşturabilirler. Liberal siyaset kuramında
yaygın olan bu bakış açısının, hayatta kalmak için, siyasalı antagonistik
boyutunda olumsuzlaması gerektiğini açıkladım. Böylesi bir liberalizmin en
temel dayanaklarından biri, akla dayalı evrensel bir konsensüsün varlığına
duyulan rasyonalist inançtır. ... Antagonizma -karara bağlanılamayan bir
zeminde karar verme zorunluluğu gibi güçlü bir anlamda kullandığım- kaçınılmaz
karar anını öne çıkararak, herhangi bir rasyonel konsensüsün sınırlılığını ifşa
eder. ... Antagonistik boyutuyla siyasal,
onu reddederek ya da onun yok olmasını umarak ortadan kaybolacak bir şey değil.
Bu sıkça karşılaşılan liberal hareketin gerçekleştirdiği olumsuzlamanın yol
açtığı tek sonuç; liberal düşünüşün, -kendi kuramına göre- rasyonalitenin,
sözde arkaik ihtirasları henüz kontrolü altına almayı başaramadığı,
çoktan geride kalmış bir çağa ait olması gereken antagonizmalarla ve
şiddet biçimleriyle karşılaştığındaki yetersizliği.
24
Liberal düşünüşün siyasala kör
olmasının nedenlerinden bir başkası ise kolektif kimliklerin oluşumunu
anlamasını engelleyen bireyciliği. Ne var ki, siyasal, daha baştan kolektif
özdeşleşme biçimleriyle ilgilidir -bu alanda, “onlara” karşı “bizin” inşa
edilmesi olgusuyla karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım. Liberal rasyonalizmle
ilgili asıl sorun; toplumsala dair mantığının, özcü bir “mevcudiyet olarak var
olma” [being-as-presence] kavramı üzerine kurulu olmasından ve
nesnelliği, şeylerin kendisine içkin düşünmesinden kaynaklanıyor. ... Toplumsal
nesnelliğin en nihayetinde siyasi olduğu, dolayısıyla da meydana getirilişine
eşlik eden dışlama pratiklerinin izini taşımak zorunda olduğuyla yüzleşmeyi
reddediyor.
Bazı kitaplarımda bu tezi savunmak
için “kurucu dışarısı” [constitutive outside] kavramını kullandım.
25
... her daim kolektif kimliklerle
uğraşan [siyaset], kendi varlık imkânının koşulu olarak ayrıştırılmış bir
“onlara” ihtiyaç duyan bir “bizin” inşası [hakkındadır].
Burada fark etmemiz gereken önemli
bir nokta, siyasi kimlikler oluşturabilmemizin şartının, antagonizmanın yok
edilebileceği bir toplumun imkânsızlığına işaret eden şartla aynı olduğudur.
... bireyselleştirmenin asla iktidara karşı durduğunu sanmıyorum,
tersine, bireyselliğimizin, her birimizin zorunlu kimliğinin iktidarın bir
sonucu ve bir aracı olduğu kanısındayım; iktidarın en çok korktuğu şey şudur:
grupların güç ve şiddeti. [Michel Foucault, Seçme Yazılar 3. Büyük Kapatılma,
(Çevirenler: Işık Ergüden, Ferda Keskin), 2005, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s.
282]
26
“Siyasal” boyutu kabul
ettiğimizde, çoğulcu liberal demokratik siyasetin önündeki en önemli
engellerden bir tanesinin, insan ilişkilerinde potansiyel bir şekilde var olan
antagonizmayı çözme çabası olduğunu fark etmeye başlarız. Bana göre temel soru,
kimseyi dışlamadan nasıl bir konsensüse varacağımız olmamalı -bu, “onları”
olmayan bir “biz” kurmayı gerektirecektir. ... bir “bizin” inşası, “onların”
işaretlenmesini zorunlu kıldığından bu imkânsız bir çaba.
27
Asıl sorumuz şu olmalı: Siyasetin
kurucu bir özelliği olan bu biz/onlar ayrımını aynı zamanda çoğulculuğun da
tanınmasına izin verecek bir şekilde nasıl kurabiliriz? Çoğulcu demokrasileri
diğerlerinden ayıran özelliğin çatışmanın tanınması ve meşrulaştırılması
olduğunu düşündüğümüzde, liberal demokratik toplumlarda çatışma ortadan
kaldırılamaz ve kaldırılmamalıdır da. Liberal demokratik siyaset, diğerlerinin,
yok edilmesi gereken düşmanlardan çok fikirlerine karşı mücadele edilmesi
gereken ancak bu fikirleri savunma hakkının sorgulanamayacağı muhalifler [adversary]
olarak görülmesini gerektirir. [düşmanlar arasında mücadele değil, muhalifler
arasında mücadele biçimini alması]
İşleyen bir demokrasi, demokratik
siyasi konumlanmaların çarpışmasına ihtiyaç duyar. Bunun yokluğunda, demokratik
çarpışmanın yerini, tartışılamaz ahlâki değerler ya da özcü özdeşleşme
biçimleri arasında bir çarpışma alır.
28
Konsensüs şüphesiz bir
gerekliliktir ancak ona her zaman muhalefet [dissent] eşlik etmelidir.
... konsensüs her zaman çatışmalı bir konsensüs olacaktır.
Çoğulcu demokrasilerde, paylaşılan
ahlâki-siyasi ilkelerin yorumlanışı üzerine anlaşmazlıklar sadece meşru değil,
aynı zamanda gereklidir de. Bu anlaşmazlıklar değişik vatandaşlıkla özdeşleşme
biçimlerinin oluşmasına izin verir ve demokratik siyasetin nesnelerini
oluşturur. Demokratik özdeşleşme biçimlerinin eksikliğinden dolayı çoğulculuğun
agonistik dinamikleri engellendiğinde tutkular demokratik bir ifade zemini
bulamaz. Böylece milliyetçi, dinî ya da etnik türden özcü kimlikler etrafında
kurulmuş çeşitli siyaset biçimlerinin ortaya çıkmasına ve uzlaşılamaz ahlâki
değerler üzerine, şiddetin tezahür etmesini de içeren cepheleşmelerin
çoğalmasına ortam hazırlar.
Burada önerilen ve liberal görüşe
ters düşen “muhalif” anlayışına göre, antagonizmanın varlığı ortadan
kaldırılmıyor, sadece “dönüştürülüyor” [sublimate]. Liberallerin
“muhalif” dedikleri sadece bir “rakipten” ibaret.
İktidar yalnızca "özgür özneler" üzerinde ve yalnızca
onlar "özgür" oldukları sürece uygulanır. ... Belirleyici etmenlerin
tümüyle doyurulduğu yerde iktidar ilişkisinden söz edilemez. Kölelik, insan
zincirlenmiş olduğunda değil (bu durumda söz konusu olan maddi bir kısıtlama
ilişkisinin dayatılmasıdır) hareket edebileceği ve hatta kaçabileceği zaman bir
iktidar ilişkisidir. ... Bu oyunda özgürlük, iktidarın uygulanmasının koşulu
(hem iktidarın işleyebilmesi için özgürlük olması gerektiğinden iktidarın
önkoşulu; hem de özgürlük iktidardan tümüyle arındığında iktidar ortadan
kalkacağı ve onun yerini salt ve basit şiddet zorlaması alacağı için iktidarın
desteği) olarak görünecektir. Ancak yine de özgürlük iktidarın uygulanmasına
yalnızca karşı çıkabilir, çünkü son tahlilde iktidar özgürlüğü tümüyle
belirlemek eğilimindedir.
... özgürlüğün boyun eğmeyi reddetmesi ile iktidar arasındaki
ilişkiyi ayırmak mümkün değildir. ... İktidar ilişkisinin özünde yatan ve onu
devamlı kışkırtan etken, istencin boyun eğmeyişi ile özgürlüğün inadıdır. Özsel
bir uzlaşmazlıktan söz etmektense, bir çekişmeden (agonisme [kavga]) söz etmek, aynı zamanda hem karşılıklı teşvik etmeyi hem
de mücadeleyi içeren bir ilişkiden söz etmek; birbirine karşı her iki tarafı da
felce uğratan yüz yüze bir kapışmadan ziyade sürekli bir kışkırtmadan söz etmek
daha yerinde olur.
... iktidar ilişkilerini kurumlar açısından analiz etmek, iktidar
ilişkilerinin açıklamasını ve kökenini kurumlarda aramak, yani sonuç olarak
iktidarı iktidarla açıklama tehlikesi...
Söz konusu olan, kurumların iktidar ilişkilerinin kurulmasındaki
önemini inkâr etmek değil; kurumların iktidar ilişkileri açısından analiz
edilmesi (iktidar ilişkilerinin kurumlar açısından analiz edilmesi yerine)
gerektiğini ve bu ilişkilerin temel bağlantı noktasının, bir kurumda somutlaşsa
ve kristalleşse bile, kurumun dışında aranması gerektiğini önermektir. [Michel
Foucault, Seçme Yazılar 2. Özne ve İktidar (3. basım, 2014), (Çevirenler: Işık
Ergüden, Osman Akınhay), 2014 İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s.75-77]
Agonizma ve antagonizma
29
[Hannah] Arendtçi agonizmanın
“antagonizmasız bir agonizma” olması. ... Arendt her ne kadar insanın
çoğulluğuna vurgu yapsa da, her ne kadar siyasetin, toplulukla ve insanlar
arasındaki mütekabiliyetle [tekabül eden, birbirinden faydalanma, misliyle
alma] alakalı olduğunda ısrar etse de bu çoğulluğun antagonistik çatışmaların
kökeninde olduğunu fark edemiyor. Ona göre siyasi düşünmek, birçok bakış
açısından bakabilme yetisini geliştirmek anlamına geliyor. Kant'a ve onun “geniş
düşünce” [enlarged thought] fikrine başvurmasın-dan da anlaşılacağı gibi
Arendt'in çoğulculuk anlayışı Habermas'ınkinden pek de farklı değil ve o da
özneler arası mutabakat üzerine kurulu. Arendt'in Kant'ın estetik yargı
doktrininde aradığı şey tam da kamusal alanda bu özneler arası mutabakatın
nasıl sağlanabileceğine dair bir yöntemdir.
30
[Arendt, 1970'te bir söyleşide]
... temsilî sistemin yerine geçecek bir siyasi örgütlenme tasvir ediyor ve
siyasi partilerin oynadığı rolü eleştiriyor. [Yerine konseyleri öneriyor]. [On
kişi masaya otursa fikir [doxa] alışverişi sayesinde rasyonel fikirlere
-bir konsensüse ulaşabilirler diyor.]. [Habermas'ta konsensüse ulaşmak,
savların değiş-tokuş edilmesiyle mümkün]. Ne var ki her tür konsensüsün
hegemonik doğasını, yani Lyotard'ın deyimiyle “differend” anını
kabullenebilmeyi ne Arendt ne de Habermas başarabiliyor.
31
[Bonnie Honig]
33
[Willam Conolly]
34
Siyaseten nasıl davranılması
gerektiği sorusuna cevap aranırken karar anı kaçınılmazdır ve bu, sınırların çekilmesine,
bir içerme/dışlama alanının belirlenmesine işaret eder. [35 - Etik bir söylem
bu anı geçiştirmeyi başarabilir belki ama siyasi bir söylemin böyle bir şansı
kesinlikle yoktur.]
Bu anı geçiştirmeye çalışan bir
yaklaşım, hâkim hegemonyaya kafa tutmaya ve var olan güç ilişkilerini
değiştirmeye namzet [aday] olamaz. ... gerçek anlamıyla siyasi bir yaklaşım,
çoğulculuğun sınırlarıyla ilgilenmeyi zorunlu kılar.
Etik veya siyaset
35
[Alain Badiou à etikçi kamp]
36
... Badiou'nun hedef tahtasında
Hannah Arendt var çünkü Arendt hakikatin bir siyasal alan kategorisi
olamayacağını savunuyor. Badiou'ya göre, fikirlerin çoğulluğunu savunan ve
hakikat kavramını dışlayan bir siyaset felsefesi eninde sonunda parlamentarizm
siyasetini desteklemeye mahkûmdur. Siyasal olanın fikirlerin çoğulluğu olarak
tarif edilmesine karşı Badiou; karşılıklı fikir alış verişleriyle değil bir
olayla kurdukları tekil ilişki tarafından tanımlanan özneler tarafından
üretilen siyasetin tekilliğini ortaya koyuyor.
Badiou'ya göre siyaset hakikatin
ve olayın düzenidir [order] ve olayın gerçekleşmesine izin vermek için
tüm verileri bir kenara bırakıp verili bir gerçeklik eylemi olmayan bir şeye
sadakat duymanın gerekliliği konusunda ısrarcıdır. Doğrusu, olay, gerçeğin
gözden çabucak kaybolan bir kesintisidir. Olay, durumun vaziyetini kesintiye
uğratan bir şey olduğundan öngörülemez. Öznenin bir olaya sadık kalma kararı,
bir gerçeği meydana getirir. Badiou'nun sözleriyle ... “Bir olaya sadık
kalmanın gerçek sürecine -bu sadakatin durum içinde ürettiği şeye- 'hakikat' (bir
hakikat) diyeceğim.
37
Tutarlı bir şartlanmamışlık etiği,
her zaman şartlanmışlıkla ilgilenen siyasetin alanıyla uyumlu değildir
[Badiou'nun ilgilendiği siyaset değil etik...]
İkinci Bölüm
Çok-Kutuplu Agonistik Bir Dünya İçin Hangi Demokrasi?
39
Bu durum yavaş yavaş değişmeye başlasa da Soğuk Savaş’ın
sona ermesinden beri büyük ölçüde tek-kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Baskın
hegemonik düzene geçerli alternatiflerin eksikliği, bu düzene karşı direnmeye
çalışanların meşru ifade biçimleri bulmalarını engelledi.
“Dünyayı bir evren olarak görme”nin tehlikeleri üzerine
düşünmek, beni, -farklı yollardan da olsa- temelde kozmopolit bir demokrasinin
kurulmasını savunan kuramcıları eleştirmeye itti. Ne biçimde biçimlendirilirse biçimlendirilsin,
her kozmopolit yaklaşım hegemonya ve egemenlik ötesinde bir dünyanın mümkün
olduğu fikrini öne sürüyor ve dolayısıyla siyasal boyutu olumsuzluyor. Dahası,
bu yaklaşım genellikle Batı modelinin evrenselleştirilmesi üzerine bina
ediliyor ve bunun neticesinde alternatif çokluğuna yer bırakmıyor. Siyasetin
amacını tek bir model etrafında -ister ulusal ister uluslararası düzeyde- bir
konsensüse varmak olarak tanımlamanın, meşru bir muhalefet ihtimalini ortadan
kaldırdığını ve dolayısıyla antagonizmanın şiddet içeren biçimlerinin ortaya
çıkmasına ortam hazırladığını hiçbir zaman unutmamalıyız.
40
… güncel küreselleşme koşulları altında ve komünizmin
çöküşünün ardından Kantçı kozmopolit projenin nihayet gerçekleşebileceğini öne
süren David Held, Daniele Archibugi ve Ulrich Beck gibi kuramcılar…
[Yeni kozmopolitanistler… James Clifford, Homi Bhabha,
Dipesh Chakrabarty, Bruce Robbins, Walter Mignolo, Paul Rabinow…] Bu
kuramcıların ortak amacı, soyut bir dünyevi adalet standardı olarak gördükleri
kozmopolitanizmle, ait olma ve bir canlı türü olarak hareket etmekten daha dar
düzeylerde eyleyebilme ihtiyacını buluşturmaya çalışmak. Bu yeni
kozmopolitanizm, … avrupamerkezciliği eleştiriyor. [Ama onlar da antagonistik
boyutuyla “siyasalı” görmezden geliyorlar.] … Kantçı modelin soyut
evrenselciliği, yeni bir “çoğulcu evrenselcilik”le yer değiştiriyor olabilir
ancak burada eksik olan, çoğulculuğun zorunlu olarak çatışmacı olan yapısının
kabullenilmiyor olması.
42
Siyasalı antagonistik boyutuyla ele almak dünyanın bir universe değil, pluri-verse olduğunu kabul etmeyi gerektirir. [Universe: bir bütün,
tek haline getirilmiş olan, evren. Pluri-verse: bir çoğulluk, çok haline
getirilmiş olan]. [Elimizde, bu durumda, başka ne gibi bir seçenek kalıyor?]
Bana göre tek çare hegemonyaların çoğullaştırılması. Dünyanın siyasi olarak
birleşmesi hayallerini bir kenara bırakıp çok-kutuplu bir dünyanın kurulmasını
savunmalıyız. … Böyle bir düzenin çatışmaları sonlandıracağını falan
savunmuyorum ancak belirli bir ekonomik ve siyasi modelin, tek meşru model
olarak tanıtıldığı ve sahip olduğu sözde üstün rasyonalite ve ahlâk adına diğer
taraflara empoze edildiği bir dünyaya kıyasla bu dünyadaki çatışmaların
antagonistik bir biçime bürünme ihtimalinin çok daha düşük olacağını düşünüyorum.
43
Hem yerel hem de uluslararası alanda asıl amacımızın,
antagonizmanın mümkünatını ortadan kaldıracak bir konsensüs için çabalamak
yerine, çatışmaların antagonistik hallere dönüşme ihtimalini azaltacak yollar
aramak olduğunu fark etmenin vakti geldi.
Norberto Bobbio’nun
kurumsal pasifizmi
44
[Hobbes’un sözleşmeciliği - contractualism; polemik evre à pactum
societatis (toplumsal sözleşme; gücü topluma devretme) à pactum subjectionis (gücü egemene
devretme)], [Birleşmiş Milletler], [Leviathan]
… her devlet demokratik değil. "Tüm argümanım Kantçı şu
fikre dayanan bir varsayım üzerine kurulu olduğunun farkındayım: Ebedi barış
ancak aynı yönetim biçimleri olan -kolektif kararların halk tarafından alındığı
cumhuriyetçi- devletler arasında, bu devletlerin birlikteliğinin de
cumhuriyetçi bir biçimde sağlandığı koşulda mümkündür" (Bobbio).
Bobbio, demokratik devletlerin sayısının gitgide arttığını
düşündüğü için yine de geleceğe dair umudunu koruyor.
47
Dünyanın daha "düz" ya da "pürüzsüz"
olması bir yana, dünya gittikçe şeritlerin daha belirginleştiği ve farklı
bölgeler arasındaki fay hatlarının derinleştiği bir yer haline geldi.
48
Bobbio'nun -Üçüncü Taraf bir Hakem'in güç kullanarak
çatışmaları çözmesinde tüm devletlerin demokratik yöntemlerle birleştiği bir
teslimiyet antlaşmasının yarattığı- demokratik ve uluslararası Leviathan figürü
ancak küresel bir hegemon olabilir. [Çünkü sözleşmeci bir birleşme değil,
hegemonik birleştirme çabası daha ağır basıyor.]
Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından oluşan
tek-kutuplu düzenin, daha barış vaat eden bir dünyanın koşullarını yarattığını
iddia etmek bir yana yeni antagonizmaların ortaya çıkmasına neden olduğunu
inkâr etmek mümkün görünmüyor.
Çok-Kutuplu agonistik
bir dünya için hangi demokrasi?
49
Batı toplumlarında baskın olan bireycilik biçiminin,
gelenekleri başka değerlerce beslenen birçok başka kültüre yabancı olduğu açık.
“Halkın egemenliği” olarak düşünebileceğimiz demokrasi, dolayısıyla başka
biçimler alabilir -topluluk [community]
değerlerinin bireysel özgürlük fikrinden daha anlamlı olduğu biçimler mesela.
51
[François] Jullien, insanı doğadan ayrı bir varlık olarak
düşünmeyen klasik Hint düşünüşünde “insan hakları” kavramının bir şey ifade
etmediğini belirtiyor. Avrupa kültüründe son söz “özgürlük” ise Hindistan’dan
Çin’e uzanan Uzakdoğu’da bu sözcük “uyum”.
[Raimundo] Panikkar insan hakları kavramının, her biri ayırt
edilebilecek şekilde Batılı olan birtakım varsayımlara dayandığını gözler önüne
seriyor. Bu varsayımları şöyle sıralıyor: Rasyonel yollarla bilinebilecek
evrensel bir insan doğası vardır; insan doğası gerçekliğin geri kalanından
temel olarak ayrışır ve ondan üstündür; bireyin, topluma ve devlete karşı
savunulması gereken mutlak ve indirgenemez bir haysiyeti vardır; toplum, hür
bireylerin toplamı şeklinde, hiyerarşik olmayan bir biçimde örgütlenmeli ki
bireyin otonomisi sağlanabilsin. Panikkar tüm bu varsayımların şüphe götürmez
bir şekilde Batılı ve liberal olduğunu, diğer kültürlerdeki insan haysiyeti
kavramlarından ayrıştığını savunuyor. Mesela “insan” fikriyle “birey” fikri
aynı anlamlara gelmek zorunda değil. “Birey”, Batılı liberal söylemin, kendilik
kavramını formüle ediş biçimi ancak başka kültürler kendiliği farklı şekillerde
tahayyül ediyor.
53
Sıklıkla sorulan soru, sekülerleşmenin modernitenin olmazsa
olmaz bir özelliği olup olmadığı. … “Batılı olmayan, seküler olmayan bir
modernite mümkün müdür?” (José Casanova).
Batılı olmayan, seküler olmayan bir demokrasi mümkün müdür?
[Casanova’ya göre Konfüçyüsçülük ya da Taoizm gibi dünyevi dinler… aşkınlık [transcendence] biçimlerini “dinî” olarak
tanımlamak neredeyse imkânsız ve kilise benzeri bir örgütlenme biçimleri yok.
Bir bakıma bu dinler her daim “dünyevi”ydi ve dolayısıyla bir sekülerleşme
sürecine ihtiyaç duymuyorlar.
55
“Avrupa’nın ‘modern’ sıfatını üstlenmesinin, Avrupa
emperyalizmi hikâyesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu görmemiz gerektiği”ni
dillendiren Dipesh Chakrabarty’e katılıyorum.
56
[Noah] Feldman’a göre ana akım İslâmcılık, şeriat ile
demokrasinin bir arada durabileceğini kabul etmiş durumda ancak bu kavramları
uzlaştırma mekanizmalarına dair bazı ayrılıklar söz konusu.
57
Tunus ve Mısır gibi ülkelerde iktidara gelen İslâmcı
partiler, halkın değerlerine uygun ve onların geleneklerine saygı duyan demokratik
kurumlar inşa etmek gibi zor bir görevle karşı karşıyalar. … Batılı entelektüel
ve siyasetçilerin, Batılı bir model dayatmadan bu ülkelerin kendilerine ait
kurumları inşa etmelerine izin vermelerini oldukça hayati buluyorum.
58
Umalım ki İslâmcılarla sekülarizm taraftarları arasındaki
çatışma antagonistik değil agonistik bir biçim alsın ve böylece “çatışmalı bir
konsensü”ün altyapısını oluşturacak ortak bir saha bulunabilsin.
Afrika’dan bahsederken, buradaki ülkelerin birçoğunda var
olan koşulların, geçmiş sömürgecileri tarafından onlara bırakılmış yetersiz
siyasi sistemlerin sonucu olduğundan bahsediyoruz. Çoğu durumda bağımsızlık bu
ülkeleri istikrarlı ulus-devletlere değil, eski sömürgeci gücün meclislerine
göre inşa edilmiş meclislerin yük olduğu etnik derebeylik parçalarına
dönüştürdü. Birçok ırk, dil, âdet ve kültürün olduğu ülkelerde çok partili
demokrasi ayrışmaya ve acı bir şekilde bölünmüş bir siyasete sebebiyet verdi.
59
Tüm bu sorular şüphesiz ki oldukça tartışmalı konular ve
amacım kesinlikle burada son sözü söylemek değil. … Bize düşen, liberal
demokrasinin Batı tarafından tanımlanan şu halinin tek meşru demokrasi biçimi
olduğuna dair Batılı iddiayı eleştirmektir: Bireyci bir insan hakları kavramı
ve tabii ki serbest piyasa uygulamaları eşliğindeki çok partili seçim
demokrasisi.
60
Lévi-Strauss’a göre farklı kültürler barındırmanın en
değerli yanı, onun “écarts différentiels”
(birbirinden ayrışan çeşitlemeler) adını verdiği şeye sahip olmaları.
Homojenleşme ve tek-tipleşme tehlikesi altındaki dünyada kültür çeşitliliğini
muhafaza etmenin gerekliliğinin altını çiziyor.
“Ecarts différentiels”
derken, bir kültürün kimliğinin önceden verili bir özde değil, diğer
kültürlerin ayrışmasında yattığını belirtiyor aslında.
… “ayrışma”nın “fark” kelimesinden ayırt edilebilecek en
önemli özelliği, böldüğü kısımları birbiriyle gergin bir ilişkiye sokuyor
olmasıdır. Ayrışma, müşterek bir değişmezin çeşitlemelerine indirgenemeyecek
olasılıkları gözler önüne serer.
61
… düşmanlar arasında antagonistik mücadeleler yerine
muhalifler arasında agonistik çarpışmalar…
[Derrida] [hospitalité (konukseverlik)] [hostipitalité
(konuksev -er/mez-lik)] … amacın ne yok etme ne de asimilasyon olduğu, farklı
yaklaşımlar arasındaki gerginliğin çok-kutuplu bir dünyayı tanımlayan
çoğulculuğa katkı sunduğu bir çarpışma…
Üçüncü Bölüm
Avrupa’nın Geleceği Üzerine Agonistik Bir Yaklaşım
63
Post-konvansiyonel
ve post-ulusal kimlik biçimlerinin yeniden güçlenmesiyle karşı karşıya
olduğumuzu birçok kişi dile getiriyor. Dahası bunun geçerli olmadığı
durumlarda, ulus-üstü düzlemin değil, bölgesel aidiyet biçimlerinin önemi
artıyor. Ulus-devletler güç ve ayrıcalıklarının bir kısmını kaybediyor olsa da
-ki kuramcılar arasında, bu kaybın ne kadar ciddi olduğuna dair bile oldukça büyük
anlaşmazlıklar var- bu, ulusal aidiyet biçimlerinin ortadan kalkmasını
beraberinde getirmiyor.
64
İnsanların
post-ulusal Avrupalı bir kimlik için milli kimliklerini terk etmesini beklemek
saflıktan başka bir şey değil.
Kolektif kimlikler
"Kurucu dışarısı"
[constituve outside]…
65
Her kolektif kimlik
biçimi "biz"e ait olanlarla, dışarıda kalanlar arasında bir sınır
çekmeyi gerektirir.
Ulusal kimlik gibi
bazı kolektif kimlikler, uzun bir tarihsel çökelme dönemi nedeniyle kendilerini
doğal bir şeymiş gibi gösterse de kolektif kimlikler; çeşitli eylem, söylem ve
dil oyunlarının mümkün kıldığı ve her zaman dönüştürülüp farklı bir şekilde
ifade edilebilecek olumsal/zorunsuz inşalardır. Habermas'ın … iddia ettiğinin
aksine bu, kimliklerin, iletişimsel rasyonalite paradigması ve usûli bir
meşrulaştırma yöntemi [a procedural
method of legitimation] aracılığıyla yaratabileceği anlamına gelmiyor. Bu,
özdeşleşme sürecinin önemli bir kısmını oluşturan duygulanım boyutunu
tamamen görmezden gelen rasyonalist bir anlayış.
66
Özdeşleşme sürecini
kavrayabilmek için psikanalizin ortaya koyduğu fikirlere başvurmak kaçınılmaz. Örneğin
Freud, kolektif özdeşleşme süreçlerinde, duygulanımsal libidinal bağların
oynadığı elzem rolü öne çıkarmıştır. [libidinal… "cinsel içgüdünün
belirtilerini gösteren yaşama enerjisinin bütünü" ile ilgili]. … "bir
grup açık biçimde bir güç tarafından bir arada tutulur ve bu marifeti dünyadaki
her şeyi bir arada tutan Eros'tan başka hiçbir güce atfedemeyiz." Kolektif
kimlik, yani "biz", bir topluluğun mensupları arasında güçlü bir
özdeşleşme yaratan tutkulu bir duygulanımsal yatırımın sonucudur.
Freud'a göre
"sıklıkla yadsınan gerçek, insanın yumuşak ve sevgiye ihtiyaş duyan, ancak
saldırıya uğradığında kendisini savunmayı becerebilen bir yaratık olmadığı,
hayli yüksek oranda saldırganlık eğilimini de içgüdüsel yetileri arasında
barındırdığıdır."
67
"Saldırganlıklarının
dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı
birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür".
Avrupa entegrasyonu
….
Uluslar Avrupası mı, bölgeler Avrupası mı?
….
Hangi demokrasi: Müzakereci ya da agonistik?
74
Demokratik siyaset
kuramı alanındaki çalışmalarımın önemli bir kısmı, izlediği rasyonalist ve
bireyci çerçeve nedeniyle eleştirdiğim müzakereci demokrasi modeline tahsis
edilmiştir. … Farklı yollardan da olsa iki kuramcı da [Rawls ve Habermas]
demokrasinin amacını kamusal alanda rasyonel bir mutabakata varmak olarak tarif
ediyor. … kimseyi dışlamadan "kamu yararı" konusunda bir konsensüse
varmak. Çoğulcu olduklarını savunsalar da çoğulculuklarının meşruiyetinin
yalnızca özel alanda tanındığına ve bu çoğulculuğun kamusal alanda hiçbir
yapıcı yeri olmadığına şüphe yok. Onlara göre demokratik siyaset, tutkuların
kamusal alandan kaldırılmasıyla gerçekleşebilir ve tabii ki de bu da siyasi
kimliklerin inşa sürecini neden anlayamadıkları sorusuna çok açık bir cevap
veriyor.
Avrupa demoï-kraisisinin
çeşitli düzeylerinde gerçekleşen farklı demokratik katılım biçimlerini
düşünürken, bunları müzakereci haliyle değil, muhalefet barındıran agonistik
haliyle algılamamız gerektiğini bu yüzden vurgulamak istiyorum.
75
Öte yandan muhalefet
içeren böylesi bir çatışmanın gerçekleşebilmesi için, agonistik çatışmanın
önkoşulu olan "çatışmalı konsensüs"ün çerçevesini sağlayacak, tüm
Avrupalı yurttaşlara "müşterek" bir şeyin mevcut bulunması gerekiyor.
Neo-liberalizme Avrupalı bir alternatif
77
… paylaşılan
ahlâki-siyasi ilkelerin çatışan yorumlarına izin verecek ve ihtilafın meşru
kabul edildiği bir şekilde kurgulamanın önemi…
78
Bence AB'ye karşı
duyulan memnuniyetsizliğin temelinde, Avrupalı yurttaşlar arasında güçlü bir
özdeşleşmeyi besleyecek, siyasi tutkularını demokratik bir yönde harekete
geçirebilecek bir amaç sağlayabilecek bir projenin eksikliği yatıyor. Şu anki
haliyle AB, yurttaşlardan değil tüketicilerden oluşuyor. AB, genel hatlarıyla
ortak bir piyasa etrafında şekillendi ve hiçbir zaman ortak bir Avrupa iradesi
yaratamadı.
79
Gramsci'den ilhamla,
eski modelin hayatına devam edemediği ama yenisinin de daha doğmadığı bir
"organik kriz" yaşadığımızı söyleyebiliriz. Ne yazık ki sol bu
durumdan yararlanmayı başaramıyor çünkü neo-liberal küreselleşmeden başka bir
seçenek olmadığına uzun süredir inanmış durumda.
80
AB'nin atması
gereken ilk adım, Anglosakson kapitalizm modelinden uzaklaşmaktır. Bu, İkinci
Dünya Savaşı'ndan beri Avrupa siyasetinin çekirdeğini oluşturmuş
sosyal-demokratik gelenekle bağların yeniden kurulması anlamına gelecektir. Bu
tabii ki yeterli değil. Artık aynı dünyada yaşamıyoruz ve sırf istiyoruz diye
geleneksel sosyal demokrasiye öyle hemen dönemeyiz.
Bu post-sosyal
demokratik ekolojik projenin en mühim tarafı, serbest ticaretin gelişme
getirdiğine dair yaygın kabul gören tezi sorgulayabilecek ve sol bir Avrupa
korumacılığını savunabilecek olmasıdır. Alter-küreselleşme hareketlerinin bazı
kesimlerini dışarıda tutarsak, serbest ticaretin tüm gezegene sağladığı
katkılar konusunda genel bir mutabakat olduğunu söyleyebiliriz. Gerçek ise bize
bunun tam tersini söylüyor. Neo-liberal küreselleşmenin nelere sebep olduğu
buna güzel bir örnek olacaktır. Serbest ticaret dogmasının bir sonucu, büyük
firmaların yerel talebe göre üretim yapmayı bırakıp üretimlerini ihracata
yönlendirmeleri oldu. … çokuluslu şirketlerin kontrolündeki sektörler yerel
piyasayla ya da ürünlerini satabilmek için belli bir yerel istihdam sağlama
gerekliliğiyle ilgilenmiyor. İlgilendikleri tek şey kârlarını arttırabilmek
için en ucuz işgücünü bulabilmek. Bu da delokalizasyon yolunu tercih etmeleri
sonucunda birkaç ülkede işsizlik düzeyinin artmasına neden oldu.
81
Yerli üreticiler
ucuz ithal mallarla rekabet edemediği için birçok yerel endüstri yerle bir
oldu. Bu ise hayatta kalmak için yeni yollar bulma umuduyla birçok insanın göç
etmesine neden oluyor. Bu göçmenler Avrupa'ya geldiklerinde, problemi kendi
uygulamalarının yarattığını fark edemeyen Avrupalılar tarafından bir tehdit
olarak algılanıyor.
Bu fasit daireden
çıkmanın tek yolu serbest ticaret ideolojisini terk edip ekonomik gelişmeyi
bölgesel bir perspektife göre hayal etmekten geçiyor.
82
Via Campesine gibi
hareketler…
Sürdürülebilir bir
politika ancak var olan güç ilişkilerinin sarsılmasıyla oluşturulabileceği için
bu mücadelenin daha geniş bir siyasi proje içerisinde konumlandırılması
gerekiyor. Böylesi bir proje ulusal kalamaz, Avrupa düzeyinde de formüle
edilmesi gerekiyor. Bir alternatifin yaratılması için tüm Avrupa solunun
beraber çalışması bu anlamda hayati önem taşıyor.
83
AB'ye dünyanın
birleştirilmesinde öncü bir görev yüklemek yerine, onu çok-kutuplu dünyada
bölgesel bir kutup olarak hayal etmeliyiz. Böylesi bir kutbun, sözde üstün
rasyonalite ve ahlâkından kaynaklanan ontolojik bir imtiyazı olamaz ancak bu
AB'nin olumlu bir rol oynayamayacağı anlamına gelmiyor. … Böyle bir dünya
"daimi barış"ı sağlayamaz ancak antagonistik çatışma biçimlerinin su
yüzüne çıkma ihtimalini azalttığı kesin.
Dördüncü Bölüm
Radikal Siyasetin Bugünü
85
[Neo-liberalizmin
hegemonyasına karşı muhalif hareketlerin günümüzdeki artışı…]
Böyle bir hareketin
mevcut kurumlarla kurduğu ilişki nasıl olmalı?
Bu bölümde iki tür
tasarıdan bahsetmek istiyorum: Tesirini toplumsal hareketlerde oldukça
hissettiren ilki, "kurumlardan geri çekilme" [withdrawal from
institutions] stratejisini savunuyor; benim savunduğum ikincisi ise
"kurumlarla yüzleşme" [engagement
with institutions] çağrısında bulunuyor.
Geri çekilme Olarak Eleştiri
87
[M. Hardt ve A.
Negri'nin İmparatorluk, Çokluk ve Ortak Zenginlik kitapları üzerine
değerlendirme…] 3. "Disiplin toplumu"ndan, yeni bir güç
paradigmasının etkin olduğu "denetim toplumu"na geçmekteyiz. Sermaye
birikiminin ilk evresine denk gelen disiplin toplumunda kontrol; hapishane,
fabrika, akıl hastanesi, hastane, okul vb. disiplin kurumlarının yardımıyla
âdet, alışkanlık ve üretim eylemlerini üretip düzenleyen, dispositif'ler ya da aygıtlardan oluşan yayılmış bir ağ
aracılığıyla sağlanır.
Bunun aksine,
denetim toplumunda kontrol mekanizmaları toplumsal alana içkindir. Toplumsal
entegrasyon ve dışlama biçimleri, yurttaşların beyin ve vücutlarını dolaysız bir
şekilde düzenleyen mekanizmalar aracılığıyla gitgide içselleştirilir. à biyopolitika
88
küresel mübadele
akışı global flows of Exchange
Paolo Virno… gelecek
konusunda Hardt ve Negri kadar iyimser değil. à güncel gelişmeleri muğlak bir olgu olarak
görüyor ve post-fordist aşamaya damgasını vuran yeni tip itaat ve
güvencesizleştirme biçimlerini yadsımıyor.
89
İnsanların eskisi
kadar edilgen olmadığı doğru ancak bunun nedeni artık kendi
güvencesizleşmelerinin etkin aktörleri haline gelmeleri. … Virno'ya göre
post-fordizm, "sermayenin komünizmi"nin bir tezahürü [maddi olmayan
emeğin "kendiliğinden komünizmi" değil].
[Virno] Çokluk'un
siyasi eylemlerini anlamamıza yarayacak iki terim öneriyor: "Exodus" [göç/çıkış] ve "sivil
itaatsizlik". "Exodus",
modern siyasetin sorunlarıyla yüzleşmemizi mümkün kılan eksiksiz bir siyasi
eylem modeli. Bu siyasi eylem, iş dışında ve ona karşı "Zekâ'nın
genelliği"ni [publicness of Intellect] geliştirmeyi amaçlayarak devletten
kitlesel bir şekilde çekilmeyi tarif ediyor. Bunu gerçekleştirebilmek, devletin
dışında bir kamusal alanın ve birlik, konsey ve Sovyetler halinde örgütlenmiş
temsilî olmayan ve meclis-dışı demokrasi biçimlerinin kurulması ve denenmesi
şeklinde tarif edilebilecek, tamamıyla yeni bir demokrasi biçiminin
geliştirilmesini gerektiriyor.
90
… bu yazarlar… terk
ve exodus siyasetini savunuyor.
… Çokluk ve Halk
arasına çizilmiş kalın bir çizgiyle karşılaşıyoruz.
91
Kapitalistler,
herhangi bir olumlu işlev görmeden, genel zekâ tarafından üretilen değere el koyan
parazitler haline geldi. Bu düşünürler, "bilişsel kapitalizm"in
gelişerek -kapitalizmin kendi kuyusunu kazdığını iddia eden Marx'ı çağrıştıran
bir şekilde- bahsettiğimiz parazit kapitalistleri ortadan kaldıracak koşulları
yaratacağını iddia ediyorlar.
Hegemonik yüzleşme olarak eleştiri
[operaismo]
[ekşi]: ● "işçicilik". 1960'larda İtalya'da gelişen
komünist, parti hiyerarşisine karşı çıkan, 1970'lerde "otonomizm"
diye de anılmaya başlayan, 1980'lerde hareketin eski tüfeklerinin entelektüel
faaliyetlere çekilmesiyle "otonomist marksizm" diye şöhret yapan
radikal bir eğilim.
ekim 1961'de bir grup komünist (bir kısmı sosyalist
parti'nin -partito socialista italiano, psi-
radikal kanadına mensuptu) "quaderni rossi" ("kızıl
defterler") dergisini çıkarmaya başlarlar. dergideki sendikal hareket
analizleri "işçicilik" eğiliminin
temelini hazırlar. o dönem, geleneksel "sınai ilişkiler"in hayli
dışında sendikal direnişler örgütlenmektedir, özellikle otomotiv işçileri hayli
radikalleşmiştir. bu hareketliliğin büyük bir kısmı "aşağıdan",
komünist parti (pci) hiyerarşisi dışından kurulmakta idi.
işçiciler pci'nin "işçi sınıfı önce
kendini kabul ettirmeli, orta sınıfla ittifaklar kurmalıdır, böylece hegemonya mümkün
olur" stratejisine karşı, tavizsiz bir radikalleşmeyi savunmaktaydılar.
fordizm, işçicilere göre, emekçiler üzerinde
topyekûn bir hakimiyet sağlamıştı, yaratılan "kitle işçisi",
gelenekleri parçalanmış, hünersizleştirilmiş bir fail olarak rejimin yıkılmasının
kilidiydi ayni zamanda. "hegemonya" uğruna sendikalizm içinden taviz
verip durmak teslim olmak demekti.
buradan hareketle, yeni sanayileşme döneminde
italyan sınai proletaryasının elinde muazzam bir güç olduğunu söylediler işçiciler. yaratıcı, özgürleştirici bu potansiyel,
aynı zamanda kapitalizmin de ihtiyacı olan ama dizginlemeye çalıştığı bir
kuvvetti. bu dizginlerden kurtulup üretime "aşağıdan" el koymak
gerekiyor, işçici slogana göre "patronların
krizini işçilerin zaferine" dönüştürmek gerekiyordu.
"otonomi" analizi (özellikle antonio
negri'ye de kaynak olan mario tronti'nin analizleri) bu potansiyel vurgusu ile yakından
alakalıdır: işçiler kapitalizmden, rejim içinde, politik olarak bağımsızlaşabilirler,
gün be gün kuvvetlendirilecek mikro-direnişler örgütleyerek rejimin ekonomik yapısını
zayıflatabilirler. sonraları negri'nin de hakkında bolca kalem oynatacağı, yer
yer bazı sendikalarca da uygulanan "sabotaj" stratejileri (sağlık izni alıp durma, iş yavaşlatma, ani grevler, işyeri
işgali, silahlanma, vs.) bu bağlamda geliştirilir.
başlangıçta işçiciler
klasik formundan başka bir parti formu önerdiler, pci'yi işçilere
"ideoloji" tedarik etmeye çalışmakla suçlayıp asıl lazım olanın
"taktik beyin" olarak çalışacak bir örgüt olduğunu söylediler. (bu
pozisyon 1970'lerde daha anarşizan bir yere kayar.)
işçici eğilim 1968-1975 arası hayli etkili olur bazı
kilit sınai sektörlerde. özellikle demir-çelik ve otomotiv işçileri arasında
yeni çıkan "lotta continua" ("sürekli mücadele") ve
"potere operaia" ("işçilerin gücü/iktidari", negri ekibinin
dergisi) gibi dergiler okunur olur.
1970'lerde "potere operaia" ekibi entelektüel
açıdan daha etkili olur. ekibin analizine göre, 1968-1973 mücadeleleri
italya'da keynesyen ekonomik dengeyi çökertmiştir. radikalleşmeye karşı devlet
"arabulucu" konumunu terkedip daha açıktan kapitalist sınıfın fedaisi
olan bir konuma geçmiş ve muhalefet üzerindeki baskısını arttırmıştır.
işçiciler rus devrimi'nin
"konsey komünizmi" deneyimlerine referansla bu dönemde
"sendika" modelini terkedip "işçi konseyleri" oluşturulmasını
desteklerler. onlara göre burjuva örgütlenme formları terkedilmeli, işçi
otonomisini arttıracak formlar bulunmalıdır. bu analizle beraber
"sabotaj", "şiddete karşı şiddet" gibi temalar daha görünür
olur politik bildirilerinde. 1971 itibariyle "potere operaia" çevresi
binlerce işçiyi örgütlemiş güvenilir bir çevre haline gelmiştir.
lakin 1970'ler boyunca işçicilerin
beklediği devrim, yerini pci'nin seçimlerde güçlenmesine ve giderek daha fazla sendikayı
ele geçirerek büyümesine bırakır. "potere operaia" çevresi de iç anlaşmazlıklar
sebebiyle dağılır, farklı işçi kolektiflerine bölünür. negri'nin de içinde bulunduğu
bir kaç komünist "autonomia operaia" ("isçilerin
otonomisi") adını benimseyerek dergi+işçi örgütlemesi faaliyetlerini sürdürürler.
1973 grev dalgası sonrasında otonomistler işçilerden
çok öğrenciler arasında yayılmaya başlarlar. buna paralel "kitle işçisi"
analizi, özellikle negri'nin katkısıyla, "toplumsal işçi" analizine
evrilir: marx'ın "real subsumption" (sermayenin emeği sadece üretim
süreci içinde değil, hayatin her nüvesinde kapsaması/tabiiyet altına alması)
tespitini sürdüren negri, 1970'lerin sonuna doğru artık
herkesin "toplumsal işçi"ye dönüştüğünü yazar. sermaye sadece
fabrikada değil, her yerde hakimiyetini hissettirmektedir.
bu dönemde işçilerin dışındaki gruplar da, ulusal hiyerarşik
örgütlenmelere duydukları tepkilerle birlikte, otonomistlere katılırlar: polis şiddetine
karşı örgütlenenler, feminist eylemciler, eşcinsel hareket örgütleri, radikal eğitimci
gruplar... bu dalga, 1977 baharındaki ayaklanmalarla zirve noktasına ulaşır,
ancak herhangi bir programı, bölgeler-arası koordinasyonla ilgili bir
stratejisi bulunmayan otonomistler bu direniş momentinden yararlanamamışlardır,
devlet de kısa sürede tüm çirkinliği ile direnişi bastırmaya koyulur. ("kızıl
tugaylar" gibi oluşumların otonomistlere duyulan hayal kırıklığından doğdukları
da söylenmiştir.)
1977'de burjuvazinin fiziksel şiddet üzerinden örgütlediği
karşı saldırı, 1979 aldo moro olayı ile çığırından çıkar, otonomist çevre de
darmaduman edilir. 1980'lerin sonundan itibaren otonomistler geçmişle hesaplaşmalara
girişip farklı kollar halinde yeniden faaliyete geçerler. negri bugün sanıldığı
kadar etkili değildir politik olarak bu çevrelerde. lakin sevilir, sayılır.
● toni negri'nin son çalışmalarında savrulduğu pozisyonları dışarıda
bırakırsak tarihsel materyalist gelenek içerisinde sayıp bağrımıza
basabileceğimiz bir kuramsal-politik hareket. yine de eleştirel olmak gerek. operaismo'nun
en belirgin vurgusu, emek-sermaye ilişkisinde aktif tarafın emek olduğunun
altını çizmesidir. yani emek aktif, sermaye reaktiftir; emeğin eylemlerine, kat
ettiği ilerlemeye sermaye yanıt ve tepki verir.
operaismo geleneğinden gelen yazarların daha ileri
tarihli çalışmalarında ise buna tamamen zıt başka bir eğilim görüyoruz. işçi
sınıfının mücadelesini üretim sürecinde yaşanan değişmelere indirgeme eğilimi.
yani hem işçilerin muazzam potansiyelinin altını çizen hem de mücadele
biçimlerinin üretim sürecinden türeten. garip bir kuramsal-politik pozisyon.
otonomist marksizm'in bugün geldiği nokta, bu
çelişkiyi ikinci eğilim lehine çözme olarak tezahür ediyor. yani işçi sınıfının
potansiyeline ve birincilliğine yapılan vurgunun ortadan kalkıp, toplumsal
mücadeleye indirgemeci bir yaklaşım. en çarpıcı haliyle multitude’da görülebilir.
● genel olarak marksizme eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşarak
oluşturulmuş hareket. marx'ın dediği üzere de
te fabula narratur söyleminden yola çıkıp bizim hikâyemize uyarlarsak,
marksizmin fabrikayla kısıtlanmış mücadele alanını genişletip "toplumsal
fabrika" algılayışına geçebiliriz demektir. bu yöntemle marksizmin
"otonomist" hareketi, eylemi tüm toplumsal yaşama yaymaktadır.
92
Operaismo ve post-operaismo bakış açısının en büyük
sorunu, fordizmden post-fordizme geçişi tek bir mantıkla, işçilerin sömürü
sürecine karşı direnişiyle açıklıyor olması. Bu mantığa göre işçi direnişi,
kapitalistlerin üretim süreçlerini yeniden düzenlemeye ve maddi olmayan emeğin
merkezî öneme sahip olduğu post-fordizme geçmeye zorladı. Bu yazarlar
kapitalizmi ancak tepkisel olarak düşündüğü için hem sermayenin hem de emeğin
oynadığı yaratıcı/ yapıcı rolü kabul etmekte zorlanıyorlar. Aslında görmezden
geldikleri şey, hegemonik mücadelenin bu dönüşümde oynadığı rol.
Fordizmden
post-fordizme geçişi hegemonik bir mücadele olarak düşünebilmek için öncelikle
iş sürecinin evriminde yalnızca tek bir mantığın, işçi mücadelelerinin görev
aldığı fikrini bir kenara koyarak sermayenin bu dönüşümde oynadığı aktik rolü
kabul etmek gerekir. Luc Boltanski ve Eve Chiapello'nun ... The New Spirit
of Capitalism adlı çalışmaları; 1960'larda ortaya çıkan yeni toplumsal
hareketlerin otonomi taleplerini kullanmayı başaran kapitalistlerin, bu
taleplerden faydalanarak post-fordist ağ ekonomisini geliştirdiklerini ve daha
sonra da onları yeni denetleme biçimlerine dönüştürdüklerini ortaya koyuyor.
Yazarların “sanatsal eleştiri” adını verdiği karşı kültürün estetik
stratejileri (sahicilik [authenticity] arayışı, özyönetim ideali, hiyerarşi
karşıtlığı gerekliliği), fordist dönemi tanımlayan disiplin çerçevesini
yerinden ederek yeni kapitalist düzenleme biçiminin gerektirdiği koşulların
yaratılmasında kullanıldı.
93
Benim için bu bakış
açısının değeri, fordizmden post-fordizme geçişin önemli bir boyutunun, mevcut
söylem ve pratiklerin söylemsel bir şekilde yeniden
eklemlenmesiyle [discursive re-articulation] mümkün kılındığını
gösteriyor olmasında yatıyor.
[Fordizmden
post-fordizme geçiş] ... 1960'lar sonu - 1970'ler başında ciddi anlamda tahrip
edilen meşruiyetini yeniden sağlamaya ve başat rolünü yeniden tesis etmeye
çalışan sermayenin hegemonik bir hamlesi olduğunu anlayabiliriz. ... Bu
söylemsel eklemlenmelerin [discursive articulation] günümüz
hegemonyasının yapısını oluşturduğu çeşitli öğeleri birbirinden ayırarak başaramayacağımız
karmaşık bir süreç. Bunun ardından gelen yeniden eklemlenme ânı oldukça önemli.
94
Eklemlenmelerin
dağıtılması [dis-articulation] ve yeniden eklemlemeden [re-articulation]
oluşan bu ikili ânı, yalnızca exodus kuramcıları ıskalamıyor; şeyleşme [reification]
ve yanlış bilinç kavramlarını kullanan ve dolayısıyla zulüm ve iktidardan
arınmış yeni bir düzene ulaşmak için ideolojinin yükünü üzerinden atmanın
yeterli olacağını düşünen tüm yaklaşımlar da aynı eksiklikten muzdarip.
Burada söz konusu
olan müşterek bir iradenin, bir “biz”in yaratılmasını ve bu da bir “onlar”ın
belirlenmesini gerektiriyor. Çokluk'un doğal birliğine ve siyasi bir
eklemlemeye ihtiyaç duymadığına inanan birtakım Çokluk savunucuları, müşterek
iradenin birliğini sağlayan bir “onlar”a duyulan ihtiyacı gözden kaçırıyor.
Virno'ya göre örneğin, Çokluk'u oluşturan tekilliklerin zaten paylaştıkları
ortak bir şey mevcut: Genel zekâ. Halk kavramını, çok türlülüğe yer
bırakmayacak şekilde birleştirici bir ortak iradede ifade bulduğu ve homojen
olduğu gerekçesiyle eleştiren Virno -ki bu eleştiriye Hardt ve Negri de
katılıyor-, Halk'ın bir eşdeğerlilik zinciri üzerinden inşa edilmesine karşı
çıkamayacaktır çünkü bu durumda çeşitliliğe saygı duyan ve farklılıkları
ortadan kaldırmayan bir birlik biçiminden bahsediyoruz. Bir eşdeğerlilik
ilişkisi, özdeşlik ilişkisinin aksine farkı ortadan kaldırmaz. Demokratik
farklılıklar, bunların hepsini yok edecek güç ya da söylemlere karşı oldukları
ölçüde birbirlerinin yerini tutabilirler.
95
Birçok alanda başlatılması
gereken bir “mevzi savaşı”ndan (Gramsci) bahsediyoruz ki bu da birden fazla
aktörün arasında (toplumsal hareketler, siyasi partiler ve sendikalar) bir tür
birliktelik yaratmayı gerektiriyor. Burada, devletin ya da çoğulculuğun
örgütlendiği çeşitli kurumların “sönümlenmesi”nden [withering away]
bahsetmiyoruz. Hem parlamenter hem de parlamenter olmayan mücadeleler
aracılığıyla bu kurumları derinden dönüştürmeliyiz ki eşitlik ilkesini
olabildiğince fazla toplumsal ilişkiye yayabilecek demokratik taleplerin
çeşitliliğinin ifade bulabilmesini sağlayabilen bir araç olabilsin.
Son yıllarda Güney
Amerika'daki ilerici hükümetlerin gerçekleştirdiği hatırı sayılır demokratik
kazanımlar, temsilî siyaset biçimlerini kullanarak kurumlarda köklü
dönüşümlerin sağlanabileceğini kanıtlar nitelikte.
96
[Arjantin örneği]
Parlamenter ve parlamento-dışı mücadelelerin, kurumsal çerçeve içerisinde güç
dengesini dönüştürmek için ortak bir kavgada birleştirilmesini önemine ışık
tutuyor.
97
“Occupy”... Bu
hareketler, kurumsal düzenleyiciler olmadan, iktidar yapılarında dişe dokunur
bir değişiklik gerçekleştiremez. [kurum-karşıtı strateji, topyekûn temsilî
demokrasi karşıtlığı, devlet ya da başka tür siyasi kurumlara ihtiyaç duymadan
“gerçek” demokrasinin varolabileceği, bunu tek başlarına başarabilecekleri,
vb...] [gibi çıkış noktalarıyla] Neo-liberal düzene karşı yürüttükleri eylemler
yakında unutulma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.
[Hardt ve Negri'nin exodus
stratejisinde olumsuzlamayı], ya diyalektik çelişki ya da gerçek bir karşıtlık
[a real opposition] olarak görüyorlar.
98
[exodus
stratejisi] Devlet'in “sönümlenerek”, hukuk, iktidar ve egemenliğin geride
kaldığı uzlaşmış bir topluma yer açması bekleniyor. Mutlak demokrasi; Çokluk'un
direkt olarak kendini yönetip -hukuk ya da Devlet'e ihtiyaç duymaksızın-
birlikte hareket edebildiği, siyaset ve egemenliğin ötesinde, yani
antagonizmaların ortadan kalktığı bir topluma doğru atılacak kurtarıcı bir
adımın mümkün olduğunu varsayıyor.
... olumsuzlamayı
antagonizma boyutuyla düşünebilmek, farklı bir ontolojik yaklaşımı gerektirir.
Homojen, son haline bürünmüş bir toplumsal alanın mümkünatına dair içkinci
fikri terk etmeden ve heterojenliğin işlevini fark etmeden radikal
olumsuzluktan bahsetmek mümkün olmaz. Laclau'nun da belirttiği gibi,
antagonizmanın iki kutbu aynı temsiliyet alanına ait değildir ve bu kutuplar,
özlerinde birbirlerine karşı heterojendir.
Siyaseti “birlikte
hareket eden” bir şey olarak düşünmek, antagonizmanın ontolojik boyutunu
dikkate almamak demektir. ... Siyasi eleştiri ise, kendini oluşturan unsurların
eklemlenmelerini dağıtması ya da bu unsurları yeniden eklemlemesi için her
zaman var olan hegemonyayla ilgilendiğinden, hiçbir zaman sadece muhalif olma
özelliği göstermez ve firar olarak düşünülmez.
99
[Latour]
Karşı-hegemonik
müdahalenin amacının, hiçbir zaman “doğru gerçeklik”i ya da “gerçek çıkarlar”ı
görünür kılmak olmadığına vurgu yapmak istiyorum. Bu müdahalenin amacı, verili
durumu yeni bir düzenleme halinde yeniden eklemlemektir. Eleştirel süreci böyle
düşünmeye başladığımızda, Bruno Latour'un iddiasının aksine, eleştirinin
miadını doldurmadığını görebiliriz. Latour'a göre eleştiri, geçmişte
önyargıları ve illüzyonları geçersiz hale getirmekte oldukça yararlı olsa da
artık kendi kısıtlılığını ifşa eder hale gelmiştir. Bu kısıtlılıkların nedeni,
keskin bir doğa-kültür ayrımına dayanması ve zevahir perdesinin [veil of
appearances] ardında “gerçek” bir dünya olduğuna dair varsayımdır. Bugün,
böyle bir dünyada yaşadığımıza dair inancın saygınlığını yitirdiğine dikkat
çeken Latour yeni bir alternatif geliştirmemiz gerektiğini düşünüyor ve bu
projesini bir soru etrafında şekillendiriyor: “Olgulardan gerçeklik çıkartmak
yerine onlara gerçeklik ekleyen birinin ethos'undaki eleştirel
dürtüyü dönüştürmek mümkün müdür?”*
Latour'un “bileşimcilik” [compositionism] adıyla öne sürdüğü seçenek tam
da bunu yapmayı amaçlıyor. Bir yanda doğa, nesnellik ve gerçeklik, diğer yanda
kültür, öznellik ve zevahirler arasındaki çatallanmanın
üstesinden gelmek için ortak dünyayı “bileştirme”yi öneriyor. Eleştiri ve bu
dünyanın ötesinde bir dünyaya dair inanca karşı “bileşimcilikte, öteki dünyanın
var olmadığını ve bu kavramın içkinlik üzerine kurulu olduğunu” dile
getiriyor**.
* “Why Has Critique Run out of Stream? From Matters
of Fact to Matter of Concern” 2004
** “An attempt at a 'Compositionist Manifesto'”
2010
Φ
[“Varoluş
Modlarına Soruşturma” 2012]
Öyleyse
bileşimcilere bakarsak, neyin inşa edilmiş neyin inşa edilmemiş olduğuna dair
ayrımımızı terk etmemiz gerekiyor. Bunun yerine bir şeyin iyi ya da kötü inşa
edildiğiyle ilgilenmeliyiz.
100
İnsan öznelerle
insan olmayan nesneler arasında keskin bir ayrım yapan geleneksel modernist
epistemolojiyi eleştirmek gerektiği konusunda Latour'a katılıyorum. Söylemsel
yaklaşımımızın, Latour'un konstrüktivizmiyle birkaç noktada ortaklaştığını
söyleyebilirim. Her ne kadar, araştırma alanlarımızın aynı türden olmaması
nedeniyle birçok noktada birbirimizden ayrılsak da ana hatlarıyla aynı
epistemolojik tarafta bulunuyoruz çünkü kültür ile doğa arasında bir ayrım
yapmayı ve Latour'un “endişe meseleleri” olarak adlandırdığı şeyden bağımsız
bir olgular dünyasının varlığını reddediyoruz.
Ne var ki siyasal
olanı nasıl düşüneceğimiz konusunda, benimkiyle Latour'un yaklaşımı arasında
önemli ayrılık noktaları var. Bu farkı en iyi şu şekilde ortaya koyabiliriz:
Latour ortak dünyayı “bileştirmemiz” gerektiğini savunurken Laclau ve ben bu
dünyanın “eklemlenmesi” gerektiğine dikkat çekiyoruz. Bu terminolojik
farklılık, bileştirme işleminin, her zaman iktidar ilişkilerinin dahil edildiği
bir alanda gerçekleştiğine vurgu yapmayı amaçlıyor. Ya da kendi kelimelerimizle
dile getirmek gerekirse, ortak dünyanın her zaman “hegemonik” bir inşa ile
meydana geldiğini söylüyoruz. Bunun sonucunda da dünyanın iyi mi kötü mü inşa
edildiğiyle ilgilenmenin yetersiz kalacağını görüyoruz. Bu bileşimdeki güç
ilişkilerini de hesaba katmak gerekiyor. Latour “bileştirilen her şeyin bir
noktada ayrıştırılabileceğini” dile getiriyor. Buna katılmamak mümkün değil.
Karşı-hegemonik mücadeleyi oluşturan eklemlenmelerin dağıtılma/yeniden
eklemleme süreci dediğimiz şey tam da buna tekabül ediyor. Ne var ki bu süreç
ziyadesiyle siyasi bir yapıya sahip ve gözlemcilerin, bileşimin “iyi” ya da
“kötü” gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğine uzaktan bakıp karar
verebilecekleri tarafsız bir bölgede vuku bulmuyor. Müştereğin hegemonik
eklemlenmesine çatışan çıkarlar dâhil olduğu için, eklemlenmelerin
dağıtılmasında, yani ayrışmada, her zaman bir eleştiri unsuru bulunmak
zorundadır. Latour'un, kusurlu bir epistemoloji üzerine inşa edildiği için
eleştirel boyutu ortadan kaldırmayı amaçlayan hamlesi ve eleştirel dürtüyü
bileşimciliğe kaydırma çabası, bence, bizi güçsüz kılacak siyasi sonuçlar
doğuracaktır çünkü iktidar ilişkilerini görünür kılıp onlara karşı gelme
imkânını ortadan kaldırıyorlar.
101
Söylemsel hegemonik
yaklaşımla Latour'un bileşimciliği arasındaki ayrışmanın temelinde farklı
ontolojilere sahip olmamız yatıyor. Bu ise, içkinci yaklaşımın, radikal
olumsuzluğu ve antagonizmanın ortadan kaldırılamaz olduğunu kavramaktan aciz
olmasından kaynaklanıyor. Latour'un bileşimciliğinin temel problemi -oldukça
farklı siyasi stratejiler bağlamında da olsa exodus kuramcılarında
karşılaştığımıza benzer bir şekilde- toplumsalın bölünmüşlüğünü açıklayamayan
bir ontolojiye dayanıyor olması. Hardt ve Negri'de bu ontoloji, Çokluk'un
İmparatorluk'u yenmesinin ardından mümkün olacak bir “mutlak demokrasiye”
inanca yol açıyor. Radikal bir siyaset geliştirme iddiası taşımayan Latour,
bahsettiğimiz türden bir mesiyanizmden oldukça uzak ancak Hardt ve Negri'nin
yaklaşımı gibi bileşimcilik de her tür toplumsal düzenin hegemonik olduğunu
fark edebilmekten aciz.
102
Mevcut iktidar
ilişkilerini kökten dönüştürmeyi amaçlayan bir “mevzi savaşını” düşünebileceğimiz
yollar, her iki yaklaşımda da kapanmış durumda. Hardt ve Negri'nin
sosyo-ekonomik düzenlerin hegemonik doğasını kavrayamamaları, onları içeriden
bir yeniden eklemlenme süreciyle dönüştürebilme ihtimalini ortadan kaldırıyor.
Olguları endişe meselelerine dönüştürmeye çabalayan Latour ise müzakere ve
çatışmayı desteklese de siyasi duruşu, birinci bölümde açıklamaya çalıştığım
“antagonizmasız agonizma” anlayışına oldukça yakın. Latour'un eksikliği, burada
yinelemek gerekirse, siyasal olanın antagonistik boyutunu yok saymak.
Komünizm mi, radikal demokrasi mi?
Radikal olumsuzluk ve bölünmüşlük ve iktidarın ötesinde bir
toplum fikrini terk etme gerekliliğine yaptığım vurgu göz önünde
bulundurulursa, “komünizm İdeasına” yeniden can vermeyi amaçlayan bir grup
solcu entelektüelin çabasını desteklemem kimseyi şaşırtmayacaktır.
103
“Komünizm” fikrinin kendisinin sorunsallaştırılmaya ihtiyacı
var çünkü antagonizmaların ortadan kalktığı ve hukuk, devlet ve diğer
düzenleyici kurumların anlamsızlaştığı anti-siyasi bir toplum vizyonunu güçlü
bir şekilde çağrıştırıyor. Marksist yaklaşımın en temel eksikliği, benim
“siyasal olan” dediğim şeyin kritik rolünü kabul edememesidir. Komünizm ve
devletin “sönümlenmesinin” mantık gereği birbirini ima ettiğini iddia eden
geleneksel Marksizme karşı Laclau ve ben özgürlükçü projeyi, artık iktidarın
tasfiyesi ve ortak işlerin, toplumsal bütünlüğün bakış açısıyla özdeşleşen
toplumsal faillerce yönetimi olarak tanımlayamayacağımızı öne sürüyoruz.
Antagonizma, mücadele ve toplumsalın bölünmüşlük hali baki kalacağına göre
onları düzenleyecek kurumlara duyulan ihtiyaç da hiçbir zaman yok olmayacak.
... Dolayısıyla bizim yaklaşımımızda, toplumsal çatışma alanı, işçi sınıfı gibi
“ayrıcalıklı bir özneye” hapsedilmek yerine genişletiliyor.
104
Demokratik mücadelelerin genişletilmesi ve
radikalleştirilmesi, hiçbir zaman tamamıyla özgürleşmiş bir toplumun elde
edildiği nihai bir varış noktasına sahip olmayacak. Siyasetin sonu anlamına
gelecek, şeffaf ve uyum içerisinde bir toplum olarak komünizm miti işte bu
yüzden terk edilmeli.
Beşinci Bölüm
Agonistik Siyaset ve Sanat Pratikleri
105
Sanatın toplumda sahip olduğu yer her geçen gün önemini
arttırıyor ama sanat hâlâ eleştirel bir görev üstlenebilir mi? Geç kapitalizmde
estetiğin tüm alanlarda zafer kazandığı ve bu zaferin, hedonist bir kültürün
yaratılmasına neden olduğu defalarca dillendirildi. Bu hedonist kültür
içerisinde, gerçek anlamda huzur bozucu bir deneyim yaşatabilecek bir sanata
yer yoktu. ... Her eleştirel hamle, kapitalizm güçleri tarafından alınıp
etkisiz hale getiriliyor.
106
Biyopolitik kapitalizm estetiği, sanatı soğurmuştur.
Bağımsız üretim artık imkânsızdır. Simge üretimi kapitalizmin temel
amaçlarından biri haline gelmiş ve yaratıcı endüstrilerin geliştirilmesiyle
insanlar tamamen sermayenin buyruğu altına girmiştir. Sadece tüketiciler değil,
üreticiler de medya ve eğlence şirketlerinin yönettiği kültür endüstrisinin
mahkûmlarıdır artık. Her birimiz kapitalist sistemin edilgen işlevleri haline
geldik.
Neyse ki herkes bu kötümser yoruma katılmıyor. Örneğin bazı
post-operaismo düşünürleri, Adorno ve Horkheimer'ın fordist model üzerine
şekillendirilmiş analizlerinin, post-fordist kapitalist düzenleme biçiminde öne
çıkan yeni üretim biçimlerini irdelemek için yardımcı bir rehber olamayacağını
belirtiyor.
Örneğin Paolo Virno, ... Çokluğun Grameri'nde, kültür
endüstrilerinin fordizmden post-fordizme geçişte önemli bir rol oynadıklarını
iddia ediyor. Virno'ya göre kültür endüstrileri, “post-fordizmin rahmini”
temsil ediyor. Gelişmiş kapitalizmde, maddi olmayan emeğin öneminin artmasıyla
birlikte emek süreci performatif hale gelmiş, türünün en evrensel malzemelerini
harekete geçirmiştir: Algı, dil, bellek ve duygular. ... Tamamıyla farklı ilke
ve kriterlere göre şekillendikleri için geçmişte ayrık olan emek, siyasi eylem
ve entelektüel düşünce alanlarının birbirine karışmaya başladığına tanıklık
ediyoruz.
107
Bu dönüşüm, sanat ve işin yeni konfigürasyonlarda var olduğu
yeni toplumsal ilişki türlerine yol açtı. Sanat pratiklerinin amacı, iş
sürecinin dönüşümünün mümkün kıldığı bu yeni toplumsal ilişkilerin gelişmesini
beslemek olmalıdır. Asıl görevleri yeni öznellikler üretmek ve yeni dünyalar
tasarlamaktır. Bugün yapılması gereken, sanatsal müdahale alanlarının
genişletilmesidir. Sanatçılar, kapitalizmin topyekûn toplumsal seferberlik
programına karşı çıkmak amacıyla, geleneksel kurumların dışında, farklı
toplumsal mekânlarda çalışmalı.
Öznellik üretimi alanının stratejik bir öneme sahip olduğuna
ben de inanıyorum.
108
[Brian Holmes]
[Luc Boltanski ve Eve Chiapello]
110
Günümüz kapitalizmi, kendini yeniden üretmek için ihtiyaç
duyduğu öznelik biçimlerini yaratmak için semiyotik tekniklere günden güne daha
fazla bel bağlıyor. Foucault ruhların denetlenmesinin, modern üretimde
duygulanım ve tutkuların yönetimi için stratejik bir rol oynadığını belirtiyor.
[yeni ihtiyaçlar, meta edinme arzusu yaratacak yeni
biçimler... reklamcılığın önemli görevi...] Ne var ki bu görev belirli ürünleri
pazarlamakla kısıtlı değil. Ürün tüketicilerinin kendilerini
özdeşleştirebilecekleri fantezi dünyaları yaratmak da bu görevin bir parçası.
Bu günlerde bir şey satın almak belirli bir dünyaya adım atmak, hayalî bir
cemaatin parçası olmak anlamına geliyor. Zamanımızın kapitalist sistemi,
hegemonyasını devam ettirebilmek için, sürekli olarak, insanların tutkularını
harekete geçirip, kimliklerini şekillendirmeye ihtiyaç duyuyor.
Agonistik kamusal mekânlar
111
Öncelikle sanat ve siyaseti, aralarında ilişki kurulması
gereken iki ayrı alan olarak görmediğimi belirterek başlamak istiyorum.
Siyasetin estetik ve sanatın siyasi bir boyutu vardır.
... eleştirel sanat pratiklerinin kamusal mekânlardaki
işlevini mercek altına almalıyız. Burada sözünü ettiğim şey tek bir mekân
değil, birçok söylemsel düzlem ve kamusal mekân.
112
Yaygın görüşe göre kamusal mekân, konsensüs yaratılmaya
çalışılan bir zemini oluşturuyor. Agonistik yaklaşımda ise kamusal alan,
çatışan görüşlerin, herhangi bir nihai çözüme ulaşmaksızın çarpıştığı alana
denk geliyor. Böylesi bir kavrayışın, Jürgen Habermas'ın, rasyonel konsensüsü
amaçlayan bir müzakerenin vuku bulduğu “kamusal alan”ından ne denli farklı
olduğu açık.
113
Eleştirel sanat pratikleri, “doğru gerçekliği” ortaya
çıkarmak için herhangi bir sözde yanlış bilinci ortadan kaldırmayı amaçlamaz.
... birey olma halleri, her zaman birtakım pratik, söylem ve dil oyunlarında
konumlanarak yaratılabilir. Siyasi kimliklerin dönüşümünün hiçbir zaman,
öznenin gerçek çıkarlarından bahseden rasyonalist bir iddiayla sağlanamaması da
bundandır. Bu dönüşüm ancak toplumsal eyleyicinin, egemen özdeşleşme biçiminin
vuku bulduğu çerçevenin eklemlenmelerini dağıtacak bir şekilde duygulanımlarını
harekete geçirecek birtakım pratiklere yerleştirilmesiyle mümkün olabilir.
Yannis Stavrakakis'in de belirttiği gibi, “ideolojik bir anlam sisteminin
eleştirisi, sadece yapısökümsel bir düzeyde kaldığı müddetçe sonuç
vermeyecektir. Bu eleştiri, sistemi destekleyen fantezilerin bir haritasının
çıkartılmasını ve semptomatik işlevlerinin çevrelenmesini de gerektirir.” [The Lacanian
Left: Psychoanalysis, Theory, Politics, Edinburgh University Press, 2007,
s.81]. Öyleyse çatışmacı kimlikleri inşa etmek için özdeşleşmenin ortadan
kaldırıldığı [de-identification] bir süreç yeterli olmayacaktır. ...
Çoğu eleştirel sanat biçimine yön veren böylesi bir anlayış; hegemonik
mücadelenin doğası ve kimliklerin karmaşık inşa sürecini kavramakta aciz
kalıyor.
Alfredo Jaar'ın karşı-hegemonik müdahaleleri
114
Kendini belirli yerlerde belirli meselelerle ilgilenen bir
“proje sanatçısı” olarak tanımlayan Jaar, sadece sanat dünyasıyla kısıtlı
kalmayıp kamusal mekânlarda ve çeşitli eğitim alanlarında faaliyet göstermenin
kendisi için vazgeçilmez olduğunu defalarca dile getirdi. Etkili eleştirinin
ancak kurumların dışında gerçekleşebileceğini düşünen sanatçıların aksine Jaar,
kurumları önemli mücadele alanları olarak görüyor.
[Jaar'ın] Şu ana kadar bu pratikler ya “karşı-bilgi” [counter-information]
sağlamak ya da karşı çevre [counter-environment] yaratmak olarak
adlandırıldı. Jaar her iki durumda da daha önce bahsettiğim stratejiye vurgu
yapıyor: Mevcut “ortak aklın” “eklemlenmelerinin dağıtılması” ve
“karşı-hegemonyanın” geliştirilebilmesine katkıda bulunacak agonistik kamusal
mekânların geliştirilmesi.
Jaar'ın Gramscici eseri olarak gördüğü, [2008 Milano
“Sorular Sorular” çalışması... Otobüs billboard, metro ve tramvayların üzerine
“Siyasetin kültüre ihtiyacı var mı”, “Entelektüel bir işe yarar mı?” gibi
soruları...]
115
Dünyanın haline dair insanlara nutuk çekerek onları harekete
geçirebileceğini düşünen ya da ihlal [transgresion] ve reddiyenin en
radikal direniş biçimi olduğuna dair revaçtaki fikre kapılan bazı eleştirel
sanat biçimlerinin aksine Jaar, insanları, onlarda bir değişim arzusu yaratarak
harekete geçirmeyi amaçlıyor. ... Jaar'a göre, insanları harekete geçirmenin en
iyi yolu, hayatlarında neyin eksik olduğunu fark etmelerini düşündürtmek ve bu
duruma mahkûm olmadıklarını hissettirmekten geçiyor.
Jaar'ın Skoghall Konsthall için 2000'de gerçekleştirdiği
proje... [İsveç'te kağıt endüstrisiyle bilinen Skoghall şehri... sanat
sergileri için kullanılabilecek bir bina yok... Kağıttan bir sanat merkezi inşa
ediyor. Ertesi gün merkezi yakar. Yakılmamasını isteyen gruba, “elde etmek için
hiçbir zaman mücadele vermedikleri bir kurumu onlara dayatmak istemediği için”
yaktığını belirtir. Sayıları gittikçe artan bir grup “hayatlarında bir şeyin
eksik olduğunu fark etmeye” başlarlar ve sanatçıdan kalıcı bir sanat merkezi
inşa etmesini talep ederler.]
116
Jaar, duygulanımın özdeşleşme sürecine ne kadar dahil
olduğunu ve tutkulu bağların, siyasi kimliklerin inşasında oynadığı önemli
görevi tamamen kavramış durumda. Sanat pratikleri, duygusal tepkiler tetikleyen
kaynaklar kullanarak insana duygulanımsal bir düzeyde ulaşmayı başarabildiği
için yeni öznellik biçimlerinin inşasında temel bir role sahip.
117
Burada amacım, sanatın bilişsel boyuta da sahip olduğunu
inkâr etmek değil tabii ki; zihnimize ancak duygulanımlar aracılığıyla ulaşıyor
olduğunu ortaya koymak. ... Bir keresinde kendisinin de belirttiği gibi,
estetik deneyimin amacı bizi “duyularımız ve aklımız aracılığıyla” etkilemek
olmalı.
Sanatsal aktivizm
Geçtiğimiz yıllarda görmeye başladığımız ve mevcut
konsensüse birçok farklı yoldan karşı çıkmayı amaçlayan farklı sanatsal
aktivizm biçimleri... Birçok türü olan bu sanat-aktivizm pratiklerinin kökünde,
birbirinden oldukça farklı şehir mücadeleleri var -İngiltere'deki “Sokağı geri
kazan” grubundan İtalya'daki “Tute Bianche”ye; Fransa'daki “Reklamları durdur”
kampanyalarından Avusturya'daki “Nike Ground - Mekânı Yeniden Düşünmek”
projesine. [autonome a.f.r.i.k.a.-gruppe, Manuel de communication guérilla,
Zones, 2011]
[Yes Men]
Başka bir örnek, Yes Men'in uyguladığı “kimlik düzeltmesi”
stratejisi. Farklı kimliklere bürünerek -örneğin Dünya Ticaret Örgütü
temsilcileri olarak- neo-liberal ideolojiyi oldukça etkili bir biçimde
hicvetmeyi başarıyorlar. Yes Men, insanların refahları pahasına neo-liberalizmi
besleyen kurumları hedef tahtasına alıyor. Bu kurumların kimliklerine
bürünerek, düzeltme metinleri yayınlıyorlar.
... taklit internet sitesi bazı insanları kandırmayı
gerçekten de başarmıştı. Hatta bu grup, birkaç Uluslar arası konferansa DTÖ
temsilcileri olarak katılmayı bile becerdi. Bir müdahalelerinde, bir metrelik
altın bir fallus şeklinde sözde uzaktan kumandalı bir işçi gözetleme aleti
öneriyorlardı.
118
Bu tür sanatsal aktivizmin siyasi boyutunu tam anlamıyla
anlayabilmek için bu pratikleri, kapitalizmin yaymaya çalıştığı pürüzsüz imaja
zarar vererek onun baskıcı yanını ortaya çıkarmayı amaçlayan karşı-hegemonik
müdahaleler olarak düşünmeliyiz. ... 'artivist' [sanat-aktivisti] ... Bu
pratikleri, kapitalizmin estetiği ele geçirme ve değerlenme [valorization]
sürecini güvence altına alıp onu genişletmesine karşı karşı-hegemonik hamleler
olarak görebiliriz.
119
Ne var ki bazı artivistlerin düşündüğünün aksine artivist
pratikler tek başlarına yeni bir hegemonya tesis edilmesi için gerekli
dönüşümleri gerçekleştiremez. ... radikal demokratik bir siyaset, farklı
mücadele düzeylerinin -aralarında bir eşdeğerlik zinciri yaratmak amacıyla-
eklemlenmelerini gerektirir. Sanatsal aktivizmin tek başına neo-liberal
hegemonyayı alt edebileceğine inanmak ancak bir hayal olabilir.
Müze ve kurumlar
Eleştirel sanatın günümüzde alabileceği tek şeklin “artivism”
olduğuna katılmıyorum. Daha geleneksel sanat biçimlerinin eleştirel
olamayacağını ve sanatçıların geleneksel sanat kurumlarından uzak durmasını
salık verenlerle aynı fikirde olmayışımın nedeni bu. Böyle bir pozisyon, kamu
kurumlarını reddeden, dördüncü bölümde eleştirdiğim türden bir radikal eleştiri
anlayışının sanat alanındaki iz düşümünü oluşturuyor. Bu görüşe göre siyasi
eylem, mevcut kurumlardan çekilmeyi ve tüm aidiyet biçimlerini terk etmeyi
amaçlamalı. Kurumsal bağlılıklar, Çokluk'un özyönetimi için uygun yeni temsilî
olmayan “mutlak demokrasi” biçimlerinin karşısında bir engel teşkil ediyor.
Exodus yaklaşımı, neo-liberal hegemonyanın en temel
unsurlarının eklemlenmelerini dağıtacak [articulate-disarticulate] bir
karşı-hegemonik mücadelenin, herhangi bir kurum içerisinde gerçekleşebileceği
ihtimalini kabul etmez. Bu yaklaşıma göre tüm kurumlar, ortadan kaldırılması
gereken güçlerin yekpare temsilini oluşturduğu için onları dönüştürmeyi
amaçlayan her çaba, reformist bir hayal olarak reddedilir. ... Kurumları,
hegemonik düzene kafa tutan alanlara dönüştürmeyi amaçlayan, kurumlara yönelik
bir içkin eleştiriyi [immanent critiqur] ihmal dışı bırakır.
120
Böyle bir bakış açısı bana göre oldukça hatalı ve siyasi
angajmana açık alanların çokluğunu fark etmemizi engellediği için açıkça
güçsüzleştirici.
Bana göre müze, mevcut hegemonyanın devamı ve yeniden
üretimine adanmış muhafazakar bir kurum olmaya mahkûm bir yer değil, tüketim
toplumunun ideolojik çerçevesini tahrip etmeye katkı sunabilecek bir mekân. Müzeler
ve sanat kurumları, bu hegemonyayla açıkça mücadele edilen agonistik kamusal
mekânlara dönüştürülebilir. Müzecilik tarihi, miladından beri, burjuva
hegemonyasının tesis edilmesiyle ilişkilendirilmiş olsa da bu işlev
değişebilir. Wittgenstein'ın bize öğrettiği gibi anlam her zaman bağlamsaldır
ve anlamı belirleyen şey kullanımdır.
Bazı kurumların, özleri gereği, önlenemez bir şekilde bir
işlevi yerine getirmeye mahkûm olduğuna dair özcü fikirden kurtulabilirsek,
Wittgenstein'ın öğretisinin kurumlar için de geçerli olduğunu anlayabiliriz.
Örneğin çoğu müzenin, neo-liberal eğilimle birlikte, egemen kültürü yurttaşlara
öğretme görevini -ki müzeciliğin başlangıcında bu oldukça önemli bir görev
teşkil ediyordu- tamamıyla bir kenara bırakıp, bir grup tüketici için
tasarlanmış eğlence alanlarına indirgenmesine tanık oluyoruz.
121
Müzelerin, ilerici bir yönde ilerleyen başka bir evrimini
tahayyül edebilmeliyiz. Sanat pratikleri için yeni alanlar açmak adına müzeleri
terk etmenin anlamlı olabileceği bir dönem geçmişte vardı belki ancak tamamıyla
piyasa tarafından sömürülen sanat dünyasıyla karşı karşıya olduğumuz günümüz
koşullarında müzeler, piyasanın hakimiyetinden kaçmamıza izin verecek
ayrıcalıklı yerler olabilir. ... normatif görevini kaybeden müze; sanat eserinin,
ticari üründen ayırt edilebilmesine izin verecek bir bağlamda sergileneceği,
ayrıcalıklı bir mekân olarak görülebilir. [Örneğin MACBA, Barselona]
Bir organik entelektüel olarak sanatçı
124
Eleştirel sanat pratikleri, karşı-hegemonik müdahaleler
olarak düşünüldüğünde, egemen hegemonyanın sorgulanabileceği alanların
yaratılmasına katkıda bulunabilirler. Sanat ve kültür alanlarında çalışanlar,
bence, Gramsci'nin “organik entelektüel” olarak adlandırdığı kategoriye
giriyor.
Sanatçılar, günümüzde, radikal bir eleştiri sunabilecek bir
avangardı oluşturuyormuş gibi davranamazlar artık. Ne var ki bu, onların siyasi
görevinin sonlandığı anlamına gelmemeli; hegemonik mücadelede önemli bir
görevleri var. Yeni pratikler ve yeni öznellikler inşa ederek, mevcut güç
konfigürasyonunun tahrip edilmesine yardım edebilirler. Aslına bakılırsa
sanatçıların görevi her zaman bu olmuştur ama sanatçının sahip olduğu
ayrıcalıklı konuma dair modernist yanılsama, hep aksini düşünmemize neden
olmuştur. Bu illüzyon -ona eşlik eden devrimci siyaset anlayışıyla birlikte-
bir kere terk edildikten sonra, günümüzde sanat ve kültür pratiklerinin
oynayabileceği elzem roller üzerinde düşünmeye başlayabiliriz.
Altıncı Bölüm
Sonuç
127
[Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Fransa, İngiltere, İsrail,
Yunanistan, İspanya, Şili, Québec – 2011-2012 – ayaklanmalar, isyanlar,
gösteriler, hareketlenmeler... Occupy...] Birbirinden oldukça farklı bu
hareketleri tek-tipleştirmememiz gerektiğine inanıyorum.
Yeni tür bir aktivizm?
132
Presentist: Re-present [temsiliyet] kelimesindeki vurguyu
asıl faile veren, temsille değil bizatihi kendi olarak siyaset yapma biçimi.
133
“toprakaltı” siyaset [subterranean politics]
135
Bu kitapta ortaya koyduğum gibi, neo-liberalizme karşı
çıkabilmek için onun temel kurumlarıyla yüzleşmek kaçınılmaz. Egemen kapitalist
yapıların dışında -sanki bu yapılar herhangi bir çatışma olmadan zamanla
ortadan kalkacakmış gibi- ortak olanın yeni var olma biçimlerini örgütlemek
yeterli olmayacaktır.
137
Konsensüse dayalı “gerçek bir demokrasi” çağrısı yapan
hareketlerin, gerçek bir siyasi strateji eksikliğinden muzdarip olduğunu
düşünen … Öreneğin Jason Hickel’e göre, Occupy hareketinin, kapitalist sermaye
birikiminin neo-liberal biçimlerini en ufak bir biçimde bile etkileyememesinin
ve eksikliklerinin altında, “liberalizmi şekillendiren kabullerin ve
öznelliklerin, Occupy hareketinde de hâlâ etkin olması” yatıyor. … Occupy’ın
hiyerarşik olmayan, konsensüse dayalı, katılımcı demokrasisi Hickel’a göre,
çeşitliliğe ve hoşgörüye değer veren liberal etiğin uç noktaya taşınmış hali.
138
Bu hareketlerle liberal yaklaşımın ortaklaştığı bir başka
nokta, ikisinin de devleti şeytanileştirmesi ki bu neo-liberal ruhun temel
özelliklerinden birini oluşturuyor. Neo-liberalizm savunucuları, … Ceberut
devlete karşı serbest piyasanın erdemlerini gözler önüne seren ikili bir
retoriği harekete geçirerek; piyasanın önceliğini ve tüm toplumsal alanların
metalaşmasını meşrulaştırmayı başardılar ve böylece neo-liberal hegemonyanın
temelini tesis ettiler.
[post-operaismo kuramcıları gibi radikal sol kesimler de,
bölünmüşlük ve hegemonyanın ötesinde, kendi kendini düzenleyebilen bir toplumun
var olabileceğine dair inancı Occupy hareketleriyle birlikte paylaşıyorlar.]
139
Devleti, dinamik ve çelişkilerle dolu birtakım karmaşık
ilişkiler yerine, yekpare bir unsur olarak görmekte direterek; devlet
kurumlarını denetlemenin, toplumun metalaşmasına karşı mücadelede ne gibi
imkânlar sunabileceğini fark etmekten kendilerini alıkoyuyorlar.
Agonistik bir
yaklaşım
Eğer bu kadar insan -sadece gençler arasından değil, tüm
toplumdan- sokaklara dökülüyorsa, bunun nedeni, geleneksel siyasi partilere
güvenlerini kaybetmiş olmaları ve geleneksel siyasi kanallar aracılığıyla
seslerini duyuramayacaklarını hissetmeleri. [Daha iyi, daha içerici temsil
biçimleri, agonistik bir yüzleşmenin koşullarını yaratacak yeni kurumlar talep
ediyorlar.] Böylesi bir yüzleşme, merkez-sol partilere hâkim sosyal liberal
konsensüse bir alternatif sunabilecek gerçek bir solun ortaya çıkmasını gerektiriyor.
140
Kurum karşıtı olmanın yetersizliği...
[Fransa’da occupy hareketlerinin pek görülmemesi kemer sıkma
politikaları ve işsizliğin diğer ülkelere göre daha iyi olmasıyla açıklanıyor.
Oysa Almanya da bu konuda iyi durumdayken occupy çadırları orada kuruluyor.]
141
[Fransa’da 2005 yılında banliyö ayaklanmaları oluyor ve
uzmanlar bunun altında dini ve etnik nedenler olduğunu ileri sürüyorlar. Daha
sonra yapılan ampirik araştırmalarda ayaklanmaya katılanların ortak yanının
genci işsiz ve bir geleceğe sahip olmadıklarına inananlar olduğu ortaya
çıkıyor.] Eylemcilerin siyasete inançları o kadar azdı ki herhangi bir talep
bile dile getirmiyorlardı. Bunu, öfkelerini siyasi bir şekilde
eklemleyebilecekleri hiçbir söylemin mevcut bulunmamasıyla açıklayabileceğimizi
düşünüyorum. Sadece şiddet aracılığıyla ifade edilebiliyordu.
142
… bu tür olaylar, antagonizmaların agonistik bir şekilde
ifade bulmasını sağlayacak kurumsal kanalların eksikliğinde, bu
antagonizmaların şiddet olarak patlak vermesinin oldukça muhtemel olduğunu bir
kez daha gözler önüne seriyor. … Fransa’da Front de Gauche, Yunanistan’da
Syriza tam da bu açığı kapamaya çalışıyor. Umalım ki bu ülkelerde, 2005 ve 2008
(Yunanistan)’dekilere benzer olaylar bir daha yaşanmasın.
Demokrasi mi, temsiliyet
mi?
145
[Temsilî kurumların] şu anda içinde bulundukları liberal
demokrat biçimlerinin bir kriz yaşıyor olduğu inkâr edilemez ancak çözümün,
“temsili olmayan” bir demokrasi tesis etmekten geçtiğine ya da demokratik
kazanımların yalnızca parlamento dışı mücadelelerce sağlanabileceğine
inanmıyorum. [Bunlar siyaset karşıtı yaklaşımlar, çünkü] Temsiliyet sorunun
kendisi olarak görülmeye başlandığı zaman amaç, kurumlarla yüzleşerek, onların
temsil gücünü arttırmak ve onları daha hesap sorulabilir hale getirmek
olmayacak; amaç, bu kurumları tamamıyla ortadan kaldırmak olarak tarif
edilecektir.
146
… özcülük karşıtı yaklaşımın açıkça ortaya koyduğu gibi,
kimlikler hiçbir zaman verili değildir, söylemsel inşa aracılığıyla
üretilirler. Bu inşa sürecinin kendisi
bir temsiliyet sürecidir. Kolektif siyasi özneler temsiliyet aracılığıyla
meydana gelir ve ondan önce daha yaratılmamışlardır.
Chantal Mouffe’la Söyleşi
2007, Londra, Elke Wagner
149
[1985’te Laclau’yla birlikte kaleme aldığımız Hegemonya ve Sosyalist Strateji
kitabında kuramsal amacımız] … 1960’lardan beri önemini gittikçe arttıran yeni
toplumsal hareketler… sınıf tabanlı olmayan ve dolayısıyla da sadece ekonomik
sömürüyle açıklanamayacak bu hareketlerin özgüllüğünü kavrayabilecek bir
yaklaşım geliştirebilmekti. … Bu kuramı, iki farklı kuramsal yaklaşımı
birleştirerek ortaya koyabileceğimize karar verdik: Derrida, Lacan ve
Foucault’da -ama Amerikan pragmatizmi ve Wittgenstein’da da- bulduğumuz
post-yapısalcı özcülük eleştirisi ve Gramsci’nin hegemonya anlayışına dair
birkaç önemli fikir.
150
Antagonizma … olumsuzluğun kurucu bir özelliğe sahip
olduğunu ve hiçbir zaman aşılamayacak olduğunu ortaya koyuyor. … rasyonel bir
çözüme sahip olmayan çatışmaların mevcut olduğunu da gösteriyor bize. Bu da
liberal yorumundan oldukça farklı bir çoğulculuğa işaret ediyor. … tüm
fikirlerin nihai uyuşumunun imkânsız olduğunu ima eden bir çoğulculuk bu.
151
Toplum her zaman, olumsal/zorunsuz bir bağlamda belirli bir
düzeni tesis etmeye çalışan bir dizi pratiklerin ürünüdür. … Olaylar her zaman
başka bir şekilde gelişebilir. Bir düzenin varlığı, başka ihtimallerin dışarıda
bırakılmasına bağlıdır. Belirli bir düzen her zaman, iktidar ilişkilerinin
belirli bir konfigürasyonunu ifade eder [Baba, Efendi, Yargıç, Reis konfigürasyonları,
Kojéve?]. … “Doğal” olmaktan oldukça uzak olan küreselleşmenin bugünkü durumu,
neo-liberal hegemonyanın bir ürünüdür ve belirli iktidar ilişkileri tarafından
şekillendirilmiştir.
152
… -ister üretici güçler, ister tarihin kuralları ya da tinin
gelişimi olsun- nesnel güçlerin ortaya çıkardığı doğal bir düzenin var
olmadığını anlamamız gerekiyor. … Özgürlük ve eşitlik ilkesinin mümkün
olduğunca fazla sayıda toplumsal ilişkide etkin olmasını sağlamak adına, mevcut demokratik kurumların radikalleştirilmesini
savunuyoruz.
153
Solun önündeki en büyük zorluk; feministler, ırkçılık
karşıtları, gay hareketi ve çevre hareketince ortaya konan yeni talepleri,
sınıf üzerinden dillendirilen taleplere balı bir şekilde eklemleyebilmenin bir
yolunu bulabilmekti. “eşdeğerlilik zinciri”… Bu mücadelelerin tamamıyla
birbirinden ayrılmasını savunan bazı post-modern kuramcıların aksine, solun,
tüm bu farklı mücadeleler arasında bir eşdeğerlilik zinciri kurmasının gerekli
olduğunu ileri sürdük. … Feministlerin, bu durumda, taleplerini sadece cinsiyet
meseleleri üzerine kurmamaları, demokratik mücadeleler arasında geniş bir
eşdeğerlilikler zinciri yaratarak başka grupların da taleplerini hesaba
katmaları gerekir.
154
Kitabı kaleme aldığımız otuz yıl önce koşullar, demokrasinin
radikalleştirilmesi için ne yazık ki çok daha elverişliydi. [1980’lerin başında
sosyal demokrasi hala yaygındı. Sosyal demokrat partilerin kısıtlarını
eleştiriyor ve demokratik siyasetin radikalleştirilmesini savunuyorduk. …
sosyal demokrasinin kazanımlarının bu kadar kırılgan olduğunu kimse
öngörememişti. … Reagan… Thatcher… Thatcherizm, sosyal demokrasinin
hegemonyasının yerine, bugün hâlâ hâkimiyetini sürdüren neo-liberal hegemonyayı
getirdi. Bugün kendimizi, eskiden yeterince demokratik olmadığı için
eleştirdiğimiz en temel refah devleti kurumlarını savunurken buluyoruz.
[vatandaşlık hakları “teröre karşı savaş” bahane edilerek topa tutuluyor.]
Demokrasinin radikalleşmesi için mücadele etmek yerine, en temel demokratik
kurumların daha da tahrip edilmemesi için mücadele etmek zorunda kalıyoruz. …
[bugün] büyük bir eşdeğerlilik zincirine ihtiyacımız var.
155
… çoğu toplumsal hareketin, siyasi kurumlarla çalışmama
konusunda gösterdikleri direnci endişe verici buluyorum. Örneğin bire bir
katıldığım alter-küreselleşme hareketinde, hatırı sayılır bir kesimin, resmî
kurumlara karşı son derece olumsuz fikirler taşıdığını fark ediyorum. İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında, sivil toplum hareketlerinin, siyasi
kurumlardan uzak durması gerektiğini savunan Hardt ve Negri’den etkileniyorlar.
Tüm bu “molar” (Deleuze ve Guattari’nin kullandığı bir terim) kurumları, “kapma
aygıtları” olarak görüyor ve asıl mücadelenin, mikropolitikanın “moleküler”
düzeyinde vuku bulduğunu iddia ediyorlar. Hardt ve Negri’ye göre, İmparatorluk’un
çelişkileri, kendi sonunu ve Çokluk’un zaferini hazırlayacak. Aslına bakılırsa
bu görüş, İkinci Enternasyonal’in determinist Marksizmini -farklı bir dille de
olsa- yeniden üretiyor: Üretim güçlerinin çelişkileri, tek başına, kapitalizmin
çöküşünü ve sosyalizmin zaferini hayata geçirecek. Hiçbir şey yapmamıza gerek
yok; kapitalizmin sonunu beklememiz yeterli olacaktır. İmparatorluk’un
perspektifi buna benziyor -tabii ki günümüz koşullarına uyarlanmış haliyle.
Şimdi maddi olmayan emek merkezî role sahip ve devrimci özne proletarya değil,
Çokluk. Ancak bildiğimiz determinist yaklaşım aynı. Farklı hareketler arasında
siyasi birliğin oluşturulmasının gerekli olduğuna karşı çıkmaları da bundan
kaynaklanıyor. En değer verdiğim siyasi soruyu hiç sormuyorlar: Çokluk nasıl
politik bir özne haline gelecek? … Değişik mücadeleler arasında bir eşdeğerlik
zinciri yaratmak için farklılıklarımızı nasıl örgütlemeliyiz?
156
[Marksizm ve liberalizmin siyasala dair bir kuramları yok.] Liberal kuramın siyasalın doğasını
anlayamamasının iki kaynağı olduğunu savunuyorum: Rasyonalizm ve bireycilik.
[Rasyonalizm ve bireycilik siyasi kimliklerin inşasında
harekete geçiren tutku boyutunun, duygulanımsal boyutun siyasette oynadığı
mühim görevi göremiyor.] [Örneğin milliyetçilik bu boyutta çok güçlü]
157
Liberallere, kolektif bir özelliğe atıfta bulunan her şey,
modern toplumlarda artık görmememiz gereken arkaik, irrasyonel bir şey olarak
görünür.
[Carl Schmitt,] liberalizmin siyasalı kavrayamadığını ve
siyasala dair söz üretmeye çalıştığında da ya ekonomiden ya da etikten
kelimeler devşirdiğini iddia ediyor.
158
Antagonizma dost-düşman
ilişkisi
Agonizma birbirlerinin
taleplerinin meşruluğunu tanıyan
muhalifler
[Agonizma] Çatışmalarına rasyonel bir sonuç bulamayacaklarını
bilseler de bu muhalifler, çatışmalarını düzenleyecek birtakım kuralları kabul
ederler. Muhaliflerin arasında, çatışmalı konsensüs diyebileceğimiz bir şey
vardır: Siyasi birliklerini örgütleyen ahlâki-siyasi ilkeler konusunda hemfikir
ancak bu ilkelerin nasıl yorumlanacağı konusunda ihtilaflıdırlar.
159
İhtilaflı siyaset modelinin artık işe yaramaz olduğunu ve
sağ-sol ayrımının ötesinde düşünmemiz gerektiğini savunan Ulrich Beck ve Athony
Giddens’ın görüşlerini … kusurlu buluyorum. Bana göre ihtilaflı model,
demokratik siyasetin olmazsa olmazlarından. Tabii ki sağ-sol çatışmasını, bir
tür özcü içeriğe sahiplermiş gibi düşünemeyiz. Bu kavramların farklı tarihî
dönem ve bağlamlarda yeniden tanımlanmaları gerekir.
161
Demokratik siyasetin, insanlara, kolektif siyasi kimliklerle
özdeşleşme seçeneğini sunmadığı yerlerde, insanların başka kolektif özdeşleşme
kaynaklarına yöneldiğini fark ederiz. Örneğin dinî özdeşleşme biçimlerinin
-özellikle Müslüman göçmenler arasında- önem kazandığını gösteriyor. Din, bir topluluğa
mensup olma ihtiyacını karşılamakta, bir “biz” kimliği sağlamakta siyasal
partilerin yerini almaya başlamış gibi. [bölgesel ya da milliyetçi özdeşleşme
biçimleri…] Bence böyle bir olgu demokrasiye zarar verecektir, çünkü bu
kimlikler, agonistik bir tartışmaya zemin oluşturamaz. … Biz-onlar ayrımı,
toplumsal hayatın, ortadan kaldırılamaz bir parçasını oluşturur ve demokratik
siyaset, bu ayrımın siyasi olarak inşa edilebilmesine imkân tanıyacak söylem,
pratik ve kurumları sağlamak zorunda.
162
Toplumun karşısında duran sorunları siyasi bir çerçeveye
oturtmamak ve bu sorunlara siyasi çözümler düşünememek, gittikçe daha fazla
meseleyi ahlâki bir noktadan değerlendirmemize neden oluyor. Bu durum demokrasi
adına oldukça vahim tabii, çünkü rakipler siyasi değil de ahlâki bir şekilde
tanımlandığında, onları muhalif olarak görmek imkânsızlaşır; ancak düşman
olarak görülebilirler.
163
İletişim araçları aslında toplumun aynasıdır. Elimizde
agonistik bir tartışma olsaydı, bunun izdüşümünü medyada görebilirdik. … Solun,
medyanın rolünden hayıflanacağına, onu, hegemonik mücadelenin sürdürülebileceği
bir alan olarak görmeye başlaması gerekiyor.
164
[Örneğin iklim değişikliği ve çevreye dair sorunların
küresel düzeyde çözülebileceği ortada]
ancak yalnızca küresel boyutta ısrarcı olup yaşam biçimlerinin
çoğulluğunu görmezden gelmek bir hata.
.
.
.
.