25 Mayıs 2016

Chantal Mouffe - Dünyayı Politik Düşünmek

.
.


.
.

Dünyayı Politik Düşünmek

Agonistik Siyaset - 2013

Chantal Mouffe

Çev. Murat Bozluolcay, İletişim Yayınları, 2015 İstanbul



Karşıtlık gerçek dostluktur.  William Blake
Düşman, kendi benliğimiz hakkındaki sorunun suretidir.  Thedor Dauber


agonistik Eski Yunancada örgütlenmiş mücadeleyi ifade eden agon kelimesi, felsefede Nietzsche, Arendt ve Derrida, siyaset çözümlemelerinde Castoriadis ve Lefort, Foucault ve Carl Schmitt'in, aralarında bazı anlam farkları olmakla beraber, kullandıkları bir kavramdır. Agon, mücadeledir, çatışmadır, rekabettir ama esas olarak meydan okumadır. Aynı zamanda, rakipleri birbirine bağlayan ilişkidir. ... Siyasal yazına ise, 20. yy'ın sonlarında agon kelimesinden türeyerek giren agonistik kavramı, çatışmanın, birbirine meydan okumanın merkezi konumda olduğu bir demokrasi biçimini ifade eder. Çatışma ve meydan okuma, bu radikal demokrasi türünde, çoğul siyasal kimlikler yaratma kapasitesi açısından önemsenir. Karşı çıkabilmenin sürekliliğinin siyasal demokrasinin kendi içine kapanmama ve kendini hep yenileme olanağı verdiği iddia edilir – e.n.

olumsuzluk negativity
olumsallık/zorunsuzluk contingency

eklemlenme articulation
eklemlenmelerin dağıtılması dis-articulation

  
Birinci Bölüm
Agonistik Siyaset Nedir?

21
Ernesto Laclau'yla birlikte kaleme aldığımız Hegemonya ve Sosyalist Strateji'de ... [“antagonizma” ve “hegemonya” kavramları] ... meydana çıkması her daim mümkün olan antagonizmada kendini ifade eden radikal olumsuzluğu [radical negativity] kavramanın önemine dikkat çekiyordu. Bu boyutun; toplumun tamamen bütünleştirilmesinin [totalization] önüne geçtiğini, bölünmüşlük ve iktidarın ötesinde bir toplum ihtimalini ortadan kaldırdığını savunmuştuk. Bu ise nihai bir zeminin olmayışı ve her katmana hâkim bir karara-bağlanamamayla [undecidability] yüzleşebilmek demek. Kendi terimlerimizle söylemek gerekirse, bu, şunları kabul etmek demektir: Her toplumsal düzen “hegemoniktir” ve toplum, olumsallık/zorunsuzluk bağlamında bir düzen kurmayı amaçlayan bir dizi pratiğin sonucunda ortaya çıkar. Herhangi bir düzenin yaratıldığı ve toplumsal kurumların anlamının sabitlendiği eklemlenme [articulation] eylemlerine “hegemonik pratik” adını veriyoruz. Bu yaklaşıma göre her düzen, olumsal/zorunsuz pratiklerin geçici ve sağlam olmayan eklemlenmesidir. Olan şeyler her zaman başka türlü olmuş olabilirdi ve her düzen başka ihtimallerin dışlanması üzerine kuruludur. Her düzen daima güç ilişkilerinin belirli bir düzenlenişinin ifadesidir. Belirli bir zamanda “doğal” olarak kabul edilen düzen ve ona eşlik eden ortak akıl, yoğunlaşmış hegemonik pratiklerin ürünüdür. Bu düzen hiçbir zaman, onu meydana getiren pratiklerden kopuk, daha derin bir nesnelliğin görünümü olamaz. Dolayısıyla her düzen, başka bir tür hegemonya kurmak amacıyla onu dağıtmayı [disarticulate] amaçlayan karşı-hegemonik pratiklerle karşılaşma tehlikesi altındadır.

Bugünkü hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir. Modern iktidar yapılarının eşzamanlı olarak bireyselleştirmesi ve bütünselleştirmesi olan bu siyasi “double bind”dan (“ikili kısıtlama”) kurtulmak için ne olabileceğimizi tahayyül etmek ve bunu gerçekleştirmek zorundayız. [yeni öznellik biçimleri] [Michel Foucault, Seçme Yazılar 2. Özne ve İktidar (3. basım, 2014), (Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014 İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s.68]

22
Her toplumda karşımıza çıkabilecek, bu toplumların antagonistik boyutu olarak tarif ettiğim “siyasal” üzerine bu düşünceleri ... çalışmalarımda geliştirmeye çalıştım. Bu kavram üzerine daha derinlikli düşünebilmek adına “siyasal” ile “siyaset” arasında bir ayrımda bulunmayı önerdim: “Siyasal”, çeşitli toplumsal ilişkilerde, değişik biçimlerde karşımıza çıkabilen antagonizma boyutu iken; “siyaset”, “siyasal” boyutun etkisi altında olduğu için her zaman çelişkili olabilecek koşullarda belirli bir düzen kurmayı ve insanların beraber yaşamasını örgütlemeyi hedefleyen pratik, söylem ve kurumların bütünü anlamına geliyor.

23
... siyasi sorular, birtakım uzmanlarca çözülmeyi bekleyen teknik sorunlar değildir. Gerçek siyasi sorular her zaman, çelişkili alternatifler arasında seçim yapmayı gerektiren kararlara ihtiyaç duyar. Rasyonalist ve bireyci bir yaklaşımı olan liberal düşünüşteki baskın eğilim bu gerçeği görmekten acizdir. Liberalizmin, toplumsal dünyanın çoğulcu doğasını -çoğulculuğun işaret ettiği çatışmalarla birlikte- tam olarak kavrayamamasının nedeni budur. Bu çatışmaların rasyonel çözümü olamaz; insan toplumlarını tanımlayan antagonizma kavramından zaten bu yüzden bahsediyoruz.

Çoğulculuktan anlaşılan şey şu: Gerçekten de birçok bakış açısı ve değerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz ancak ampirik kısıtlar nedeniyle hepsine birden sahip olmamız hiçbir zaman mümkün olmayacak; ne var ki hepsi bir araya gelirse, uyum içerisinde ve çatışmacılıktan uzak bir bütünlük oluşturabilirler. Liberal siyaset kuramında yaygın olan bu bakış açısının, hayatta kalmak için, siyasalı antagonistik boyutunda olumsuzlaması gerektiğini açıkladım. Böylesi bir liberalizmin en temel dayanaklarından biri, akla dayalı evrensel bir konsensüsün varlığına duyulan rasyonalist inançtır. ... Antagonizma -karara bağlanılamayan bir zeminde karar verme zorunluluğu gibi güçlü bir anlamda kullandığım- kaçınılmaz karar anını öne çıkararak, herhangi bir rasyonel konsensüsün sınırlılığını ifşa eder. ... Antagonistik boyutuyla siyasal, onu reddederek ya da onun yok olmasını umarak ortadan kaybolacak bir şey değil. Bu sıkça karşılaşılan liberal hareketin gerçekleştirdiği olumsuzlamanın yol açtığı tek sonuç; liberal düşünüşün, -kendi kuramına göre- rasyonalitenin, sözde arkaik ihtirasları henüz kontrolü altına almayı başaramadığı, çoktan geride kalmış bir çağa ait olması gereken antagonizmalarla ve şiddet biçimleriyle karşılaştığındaki yetersizliği.

24
Liberal düşünüşün siyasala kör olmasının nedenlerinden bir başkası ise kolektif kimliklerin oluşumunu anlamasını engelleyen bireyciliği. Ne var ki, siyasal, daha baştan kolektif özdeşleşme biçimleriyle ilgilidir -bu alanda, “onlara” karşı “bizin” inşa edilmesi olgusuyla karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım. Liberal rasyonalizmle ilgili asıl sorun; toplumsala dair mantığının, özcü bir “mevcudiyet olarak var olma” [being-as-presence] kavramı üzerine kurulu olmasından ve nesnelliği, şeylerin kendisine içkin düşünmesinden kaynaklanıyor. ... Toplumsal nesnelliğin en nihayetinde siyasi olduğu, dolayısıyla da meydana getirilişine eşlik eden dışlama pratiklerinin izini taşımak zorunda olduğuyla yüzleşmeyi reddediyor.

Bazı kitaplarımda bu tezi savunmak için “kurucu dışarısı” [constitutive outside] kavramını kullandım.

25
... her daim kolektif kimliklerle uğraşan [siyaset], kendi varlık imkânının koşulu olarak ayrıştırılmış bir “onlara” ihtiyaç duyan bir “bizin” inşası [hakkındadır].

Burada fark etmemiz gereken önemli bir nokta, siyasi kimlikler oluşturabilmemizin şartının, antagonizmanın yok edilebileceği bir toplumun imkânsızlığına işaret eden şartla aynı olduğudur.

... bireyselleştirmenin asla iktidara karşı durduğunu sanmıyorum, tersine, bireyselliğimizin, her birimizin zorunlu kimliğinin iktidarın bir sonucu ve bir aracı olduğu kanısındayım; iktidarın en çok korktuğu şey şudur: grupların güç ve şiddeti. [Michel Foucault, Seçme Yazılar 3. Büyük Kapatılma, (Çevirenler: Işık Ergüden, Ferda Keskin), 2005, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 282]

26
“Siyasal” boyutu kabul ettiğimizde, çoğulcu liberal demokratik siyasetin önündeki en önemli engellerden bir tanesinin, insan ilişkilerinde potansiyel bir şekilde var olan antagonizmayı çözme çabası olduğunu fark etmeye başlarız. Bana göre temel soru, kimseyi dışlamadan nasıl bir konsensüse varacağımız olmamalı -bu, “onları” olmayan bir “biz” kurmayı gerektirecektir. ... bir “bizin” inşası, “onların” işaretlenmesini zorunlu kıldığından bu imkânsız bir çaba.

27
Asıl sorumuz şu olmalı: Siyasetin kurucu bir özelliği olan bu biz/onlar ayrımını aynı zamanda çoğulculuğun da tanınmasına izin verecek bir şekilde nasıl kurabiliriz? Çoğulcu demokrasileri diğerlerinden ayıran özelliğin çatışmanın tanınması ve meşrulaştırılması olduğunu düşündüğümüzde, liberal demokratik toplumlarda çatışma ortadan kaldırılamaz ve kaldırılmamalıdır da. Liberal demokratik siyaset, diğerlerinin, yok edilmesi gereken düşmanlardan çok fikirlerine karşı mücadele edilmesi gereken ancak bu fikirleri savunma hakkının sorgulanamayacağı muhalifler [adversary] olarak görülmesini gerektirir. [düşmanlar arasında mücadele değil, muhalifler arasında mücadele biçimini alması]

İşleyen bir demokrasi, demokratik siyasi konumlanmaların çarpışmasına ihtiyaç duyar. Bunun yokluğunda, demokratik çarpışmanın yerini, tartışılamaz ahlâki değerler ya da özcü özdeşleşme biçimleri arasında bir çarpışma alır.

28
Konsensüs şüphesiz bir gerekliliktir ancak ona her zaman muhalefet [dissent] eşlik etmelidir. ... konsensüs her zaman çatışmalı bir konsensüs olacaktır.

Çoğulcu demokrasilerde, paylaşılan ahlâki-siyasi ilkelerin yorumlanışı üzerine anlaşmazlıklar sadece meşru değil, aynı zamanda gereklidir de. Bu anlaşmazlıklar değişik vatandaşlıkla özdeşleşme biçimlerinin oluşmasına izin verir ve demokratik siyasetin nesnelerini oluşturur. Demokratik özdeşleşme biçimlerinin eksikliğinden dolayı çoğulculuğun agonistik dinamikleri engellendiğinde tutkular demokratik bir ifade zemini bulamaz. Böylece milliyetçi, dinî ya da etnik türden özcü kimlikler etrafında kurulmuş çeşitli siyaset biçimlerinin ortaya çıkmasına ve uzlaşılamaz ahlâki değerler üzerine, şiddetin tezahür etmesini de içeren cepheleşmelerin çoğalmasına ortam hazırlar.

Burada önerilen ve liberal görüşe ters düşen “muhalif” anlayışına göre, antagonizmanın varlığı ortadan kaldırılmıyor, sadece “dönüştürülüyor” [sublimate]. Liberallerin “muhalif” dedikleri sadece bir “rakipten” ibaret.

İktidar yalnızca "özgür özneler" üzerinde ve yalnızca onlar "özgür" oldukları sürece uygulanır. ... Belirleyici etmenlerin tümüyle doyurulduğu yerde iktidar ilişkisinden söz edilemez. Kölelik, insan zincirlenmiş olduğunda değil (bu durumda söz konusu olan maddi bir kısıtlama ilişkisinin dayatılmasıdır) hareket edebileceği ve hatta kaçabileceği zaman bir iktidar ilişkisidir. ... Bu oyunda özgürlük, iktidarın uygulanmasının koşulu (hem iktidarın işleyebilmesi için özgürlük olması gerektiğinden iktidarın önkoşulu; hem de özgürlük iktidardan tümüyle arındığında iktidar ortadan kalkacağı ve onun yerini salt ve basit şiddet zorlaması alacağı için iktidarın desteği) olarak görünecektir. Ancak yine de özgürlük iktidarın uygulanmasına yalnızca karşı çıkabilir, çünkü son tahlilde iktidar özgürlüğü tümüyle belirlemek eğilimindedir.

... özgürlüğün boyun eğmeyi reddetmesi ile iktidar arasındaki ilişkiyi ayırmak mümkün değildir. ... İktidar ilişkisinin özünde yatan ve onu devamlı kışkırtan etken, istencin boyun eğmeyişi ile özgürlüğün inadıdır. Özsel bir uzlaşmazlıktan söz etmektense, bir çekişmeden (agonisme [kavga]) söz etmek, aynı zamanda hem karşılıklı teşvik etmeyi hem de mücadeleyi içeren bir ilişkiden söz etmek; birbirine karşı her iki tarafı da felce uğratan yüz yüze bir kapışmadan ziyade sürekli bir kışkırtmadan söz etmek daha yerinde olur.

... iktidar ilişkilerini kurumlar açısından analiz etmek, iktidar ilişkilerinin açıklamasını ve kökenini kurumlarda aramak, yani sonuç olarak iktidarı iktidarla açıklama tehlikesi...

Söz konusu olan, kurumların iktidar ilişkilerinin kurulmasındaki önemini inkâr etmek değil; kurumların iktidar ilişkileri açısından analiz edilmesi (iktidar ilişkilerinin kurumlar açısından analiz edilmesi yerine) gerektiğini ve bu ilişkilerin temel bağlantı noktasının, bir kurumda somutlaşsa ve kristalleşse bile, kurumun dışında aranması gerektiğini önermektir. [Michel Foucault, Seçme Yazılar 2. Özne ve İktidar (3. basım, 2014), (Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014 İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s.75-77]
  
Agonizma ve antagonizma

29
[Hannah] Arendtçi agonizmanın “antagonizmasız bir agonizma” olması. ... Arendt her ne kadar insanın çoğulluğuna vurgu yapsa da, her ne kadar siyasetin, toplulukla ve insanlar arasındaki mütekabiliyetle [tekabül eden, birbirinden faydalanma, misliyle alma] alakalı olduğunda ısrar etse de bu çoğulluğun antagonistik çatışmaların kökeninde olduğunu fark edemiyor. Ona göre siyasi düşünmek, birçok bakış açısından bakabilme yetisini geliştirmek anlamına geliyor. Kant'a ve onun “geniş düşünce” [enlarged thought] fikrine başvurmasın-dan da anlaşılacağı gibi Arendt'in çoğulculuk anlayışı Habermas'ınkinden pek de farklı değil ve o da özneler arası mutabakat üzerine kurulu. Arendt'in Kant'ın estetik yargı doktrininde aradığı şey tam da kamusal alanda bu özneler arası mutabakatın nasıl sağlanabileceğine dair bir yöntemdir.

30
[Arendt, 1970'te bir söyleşide] ... temsilî sistemin yerine geçecek bir siyasi örgütlenme tasvir ediyor ve siyasi partilerin oynadığı rolü eleştiriyor. [Yerine konseyleri öneriyor]. [On kişi masaya otursa fikir [doxa] alışverişi sayesinde rasyonel fikirlere -bir konsensüse ulaşabilirler diyor.]. [Habermas'ta konsensüse ulaşmak, savların değiş-tokuş edilmesiyle mümkün]. Ne var ki her tür konsensüsün hegemonik doğasını, yani Lyotard'ın deyimiyle “differend” anını kabullenebilmeyi ne Arendt ne de Habermas başarabiliyor.

31
[Bonnie Honig]

33
[Willam Conolly]

34
Siyaseten nasıl davranılması gerektiği sorusuna cevap aranırken karar anı kaçınılmazdır ve bu, sınırların çekilmesine, bir içerme/dışlama alanının belirlenmesine işaret eder. [35 - Etik bir söylem bu anı geçiştirmeyi başarabilir belki ama siyasi bir söylemin böyle bir şansı kesinlikle yoktur.]

Bu anı geçiştirmeye çalışan bir yaklaşım, hâkim hegemonyaya kafa tutmaya ve var olan güç ilişkilerini değiştirmeye namzet [aday] olamaz. ... gerçek anlamıyla siyasi bir yaklaşım, çoğulculuğun sınırlarıyla ilgilenmeyi zorunlu kılar.

Etik veya siyaset

35
[Alain Badiou à etikçi kamp]

36
... Badiou'nun hedef tahtasında Hannah Arendt var çünkü Arendt hakikatin bir siyasal alan kategorisi olamayacağını savunuyor. Badiou'ya göre, fikirlerin çoğulluğunu savunan ve hakikat kavramını dışlayan bir siyaset felsefesi eninde sonunda parlamentarizm siyasetini desteklemeye mahkûmdur. Siyasal olanın fikirlerin çoğulluğu olarak tarif edilmesine karşı Badiou; karşılıklı fikir alış verişleriyle değil bir olayla kurdukları tekil ilişki tarafından tanımlanan özneler tarafından üretilen siyasetin tekilliğini ortaya koyuyor.

Badiou'ya göre siyaset hakikatin ve olayın düzenidir [order] ve olayın gerçekleşmesine izin vermek için tüm verileri bir kenara bırakıp verili bir gerçeklik eylemi olmayan bir şeye sadakat duymanın gerekliliği konusunda ısrarcıdır. Doğrusu, olay, gerçeğin gözden çabucak kaybolan bir kesintisidir. Olay, durumun vaziyetini kesintiye uğratan bir şey olduğundan öngörülemez. Öznenin bir olaya sadık kalma kararı, bir gerçeği meydana getirir. Badiou'nun sözleriyle ... “Bir olaya sadık kalmanın gerçek sürecine -bu sadakatin durum içinde ürettiği şeye- 'hakikat' (bir hakikat) diyeceğim.

37
Tutarlı bir şartlanmamışlık etiği, her zaman şartlanmışlıkla ilgilenen siyasetin alanıyla uyumlu değildir [Badiou'nun ilgilendiği siyaset değil etik...]


İkinci Bölüm
Çok-Kutuplu Agonistik Bir Dünya İçin Hangi Demokrasi?

39
Bu durum yavaş yavaş değişmeye başlasa da Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri büyük ölçüde tek-kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Baskın hegemonik düzene geçerli alternatiflerin eksikliği, bu düzene karşı direnmeye çalışanların meşru ifade biçimleri bulmalarını engelledi.

“Dünyayı bir evren olarak görme”nin tehlikeleri üzerine düşünmek, beni, -farklı yollardan da olsa- temelde kozmopolit bir demokrasinin kurulmasını savunan kuramcıları eleştirmeye itti. Ne biçimde biçimlendirilirse biçimlendirilsin, her kozmopolit yaklaşım hegemonya ve egemenlik ötesinde bir dünyanın mümkün olduğu fikrini öne sürüyor ve dolayısıyla siyasal boyutu olumsuzluyor. Dahası, bu yaklaşım genellikle Batı modelinin evrenselleştirilmesi üzerine bina ediliyor ve bunun neticesinde alternatif çokluğuna yer bırakmıyor. Siyasetin amacını tek bir model etrafında -ister ulusal ister uluslararası düzeyde- bir konsensüse varmak olarak tanımlamanın, meşru bir muhalefet ihtimalini ortadan kaldırdığını ve dolayısıyla antagonizmanın şiddet içeren biçimlerinin ortaya çıkmasına ortam hazırladığını hiçbir zaman unutmamalıyız.

40
… güncel küreselleşme koşulları altında ve komünizmin çöküşünün ardından Kantçı kozmopolit projenin nihayet gerçekleşebileceğini öne süren David Held, Daniele Archibugi ve Ulrich Beck gibi kuramcılar…

[Yeni kozmopolitanistler… James Clifford, Homi Bhabha, Dipesh Chakrabarty, Bruce Robbins, Walter Mignolo, Paul Rabinow…] Bu kuramcıların ortak amacı, soyut bir dünyevi adalet standardı olarak gördükleri kozmopolitanizmle, ait olma ve bir canlı türü olarak hareket etmekten daha dar düzeylerde eyleyebilme ihtiyacını buluşturmaya çalışmak. Bu yeni kozmopolitanizm, … avrupamerkezciliği eleştiriyor. [Ama onlar da antagonistik boyutuyla “siyasalı” görmezden geliyorlar.] … Kantçı modelin soyut evrenselciliği, yeni bir “çoğulcu evrenselcilik”le yer değiştiriyor olabilir ancak burada eksik olan, çoğulculuğun zorunlu olarak çatışmacı olan yapısının kabullenilmiyor olması.

42
Siyasalı antagonistik boyutuyla ele almak dünyanın bir universe değil, pluri-verse olduğunu kabul etmeyi gerektirir. [Universe: bir bütün, tek haline getirilmiş olan, evren. Pluri-verse: bir çoğulluk, çok haline getirilmiş olan]. [Elimizde, bu durumda, başka ne gibi bir seçenek kalıyor?] Bana göre tek çare hegemonyaların çoğullaştırılması. Dünyanın siyasi olarak birleşmesi hayallerini bir kenara bırakıp çok-kutuplu bir dünyanın kurulmasını savunmalıyız. … Böyle bir düzenin çatışmaları sonlandıracağını falan savunmuyorum ancak belirli bir ekonomik ve siyasi modelin, tek meşru model olarak tanıtıldığı ve sahip olduğu sözde üstün rasyonalite ve ahlâk adına diğer taraflara empoze edildiği bir dünyaya kıyasla bu dünyadaki çatışmaların antagonistik bir biçime bürünme ihtimalinin çok daha düşük olacağını düşünüyorum.

43
Hem yerel hem de uluslararası alanda asıl amacımızın, antagonizmanın mümkünatını ortadan kaldıracak bir konsensüs için çabalamak yerine, çatışmaların antagonistik hallere dönüşme ihtimalini azaltacak yollar aramak olduğunu fark etmenin vakti geldi.

Norberto Bobbio’nun kurumsal pasifizmi

44
[Hobbes’un sözleşmeciliği - contractualism; polemik evre à pactum societatis (toplumsal sözleşme; gücü topluma devretme) à pactum subjectionis (gücü egemene devretme)], [Birleşmiş Milletler], [Leviathan]

… her devlet demokratik değil. "Tüm argümanım Kantçı şu fikre dayanan bir varsayım üzerine kurulu olduğunun farkındayım: Ebedi barış ancak aynı yönetim biçimleri olan -kolektif kararların halk tarafından alındığı cumhuriyetçi- devletler arasında, bu devletlerin birlikteliğinin de cumhuriyetçi bir biçimde sağlandığı koşulda mümkündür" (Bobbio).

Bobbio, demokratik devletlerin sayısının gitgide arttığını düşündüğü için yine de geleceğe dair umudunu koruyor.

47
Dünyanın daha "düz" ya da "pürüzsüz" olması bir yana, dünya gittikçe şeritlerin daha belirginleştiği ve farklı bölgeler arasındaki fay hatlarının derinleştiği bir yer haline geldi.

48
Bobbio'nun -Üçüncü Taraf bir Hakem'in güç kullanarak çatışmaları çözmesinde tüm devletlerin demokratik yöntemlerle birleştiği bir teslimiyet antlaşmasının yarattığı- demokratik ve uluslararası Leviathan figürü ancak küresel bir hegemon olabilir. [Çünkü sözleşmeci bir birleşme değil, hegemonik birleştirme çabası daha ağır basıyor.]

Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından oluşan tek-kutuplu düzenin, daha barış vaat eden bir dünyanın koşullarını yarattığını iddia etmek bir yana yeni antagonizmaların ortaya çıkmasına neden olduğunu inkâr etmek mümkün görünmüyor.

Çok-Kutuplu agonistik bir dünya için hangi demokrasi?

49
Batı toplumlarında baskın olan bireycilik biçiminin, gelenekleri başka değerlerce beslenen birçok başka kültüre yabancı olduğu açık. “Halkın egemenliği” olarak düşünebileceğimiz demokrasi, dolayısıyla başka biçimler alabilir -topluluk [community] değerlerinin bireysel özgürlük fikrinden daha anlamlı olduğu biçimler mesela.

51
[François] Jullien, insanı doğadan ayrı bir varlık olarak düşünmeyen klasik Hint düşünüşünde “insan hakları” kavramının bir şey ifade etmediğini belirtiyor. Avrupa kültüründe son söz “özgürlük” ise Hindistan’dan Çin’e uzanan Uzakdoğu’da bu sözcük “uyum”.

[Raimundo] Panikkar insan hakları kavramının, her biri ayırt edilebilecek şekilde Batılı olan birtakım varsayımlara dayandığını gözler önüne seriyor. Bu varsayımları şöyle sıralıyor: Rasyonel yollarla bilinebilecek evrensel bir insan doğası vardır; insan doğası gerçekliğin geri kalanından temel olarak ayrışır ve ondan üstündür; bireyin, topluma ve devlete karşı savunulması gereken mutlak ve indirgenemez bir haysiyeti vardır; toplum, hür bireylerin toplamı şeklinde, hiyerarşik olmayan bir biçimde örgütlenmeli ki bireyin otonomisi sağlanabilsin. Panikkar tüm bu varsayımların şüphe götürmez bir şekilde Batılı ve liberal olduğunu, diğer kültürlerdeki insan haysiyeti kavramlarından ayrıştığını savunuyor. Mesela “insan” fikriyle “birey” fikri aynı anlamlara gelmek zorunda değil. “Birey”, Batılı liberal söylemin, kendilik kavramını formüle ediş biçimi ancak başka kültürler kendiliği farklı şekillerde tahayyül ediyor.

53
Sıklıkla sorulan soru, sekülerleşmenin modernitenin olmazsa olmaz bir özelliği olup olmadığı. … “Batılı olmayan, seküler olmayan bir modernite mümkün müdür?” (José Casanova).

Batılı olmayan, seküler olmayan bir demokrasi mümkün müdür? [Casanova’ya göre Konfüçyüsçülük ya da Taoizm gibi dünyevi dinler… aşkınlık [transcendence] biçimlerini “dinî” olarak tanımlamak neredeyse imkânsız ve kilise benzeri bir örgütlenme biçimleri yok. Bir bakıma bu dinler her daim “dünyevi”ydi ve dolayısıyla bir sekülerleşme sürecine ihtiyaç duymuyorlar.

55
“Avrupa’nın ‘modern’ sıfatını üstlenmesinin, Avrupa emperyalizmi hikâyesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu görmemiz gerektiği”ni dillendiren Dipesh Chakrabarty’e katılıyorum.

56
[Noah] Feldman’a göre ana akım İslâmcılık, şeriat ile demokrasinin bir arada durabileceğini kabul etmiş durumda ancak bu kavramları uzlaştırma mekanizmalarına dair bazı ayrılıklar söz konusu.

57
Tunus ve Mısır gibi ülkelerde iktidara gelen İslâmcı partiler, halkın değerlerine uygun ve onların geleneklerine saygı duyan demokratik kurumlar inşa etmek gibi zor bir görevle karşı karşıyalar. … Batılı entelektüel ve siyasetçilerin, Batılı bir model dayatmadan bu ülkelerin kendilerine ait kurumları inşa etmelerine izin vermelerini oldukça hayati buluyorum.

58
Umalım ki İslâmcılarla sekülarizm taraftarları arasındaki çatışma antagonistik değil agonistik bir biçim alsın ve böylece “çatışmalı bir konsensü”ün altyapısını oluşturacak ortak bir saha bulunabilsin.

Afrika’dan bahsederken, buradaki ülkelerin birçoğunda var olan koşulların, geçmiş sömürgecileri tarafından onlara bırakılmış yetersiz siyasi sistemlerin sonucu olduğundan bahsediyoruz. Çoğu durumda bağımsızlık bu ülkeleri istikrarlı ulus-devletlere değil, eski sömürgeci gücün meclislerine göre inşa edilmiş meclislerin yük olduğu etnik derebeylik parçalarına dönüştürdü. Birçok ırk, dil, âdet ve kültürün olduğu ülkelerde çok partili demokrasi ayrışmaya ve acı bir şekilde bölünmüş bir siyasete sebebiyet verdi.

59
Tüm bu sorular şüphesiz ki oldukça tartışmalı konular ve amacım kesinlikle burada son sözü söylemek değil. … Bize düşen, liberal demokrasinin Batı tarafından tanımlanan şu halinin tek meşru demokrasi biçimi olduğuna dair Batılı iddiayı eleştirmektir: Bireyci bir insan hakları kavramı ve tabii ki serbest piyasa uygulamaları eşliğindeki çok partili seçim demokrasisi.

60
Lévi-Strauss’a göre farklı kültürler barındırmanın en değerli yanı, onun “écarts différentiels” (birbirinden ayrışan çeşitlemeler) adını verdiği şeye sahip olmaları. Homojenleşme ve tek-tipleşme tehlikesi altındaki dünyada kültür çeşitliliğini muhafaza etmenin gerekliliğinin altını çiziyor.

Ecarts différentiels” derken, bir kültürün kimliğinin önceden verili bir özde değil, diğer kültürlerin ayrışmasında yattığını belirtiyor aslında.

… “ayrışma”nın “fark” kelimesinden ayırt edilebilecek en önemli özelliği, böldüğü kısımları birbiriyle gergin bir ilişkiye sokuyor olmasıdır. Ayrışma, müşterek bir değişmezin çeşitlemelerine indirgenemeyecek olasılıkları gözler önüne serer.

61
… düşmanlar arasında antagonistik mücadeleler yerine muhalifler arasında agonistik çarpışmalar…

[Derrida] [hospitalité (konukseverlik)] [hostipitalité (konuksev -er/mez-lik)] … amacın ne yok etme ne de asimilasyon olduğu, farklı yaklaşımlar arasındaki gerginliğin çok-kutuplu bir dünyayı tanımlayan çoğulculuğa katkı sunduğu bir çarpışma…


Üçüncü Bölüm
Avrupa’nın Geleceği Üzerine Agonistik Bir Yaklaşım

63
Post-konvansiyonel ve post-ulusal kimlik biçimlerinin yeniden güçlenmesiyle karşı karşıya olduğumuzu birçok kişi dile getiriyor. Dahası bunun geçerli olmadığı durumlarda, ulus-üstü düzlemin değil, bölgesel aidiyet biçimlerinin önemi artıyor. Ulus-devletler güç ve ayrıcalıklarının bir kısmını kaybediyor olsa da -ki kuramcılar arasında, bu kaybın ne kadar ciddi olduğuna dair bile oldukça büyük anlaşmazlıklar var- bu, ulusal aidiyet biçimlerinin ortadan kalkmasını beraberinde getirmiyor.

64
İnsanların post-ulusal Avrupalı bir kimlik için milli kimliklerini terk etmesini beklemek saflıktan başka bir şey değil.

Kolektif kimlikler

"Kurucu dışarısı" [constituve outside]…

65
Her kolektif kimlik biçimi "biz"e ait olanlarla, dışarıda kalanlar arasında bir sınır çekmeyi gerektirir.

Ulusal kimlik gibi bazı kolektif kimlikler, uzun bir tarihsel çökelme dönemi nedeniyle kendilerini doğal bir şeymiş gibi gösterse de kolektif kimlikler; çeşitli eylem, söylem ve dil oyunlarının mümkün kıldığı ve her zaman dönüştürülüp farklı bir şekilde ifade edilebilecek olumsal/zorunsuz inşalardır. Habermas'ın … iddia ettiğinin aksine bu, kimliklerin, iletişimsel rasyonalite paradigması ve usûli bir meşrulaştırma yöntemi [a procedural method of legitimation] aracılığıyla yaratabileceği anlamına gelmiyor. Bu, özdeşleşme sürecinin önemli bir kısmını oluşturan duygulanım boyutunu tamamen görmezden gelen rasyonalist bir anlayış.

66
Özdeşleşme sürecini kavrayabilmek için psikanalizin ortaya koyduğu fikirlere başvurmak kaçınılmaz. Örneğin Freud, kolektif özdeşleşme süreçlerinde, duygulanımsal libidinal bağların oynadığı elzem rolü öne çıkarmıştır. [libidinal… "cinsel içgüdünün belirtilerini gösteren yaşama enerjisinin bütünü" ile ilgili]. … "bir grup açık biçimde bir güç tarafından bir arada tutulur ve bu marifeti dünyadaki her şeyi bir arada tutan Eros'tan başka hiçbir güce atfedemeyiz." Kolektif kimlik, yani "biz", bir topluluğun mensupları arasında güçlü bir özdeşleşme yaratan tutkulu bir duygulanımsal yatırımın sonucudur.

Freud'a göre "sıklıkla yadsınan gerçek, insanın yumuşak ve sevgiye ihtiyaş duyan, ancak saldırıya uğradığında kendisini savunmayı becerebilen bir yaratık olmadığı, hayli yüksek oranda saldırganlık eğilimini de içgüdüsel yetileri arasında barındırdığıdır."

67
"Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür".

Avrupa entegrasyonu
….

Uluslar Avrupası mı, bölgeler Avrupası mı?
….

Hangi demokrasi: Müzakereci ya da agonistik?

74
Demokratik siyaset kuramı alanındaki çalışmalarımın önemli bir kısmı, izlediği rasyonalist ve bireyci çerçeve nedeniyle eleştirdiğim müzakereci demokrasi modeline tahsis edilmiştir. … Farklı yollardan da olsa iki kuramcı da [Rawls ve Habermas] demokrasinin amacını kamusal alanda rasyonel bir mutabakata varmak olarak tarif ediyor. … kimseyi dışlamadan "kamu yararı" konusunda bir konsensüse varmak. Çoğulcu olduklarını savunsalar da çoğulculuklarının meşruiyetinin yalnızca özel alanda tanındığına ve bu çoğulculuğun kamusal alanda hiçbir yapıcı yeri olmadığına şüphe yok. Onlara göre demokratik siyaset, tutkuların kamusal alandan kaldırılmasıyla gerçekleşebilir ve tabii ki de bu da siyasi kimliklerin inşa sürecini neden anlayamadıkları sorusuna çok açık bir cevap veriyor.

Avrupa demoï-kraisisinin çeşitli düzeylerinde gerçekleşen farklı demokratik katılım biçimlerini düşünürken, bunları müzakereci haliyle değil, muhalefet barındıran agonistik haliyle algılamamız gerektiğini bu yüzden vurgulamak istiyorum.

75
Öte yandan muhalefet içeren böylesi bir çatışmanın gerçekleşebilmesi için, agonistik çatışmanın önkoşulu olan "çatışmalı konsensüs"ün çerçevesini sağlayacak, tüm Avrupalı yurttaşlara "müşterek" bir şeyin mevcut bulunması gerekiyor.

Neo-liberalizme Avrupalı bir alternatif

77
… paylaşılan ahlâki-siyasi ilkelerin çatışan yorumlarına izin verecek ve ihtilafın meşru kabul edildiği bir şekilde kurgulamanın önemi…

78
Bence AB'ye karşı duyulan memnuniyetsizliğin temelinde, Avrupalı yurttaşlar arasında güçlü bir özdeşleşmeyi besleyecek, siyasi tutkularını demokratik bir yönde harekete geçirebilecek bir amaç sağlayabilecek bir projenin eksikliği yatıyor. Şu anki haliyle AB, yurttaşlardan değil tüketicilerden oluşuyor. AB, genel hatlarıyla ortak bir piyasa etrafında şekillendi ve hiçbir zaman ortak bir Avrupa iradesi yaratamadı.

79
Gramsci'den ilhamla, eski modelin hayatına devam edemediği ama yenisinin de daha doğmadığı bir "organik kriz" yaşadığımızı söyleyebiliriz. Ne yazık ki sol bu durumdan yararlanmayı başaramıyor çünkü neo-liberal küreselleşmeden başka bir seçenek olmadığına uzun süredir inanmış durumda.

80
AB'nin atması gereken ilk adım, Anglosakson kapitalizm modelinden uzaklaşmaktır. Bu, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri Avrupa siyasetinin çekirdeğini oluşturmuş sosyal-demokratik gelenekle bağların yeniden kurulması anlamına gelecektir. Bu tabii ki yeterli değil. Artık aynı dünyada yaşamıyoruz ve sırf istiyoruz diye geleneksel sosyal demokrasiye öyle hemen dönemeyiz.

Bu post-sosyal demokratik ekolojik projenin en mühim tarafı, serbest ticaretin gelişme getirdiğine dair yaygın kabul gören tezi sorgulayabilecek ve sol bir Avrupa korumacılığını savunabilecek olmasıdır. Alter-küreselleşme hareketlerinin bazı kesimlerini dışarıda tutarsak, serbest ticaretin tüm gezegene sağladığı katkılar konusunda genel bir mutabakat olduğunu söyleyebiliriz. Gerçek ise bize bunun tam tersini söylüyor. Neo-liberal küreselleşmenin nelere sebep olduğu buna güzel bir örnek olacaktır. Serbest ticaret dogmasının bir sonucu, büyük firmaların yerel talebe göre üretim yapmayı bırakıp üretimlerini ihracata yönlendirmeleri oldu. … çokuluslu şirketlerin kontrolündeki sektörler yerel piyasayla ya da ürünlerini satabilmek için belli bir yerel istihdam sağlama gerekliliğiyle ilgilenmiyor. İlgilendikleri tek şey kârlarını arttırabilmek için en ucuz işgücünü bulabilmek. Bu da delokalizasyon yolunu tercih etmeleri sonucunda birkaç ülkede işsizlik düzeyinin artmasına neden oldu.

81
Yerli üreticiler ucuz ithal mallarla rekabet edemediği için birçok yerel endüstri yerle bir oldu. Bu ise hayatta kalmak için yeni yollar bulma umuduyla birçok insanın göç etmesine neden oluyor. Bu göçmenler Avrupa'ya geldiklerinde, problemi kendi uygulamalarının yarattığını fark edemeyen Avrupalılar tarafından bir tehdit olarak algılanıyor.

Bu fasit daireden çıkmanın tek yolu serbest ticaret ideolojisini terk edip ekonomik gelişmeyi bölgesel bir perspektife göre hayal etmekten geçiyor.

82
Via Campesine gibi hareketler…

Sürdürülebilir bir politika ancak var olan güç ilişkilerinin sarsılmasıyla oluşturulabileceği için bu mücadelenin daha geniş bir siyasi proje içerisinde konumlandırılması gerekiyor. Böylesi bir proje ulusal kalamaz, Avrupa düzeyinde de formüle edilmesi gerekiyor. Bir alternatifin yaratılması için tüm Avrupa solunun beraber çalışması bu anlamda hayati önem taşıyor.

83
AB'ye dünyanın birleştirilmesinde öncü bir görev yüklemek yerine, onu çok-kutuplu dünyada bölgesel bir kutup olarak hayal etmeliyiz. Böylesi bir kutbun, sözde üstün rasyonalite ve ahlâkından kaynaklanan ontolojik bir imtiyazı olamaz ancak bu AB'nin olumlu bir rol oynayamayacağı anlamına gelmiyor. … Böyle bir dünya "daimi barış"ı sağlayamaz ancak antagonistik çatışma biçimlerinin su yüzüne çıkma ihtimalini azalttığı  kesin.


Dördüncü Bölüm
Radikal Siyasetin Bugünü

85
[Neo-liberalizmin hegemonyasına karşı muhalif hareketlerin günümüzdeki artışı…]
Böyle bir hareketin mevcut kurumlarla kurduğu ilişki nasıl olmalı?

Bu bölümde iki tür tasarıdan bahsetmek istiyorum: Tesirini toplumsal hareketlerde oldukça hissettiren ilki, "kurumlardan geri çekilme" [withdrawal from institutions] stratejisini savunuyor; benim savunduğum ikincisi ise "kurumlarla yüzleşme" [engagement with institutions] çağrısında bulunuyor.

Geri çekilme Olarak Eleştiri

87
[M. Hardt ve A. Negri'nin İmparatorluk, Çokluk ve Ortak Zenginlik kitapları üzerine değerlendirme…] 3. "Disiplin toplumu"ndan, yeni bir güç paradigmasının etkin olduğu "denetim toplumu"na geçmekteyiz. Sermaye birikiminin ilk evresine denk gelen disiplin toplumunda kontrol; hapishane, fabrika, akıl hastanesi, hastane, okul vb. disiplin kurumlarının yardımıyla âdet, alışkanlık ve üretim eylemlerini üretip düzenleyen, dispositif'ler ya da aygıtlardan oluşan yayılmış bir ağ aracılığıyla sağlanır.

Bunun aksine, denetim toplumunda kontrol mekanizmaları toplumsal alana içkindir. Toplumsal entegrasyon ve dışlama biçimleri, yurttaşların beyin ve vücutlarını dolaysız bir şekilde düzenleyen mekanizmalar aracılığıyla gitgide içselleştirilir. à biyopolitika

88
küresel mübadele akışı   global flows of Exchange

Paolo Virno… gelecek konusunda Hardt ve Negri kadar iyimser değil. à güncel gelişmeleri muğlak bir olgu olarak görüyor ve post-fordist aşamaya damgasını vuran yeni tip itaat ve güvencesizleştirme biçimlerini yadsımıyor.

89
İnsanların eskisi kadar edilgen olmadığı doğru ancak bunun nedeni artık kendi güvencesizleşmelerinin etkin aktörleri haline gelmeleri. … Virno'ya göre post-fordizm, "sermayenin komünizmi"nin bir tezahürü [maddi olmayan emeğin "kendiliğinden komünizmi" değil].

[Virno] Çokluk'un siyasi eylemlerini anlamamıza yarayacak iki terim öneriyor: "Exodus" [göç/çıkış] ve "sivil itaatsizlik". "Exodus", modern siyasetin sorunlarıyla yüzleşmemizi mümkün kılan eksiksiz bir siyasi eylem modeli. Bu siyasi eylem, iş dışında ve ona karşı "Zekâ'nın genelliği"ni [publicness of Intellect] geliştirmeyi amaçlayarak devletten kitlesel bir şekilde çekilmeyi tarif ediyor. Bunu gerçekleştirebilmek, devletin dışında bir kamusal alanın ve birlik, konsey ve Sovyetler halinde örgütlenmiş temsilî olmayan ve meclis-dışı demokrasi biçimlerinin kurulması ve denenmesi şeklinde tarif edilebilecek, tamamıyla yeni bir demokrasi biçiminin geliştirilmesini gerektiriyor.

90
… bu yazarlar… terk ve exodus siyasetini savunuyor.

… Çokluk ve Halk arasına çizilmiş kalın bir çizgiyle karşılaşıyoruz.

91
Kapitalistler, herhangi bir olumlu işlev görmeden, genel zekâ tarafından üretilen değere el koyan parazitler haline geldi. Bu düşünürler, "bilişsel kapitalizm"in gelişerek -kapitalizmin kendi kuyusunu kazdığını iddia eden Marx'ı çağrıştıran bir şekilde- bahsettiğimiz parazit kapitalistleri ortadan kaldıracak koşulları yaratacağını iddia ediyorlar.

Hegemonik yüzleşme olarak eleştiri

[operaismo]
[ekşi]: "işçicilik". 1960'larda İtalya'da gelişen komünist, parti hiyerarşisine karşı çıkan, 1970'lerde "otonomizm" diye de anılmaya başlayan, 1980'lerde hareketin eski tüfeklerinin entelektüel faaliyetlere çekilmesiyle "otonomist marksizm" diye şöhret yapan radikal bir eğilim.

ekim 1961'de bir grup komünist (bir kısmı sosyalist parti'nin -partito socialista italiano, psi- radikal kanadına mensuptu) "quaderni rossi" ("kızıl defterler") dergisini çıkarmaya başlarlar. dergideki sendikal hareket analizleri "işçicilik" eğiliminin temelini hazırlar. o dönem, geleneksel "sınai ilişkiler"in hayli dışında sendikal direnişler örgütlenmektedir, özellikle otomotiv işçileri hayli radikalleşmiştir. bu hareketliliğin büyük bir kısmı "aşağıdan", komünist parti (pci) hiyerarşisi dışından kurulmakta idi.

işçiciler pci'nin "işçi sınıfı önce kendini kabul ettirmeli, orta sınıfla ittifaklar kurmalıdır, böylece hegemonya mümkün olur" stratejisine karşı, tavizsiz bir radikalleşmeyi savunmaktaydılar. fordizm, işçicilere göre, emekçiler üzerinde topyekûn bir hakimiyet sağlamıştı, yaratılan "kitle işçisi", gelenekleri parçalanmış, hünersizleştirilmiş bir fail olarak rejimin yıkılmasının kilidiydi ayni zamanda. "hegemonya" uğruna sendikalizm içinden taviz verip durmak teslim olmak demekti.

buradan hareketle, yeni sanayileşme döneminde italyan sınai proletaryasının elinde muazzam bir güç olduğunu söylediler işçiciler. yaratıcı, özgürleştirici bu potansiyel, aynı zamanda kapitalizmin de ihtiyacı olan ama dizginlemeye çalıştığı bir kuvvetti. bu dizginlerden kurtulup üretime "aşağıdan" el koymak gerekiyor, işçici slogana göre "patronların krizini işçilerin zaferine" dönüştürmek gerekiyordu.

"otonomi" analizi (özellikle antonio negri'ye de kaynak olan mario tronti'nin analizleri) bu potansiyel vurgusu ile yakından alakalıdır: işçiler kapitalizmden, rejim içinde, politik olarak bağımsızlaşabilirler, gün be gün kuvvetlendirilecek mikro-direnişler örgütleyerek rejimin ekonomik yapısını zayıflatabilirler. sonraları negri'nin de hakkında bolca kalem oynatacağı, yer yer bazı sendikalarca da uygulanan "sabotaj" stratejileri (sağlık izni alıp durma, iş yavaşlatma, ani grevler, işyeri işgali, silahlanma, vs.) bu bağlamda geliştirilir.

başlangıçta işçiciler klasik formundan başka bir parti formu önerdiler, pci'yi işçilere "ideoloji" tedarik etmeye çalışmakla suçlayıp asıl lazım olanın "taktik beyin" olarak çalışacak bir örgüt olduğunu söylediler. (bu pozisyon 1970'lerde daha anarşizan bir yere kayar.)

işçici eğilim 1968-1975 arası hayli etkili olur bazı kilit sınai sektörlerde. özellikle demir-çelik ve otomotiv işçileri arasında yeni çıkan "lotta continua" ("sürekli mücadele") ve "potere operaia" ("işçilerin gücü/iktidari", negri ekibinin dergisi) gibi dergiler okunur olur.

1970'lerde "potere operaia" ekibi entelektüel açıdan daha etkili olur. ekibin analizine göre, 1968-1973 mücadeleleri italya'da keynesyen ekonomik dengeyi çökertmiştir. radikalleşmeye karşı devlet "arabulucu" konumunu terkedip daha açıktan kapitalist sınıfın fedaisi olan bir konuma geçmiş ve muhalefet üzerindeki baskısını arttırmıştır.

işçiciler rus devrimi'nin "konsey komünizmi" deneyimlerine referansla bu dönemde "sendika" modelini terkedip "işçi konseyleri" oluşturulmasını desteklerler. onlara göre burjuva örgütlenme formları terkedilmeli, işçi otonomisini arttıracak formlar bulunmalıdır. bu analizle beraber "sabotaj", "şiddete karşı şiddet" gibi temalar daha görünür olur politik bildirilerinde. 1971 itibariyle "potere operaia" çevresi binlerce işçiyi örgütlemiş güvenilir bir çevre haline gelmiştir.

lakin 1970'ler boyunca işçicilerin beklediği devrim, yerini pci'nin seçimlerde güçlenmesine ve giderek daha fazla sendikayı ele geçirerek büyümesine bırakır. "potere operaia" çevresi de iç anlaşmazlıklar sebebiyle dağılır, farklı işçi kolektiflerine bölünür. negri'nin de içinde bulunduğu bir kaç komünist "autonomia operaia" ("isçilerin otonomisi") adını benimseyerek dergi+işçi örgütlemesi faaliyetlerini sürdürürler.

1973 grev dalgası sonrasında otonomistler işçilerden çok öğrenciler arasında yayılmaya başlarlar. buna paralel "kitle işçisi" analizi, özellikle negri'nin katkısıyla, "toplumsal işçi" analizine evrilir: marx'ın "real subsumption" (sermayenin emeği sadece üretim süreci içinde değil, hayatin her nüvesinde kapsaması/tabiiyet altına alması) tespitini sürdüren negri, 1970'lerin sonuna doğru artık herkesin "toplumsal işçi"ye dönüştüğünü yazar. sermaye sadece fabrikada değil, her yerde hakimiyetini hissettirmektedir.

bu dönemde işçilerin dışındaki gruplar da, ulusal hiyerarşik örgütlenmelere duydukları tepkilerle birlikte, otonomistlere katılırlar: polis şiddetine karşı örgütlenenler, feminist eylemciler, eşcinsel hareket örgütleri, radikal eğitimci gruplar... bu dalga, 1977 baharındaki ayaklanmalarla zirve noktasına ulaşır, ancak herhangi bir programı, bölgeler-arası koordinasyonla ilgili bir stratejisi bulunmayan otonomistler bu direniş momentinden yararlanamamışlardır, devlet de kısa sürede tüm çirkinliği ile direnişi bastırmaya koyulur. ("kızıl tugaylar" gibi oluşumların otonomistlere duyulan hayal kırıklığından doğdukları da söylenmiştir.)

1977'de burjuvazinin fiziksel şiddet üzerinden örgütlediği karşı saldırı, 1979 aldo moro olayı ile çığırından çıkar, otonomist çevre de darmaduman edilir. 1980'lerin sonundan itibaren otonomistler geçmişle hesaplaşmalara girişip farklı kollar halinde yeniden faaliyete geçerler. negri bugün sanıldığı kadar etkili değildir politik olarak bu çevrelerde. lakin sevilir, sayılır.

toni negri'nin son çalışmalarında savrulduğu pozisyonları dışarıda bırakırsak tarihsel materyalist gelenek içerisinde sayıp bağrımıza basabileceğimiz bir kuramsal-politik hareket. yine de eleştirel olmak gerek. operaismo'nun en belirgin vurgusu, emek-sermaye ilişkisinde aktif tarafın emek olduğunun altını çizmesidir. yani emek aktif, sermaye reaktiftir; emeğin eylemlerine, kat ettiği ilerlemeye sermaye yanıt ve tepki verir.

operaismo geleneğinden gelen yazarların daha ileri tarihli çalışmalarında ise buna tamamen zıt başka bir eğilim görüyoruz. işçi sınıfının mücadelesini üretim sürecinde yaşanan değişmelere indirgeme eğilimi. yani hem işçilerin muazzam potansiyelinin altını çizen hem de mücadele biçimlerinin üretim sürecinden türeten. garip bir kuramsal-politik pozisyon.

otonomist marksizm'in bugün geldiği nokta, bu çelişkiyi ikinci eğilim lehine çözme olarak tezahür ediyor. yani işçi sınıfının potansiyeline ve birincilliğine yapılan vurgunun ortadan kalkıp, toplumsal mücadeleye indirgemeci bir yaklaşım. en çarpıcı haliyle multitude’da görülebilir.

genel olarak marksizme eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşarak oluşturulmuş hareket. marx'ın dediği üzere de te fabula narratur söyleminden yola çıkıp bizim hikâyemize uyarlarsak, marksizmin fabrikayla kısıtlanmış mücadele alanını genişletip "toplumsal fabrika" algılayışına geçebiliriz demektir. bu yöntemle marksizmin "otonomist" hareketi, eylemi tüm toplumsal yaşama yaymaktadır.

92
Operaismo ve post-operaismo bakış açısının en büyük sorunu, fordizmden post-fordizme geçişi tek bir mantıkla, işçilerin sömürü sürecine karşı direnişiyle açıklıyor olması. Bu mantığa göre işçi direnişi, kapitalistlerin üretim süreçlerini yeniden düzenlemeye ve maddi olmayan emeğin merkezî öneme sahip olduğu post-fordizme geçmeye zorladı. Bu yazarlar kapitalizmi ancak tepkisel olarak düşündüğü için hem sermayenin hem de emeğin oynadığı yaratıcı/ yapıcı rolü kabul etmekte zorlanıyorlar. Aslında görmezden geldikleri şey, hegemonik mücadelenin bu dönüşümde oynadığı rol.

Fordizmden post-fordizme geçişi hegemonik bir mücadele olarak düşünebilmek için öncelikle iş sürecinin evriminde yalnızca tek bir mantığın, işçi mücadelelerinin görev aldığı fikrini bir kenara koyarak sermayenin bu dönüşümde oynadığı aktik rolü kabul etmek gerekir. Luc Boltanski ve Eve Chiapello'nun ... The New Spirit of Capitalism adlı çalışmaları; 1960'larda ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin otonomi taleplerini kullanmayı başaran kapitalistlerin, bu taleplerden faydalanarak post-fordist ağ ekonomisini geliştirdiklerini ve daha sonra da onları yeni denetleme biçimlerine dönüştürdüklerini ortaya koyuyor. Yazarların “sanatsal eleştiri” adını verdiği karşı kültürün estetik stratejileri (sahicilik [authenticity] arayışı, özyönetim ideali, hiyerarşi karşıtlığı gerekliliği), fordist dönemi tanımlayan disiplin çerçevesini yerinden ederek yeni kapitalist düzenleme biçiminin gerektirdiği koşulların yaratılmasında kullanıldı.

93
Benim için bu bakış açısının değeri, fordizmden post-fordizme geçişin önemli bir boyutunun, mevcut söylem ve pratiklerin söylemsel bir şekilde yeniden eklemlenmesiyle [discursive re-articulation] mümkün kılındığını gösteriyor olmasında yatıyor.

[Fordizmden post-fordizme geçiş] ... 1960'lar sonu - 1970'ler başında ciddi anlamda tahrip edilen meşruiyetini yeniden sağlamaya ve başat rolünü yeniden tesis etmeye çalışan sermayenin hegemonik bir hamlesi olduğunu anlayabiliriz. ... Bu söylemsel eklemlenmelerin [discursive articulation] günümüz hegemonyasının yapısını oluşturduğu çeşitli öğeleri birbirinden ayırarak başaramayacağımız karmaşık bir süreç. Bunun ardından gelen yeniden eklemlenme ânı oldukça önemli.

94
Eklemlenmelerin dağıtılması [dis-articulation] ve yeniden eklemlemeden [re-articulation] oluşan bu ikili ânı, yalnızca exodus kuramcıları ıskalamıyor; şeyleşme [reification] ve yanlış bilinç kavramlarını kullanan ve dolayısıyla zulüm ve iktidardan arınmış yeni bir düzene ulaşmak için ideolojinin yükünü üzerinden atmanın yeterli olacağını düşünen tüm yaklaşımlar da aynı eksiklikten muzdarip.

Burada söz konusu olan müşterek bir iradenin, bir “biz”in yaratılmasını ve bu da bir “onlar”ın belirlenmesini gerektiriyor. Çokluk'un doğal birliğine ve siyasi bir eklemlemeye ihtiyaç duymadığına inanan birtakım Çokluk savunucuları, müşterek iradenin birliğini sağlayan bir “onlar”a duyulan ihtiyacı gözden kaçırıyor. Virno'ya göre örneğin, Çokluk'u oluşturan tekilliklerin zaten paylaştıkları ortak bir şey mevcut: Genel zekâ. Halk kavramını, çok türlülüğe yer bırakmayacak şekilde birleştirici bir ortak iradede ifade bulduğu ve homojen olduğu gerekçesiyle eleştiren Virno -ki bu eleştiriye Hardt ve Negri de katılıyor-, Halk'ın bir eşdeğerlilik zinciri üzerinden inşa edilmesine karşı çıkamayacaktır çünkü bu durumda çeşitliliğe saygı duyan ve farklılıkları ortadan kaldırmayan bir birlik biçiminden bahsediyoruz. Bir eşdeğerlilik ilişkisi, özdeşlik ilişkisinin aksine farkı ortadan kaldırmaz. Demokratik farklılıklar, bunların hepsini yok edecek güç ya da söylemlere karşı oldukları ölçüde birbirlerinin yerini tutabilirler.

95
Birçok alanda başlatılması gereken bir “mevzi savaşı”ndan (Gramsci) bahsediyoruz ki bu da birden fazla aktörün arasında (toplumsal hareketler, siyasi partiler ve sendikalar) bir tür birliktelik yaratmayı gerektiriyor. Burada, devletin ya da çoğulculuğun örgütlendiği çeşitli kurumların “sönümlenmesi”nden [withering away] bahsetmiyoruz. Hem parlamenter hem de parlamenter olmayan mücadeleler aracılığıyla bu kurumları derinden dönüştürmeliyiz ki eşitlik ilkesini olabildiğince fazla toplumsal ilişkiye yayabilecek demokratik taleplerin çeşitliliğinin ifade bulabilmesini sağlayabilen bir araç olabilsin.

Son yıllarda Güney Amerika'daki ilerici hükümetlerin gerçekleştirdiği hatırı sayılır demokratik kazanımlar, temsilî siyaset biçimlerini kullanarak kurumlarda köklü dönüşümlerin sağlanabileceğini kanıtlar nitelikte.

96
[Arjantin örneği] Parlamenter ve parlamento-dışı mücadelelerin, kurumsal çerçeve içerisinde güç dengesini dönüştürmek için ortak bir kavgada birleştirilmesini önemine ışık tutuyor.

97
“Occupy”... Bu hareketler, kurumsal düzenleyiciler olmadan, iktidar yapılarında dişe dokunur bir değişiklik gerçekleştiremez. [kurum-karşıtı strateji, topyekûn temsilî demokrasi karşıtlığı, devlet ya da başka tür siyasi kurumlara ihtiyaç duymadan “gerçek” demokrasinin varolabileceği, bunu tek başlarına başarabilecekleri, vb...] [gibi çıkış noktalarıyla] Neo-liberal düzene karşı yürüttükleri eylemler yakında unutulma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.

[Hardt ve Negri'nin exodus stratejisinde olumsuzlamayı], ya diyalektik çelişki ya da gerçek bir karşıtlık [a real opposition] olarak görüyorlar.

98
[exodus stratejisi] Devlet'in “sönümlenerek”, hukuk, iktidar ve egemenliğin geride kaldığı uzlaşmış bir topluma yer açması bekleniyor. Mutlak demokrasi; Çokluk'un direkt olarak kendini yönetip -hukuk ya da Devlet'e ihtiyaç duymaksızın- birlikte hareket edebildiği, siyaset ve egemenliğin ötesinde, yani antagonizmaların ortadan kalktığı bir topluma doğru atılacak kurtarıcı bir adımın mümkün olduğunu varsayıyor.

... olumsuzlamayı antagonizma boyutuyla düşünebilmek, farklı bir ontolojik yaklaşımı gerektirir. Homojen, son haline bürünmüş bir toplumsal alanın mümkünatına dair içkinci fikri terk etmeden ve heterojenliğin işlevini fark etmeden radikal olumsuzluktan bahsetmek mümkün olmaz. Laclau'nun da belirttiği gibi, antagonizmanın iki kutbu aynı temsiliyet alanına ait değildir ve bu kutuplar, özlerinde birbirlerine karşı heterojendir.

Siyaseti “birlikte hareket eden” bir şey olarak düşünmek, antagonizmanın ontolojik boyutunu dikkate almamak demektir. ... Siyasi eleştiri ise, kendini oluşturan unsurların eklemlenmelerini dağıtması ya da bu unsurları yeniden eklemlemesi için her zaman var olan hegemonyayla ilgilendiğinden, hiçbir zaman sadece muhalif olma özelliği göstermez ve firar olarak düşünülmez.

99
[Latour]
Karşı-hegemonik müdahalenin amacının, hiçbir zaman “doğru gerçeklik”i ya da “gerçek çıkarlar”ı görünür kılmak olmadığına vurgu yapmak istiyorum. Bu müdahalenin amacı, verili durumu yeni bir düzenleme halinde yeniden eklemlemektir. Eleştirel süreci böyle düşünmeye başladığımızda, Bruno Latour'un iddiasının aksine, eleştirinin miadını doldurmadığını görebiliriz. Latour'a göre eleştiri, geçmişte önyargıları ve illüzyonları geçersiz hale getirmekte oldukça yararlı olsa da artık kendi kısıtlılığını ifşa eder hale gelmiştir. Bu kısıtlılıkların nedeni, keskin bir doğa-kültür ayrımına dayanması ve zevahir perdesinin [veil of appearances] ardında “gerçek” bir dünya olduğuna dair varsayımdır. Bugün, böyle bir dünyada yaşadığımıza dair inancın saygınlığını yitirdiğine dikkat çeken Latour yeni bir alternatif geliştirmemiz gerektiğini düşünüyor ve bu projesini bir soru etrafında şekillendiriyor: “Olgulardan gerçeklik çıkartmak yerine onlara gerçeklik ekleyen birinin ethos'undaki eleştirel dürtüyü dönüştürmek mümkün müdür?”* Latour'un “bileşimcilik” [compositionism] adıyla öne sürdüğü seçenek tam da bunu yapmayı amaçlıyor. Bir yanda doğa, nesnellik ve gerçeklik, diğer yanda kültür, öznellik ve zevahirler arasındaki çatallanmanın üstesinden gelmek için ortak dünyayı “bileştirme”yi öneriyor. Eleştiri ve bu dünyanın ötesinde bir dünyaya dair inanca karşı “bileşimcilikte, öteki dünyanın var olmadığını ve bu kavramın içkinlik üzerine kurulu olduğunu” dile getiriyor**.

* “Why Has Critique Run out of Stream? From Matters of Fact to Matter of Concern” 2004
** “An attempt at a 'Compositionist Manifesto'” 2010
Φ [“Varoluş Modlarına Soruşturma” 2012]

Öyleyse bileşimcilere bakarsak, neyin inşa edilmiş neyin inşa edilmemiş olduğuna dair ayrımımızı terk etmemiz gerekiyor. Bunun yerine bir şeyin iyi ya da kötü inşa edildiğiyle ilgilenmeliyiz.

100
İnsan öznelerle insan olmayan nesneler arasında keskin bir ayrım yapan geleneksel modernist epistemolojiyi eleştirmek gerektiği konusunda Latour'a katılıyorum. Söylemsel yaklaşımımızın, Latour'un konstrüktivizmiyle birkaç noktada ortaklaştığını söyleyebilirim. Her ne kadar, araştırma alanlarımızın aynı türden olmaması nedeniyle birçok noktada birbirimizden ayrılsak da ana hatlarıyla aynı epistemolojik tarafta bulunuyoruz çünkü kültür ile doğa arasında bir ayrım yapmayı ve Latour'un “endişe meseleleri” olarak adlandırdığı şeyden bağımsız bir olgular dünyasının varlığını reddediyoruz.

Ne var ki siyasal olanı nasıl düşüneceğimiz konusunda, benimkiyle Latour'un yaklaşımı arasında önemli ayrılık noktaları var. Bu farkı en iyi şu şekilde ortaya koyabiliriz: Latour ortak dünyayı “bileştirmemiz” gerektiğini savunurken Laclau ve ben bu dünyanın “eklemlenmesi” gerektiğine dikkat çekiyoruz. Bu terminolojik farklılık, bileştirme işleminin, her zaman iktidar ilişkilerinin dahil edildiği bir alanda gerçekleştiğine vurgu yapmayı amaçlıyor. Ya da kendi kelimelerimizle dile getirmek gerekirse, ortak dünyanın her zaman “hegemonik” bir inşa ile meydana geldiğini söylüyoruz. Bunun sonucunda da dünyanın iyi mi kötü mü inşa edildiğiyle ilgilenmenin yetersiz kalacağını görüyoruz. Bu bileşimdeki güç ilişkilerini de hesaba katmak gerekiyor. Latour “bileştirilen her şeyin bir noktada ayrıştırılabileceğini” dile getiriyor. Buna katılmamak mümkün değil. Karşı-hegemonik mücadeleyi oluşturan eklemlenmelerin dağıtılma/yeniden eklemleme süreci dediğimiz şey tam da buna tekabül ediyor. Ne var ki bu süreç ziyadesiyle siyasi bir yapıya sahip ve gözlemcilerin, bileşimin “iyi” ya da “kötü” gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğine uzaktan bakıp karar verebilecekleri tarafsız bir bölgede vuku bulmuyor. Müştereğin hegemonik eklemlenmesine çatışan çıkarlar dâhil olduğu için, eklemlenmelerin dağıtılmasında, yani ayrışmada, her zaman bir eleştiri unsuru bulunmak zorundadır. Latour'un, kusurlu bir epistemoloji üzerine inşa edildiği için eleştirel boyutu ortadan kaldırmayı amaçlayan hamlesi ve eleştirel dürtüyü bileşimciliğe kaydırma çabası, bence, bizi güçsüz kılacak siyasi sonuçlar doğuracaktır çünkü iktidar ilişkilerini görünür kılıp onlara karşı gelme imkânını ortadan kaldırıyorlar.

101
Söylemsel hegemonik yaklaşımla Latour'un bileşimciliği arasındaki ayrışmanın temelinde farklı ontolojilere sahip olmamız yatıyor. Bu ise, içkinci yaklaşımın, radikal olumsuzluğu ve antagonizmanın ortadan kaldırılamaz olduğunu kavramaktan aciz olmasından kaynaklanıyor. Latour'un bileşimciliğinin temel problemi -oldukça farklı siyasi stratejiler bağlamında da olsa exodus kuramcılarında karşılaştığımıza benzer bir şekilde- toplumsalın bölünmüşlüğünü açıklayamayan bir ontolojiye dayanıyor olması. Hardt ve Negri'de bu ontoloji, Çokluk'un İmparatorluk'u yenmesinin ardından mümkün olacak bir “mutlak demokrasiye” inanca yol açıyor. Radikal bir siyaset geliştirme iddiası taşımayan Latour, bahsettiğimiz türden bir mesiyanizmden oldukça uzak ancak Hardt ve Negri'nin yaklaşımı gibi bileşimcilik de her tür toplumsal düzenin hegemonik olduğunu fark edebilmekten aciz.

102
Mevcut iktidar ilişkilerini kökten dönüştürmeyi amaçlayan bir “mevzi savaşını” düşünebileceğimiz yollar, her iki yaklaşımda da kapanmış durumda. Hardt ve Negri'nin sosyo-ekonomik düzenlerin hegemonik doğasını kavrayamamaları, onları içeriden bir yeniden eklemlenme süreciyle dönüştürebilme ihtimalini ortadan kaldırıyor. Olguları endişe meselelerine dönüştürmeye çabalayan Latour ise müzakere ve çatışmayı desteklese de siyasi duruşu, birinci bölümde açıklamaya çalıştığım “antagonizmasız agonizma” anlayışına oldukça yakın. Latour'un eksikliği, burada yinelemek gerekirse, siyasal olanın antagonistik boyutunu yok saymak.

Komünizm mi, radikal demokrasi mi?

Radikal olumsuzluk ve bölünmüşlük ve iktidarın ötesinde bir toplum fikrini terk etme gerekliliğine yaptığım vurgu göz önünde bulundurulursa, “komünizm İdeasına” yeniden can vermeyi amaçlayan bir grup solcu entelektüelin çabasını desteklemem kimseyi şaşırtmayacaktır.

103
“Komünizm” fikrinin kendisinin sorunsallaştırılmaya ihtiyacı var çünkü antagonizmaların ortadan kalktığı ve hukuk, devlet ve diğer düzenleyici kurumların anlamsızlaştığı anti-siyasi bir toplum vizyonunu güçlü bir şekilde çağrıştırıyor. Marksist yaklaşımın en temel eksikliği, benim “siyasal olan” dediğim şeyin kritik rolünü kabul edememesidir. Komünizm ve devletin “sönümlenmesinin” mantık gereği birbirini ima ettiğini iddia eden geleneksel Marksizme karşı Laclau ve ben özgürlükçü projeyi, artık iktidarın tasfiyesi ve ortak işlerin, toplumsal bütünlüğün bakış açısıyla özdeşleşen toplumsal faillerce yönetimi olarak tanımlayamayacağımızı öne sürüyoruz. Antagonizma, mücadele ve toplumsalın bölünmüşlük hali baki kalacağına göre onları düzenleyecek kurumlara duyulan ihtiyaç da hiçbir zaman yok olmayacak. ... Dolayısıyla bizim yaklaşımımızda, toplumsal çatışma alanı, işçi sınıfı gibi “ayrıcalıklı bir özneye” hapsedilmek yerine genişletiliyor.

104
Demokratik mücadelelerin genişletilmesi ve radikalleştirilmesi, hiçbir zaman tamamıyla özgürleşmiş bir toplumun elde edildiği nihai bir varış noktasına sahip olmayacak. Siyasetin sonu anlamına gelecek, şeffaf ve uyum içerisinde bir toplum olarak komünizm miti işte bu yüzden terk edilmeli.


Beşinci Bölüm
Agonistik Siyaset ve Sanat Pratikleri

105
Sanatın toplumda sahip olduğu yer her geçen gün önemini arttırıyor ama sanat hâlâ eleştirel bir görev üstlenebilir mi? Geç kapitalizmde estetiğin tüm alanlarda zafer kazandığı ve bu zaferin, hedonist bir kültürün yaratılmasına neden olduğu defalarca dillendirildi. Bu hedonist kültür içerisinde, gerçek anlamda huzur bozucu bir deneyim yaşatabilecek bir sanata yer yoktu. ... Her eleştirel hamle, kapitalizm güçleri tarafından alınıp etkisiz hale getiriliyor.

106
Biyopolitik kapitalizm estetiği, sanatı soğurmuştur. Bağımsız üretim artık imkânsızdır. Simge üretimi kapitalizmin temel amaçlarından biri haline gelmiş ve yaratıcı endüstrilerin geliştirilmesiyle insanlar tamamen sermayenin buyruğu altına girmiştir. Sadece tüketiciler değil, üreticiler de medya ve eğlence şirketlerinin yönettiği kültür endüstrisinin mahkûmlarıdır artık. Her birimiz kapitalist sistemin edilgen işlevleri haline geldik.

Neyse ki herkes bu kötümser yoruma katılmıyor. Örneğin bazı post-operaismo düşünürleri, Adorno ve Horkheimer'ın fordist model üzerine şekillendirilmiş analizlerinin, post-fordist kapitalist düzenleme biçiminde öne çıkan yeni üretim biçimlerini irdelemek için yardımcı bir rehber olamayacağını belirtiyor.

Örneğin Paolo Virno, ... Çokluğun Grameri'nde, kültür endüstrilerinin fordizmden post-fordizme geçişte önemli bir rol oynadıklarını iddia ediyor. Virno'ya göre kültür endüstrileri, “post-fordizmin rahmini” temsil ediyor. Gelişmiş kapitalizmde, maddi olmayan emeğin öneminin artmasıyla birlikte emek süreci performatif hale gelmiş, türünün en evrensel malzemelerini harekete geçirmiştir: Algı, dil, bellek ve duygular. ... Tamamıyla farklı ilke ve kriterlere göre şekillendikleri için geçmişte ayrık olan emek, siyasi eylem ve entelektüel düşünce alanlarının birbirine karışmaya başladığına tanıklık ediyoruz.

107
Bu dönüşüm, sanat ve işin yeni konfigürasyonlarda var olduğu yeni toplumsal ilişki türlerine yol açtı. Sanat pratiklerinin amacı, iş sürecinin dönüşümünün mümkün kıldığı bu yeni toplumsal ilişkilerin gelişmesini beslemek olmalıdır. Asıl görevleri yeni öznellikler üretmek ve yeni dünyalar tasarlamaktır. Bugün yapılması gereken, sanatsal müdahale alanlarının genişletilmesidir. Sanatçılar, kapitalizmin topyekûn toplumsal seferberlik programına karşı çıkmak amacıyla, geleneksel kurumların dışında, farklı toplumsal mekânlarda çalışmalı.

Öznellik üretimi alanının stratejik bir öneme sahip olduğuna ben de inanıyorum.

108
[Brian Holmes]
[Luc Boltanski ve Eve Chiapello]

110
Günümüz kapitalizmi, kendini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu öznelik biçimlerini yaratmak için semiyotik tekniklere günden güne daha fazla bel bağlıyor. Foucault ruhların denetlenmesinin, modern üretimde duygulanım ve tutkuların yönetimi için stratejik bir rol oynadığını belirtiyor.

[yeni ihtiyaçlar, meta edinme arzusu yaratacak yeni biçimler... reklamcılığın önemli görevi...] Ne var ki bu görev belirli ürünleri pazarlamakla kısıtlı değil. Ürün tüketicilerinin kendilerini özdeşleştirebilecekleri fantezi dünyaları yaratmak da bu görevin bir parçası. Bu günlerde bir şey satın almak belirli bir dünyaya adım atmak, hayalî bir cemaatin parçası olmak anlamına geliyor. Zamanımızın kapitalist sistemi, hegemonyasını devam ettirebilmek için, sürekli olarak, insanların tutkularını harekete geçirip, kimliklerini şekillendirmeye ihtiyaç duyuyor.

Agonistik kamusal mekânlar

111
Öncelikle sanat ve siyaseti, aralarında ilişki kurulması gereken iki ayrı alan olarak görmediğimi belirterek başlamak istiyorum. Siyasetin estetik ve sanatın siyasi bir boyutu vardır.

... eleştirel sanat pratiklerinin kamusal mekânlardaki işlevini mercek altına almalıyız. Burada sözünü ettiğim şey tek bir mekân değil, birçok söylemsel düzlem ve kamusal mekân.

112
Yaygın görüşe göre kamusal mekân, konsensüs yaratılmaya çalışılan bir zemini oluşturuyor. Agonistik yaklaşımda ise kamusal alan, çatışan görüşlerin, herhangi bir nihai çözüme ulaşmaksızın çarpıştığı alana denk geliyor. Böylesi bir kavrayışın, Jürgen Habermas'ın, rasyonel konsensüsü amaçlayan bir müzakerenin vuku bulduğu “kamusal alan”ından ne denli farklı olduğu açık.

113
Eleştirel sanat pratikleri, “doğru gerçekliği” ortaya çıkarmak için herhangi bir sözde yanlış bilinci ortadan kaldırmayı amaçlamaz. ... birey olma halleri, her zaman birtakım pratik, söylem ve dil oyunlarında konumlanarak yaratılabilir. Siyasi kimliklerin dönüşümünün hiçbir zaman, öznenin gerçek çıkarlarından bahseden rasyonalist bir iddiayla sağlanamaması da bundandır. Bu dönüşüm ancak toplumsal eyleyicinin, egemen özdeşleşme biçiminin vuku bulduğu çerçevenin eklemlenmelerini dağıtacak bir şekilde duygulanımlarını harekete geçirecek birtakım pratiklere yerleştirilmesiyle mümkün olabilir. Yannis Stavrakakis'in de belirttiği gibi, “ideolojik bir anlam sisteminin eleştirisi, sadece yapısökümsel bir düzeyde kaldığı müddetçe sonuç vermeyecektir. Bu eleştiri, sistemi destekleyen fantezilerin bir haritasının çıkartılmasını ve semptomatik işlevlerinin çevrelenmesini de gerektirir.” [The Lacanian Left: Psychoanalysis, Theory, Politics, Edinburgh University Press, 2007, s.81]. Öyleyse çatışmacı kimlikleri inşa etmek için özdeşleşmenin ortadan kaldırıldığı [de-identification] bir süreç yeterli olmayacaktır. ... Çoğu eleştirel sanat biçimine yön veren böylesi bir anlayış; hegemonik mücadelenin doğası ve kimliklerin karmaşık inşa sürecini kavramakta aciz kalıyor.

Alfredo Jaar'ın karşı-hegemonik müdahaleleri

114
Kendini belirli yerlerde belirli meselelerle ilgilenen bir “proje sanatçısı” olarak tanımlayan Jaar, sadece sanat dünyasıyla kısıtlı kalmayıp kamusal mekânlarda ve çeşitli eğitim alanlarında faaliyet göstermenin kendisi için vazgeçilmez olduğunu defalarca dile getirdi. Etkili eleştirinin ancak kurumların dışında gerçekleşebileceğini düşünen sanatçıların aksine Jaar, kurumları önemli mücadele alanları olarak görüyor.

[Jaar'ın] Şu ana kadar bu pratikler ya “karşı-bilgi” [counter-information] sağlamak ya da karşı çevre [counter-environment] yaratmak olarak adlandırıldı. Jaar her iki durumda da daha önce bahsettiğim stratejiye vurgu yapıyor: Mevcut “ortak aklın” “eklemlenmelerinin dağıtılması” ve “karşı-hegemonyanın” geliştirilebilmesine katkıda bulunacak agonistik kamusal mekânların geliştirilmesi.

Jaar'ın Gramscici eseri olarak gördüğü, [2008 Milano “Sorular Sorular” çalışması... Otobüs billboard, metro ve tramvayların üzerine “Siyasetin kültüre ihtiyacı var mı”, “Entelektüel bir işe yarar mı?” gibi soruları...]

115
Dünyanın haline dair insanlara nutuk çekerek onları harekete geçirebileceğini düşünen ya da ihlal [transgresion] ve reddiyenin en radikal direniş biçimi olduğuna dair revaçtaki fikre kapılan bazı eleştirel sanat biçimlerinin aksine Jaar, insanları, onlarda bir değişim arzusu yaratarak harekete geçirmeyi amaçlıyor. ... Jaar'a göre, insanları harekete geçirmenin en iyi yolu, hayatlarında neyin eksik olduğunu fark etmelerini düşündürtmek ve bu duruma mahkûm olmadıklarını hissettirmekten geçiyor.

Jaar'ın Skoghall Konsthall için 2000'de gerçekleştirdiği proje... [İsveç'te kağıt endüstrisiyle bilinen Skoghall şehri... sanat sergileri için kullanılabilecek bir bina yok... Kağıttan bir sanat merkezi inşa ediyor. Ertesi gün merkezi yakar. Yakılmamasını isteyen gruba, “elde etmek için hiçbir zaman mücadele vermedikleri bir kurumu onlara dayatmak istemediği için” yaktığını belirtir. Sayıları gittikçe artan bir grup “hayatlarında bir şeyin eksik olduğunu fark etmeye” başlarlar ve sanatçıdan kalıcı bir sanat merkezi inşa etmesini talep ederler.]

116
Jaar, duygulanımın özdeşleşme sürecine ne kadar dahil olduğunu ve tutkulu bağların, siyasi kimliklerin inşasında oynadığı önemli görevi tamamen kavramış durumda. Sanat pratikleri, duygusal tepkiler tetikleyen kaynaklar kullanarak insana duygulanımsal bir düzeyde ulaşmayı başarabildiği için yeni öznellik biçimlerinin inşasında temel bir role sahip.

117
Burada amacım, sanatın bilişsel boyuta da sahip olduğunu inkâr etmek değil tabii ki; zihnimize ancak duygulanımlar aracılığıyla ulaşıyor olduğunu ortaya koymak. ... Bir keresinde kendisinin de belirttiği gibi, estetik deneyimin amacı bizi “duyularımız ve aklımız aracılığıyla” etkilemek olmalı.

Sanatsal aktivizm

Geçtiğimiz yıllarda görmeye başladığımız ve mevcut konsensüse birçok farklı yoldan karşı çıkmayı amaçlayan farklı sanatsal aktivizm biçimleri... Birçok türü olan bu sanat-aktivizm pratiklerinin kökünde, birbirinden oldukça farklı şehir mücadeleleri var -İngiltere'deki “Sokağı geri kazan” grubundan İtalya'daki “Tute Bianche”ye; Fransa'daki “Reklamları durdur” kampanyalarından Avusturya'daki “Nike Ground - Mekânı Yeniden Düşünmek” projesine. [autonome a.f.r.i.k.a.-gruppe, Manuel de communication guérilla, Zones, 2011]

[Yes Men]
Başka bir örnek, Yes Men'in uyguladığı “kimlik düzeltmesi” stratejisi. Farklı kimliklere bürünerek -örneğin Dünya Ticaret Örgütü temsilcileri olarak- neo-liberal ideolojiyi oldukça etkili bir biçimde hicvetmeyi başarıyorlar. Yes Men, insanların refahları pahasına neo-liberalizmi besleyen kurumları hedef tahtasına alıyor. Bu kurumların kimliklerine bürünerek, düzeltme metinleri yayınlıyorlar.

... taklit internet sitesi bazı insanları kandırmayı gerçekten de başarmıştı. Hatta bu grup, birkaç Uluslar arası konferansa DTÖ temsilcileri olarak katılmayı bile becerdi. Bir müdahalelerinde, bir metrelik altın bir fallus şeklinde sözde uzaktan kumandalı bir işçi gözetleme aleti öneriyorlardı.

118
Bu tür sanatsal aktivizmin siyasi boyutunu tam anlamıyla anlayabilmek için bu pratikleri, kapitalizmin yaymaya çalıştığı pürüzsüz imaja zarar vererek onun baskıcı yanını ortaya çıkarmayı amaçlayan karşı-hegemonik müdahaleler olarak düşünmeliyiz. ... 'artivist' [sanat-aktivisti] ... Bu pratikleri, kapitalizmin estetiği ele geçirme ve değerlenme [valorization] sürecini güvence altına alıp onu genişletmesine karşı karşı-hegemonik hamleler olarak görebiliriz.

119
Ne var ki bazı artivistlerin düşündüğünün aksine artivist pratikler tek başlarına yeni bir hegemonya tesis edilmesi için gerekli dönüşümleri gerçekleştiremez. ... radikal demokratik bir siyaset, farklı mücadele düzeylerinin -aralarında bir eşdeğerlik zinciri yaratmak amacıyla- eklemlenmelerini gerektirir. Sanatsal aktivizmin tek başına neo-liberal hegemonyayı alt edebileceğine inanmak ancak bir hayal olabilir.

Müze ve kurumlar

Eleştirel sanatın günümüzde alabileceği tek şeklin “artivism” olduğuna katılmıyorum. Daha geleneksel sanat biçimlerinin eleştirel olamayacağını ve sanatçıların geleneksel sanat kurumlarından uzak durmasını salık verenlerle aynı fikirde olmayışımın nedeni bu. Böyle bir pozisyon, kamu kurumlarını reddeden, dördüncü bölümde eleştirdiğim türden bir radikal eleştiri anlayışının sanat alanındaki iz düşümünü oluşturuyor. Bu görüşe göre siyasi eylem, mevcut kurumlardan çekilmeyi ve tüm aidiyet biçimlerini terk etmeyi amaçlamalı. Kurumsal bağlılıklar, Çokluk'un özyönetimi için uygun yeni temsilî olmayan “mutlak demokrasi” biçimlerinin karşısında bir engel teşkil ediyor.

Exodus yaklaşımı, neo-liberal hegemonyanın en temel unsurlarının eklemlenmelerini dağıtacak [articulate-disarticulate] bir karşı-hegemonik mücadelenin, herhangi bir kurum içerisinde gerçekleşebileceği ihtimalini kabul etmez. Bu yaklaşıma göre tüm kurumlar, ortadan kaldırılması gereken güçlerin yekpare temsilini oluşturduğu için onları dönüştürmeyi amaçlayan her çaba, reformist bir hayal olarak reddedilir. ... Kurumları, hegemonik düzene kafa tutan alanlara dönüştürmeyi amaçlayan, kurumlara yönelik bir içkin eleştiriyi [immanent critiqur] ihmal dışı bırakır.

120
Böyle bir bakış açısı bana göre oldukça hatalı ve siyasi angajmana açık alanların çokluğunu fark etmemizi engellediği için açıkça güçsüzleştirici.

Bana göre müze, mevcut hegemonyanın devamı ve yeniden üretimine adanmış muhafazakar bir kurum olmaya mahkûm bir yer değil, tüketim toplumunun ideolojik çerçevesini tahrip etmeye katkı sunabilecek bir mekân. Müzeler ve sanat kurumları, bu hegemonyayla açıkça mücadele edilen agonistik kamusal mekânlara dönüştürülebilir. Müzecilik tarihi, miladından beri, burjuva hegemonyasının tesis edilmesiyle ilişkilendirilmiş olsa da bu işlev değişebilir. Wittgenstein'ın bize öğrettiği gibi anlam her zaman bağlamsaldır ve anlamı belirleyen şey kullanımdır.

Bazı kurumların, özleri gereği, önlenemez bir şekilde bir işlevi yerine getirmeye mahkûm olduğuna dair özcü fikirden kurtulabilirsek, Wittgenstein'ın öğretisinin kurumlar için de geçerli olduğunu anlayabiliriz. Örneğin çoğu müzenin, neo-liberal eğilimle birlikte, egemen kültürü yurttaşlara öğretme görevini -ki müzeciliğin başlangıcında bu oldukça önemli bir görev teşkil ediyordu- tamamıyla bir kenara bırakıp, bir grup tüketici için tasarlanmış eğlence alanlarına indirgenmesine tanık oluyoruz.

121
Müzelerin, ilerici bir yönde ilerleyen başka bir evrimini tahayyül edebilmeliyiz. Sanat pratikleri için yeni alanlar açmak adına müzeleri terk etmenin anlamlı olabileceği bir dönem geçmişte vardı belki ancak tamamıyla piyasa tarafından sömürülen sanat dünyasıyla karşı karşıya olduğumuz günümüz koşullarında müzeler, piyasanın hakimiyetinden kaçmamıza izin verecek ayrıcalıklı yerler olabilir. ... normatif görevini kaybeden müze; sanat eserinin, ticari üründen ayırt edilebilmesine izin verecek bir bağlamda sergileneceği, ayrıcalıklı bir mekân olarak görülebilir. [Örneğin MACBA, Barselona] 

Bir organik entelektüel olarak sanatçı

124
Eleştirel sanat pratikleri, karşı-hegemonik müdahaleler olarak düşünüldüğünde, egemen hegemonyanın sorgulanabileceği alanların yaratılmasına katkıda bulunabilirler. Sanat ve kültür alanlarında çalışanlar, bence, Gramsci'nin “organik entelektüel” olarak adlandırdığı kategoriye giriyor.

Sanatçılar, günümüzde, radikal bir eleştiri sunabilecek bir avangardı oluşturuyormuş gibi davranamazlar artık. Ne var ki bu, onların siyasi görevinin sonlandığı anlamına gelmemeli; hegemonik mücadelede önemli bir görevleri var. Yeni pratikler ve yeni öznellikler inşa ederek, mevcut güç konfigürasyonunun tahrip edilmesine yardım edebilirler. Aslına bakılırsa sanatçıların görevi her zaman bu olmuştur ama sanatçının sahip olduğu ayrıcalıklı konuma dair modernist yanılsama, hep aksini düşünmemize neden olmuştur. Bu illüzyon -ona eşlik eden devrimci siyaset anlayışıyla birlikte- bir kere terk edildikten sonra, günümüzde sanat ve kültür pratiklerinin oynayabileceği elzem roller üzerinde düşünmeye başlayabiliriz.


Altıncı Bölüm
Sonuç

127
[Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Fransa, İngiltere, İsrail, Yunanistan, İspanya, Şili, Québec – 2011-2012 – ayaklanmalar, isyanlar, gösteriler, hareketlenmeler... Occupy...] Birbirinden oldukça farklı bu hareketleri tek-tipleştirmememiz gerektiğine inanıyorum.

Yeni tür bir aktivizm? 

132
Presentist: Re-present [temsiliyet] kelimesindeki vurguyu asıl faile veren, temsille değil bizatihi kendi olarak siyaset yapma biçimi.

133
“toprakaltı” siyaset [subterranean politics]

135
Bu kitapta ortaya koyduğum gibi, neo-liberalizme karşı çıkabilmek için onun temel kurumlarıyla yüzleşmek kaçınılmaz. Egemen kapitalist yapıların dışında -sanki bu yapılar herhangi bir çatışma olmadan zamanla ortadan kalkacakmış gibi- ortak olanın yeni var olma biçimlerini örgütlemek yeterli olmayacaktır.

137
Konsensüse dayalı “gerçek bir demokrasi” çağrısı yapan hareketlerin, gerçek bir siyasi strateji eksikliğinden muzdarip olduğunu düşünen … Öreneğin Jason Hickel’e göre, Occupy hareketinin, kapitalist sermaye birikiminin neo-liberal biçimlerini en ufak bir biçimde bile etkileyememesinin ve eksikliklerinin altında, “liberalizmi şekillendiren kabullerin ve öznelliklerin, Occupy hareketinde de hâlâ etkin olması” yatıyor. … Occupy’ın hiyerarşik olmayan, konsensüse dayalı, katılımcı demokrasisi Hickel’a göre, çeşitliliğe ve hoşgörüye değer veren liberal etiğin uç noktaya taşınmış hali.

138
Bu hareketlerle liberal yaklaşımın ortaklaştığı bir başka nokta, ikisinin de devleti şeytanileştirmesi ki bu neo-liberal ruhun temel özelliklerinden birini oluşturuyor. Neo-liberalizm savunucuları, … Ceberut devlete karşı serbest piyasanın erdemlerini gözler önüne seren ikili bir retoriği harekete geçirerek; piyasanın önceliğini ve tüm toplumsal alanların metalaşmasını meşrulaştırmayı başardılar ve böylece neo-liberal hegemonyanın temelini tesis ettiler.

[post-operaismo kuramcıları gibi radikal sol kesimler de, bölünmüşlük ve hegemonyanın ötesinde, kendi kendini düzenleyebilen bir toplumun var olabileceğine dair inancı Occupy hareketleriyle birlikte paylaşıyorlar.]

139
Devleti, dinamik ve çelişkilerle dolu birtakım karmaşık ilişkiler yerine, yekpare bir unsur olarak görmekte direterek; devlet kurumlarını denetlemenin, toplumun metalaşmasına karşı mücadelede ne gibi imkânlar sunabileceğini fark etmekten kendilerini alıkoyuyorlar.

Agonistik bir yaklaşım

Eğer bu kadar insan -sadece gençler arasından değil, tüm toplumdan- sokaklara dökülüyorsa, bunun nedeni, geleneksel siyasi partilere güvenlerini kaybetmiş olmaları ve geleneksel siyasi kanallar aracılığıyla seslerini duyuramayacaklarını hissetmeleri. [Daha iyi, daha içerici temsil biçimleri, agonistik bir yüzleşmenin koşullarını yaratacak yeni kurumlar talep ediyorlar.] Böylesi bir yüzleşme, merkez-sol partilere hâkim sosyal liberal konsensüse bir alternatif sunabilecek gerçek bir solun ortaya çıkmasını gerektiriyor.

140
Kurum karşıtı olmanın yetersizliği...

[Fransa’da occupy hareketlerinin pek görülmemesi kemer sıkma politikaları ve işsizliğin diğer ülkelere göre daha iyi olmasıyla açıklanıyor. Oysa Almanya da bu konuda iyi durumdayken occupy çadırları orada kuruluyor.]

141
[Fransa’da 2005 yılında banliyö ayaklanmaları oluyor ve uzmanlar bunun altında dini ve etnik nedenler olduğunu ileri sürüyorlar. Daha sonra yapılan ampirik araştırmalarda ayaklanmaya katılanların ortak yanının genci işsiz ve bir geleceğe sahip olmadıklarına inananlar olduğu ortaya çıkıyor.] Eylemcilerin siyasete inançları o kadar azdı ki herhangi bir talep bile dile getirmiyorlardı. Bunu, öfkelerini siyasi bir şekilde eklemleyebilecekleri hiçbir söylemin mevcut bulunmamasıyla açıklayabileceğimizi düşünüyorum. Sadece şiddet aracılığıyla ifade edilebiliyordu.

142
… bu tür olaylar, antagonizmaların agonistik bir şekilde ifade bulmasını sağlayacak kurumsal kanalların eksikliğinde, bu antagonizmaların şiddet olarak patlak vermesinin oldukça muhtemel olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. … Fransa’da Front de Gauche, Yunanistan’da Syriza tam da bu açığı kapamaya çalışıyor. Umalım ki bu ülkelerde, 2005 ve 2008 (Yunanistan)’dekilere benzer olaylar bir daha yaşanmasın.

Demokrasi mi, temsiliyet mi?

145
[Temsilî kurumların] şu anda içinde bulundukları liberal demokrat biçimlerinin bir kriz yaşıyor olduğu inkâr edilemez ancak çözümün, “temsili olmayan” bir demokrasi tesis etmekten geçtiğine ya da demokratik kazanımların yalnızca parlamento dışı mücadelelerce sağlanabileceğine inanmıyorum. [Bunlar siyaset karşıtı yaklaşımlar, çünkü] Temsiliyet sorunun kendisi olarak görülmeye başlandığı zaman amaç, kurumlarla yüzleşerek, onların temsil gücünü arttırmak ve onları daha hesap sorulabilir hale getirmek olmayacak; amaç, bu kurumları tamamıyla ortadan kaldırmak olarak tarif edilecektir.

146
… özcülük karşıtı yaklaşımın açıkça ortaya koyduğu gibi, kimlikler hiçbir zaman verili değildir, söylemsel inşa aracılığıyla üretilirler. Bu inşa sürecinin kendisi bir temsiliyet sürecidir. Kolektif siyasi özneler temsiliyet aracılığıyla meydana gelir ve ondan önce daha yaratılmamışlardır.


Chantal Mouffe’la Söyleşi
2007, Londra, Elke Wagner

149
[1985’te Laclau’yla birlikte kaleme aldığımız Hegemonya ve Sosyalist Strateji kitabında kuramsal amacımız] … 1960’lardan beri önemini gittikçe arttıran yeni toplumsal hareketler… sınıf tabanlı olmayan ve dolayısıyla da sadece ekonomik sömürüyle açıklanamayacak bu hareketlerin özgüllüğünü kavrayabilecek bir yaklaşım geliştirebilmekti. … Bu kuramı, iki farklı kuramsal yaklaşımı birleştirerek ortaya koyabileceğimize karar verdik: Derrida, Lacan ve Foucault’da -ama Amerikan pragmatizmi ve Wittgenstein’da da- bulduğumuz post-yapısalcı özcülük eleştirisi ve Gramsci’nin hegemonya anlayışına dair birkaç önemli fikir.

150
Antagonizma … olumsuzluğun kurucu bir özelliğe sahip olduğunu ve hiçbir zaman aşılamayacak olduğunu ortaya koyuyor. … rasyonel bir çözüme sahip olmayan çatışmaların mevcut olduğunu da gösteriyor bize. Bu da liberal yorumundan oldukça farklı bir çoğulculuğa işaret ediyor. … tüm fikirlerin nihai uyuşumunun imkânsız olduğunu ima eden bir çoğulculuk bu.

151
Toplum her zaman, olumsal/zorunsuz bir bağlamda belirli bir düzeni tesis etmeye çalışan bir dizi pratiklerin ürünüdür. … Olaylar her zaman başka bir şekilde gelişebilir. Bir düzenin varlığı, başka ihtimallerin dışarıda bırakılmasına bağlıdır. Belirli bir düzen her zaman, iktidar ilişkilerinin belirli bir konfigürasyonunu ifade eder [Baba, Efendi, Yargıç, Reis konfigürasyonları, Kojéve?]. … “Doğal” olmaktan oldukça uzak olan küreselleşmenin bugünkü durumu, neo-liberal hegemonyanın bir ürünüdür ve belirli iktidar ilişkileri tarafından şekillendirilmiştir.

152
… -ister üretici güçler, ister tarihin kuralları ya da tinin gelişimi olsun- nesnel güçlerin ortaya çıkardığı doğal bir düzenin var olmadığını anlamamız gerekiyor. … Özgürlük ve eşitlik ilkesinin mümkün olduğunca fazla sayıda toplumsal ilişkide etkin olmasını sağlamak adına, mevcut demokratik kurumların radikalleştirilmesini savunuyoruz.

153
Solun önündeki en büyük zorluk; feministler, ırkçılık karşıtları, gay hareketi ve çevre hareketince ortaya konan yeni talepleri, sınıf üzerinden dillendirilen taleplere balı bir şekilde eklemleyebilmenin bir yolunu bulabilmekti. “eşdeğerlilik zinciri”… Bu mücadelelerin tamamıyla birbirinden ayrılmasını savunan bazı post-modern kuramcıların aksine, solun, tüm bu farklı mücadeleler arasında bir eşdeğerlilik zinciri kurmasının gerekli olduğunu ileri sürdük. … Feministlerin, bu durumda, taleplerini sadece cinsiyet meseleleri üzerine kurmamaları, demokratik mücadeleler arasında geniş bir eşdeğerlilikler zinciri yaratarak başka grupların da taleplerini hesaba katmaları gerekir.

154
Kitabı kaleme aldığımız otuz yıl önce koşullar, demokrasinin radikalleştirilmesi için ne yazık ki çok daha elverişliydi. [1980’lerin başında sosyal demokrasi hala yaygındı. Sosyal demokrat partilerin kısıtlarını eleştiriyor ve demokratik siyasetin radikalleştirilmesini savunuyorduk. … sosyal demokrasinin kazanımlarının bu kadar kırılgan olduğunu kimse öngörememişti. … Reagan… Thatcher… Thatcherizm, sosyal demokrasinin hegemonyasının yerine, bugün hâlâ hâkimiyetini sürdüren neo-liberal hegemonyayı getirdi. Bugün kendimizi, eskiden yeterince demokratik olmadığı için eleştirdiğimiz en temel refah devleti kurumlarını savunurken buluyoruz. [vatandaşlık hakları “teröre karşı savaş” bahane edilerek topa tutuluyor.] Demokrasinin radikalleşmesi için mücadele etmek yerine, en temel demokratik kurumların daha da tahrip edilmemesi için mücadele etmek zorunda kalıyoruz. … [bugün] büyük bir eşdeğerlilik zincirine ihtiyacımız var.

155
… çoğu toplumsal hareketin, siyasi kurumlarla çalışmama konusunda gösterdikleri direnci endişe verici buluyorum. Örneğin bire bir katıldığım alter-küreselleşme hareketinde, hatırı sayılır bir kesimin, resmî kurumlara karşı son derece olumsuz fikirler taşıdığını fark ediyorum. İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında, sivil toplum hareketlerinin, siyasi kurumlardan uzak durması gerektiğini savunan Hardt ve Negri’den etkileniyorlar. Tüm bu “molar” (Deleuze ve Guattari’nin kullandığı bir terim) kurumları, “kapma aygıtları” olarak görüyor ve asıl mücadelenin, mikropolitikanın “moleküler” düzeyinde vuku bulduğunu iddia ediyorlar. Hardt ve Negri’ye göre, İmparatorluk’un çelişkileri, kendi sonunu ve Çokluk’un zaferini hazırlayacak. Aslına bakılırsa bu görüş, İkinci Enternasyonal’in determinist Marksizmini -farklı bir dille de olsa- yeniden üretiyor: Üretim güçlerinin çelişkileri, tek başına, kapitalizmin çöküşünü ve sosyalizmin zaferini hayata geçirecek. Hiçbir şey yapmamıza gerek yok; kapitalizmin sonunu beklememiz yeterli olacaktır. İmparatorluk’un perspektifi buna benziyor -tabii ki günümüz koşullarına uyarlanmış haliyle. Şimdi maddi olmayan emek merkezî role sahip ve devrimci özne proletarya değil, Çokluk. Ancak bildiğimiz determinist yaklaşım aynı. Farklı hareketler arasında siyasi birliğin oluşturulmasının gerekli olduğuna karşı çıkmaları da bundan kaynaklanıyor. En değer verdiğim siyasi soruyu hiç sormuyorlar: Çokluk nasıl politik bir özne haline gelecek? … Değişik mücadeleler arasında bir eşdeğerlik zinciri yaratmak için farklılıklarımızı nasıl örgütlemeliyiz?

156
[Marksizm ve liberalizmin siyasala dair bir kuramları yok.] Liberal kuramın siyasalın doğasını anlayamamasının iki kaynağı olduğunu savunuyorum: Rasyonalizm ve bireycilik.
[Rasyonalizm ve bireycilik siyasi kimliklerin inşasında harekete geçiren tutku boyutunun, duygulanımsal boyutun siyasette oynadığı mühim görevi göremiyor.] [Örneğin milliyetçilik bu boyutta çok güçlü]

157
Liberallere, kolektif bir özelliğe atıfta bulunan her şey, modern toplumlarda artık görmememiz gereken arkaik, irrasyonel bir şey olarak görünür.

[Carl Schmitt,] liberalizmin siyasalı kavrayamadığını ve siyasala dair söz üretmeye çalıştığında da ya ekonomiden ya da etikten kelimeler devşirdiğini iddia ediyor.

158
Antagonizma            dost-düşman ilişkisi
Agonizma                 birbirlerinin taleplerinin meşruluğunu tanıyan  
                                  muhalifler

[Agonizma] Çatışmalarına rasyonel bir sonuç bulamayacaklarını bilseler de bu muhalifler, çatışmalarını düzenleyecek birtakım kuralları kabul ederler. Muhaliflerin arasında, çatışmalı konsensüs diyebileceğimiz bir şey vardır: Siyasi birliklerini örgütleyen ahlâki-siyasi ilkeler konusunda hemfikir ancak bu ilkelerin nasıl yorumlanacağı konusunda ihtilaflıdırlar.

159
İhtilaflı siyaset modelinin artık işe yaramaz olduğunu ve sağ-sol ayrımının ötesinde düşünmemiz gerektiğini savunan Ulrich Beck ve Athony Giddens’ın görüşlerini … kusurlu buluyorum. Bana göre ihtilaflı model, demokratik siyasetin olmazsa olmazlarından. Tabii ki sağ-sol çatışmasını, bir tür özcü içeriğe sahiplermiş gibi düşünemeyiz. Bu kavramların farklı tarihî dönem ve bağlamlarda yeniden tanımlanmaları gerekir.

161
Demokratik siyasetin, insanlara, kolektif siyasi kimliklerle özdeşleşme seçeneğini sunmadığı yerlerde, insanların başka kolektif özdeşleşme kaynaklarına yöneldiğini fark ederiz. Örneğin dinî özdeşleşme biçimlerinin -özellikle Müslüman göçmenler arasında- önem kazandığını gösteriyor. Din, bir topluluğa mensup olma ihtiyacını karşılamakta, bir “biz” kimliği sağlamakta siyasal partilerin yerini almaya başlamış gibi. [bölgesel ya da milliyetçi özdeşleşme biçimleri…] Bence böyle bir olgu demokrasiye zarar verecektir, çünkü bu kimlikler, agonistik bir tartışmaya zemin oluşturamaz. … Biz-onlar ayrımı, toplumsal hayatın, ortadan kaldırılamaz bir parçasını oluşturur ve demokratik siyaset, bu ayrımın siyasi olarak inşa edilebilmesine imkân tanıyacak söylem, pratik ve kurumları sağlamak zorunda.

162
Toplumun karşısında duran sorunları siyasi bir çerçeveye oturtmamak ve bu sorunlara siyasi çözümler düşünememek, gittikçe daha fazla meseleyi ahlâki bir noktadan değerlendirmemize neden oluyor. Bu durum demokrasi adına oldukça vahim tabii, çünkü rakipler siyasi değil de ahlâki bir şekilde tanımlandığında, onları muhalif olarak görmek imkânsızlaşır; ancak düşman olarak görülebilirler.

163
İletişim araçları aslında toplumun aynasıdır. Elimizde agonistik bir tartışma olsaydı, bunun izdüşümünü medyada görebilirdik. … Solun, medyanın rolünden hayıflanacağına, onu, hegemonik mücadelenin sürdürülebileceği bir alan olarak görmeye başlaması gerekiyor.

164

[Örneğin iklim değişikliği ve çevreye dair sorunların küresel düzeyde çözülebileceği ortada]  ancak yalnızca küresel boyutta ısrarcı olup yaşam biçimlerinin çoğulluğunu görmezden gelmek bir hata.
.
.
.
.

09 Mayıs 2016

Jean Baudrillard - Transestetik

.
.
.




.
.

Transestetik
Jean Baudrillard

(Çev. Osman Akınhay), Edebiyat Eleştiri Dergisi, Sayı 6/7, Yaz, 1994, s.18-21


18
Sanat'tan dem vurmanın cazibesi her geçen gün artmaktadır. Ne var ki, serüven olarak Sanat'ın, yanılsama yaratma gücüyle, gerçekliği yadsıma yeteneğiyle, şeylerin daha üst düzeydeki kurallara uygun olarak konumlandığı gerçeklikle taban tabana zıt bir "başka sahne" kurma yeteneğiyle, varlıkların -bir tuvaldeki çizgiler ve renkler gibi- anlamlarını kaybetmeye, kendi varlık nedenlerinin ötesinde genişlemeye ve ivedi bir ayartma sürecinde ideal formlarını yeni baştan keşfetmeye yatkın oldukları aşkın bir figüre göre konumlandığı bir "başka sahne" kurma yeteneğiyle Sanat'ın ruhu, işte bu anlamıyla Sanat ölmüştür. … Günümüzün estetik alanında kendini kabul ettirecek bir Tanrı'ya yer yoktur artık.

19
Bu alandaki hiçbir şey başka bir şeyle çelişkili değildir. … Sadece bu eğilimlerin hiçbirinin kendilerine özgü bir ruhları bulunmaması nedeniyledir ki hepsi aynı kültürel mekânı paylaşabilirler; sadece bizde derin bir kayıtsızlıktan başka bir etki uyandıramayacak kadar güçsüz oldukları içindir ki biz onların hepsini aynı zamanda kabullenebiliriz.

Bizim toplumumuz, biçim, çizgi, renk ve estetik nosyonlardaki serbestliğiyle (bütün kültürleri, bütün üslupları harman edercesine karıştırabilmesiyle) genel bir estetikleşmenin yolunu açmıştır… bütün temsil ve anti-temsil modelleri ise gözden düşmüştür. Sanat bir zamanlar özünde bir ütopya (yani, son kertede gerçekliğe dönüştürülemeyecek bir şey) olduğu halde, bugün bu ütopya gerçekleşmiş durumdadır: Medya, bilgisayar bilimi ve video teknolojisi sayesinde şimdi herkes potansiyel bir yaratıcıdır.

20
[her şeyin metanın yazgısına bağlanması] Bu büyük girişim şimdi bütün dünyanın estetize edilmesine dönüşecek; dünyanın kozmopolit bir görünüm kazanması, imgelere dönüşmesi ve semiyolojik bir düzene kavuşması biçimini alacaktır. … Sistem, metanın artı-değerinden çok, göstergenin estetik artı-değerinden yanadır. [Aşağıda, bu nedenden dolayı sanata estetik bir boyutta değil, antropolojik bir boyutta yaklaşmamız gerektiğini ifade edecek…]

Biçimde baş döndürücü bir eklektizm, hazda baş döndürücü bir eklektizm -barokun gündemi zaten buydu. Ancak barokun gözünde eseri ortaya çıkarma kargaşasının somut bir boyutu vardır. [bizde ise en güncel imajlar tam anlamıyla görülecek hiçbir şeyin olmadığı görüntülerdir; hepsi de arkasında yok olan bir şeyin bulunduğu duygusunu taşırlar.]

Bizim imajlarımız ikonlara benzer: Bizim imajlarımız, bir yandan kendi varlığını sorgulamaya olanak tanırken, öbür yandan da sanata inanmayı sürdürmemizi sağlarlar. Blki bu yüzden günümüz sanatını bir ritüeller bütünü olarak düşünmemiz, … sanata, estetik yargıları hiçbir şekilde hesaba katmadan, yalnızca antropolojik bir açıdan yaklaşmamız gerekmektedir. Buradan varılacak sonuç, ilkel toplumların kültürel aşamasına geri dönmüş olduğumuzdur (Spekülatif sanat piyasası fetişizmi, sanatın aşkınlığı ritüeliyle ortak özelliklere sahiptir).

21

[kötüden daha kötü à kitch], [gerçeklikten kurtulunca, "gerçekten daha gerçek"e, "hipergerçeğe" ulaşırız], [trans-estetik simülasyon dünyası]


.
.
.
.

26 Nisan 2016

Arthur C. Danto - Sıradan Olanın Başkalaşımı

.
.
.
.

.
.

Sıradan Olanın Başkalaşımı   1981, 1983
Arthur C. Danto
(Çev. Esin Berktaş ve Özge Ejder) Ayrıntı Yayınları, 2012 İstanbul

İçindekiler
Önsöz
Bölüm 1 Sanat yapıtları ve Salt Gerçek Şeyler
Bölüm 2 Bağlam ve Nedensellik
Bölüm 3 Felsefe ve Sanat
Bölüm 4 Estetik ve sanat Yapıtı
Bölüm 5 Yorum ve Tanımlama
Bölüm 6 Sanat Yapıtı ve Salt Temsiller
Bölüm 7 Metafor, İfade ve Üslup


Önsöz

14
[Duchamp] ... sıradan varoluşları olan, yaşamdan alınmış Lebenswelt'in sanat yapıtlarına dönüşümünün ilk zekice mucizelerini o gerçekleştirmiştir. ... bir güzelliğin bulunmasının en zor olduğu yerlerde bulunabildiği uygulamalı görsel örnekler. ... Ancak Duchamp'ın eyleminin bu tür Hıristiyanlık estetiği gösterisiyle ilgili bir vaaza dönüştürülmesi [Aziz Luke, sıradan porselen kase -> beyaz ve parıltılı kase], onun derin felsefi özgünlüğünü gizler ve her durumda böyle bir yorum, estetik boyutları olmasının beklenmediği bu tür nesnelerin nasıl sanat eserine dönüştüğü sorusunu karanlıkta bırakır.

16
...sanatın geleneksel tanımının reddedilemez içi boşluğu... Birdenbire, 1960 ve 1970'lerin gelişmiş sanatında, sanat ve felsefe birbirleri için hazırdır. Birdenbire, aslında ayrı olduklarını söylemek için birbirlerine ihtiyaç duyarlar.


Bölüm 1. Sanat Yapıtları ve Salt Gerçek Şeyler

23
hareket felsefesi

Daha önceki yazılarımda, bilme yetisi ve performans arasında bir özdeşlik beyan etmenin çekiciliğine kapılmadan, eylem kuramı ile bilgi kuramı arasındaki yapısal pariteleri [eşlik, denklik, tam eşitlik, tam benzerlik] kullanmıştım.

Şİmdi, eylem felsefesi alanında, Wittgenstein tarzıyla, kolunu kaldırma olgusundan, kolunun yukarı doğru kalkması olgusunu çıkarttığında geriye neyin kaldığını sormanın yol gösterici olduğu kanıtlanmıştır. Wittgenstein'ın bu para-aritmetik soruya verilenler arasında tercih ettiği yanıtın "sıfır" olduğuna kaniyim. Yani benim kolumu kaldırmam ile kolumun yukarı doğru kaldırılması özdeştir. ... "Ne oluyorsa ben yapıyorumdur." ... kalkan kol kutsama ve tembih arasındaki farkları belirsizleştirmenin yanısıra, İsa'nın sergilerken temsil edildiği varsayılan türden basit bir eylemin aksine, sıradan bir refleks, tik ya da spazm yüzünden istem dışı kalkan bir kolun eylemi ile başka bir tür eylem arasındaki farkları da belirsizleştirir. Temel bir eylem ile salt bir beden hareketi arasındaki fark ile sanat yapıtı ile salt bir "şey" arasındaki farklar birçok açıdan paralellik içindedir.

24
Wittgenstein'ın takipçileri, sonunda eylem alanında yine de geriye bir şeylerin kaldığını fark ettiler. Bu da bir eylemin bedensel hareket artı x olduğu bir formül ortaya koydu ki yapının paritesi gereği buradan da sanat yapıtının maddi bir nesne artı y olduğu başka bir formül ortaya çıkardı. Her iki alanda da problem, sırasıyla x ve y'nin felsefe için saygın bir çözümdür. Erken dönem Wittgenstein çözümü şöyleydi: Bir eylem, bir kural içeren bedensel bir harekettir. Söz konusu çözümün yanıtsız bıraktığı ayrımlardan birisi, faili tarafından içselleştirilmiş ve kuralınca gerçekleştirilmiş sayılması için -pratik ve ikna edici bir örnek vermek gerekirse, işaret etmekteki gibi- yeterince istemli olan bedensel hareketler ile dışardan bunlardan kolaylıkla ayrılamayan, tik ve spazmlarda olduğu gibi istem dışı bedensel hareketler arasındadır.

25
[Kurumsal Sanat Kuramı] Bizi hâlâ, biri sanat yapıtı olan, diğeri olmayan, ayırt edilmez nesnelerle baş başa bırakır.

... bir sanat yapıtına haklı olarak bir ifade denir; çünkü ona, onu yapanın bir duygusu ya da hissi neden olmuştur ve o da aslında bunu ifade eder. O halde bir sanat yapıtı ile bir eylem tam da zihni nedenlerin sıralı düzeni ve bir duygunun ifadesi olmakla, bir niyetin uygulaması olmak arasındaki fark bakımından ayrılır. Kuramın zorlukları da vardır şüphesiz. Sanat yapıtlarını, duyguların ifadesi olan ama sanat yapıtı olmayan bir dizi şeyden -sözgelişi, gözyaşı, ağlama, surat ekşitme- ve bir duygunun içsel ortaya çıkışı, sanat yapıtlarını bir iç geçirmeden ayırt edemeyeceğinden, dışsal bir işaretin aranması anlaşılırdır. Ancak ... dışsal bir işaret olamaz. Ayırt edici özellikler ne içsel ne de dışsal olduğundan, Wittgenstein'ın başlangıçtaki tepkisinde dile getirdiği sanatın tanımlanamaz olması gerekliliği görüşüne ve (üzerine daha çok düşünülmüş olan tepkisinde daha sonraları dile getirdiği) bir tanımın kurumsal faktörler tarafından kotarıldığı iddiasına sempati duymak kolaydır. Ancak en azından ayırt edilemezlerle kuşatılmış hiçbir şeyin, iyi bir sanat kuramı -ya da herhangi bir konudaki iyi bir felsefi kuram- için uygun zemin olamayacağını görebilmiş olduk.

26
J. ...  bir ayna sergiledi. Sanat dünyası bu türden bir olaya hazırlıklıydı ve bunun bir sanat yapıtı olup olmadığı sorusu kışkırtılmadı. Ancak bu aynayı, neyin bir sanat yapıtı yaptığı sorusu felsefi açıdan önemsiz değildir.

27
"Sanat yapıtı" ne türden bir sıfat ki kendini sanat yapıtı olarak kabul ettirebiliyor.

29
Sartre öznenin bilincinde hallerinin doğrudan ve dolaysız türden bilgisini, öznenin nesnelere dair bilgisinden ayırır. Her ne kadar nesnelere dair bilgimiz de onların bilincinde olmayı gerektirirse de, kendimizin de bir nesne olduğunun ve neticede dünyada bir şey olduğumuzun bilincinde olmadan onların nesne olduklarının, dünyamızın şeyleri olduklarının bilincindeyizdir. Kendi kendinin bilincinde bir bilinç, Kendi-için (Pour soi), kendisinin bir "kendilik" olarak ve bilincinde olduğu nesnelerden biri olmadığının bilincinde olan bir varlıktır. Böyle karakterize edildiğinde, Pout soi'nin içsel yapısı kendi kendini herhangi bir nesne olarak kavramaya izin vermez zira salt şeylerin ait olduğu ontolojik düzenden radikal olarak farklı bir düzene aittir.

30
Platon, ... mimetik sanatın tehlikeli olduğunu öne sürmüştür... bu tür sanatın gerçeklikle arasında garip bir mesafe vardır. Burada Platon'un gerçeklikten kastı, esasen formlar olarak adlandırdığı gerçekliktir. Sonuçta sadece formlar gerçektir; çünkü onlar değişikliğe kapalıdırlar. Şeyler gelip geçicidir, şeylerin birer örnekleri olduğu formlar gelip geçmez -mutlaka örnekleri azalıp çoğalabilir- ancak formların kendileri bu örneklerden bağımsız olarak varolmaktadır. Dolayısıyla Yatak formu marangozlar tarafından çalışılarak bu genel formdan pay alan tekil yataklardan ayrı tutulmalıdır. Bu yataklar yataklıklarını adeta bu formdan pay aşmalarına borçludur ve bu durum onları örnekleri oldukları formdan daha az gerçek kılar. Yatak taklitleri ise, yatağın örneği dahi sayılmazlar: Bunlar sadece yatakmış gibi görünür, görünüşün de görünüşü olmalarıyla gerçeklikten iki derece uzaklaşmışlardır; böylece ancak en düşük ontolojik statüde yer alırlar. Ancak sanatçıların yaptıkları sanatseverlerin ruhlarını gölgenin de gölgesi sayılacak şeylerle okşayarak onların dikkatini sadece gündelik nesneler dünyasından uzaklaştırmakla kalmayıp aynı zamanda bu gündelik nesnelerin dünyasını anlaşılır kılan ve daha derin bir alanı oluşturan formlardan da uzaklaştırır. Felsefenin amacı tam da bu yüksek gerçekliğe dikkat çekmektir.

32
O halde sanata bakışımızı ... en ilkel hale getirelim... taklit ile gerçeğin arasındaki boşluk / sanat ile yaşam arasındaki boşluk...

37
Belli bir eylemin ardından "niyetim bu değildi" gibi bir ibarenin geldiğini düşünelim. Bu ibare bahsettiğimiz eylemi niyetle yapılmış olan benzer bir eylemin uyandıracağı değerlendirmeler ve tepkiler çerçevesinden uzaklaştırır. Aynı etkiyi şu ibareler de yapar: "Sadece şakaydı" veya "sadece bir oyundu" veya "sadece eğlence olsun diye" veya sonuçta "bu bir sanat yapıtı". O halde bir sanat yapıtı olduğu halde tıpkı bir yatağa benzeyen çünkü gerçekten bir yatak olan J.'nin yatağı hakkında ne diyeceğiz? J. bize buyrun yatın, hiç sakıncası yok vs. demektedir. Biz ise ihtiyatlı bir şekilde teklifini kabul ederiz, ihtiyatlıyızdır; çünkü yatakları nasıl kullanacağımızı çok iyi bilsek de aynı zamanda sanat yapıtı olan yataklarla ne yapacağımızdan hiç ama hiç emin değilizdir. Zaten alelade bir yatakla ilgili böyle güvenceler vermek epey şaşırtıcı olurdu. Her halukarda oyunlar, büyüler, rüyalar ve sanat, kavramsal olarak birbirine çok yakın olup dünyanın dışındadırlar, dünyaya tam da bizim incelemeye çalıştığımız türden benzer bir mesafede dururlar.

38
[temsil] [Nietzsche, Tragedya'nın Doğuşu] [Dionizyak ayinler] [katılımcıların sarhoşluk ve cinsel oyunlar yoluyla kendilerini Dionisos'la bağdaştırılan bir coşkunluk haline soktukları orji-vari etkinlikler] [ölçüsüz cinsel ahlaksızlıklar; en korkunç vahşi içgüdülerin salıverilmesi; şehvet ve zalimliğin birleştiği nokta] Amaç kısaca rasyonel yetileri ve ahlaki engelleri köreltip benlikler arasındaki sınırları yıkarak tanrının kendisini katılımcılara göstereceği doruk noktasına ulaşmaktı. Her seferinde tanrının gerçekten orada olduğuna inanılırdı, bu da temsilin ilk anlamıdır. Belli bir zaman sonra bu ayinler yerlerini sembolik mizansenlerine, yani trajij dramaya bıraktılar. Sonradan koroya dönüşecek katılımcılar ayinin gerektirdiği hareketleri yapacaklarına dansı taklit ederek bir tür bale yapmaya başladılar. [Dionisos'un yerine çıkan temsili bir kişi] ... temsilin ikinci anlamı... Bir şeyin temsil edilmesi başka bir şeyin yerine geçmesidir...

[temsilin iki anlamıyla görüntünün iki anlamının benzeşmesi] Görüntünün birinci anlamı, nesnenin kendisinin görünmesidir. ... İkinci anlamı ise, ... görüntüyü gerçeklikle kıyasladığımız ve örneğin güneş olduğunu sandığımız bir şeyin aslında "sadece bir görüntü", mesela güneş benzeri bir biçim, bir parça ışık çıkması durumunda oluşur. [Ayindeki Dionisos birinci, trajik mizansenlerdeki Dionisos ikinci anlamda görülür.

43
Niyet edilen gerçeklik derecesi ne kadar büyük olursa, bunun gerçeklik değil sanat olduğunu hatırlatan dışsal işaretlere duyulan ihtiyaç da o kadar büyük olur. Yapıtın gerçekçiliği azaldığında, bu tür bir ihtiyaç da azalır. ... Tiyatroyu sokağa taşıdığımızda da aynı durum geçerlidir. Bu insanların gerçek eylemler içindeki gerçek insanlar değil rol yapan aktörler olduğunun, izleyiciler açısından çok açık olduğuna güvenmek gerekir. Maske, özel kostüm, makyaj, karakteristik tonlamalar ve benzeri araçlara duyulan ihtiyaç bu sebepledir.

45
... sanat, tam da olanaklı olana benzemesi bakımından, taklittir. Bu bir anlamda Sokratizm ise de Republic'in 10. kitabında Sokrat tarafından sorulan şu soruyu karşısında bulur: Sanatın, içsel içerik bakımından yaşamla arasındaki farkın belirmesine engel olacak kadar ona benzer olanı barındırmasının anlamı nedir? Halihazırda sahip olduğumuz bir şeyin kopyalanması, hangi iyiye ya da ihtiyaca yanıt verir?

50
Sanatta devrimlerin, ... iki uç arasındaki -aşırı gerçekçilikten, aşırı gerçekçiliğe- salınımlar üzerinden betimlendiği düşünüldüğünde, hangi yöne gidersek gidelim, ikilem kaçınılmaz gibi görünüyor. ... bir sanat kuramını neyin üzerine oturtacağız? ... Buraya kadar elimizdeki tek şey, bu diyalektik komedinin kendi kendini sahnelemesine izin verilen uzamda tanımlanan "adetler"di. Bu doğal olarak bir sonraki yanıtı gündeme getiriyor ki o da sanat ve gerçeklik arasındaki farkın salt bu adetlerle ilişkili olduğu ve adetler neyin sanat yapıtı olmasına izin verirse onun sanat yapıtı olduğudur.

... "sanat yapıtı olmak" onurlu bir yüklem midir?


Bölüm 2.  Bağlam ve Nedensellik

53
... herhangi bir şiirin basılı olduğu bir kitabın bir kopyasını yakabilirim, ancak bunu yaparak şiiri yakmış olmam zira sayfa zarar görmüştür şiir değil.

[Platonik form] ... kopyaları zarar görse de form etkilenmeden kalır, zira form mantıksal olarak yıkılamaz olandır; çünkü ebedidir... Çoğu zaman şairler ve filozoflar sanat yapıtının fiziksel varlığı ile ilişkisini yüzeysel olarak düşünmüşlerdir.

hamlet'i oynayan adama olgun bir domatesle vurabilirim ama Hamlet'e vuramam... [Yeats] "Bir kere doğanın dışına çıkınca bir daha asla girmeyeceğim/Doğal olanın formuna" ... Schopenhaeur da sanatı benzer şekilde yüceltir... "Sanat deha işidir" diye över ve ekler: "saf tefekkür ile kavranan dünyadaki fenomenler arasındaki en özsel ve kalıcı olan ebedi düşünceleri tekrarlar ve üretir." Bütün bunlar övgü dolu kuramlardır ve ironik şekilde sanat yapıtlarına tam da Platon'un formlara kıyasla sanat yapıtlarında mevcut olmadığını iddia ettiği birtakım muhteşem özellikler bahşetmektedir. Ancak şimdi sadece, bir şarkının kayıtları ile arasındaki ilişkinin, bir hava raporunun kayıtları ile arasındaki ilişkiyle aynı olmasına tekrar dikkati çekmeye değer. ... bütün bu kavram kargaşası... tümeller tartışmasının basit bir tezahürüdür. ... Leibniz'e ait bir kurama göre eğer iki şey tıpatıp aynı özellikleri taşıyorsa özdeştir. ... [Borges] bakışlarımızı şeylerin yüzeylerinden kaydırmaya ve belirgin sanat yapıtları arasındaki farkların, eğer yüzeyde değilse, nedere olduğunu sormaya zorlar.

55
[Menard,'ın Kişot'u ile Cervantes'in Kişot'u]

66
... Picasso, sıradan olanı başkalaştırmakla ünlüdür.

68
apropos de rien    Hiçbir şeye göndermede bulunmadan.


Bölüm 3.  Felsefe ve Sanat

75
... sanat ve felsefeyle alakalı diğer şeylerin kesiştiği noktalarda filozof, sanattan tam da kendi dertlerine uygun olanları seçerek sisteminin tüm yükünü bunlara taşıtmaya meyleder.

76
Sanat aslında Hegel'in, tinin kendi kendinin bilincine yönelimini ortaya koyan tarih öğretisinde açıklık kazanır. Sanat, tarihin bu kurgusal seyrini kendi kendisinin bilincine dönerek tekrar eder. Sanatın bilinci, sanatın düşünümsel olmasındadır ki bu da felsefeyle ilişkisine dayanır. Zira bu, felsefenin de bilincidir.

77
Wittgenstein'a göre, Tractatus'ta saçma olarak damgalanan felsefe, her zaman sorunlu olmuştur; çünkü kendi önermelerinde -onlara önerme denebilirse- dünyanın nihai temsilinde yer bulamamaktadır. Önce amaçsız sonra da nihayet Felsefi Soruşturmalar'da saçma damgasını yemesinin sebebi, sözlerine yaşadığımız hayatların formunda yer bulunamamasıdır.

78
... Wittgenstein'ın tezi bir sanat tanımının yapılamaz dahası yapılmasının gereksiz olduğu yönündedir.

83
... sanatsal istikrar dönemlerinde sanat yapıtı olanları tümevarım yoluyla tanımış ve elimizde son derece tesadüfi bir genellemeden başka bir şey yokken bir sanat tanımımızın olduğunu düşünmüş olabiliriz. Weitz ve Kennick kendileri de bir şeyin, genellemeleri tepetaklak ederek sanat dünyasına girebileceğini hatta gerçekten sanat yapıtı olabileceğini ve sanatta genellemelerin olamayacağını -sınırlarda sanatın her zaman devrim yapması olanaklı olduğundan- kabul etmiştir: Bugünün genellemesi, yarın unutulmuş olacaktır.

99
Felsefenin olmadığı kültürlerde gerçekliğin temsili, tutarsız semantiğinden emin olmak adına arındırılmış Tractatuscu bir dil olurdu. Üyeleri tabii ki dünyayı temsil edebilirlerdi ve kesinlikle bir tür doğa bilimleri olurdu. Ancak felsefeleri olmazdı zira felsefe gerçekliğin, onu elde etmek için, bir tür mesafede tutulmasını ve dolayısıyla da bir tarafında gerçekliğin, diğer tarafında da evrensel olarak ona karşıt olduğu düşünülen başka bir şeyin yerleştirildiği bir aralık gerektirir.

102

Bir sınıf olarak sanat yapıtları "başka her anlamda" gerçek de olsalar, gerçek şeylerle karşıttır, tıpkı kelimeler gibi.


.
.
.
.

25 Nisan 2016

The Hit - 1984

.
.
.
.



The Hit, Stephen Frears, 1984

00:58:08,355 --> 00:58:32,213

Sana bir zamanlar okuduğum bir
şeyi söyleyeyim, Myron.

Anlaşılan ölümden sonra
insana olanlar...

...ölümden önce olanlardan
pek farklı değil.

Fiziksel olarak söylüyorum.

Hepsi aynı sürecin bir parçası.

Biliyor musun?

Eğer her şey hep aynıysa,
o zaman endişelenmemelisin.



(Not: Film öyle aman aman bir şey değil; şu tavsiye etmek denen şeyi asla yapmıyorum. Sadece, filmde geçen bu sözler beni şaşırttı. Çünkü aynı şeyleri, aynı sözcüklerle daha önce telaffuz etmiştim. Sadece bu...)

.
.
.
.