.
.
.
.
.
.
Foucault 1986
Gilles
Deleuze
(Çev.
Burcu Yalım - Emre Koyuncu), Norgunk Yayınları 2019 İstanbul
İçindekiler
Arşivden
Diyagrama
Yeni
Bir Arşivci (Bilginin Arkeolojisi) 21
Yeni
Bir Kartograf (Gözetleme ve Cezalandırma) 39
Toploji:
“Başka Türlü Düşünmek”
Katmanlar veya Tarihsel
Formasyonlar:
Görünür Olan ve Söylenebilir
Olan (Bilgi) 61
Stratejiler veya Katmanlaşmış
Olan:
Dışarının Düşüncesi (İktidar) 81
Katmanlar veya Düşüncenin
İçerisi (Özneleşme) 102
Ek
İnsanın Ölümü ve Üstinsan Üzerine 133
Kısaltmalar:
HF : Klasik Çağda Deliliğin Tarihi, 1961
RR : Raymond Roussel, 1963
NC : Kliniğin Doğuşu, 1963
MC : Kelimeler ve Şeyler, 1966
PDD : Dışarının Düşüncesi, 1966
QA : Yazar Nedir? 1969
AS : Bilginin Arkeolojisi, 1969
GL : Jean-Pierre Brisset’nin Mantıksal
Dilbilgisi İçin Önsöz, 1970
OD : Söylemin Düzeni, 1971
NGH : Nietzsche, 1971
CNP : Bu Bir Pipo Değildir, 1973
MPR : Ben Pierre Riviére... 1973
SP : Gözetleme ve Cezalandırma, 1975
VS : Bilme Arzusu (Cinselliğin Tarihi
I), 1976
VHI : Rezil İnsanların Yaşamı, 1977
UP : Zevklerin Kullanımı (Cinselliğin
Tarihi II), 1984
SS : Kendilik Kaygısı (Cinselliğin
Tarihi III), 1984
7
Deleuze’ün
Foucault’nun ölümünden iki yıl sonra yayımladığı bu kitap…
[Deleuze’ün
Foucault’yu okuması…] Bunu yaparken düşüncenin bir “pratik” olarak ortaya
konması [her ikisinin de] düşüncelerinin içkinliğinin adeta kaçınılmaz
sonucudur.
21
Yeni arşivci
bundan böyle sözcelerden başka bir şeyi dikkate almayacağını ilan eder.
Kendinden önce gelen arşivcilerin bin bir farklı şekilde ele aldığı şeylerle
ilgilenmeyecektir: önermeler ve cümleler. Birbirleri üzerine istiflenen
önermelerin dikey hiyerarşisini, ama aynı zamanda da cümlelerin her birinin bir
diğerine yanıt veriyor gibi göründüğü yataylığı da kale almayacaktır. Bunun
yerine kendisini, daha önce kavranamayanları, yani sözceleri okunabilir kılan
bir çeşit diyagonalin içerisinde ve hareket halinde konumlandıracaktır. Buna
atonal mantık mı diyeceğiz? Burada bir endişeye kapılmak normal zira bu arşivci
bilhassa örnek vermemektedir. Daha önceleri, o sırada kendisi dahi bunların
örnek olduğunu bilmeden, mütemadiyen örnek vermiş olduğunu düşünmektedir. Şimdi
ise, analiz ettiği tek gerçek örnek özellikle endişelendirmeye yöneliktir:
Rasgele yazdığım veya bir daktilonun klavyesinde bulundukları şekliyle
kopyaladığım bir harf dizisi. “Daktilonun klavyesi bir sözce değildir; ama bir
daktilo kılavuzunda sıralanan bu aynı harf dizisi, A, Z, E, R, T, Fransızca
daktiloların benimsediği alfabetik sıranın sözcesidir.” Bu gibi çokluklar
hiçbir düzenli dilbilimsel yapıya sahip değildir fakat yine de sözce teşkil
ederler.
22
Sözceler alanında
ne olası ne virtüel bulunur, orada her şey gerçektir ve her gerçeklik de açık
olarak bulunur...
23
... hareketli bir
diyagonal... Bu sıra dışı hareketler, taşınmalar, boyutlar ve dekupajlara, bu
“boşluklu ve parçalı forma” olanak veren ve, sözceler anlamında, yalnızca az
sayıda şeyin söyleniyor olması değil, fakat “az sayıda şeyin söylenebilir
olması” karşısındaki şaşkınlığımıza da yol açan bu uzayın seyrekleşmiş
doğasıdır.
Bir sözce daima
kendisine karşılık gelen bir uzayda dağılan bir tekillik, tekil noktalar
yayılımı temsil eder. Bu uzayların kendilerinin oluşumları ve dönüşümleri ...
yaratım, başlangıç veya kuruluş terimlerinde çok kötü ifade bulan topolojik
problemler ortaya koyarlar. Üstelik, belirli bir uzayda çalışırken, bir
yayılımın ilk kez mi gerçekleştiğinin ya da bir tekrar veya yeniden üretimden
mi ibaret olduğunun pek önemi yoktur. Önemli olan sözcenin düzenliliğidir...
24
Bir sözce üretmek
için bir kimse olmaya ihtiyaç yoktur ve bir sözce ne bir cogito’ya ne bu
sözceyi mümkün kılacak aşkın bir özneye ne bunu ilk kez telaffuz edecek,
yayacak ve yeniden biçimlendirecek Zamanın Ruhuna göndermede bulunur. ... Tıpkı
Bergsoncu hafızada olduğu gibi, sözce kendini kendinde, kendi uzayında muhafaza
eder ve bu uzay sürdükçe ve yeniden kuruldukça varolmaya devam eder.
Sözce etrafında üç
uzay dilimi gibi üç çember ayırt etmemiz gerekir. Öncelikle yakın uzay,
yani aynı gruba ait başka sözcelerden oluşmuş, ilişkili veya bitişik uzay bir
uzay. ... Ne sözcelere kayıtsız homojen
bir uzay, ne konumlanmamış olarak kalan sözceler bulunur; bu iki unsur oluşum
kuralları düzeyinde birbiriyle karışır. Önemli olan, oluşum kurallarının ne
önermeler için olduğu gibi aksiyomlara ne de cümleler için olduğu gibi belli
bir bağlama indirgenmeye olanak verdiğidir. Önermeler dikey olarak, içsel
sabitler belirleyen ve homojen bir sistem tanımlayan daha üst düzeydeki aksiyomlara
göndermede bulunur. Hatta böylesi homojen sistemler tesis etmek dilbilimin
bizzat koşullarından biridir. Cümlelere gelince, bazı dışsal değişkenler
uyarınca üyelerinden biri bir sistemde, bir diğeri başka bir sistemde
bulunabilir. Sözce ise bambaşka bir şeydir: tabiatına ait bir değişkenlikten
ayrı düşünülemez. Bundan dolayıdır ki kendimizi asla tek bir sistemde bulmayıp
(aynı bir dilin içinde dahi) bir sistemden diğerine geçip dururuz. Sözce
yanlamasına ya da boylamasına değil, çaprazlamasına işler ve kuralları da
kendisiyle aynı düzeyde bulunur. [bir Siyahinin nasıl “Black English” ile
“standart Amerikan İngilizcesi” arasında birinden diğerine atlayıp (durması)] …
her sözce … bir çokluk teşkil eder: bir yapı veya sistem değil, bir çokluk.
Cümlelerin diyalektiğine olduğu gibi, önermelerin tipolojisine de karşıt gelen
sözceler topolojisi.
25
Aynı bir dilde
işlermiş gibi göründükleri zaman bile, söylemsel bir formasyonun sözceleri
onlarca sistem veya dilden geçerek tasvirden gözleme, hesaba, kuruluma ve reçeteye
doğru gider (19. yy’daki tıbbi sözceler örneği). O halde bir sözce grubu ya da
ailesini “oluşturan” şey aynı düzeyde bulunan geçiş veya değişkenlik
kurallarıdır; bu kurallar “aile”yi bu haliyle bir dağılım ve heterojenlik aracı
haline getirirler, yani homojenliğin tam tersi. [Her sözce] ... bir çokluk
teşkil eder: bir yapı veya bir sistem değil, bir çokluk. Cümlelerin
diyalektiğine olduğu gibi, önermelerin tipolojisine de karşıt gelen sözceler
topolojisi.
İkinci uzay
dilimi, ilişkili uzayla karıştırılmaması gereken bağlaşık uzaydır.
Bu defa, sözcenin artık diğer sözcelerle değil, kendi özneleri, nesneleri,
kavramları ile olan ilişkisidir söz konusu olan. ... Burada söz konusu olan,
açıkça formüle edilmiş olmadığında dahi, O’na indirgenemeyecek dilbilimsel kişi
olan BEN, yani harekete geçiren veya özgöndergesel olan “Ben”dir.
[Dipnot 7: …
Almanca cümleler, sözcenin nesnesi çok ham kaldığı anda, Latince segmentlere
müracaat eder.]
26
[sözce ailesine
göre belirlenen bir “kişi-olmayan”, bir “O” veya bir “BİRİ”, “O konuşuyor” veya
“Konuşuluyor”un kipleri] Foucault burada her türlü dilbilimsel personolojiyi
yadsıyan ve özne yerlerini anonim mırıltının derinliğinde konumlandıran
Blanchot’ya katılır. İşte Foucault’nun bulunmak istediği yer de bu başı sonu olmayan
mırıltı, sözcelerin ona tayin ettiği bu yerdir. Ve belki de bunlar Foucault’nun
en can alıcı sözceleridir.
27
hipnogoji durumu
... her şeyin
olanaklı olduğu boş bir niyetsellik (genel olarak kurmaca)
28
Sözceler
kelimelerden, cümlelerden veya önermelerden ayrılıyorsa, bu onların özne, nesne
ve kavram fonksiyonlarını kendi içlerinde “türev” biçiminde barındırmalarından
kaynaklanır. Daha doğrusu özne, nesne ve kavram ilksel fonksiyonlardan veya
sözceden türetilen fonksiyonlardan ibarettir. ... İçsel sabit ve dışsal
değişken yoluyla işleyen kelimeler, cümleler ve önermeler sistemi, kendi
tabiatında olan bir değişkenlik ve içsel bir değişken esasına göre işleyen
sözceler çokluğuyla birbirine karışır. Kelimeler, cümleler ve önermeler
açısından tesadüfi görünen şeyler sözceler açısından kural haline gelir.
Geriye kalan
üçüncü uzay dilimi dışsaldır: Bu, tamamlayıcı uzay veya söylemsel olmayan formasyonların uzayıdır (“kurumlar,
siyasi olaylar, ekonomik pratik ve süreçler”). Foucault’nun siyaset felsefesi
kavrayışının ana hatlarını çizdiği nokta budur. Herhangi bir kurumun kendisi
anayasa, anlaşma, sözleşmeler, notlar ve kayıtlar gibi birtakım sözceler taşır.
Öbür taraftan, sözceler hem sözcede böyle bir yerde ortaya çıkan nesneler için
hem de bu yerlerden konuşan öznenin oluşumu için şart olan kurumsal ortama
gönderme yaparlar (örneğin, belli bir dönemde yazarın toplumdaki pozisyonu,
hekimin hastanedeki ya da muayenehanedeki pozisyonu ve yeni nesnelerin ortaya
çıkması). ... söylemsel olmayan ortamlarda söylemsel ilişkiler.
29
Orijinal-banal
ayrımı artık geçerli olmadığından, tekrar edilebilme durumu sözceye
aittir. Bir cümle yeniden kurulabilir veya yeniden çağrılabilir, bir önerme
yeniden aktüelleştirilebilir ama yalnızca “sözce tekrar edilebilme kapasitesine
sahiptir”. Yine de tekrarın gerçek koşulları son derece katıdır. Dağılım alanı,
tekilliklerin yerleşimi, yerlerin sırası, kurulmuş olan ortamda ilişki hep aynı
olmalıdır: Tüm bunlar sözce için sözceyi tekrarlanabilir kılan bir
“materyallik” teşkil eder.
30
Mesele şu ki bir
sözce kendini daima kendisiyle aynı seviyedeki başka bir şeyle, yani
(sözcenin anlamı veya unsurlarıyla değil) sözceye ilişkin bir başka şeyle
kurduğu spesifik ilişkiyle tanımlar. Bu “başka şey” bir sözce de olabilir ki bu
durumda sözce açıkça kendini tekrar eder. Ancak neredeyse zorunlu olarak bir
sözceden başka bir şeydir: bir Dışarıdır. Bu, belirlenimsizlik noktaları
olarak saf bir tekillikler yayılımıdır. ... Dolayısıyla, Foucault için en büyük
problem sözcenin varsaydığı bu tekilliklerin mahiyetini açığa çıkarmak
olacaktır.
31
Foucault, Kelimeler
ve Şeyler’de meselenin aslında ne şeyler ne de kelimeler olduğunu söyler.
Mesele ne nesne ne öznedir. Ne cümle ne önerme, ne gramer ne mantık ne de
semantik analizidir. Sözceler, kelimeler ve şeylerin sentezleri olmaktan veya
cümle ve önermelerin bileşikleri olmaktan çok öte, tam tersine, zımnen onları
varsayan cümleler ve önermelerden önce gelirler, kelimeleri ve nesneleri
oluştururlar. ... Arkeoloji’nin sonucunun davet ettiği, etkin “söylem”in
benim hayatıma ve ölümüme kayıtsız bir “dışarı”nın dahilinde oluştuğu ve
devrimci pratikle buluşturulması gereken genel bir üretim teorisi değilse
nedir? Zira söylemsel formasyonlar gerçek pratiklerdir ve bunların konuştuğu
diller evrensel bir logos’tan ziyade birtakım mutasyonları harekete
geçirmeye ve bazen de dışavurmaya yönelik ölümlü dillerdir.
32
Yalnızca seyrek
çokluklar vardır; tekil noktalarla, bir an gelip özne işlevi görecek olanların
dolduracağı boş yerlerle ve birikebilen, tekrarlanabilen ve kendini kendinde
muhafaza eden düzenliliklerle... Çokluk aksiyomatik ya da tipolojik değil,
topolojiktir. ... Maurice Blanchot’nun ortaya koyduğu edebi üretim mantığında
izlediği yol da buna benzer: bilince veya bir özneye verilen biçime ve
farklılaşmamış bir dipsizliğe aynı anda meydan okuyacak şekilde tekil olan ile
çoğul olan, nötr olan ile tekrar arasında olabilecek en kuvvetli bağ. ...
[Çağlar ve tarihsel formasyonları çokluklar olarak ele almak] Yapı
önermeseldir, iyice belirlenmiş bir düzeye atfolunabilir aksiyomatik bir
karakteri vardır, homojen bir sistem oluşturur. Halbuki sözce, düzeyleri
çaprazlamasına kesen, “olası bir yapılar ve birlikler alanının içinden geçen ve
bunları somut içeriklerle zaman ve mekânda açığa çıkaran” bir çokluktur. Özne,
cümlesel veya diyalektiktir, söylemi başlatan birinci şahıs karakterine
sahiptir. Halbuki, sözce özneye dair bir şeylerin yalnızca üçüncü şahısta ve
türetilmiş bir fonksiyon olarak tutunabildiği ilksel bir anonim fonksiyondur.
33
[iki uç tavır, iki
kutup: yorumlama ve biçimselleştirme] ... mantık aynı bir cümlenin esasında
sözgelimi iki önerme içerdiğini göstermenin, yoruma dayalı disiplinler ise bir
cümlenin doldurulması gereken boşlukları olduğunu göstermenin peşine düşer.
Foucault çok farklı
bir projenin hakkını aramaya girişir: dictum’un [dikta’nın tekili,
vecize, atasözü, özdeyiş, hüküm, görüş, kanaat] pozitifliği olarak söylenenin
basit işlenimine, yani sözceye varmak. ... sözce dolayımsız olarak görünür de
değildir; gramatik ya da mantıksal bir yapı kadar açık bir şekilde verili
değildir. Sözce görünür olmadığı gibi gizli de değildir.” Foucault
ayrıca, çok önemli sayfalarda, hiçbir sözcenin örtük bir varlığı olamayacağını
zira sözcenin etkin olarak söylenene dair olduğunu gösterir; içerdiği
eksiklikler veya boşluklar gizli anlamlarla karıştırılmamalıdır ve bunlar
yalnızca sözcenin bu “aile”yi oluşturan dağılım alanındaki varlığına işaret
eder. Ancak, öteki taraftan, söylenenle aynı düzeydeki bu işlenimi bulmak bu
kadar zorsa, bunun nedeni sözcenin dolayımsız olarak algılanabilir olmaması ve
her daim cümleler ve önermelerle örtülü olmasıdır. Bunun “kaide”sini keşfetmek,
bunu cilalamak ve hatta biçimlendirmek, icat etmek gerekir.
34
Kelimeler,
cümleler ve önermeler…
[Foucault
genellikle büyük isimleri alıntılamaktan olabildiğince imtina ettiğini
söylemekte haklıdır.]
Külliyette tutulan
kelimeler, cümleler ve önermelerin belirli bir problem tarafından harekete
geçirilen farklı iktidar (ve direniş) odakları etrafında seçilesi gerekir.
Sözgelimi, 19. yy’da “cinsellik” külliyatı: Günah çıkarma odasında karşılıklı
söylenen kelimeler ve cümleler, ahlak kılavuzlarında yazılan önermelerin peşine
düşülecek ve ayrıca başka odak noktaları, okul, doğum, evlilik kurumları, vs.
de göz önünde bulundurulacaktır.
35
… (sözceye dair
hiçbir varsayımda bulunmayan) külliyat bir kez oluşturulduktan sonra, dilin bu
külliyat etrafında nasıl bir araya geldiği, bu külliyata nasıl “düştüğü”
belirlenebilir. … Ele alınan külliyat uyarınca şu veya bu görünüme bürünen de
anonim mırıltı olarak “konuşuluyor”dur. O halde kelimeler, cümleler ve
önermelerden bunlarla karışmayan sözceleri yalıtabilecek duruma geliriz.
Sözceler, ne kelime ne cümle ne de önerme olup, cümlenin özneleri, önermenin
nesneleri ve kelimelerin gösterilenleri “Konuşuluyor”da dilin kalınlığında
dağılıp yerlerini alarak tabiat
değiştirdiklerinde salt kendi külliyatlarından doğan formasyonlardır. … dil
[language] ancak sözcelerin
dağılacağı bir ortam ve doğal olarak dağılmış bir “aile”nin kuralını teşkil etmek
üzere bir külliyatta pıhtılaşır. Tüm
bu yöntem çok ciddi bir katılıkla yürütülür ve Foucault’nun bütün
çalışmalarında farklı derecelerde pratik edilir.
36
… belirli
“eşikler”le belirlenen sözce türleri vardır: Aynı bir aile çok sayıda türün
içinden geçebilir, aynı bir tür de çok sayıda aileyi kapsatabilir. Sözgelimi,
bilim birtakım eşikler gerektirir ve bu eşiklerin ötesinde sözceler bir
“epistemolojileşme”, bir “bilimsellik” ve hatta bir “biçimselleşme” yakalar.
Ancak bir bilim asla içinde oluştuğu aileyi veya formasyonu massetmez [emmez,
içine soğurmaz]: Psikiyatrinin bilimsel statüsü ve bilime öykünmesi, buna
karşılık gelen söylemsel formasyonun temel bir unsurunu oluşturan hukuki
metinleri, edebi ifadeleri, felsefi düşünceleri, siyasi kararları ve ortalama
görüşleri ortadan kaldırmaz. Bilim olsa olsa formasyonu yönlendirir,
formasyonun bazı alanlarını sistemleştirir veya biçimselleştirir ve bu
formasyon bilime, basitçe bilimsel bir kusur fikrine bağlamanın hatalı olacağı
bir ideolojik işlev kazandırır. Kısacası, bir bilim massetmediği bir bilgi
alanında ve kendi içinde bilimin değil bilginin nesnesi olan bir formasyonun
içinde konumlanır. Bilgi, bir bilim ya da belirli bir bilgi değildir, nesnesi
de ... çokluklardır veya daha ziyade, tekil noktalarıyla, yerleriyle ve
fonksiyonlarıyla bizzat tanımladığı o özel çokluktur. [Çokluklar bilgiyi
bambaşka eşiklere taşır. Bir bilgiyi bilim dışındaki güzergahlara hareket
ettiren ve edebi bir metni veya bir resmi ait oldukları söylemsel pratikler
içerisinde tanımlamaya olanak veren eşikler, sözgelimi estetik eşikler var
mıdır?] [Mesele bilim-şiir ikiliğini aşmak, edebi metinleri bilimsel olarak
değerlendirmenin bir yolunu bulmak değildir.] Mesele, edebi bir formun,
bilimsel bir önermenin, günlük bir cümlenin, şizofrenik bir anlamsızlığın, vs.
de aynı şekilde sözceler oluşturduğu o bilinmeyen diyarı keşfetmiş ve gezmiş
olmaktır: ortak bir ölçütleri olmayan ve hiçbir söylemsel indirgemenin veya
denkliğin söz konusu olmadığı sözceler. Mantıkçılar, biçimciler ve yorumcular
tarafından hiçbir zaman yakalanamamış olan işte bu noktadır. Bilim ve şiir aynı
şekilde bilgidir.
38
Söylemsel olsun ya
da olmasın, formasyonlar, aileler ve çokluklar tarihseldir. Bunlar yalnızca bir
arada varoluşla tanımlanan bileşikler değillerdir, “zamansal türev
vektörleri”nden ayrı düşünülemezler; ve, yeni kurallar ve serilerle yeni bir
formasyon ortaya çıktığında, bu asla bir defada, bir cümlede veya bir yaratımda
değil, yeni kurallar altında varlığını sürdüren eski unsurların izleri, kaymaları
ve reaktivasyonlarıyla “tuğlalar” halinde olur. İzomorfizmlere ve izotopilere
rağmen, hiçbir formasyon bir diğeri için model teşkil etmez.
Yeni Bir
Kartograf
39
Foucault yazıyı
hiçbir zaman bir amaç ya da kendi içinde bir hedef olarak ele almamıştır. Onu
büyük bir yazar yapan ve yazdığı her şeye gitgide büyüyen bir neşe ve gülüş
katan da budur. ... İnsanın bundan büyük bir neşe çıkarabilmesi için nefretin
yeterince canlı olması gerekir, ikirciklikten ya da nefret etmekten kaynaklanan
bir neşe değil, hayatı kötürüm edeni yok etme isteğinden kaynaklanan bir neşe.
40
... solculuk,
grupları Stalinizmin de dahil olduğu eski pratiklere geri götüren bir
merkezileşme dahilinde Marksizmin fazlasıyla bayağı unsurlarını korumaktan ve
yeniden kullanmaktan vazgeçmemiştir.
Mülkiyetin
postulatı olarak iktidar, onu ele geçirmiş bir sınıfın mülkiyetiydi. Foucault
bunun böyle olmadığını ve iktidarın bu şekilde hasıl olmadığını göstermiştir:
İktidar bir mülkiyetten ziyade bir strateji olup etkileri bir uygunlaştırmaya
değil, birtakım “temayüllere, manevralara, taktiklere, tekniklere ve işleyiş
biçimlerine” atfedilebilir; “sahip olunan bir şeyden ziyade pratik edilen bir
şeydir, egemen sınıfın edinilmiş veya korunmuş ayrıcalığı değil, stratejik
konumlarının bütününün etkisidir”. Bu yeni işlevselcilik, bu işlevsel analiz
kuşkusuz sınıfların ve mücadelelerin varlığını yadsımaz ama geleneksel tarihin,
hatta Marksist tarihin de bizi alıştırdıklarından farklı manzaralar,
karakterler ve süreçlerle bambaşka bir tablosunu çizer: “her biri kendi
ihtilaf, mücadele ve risklerini, iktidar ilişkilerinin en azından geçici bir
tersine çevrilişini taşıyan sayısız karşılaşma noktaları, düzensizlik
odakları.” Analoji, homoloji ya da tekseslilik yerine yeni bir tür olası
süreklilik söz konusudur. Kısacası, iktidar homojen olmayıp içinden geçtiği
tekillikler, tekil noktalar ile tanımlanır.
41
Gözetleme ve
Cezalandırma’daki temel
fikirlerden biri modern toplumların “disiplin” toplumları olarak
tanımlanabileceğidir; ama disiplin herhangi bir kurum veya aygıtla
özdeşleştirilemez çünkü bütün aygıtları ve kurumları birbirine bağlamak,
sürdürmek, kesiştirmek ve yeni bir işleyiş kazandırmak suretiyle kateden bir
tür iktidar veya bir tür teknolojidir. ... “Her ne kadar bir kurum olarak polis
bir Devlet aygıtı biçiminde örgütlenmiş olsa da ve her ne kadar doğrudan
siyasal hükümranlığın merkezine bağlansa da, pratik ettiği iktidar biçimi,
işlettiği mekanizmalar ve bunları uyguladığı unsurlar spesifiktir” ve
disiplinin toplumsal bir alanın gündelik detaylarına yayılımını üstlenmek
suretiyle hukuki ve hatta siyasi aygıttan göreli bir bağımsızlık gösterir. Aynı
şekilde hapishanenin kökeni “bir toplumun hukuki-siyasal yapıları”nda bulunmaz:
Bunu hukukun, hatta ceza hukukunun evrimine bağlamak yanlıştır. Hapishane,
cezayı uyguladığı ölçüde, kendisi için zorunlu olan bir özerkliğe sahiptir ve
Devlet’e hizmet ettiğinde dahi Devlet aygıtını aşan “disipliner bir ilave”
ortaya koyar.
42
İşlevsel
mikro-analiz Marksist tabloda hâlâ pramitsel olanı alarak bunun yerine iktidar
odakları ile disiplin tekniklerinin (bir kitleye ait bireylerin ruhen ve
bedenen bulundukları veya içinden geçtikleri ve birbirine bağlı) onlarca
segment (aile, okul, kışla, fabrika ya da gerektiğinde hapishane) oluşturduğu
belirli bir içkinliği koyar. İktidar denen “o” şeyin özellikleri aşkın bir
bütünselleştirme olmaksızın alanın içkinliği, global bir merkezileşme
olmaksızın çizgisinin sürekliliği, ayrık bir totalizasyon olmaksızın
segmentlerin komşuluğudur: seriel uzay. [Dipnot 5: kuşkusuz bu pramitsel figür
yok olmaz ama tüm yüzeylerine dağılan bir işlevle birlikte kalır].
İktidar ilişkisi,
her ikisi de belli tekillikler teşkil ettiğinden, hükmedenlerden olduğu kadar
hükmedilenlerden de geçen kuvvetler arasındaki ilişkiler bütünüdür. ...
Foucault, lettre de cachet’leri analiz ederken [Fransa kralının
yargılama olmaksızın tutuklama yetkisi veren fermanı] “kralın buyruğu”nun
kralın aşkın iktidarının bir sıfatı olarak yukarıdan aşağıya inmediğini, küçük
bir baş belasının onu bir köşeye kapatmak isteyen ve mutlak hükümdardan aileye,
evliliğe ilişkin veya mesleki çatışmaları çözümleyebilecek içkin bir “kamu
hizmeti” olarak faydalanan akrabalarının, komşularının, meslektaşlarının ve
alçak gönüllüllerin talebiyle işlediğini gösterecektir. Lettre de cachet
bu anlamda psikiyatride “gönüllü yerleşme” dediğimiz şeyin selefi olarak
karşımıza çıkar. İktidar ilişkisi, genel veya belirli bir alanda kendini
göstermekten ziyade, “komşu kavgaları, ebeveyn ve çocuklar arasındaki kavgalar,
ev içi anlaşmazlıklar, seks ve şarap düşkünlüğü, sokak dalaşmaları ve bir yığın
gizli işler” gibi en ufak tekilliklerin ve kuvvet ilişkilerinin bulunduğu her
yere girer.
43
Kipliğin [modalité]
postulatı olarak iktidar, şiddet veya ideoloji aracılığıyla, kah kınayarak, kah
aldatarak veya inandırarak, kah polis kah propaganda olarak hareket ederdi.
Yine burada [Foucault’da] da bu alternatif
geçerli görünmemektedir (bu, örneğin bir siyasal parti kongresinde açıkça
görülebilir: Şiddet salonda ya da sokakta olabilir; ideoloji ise daima kürsüdedir
fakat örgütsel meseleler, iktidarın örgütlenimi daima yan odalarda
halledilir). İktidar, ruhlara hitap ettiğinde dahi ideolojiyle çalışmadığı
gibi, bedenlere yüklendiği anda da zorunlu olarak şiddet ve baskı aracılığıyla
çalışmaz. Veya daha ziyade şiddet bir kuvvetin herhangi bir şey, nesne
veya varlık üzerindeki etkisini ifade eder. Ancak iktidar ilişkisini, yani kuvvetin
kuvvetle ilişkisini, “eylem üzerine eylem” ifade etmez. Bir kuvvetler
ilişkisi “başlatmak, körüklemek, bir araya getirmek...” türünde bir
fonksiyondur. Disiplin toplumları durumunda, şöyle söylemek gerekir: dağıtmak,
serileştirmek, bileştirmek, normalleştirmek. Bu liste belirli olmayıp her
durumda değişir. İktidar, baskı kurmadan önce, “gerçeği üretir”. Aynı şekilde,
ideolojikleştirmeden, soyutlamadan veya maskelemeden önce doğruyu üretir. Bilme
İstenci, cinselliği ayrıcalıklı bir konumda değerlendirerek, şunu
gösterecektir: Egemen sözcelere ve bilhassa kiliselerde, okullarda,
hastanelerde kullanılan ve aynı anda hem seksin gerçekliğini hem de seksin
içindeki hakikati arayan sözel prosedürlere değil de kelime ve cümlelere
odaklanırsak dil içerisinde çalışan bir cinsel baskıya inanabiliriz.; baskı ve
ideoloji hiçbir şeyi açıklamadığı gibi, daima içinde çalıştıkları bir düzenek
veya “tertibat” [dispositif] varsayar ve sanıldığı gibi bunun tersi
değildir söz konusu olan. Foucault baskı ve ideolojiyi hiçbir şekilde göz ardı
etmez ama, Nietzsche’nin daha önce gördüğü gibi, bunlar kuvvetlerin savaşını
teşkil etmeyip yalnızca bu savaşın kaldırdığı tozdan ibarettir.
44
Hukuk daima
biçimselleştirerek farklılaştırdığı illegalizmlerden oluşan bir kompozisyondur.
Yasaların illegalliğe toptan karşıt olmayıp bazı yasaların açıkça diğer
yasalardaki boşlukları kullanmanın yolunu teşkil ettiğini görmek için tüccar
toplumların hukukuna bakmak yeterlidir. Hukuk illegalizmlerin bir
yönetimidir...
45
“Hukuki model”
bütün stratejik haritayı kaplar hale gelir. Bu illegalizmler grafiği ne var ki
yasallık modeline göre işlemeye devam eder. Keza Foucault yasanın artık
kazanılmış bir savaşın sonucu olmadığı gibi bir barış durumu da olmadığını
gösterir: Savaşın ta kendisi ve bu savaşın etkin stratejisidir, aynen iktidarın
egemen sınıfın edinimi olan bir mülkiyet değil, stratejinin etkin pratiği
olması gibi.
Burada adeta
Marx’tan beri ilk kez yeni bir şey ortaya çıkmaktadır. Adeta bir Devlet
yardakçılığı sonunda kırılmış gibidir. [Dipnot 11. Foucault “hukuk devleti”
kültürüne asla dahil olmamıştır ve ona göre yasalcı bir Devlet anlayışı baskıcı
bir anlayıştan daha iyi değildir. Her ikisi de aynı iktidar kavramını paylaşır;
birincisinde hukuk yalnızca arzulara dışsal bir reaksiyon olarak görünürken,
diğerinde arzunun içsel bir koşulu olarak bulunur: VS, Bilme Arzusu, Cinselliğin
Tarihi I, s.109]
Bilginin Arkeolojisi… Arkeoloji
iki tür pratik formasyon arasında bir ayrım öne sürüyordu; sözcelere karşılık
gelen “söylemsel” olanlar ile ortamlara
karşılık gelen “söylemsel olmayan”lar. Sözgelimi, 18. yy’ın sonundaki klinik
tıp söylemsel bir formasyondur fakat söylemsel bir formasyon olarak başka bir
tür formasyona ihtiyaç duyan ve söylemsel olmayan ortamlar, “kurumlar, siyasi
olaylar, ekonomik pratik ve süreçler” gerektiren kitleler ve popülasyonlarla
ilişki içerisindedir. Kuşkusuz, sözceler ortamları belirlediği gibi ortamlar da
sözceler üretir. Ancak bu iki formasyon birbiri içine girmiş olsa da heterojen
olarak kalır: Aralarında ne karşılıklılık ilişkisi ne bir izomorfizm ne
doğrudan bir nedensellik ne de sembolleştirme söz konusudur.
46
Diyelim ki
hapishane gibi bir “şey”: Bu bir ortam formasyonu (“hapishane” ortamı) ve bir içerik
formudur (içeriği mahkumdur). Fakat bu şey ya da form kendisini belirtecek
bir “kelime”ye veya gösterileni olacağı bir gösterene göndermede bulunmaz [söylemsel olmayan formasyon]. İhlalleri, cezaları
ve bunların öznelerini sözcelere dökmenin yeni bir yolunu ifade eden suçluluk
ve suçlu gibi bambaşka kelimelere ve kavramlara gönderir. Sözcelerin bu
formasyonuna bir ifade formu diyebiliriz. Bu iki form istedikleri kadar
aynı zamanda, yani 18. yy’da ortaya çıkmış olsunlar, bu onları daha az
heterojen yapmaz. Ceza hukuku [söylemsel formasyon]
suç ve cezanın (artık hükümranın intikamı veya kendini yeniden tesis
etmesi bakımından değil) toplumun savunulması bakımından dile getirilmesini
sağlayacak bir gelişimden geçer: ruha veya zihne hitap eden ve ihlal ile ceza
(kanun) arasında fikir bazında ilişkiler oluşturan göstergeler. Hapishane
bedenler üzerinde etki etmenin yeni bir yoludur ve ceza hukukundan tamamen
farklı bir ufuktan evrilir... Mevzu ceza hukukunun suç konusunda söylenebilir
olana ilişkin olmasıdır: İhlalleri sınıflandırıp tercüme eden, cezaları
hesap eden bir dil rejimidir; bir sözceler ailesi, aynı zamanda da bir
eşiktir. Hapishane görünür olana ilişkindir: Yalnızca suçu ve suçluyu
gözler önüne sermeye kalkışmakla kalmaz, aynı zamanda kendisi de bizzat bir
görünürlük teşkil eder, taştan bir figür olmaktan önce bir ışık rejimidir
ve kendini “Panoptizm” ile, yani gözetimcinin kendisi görünmeksizin her şeyi
gördüğü, mahkumların da kendileri görmeksizin her daim görüldükleri, görsel bir
düzenek ve ışıksal bir ortamda tanımlar. Bir ışık rejimi ve bir dil rejimi ne
aynı formu ne aynı formasyonu teşkil eder. ... Sözgelimi, 19. yy’ın başında
kitleler ve popülasyonlar görünür hale gelir ve tıbbi sözcelerin yeni
söylenebilirlikler kazanmasıyla (doku lezyonları ve anatomo-patolojik
ilintiler...) aynı zamanda ışığa çıkar.
47
... bu iki form
sürekli birbirine temas eder, birbirinin içine sızar ve birbirinden parçalar
koparır... Bu iki form karşılıklı olarak birbirlerini varsayar. Ancak
aralarında ne ortak bir form ne uygunluk ne de karşılıklılık bulunur.
48
İki anlamda form
diyoruz: Birincisi, maddeleri biçimlendirir veya organize eder; ikincisi,
fonksiyonları biçimlendirir veya sonlandırır, bunlara amaçlar yükler. Sadece
hapishane değil, hastane, okul, kışla ve atölye de biçimlenmiş maddelerdir.
Cezalandırmak gibi, bakmak, eğitmek, yetiştirmek ve çalıştırmak da
biçimselleşmiş fonksiyonlardır. … Panoptizmin soyut formülü artık
“görünmeksizin görmek” olmayıp herhangi
bir insan çokluğuna herhangi bir davranış dayatmaktır. Bu noktada söz
konusu çokluğun kısıtlı bir uzayda ele alınması gerektiğini ve bir davranışı
benimsetmenin söz konusu çokluğu uzayda yeniden dağıtarak, zamanda serimleyip
serileştirerek ve uzay-zamanda da birleştirerek vs. yapıldığını vurgulamak
gerekir. Bu liste belirli değildir ama daima biçimlenmemiş, organize olmamış
maddelere ve biçimselleşmemiş, sonlandırılmamış fonksiyonlara ilişkindir; bu
iki değişken birbirine ayrılmaz şekilde bağlıdır. Formel olmayan bu yeni boyuta
ne diyeceğiz? Foucault bir yerde bunun adını en net şekilde koyar: Bu bir
“diyagram”dır, yani “bütün engellerden veya sürtünmeden soyutlanmış ve her
türlü spesifik kullanımdan koparılması gereken bir işleyiş”. Diyagram artık sessel ya da görsel bir
arşiv değil, bütün toplumsal alanı kateden bir kartografi, bir haritadır. Bu
bir soyut makinedir. Formel olmayan fonksiyonlar ve maddelere tanımlanan bu
soyut makine, içerik ile ifade arasında ve söylemsel formasyon ile söylemsel
olmayan formasyon arasında forma dayalı her türlü ayrımı yok sayar. Gösteren de
konuşturan da kendisi olsa da, adeta dilsiz ve kör bir makinedir.
49
Foucault diyagram
mefhumuna başvurduğu zaman, bunu iktidarın bütün alanı kontrol ettiği modern
disiplin toplumlarımızla ilişkili olarak yapar: Bir model varsa, bu model hasta
kenti kadraja alan ve kentin en ufak ayrıntısına kadar yayılan “veba”
modelidir. Ancak eski hükümranlık toplumları göz önüne alındığında, onların da
diyagrama sahip olduklarını görürüz, her ne kadar başka madde ve fonksiyonlara
ilişkin olsalar da: Burada da bir kuvvet başka kuvvetler üzerinde
uygulanır ama birleştirmek ve bileştirmekten ziyade çekip çıkarmak için;
detayları yalıtmaktan ziyade kitleleri bölüştürmek için; kadraja almaktan
ziyade sürgün etmek için (“cüzzam” modeli). ... her diyagram toplumlar arasıdır
ve oluş halindedir. Asla önceden varolan dünyayı temsil etmek için işlemez,
yeni bir tür gerçeklik, yeni bir hakikat modeli üretir. Ne tarihin öznesidir ne
de tarihin üzerinde asılı bir şekilde duru. Önceki gerçeklikleri ve anlamları
bozarak, onlarca oluşum veya yaratım noktası, beklenmedik birleşimler,
umulmadık süremler oluşturarak tarihi yapar. Tarihi bir oluşla ikiler.
50
[İlkel toplumların
diyagramları]
[Gabriel
Tarde’ın mikro-sosyoloji kurarken
yaptığı:] Toplumsalı bireyle açıklamıyor, büyük kümeleri bir inanç veya arzu
(kuanta) akımının yayılımı olarak “taklit” ve iki taklit akımının karşılaşması
olarak “icat” gibi sonsuz küçük ilişkiler tayin ederek açıklıyordu.
Diyagram nedir?
... iktidarı oluşturan kuvvet ilişkilerinin açığa çıkmasıdır. “Panoptik
tertibat basitçe bir iktidar mekanizması ile bir fonksiyon arasındaki bir
menteşe veya değişim noktası değildir; iktidar ilişkilerini belli bir fonksiyon
içerisinde ve belli bir fonksiyonu da bu iktidar ilişkileri aracılığıyla
işletmenin bir yoludur. Kuvvet veya iktidar ilişkilerinin mikrofizik,
stratejik, çok noktalı, dağınık olduklarını; tekillikler belirleyip saf
fonksiyonlar oluşturduklarını gördük. Diyagram veya soyut makine
konumlandırılabilir olmayan temel ilişkilerle ilerleyen ve her an her noktadan
ya da “daha ziyade bir noktadan diğerine her türlü ilişkiden” geçen bir kuvvet
ilişkisi haritası, bir yoğunluk veya yeğinlik haritasıdır. ... diyagram bütün
toplumsal alanı kateden, birleştirici olmayan içkin bir neden olarak hareket
eder: Soyut makine bunların ilişkilerini gerçekleştiren somut düzeneklerin
“üzerinden değil” bizzat dokusunun içinden geçer.
51
[Dipnot 23.
“İktidar her yerdedir; bu her şeyi kuşattığından değil, her yerden geliyor
olmasından kaynaklanır”.]
52
Şeyler ancak
ikilenme veya kopma yoluyla, kendilerini paylaştırdıkları ıraksayan formları
yaratmak suretiyle aktüelleşebilir*. Sınıflar, yöneticiler-yönetilenler,
kamusal-özel gibi büyük ikilikler de işte burada ortaya çıkar.
*[25. Dipnot. Bir
virtüelin aktüelleşmesinin daima bir farklılaşma olduğu fikrinin Bergson’da
derinlemesine analiz edildiğini söyleyebiliriz.]
Her tertibatın
görünür ve söylenebilir olanları karıştıran bir çorba olduğunu söylemek
abartılı olmaz: Hapishane sistemi, programları ve mekanizmaları, “söylemleri ve
mimarileri tek bir figürde birleştirir”. ... “Kendisine karşılık gelen bir
bilgi alanı olmayan iktidar ilişkisi bulunmadığı gibi aynı zamanda iktidar
ilişkileri varsaymayan ve oluşturmayan bilgi ilişkisi de yoktur.” Bu, bilginin
yalnızca kuvvet ilişkilerinin askıda kaldığı noktada ortaya çıktığını varsayan
bir düşüncenin yanılgısını, ikiyüzlülüğünü gösterir. Hiçbir hakikat modeli
yoktur ki bir tür iktidara gönderme yapmasın ve hiçbir bilgi veya hatta bilim
yoktur ki uygulanmakta olan bir iktidarı fiilen ifade etmesin veya
gerektirmesin.
53
Foucault’nun,
soyut ya da somut olsun, makine dediği şey nedir (hapishane-makine,
okul-makine, hastane-makine)? Somut makineler düzeneklerdir, iki formlu
tertibatlardır; soyut makine ise formel olmayan diyagramdır. Kısacası,
makineler teknik olmadan önce toplumsaldırlar. Veya daha ziyade maddi bir
teknolojiden önce gelen bir insan teknolojisi vardır. Kuşkusuz maddi teknoloji
etkilerini bütün bir toplumsal alanda geliştirir fakat bunun bizzat mümkün
olabilmesi için araçların veya maddi makinelerin öncelikle bir diyagram
tarafından seçilmiş ve düzenekler tarafından varsayılmış olması gerekir.
54
O halde teknoloji
teknik olmadan önce toplumsaldır. ... Kelimenin dar anlamıyla teknikler
düzeneklerin içinde yer alıyorsa, bu durum bizzat düzeneklerin, teknikleriyle
beraber, diyagram tarafından seçilmesinden kaynaklanır...
Soyut makine ve
somut düzenekler adeta iki kutup oluşturur ve birinden diğerine duyumsanamaz
bir şekilde geçilir. Düzenekler ... katı, kompakt segmentlerde dağılırlar
(okul, ordu, atölye ve nihai olarak hapishane gibi. Askere gidince “Artık
okulda değilsin” denir...). [Bazen de] birbirleriyle iletişim içerisindedirler
ve böylelikle hepsi birbirine benzer; ve hapishane tek bir formsuz ve sürekli
fonksiyonların değişkenleri gibi çalışan diğer düzeneklerin içinden geçer
(okul, kışla ve atölye zaten hapishanelerdir...).
55
Diyagramın bir
oluşu ve mutasyonları olduğu gibi, düzeneklerin de bir tarihi vardır.
56
[Foucault
‘kapatılma’nın değil, aksine ‘dışarıdalık’ın düşünürüdür.] ... hapishane esnek
ve hareketli bir fonksiyona, kontrollü bir trafiğe, aynı zamanda özgür
ortamları da kateden ve hapishaneyi geride bırakmayı öğrenebilecek bütün bir
şebekeye geri gönderir. Bu biraz Kafka’daki artık tutuklamaya veya mahkumiyete
hacet bırakmayan “sonsuz erteleme” gibidir.
57
[‘Dışarı’nın en az üç bağlaşık anı vardır:]
[1]... kuvvetlerin formsuz unsuru olarak dışarısı: Bu kevvetler
dışarıdan gelir, ilişkilerini karan, diyagramlarını çizen dışarıya bağlı kalır.
[2] Daha sonra kuvvet ilişkilerinin aktüelleştikleri somut düzeneklerin ortamı
olarak dış gelir. [3] Son olarak da aktüelleşme, düzenekleri paylaşan,
farklılaşmış ve birbirinin dışında bulunan iki form arasındaki bir yarıkta, bir
ayrılıkta meydana geldiği için, dışarıdalık formları vardır.
Katmanlar veya
Tarihsel Formasyonlar: Görünür Olan ve Söylenebilir Olan (Bilgi)
61
Katmanlar tarihsel
formasyonlardır, pozitiflikler veya amprikliklerdir. “Tortul tabakalar” olarak
şeylerden ve kelimelerden, görmekten ve konuşmaktan, görünür ve söylenebilir
olandan, görünürlük sahaları ve okunabilirlik alanlarından, içeriklerden ve
ifadelerden meydana gelmiştir. ... [Foucault, Raymond Roussel kitabında,
Roussel’in sıradışı makineleri takip eden görünürlük icatlarını ve olağandışı
bir “süreci” takip eden sözce üretimlerini inceler.]
62
[17. yy’da suçu (crime)
görmenin ve göstermenin yeni biçimi hapishane, söyelemenin yeni biçimi de
suçluluk (délinquance) olacaktır.] Söyleme şekli ve görme biçimi,
söylemsellikler ve aşikarlıklar, her katman [=tarihsel formasyon] bu ikisinin
bir kombinasyonudur ve bir katmandan diğerine, ikisi de tek tek ve bir
kombinasyon olarak değişir. Foucault’un Tarihten beklediği her çağda görünür
olanların ve söylenebilir olanların davranışların, zihniyetlerin ve fikirlerin
ötesine geçen (zira bunları olanaklı kılan) bu belirlenimdir.
...
katmanlandırmanın iki unsurunun genel teorisini sunacak olan Bilginin
Arkeolojisi’dir. ... söylemsel formasyonlar ve söylemsel olmayan
formasyonlar, ifade formları ve içerik formları.
63
Foucault’nun bütün
çalışmaları boyunca görünürlükler sözcelere indirgenemez olarak kalır [önceliğin
sözce olmasına rağmen görünürlük sözceye indirgenmez]. ... [Foucault
Kliniğin Doğuşu kitabının alt başlığını “Bakışın Arkeolojisi” koymuş ve
görünür olana verdiği bu öncelikten dolayı bu adı daha sonra reddetmiştir.
Reddedişinin aslı nedeni ‘öncelik’ meselesidir ve Foucault önceki kitaplarında
sözcelerin rejiminin görme ve algılama biçimleri üzerindeki önceliğini
yeterince vurgulamadığına gitgide daha çok inanır. Bu Foucault’nun
fenomenolojiye tepkisidir.] Ama Foucault için, sözcelerin önceliği görünür olanın
tarihsel indirgenemezliğini asla engellemeyecektir... Ancak görünürün onu
egemen olanla, sözcenin hotonomisiyle* ilişkiye sokan kendi kuralları, bir
otonomisi olduğu içindir ki öncelik sözceye aittir. ... Foucault’da
görünürlük yerleri asla sözce alanındakilerle aynı ritme, aynı tarihe, aynı
forma sahip olmayacaktır ve sözcenin önceliği yalnızca bu şekilde, indirgenemez
bir şey üzerinde uygulandığı ölçüde geçerli olacaktır. Görünürlükler teorisini
unutursak Foucault’nun tarih anlayışını tahrif ettiğimiz gibi, aynı şekilde
düşüncesini ve genel olarak düşünce kavrayışını da tahrif etmiş [, ...] pek
bir şey paylaşmadığı (Wittgenstein’dan görünür olan ve söylenebilir olan
arasında orijinal bir ilişki çıkarabilirsek, belki Wittgenstein hariç) güncel
analitik felsefenin bir varyasyonu haline getirmiş oluruz. Foucault daima
gördükleri kadar duyduklarından veya okuduklarından da büyülenmiştir ve onun
anladığı şekliyle arkeoloji (bilim tarihiyle başlayan) görsel-işitsel
bir arşivdir. ... Onu her şeyden önce tanımlayan şey sestir, ama bununla
birlikte gözlerdir de. Gözler, ses.
* [3. Dipnot.
Kant’ta hotonomi, otonomiden ve heteronomiden farklı biçimde, usun nesne olarak
doğayı değil, kendisini aldığı kendini yönetme durumudur. ç.n.]
64
Katmanlaşmış olan,
daha sonra ortaya çıkacak bir bilginin dolaylı nesnesi olmayıp bilgiyi doğrudan
oluşturur: şeylerin dersi ve gramerin dersi. ... Şimdinin de bir
arkeolojisi vardır. Geçmişte veya şimdide olsun, görünür olan söylenebilir olan
gibidir: Bunlar bir fenomenolojinin değil, bir epistemolojinin nesnesidirler.
Foucault’nun Deliliğin Tarihi’ne ilişkin olarak eleştireceği şey,
fenomenologların yaptığı gibi ham bir yaşanmış deneyimi veya Bachelard’ın
yaptığı gibi imgelemin sonsuz değerlerini hâlâ çağrıştırıyor olmasıdır. Ancak
esasında bilgiden önce gelen hiçbir şey yoktur çünkü Foucault’nun yeni bir
kavram haline getirdiği haliyle bilgi her katmana, her tarihsel formasyona özgü
görünür olan ve söylenebilir olanlardan oluşan kombinasyonlarla tanımlanır.
Bilgi pratik düzenektir, bir sözceler ve görünürlükler “tertibatı”dır. O halde
bilginin ardında hiçbir şey yoktur (her ne kadar, göreceğimiz üzere, bilginin dışında
kalan şeyler olsa da). Bu, bilginin söz konusu katman üzerinde onlarca tabaka,
yarık ve yönelim oluşturan, son derece çeşitli “eşiklerle” ilişkili olarak
varolduğu anlamına gelir. Bu anlamda, bir “epistemoloji eşiği”nden bahsetmek
yeterli değildir çünkü bu eşik halihazırda bilime doğru yönelmiştir ve bir
“bilimsellik” eşiğini geçip en nihayetinde bir “biçimselleşme eşiğine” varacak
şekilde ilerlemektedir. Ama katman üzerinde farklı noktalara yönelmiş başka
eşikler de yok değildir: etikleşme, estetikleşme, siyasileşme vs. eşikleri.
Bilgi bilim değildir ve yakalandığı şu veya bu eşikten ayrı düşünülemez;
algısal deneyimden dahi, imgelemin değerlerinden dahi, çağın fikirlerinden veya
yaygın kanaatin verilerinden dahi ayrı düşünülemez. Bilgi farklı eşiklerde
dağılan katmanın birliğidir; ki bu katman bizzat bu eşiklerin farklı yönelimler
uyarınca yığılması olarak varolur; bilim de yalnızca bu yığınlardan biridir.
... Foucault’nun pozitivizmi veya
pragmatizmi böyledir; ve Foucault’nun bilim ve edebiyat, hayali olan ve
bilimsel olan, bilinen ve yaşanan arasındaki bağlara ilişkin hiçbir sorunu
olmamıştır, çünkü bilgi kavrayışı tüm eşikleri tarihsel formasyon olarak
katmanın değişkenleri haline getirerek içlerini doldurur ve bunları harekete
geçirir.
65
Görünürlükler
görsel veya daha genel olarak duyumsal unsurlarla, niteliklerle, şeylerle,
nesnelerle, nesne bileşkeleriyle karıştırılmamalıdır. ... Görünürlükler nesne
formları değildir, hatta ışık veya şeyle temas ettiğinde kendini açığa vuracak
formlar da değildir; daha ziyade bizzat ışığın yarattığı ve şeylerin ve
nesnelerin ancak bir şimşek, bir parıltı, bir ışıltı halinde varolmalarına
olanak veren ışıksallık formlarıdır. [Delaunay resimleri gibi]. ...
Kelimelerden ve dilden her katmana ve eşiklerine karşılık gelen sözceleri çekip
çıkarmak gerekir ama aynı zamanda şeylerden ve görüşten de her katmana özgü
görünürlükleri, “aşikarlıkları” çekip çıkarmak gerekir.
66
Modern toplumlara
özgü olan şey seksi gölgede kalmaya itmiş olmaları değil, onu bir sır haline
getirerek kendilerini sürekli ondan bahsetmeye adamış olmalarıdır.
68
Dil ya bütünüyle
verilmiştir ya da hiç verilmemiştir. O halde sözcenin koşulu nedir? Sözcenin
koşulu “dil vardır”, “dil varlığı” veya dil-varlıktır, yani dili veren ve dilin
geri gönderdiği yönlerden hiçbiriyle karıştırılmaması gereken bu boyuttur.
“Dilin belirtme, adlandırma, gösterme, ortaya çıkarma, anlamın veya hakikatin
yeri olma gücünü göz ardı etmek ve buna karşılık dilin tekil ve sınırlı
varlığını belirleyen (bir anda katılaşan, bir anda gösterenle gösterilenin
oyununa yakalanan) o anın üzerinde durmak. Peki ama Foucault’nun ... tekil ve
sınırlı bir varlık ileri sürmesine olanak veren nedir? Foucault
“dağılımsalcılığa” yakındır ve, Arkeoloji’nin yayımlanmasının ardından, ne
kadar çeşitli olsalar da aynı çağa ait belirli ve sınırlı bir kelimeler ve
metinler, cümleler ve önermeler külliyatından bunların sözcesel
“düzenliliklerini” göstermek üzere yola çıkar daima.
69
Sözce ve koşulu
hakkında söylediğimiz her şeyi görünürlük için de söylememiz gerekir. Zira
görünürlükler de her ne kadar gizli olmasalar da, anında görünür ve görünebilir
değillerdir. ... Klasik çağda delilerin, serserilerin ve işsizlerin aynı yerde
toplanması “bizim için yalnızca muğlak bir duyumsallık, Klasik çağın insanı
için kesinlikle apaçık bir algıydı”. Ne var ki görünürlüğe ilişkin koşul
öznenin görme şekli değildir: Gören özne, bizzat görünürlük içinde bir yer,
görünürlükten türemiş bir fonksiyondur. ... farklı mimari örnekler
görünürlükler veya görünürlük yerleri teşkil ediyorsa, bu onların yalnızca
taştan figürler yani düzenekler ve nitelik kombinasyonları olmalarından değil,
öncelikle aydınlığı ve karanlığı, opağı ve saydamı, görünürü ve görünmeyeni vs.
dağıtan ışık formları olmalarındandır.
70
O halde, bir
dil-varlık olduğu gibi, ışığın bir “vardır”ı, bir ışık varlığı veya bir
ışık-varlık vardır. ... görünürlükler ne gören bir öznenin edimleri, ne görsel
bir duyunun verileridir. Görünür olan, duyumsanabilir bir şeye veya niteliğe
indirgenemediği gibi, ışık-varlık da fiziksel bir ortama indirgenemez. Foucault
Newton’dan ziyade Goethe’ye yakındır. Işık-varlık kesinlikle bölünemez bir
koşul, her defasında kendi de görünür olan kombinasyonları izlemek suretiyle
görünürlükleri görünüşe ve diğer duyulara açma gücüne münhasıran sahip olan bir
a priori’dir: Sözgelimi,
dokunulabilir olan görünür olanın diğer bir görünür olanı saklama biçimidir. [Buna karşın Ditfurth, genel olarak hayvanların birincil
duyumunu ‘dokunma’ üzerinden değerlendirmekte. Bir sürüngenden göz hayvanına
geçiş, dokunma duyumunu daha ileri bir duyum olarak tespit etmekte, diğer
duyuların dokunma duyusunun türevleri olduğunu ileri sürmekte. Bunun kanıtını
da, örneğin insandaki göz organının evrim sürecinin başında olduğunu göstererek
yapmakta. Göz’ün beyne görüntüsel bilgileri aktaran hücre sayısının 100
civarında olduğunu söylemekte. Ditfurth da a
priori zemin, dokunmaya ait.]
71
Dil kelimeleri,
cümleleri ve önermeleri “içeirir” ama indirgenemez mesafeleri takiben yayılan
sözceleri içermez. Sözceler eşiklerine, ailelerine göre dağılırlar. Bu,
nesneleri içerip görünürlükleri içermeyen ışık için de aynı şekilde geçerlidir.
Bu bir zihniyetler
veya davranışlar tarihi değildir. Konuşma ve görme veya daha ziyade, sözceler
ve görünürlükler saf Unsurlardır, şu veya bu anda tüm fikirlerin formüle
edilişinin ve davranışların sergilenişinin bağlı olduğu a priori
koşullardır. Koşullara ilişkin bu araştırma Foucault’ya özgü bir neo-Kantçılık
teşkil eder. Ne var ki Foucault’nun Kant’la arasında temel farklılıklar
bulunur: Koşullar her olası deneyimin değil, gerçek deneyimin koşullarıdır
(sözgelimi, sözceler belirli bir külliyat varsayar); koşullar evrensel bir
öznenin değil, “nesne”nin ve tarihsel formasyonun tarafındadır (a priori
olan bizzat tarihseldir); bütün koşullar dışarıdalık formlarıdır.
72
… Foucault’da
anlama yetisinin kendiliğindenliğinin yani Cogito’nun
yerine dilin kendiliğindenliği (dilin “vardır”ı) koyulurken, sezginin alıcılığı
yerine ışığın alıcılığı (yeni bir uzay-zaman formu) koyulur. … görünürlükler de
sözceler kadar indirgenemezdir zira belirlenimin formuna indirgenmeyi reddeden
bir belirlenebilirlik formuna
gönderirler: Bu, Kant’ın Descartes’la keskin kopuş noktasını oluşturur:
Belirlenimin formu (düşünüyorum) belirlenmemiş bir unsura (varım) değil, daha
ziyade saf bir belirlenebilirlik formuna (uzay-zaman) dayanır.
73
kaligram
[Magritte, Bu
Bir Pipo Değildir] “Pipo resmi ve onu adlandıracak metin ne siyah kanvas
üzerinde ne de onun dışında buluşacak bir yer bulabilir”; bu bir
“ilişkisizlik”tir. ... Delilik için, içerik formu veya görünürlük mekânı olarak
genel hastanenin kökeni kesinlikle tıpta değil, poliste yatıyordu... [ifade
formu, “akılsızlık” sözcelerinin üreticisi olarak tıp, söylemsel rejimini,
teşhislerini ve tedavilerini hastane dışında konuşlandırmıştı. ... Suçun
görünürlüğü olarak hapishane ifade formu olan ceza hukukundan türetilmez;
hukuki olmayıp “disipliner” olan bütünüyle farklı bir ufuktan gelir; ceza
hukuku ise “suçluluk” sözcelerini hapishaneden bağımsız olarak üretir, adeta
hep, belirli bir biçimde bu bir hapishane değildir demeye itiliyormuş
gibi...
74
Blanchot için olduğu
gibi Foucault için de ilişkisizliğin yine de bir ilişki olduğunu, hatta daha da
derin bir ilişki olduğunu nasıl açıklarız?
Esasında “hakikat
oyunları” veya daha ziyade doğrunun prosedürlerinin söz konusu olduğu
söylenebilir. Hakikat onu oluşturan bir prosedürden ayrı düşünülemez. ... Fakat
bir prosedürü oluşturan nedir? Belki de büyük oranda bir süreçten ve bir
yöntemden oluşur, yani bir pragmatizmdir. [Sormamız gereken, bu nesneler, bu nitelikler
ve şeylerden görünürlükleri nasıl çekip çıkarabileceğimizdir; nasıl ve hangi
ışıkta ışıldayıp parıldadığı ve bu ışığın katman üzerinde nasıl toplandığıdır.
76
Şeylerde ve
kelimelerde kaldığımız sürece gördüklerimizi konuştuğumuzu ve konuştuklarımızı
gördüğümüzü ve bu ikisinin birbirine bağlı olduğunu zannederiz: Bu, ampirik bir
pratik düzeyinde kalmamız demektir. Ancak, kelimeleri ve şeyleri açar açmaz,
sözceleri ve görünürlükleri keşfeder keşfetmez, konuşma ve görme “a priori”
olan daha yüksek düzeyde bir pratiğe taşınır; öyle ki her biri kendini diğerinden
ayıran kendi limitine, yani yalnızca görülebilen bir görünür unsura ve yalnızca
konuşulabilir olan bir söylenebilir unsura ulaşır.
77
Peki öyleyse
ilişkisizlik nasıl bir ilişkidir? Foucault’nun şu iki söylediği arasında bir
çelişki var mıdır: Bir yandan “insan istediği kadar gördüklerini söylesin,
görülen şey asla söylenende yatmaz ve söylemekte olduklarını istediği kadar
imajlar, metaforlar, karşılaştırmalarla göstermeye çalışsın, bunların
kendilerini ortaya koydukları yer gözlerin alanı değil, sentaks dizilimlerinin
belirlediği yerdir”; öbür taraftan, “figür ve metin arasında bütün bir
karşılıklı geçişler serisi veya daha ziyade birinden diğerine başlatılan
saldırılar, karşı hedefe atılan oklar, çökertmeye ve yok etmeye yönelik
ataklar, mızrak darbeleri, yaralar ve savaş... olduğunu kabul etmemiz gerekir”,
“kelimelerin orta yerine düşen imajlar, resimleri yaran sözel şimşekler...”,
“söylemin şeylerin formunda yaptığı kesikler”, ve tersi. Bu iki pasaj katiyen
birbiriyle çelişmez. Birincisi görme ve konuşma, görünebilir ve söylenebilir
olan arasında izomorfizm veya homoloji olmadığını ve bunlara ortak bir formun
bulunmadığını söyler. İkincisi ise bu iki formun savaşta olduğu gibi birbirine
akın ettiğini söyler. Bu savaş imajı tam da izomorfi olmadığını gösterir. Zira
bu iki heterojen form bir koşul ve bir koşullanan, ışık ve görünürlükler, dil
ve sözceler barındırır; ne var ki koşul koşullananı “içermez”, daha ziyade ona
bir yayılım alanı sunarken kendini de bir dışarıdalık formu olarak ortaya
koyar.
78
“Aynı bir hareket
içerisinde konuşmak ve göstermek..., muazzam bir kesişim.” (RR). ... bu ikisi
katmanı oluşturur ve bir katmandan diğerine aynı anda dönüşürler (aynı kurallar
uyarınca olmasa da).
79
[Foucault da]
belirlenebilir olan ve belirlenimin, görünür olan ve söylenebilir olanın,
ışığın alıcılığının ve dilin kendiliğindenliğinin karşılıklı adaptasyonunu
sağlayacak ve bu iki formun ötesinde veya berisinde işleyecek üçüncü bir ana
ihtiyaç vardır. [aynı uzaya ve aynı forma ait olmadıklarını teyit eden bir
“yersizlik”]. Aynı şekilde, Paul Klee’yi analiz ederken de, Foucault görünür
figürlerle yazı göstergelerinin bir araya geldiklerini ama bunu kendi
formlarınınkinden farklı bir boyutta yaptıklarını söyler.
Stratejiler
veya Katmanlaşmamış Olan: Dışarının Düşüncesi (İktidar)
81
Nedir iktidar?
Foucault’nun tanımı çok basit gibi görünür; iktidar bir kuvvetler ilişkisidir
veya daha ziyade, her kuvvet ilişkisi bir “iktidar ilişkisi”dir. ... Kuvvetin
kuvvetten başka öznesi veya nesnesi yoktur. ... ve şiddet kuvvetin bir
eşlikçisi veya sonucu olup, asla kurucusu değildir. ... kuvvetin diğer
kuvvetlerden başka nesnesi ve ilişkiden başka varlığı yoktur: Kuvvet “eylem
üzerindeki, olası veya aktüel, gelecek veya güncel eylemler üzerindeki
eylem”dir... O halde bir kuvvet veya iktidar ilişkisi ifade eden, eylemler
üzerindeki eylemleri oluşturan değişkenlerden ibaret...: kışkırtmak, uyarmak,
saptırmak, kolaylaştırmak veya güçleştirmek, genişletmek veya sınırlandırmak,
daha az veya daha çok muhtemel kılmak... İktidarın kategorileri bunlardır.
[Kuvvet ilişkilerinin 18. yy boyunca kazandığı değerlerle daha detaylı bir
liste: mekânda dağılım (kapatma, bölümleme, düzenleme, dizme vs.), zamanda
düzenleme (zamanı parselleme, eylemi programlama, jesti unsurlarına
ayırma...), mekân-zamanda kompozisyon (“etkisi kendini oluşturan temek
kuvvetlerin toplamından daha fazla olması gereken üretken bir kuvvet
oluşturmanın” çeşitli yolları vs.)] Bundan dolayıdır ki Foucault’nun iktidara
ilişkin en büyük tezleri ... üç başlık altında gelişir: İktidar esasen baskıcı
değildir (zira “kışkırtır, uyarır, üretir”); sahip olunmadan önce pratik edilir
(zira ancak belirlenebilir bir formda, yani sınıf formunda, ve belirlenmiş bir
formda, yani Devlet formunda iktidara sahip olunabilir); hükmedenlerden olduğu
kadar hükmedilenlerden de geçer (zira ilişki içerisindeki her kuvvetten geçer).
Derin bir Nietzschecilik.
82
[İktidar nedir ve
nereden gelir diye sorulmaz, “o nasıl pratik edilir?” doğru olan sorudur.]
İktidar pratiği bir duygu olarak belirir zira bizzat kuvvet diğer kuvvetleri
etkileme kudretiyle ve diğer kuvvetler tarafından etkilenme kudretiyle
tanımlanır. ... Kendiliğindenlik ve alıcılık artık yeni bir anlam kazanır:
etkileme, etkilenme.
Etkileme kudreti
kuvvetin bir maddesi ve etkilenme kuvveti de kuvvetin bir fonksiyonu
gibidir. Ancak bu saf bir fonksiyondur, cisimleştiği somut formlardan, hizmet
ettiği amaçlardan ve kullandığı araçlardan bağımsız olarak kavranan
biçimselleşmemiş bir fonksiyondur... [:panoptikon]
[Panoptikon], [saf
bir disipliner fonksiyon olarak bir iktidar kategorisi: diyagram]
83
[iktidar-bilgi
ilişkisi]
84
[diyagram]
Tekilliklerin bir yayılımı veya dağılımıdır. ... iktidar ilişkileri merkezi bir
noktadan veya tek bir hükümranlık odağından çıkmaz... şu veya bu anda
“lokalleştirilemezler”.
85
İktidar ilişkileri
tekillikler (duygular) belirleyen diferansiyel* ilişkilerdir. Bunları istikrara
kavuşturan, katmanlaştıran aktüelleşme bir entegrasyondur: “Genel bir kuvvet çizgisi”
çekmekten, tekillikleri birbirine bağlamak, hizalamak, homojenleştirmek,
serileştirmek, yakınsatmaktan ibaret bir operasyondur.
*diferansiyel
fark,
değişim, değişiklik / ör. ön tekerlekler direksiyon kırıldığında aynı açıda ve
aynı hızda dönmezler. iki açı ve hız arasındaki fark, diferansiyeldir. /
herhangi bir matematiksel hesaplamada (genellikle alan hacim hesaplamalarında,
eğrilerde, düzlemler üzerinde çalışırken) elde edilen sonucun gerçeğe en yakın
değeriyle ifade edilebilmesi için sonsuz küçüklükteki boyut olarak bağlı
değişkene göre alınan büyüklüktür. / fonksiyonlardaki değişmeleri ele alan
matematik dalı.
Entegre edici
faktörler, katmanlaştırma unsurları kurumlardır; yalnızca Devlet değil, aynı
zamanda Aile, Din, Üretim, Pazar, bizzat Sanat, Ahlak... Kurumlar kaynaklar
veya özler değildir ve ne bir özleri ne de içeridelikleri vardır. Bunlar,
iktidar ilişkilerini varsaydıklarından ve bu ilişkileri üretici değil
yeniden üretici bir fonksiyon uyarınca “sabitlemekle” yetindiklerinden, iktidarı
açıklamayan pratikler, işleme mekanizmalarıdır. Devlet yoktur, yalnızca bir
devletleşme vardır ve bunun aynısı diğer kurumlar için de geçerlidir. [: Sanat
yoktur, yalnızca sanatlaşma vardır]. [-laşma: oluş (?)]
86
[yatay ve dikey
düzlemlerde son derece değişkenlik gösteren yakalama problemleri:]
Eğer Devlet-formu,
tarihsel formasyonlarımızda bunca iktidar ilişkisini yakaladıysa, bu durum bu
iktidar ilişkilerinin Devlet-formundan türemiş olmasından değildir; aksine,
pedagojik, hukuki, ekonomik, ailevi, cinsel alanlarda global bir entegrasyonu
amaçlayan, her halükarda duruma göre son derece değişkenlik gösteren “sürekli
bir devletleşme” operasyonunun üretilmiş olmasındandır. Her halükarda, iktidar
ilişkilerinin kaynağı olmak şöyle dursun, Devlet bu ilişkileri varsayar.
Foucault bunu yönetimin (gouvernement) Devletten önce geldiğini
söyleyerek ifade eder, “yönetim”den bütün yönleriyle etkileme kudretini
anlayacak olursak (çocukların, ruhların, hastaların, ailenin vs. yönetimi).
Foucault bir
kurumun zorunlu olarak iki kutbu veya iki unsuru olduğunu söyler: “aygıtlar” ve
“kurallar”. Kurum esasında büyük görünürlükler, görünürlük alanları ve büyük
söylenebilirlikler, sözce rejimleri örgütler. Kurum iki formlu veya iki yüzlüdür.
... Her formasyonda, görünür olanı oluşturan bir alıcılık formu ve söylenebilir
olanı oluşturan bir kendiliğindenlik formu vardır. Kuşkusuz bu iki form
kuvvetin iki yönüyle veya iki duygu çeşidiyle, etkilenme kudretinin alıcılığı
ve etkileme kudretinin kendiliğindenliğiyle aynı şey değildir. Ancak bu iki
form bu duygulardan türer ve “içsel koşullarını” onlarda bulur. Mesele şu ki
kuvvet ilişkisinin kendi içinde bir formu yoktur ve biçimlenmemiş maddeler
(alıcılık) ile biçimselleşmemiş fonksiyonlar (kendiliğindenlik) arasında temas
kurar. ... Devletin, sanatın ve bilimlerin daima değişkenlik gösteren sözceleri
olduğu kadar görünürlükleri de vardır.
88
[Sözce ve
düzenlilik], [Düzenlilik:] Tekil noktaları kendi aralarında birleştiren eğridir
(kural). Net olmak gerekirse, kuvvet ilişkileri tekil noktaları belirler; öyle
ki bir diyagram [şema, taslak, graph] daima tekilliklerin bir yayılımını teşkil
eder. Ama yakınlarından geçerek bunları birleştiren eğri tamamen farklıdır. ...
bir eğri kuvvet ilişkilerini, bunları düzenleyerek, hizalayarak, serileri
yakınsatarak ve “genel bir kuvvet çizgisi” çekerek gerçekleştirir: Foucault’ya
göre, eğriler ve grafikler sözceler olduğu gibi, sözceler de eğri veya grafik
türleridir. [... sözcelerin cümlelere ya da önermelere indirgenemez olduğunu
daha iyi gösterebilmek için] [Fransızca bir daktilonun klavyesi; A, Z, E, R, T]
... Sözce hiçbir şekilde belirttikleri veya gösterdikleriyle tanımlanmaz. ... Sözce
tekil noktaları birleştiren eğridir. [görünür olan değil, söylenebilir olan
değil, görünür olanla söylenebilir olanın arasındaki bağdır]
89
Eğri-sözce dile
duyguların yeğinliğini, kuvvetlerin diferansiyel ilişkilerini, iktidar
tekilliklerini entegre eder (potansiyeller). Ama o zaman görünürlüklerin de
bunları bütünüyle farklı bir şekilde, yani ışığa entegre etmeleri gerekir.
91
Foucault’nun
“rezil insanların yaşamı”na ilişkin projesi...
92
Önceki inceleme
bizi Foucault’ya ilişkin olarak, bilgi düzeyinde, görünür ve söylenebilir olan
arasında çok özel bir düalizmle karşı karşıya getirmiştir. Ancak
belirtmek gerekir ki genel olarak düalizmin en az üç anlamı vardır: Kah
Descartes’ta olduğu gibi iki töz veya Kant’ta olduğu gibi iki yeti arasındaki
indirgenemez bir farka işaret eder; kah Spinoza veya Bergson’da olduğu gibi
daha sonra bir monizme dönüşecek geçici bir aşama teşkil eder; kah bir
plüralizmin kalbinde çalışan hazırlık niteliğinde bir yeniden dağılımdır söz
konusu olan. Foucault’da bu son durum geçerlidir.
93
… eski hükümranlık
toplumları daha az diyagramatik olmayan başka kategorilerle tanımlanıyordu: el
koyma (eylemler veya ürünlere el koyma, kuvvetlere el koyma kuvveti) ve ölüme
karar verme (yaşamı yönetmekten çok farklı olan “öldürmek veya yaşamasına izin
vermek”). [Kilise topluluğunun gönderdiği başka bir diyagram: “pastoral”] …
Grek diyagramından, Roma diyagramından veya feodal diyagramdan vs.
bahsedilebilir.
94
… diyagram, bir
kuvvetler ilişkisi bütünü teşhir ettiği ölçüde, bir yer değil, daha ziyade “bir
yersizlik”tir: Bu ancak mutasyonlar için bir yer teşkil eder. Ansızın ne şeyler
artık aynı şekilde algılanır ne de önermeler aynı şekilde söylenir… … Diyagram
veya bir diyagram durumu, Markov zincirinde olduğu gibi, rastlantısal ve
bağımlı olanın bir karışımıdır. Foucault Nietzsche’den şu alıntıyı yapar:
“Rastlantının zarını atan zorunluluğun demir pençesi.” Şeyler bir süreklilik
veya içselleştirme ile birbirine bağlanmaz; kesintiler ve süreksizliklerin
üzerinde birbirine yeniden bağlanır (mutasyon).
95
… kuvvetlerin
formların uzayından başka bir uzayda, tam da ilişkinin bir “ilişkisizlik”,
yerin bir “yersizlik”, tarihin bir oluş teşkil ettiği Dışarının uzayında
hareket etmeleri…
96
[23. dipnot:
Foucault hiçbir şekilde yaşamın, emeğin ve dilin insanın kendi sonluluğunun
bilincine varması gibi bilincine vardığı kuvvetler olduğunu söylemez. Aksine,
yaşam, emek ve dil öncelikle insana dışsal olan ve kendinin olmayan bir tarih
dayatan sonlu kuvvetler olarak ortaya çıkar. Ancak ikinci bir aşamadadır ki
insan bu tarihi kendi için uygunlaştırır ve kendi sonluluğundan bir temel
yaratır.]
97
Bir kuvvetin
diğeri tarafından etkilenmesi veya diğerlerini etkilemesi daima dışarıdan
gerçekleşir. Etkileme veya etkilenme kudreti ilişki içerisindeki kuvvetlere
göre değişir. Bir kuvvetler ilişkisi bütününün belirlenimi olarak diyagram,
başka ilişkilere ve başka kompozisyonlara girebilen kuvveti asla tüketmez.
Diyagram dışarıdan gelir ama dışarısı hiçbir diyagramla karışmaz, torbadan
sürekli yenilerini “çekip” durur. Böylece dışarısı her zaman bir geleceğe
açılır: Hiçbir şey asla bitmez çünkü hiçbir şey asla başlamamıştır; her şey
başkalaşır. [Bir kuvvet diyagramı, kendi ilişkilerine karşılık gelen iktidar
tekilliklerinin yanı sıra … sırası geldiğinde ortaya çıkan “noktalar, düğümler,
odaklar” gibi direniş tekillikleri sunar.
98
Foucault’nun
evrensel veya ebedi meselelere büyük bir önem atfetmediği doğrudur: Bunlar
sadece şu veya bu tarihsel formasyonda ve şu veya bu biçimselleşme sürecinde
tekilliklerin birtakım yeniden dağılımlarından ileri gelen masif veya global
etkilerdir. Evrenselin altında tekillik oyunları, tekillik yayılımları bulunur
ve insanın evrenselliği veya ebediyeti yalnızca tarihsel bir katmanın getirdiği
belirli ve geçici bir kombinasyonun gölgesidir. … Foucault “tekillikleri kavram
statüsüne kadar çıkartan bir logos’un
hareketinin” geçersizliğini ileri sürer çünkü “bu logos esasında halihazırda kurulu bir söylemdir”; yani her şey
söylendikten, her şey zaten ölüp gittikten ve “özbilincin sessiz içerideliğine”
döndükten sonra geriye kalan bir söylemdir.
[Dipnot 27.
(Matematik) … diğer tüm bilimlerin doğuşu veya gelişiminin prototipi olarak
alınırsa, tarihselliğin tüm tekil formlarının homojenleştirilmesi riskiyle
karşı karşıya kalınır…” AS (Bilginin
Arkeolojisi), s. 246]
99
[Hukuk ve
entelektüelin statüsündeki mutasyonlar...]
[Entelektüel 18.
yy’dan II. Dünya Savaşı’na kadar uzanan uzun bir süre boyunca evrensellek
iddiasında bulunabilmiştir.] Bu, yazarın tekilliğinin hukukçulara karşı
direnebilen ve dolayısıyla bir evrensellik etkisi yaratabilen bir “hukuk uzmanı
- ileri gelen” konumuyla örtüştüğü ölçüde söz konusuydu. Entelektüel figürü (ve
aynı zamanda yazının işlevi) değiştiyse, bunun nedeni bizzat pozisyonunun değişmiş
olması ve artık daha ziyade sözgelimi “atom fizikçisi, genetikçi, enformatikçi,
veya farmakolog” olarak bir spesifik noktadan diğerine, bir tekil noktadan
diğerine girmesi ve böylelikle artık bir evrensellik değil, eşanjör veya
ayrıcalıklı kesiştirme görevi gören çaprazlık etkileri üretmesidir. [eşanjör Farklı akışkanların birbirlerine karışmadan
plakalar yüzeyinde ısı transferini yapmasını sağlayan cihazlar]
Foucault Bilgi
İstenci’nin en güzel sayfalarında ne demeye çalışır? İktidar diyagramı disipliner
bir model ortaya koymak için hükümranlık modelini terk ettiğinde, yaşamın
yükümlülüğünü ve yönetimini üstlenen “biyo-iktidar”a veya popülasyonların
“biyo-politika”sına dönüştüğünde yeni bir iktidar nesnesi olarak ortaya çıkan, yaşamdır.
Bu noktada, hukuk hükümranın ayrıcalığını oluşturan şeyi, yani öldürme hakkını
(ölüm cezası) giderek reddederken çok daha fazla toplu katliama ve soykırıma
izin verir.
100
Yaşamı bizzat
insanın içinde özgürleştirmek gerekir zira insanın kendisi insan için bir
hapsetme biçimidir. İktidar, nesnesi olarak yaşamı aldığında, yaşam da iktidara
direniş haline gelir. [Nietzsche’nin ‘üstinsan’ kavramının karşılığı budur].
... “Direnen kuvvetler” bütünü olarak “yaşadığı sürece” insanın ne
yapabileceğini bilmek imkansızdır.
Katlamalar
veya Düşüncenin İçerisi (Özneleşme)
102
Bilme
İstenci’ni takip eden
uzunca sessizlik boyunca ne olmuştu? ... 1970 sonrasında hapishane hareketinin
nihai başarısızlığı Foucault’yu zaten üzmüştü ve daha sonra dünya ölçeğinde
meydana gelen başka olaylar da üzüntüsünü arttıracaktı. ... [Bichat] Ölümü hem
yaşamla eşzamanlı olarak hem de kısmi ve tekil ölümlerden oluşan bir çokluk
olarak ortaya koymuştur. ... [Hazzın Kullanımı’ndaki şu ifade...
“keninden vazgeçmek...]
104
... yaşamın
gerçek bir olumlaması...
106
... dokunun
bükülmesi, invajine olması...
107
[Yunanlılar]. “Enkrateia”,
yani bir maharet olarak kendiyle ilişki, “insanın başkalarına uyguladığı
iktidarın içinde kendine uyguladığı bir iktidardır” (insanın kendini
yönetemiyorken nasıl başkalarını yönettiğini düşünebilir?)...
108
Grek diyagramı
uyarınca yalnızca özgür insanlar diğerlerine hükmedebilir (“özgür kişiler” ve
aralarındaki “agonistik ilişkiler”; işte diyagramın özellikleri). ...
Yunanlıların yaptığı budur: Kuvvetin kuvvet olmayı bırakmayacağı şekilde,
kuvveti katlamışlardır. Kuvveti kendisiyle ilişkilendirmişlerdir. İçerideliği,
bireyselliği veya öznelliği göz ardı etmek şöyle dursun, özneyi icat etmişleridir;
ama bir tür türev veya bir “özneleşme”nin ürünü olarak. “Estetik varoluşu”,
yani ikilemeyi, kendiyle ilişkiyi, özgür insanın opsiyonel kuralını
keşfetmişlerdir. ... Foucault’nun temel fikri, iktidar ve bilgiden türetilen
ama onlara bağımlı olmayan bir öznellik boyutu fikridir.
109
[Hazzın
Kullanımı] ... bu kitap ... kendiyle ilişkiyi keşfeder. ... Nasıl ki
iktidar ilişkileri ancak gerçekleştirilmek suretiyle olumlanıyorsa, bu iktidar
ilişkilerini büken kendiyle ilişki de ancak kendisini gerçekleştirerek kurulur.
110
...
öz-belirlenim olarak özgür insanın kendisiyle ilişkisi cinselliği üç şekilde
ilgilendirecektir: basit bir hazların “Diyetetiği” formunda kendi bedenini
etkin olarak yönetme kapasitesine sahip olmak için kendini yönetmek; bileşik
bir ev “Ekonomisi” formunda kişinin karısını yönetme kapasitesine sahip olması
ve kadının bizzat iyi bir alıcılığa ulaşması için kendini yönetmek; bir oğlan
“Erotika”sının ikilenmiş formunda oğlanın kendi kendini yönetmeyi, etkin olmayı
ve diğerlerinin iktidarına direnmeyi öğrenmesi için kendini yönetmek.
Yunanlılar yalnızca kendiyle ilişkiyi icat etmekle kalmamış, bunu cinsellikle
ilişkilendirmiş, cinsellik içerisinde düzenlemiş ve ikilemişlerdir. Kısacası,
Yunanlarda kendiyle ilişki ve cinsellik arasında iyi temellendirilmiş bir
karşılaşma gerçekleşmiştir.
Yeniden
dağılım, yeniden organizasyon, en azından uzun bir dönem boyunca, kendi başına
gerçekleşir. Zira kendiyle ilişki, her türlü “kurumsal ve toplumsal sistem”den
bağımsız olarak, özgür insanın kendisine ayrılmış ve katlanmış bir bölge olarak
kalmayacaktır. Kendiyle ilişki iktidar ilişkileri ve bilgi ilişkileri açısından
anlaşılacaktır. İlk başta türetildiği bu sistemlere yeniden entegre olacaktır.
İçsel birey kendini “ahlaki” bir bilgi içerisinde kodlanmış ve yeniden
kodlanmış bulur, bilhassa iktidarın mücadelesinin nesnesi haline gelir ve
diyagramlaşır. O halde kıvrım adeta açılır, özgür insanın özneleşmesi bir
tabiiyete dönüşür: Bu, bir yandan, iktidarın kurduğu ve gündelik hayatla özne
dediklerinin içerisi üzerinde işleyen tüm bireyselleşme ve modülasyon
prosedürleriyle birlikte, “kontrol ve bağımlılık yoluyla bir başkasına tabi
olmaktır”; diğer yandan da, bir özne bilgisi oluşturacak ahlaki ve beşeri
bilimlere ilişkin tüm tekniklerle beraber, her bir kişinin “öz-bilinç ve
özbilgiyle [connaissance de soi] kendi kimliğine bağlanmasıdır”.
111
Kendiyle
ilişkinin en genel formülü şudur: kişinin kendi üztündeki kendi etkisi veya
katlanmış kuvvet. Özneleşme katlanmak suretiyle gerçekleşir. Ancak, dört çeşit
katlanma, cehennemin ırmakları gibi dört çeşit özneleşme kıvrımı vardır. İlki
maddi yönümüze ilişkin olup kıvrım tarafından kuşatılır ve kıvrım içine alınır:
Yunanlarda bu, beden ve bedenin hazları yani “afrodisia” idi; ama Hıristiyanlarda
bu, et ve etin arzuları, bütünüyle farklı bir maddi kiplik [modalité],
yani arzunun ta kendisiydi. İkincisi esasında kuvvetler ilişkisinin kıvrımıdır;
zira kuvvetler ilişkisi bir kendiyle ilişki halini almak için daima tekil bir
kural uyarınca bükülür; söz konusu kuralın doğal, ilahi, rasyonel ya da estetik
vs. olmasına göre elbette farklı durumlar söz konusudur. Üçüncüsü, doğruyla
varlığımız ve varlığımızla hakikat arasında bulunan ve her türlü bilginin ve
özel bilginin formel koşulu olarak hizmet edecek bir ilişki oluşturması
itibarıyla bilginin kıvrımı veya hakikatin kıvrımıdır: Yunanlarda ve
Hıristiyanlarda, Platon’da Descartes’ta veya Kant’ta hiçbir zaman aynı şekilde
gerçekleşmeyen, bilginin özneleşmesi. Dördüncüsü bizzat dışarının kıvrımı,
nihai kıvrımdır: ... öznenin farklı şekillerde, ölümsüzlük veya sonsuzluk veya
kurtuluş veya özgürlük veya ölüm veya kopuş beklentisini temellendiren budur.
112
Ve nihayetinde
kendi güncel kiplerimiz, modern kendimizle ilişkimiz hakkında ne
söyleyebiliriz? Bizim dört kıvrımımız nelerdir? İktidarın gündelik
hayatlarımızı, içerideliğimizi ve bireyselliğimizi gittikçe artan bir şekilde
kuşattığı doğruysa; eğer bireyselleştirici bir hal aldıysa; eğer bizzat
bilginin de arzulayan öznenin hermenötikleri ve kodlamalarını oluşturacak
şekilde gittikçe artan bir düzeyde bireyselleştirdiği doğruysa, öznelliğimiz
için geriye ne kalır? Özneye asla hiçbir şey “kalmaz” zira özne her defasında,
bir direniş odağı gibi, bilgiyi özneleştiren ve iktidarı yeniden büken
kıvrımların yönleri temelinde, yapılan bir şeydir. Modern öznellik Yasa’ya
fazlasıyla tabi kılınmış bir arzuya karşı bedeni ve hazlarını yeniden mi
keşfediyor? Ve fakat bu Yunanlara dönmek demek değildir, zira dönmek diye bir
şey asla yoktur. Modern bir öznellik mücadelesi iki güncel tabiiyet formuna
direnişten geçer; birincisi bizi iktidarın kısıtları temelinde
bireyselleştirmeye ilişkindir, diğeri ise her bireyi bilinen ve tanınan, kati
olarak sabitlenmiş bir kimliğe bağlamaya ilişkindir. Öznellik mücadelesi bu
yüzden kendisini farklı olma hakkı, varyasyon hakkı veya metamorfoz hakkı
olarak sunar.
113
Foucault, Hazzın
Kullanımı’nda özneyi keşfediyor değildir. Esasında, bunu zaten bir türev,
sözceden türetilmiş bir fonksiyon olarak belirlemişti. Ama, burada onu
dışarının kıvrım tarafından koşullanan bir türevi olarak tanımlamakla, ona,
indirgenemez bir boyutla birlikte bütün bir uzam verir. O halde en genel soruyu
yanıtlamak için gereken temele sahibiz: Artık ne bilgi ne iktidar olan bu
kendiyle ilişkiyi, bu yeni boyutu nasıl adlandırabiliriz? Kendinin kendi
üzerindeki etkisi haz mı yoksa arzu mudur? Veya buna arzu ya da haz davranışı
olarak “bireysel davranış” diyebilir miyiz? Ancak bu üçüncü boyutun ne derece
uzun dönemlere yayıldığını görürsek bunu tam karşılayacak terimi bulabiliriz.
Dışarının bir kıvrımının belirmesi batı formasyonlarına has gibi görünebilir.
Belki de Doğu böyle bir fenomen sergilememiştir ve dışarının çizgisi burada,
boğucu bir boşluk içerisinde, asılı kalır: Bu durumda çilecilik bir yok oluş
kültürü veya böylesi bir boşlukta herhangi bir belirli öznellik üretimi
olmaksızın nefes alma çabası olacaktır. Kuvvetlerin bükülmesinin koşulu özgür
insanlar arasındaki agonistik ilişkiyle birlikte ortaya çıkar gibidir. ... Hazzın
Kullanımı’nın neden aniden uzun bir dönemi irdelemeye koyulduğunu soracak
olursak, belki de en basit neden şudur: Artık pratik edilmeyen eski
iktidarları, artık işe yaramayan eski bilgileri çabucak unuttuysak da, ahlaki
meselelerde artık inanmayı dahi bıraktığımız eski inanışları omuzlarımızda
taşımaya ve problemlerimize karşılık gelmeyen eski kipler temelinde kendimizi
özne olarak üretmeye devam ediyoruz. Sinemacı Antonioni’nin dediği gibi:
Eros’tan muzdaribiz... Her şey adeta özneleşme kiplerinin ömürleri çok
uzunmuşçasına gerçekleşiyor ve Yunanları ve Hıristiyanları oynamaya devam
ediyoruz; sürekli bir şeylere dönmeye olan düşkünlüğümüz de buradan geliyor.
114
... “mutlak
bellek” veya dışarının belleği... “hypomnemata”... Bellek, kendiyle
ilişkinin veya kendinin kendi üzerindeki etkisinin gerçek adıdır. Kant’a göre,
zaman zihnin kendini etkileme formuydu, tıpkı uzamın zihnin başka bir şey
tarafından etkilenme formu olması gibi. ... unutuşun ta kendisi olan “mutlak
bellek”. ... Foucault’nun Heidegger’e ilişkin son bir keşfi vardır. Belleğin
karşıtı olan şey unutuş değil, dışarıya doğru yitmemize yol açan ve ölümü
oluşturan, unutuluşun unutuluşudur. [Kent, Görüntü,
Bellek makalesi] Zira belleğin unutuşla eş zamanlı olması itibarıyla,
dışarının katlandığı oranda onunla eş zamanlı olan bir içeri vardır. Yaşam yani
uzun dönem olan işte bu eşzamanlılıktır. Zaman özne haline gelir çünkü
dışarının kıvrımıdır ve, bu haliyle, tüm şimdiyi unutuluşa iterken tüm geçmişi
bellekte muhafaza eder; dönüşün imkânsızlığı olarak unutuş ve yeniden
başlamanın zorunluluğu olarak bellek. Foucault uzun zaman boyunca dışarıyı
zamandan daha derin nihai bir uzamsallık olarak düşünmüştür fakat son dönem
çalışmalarında bir kez daha zamanı dışarıya koymanın ve dışarıyı kıvrımla
koşullanan zaman olarak düşünmenin olanaklılığını ortaya koymuştur.
115
[Foucault’nun
fenomenolojiden yani niyetsellikten kopuşu] Foucault’nun reddettiği, tam da
bilincin şeye yönelmiş olduğu ve dünyada anlam kazandığıdır.
116
Ancak sözceler
hiçbir şeye yönelmiş değildir zira hiçbir şeyle ilişkili olmayıp, ancak bir özne
dışavurdukları ölçüde ilişkilidirler ve yalnızca kendilerine içkin değişkenler
olarak uygun ve yeterli özne ve nesneler veren bir dile, bir dil-varlığa
gönderirler. Ve görünürlükler de halihazırda ilkel (yüklemsellik öncesi) bir
bilince kendini açacak vahşi bir dünyada konuşlanmış olmayıp, yalnızca
kendilerine gerçek anlamda içkin, yani her türlü niyetsel bakıştan bağımsız
formlar, oranlar, perspektifler veren bir ışığa, bir ışık-varlığa gönderirler.
Dil de ışık da birini diğeriyle ilişkilendiren biçimlerde (belirtme, anlam,
dilin göstergeselliği; fiziksel ortam, duyumsanabilir veya anlaşılabilir dünya)
değil, her birini kendi içinde yeterli ve diğerinden ayrı olarak veren o
indirgenemez boyutta, ışığın “var”ı ve dilin “var”ı boyutunda ele alınacaktır. Her
türlü niyetsellik bu iki monad arasında veya görme ve konuşma arasındaki
“ilişkisizlik”te açılan bu boşlukta kaybolur. Bu, Foucault’nun gerçekleştirdiği
en büyük dönüşümdür: fenomenolojinin epistemolojiye dönüşümü. Zira görme ve
konuşma bilmek demektir ama konuştuklarımızı görmez ve gördüklerimizden
konuşmayız; ve ne zaman bir pipo görsek, niyetsellik kendini yadsıyormuş ve
kendi üstüne yıkılıyormuşçasına, sürekli (şu veya bu şekilde) “bu bir pipo
değildir...” diyeceğizdir. Her şey bilgidir ve bu, ham deneyim diye bir şey
olmamasının birincil nedenidir: Bilginin öncesinde veya altında hiçbir şey
yoktur. Ancak bilgi indirgenemez bir biçimde ikilidir, konuşma ve görme, dil ve
ışıktan oluşur ve bundan dolayıdır ki niyetsellik diye bir şey yoktur.
119
“Ham” deneyim
diye bir şey olmamasının bir diğer nedeni de budur, zira savaşlar bir strateji
gerektirir ve her deneyim iktidar ilişkilerinde yakalanmıştır.
[varlık-bilgi’den farklı olarak varlık-iktidar]. Oluşmuş bilgini iki formu
“arasındaki” ilişkileri kuran formel olmayan kuvvet veya iktidar ilişkileridir.
Varlık-bilginin bu iki formu dışarıdalık formlarıdır çünkü sözceler bunlardan
birinde, görünürlükler de diğerinde dağılmıştır...
120
[Yunanlar...
kendini yönetmek koşuluyla diğerlerinin yönetilmesi...]
121
Bilgi, iktidar
ve kendilik gerçekten de üç indirgenemez boyuttur ama daima birbirlerini
gerektirirler. Bunlar üç “ontoloji” teşkil eder. Foucault neden bunların
tarihsel olduğunu ekleme gereği duyar? Çünkü bunlar evrensel koşullar tayin
etmez. Carlık-bilgi görünür olan ve söylenebilir olanın herhangi bir anda
aldığı iki form tarafından belirlenir ve ışık ile dil de belirli bir katmanda
sahip oldukları “tekil ve sınırlı varoluş”tan ayrı düşünülemez. Varlık-iktidar,
kendileri de çağlara göre değişkenlik gösteren tekilliklerden geçen kuvvet
ilişkileri dahilinde belirlenir. Keza kendilik, kendi-varlık da özneleşme
süreciyle yani kıvrımın geçtiği yerlerle belirlenir (Yunanların evrensel bir
tarafı yoktur). Kısacası, koşullar asla koşullanandan daha genel olmayıp
değerlerini kendi tarihsel tekilliklerinden alır. Ayrıca koşullar da
“apodiktik” değil problematiktir. Bunlar koşullar olduğundan, tarihsel olarak
değişkenlik göstermez, tarihle birlikte değişirler. Esasında
gösterdikleri şey, problemin belli bir tarihsel formasyonda ortaya konuş
şeklidir: Şu veya bu ışık ve dil koşulları altında ne bilebilir veya ne
görebilir ve söyleyebilirim? Ne yapabilirim, hangi iktidar üstünde hak iddia
edebilir ve hangi direnişleri ortaya koyabilirim? Ne olabilirim, hangi kıvrımlarla
kendimi sarmalayabilir, kendimi nasıl özne olarak üretebilirim? Bu üç soruya
ilişkin olarak, “ben” bir evrenseli değil, bir Konuşuluyor-Görülüyor,
Çarpışılıyor, Yaşanılıyor dahilinde işgal edilen bir grup tekil pozisyonu
belirtir. [Dipnot 44: Foucault burada Kant’a yalnızca bir evrensel özne
sorusunu değil, “tarihin bu belirli anında kimiz biz?” sorusunu da sorduğu için
hayranlık duyar.] Hiçbir çözüm bir çağdan diğerine aktarılamaz ama eski bir
problemin “verileri”nin bir diğerinde yeniden etkinleşmesini sağlayacak
problematik alanlar delinerek ele geçirilebilir. (Belki de Foucault’da bir
yerlerde hâlâ bir Yunan yatmaktadır, hazlara ilişkin bir “problemleştirmeye”
duyduğu belli bir güven...).
122
“Entelektüel”in
evrensel olmaktan ziyade spesifik veya “tekil” olan yeni işlevleri nelerdir?
... Ne yapabilirim? Ne biliyorum? ve Neyim?
123
Foucault’da her
şey değişkenlere ve değişkenliğe tabidir: bilginin değişkenleri (sözgelimi,
sözcenin içkin değişkenleri olarak nesneler ve özneler) ve form ilişkilerinin
değişkenliği; iktidarın değişken tekillikleri ve kuvvet ilişkilerinin
değişkenlikleri; değişken öznellikler, ve kıvrımın veya özneleşmenin
değişkenliği.
[Foucault]
Zihniyetlerin tarihini değil, zihinsel bir varlığı olan her şeyi belirleyen
koşulların, sözcelerin ve dil rejiminin tarihini yapar. ... Kurumların tarihini
değil, bunların bir toplumsal alanın ufkunda diferansiyel kuvvet ilişkilerini
entegre etmelerini sağlayan koşulların tarihini yapar. Özel hayatın tarihini
değil, kendiyle ilişkinin bir özel hayat teşkil etmesini sağlayan koşulların
tarihini yapar. Öznelerin tarihini değil, toplumsal olduğu kadar ontolojik de
olan bu alanda işleyen katlamaların belirlediği özneleşme süreçlerinin tarihini
yapar.
124
Düşünmek,
görmenin ve konuşmanın kendi limitlerine ulaşmasını sağlamaktır...
Düşünmek ne
doğuştan gelir ne de sonradan kazanılır. ... Artaud, doğuştan gelen ve sonradan
kazanılan karşısına “jenital” olanı koyar; yani başlı başına düşüncenin
jenitalliği, her türlü dış dünyadan daha uzaktaki ve dolayısıyla her türlü iç
dünyadan daha yakındaki bir dışarıdan gelen düşünce. Bu dışarısına rastlantı mı
demek gerekir? Zar atımı esasında mümkün olan en basit kuvvet veya iktidar
ilişkisini, rastlantı sonucu ortaya çıkan tekillikler (zarın yüzlerindeki
rakamlar) arasında kurulan ilişkiyi ifade eder. Foucault’nun anladığı şekliyle
kuvvet ilişkileri yalnızca insanlara değil, belli bir dilin dikte ettiği çekim
ve frekans yasalarına göre veya rastgele gruplanan alfabenin unsurları veya
harflerine de ilişkindir. Rastlantı sadece ilk el için geçerlidir; ikinci el
belki de, kısmi zincirlenmeler dizisi şeklindeki bir Markov zincirinde olduğu
gibi, kısmen birincisi tarafından belirlenen koşullarda gerçekleşir. Ve dışarı
da budur: bir rastlantı ve bağımlılık karışımıyla rast gele olayları sürekli
birbirine bağlayan bir çizgi. Düşünmek böylelikle burada yeni figürler kazanır:
tekilliklerin çekilmesi, çekimlerin zincirlenmesi ve her seferinde bir tekilliğin
komşuluğundan öbür tekilliğin komşuluğuna giden serilerin icat edilmesi.
125
[Artaud’da
“doğuştan gelen jenital” ve Foucault’da da kendiyle cinselliğin karşılaşması]
126
Eğer içeri
dışarının katlanmasıyla oluşmuşsa, aralarında topolojik bir ilişki vardır:
Kendiyle ilişki dışarıyla ilişkiyle homologdur ve bu ikisi görece dışsal
(dolayısıyla görece içsel) olan ortamlar teşkil eden katmanlar aracılığıyla
birbirine temas eder.
“Kurmacadan
başka bir şey yazmadım...” Ama kurmaca hiçbir zaman bunca hakikat ve gerçeklik
üretmemiştir. Foucault’nun muazzam kurmacasını nasıl anlatırız? Dünya birbiri
üstüne binmiş yüzeyler, arşivler veya katmanlardan oluşmuştur. Dünya bilgidir
de. Ancak katmanları, bir tarafta görsel tabloları öbür tarafta ses eğrilerini
dağıtan merkezi bir çatlak kateder: her katmanda söylenebilir ve görünür olan,
bilginin iki indirgenemez formu, Işık ve Dil, görünürlüklerin ve sözcelerin
yerleştiği iki muazzam dışarıdalık ortamı. [Bu sayfada (127) Foucault’un
Diyagramı grafik olarak çizilmiş] ... (yaşamı arşivlerde aramak kimin aklına
gelirdi?)
128
Katmanlar
toprağa aitse, strateji havaya veya okyanusa aittir.
En uzak olan,
en yakın olana dönüşerek içeriye geçer: kıvrımların içindeki yaşam. ...
[dışarının içerisi olarak tekne].
İnsanın
Ölümü ve Üstinsan Üzerine
133
İnsan-formunun
ortaya çıkması veya kendi konturlarını çizmesi içi insanın içindeki kuvvetlerin
dışarıdan gelen son derece özel kuvvetlerle ilişkiye girmesi gerekir.
“Klasik”
Tarihsel Formasyon
Klasik düşünce
sonsuzu düşünme şekliyle kendini gösterir. Bir kuvvet içerisindeki her
gerçeklik mükemmelliğe “eşittir” ve dolayısıyla sonsuza (sonsuzca mükemmel
olana) taşınabilir; dışında kalansa bir sınırlamadır, sınırlamadan başka bir
şey değildir. ... 17. yy sonsuz [l’infini] ile belirsiz [ı’indéfini]
arasındaki ayrımı göz ardı etmez ama belirsizi sonsuzun en alt derecesi olarak
alır. ... 17. yy’ın en karakteristik metinleri farklı sonsuzluk düzenleri
arasındaki ayrıma ilişkindir: Pascal’deki sonsuz büyük ve sonsuz küçük ayrımı;
Spinoza’daki kendi içinde sonsuz, nedeni itibarıyla sonsuz ve sınırlar arasındaki
sonsuz; Leibniz’in tüm sonsuzları... Klasik düşünce kuşkusuz dingin ve hakim
bir düşünce değildir: Kendisini sürekli sonsuzda kaybedip durur; ... her türlü
merkezi ve yer-yurdu kaybeder; tüm bu sonsuzlar arasında sonlunun yerini
sabitlemek için debelenip durur ve sonsuz içinde bir düzen oluşturmaya uğraşır.
134
Kısacası,
insanın içindeki kuvvetler şeyleri sonsuza taşıyan kuvvetlerle ilişkiye
girerler. Sonsuza taşıyan kuvvetler dışarıdan gelen kuvvetlerdir zira insan
sınırlıdır ve kendisini kateden daha mükemmel olan bu gücün hesabını veremez.
... Tanrı-formu 17. yy’ın tüm yazarlarının gözünde bileşkedir. ... Sonsuz
temsil dünyası budur.
135
[18. yy.] ...
hâlâ klasik bilimselliklerin göstergesini teşkil eder: canlılar için
“karakter”, diller için “kök”, refah için para (veya toprak). ... Ayrıca 17.
yy’da biyoloji değil, kendini seriler dahilinde organize etmeksizin bir sistem
oluşturmayan bir doğa tarihi vardır; ekonomi politik değil, bir refah analizi
vardır; filoloji veya dilbilim değil, genel bir gramer vardır. ... tablolar
yerleştirme operasyonu: serme, sürekli serme - “açıklama”. Tanrı eğer evrensel
açıklama, en üstün serimleme değilse nedir?
19. yy’ın
Tarihsel Formasyonu
[19. yy
mutasyonu:] İnsanın içindeki kuvvetler sonluluk kuvvetleri olan dışarıdan gelen
yeni kuvvetlerle ilişkiye girer. Bu kuvvetler Yaşam, Emek ve Dildir: biyolojiyi
ekonomi politiği ve dilbilimi doğuracak olan sonluluğun üçlü kökü. Ve kuşkusuz
bu arkeolojik mutasyona alışkınız: “Kurucu sonluluğun” kökensek sonsuzun yerini
aldığı böylesi bir devrim çoğunlukla Kant’a atfedilir. ... Ama Foucault bu
şemaya yepyeni bir unsur getirir: Bize yalnızca tarihsel olarak belirlenebilir
nedenler uyarınca insanın kendi sonluluğunun bilincine vardığı söylenirken,
Foucault birbirinden farklı iki yarı an ortaya koyma zorunluluğunda ısrar eder.
İnsanın içindeki kuvvetin, sonluluğun kuvvetlerini dışarıdan gelen kuvvetler
olarak karşılamakla ve yakalamakla işe başlaması gerekir: Sonlulukla karşı
karşıya gelmesi gereken yer kendinin dışındadır. Bundan sonra ve ancak bundan
sonra, ikinci bir aşamada, bunu kendi sonluluğu haline getirir; bunun bilincine
zorunlu olarak kendi sonluluğu olarak varır.
137
[Klasik çağda
sonsuza taşınan unsurlar, şimdi] ... nitelenemeyen, temsili imkânsız olan bir
şeyi kazıp ortaya çıkarmak üzere kendilerini nitelikten koparırlar: yaşam
içerisindeki ölüm, emek içerisindeki acı ve yorgunluk, dil içerisindeki
kekeleme veya afazi.
İkinci aşama,
yani biyoloji, ekonomi politik ve dilbilim için artık her şey hazırdır. Şeyler,
canlılar ve kelimelerin yeni bir boyut olarak bu derinliğin üzerine geri
katlanmaları veya bu sonluluk kuvvetleri üzerine geri düşmeleri
yeterlidir. [Yaşamda sadece bir organizasyon kuvveti değil, aynı zamanda
birbirlerine indirgenemez uzay-zaman organizasyon düzlemleri vardır; dil de
artık belirttikleri ve anlamlarıyla tanımlanmaz, kelimelerle harflerin
özyeterliliklerinin yerini sessel ilişkiler alır; artık sadece üretici emeğin
kuvveti değil, emeğin kendi üzerine geri düştüğü üretim koşulları vardır
(Ricardo), bundan sonradır ki bunun tersi olur, yani sermaye gaspedilen emeğin
üzerine geri düşer (Marx).] 17. yy’ın bağrına bastığı genel olanın yerini her
yerde karşılaştırmalı olan alır.
138
Foucault’ya
göre söz konusu olan şey bölgesel kuvvetlerin kah bir Tanrı-formu oluşturacak
şekilde sonsuza taşıma kuvvetleriyle (serim) kah bir İnsan-formu oluşturacak
şekilde sonluluk kuvvetleriyle (kıvrım) karşılaştığı bir kuvvetler ilişkisidir.
Geleceğin
Bir Formasyonuna Doğru
139
[Nietzsche] ...
onu asıl ilgilendiren insanın ölümüdür. Tanrı varoldukça, yani Tanrı-formu
işlemeye devam ettikçe, insan henüz yoktur. Fakat İnsan-formu belirdiğinde,
bunu ancak insanın ölümünü en az üç şekilde içinde barındırarak yapar: Bir
yanda, insan Tanrı’nın yokluğunda özdeşliğinin garantisini nereden bulacaktır?
Diğer yanda, İnsan-formu zaten sadece sonluluğun kıvrımları dahilinde
oluşmuştur: Ölümü insanın içine yerleştirir. Son olarak, sonluluk kuvvetleri
başlı başına insanın ancak yaşamının organizasyon düzlemlerinin yayılımı,
dillerin dağılımı ve üretim tarzlarının farklılığı yoluyla varolabileceği
anlamına gelir; bu da ancak “bilgi [connaissance] eleştirisi”nin
“varlıkların yok oluşunun bir ontolojisi”ni teşkil etmesi demektir (sadece
paleontoloji değil, aynı zamanda etnoloji). Peki ama Foucault insanın ölümünün
ardından gözyaşı dökmenin manası yok derken ne kastetmektedir? ... İnsanın
içindeki kuvvetler ancak dışarıdan gelen kuvvetlerle ilişkiye girmek suretiyle
bir form oluşturuyorsa, bunlar şimdi hangi yeni kuvvetlerle ilişkiye girme
riskiyle karşı karşıyadır ve bundan artık Tanrı ya da İnsan olmayan hangi yeni
form ortaya çıkabilir? Nietzsche’nin “üstinsan” adını verdiği problemin doğru karşılığı
budur.
141
Biyolojinin
moleküler biyolojiye sıçraması ve dağılmış yaşamın genetik kodda yeniden
birleşmesi gerekmiştir. Dağılmış emeğin üçüncü türden sibernetik veya
enformatik makinelerde yeniden birleşmesi veya gruplanması gerekmiştir. ... Artık
sonsuza taşınma veya sonluluk değil, bir sınırsız-sonlu söz konusudur, böylece
sonlu sayıda bileşenin neredeyse sınırsız bir kombinasyon çeşitliliği getirdiği
bütün kuvvet durumlarına müracaat edilir. Faal mekanizmayı oluşturan ne kıvrım
ne serim olup genetik kod zincirlerine özgü katlanmalarda ve üçüncü türden
makinelerdeki silisyum potansiyellerinde olduğu kadar, modern edebiyatta dil
“sürekli bir kendine dönüş içerisinde kendini yeniden eğip bükmekten başka bir
şey yapmadığı zaman” cümlenin konturlarında görülen Üstkıvrım gibi bir
şeydir. [“dilin içindeki yabancı bir dil”; dilin sonuna gidiyormuşçasına
atipik, agramatik bir ifade; Dada kolajları]
İnsanın
içindeki kuvvetler dışarıdan gelen kuvvetlerle ilişkiye girer: karbondan
intikam alan silisyum kuvvetleri, organizmadan intikam alan genetik bileşen
kuvvetleri, gösterenden intikam alan agramatik kullanımların kuvvetleri. ...
Üstinsan insanın içindeki kuvvetlerin bu yeni kuvvetlerle oluşturduğu formel
bileşkedir, yeni bir kuvvetler ilişkisinden doğan formdur. İnsan, yaşamı, emeği
ve dili kendisinde özgürleştirmeye meyleder. Üstinsan, Rimbaud’nun
formülünde olduğu gibi, hayvanlarla dahi yükümlüdür. Bu bizzat kayalarla veya
(silisyumun hüküm sürdüğü) inorganik maddeyle yükümlü insandır. Bu, dilin
varlığıyla (dilin söyleyeceği şeyden dahi “kendini özgürleştirebileceği o
formsuz, dilsiz, göstergesel olmayan bölgeyle”) yükümlü insandır. [Üstinsan]
... Önceki iki formdan daha kötü olmamasını ancak umabileceğimiz, Tanrı veya
İnsan olmayan yeni bir formun ortaya çıkışıdır.
[Dipnot 18.
Geleceğin insanı yalnızca yeni dille değil, aynı zamanda bizzat hayvanlarla ve
biçimlenmemiş olanla yükümlüdür - Rimbaud]
.
.
.