13 Ocak 2020

Paul Veyne - Foucault

.
.
.




.
.
.

Foucault
Düşüncesi, Kişiliği  - 2008

Paul Veyne

(Çev. Işık Ergüden), Alfa Yayınları, 2014, İstanbul




9
kuşkucu bir düşünür ... hiçbir kurucu aşkınlığı kabul etmiyordu.

10
O sanıldığı gibi, insanın ve insan öznenin düşmanı değildi. ... öznenin yalnızca kendi döneminin hakikatlerine ve gerçeklerine tepki gösterebileceğine ya da bunlarda yenilikler yapabileceğine inanıyordu. ... “Varlık’la hiçbir iletişimimiz yoktur” diye düşünüyordu. ... Foucaultculuk tutarlı ve özgünlüğü tarihsel eleştiri üzerinde temellenmiş ampirik bir antropolojidir.

14
... bilgi, gerçekliğin sadık bir aynası olamaz. Foucault’ya göre, kendi maddiliği içindeki nesne, onu tanıdığımız ve Foucault’nun -yanlış seçilmiş bir kelimeyle- “söylem” diye adlandırdığı biçimsel çerçevelerden ayrılamaz.

Söylem, çıplaklığı içindeki tarihsel bir oluşumun en belirgin, en özlü tanımıdır; nihai bireysel farklılığının ortaya konmasıdır.

defferentia ultima   -   nihai farklılık

15
... bir Yunan ya da ortaçağ yazarının kendini ifade edişindeki herhangi bir tarzın, falanca kelimenin, herhangi bir cümle yapısının, bizim analizimizden sonra bir kalıntı, bizim göremediğimiz bir fark bıraktığını hissederiz.

18
[Ceza hakkındaki bütün bu söylemler], ceza yasalarına, bu yasaları uygulayan ve Foucault’nun dispositif diye adlandırdığı tavır, kurum, iktidar, gelenek ve hatta yapıların içine dahil edilmiştir.

“Tümelleri tarihin rendesinden geçirmek değil, tarihi tümelleri reddeden bir düşünce düzleminden geçirmek.”

nominalizm   tümel kavramların ancak birer işaret olduğunu kabul eden akım. [köpek kavramı havlamaz.]

... her söylem, gelenek, görenek sözler, bilgiler, normlar, yasalar, kurumlar gibi cinsellik etrafında düzenlenmiş bir yığın öğeyi de işin içine katar. Bu yüzden söylemsel pratiklerden söz ederken ... dispositif’lerden söz etmek yerinde olur.

20
...kendinde şeye yalnızca “fenomen” olarak erişiriz, çünkü kendinde şeyi, içine girdiği -Foucault olsa “kuma gömülmüş” derdi- “söylem”den ayıramayız.

Bütün fenomenler tekildir, tarihsel ya da sosyolojik her olgu bir tekilliktir. ... “Olayların tekilliğini; her türlü tekdüze erekliliğin” ve işlevselliğin “dışında” saptamak gerekir.

21
Her Dönemin Kendi Akvaryumu Vardır

... Foucault, tekilliklere ulaşmak için söylem sözcüğü kadar söylemsel pratikler, varsayımlar, episteme ve dispositif sözcüklerini de kullanmıştır. ... Şeyleri, şeylere uygun sandığımız genel fikirlerle düşünürüz oysa bu şeyler rasyonel ya da tümel değildir...

22
Arkeolojiye [soybilime] bazı fenomenlerin özüne gidildiğinde, her fenomenin tekilliği ve keyfiliği saptanır. ... - ama yalnızca bunlar hakkında, yoksa Dreyfus’un masumiyeti ya da Varus Savaşı’nın kesin tarihi gibi tekillikler hakkında değil.

Marx’tan alıntı yaparsak, insanlık önüne sadece çözebileceği sorunlar koyar. Çünkü kölelik ve köleliği destekleyen bütün yasal ve zihinsel dispositif çöktüğünde, köleliğin “hakikati” de çöker.

23
... felsefelerin çoğu filozofun ya da insanların Varlıkla, dünyayla, Tanrı’yla ilişkisinden yola çıkar. Foucault ise farklı insanların kendiliğinden yaptıkları ve doğru kabul ederek söylediği şeylerden yola çıkar.

24
Gerçekten de Foucault’da bir tür hermeneutik-pozitivizm vardır: “Ben”, dünya ve İyilik üzerine kesin hiçbir şey bilemeyiz, ama yaşayanlar olarak kendi aramızda anlaşırız - bir zamanlar ölülerin yaptığı gibi. Doğru düzgün anlaşmamız başka bir şeydir ama sonuçta birbirimizi anlarız - doğru bir kavrayış, bir geleneğe dahil olmayı ya da yabancı bir geleneğin girmesini gerektirir; hemen Helenist olamayız. “Düşüncenin indirgenemezliği ilkesi” nedeniyle, bu bir hermeneutiktir.

26
... tekillikleri ortaya çıkarmak için ayrıntılardan yola çıkalım ve iktidarın somut pratiklerinden, prosedürlerinden, aygıtlarından vb. yola çıkarak geriye gidelim.

Söylemler “konuşan öznenin değil, söylenen şeyin bilinçdışıdır”, “bilginin olumlu bilinçdışı”, faillerin “bilincinden kaçan”, “bilincinde olmadan kullandıkları” “bir düzey”dir.

27
Bilinçdışı kelimesi elbette bir metonimdir -düz değiştirmece: Bilinçdışı ister Freudçu olsun ister başka bir şey, yalnızca bizim beynimizde vardır; “bilinçdışı”nı “zımni ya da örtülü” diye okuyabilirsiniz.

... bilinç ile bilinçdışı arasındaki sınırlar “onları tanımlayan sınırlardan önce var olamazlar” çünkü bu sınırlar tarihsel bir hududun çizilmesinden başka bir şey değildir. [bu sınırlar bilinçdışından çıkmazlar].


33
Yalnızca Tarihsel a priori Vardır

Foucault Fransız tarih ekolünün kendi fikirlerini kabul ettiğini görmeyi ummuştu. ... Her şeyin, hakikatin bile, tarihsel olduğunu kabul etmeye hazır değiller miydi? Tarih-ötesi değişmezler yok değil miydi? Ancak Foucault’nun talihsizliği, bu tarihçilerin o dönemde kendi projeleriyle, yani tarihi, toplumla açıklamakla, meşgul olmalarıydı.

Bu tarihçilerin kendi yöntemleri zaten vardı. Başka bir sorgulamaya, doğru dürüst anlayamadıkları ve onlara başka okurlardan daha güç gelen eserleri -çünkü Foucault’nun kitaplarını kendi yöntemlerine göre okuyorlardı- yazan bir filozofun sorgulamasına açık değillerdi. ... Onların gözünde Foucault felsefi şeyleri kullanıyordu; kendilerinin ise gerçeklikten söz ettiklerini sanıyorlardı. Kendi yazdıklarının da farkında olmadan kavramsallaştırma yaptığını ve kullandıkları mefhumların özünde Foucault’nunkiler kadar soyut olduğunu hepsi anlamamıştı. ... Tarih yazmak kavramsallaştırmaktır. Bastille’in ele geçirilmesini düşündüğümüz an (İsyan mıdır? Devrim midir?) zaten onu kavramsallaştırmış oluruz. [Tarihçiler, yıllar önce, yalnızca muharebelerin, kralların ve kurumların tarihini değil, ekonominin tarihini de yapabileceklerini keşfedince çok gururlandılar. ... duyguların, davranışların, vücutların tarihinin de yapılabileceği...]

34
“Nedensellikten yoksun bir tarihin tarih olmayacağı şeklindeki önyargıdan kurtulmak gerekir.”

“Fransız tarihçilerin aklında yalnızca Toplum var...” Foucault’ya göre, Fransız tarihçiler toplumu “analizlerinin genel ufku” yapıyorlardı. [sanırım bu Durkheim’dan, Marx’tan kaynaklanıyordu]. Bir Foucaultcu için ise tersine, toplum her açıklamanın ilkesi ya davardığı yer olmadığı gibi, bizzat kendisi açıklanmalıdır. Toplum nihai değildir, tam tersine, alımladığı bütün söylem ve dispositifler farklı dönemlerde toplumu ne haline getiriyorsa, toplum odur.

37
“Tarihsel sabit ya da antropolojik bir özellik ya da herkese aynı şekilde dayatılan bir gerçeklik araştırıldığında ortaya bir tekillik çıkarılır. Bu, sabitin sanıldığı kadar açık ve net olmadığı gösterilir...”

40
Söylem, her dönemde insanların her şeyi algıladıkları, düşündükleri ve eylemde bulundukları gözlüklerdir; bunlar tahakküm altındakilere olduğu kadar tahakküm uygulayanlara da dayatılır. Söylem, tahakküm uygulayanların tahakküm altındakileri aldatmak ve kendi tahakkümlerini haklı göstermek için icat ettikleri yalanlar değildir.

41
Yalancı ideolojiler olmayan söylemler, insanların -bilmeden- gerçekten yaptıkları ve düşündükleri şeyin haritasını çıkartırlar.

43
... dispositif (ister bilim olsun, ister hastane, cinsel aşk ya da ordu) tarihsel bir oluşumu meydana getiren yasalar, edimler, sözler ya da pratiklerdir. Söylemin kendisi de söyleme göre şekillenen ve toplum içinde onu cisimleştiren dispositife içkindir. Dönemin tekilliğini de, tuhaflığını da, dispositifin yerel rengini oluşturan söylem üretir.

45
Bir dispositifin bileşenleri arasında hakikatin kendisi de yer alır. “Hakikat, iktidarın düzenli etkilerini üretir.”

46
... dispositif, şeyleri, hakikate ait fikirleri, temsilleri, doktrinleri ve felsefeleri, kurumlarla, toplumsal ve ekonomik pratiklerle karıştırır. Söylem bütün bunlara nüfuz eder. Söylemin tuhaf biçimleri, doğal değildir, bu biçimler tarihsel sınırlardır: Bu dönemsel kendilik, şekil almış bir akıl yürütmeden değil, bir çömlek kırığı, bir çakıl taşı biçimindedir. Dolayısıyla, Stoacı terimlerle, cisimsiz maddilikten söz edebiliriz.

1960’lı yılların linguistic turn’ünün [dilsel dönüşüm] muğlaklıklarından kaçan Foucault’nun doktrinini toplumu (“ben, kitaplarımda toplumdan vazgeçemem,” demişti bana) ve bütün tarihsel gerçekliği kapsayacak şekilde genişlettiğini görmek mutluluk vericidir.

[Dipnot 41. ...Foucault’nun sorununun kelimeler ve temsiller olduğu sanıldı. Foucault karışıklığı ortadan kaldırmak için ... çabaladı. 17. yy’da -diye yazar- natüralistler bitki ve hayvan tariflerini çoğalttılar. “Bu tariflerin tarihini iki şekilde yapmak” gelenekseldir. “Ya şeylerden yola çıkılır ve denilir ki; hayvanlar neyse o olduğuna, bitkiler bizim gördüğümüz şey olduğuna göre, 17. yy insanları onları nasıl görüp tanımladı? Ne gözlemlediler, neyi ihmal ettiler? Ya da ters yönde analiz yapılır, bilimin o dönemde hangi kelime ve kavramları kullandığı görülür ve buradan yola çıkarak, bitki ve hayvanların bütünü üzerine hangi kefeye yerleştirildiği görülür.” Foucault, natüralistlerin farkında olmadan, gerçek nesneler ve kavramlarıyla birlikte semantik alanın ötesinde, nesnelerin ve kavramların oluşumunu düzenleyen bir “söylem” dolayısıyla düşündüklerini fark eder. Söylem üçüncü öğedir...]

48
Kant’a ve Husserl düşüncesinin aşkın kökeninin karşısına Foucault ampirik ve bağlamsal bir köken çıkartacaktır: Düşünce, her şeyin içinde, cisimsiz, içe işleyen bir dispositif oluşturur ve onun aracılığıyla kendini dayatır. Çünkü söylem yalnızca bilinç tarafından değil, toplumsal sınıflar, ekonomik çıkarlar, normlar, kurum ve tüzükler tarafından da desteklenir. 19. yy’da psikiyatri söyleminin ortaya çıkışı, psikolojik ve hukuksal fikirleri, adli, tıbbi, polisiye kurumları, hastaneyi, aileyi ve mesleki normları içine aldı.

51
Foucault’nun Kuşkuculuğu

... “tarih” felsefi şekilde hareket etmez: “Ampirik bir araştırma, önemsiz bir tarih çalışması”, “aşkın boyutu tartışma hakkı”nı elde eder.

Foucault’nun kuşkuculuğu ... Kant’taki gibi Newtoncu fizik temelinde değil, tarihsel bir hermeneutik temelinde işler.

53
Geçmişi hakikatler mezarlığı olarak gören Foucault... [doktrinlerin en saçmasını bile asla mahkûm etmedi.] O bütün doktrinleri saygılı bir dinginlik ve bereketli bir dille sergiler. Hiçbir şey boşuna değildir, insan ruhunun üretimlerinde olumluluktan başka bir şey yoktur, çünkü bunlar var olmuştur; bunlar ilginçtir.

54
Foucault genel her hakikatten ve bizim bütün büyük tarih dışı hakikatlerimizden kuşku duyar... tümeller yoktur, yalnızca tekillikler vardır. ... Mitlerden söz ettiğimiz bir akşam, bana, Heidegger’e göre asıl sorunun hakikatin özünün ne olduğunu bilmek olduğunu söyledi; Wittgenstein’a göre ise, doğruyu söylerken ne söylediğini bilmekti. “Ama bence sorun, hakikatin bu kadar az doğru olmasının nereden kaynaklandığı sorusudur”.

55
[Spinoza’da tümellerin yadsınması:] Spinoza’ya göre her beden, her ruh ve her düşünce evrensel zincirin tekil bir ürünüdür. Bir cins ya da türe dahil olamaz. Daha doğrusu, ancak yüzeysel benzerliklerin etkisiyle bozulmuş hayal gücümüz açısından ancak bir cins ya da türe girebilir.

60
Gerçeküstücülerde gayet canlı olan şey artık bir temcit pilavıdır. Bir tarihçi olan Foucault, bu abartılı ağlayıp sızlamaları göz ardı ediyordu. Nietzscheci Foucault, bu gönül dağlaycı acınmalarda bir sağlıksızlık semptomu görüyordu. Kendi açısından ise ne bıkkınlık, ne tiksinti, ne sıkılma, ne çöküş biliyordu (Nietzscheci Bengi Dönüş mitinin anlamı buydu: “Mevcut dünyayı defalarca yaşamaya hazırım”).

61
Elbette, tarihsel olgular hazır biçimde var olmazlar, bunlar yapımdır, diye yazar Marc Bloch; fakat kendi hakikatlerine saldırmayan söylemler üzerinde inşa edilmişlerdir.

63
“Tarihsel” olaylar, ne kadar görkemli olsalar da, eleştiri açısından, küçük olgulara, gündelik hal ve tavırlara çarpıp parçalanırlar. Dolayısıyla, gaz odalarının etrafında olup bitenin ve yapılanın maddi gerçekliği saptanabilir. Ayrıca, biz insanlar birbirimizi iyi kötü anlarız, aramızda hermeneutik bağ vardır.

Şunu da belirtmek gerekir ki, kuşku duyulmayan küçük olgulara, bir bakış açısı ve bir söylem dışında asla erişilemez; insan bilgisinin üzerine çöken yazgıdır bu. Otçul ot arar; sonsuzca tekrarlanan bu tekil nesneyi arar -çünkü tekil bir şey de sayısal bakımdan tekrarlanabilir- fakat bu ot, kendinde, kendi içinde, her bakış açısından bağımsız Ot değildir: Bunlar hayvanın gözünde topraktan çıkan ince uzun ve yeşil gövdelerdir. Sığır familyasının bakış açısında ot söylemi böyledir ve bu, bir botanikçinin ya da gezginin aynı ölçüde yanlı ve kısmi olan bakış açısından farklıdır. Her bakış açısının dışında, Kendinde Ot’un ne olduğunu asla bilemeyeceğimiz (hatta bu kelimelerin bizim için hiçbir anlamı yoktur; yalnızca tanrısal bir zakâ otun boyutlarını gerçek büyüklükte görebilir); ot hakkında “her şeyi bildiğine” inanan botanikçilerin söylemi, otçulun söylemine denk düşmez. Bir söylemle kaplanmamış otun, iktidarın ya da cinselliğin ne olduğunu bilemeyiz; olguları söylemlerinin kabuğundan çıkarmamız imkânsızdır. Bu görecelilik ya da tarihselcilik değil, perspektivizmdir.

“Vahşi halde” cinselliği hiçbir yerde bulamayız; bu bitkiyi ancak yetiştirilmiş bitki halinde bir söylemin içinde buluruz. Cinsellik, söylemin, bu geçici tarihsel a priori’nin içkin olduğu bir dispositif’in hem esiri hem zindancısıdır. Burada elbette Kant’taki hissetme yetisinin a priori biçimleri türünden bir şey yoktur! ... bir şeyi “hakkında fikir sahibi olmadan” [göremeyeceğimizi belirtmeye çalışıyorum.]

67
Biraz eğlenmek için, imkânsız olsa da, metafizikçi bir Foucault hayal edebiliriz. [Dipnot 30. Meşru bir hayaldir bu; çünkü Foucault’nun kendisi de Deleuze’ün postuna bürünerek eğlenmekte ve bengi dönüş, Aynı’nın adı, cisimsiz olay ve farklılıkla birlikte “hep tesadüf”, “zar atma” metafiziği taklidi yapmaktadır (“Zarlar bizi yönetiyor!”). ... Foucault’nun kendisi de Söylemin Düzeni’nde bir “olay felsefesi”ni ifade eder.].

Eğer Foucault ontolojist olsaydı, varlık, ona göre, bilginin söylemsel pratiklerinin, iktidar dispositiflerinin ve öznelleştirme biçimlerinin ardışıklığına, ... “özü belirlenimsizlik olabilen bütün süreksiz prosedürler”e indirgenirdi.

İnanmak, kanıta ihtiyaç duymayan bir olgu ya da lütuftur. İnançsız kişi ise, eğer bir kuşkucuysa, ne Tanrı’dan yana ne de Tanrı’ya karşı akıl yürütebilir.

68
Müspet bilimlerin didiklediği fiziksel doğada bilimsel söylem nesneleri, herkesin bildiği gibi, düzenlilik gösterir. Buna karşılık, beşeri şeylerde yalnızca anlık tekillikler (zevkler, ten, vb) vardır ve var olabilir, çünkü insanlığın oluşumu temelsizdir; ne düzene girecek eğilimi vardır ne de diyalektiği. Her dönemde yalnızca keyfi tekilliklerin bir kaosu görülür ki bunlar da önceki kaotik zincirlenmenin sonucudur. [Foucault kendisiyle yapılan bir söyleşide, beşeri alanda hiçbir tümel hakikat ileri sürmediği cevabını verebilmişti]. Yalnızca ayrıntıda hakikatler vardı. Fakat Foucault asla bu ilkeye başvurmamıştır, çünkü onun gözünde önemli olan, herkesin bildiği bu şey değil, bundan kaynaklanan olgulardı.

Buna karşılık, ampirik tekillikler, Foucault’ya doğrudan doğruya inanılabilir geliyordu. Bunlar tarihçinin, gazetecinin ya da soruşturma yapanın şansıdır: Bunların soruları özellikle bir olayın tekil cereyan edişine yöneliktir. Soru soranların olguları kavramak için olguların üzerine örttüğü ve olguları yeniden şekillendiren söylem, onların sorularına cevap veren, yeniden şekillendirilmiş bir cevabı bu ağların içine atar.

69
... bizim tarih bilimimiz Thukidides’le başlar; onunla birlikte her olayın bir yeri ve bir tarihi olur, illic et tunc [orada ve sonra] tarihsel geçmiş şimdiki zamanda homojen olur, tarih artık mitsel zaman ya da hayvanların konuştuğu zaman değildir.

[Nerede ve ne zaman?] ... bu soruda, “özne ile nesnenin bağıntılı inşası” gerçekleşir. Çünkü, eğer bilen bir özne geçmişe yönelik soruyu sorarsa, bu özne böylelikle tarihçi olarak ya da soruşturmacı gazeteci olarak kendini oluşturur [artık bir mümin ya da militan olamaz].

71
Kökenler nadiren güzeldir, çünkü düşünceler doğrunun kurucusu bir özneye ya da dünyanın gerçekliğiyle suç ortaklığına dek uzanmaz; düşünceler tesadüfi olaylara bağlıdır: “Düşünce tarihinin tekilliği ilkesi” buradan kaynaklanır. İktidar, sınıf mücadelesi, tektanrıcılık, iyilik, liberalizm, sosyalizm; inandığımız ya da geçmişte inanmış olduğumuz bütün büyük fikirler geçmişimizin ürünüdür. Bunlar vardır ve şu anlamda gerçektir ki, içlerinden bazıları bize açıktan açığa itaat edilmeleri gerekircesine dayatılmışlardır; yine de hakikat olarak temellenmiş değillerdir. Foucault, tarihçilerin ya da Max Weber’in kendiliğinden adcılığına katılmaktadır.

Eğer kavramlar oluşmuşsa, gerçeklikler de oluşmuştur; bunlar aynı insani kaostan kaynaklanır. Kavramlar, bir kökenden doğal olarak büyümezler, bir tohumun içinde ne olacağı önceden belli olan özü geliştirmezler; öngörülemez kademelenmelerle, dal budak salma ve ilineklerle, diğer tesadüf dizileriyle buluşarak zaman içinde oluşmuşlardır.

72
Bu süreksizliklerin sonucu olarak, gerçekliğe sorduğumuz sorular, bir dönemden diğerine, verdiğimiz cevaplar kadar farklılaşır. Farlı sorulara farklı söylemler karşılık verir. Her seferinde, aynı olmayan bir gerçeği az çok kavrarız; art arda gelen söylemler boyunca bilginin nesnesi olduğu gibi kalmaz.

Öyle ki, “nesneleştirme hali, söz konusu bilgi tipine göre farklılaşır.” ... Foucault’yla onun [Wittgenstein’ın] ortak yanı, yalnızca tekilliklere inanmaları, zihnin şeye uygunluğu olarak hakikati reddetmeleri ve içimizdeki bir şeyin (“söylem” ya da Wittgenstein’a göre dil) bizim yerimize bizim kendimizi düşündüğümüzden daha uzun düşündüğüne inanmaktır. Wittgenstein’a göre hayat, esiri olduğu dilsel oyunlar arasında varlığını sürdürür; kelimeler, davranış kodları (toplumsal, politik ilişkiler, büyü, sanatlar karşısındaki tutum, vb) aracılığıyla düşünüyoruz. Her dil oyununun kendi “hakikati” vardır, yani söylenmesi kabul edilen şeyle söylenmesi kabul edilmeyen şeyi ayırt etmeyi sağlayan bir normdan kaynaklanır. Her dönem kendi basmakalıp fikirleri üzerinde (basmakalıp cümleler üzerinde) yaşar, bizim dönemimiz de bundan farklı değildir. [Dipnot 9. ... İlkeller bizim gibi düşünmüyor; daha doğrusu biz onlardan daha iyi düşünmüyoruz.]

73
Foucault, öldüğü yıl olan 1984’te, Wittgenstein’dan farklılaşmak için, kendi eserini dil oyunu değil, hakikat oyunu olarak adlandırdığı şeyin incelemesi olarak tanımlıyordu. [Dipnot 11. İktidar oyunları ile hakikat oyunları arasındaki ilişkiler (analitik değil, sentezleyici, olumsal ve değişken ilişkiler: “bilgi, iktidardır” dememeli). DE - Dits et écrits (Sonsuza Giden Dil, Foucault'nun kitapları ile Colléege de France'ta verdiği derslerin dışındaki metinlerini bir araya getiren kitap) -, IV, s.632]

75
İnsan bütün hakikate erişemez, ki bu hakikat zaten hiçbir yerde yoktur... Düşüncemiz ideal bir daire biçiminde değildir, bizim düşüncemiz kadar zorunlu olan birçok farklı düşünce de kavranılabilir.

77 - 92
[Hıristiyanlık, Musevilik, Heidegger]

93
Heidegger’den farklı olarak Foucault pek az mistiktir ve genel olarak insandan söz etmeyi de sevmez. Yine de bir kez bunu yapmıştı: “Hayat insanla birlikte yerini asla tamamen bulamamış bir canlıya, dolanmaya ve [sonsuzca] aldanmaya mahkûm canlıya varır.” DE, 774

97
... Foucault’ya göre, hiçbir şey bir idealin yansısı değildir; her politika nedensellik ilişkilerinin ürünüdür; politikanın kendi düzenlenmesi dışında bir bütünlüğü yoktur. Tekilliğini soylu genellemeler altına gömsek bile, kendinden daha yüksek hiçbir şeyi ifade etmez. Fakat Foucault, burada gerçek demokrasiye, tarihin sonuna özlem duyan “solcu” eski düşünceyi imkânsız kılar. Bir toplum idealine ya da tarihin anlamına bağlı kalarak tavır alan genelci entelektüeli -Sartre ya da Bourdieu- imkânsız kılar. Foucault hayatın tesadüflerine ya da mesleğini icra ederken karşılaştığı kimi tekilliklere öfkelenen, uzmanlaşmış entelektüel olma iddiasındadır.

99
Gündelik gerçeklik hariç her şey (ya da hemen hemen her şey) kuşku vericiyse, müspet bilimlerin kesin sonuçlara varması nasıl mümkün olabilir? Beşeri tekilliklerin bilimlerinin -tarih, sosyoloji, iktisat- değeri nedir?

[1991 yılında, sosyolog ve filozof Jean-Claude Passeron’a borçlu olduğumuz müdahale:] Max Weber’in “ideal-tipleri”iyle ortaya koyduğundan daha iyi bir şekilde Passeron, sorunun fazlasıyla bilimci konumunu değiştirerek, beşeri bilimler için bir bilimselliğin nerede bulunabileceğini gösterdi: Beşeri bilimlerin bilimselliği, müspet bilimlerin taklidinde, yasaların ya da modellerin bulunmasında değildir - varsayımsal-tümdengelimci sistemlerden söz bile etmiyoruz. Buradaki bilimsellik yarı özel ad olarak adlandırılabilecek şeylerin üretilmesidir.

100
Yarı özel adların bu epistemolojik ve yöntemsel teorisi, Foucaultculuğun ontolojik ilkesi ya da tekillik ilkesi olduğunu varsaydığım şeyle uyum halindedir.

[Dipnot 3. Passeron Weberci stillendirme kavramı yerine (Pierce’de bulunan) indeksleme kavramını geçirir. Bu analiz sonucunda [Bu analizin karakteristiği (?)], her sosyolojik kavramın bir “yarı özel ad” olması ve her tarihsel akıl yürütmenin gösterici’ye uygun olmasıdır. Demek ki ideal-tip genellikle yorumlandığı gibi, gevşek bir bilimin incelikli olmayan aygıtı, tümevarımın zayıf bir biçimi değildir. İdeal-tip, yarı özel bir addır ve anlamı (sinn), işaret ettiği tekil durumlardır (Batı’da ortaçağ toplumu, Takugawalar öncesi Japonya ve hatta Eveyne Patlagean’a göre feodal Bizans İmparatorluğu vb.). İdeal-tip, ortak analojilerin sunduğu türsel özelliklerin göndergelerinin açık dizisi üzerinde bir “endeksleme” yapar. Bu türsel özellikler her zaman kısmi bir tarifle tanımlanır. Tanım, bir özellikler dizisiyle sınırlanır (feodalite iki özelliği bir araya getirir: Toprağın temellük edilmesi ve insanların yönetimi). Oysa göndergelerin eksiksiz tarifi tanımsızdır; keza, hem sonlu hem eksiksiz bir tanım olmadığı için tarihsel bir tanım kastedilen nesne ya da olaydan ayrı olamaz: Kastedilenler unutulamaz, çünkü neyin söz konusu olduğunu, neden söz edildiğini ve dolayısıyla bunlara dair nasıl akıl yürütüldüğünü bilmeyi yalnızca bunlar sağlar. Bu yöntemsel bir tercih değildir, tarihsel bir bilginin ve tarihselliğin epistemolojisine dayanmaktadır: İndekslenen vaka listesi açıktır, çünkü yalnızca tekillikler vardır ve tanım kısmidir, çünkü söz konusu vakaların temsil ettiği analojilerle sınırlıdır. Bu, doğa biliminkinden farklı bir kesinliktir, ama yine de bir kesinliktir: Rastgele bir şey olduğu söylenemez. Benzer bir ideal-tip, uzaysal-zamansal koordinatlara uyumlu vakalara indekslenmiş tarih-ötesi bir modelden oluşan bilimci kuruntunun karşıtıdır. Tarihçinin dili ve akıl yürütmesi tümelleri kullanmaz[,] zarflar (“her zaman”) ve nedensellik kanıtları bile sonlu bir vaka dizisine indekslenmiş kalır: Feodalite vakalarının “her zaman”ı ve “çünkü”sü, disiplin toplumlarıyla aynı anlamda değildir.]

101
[Paul Veyne, Passeron’un yukarıdaki dipnotta yer alan düşüncelerini kendi cümleleriyle şu şekilde tercüme ediyor:]

Tekil bir kişiyi ele alalım. Şu anki cumhurbaşkanımızı ya da kız kardeşinizi. Bu tekil bir şahıs olduğundan, özel bir adla belirtilir. Bu özel adın anlamı eğer bu kişiyi tanıyorsam, ona dair sözler okumuş ya da işitmişsem, onu görmüşsem anlaşılır; yoksa benim için bir meçhul olarak kalır, bana neden söz edildiğini bilmem. Adı “bana bir şey söylemeyecektir”. Sarışın, sıradan burunlu, çıkık elmacık kemikli... Bunun sonu yok; bir vesikalık fotoğraf daha fazla işe yarar.

Tarih kitaplarını dolduran ve Sezarcılık-papacılık, feodalite, din, ulusal birliğin kuruluşu gibi olay ya da süreçleri belirten bazı cins isimlerin durumu da aynıdır. Bunlar gerçekte özel ad türleridir, [‘O’nunla hiç karşılaşmamış birine gereksiz uzatılmış laflar bile] ... onu tam olarak anlatamaz. Bu kişinin anlaması için, ona birini “göstermek” gerekir. Özel adlar “tanımsız tarifler”dir: Göndergelerinin özelliklerini ne kadar saysak da, bu tarif asla tanımlanamaz, eksiksiz olamaz. Aynı şekilde beşeri bilimler de, bireysel ya da kolektif tekilliklere gönderme yapmayı reddeden kavramlar “tanımlı bir tarif içine kapatılamazlar, keza yasaların evrenselliği içinde gelişemezler”. Dolayısıyla feodalite ya da sezarcılık-papacılık bir kitaba dahil edilmek istendiğinde, tıpkı bir bitkiyi saksıya koymak istediğimizde köklerinde toprak bırakmamız gibi, tarihsel zemini birazcık bırakılır.

102
Gerçekten de, bireyler gibi, olaylar da “asla iki kez görülmeyecek olan” şeylerdir, der şair. Tıpkı araba kazaları gibi, her zaman nedensel diziler arasındaki buluşmalardan kaynaklanırlar. Olayları, bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak, türlere ve cinslere göre bir tipoloji ya da sınıflandırmaya yerleştiremeyiz. Olaylar, kimlik işaretleri sınırlı olduğundan, olası karışıklıklar olmadan tanımlanamazlar. Oysa kurşun, uranyum 235 ya da sodyum klorür gibi kimyasal cisimler kimyasal formülleriyle ya da elementlerin periyodik sınıflandırılması içindeki atom ağırlıklarıyla tanımlanırlar.

Tarihçiler tarihi başka yollarla yazarlar; onların kullandığı yarı özel adların da bilimsel kesinliği olabilir; insani alana özgü bir kesinliktir bu. Bu kimliksel kesinliğe, gerçekçi bir romancı ya da gazeteci tarzında, yarı özel adın tarifini “yoğunlaştırarak”, ikna edici ayrıntıları, göndergenin portresini belirgin kılan ve onunla aldatıcı bir benzerlik sunan olayları ayırt etmeyi sağlayan makul özellikleri çoğaltarak ulaşırlar. Bu kesinlik ve doğru, küçük olguların kesişmesi sayesinde ırk, ulusal deha gibi özcü üstünkörü yapıntılara gömülmekten kurtuluruz.

Müspet denen bilimlere gelince, bunlar fiziksel olguların anahtarının keşfinden doğdular: Fiziksel olgular, insanın oluşumundan farklı olarak, tekrarlanan düzenlilikler sunarlar. ... Doğadaki bir yığın şey sayılabilir ve hesaplanabilirdir! ... Fizikçiler, gerçekliği önceden bilmeyi ve kullanmayı sağlayan modeller inşa ederken, gerçekliği uygun biçimde temsil edip etmediklerini bilmezler.

103
Bu bilimler, teorik varsayımlar tarafından, (zaten hep irdelenen ya da ıskartaya çıkarılan) “paradigmalar” tarafından desteklenirler. Doğa bilimlerinin evriminde Thomas S. Kuhn’da “paradigma” .... adı altında ortaya koyulan şeyleri, Foucault, insan düşüncesinde ve eyleminde, söylem adıyla gösterir.

106
... günün birinde, Foucault çağımızda insanlığın mitsiz, dinsiz ve felsefesiz, kendine dair genel hakikatler olmadan yaşayabileceğini öğrenmeye başladığını ileri sürme cesaretini gösterdi. Sürdürdüğü Nietzscheci devrim buydu.

107
Foucault’ya göre sorun, göründüğü kadarıyla, iki kanaate bağlıydı: Soybilimsel tarih bir felsefe değildir, ampirik fenomenleri inceler, eksiksiz hakikati keşfettiğini iddia etmez. ... Uygunluk, tümellik, rasyonellik ve aşkınlık şeklindeki -onun gözünde- dört yanılsamayı silmeye katkıda bulunmak yeterlidir.

109
İnsanın sonluluğu, doğrunun koruyucusunu kaybetti. İnsan, dolanmaları karşısında tek başına kaldı; hakikat ve zaman ise düşman oldular.

117
Hakikatlerin Sosyolojik Tarihi: Bilgi, İktidar, Dispositif

Politika ve ekonomi ne var olan bir şeydir, ne hata ne yanılsama ne de ideolojidir. Bunlar, var olmayan, ama yine de doğruyu da yanlışı da paylaşan bir hakikat rejiminden kaynaklanan, gerçeğin içine dahil olmuş şeylerdir.

Foucault, benimsenmiş hakikatlerin toplumsal ve kurumsal imal edilişini araştırır. Nietzsche’den farklı olarak Foucault, hakikat olmayanın insan varlığının koşullarından biri olduğunu eklemekten kaçınır. Ne genelleştirir ne de metafizik yapar...

120
Auschwitz treni makinisti Canavara itaat ediyordu, çünkü karısı ve çocukları o aile babasından eve ücret getirmesini talep etme iktidarına sahiptiler.

123
Toplum elbette bizi sıkıştırıyor, belirliyor...

Toplumsal olanı gerçeğin tek mercii olarak kutsallaştırmaktan kurtulmak, insan yaşamının ve ilişkilerinin temel yanını, yani düşünceyi boş bir şey gibi görmeye son vermek gerekir.

124
[Foucault’yu bir yapısalcı, insan öznesini inkâr eden biri olarak görmek...] [Oysa Foucault ‘yapı’ kelimesini yazılarında hiç kullanmıyor ve öznelerin özgürlüğüne inanıyordu.]

125
Marksizmden, fenomenolojiden ve bilinç felsefelerinden ayrılan her düşünce kolaylıkla yapısalcı olarak görülüyordu.

128
[Heinrich Wölfflin] [Sanat tarihinin Foucault’su] [Wölfflin yeni bir bilimsel nesne keşfetmişti] Bu nesne sanat eserlerinde öylesine her yerde mevcut ve belirgindi ki görünmüyordu: Bunlar olgulardı. ... plastik dilin olguları.

Bu “biçimlerin spesifik evrimi”dir. “İfade tarihi olan sanat ile biçimin iç tarihi olan sanat” arasında ayrım yapmak gerekir. Çünkü “biçimlerin bitmek bilmeyen değişimini çevreleyen dünyanın değişimleriyle ilişki içinde anlamak çabası ne kadar övgüye değer olsa da ve bir sanat eserinin fizyonomisini açıklamak için sanatçının insani karakterini ve dönemin toplumsal ve zihinsel yapısını anlamak ne kadar gerekli olsa da, biçimleri yaratan hayal gücünün kendine özgü bir yaşamı ve evrimi olduğunu da unutmamak gerekir.” Öyle ki “her şeyi ifade yönünde tek tip yorumlamamak gerekir; sanat tarihi doğrudan doğruya uygarlık tarihine özdeş değildir.”  Wölfflin, Foucault’yla nerdeyse aynı kelimeleri yazar: “Her zaman her şey mümkün değildir.”  Wölfflin, “özneyi, kişiliği ortadan kaldırmak”la ve sanat tarihini kişisiz bir sürece, “özel adın olmadığı bir tarihe” indirgemekle suçlandı. Aynı eleştiri neredeyse aynı terimlerle Foucault’ya da yapılacaktır.

Yine de Foucault, doktrininde, özel adların üzerini çizmemiştir. … “sadece bu tekelci ve anlık hakkı öznenin egemenliğinden geri aldım.” Çünkü, egemen olmaktan uzak olan özgür özne yine de oluşmuştur ve Foucault bu süreci özneleşme olarak adlandırır: Özne “doğal” değildir; her dönemde, o dönemin dispositif ve söylemlerine göre, bireysel özgürlüğünün tepkileriyle ve olası “estetikleştirmelerle” şekillenmiştir. … Sadık kul, yurttaş vb. olarak herhangi bir şekilde etik davranması gereken insan öznenin oluşumu da “doğru bilgi” ve “iktidar”a eklenmişti.

130
Öznenin oluşumu, özne tarzlarının oluşumuna koşuttur: Kişi kendini sadık kul, dürüst özne, iyi yurttaş olarak görür ve böyle davranır. Bu nesneleri oluşturan aynı dispositif -delilik, beden, cinsellik, doğa bilimleri, yönetimsellik- her bir kişinin ben’ini belli bir özne yapar. Fizik, fizikçiyi yaratır. Aynı şekilde, bir söylem olmadan, bizim için bildik bir nesne de olamaz; tıpkı bir özneleştirme olmadan insan öznenin olmaması gibi. Kendi döneminin dispositif’inin yarattığı özne, egemen değil, döneminin evladıdır; herhangi bir zaman herhangi bir özne olunamaz.

Foucault’ya göre özneleşmenin toplumda işgal ettiği yer, Bourdieu’de habitus kavramının, … sosyolojik rol kavramının işgal ettiği yerin aynısıdır.

131
Foucault’nun estetikleştirme diye adlandırdığı farklı süreci, bence, özneleştirmeden, bu tür toplumsallaştırmadan ayırt etmek gerekir. Foucault, estetikleştirme derken, öznenin oluşumunu ya da herhangi bir züppe estetizmini değil, “kendi kendini dönüştürme” inisiyatifini anlıyordu. Gerçekten de Foucault, 1980’e doğru, aralarında Yunan-Roma antikçağ toplumlarının da yer aldığı bazı toplumların, şeylere uygulanan tekniklerden ve başkalarına yönelik tekniklerden başka, benlik üzerinde çalışan teknikleri de bildiklerini saptar. Estetikleştirmeden söz etmenin, bu inisiyatifin kendiliğindenliğini vurgulamasına yardım ettiğini düşünüyorum. Bu kendiliğindenlik özneleştirmenin karşıtıydı. [Foucault’nun bu teorisi, bir ahlak öğretisi gibi algılandı ve çok sevildi!].

132
Tıpkı isyan ya da itaat gibi, söz konusu estetikleştirme de bir özgürlük inisiyatifidir. İnsan tipleri, stoacılık, keşişlik, püritanizm ya da militanlık gibi yaşam tarzları, görebildiğim kadarıyla, birer estetikleştirmedir. Bunlar, dispositifin, çevrenin nesneleştirmelerinin dayattığı varlık tarzları değildir; ya da en azından “ona eklendiklerinden,” kendi kendilerini dayatmayan icatlar, bireysel tercihler olarak kabul edilebilirler.

133
Güncel bir sorunun çözümü bir başka dönemin cevabında asla bulunamaz, çünkü o cevap ister istemez farklı bir soruya cevap vermektedir. … Foucault ile antik etik arasındaki yakınlık tek bir ayrıntıya bağlıdır: Kişinin kendi benliği üzerinde çalışması, “stil”. “Stil”, bir sanatçıyı öncelikle bir zanaatkâr kabul eden Yunanlıların verdiği anlamda ele alınmalıdır. … Kendini üzerinde çalışılacak eser olarak ele alan özne, Tanrı’nın, geleneğin ve aklın desteklemediği bir ahlakı benimser.

134
Bu özneleştirme ve estetikleştirme teorisi Foucault’nun giriştiği şeyi gayet iyi göstermektedir: Bir nesneyi “sorunsallaştırmak”, bir varlığın verili bir dönemde nasıl düşünüldüğünü kendine sormak (arkeoloji) ve varlığın bu şekilde düşünülmüş olmasıyla bağıntılı olan toplumsal, bilimsel, etik, cezalandırıcı, tıbbi vb. çeşitli toplumsal pratikleri analiz (soybilim) ve tarif etmek. Arkeoloji, tümel ya da a priori yapıları ortaya çıkarmaya değil, her şeyi tümelleştirilemeyen olayları ortaya çıkarmaya çalışır. Soybilim ise her şeye amprik bir konjonktürden bakar: Olumsallık bizi her[hangi bir] zaman ne olmuşsak ya da neysek o yaptı.

Soybilimsel eleştiri kökenin ya da temelin ne olduğunu değil amprik doğumu araştırır. “Düşünce tarihini aşkınsal tutsaklıktan kurtarmaya” çalışır. [öznenin, aklın, hakikatin bir tarihi vardır, bunlar bir kökenin açılımı değildir].

136
[Foucault ilk dönem çalışmalarında düşünce tarihini aşkınlık köleliğinden kurtarmaya çalışıyor] … ve böylece kökensel loncasından kopuyor ve Passeron’un dediği gibi, tekilliklere olan sevgisine sadık kalmak için her türlü felsefi babadan öksüz bırakıyordu kendini.

137
Tarihsel sınırlarımızın eksiksiz ve kesin bilgisine erişmemizi sağlayacak bir bakış açısında erişme umudundan vazgeçmek gerekir.

Bu düşünce tarzı, … modernliğimizin başladığını düşündüğümüz 1860’lı yıllardan gelen bir düşünce alışkanlığıdır. Kuşkusuz, hakikatin değiştiğini hep biliyorduk; ama daha çok coğrafi olarak: Pirenelerin ya da Halys Nehri’nin berisinde hakikat, ötesinde yanılgı.

138
Egemen doktrinlerin (Marksizm, fenomenoloji, bilinç felsefeleri) bambaşka bir kaygısı vardı: Mutlağı aramak. Soru, Foucaultcu “söylemlerle” ve belki “dispositiflerle” birlikte keskinleşmiştir: Toplum olarak adlandırılan şey bu dispositifller aracılığıyla verili bir zaman ve mekânda doğruyu söyleme ile yanlışı söylemenin ne olduğunu dikte eder. [Ezeli olduğu sanılan her anlayış “oluş halinde”dir].

139
Foucault Gençliği Yozlaştırır mı? Billancourt’u Hayal Kırıklığına Uğratır mı?

Nietzsche’ci olmayan birçok kişiye göre Foucaultcu bakış açısı haklı olarak yanlış ve tiksinti vericidir.

141
[Doğru temel yanılsamasına düşmeden de iyi yaşanabilir.]

[Dipnot 3: ... dinsel ya da sivil bir ideali savunmak Platoncu bir tatmindir...]

144
Dünyanın bütün Nietzschelerine ve Foucaultlarına rağmen insanlık, Hakikat’i dile getirmeyi seviyor ve inanmak istediği şeyi doğru kabul ediyor.

145
“Politik bir pratiğe hakikat değeri vermek için düşünceyi kullanmayın!” DE

Karar vermek, Foucault’yu militan eylemlerini hakikat olarak, doktrin olarak temellendirmekten muaf kılıyordu. [ikiye bölünme değil, ortak ölçütü olmayan iki pratik arasında bir eklemlenme].

146
Foucaultculuk, eyleme buyruklar dayatmayan ama ona bilgiler sağlayan bir gündem eleştirisidir.

147
... güncellik dışında dönemimizde geçerli olan hiçbir şey yoktur: “Günümüzde felsefe -yani felsefi faaliyet- düşüncenin kendi üzerindeki eleştirel çalışması değilse, nedir?” DE

... Kendi kendini tanıyamayan fakat insanların eskiden düşündüklerinden başka türlü düşündüğümüzü saptayan bir söylemin içinden düşünürüz. Kendimize ve güncelliğimize belli bir mesafeden bakabilmek için bir soybilim ya da arkeoloji projesinin oluşması ve bir mesafe olasılığının doğması yeterlidir.

149
[Foucault’nun dinleyicilerine sunduğu soybilimsel “tarifler”:] “Bir entelektüelin rolü kesinlikleri yıkmak, kabul görmüş aşinalıkları silip atmaktır; başkalarının politik iradesini şekillendirmek, yapmaları gereken şeyi onlara söylemek değildir. O hangi hakla bunu yapabilir ki?”

150
Size sürdürmeniz gereken kavga şudur demiyorum, çünkü belki estetik ölçüt hariç (yani zevklerin ve renklerin tartışılmaması gibi tartışılmaz olan beğeni hariç...), hangi temelde bunu söyleyebileceğimi bilemiyorum. Buna karşılık stratejik bir haritayı önünüze serer gibi size güncel bir iktidar söylemi tarif edeceğim. Eğer dövüşmek istiyorsanız tercih ettiğiniz mücadeleye göre direniş noktalarının nerede olduğunu, olası geçişlerin nerede olduğunu göreceksiniz.

151
Foucault görüşlerinin, tavır alış ve müdahalelerinin kendi açısından kişisel bir tercih olduğunu, onları ne doğruladığını ne de dayattığını -çünkü hiçbir küstah rasyonelleştirme bunların doğruluğunu kanıtlayamaz- söylemekle yetiniyordu.

[Bir akşam televizyonda İsrail-Filistin çatışmasında taraflardan birinin sözleri:] “Ben çocukluğumdan beri kendi davam için savaşıyorum, ben böyle biriyim, daha fazla bir şey söylemeyeceğim.” “İşte bu!” diye haykırdı Foucault. Retorik ve propaganda olarak işe yarayabilecek bir gevezeliği dinlemekten kurtulduğu için mutluydu. Büyük ideallerin de estetik tercihler gibi tartışılmadığı bir site, Bizans oyunlarının olmadığı bir Bizans hayal edelim bir an...

152
Bir şeyi arzulamamızın nedeni onun iyi olduğunu düşünmemiz değildir, onu arzuladığımız için iyi olduğunu düşünürüz. [Spinoza] [Moss?]

153
... bir savaşçı cümle kurmaz, savunma yapmaz, haklı olduğunu söylemez: Kızgın değil öfkelidir; davasıyla evlidir, daha doğrusu davası onunla evlenmiştir, davası için dövüşür, tartışmaya hazır değildir. İnanmış değil kararlıdır. [“inanç sahibi olmak, aptal olmaktır” Foucault].

154
Foucault da kendi “öznelliği içinde” önem taşıyan şey için mücadele ediyordu.

155
... gelecek ne olursa olsun, şimdiki zamandan ya da geçmişten daha rasyonel olmayacaktır. Bu durumda biri diğerine nasıl tercih edilebilir? Renkler kadar tartışmasız olan kişisel tepki ve kişisel tercihler.

157
Foucault ve Politika

Antikçağdan Hıristiyanlığa geçişte, esasen kişisel etik arayışı olan bir ahlaktan kurallar sistemine itaat olan bir ahlaka geçilir. Benim antikçağla ilgilenmemin sebebi, kurallar yasasına itaat anlamına gelen bir ahlak fikrinin artık yok olması, çoktan yok olmuş olmasıdır. Bu ahlak yokluğu, bir varoluş estetiği arayışına cevap verir, vermelidir. [Foucault]

[Dipnot 3: Benlik kaygısının, bir narsisizm ya da züppelik değil, kendine hakim, özgürce kendini oluşturmak için kendiyle meşgul olmak olduğunu hatırlatalım.]

159
Foucault, Batı-merkezciliğini, demokrasiye ve insan haklarına inancı -cinsiyet eşitliğini de unutmayalım- elbette paylaşmıyordu...

161
Soybilim, kuşkuculuk, düşünce özgürlüğü; bunlar Batılıların ve Batılılaşmışların lüksüdür.

164
[Dipnot 13: Foucault’nun evrenseli, rasyoneli ve normali reddetmesi...]

165
Yazmanın günün birinde yaşama nedeni olacağını öngörmedi.

Foucault’nun yaşamı kitaplarının yaptığı şey oluyordu; o kitapları inşa ederken kendini de inşa ediyordu. Önceden yazmış olduğu şey onun için artık önem taşımıyordu, çünkü sonsuz bir görevi sürdürmesi gerekiyordu.

[Dipnot 15: Collége de France’taki derslerinin gördüğü ilgi... sözlerinin içeriğinden ziyade üslubuna bağlıydı.]

166
Vaktiyle söylemiş olduğum şeylere dönüp durmayın sürekli! Ben onları dile getirirken, onlar çoktan unutulmuş olur. Geçmişte söylediğim her şey kesinlikle önemsizdir. Zaten kafanda yeterince taşıdığın şeyi yazarsın; düşünce kan kaybeder, yazılır, hepsi bu! Yazdığım şey beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren şey yazabildiğim ve yapabildiğim şeydir.

Kurtuluş, insanın kişisellikten koparan yazı yoluyla ölümden ileriye doğru olan bir kaçıştadır.

Kendi bireyselliğini, kendi “işte bu”luğunu ortadan kaldırmak ve her şey karşısında ilgisizlik, sınırsızlık ve bağımsızlık haline varmak için yazar - ki bu canlı canlı ölüm demektir.

167
... Flaubert’in nesnellik diye adlandırdığı şey budur. Kişi söylem halini aldığında, artık yoktur...

168
... yazar anonim bir metnin içinde cisimleşir.

170
Samurayın Portresi

[Foucault] Bizlerin kök olarak gördüğü temellerin hiçliğin içinde kök salmış olduklarını gösteriyordu. ... Foucaut dünyayı Sirius’un bakış açısından görürken, yaşlı ve modern dünya onun gözünde meşruluğunu yitiriyor ama bu dünyayı potansiyel bir savaş alanı olarak da görüyordu.

Bir tür insancıllığın çerçevesi çizilmek istenirse, Foucault’da “tarihteki bütün entelektüellerin ortak” tutumu vardı; bu tutumu Max Weber, biraz abartarak, “dünyaya anlam bulmaktan kuşkucu şekilde vazgeçmek” olarak nitelendirir.

175
... psikiyatrinin ya da psikanalizin iktidar teknolojileri olduğunu Foucault yaşamının erken döneminde hissetmiştir.

176
[Dipnot 7: “Ölüm. Tamamen aptalca fizyolojik bu olguyu ahlaki bir zorunluluğa geri döndürmek gerekiyor. Uygun anda ölüm iradesine sahip olacak şekilde yaşamalı.” Nietzsche; DE, III, s.777]

179

“Bir eylem programını hangi prensip adına savunabilirim ya da savunabilirsiniz? Siz farkına vardığınızda, çoktan geçmiş zaman olmuş şimdiki zaman sizi etkilemesin; ne istediğinizi ve neyi reddettiğinizi bilin yeter.”







.
.
.

09 Ocak 2020

Gilles Deleuze - Foucault

.
.
.

















.
.
.


Foucault    1986

Gilles Deleuze

(Çev. Burcu Yalım - Emre Koyuncu), Norgunk Yayınları 2019 İstanbul



İçindekiler
Arşivden Diyagrama
Yeni Bir Arşivci (Bilginin Arkeolojisi)                                             21
Yeni Bir Kartograf (Gözetleme ve Cezalandırma)                         39

Toploji: “Başka Türlü Düşünmek”
                Katmanlar veya Tarihsel Formasyonlar:
                Görünür Olan ve Söylenebilir Olan (Bilgi)                     61
                Stratejiler veya Katmanlaşmış Olan:
                Dışarının Düşüncesi (İktidar)                                           81
                Katmanlar veya Düşüncenin İçerisi (Özneleşme)        102

Ek
                İnsanın Ölümü ve Üstinsan Üzerine                               133



Kısaltmalar:
HF          : Klasik Çağda Deliliğin Tarihi, 1961
RR          : Raymond Roussel, 1963
NC          : Kliniğin Doğuşu, 1963
MC         : Kelimeler ve Şeyler, 1966
PDD       : Dışarının Düşüncesi, 1966
QA          : Yazar Nedir? 1969
AS           : Bilginin Arkeolojisi, 1969
GL          : Jean-Pierre Brisset’nin Mantıksal Dilbilgisi İçin Önsöz, 1970
OD          : Söylemin Düzeni, 1971
NGH      : Nietzsche, 1971
CNP        : Bu Bir Pipo Değildir, 1973
MPR       : Ben Pierre Riviére... 1973
SP           : Gözetleme ve Cezalandırma, 1975
VS           : Bilme Arzusu (Cinselliğin Tarihi I), 1976
VHI        : Rezil İnsanların Yaşamı, 1977
UP          : Zevklerin Kullanımı (Cinselliğin Tarihi II), 1984
SS           : Kendilik Kaygısı (Cinselliğin Tarihi III), 1984




7
Deleuze’ün Foucault’nun ölümünden iki yıl sonra yayımladığı bu kitap…

[Deleuze’ün Foucault’yu okuması…] Bunu yaparken düşüncenin bir “pratik” olarak ortaya konması [her ikisinin de] düşüncelerinin içkinliğinin adeta kaçınılmaz sonucudur.


21
Yeni arşivci bundan böyle sözcelerden başka bir şeyi dikkate almayacağını ilan eder. Kendinden önce gelen arşivcilerin bin bir farklı şekilde ele aldığı şeylerle ilgilenmeyecektir: önermeler ve cümleler. Birbirleri üzerine istiflenen önermelerin dikey hiyerarşisini, ama aynı zamanda da cümlelerin her birinin bir diğerine yanıt veriyor gibi göründüğü yataylığı da kale almayacaktır. Bunun yerine kendisini, daha önce kavranamayanları, yani sözceleri okunabilir kılan bir çeşit diyagonalin içerisinde ve hareket halinde konumlandıracaktır. Buna atonal mantık mı diyeceğiz? Burada bir endişeye kapılmak normal zira bu arşivci bilhassa örnek vermemektedir. Daha önceleri, o sırada kendisi dahi bunların örnek olduğunu bilmeden, mütemadiyen örnek vermiş olduğunu düşünmektedir. Şimdi ise, analiz ettiği tek gerçek örnek özellikle endişelendirmeye yöneliktir: Rasgele yazdığım veya bir daktilonun klavyesinde bulundukları şekliyle kopyaladığım bir harf dizisi. “Daktilonun klavyesi bir sözce değildir; ama bir daktilo kılavuzunda sıralanan bu aynı harf dizisi, A, Z, E, R, T, Fransızca daktiloların benimsediği alfabetik sıranın sözcesidir.” Bu gibi çokluklar hiçbir düzenli dilbilimsel yapıya sahip değildir fakat yine de sözce teşkil ederler.

22
Sözceler alanında ne olası ne virtüel bulunur, orada her şey gerçektir ve her gerçeklik de açık olarak bulunur...

23
... hareketli bir diyagonal... Bu sıra dışı hareketler, taşınmalar, boyutlar ve dekupajlara, bu “boşluklu ve parçalı forma” olanak veren ve, sözceler anlamında, yalnızca az sayıda şeyin söyleniyor olması değil, fakat “az sayıda şeyin söylenebilir olması” karşısındaki şaşkınlığımıza da yol açan bu uzayın seyrekleşmiş doğasıdır.

Bir sözce daima kendisine karşılık gelen bir uzayda dağılan bir tekillik, tekil noktalar yayılımı temsil eder. Bu uzayların kendilerinin oluşumları ve dönüşümleri ... yaratım, başlangıç veya kuruluş terimlerinde çok kötü ifade bulan topolojik problemler ortaya koyarlar. Üstelik, belirli bir uzayda çalışırken, bir yayılımın ilk kez mi gerçekleştiğinin ya da bir tekrar veya yeniden üretimden mi ibaret olduğunun pek önemi yoktur. Önemli olan sözcenin düzenliliğidir...

24
Bir sözce üretmek için bir kimse olmaya ihtiyaç yoktur ve bir sözce ne bir cogito’ya ne bu sözceyi mümkün kılacak aşkın bir özneye ne bunu ilk kez telaffuz edecek, yayacak ve yeniden biçimlendirecek Zamanın Ruhuna göndermede bulunur. ... Tıpkı Bergsoncu hafızada olduğu gibi, sözce kendini kendinde, kendi uzayında muhafaza eder ve bu uzay sürdükçe ve yeniden kuruldukça varolmaya devam eder.

Sözce etrafında üç uzay dilimi gibi üç çember ayırt etmemiz gerekir. Öncelikle yakın uzay, yani aynı gruba ait başka sözcelerden oluşmuş, ilişkili veya bitişik uzay bir uzay. ...  Ne sözcelere kayıtsız homojen bir uzay, ne konumlanmamış olarak kalan sözceler bulunur; bu iki unsur oluşum kuralları düzeyinde birbiriyle karışır. Önemli olan, oluşum kurallarının ne önermeler için olduğu gibi aksiyomlara ne de cümleler için olduğu gibi belli bir bağlama indirgenmeye olanak verdiğidir. Önermeler dikey olarak, içsel sabitler belirleyen ve homojen bir sistem tanımlayan daha üst düzeydeki aksiyomlara göndermede bulunur. Hatta böylesi homojen sistemler tesis etmek dilbilimin bizzat koşullarından biridir. Cümlelere gelince, bazı dışsal değişkenler uyarınca üyelerinden biri bir sistemde, bir diğeri başka bir sistemde bulunabilir. Sözce ise bambaşka bir şeydir: tabiatına ait bir değişkenlikten ayrı düşünülemez. Bundan dolayıdır ki kendimizi asla tek bir sistemde bulmayıp (aynı bir dilin içinde dahi) bir sistemden diğerine geçip dururuz. Sözce yanlamasına ya da boylamasına değil, çaprazlamasına işler ve kuralları da kendisiyle aynı düzeyde bulunur. [bir Siyahinin nasıl “Black English” ile “standart Amerikan İngilizcesi” arasında birinden diğerine atlayıp (durması)] … her sözce … bir çokluk teşkil eder: bir yapı veya sistem değil, bir çokluk. Cümlelerin diyalektiğine olduğu gibi, önermelerin tipolojisine de karşıt gelen sözceler topolojisi.

25
Aynı bir dilde işlermiş gibi göründükleri zaman bile, söylemsel bir formasyonun sözceleri onlarca sistem veya dilden geçerek tasvirden gözleme, hesaba, kuruluma ve reçeteye doğru gider (19. yy’daki tıbbi sözceler örneği). O halde bir sözce grubu ya da ailesini “oluşturan” şey aynı düzeyde bulunan geçiş veya değişkenlik kurallarıdır; bu kurallar “aile”yi bu haliyle bir dağılım ve heterojenlik aracı haline getirirler, yani homojenliğin tam tersi. [Her sözce] ... bir çokluk teşkil eder: bir yapı veya bir sistem değil, bir çokluk. Cümlelerin diyalektiğine olduğu gibi, önermelerin tipolojisine de karşıt gelen sözceler topolojisi.

İkinci uzay dilimi, ilişkili uzayla karıştırılmaması gereken bağlaşık uzaydır. Bu defa, sözcenin artık diğer sözcelerle değil, kendi özneleri, nesneleri, kavramları ile olan ilişkisidir söz konusu olan. ... Burada söz konusu olan, açıkça formüle edilmiş olmadığında dahi, O’na indirgenemeyecek dilbilimsel kişi olan BEN, yani harekete geçiren veya özgöndergesel olan “Ben”dir.

[Dipnot 7: … Almanca cümleler, sözcenin nesnesi çok ham kaldığı anda, Latince segmentlere müracaat eder.]

26
[sözce ailesine göre belirlenen bir “kişi-olmayan”, bir “O” veya bir “BİRİ”, “O konuşuyor” veya “Konuşuluyor”un kipleri] Foucault burada her türlü dilbilimsel personolojiyi yadsıyan ve özne yerlerini anonim mırıltının derinliğinde konumlandıran Blanchot’ya katılır. İşte Foucault’nun bulunmak istediği yer de bu başı sonu olmayan mırıltı, sözcelerin ona tayin ettiği bu yerdir. Ve belki de bunlar Foucault’nun en can alıcı sözceleridir.

27
hipnogoji durumu

... her şeyin olanaklı olduğu boş bir niyetsellik (genel olarak kurmaca)

28
Sözceler kelimelerden, cümlelerden veya önermelerden ayrılıyorsa, bu onların özne, nesne ve kavram fonksiyonlarını kendi içlerinde “türev” biçiminde barındırmalarından kaynaklanır. Daha doğrusu özne, nesne ve kavram ilksel fonksiyonlardan veya sözceden türetilen fonksiyonlardan ibarettir. ... İçsel sabit ve dışsal değişken yoluyla işleyen kelimeler, cümleler ve önermeler sistemi, kendi tabiatında olan bir değişkenlik ve içsel bir değişken esasına göre işleyen sözceler çokluğuyla birbirine karışır. Kelimeler, cümleler ve önermeler açısından tesadüfi görünen şeyler sözceler açısından kural haline gelir.

Geriye kalan üçüncü uzay dilimi dışsaldır: Bu, tamamlayıcı uzay veya söylemsel olmayan formasyonların uzayıdır (“kurumlar, siyasi olaylar, ekonomik pratik ve süreçler”). Foucault’nun siyaset felsefesi kavrayışının ana hatlarını çizdiği nokta budur. Herhangi bir kurumun kendisi anayasa, anlaşma, sözleşmeler, notlar ve kayıtlar gibi birtakım sözceler taşır. Öbür taraftan, sözceler hem sözcede böyle bir yerde ortaya çıkan nesneler için hem de bu yerlerden konuşan öznenin oluşumu için şart olan kurumsal ortama gönderme yaparlar (örneğin, belli bir dönemde yazarın toplumdaki pozisyonu, hekimin hastanedeki ya da muayenehanedeki pozisyonu ve yeni nesnelerin ortaya çıkması). ... söylemsel olmayan ortamlarda söylemsel ilişkiler.

29
Orijinal-banal ayrımı artık geçerli olmadığından, tekrar edilebilme durumu sözceye aittir. Bir cümle yeniden kurulabilir veya yeniden çağrılabilir, bir önerme yeniden aktüelleştirilebilir ama yalnızca “sözce tekrar edilebilme kapasitesine sahiptir”. Yine de tekrarın gerçek koşulları son derece katıdır. Dağılım alanı, tekilliklerin yerleşimi, yerlerin sırası, kurulmuş olan ortamda ilişki hep aynı olmalıdır: Tüm bunlar sözce için sözceyi tekrarlanabilir kılan bir “materyallik” teşkil eder.

30
Mesele şu ki bir sözce kendini daima kendisiyle aynı seviyedeki başka bir şeyle, yani (sözcenin anlamı veya unsurlarıyla değil) sözceye ilişkin bir başka şeyle kurduğu spesifik ilişkiyle tanımlar. Bu “başka şey” bir sözce de olabilir ki bu durumda sözce açıkça kendini tekrar eder. Ancak neredeyse zorunlu olarak bir sözceden başka bir şeydir: bir Dışarıdır. Bu, belirlenimsizlik noktaları olarak saf bir tekillikler yayılımıdır. ... Dolayısıyla, Foucault için en büyük problem sözcenin varsaydığı bu tekilliklerin mahiyetini açığa çıkarmak olacaktır.

31
Foucault, Kelimeler ve Şeyler’de meselenin aslında ne şeyler ne de kelimeler olduğunu söyler. Mesele ne nesne ne öznedir. Ne cümle ne önerme, ne gramer ne mantık ne de semantik analizidir. Sözceler, kelimeler ve şeylerin sentezleri olmaktan veya cümle ve önermelerin bileşikleri olmaktan çok öte, tam tersine, zımnen onları varsayan cümleler ve önermelerden önce gelirler, kelimeleri ve nesneleri oluştururlar. ... Arkeoloji’nin sonucunun davet ettiği, etkin “söylem”in benim hayatıma ve ölümüme kayıtsız bir “dışarı”nın dahilinde oluştuğu ve devrimci pratikle buluşturulması gereken genel bir üretim teorisi değilse nedir? Zira söylemsel formasyonlar gerçek pratiklerdir ve bunların konuştuğu diller evrensel bir logos’tan ziyade birtakım mutasyonları harekete geçirmeye ve bazen de dışavurmaya yönelik ölümlü dillerdir.

32
Yalnızca seyrek çokluklar vardır; tekil noktalarla, bir an gelip özne işlevi görecek olanların dolduracağı boş yerlerle ve birikebilen, tekrarlanabilen ve kendini kendinde muhafaza eden düzenliliklerle... Çokluk aksiyomatik ya da tipolojik değil, topolojiktir. ... Maurice Blanchot’nun ortaya koyduğu edebi üretim mantığında izlediği yol da buna benzer: bilince veya bir özneye verilen biçime ve farklılaşmamış bir dipsizliğe aynı anda meydan okuyacak şekilde tekil olan ile çoğul olan, nötr olan ile tekrar arasında olabilecek en kuvvetli bağ. ... [Çağlar ve tarihsel formasyonları çokluklar olarak ele almak] Yapı önermeseldir, iyice belirlenmiş bir düzeye atfolunabilir aksiyomatik bir karakteri vardır, homojen bir sistem oluşturur. Halbuki sözce, düzeyleri çaprazlamasına kesen, “olası bir yapılar ve birlikler alanının içinden geçen ve bunları somut içeriklerle zaman ve mekânda açığa çıkaran” bir çokluktur. Özne, cümlesel veya diyalektiktir, söylemi başlatan birinci şahıs karakterine sahiptir. Halbuki, sözce özneye dair bir şeylerin yalnızca üçüncü şahısta ve türetilmiş bir fonksiyon olarak tutunabildiği ilksel bir anonim fonksiyondur.

33
[iki uç tavır, iki kutup: yorumlama ve biçimselleştirme] ... mantık aynı bir cümlenin esasında sözgelimi iki önerme içerdiğini göstermenin, yoruma dayalı disiplinler ise bir cümlenin doldurulması gereken boşlukları olduğunu göstermenin peşine düşer.

Foucault çok farklı bir projenin hakkını aramaya girişir: dictum’un [dikta’nın tekili, vecize, atasözü, özdeyiş, hüküm, görüş, kanaat] pozitifliği olarak söylenenin basit işlenimine, yani sözceye varmak. ... sözce dolayımsız olarak görünür de değildir; gramatik ya da mantıksal bir yapı kadar açık bir şekilde verili değildir. Sözce görünür olmadığı gibi gizli de değildir.” Foucault ayrıca, çok önemli sayfalarda, hiçbir sözcenin örtük bir varlığı olamayacağını zira sözcenin etkin olarak söylenene dair olduğunu gösterir; içerdiği eksiklikler veya boşluklar gizli anlamlarla karıştırılmamalıdır ve bunlar yalnızca sözcenin bu “aile”yi oluşturan dağılım alanındaki varlığına işaret eder. Ancak, öteki taraftan, söylenenle aynı düzeydeki bu işlenimi bulmak bu kadar zorsa, bunun nedeni sözcenin dolayımsız olarak algılanabilir olmaması ve her daim cümleler ve önermelerle örtülü olmasıdır. Bunun “kaide”sini keşfetmek, bunu cilalamak ve hatta biçimlendirmek, icat etmek gerekir.

34
Kelimeler, cümleler ve önermeler…

[Foucault genellikle büyük isimleri alıntılamaktan olabildiğince imtina ettiğini söylemekte haklıdır.]

Külliyette tutulan kelimeler, cümleler ve önermelerin belirli bir problem tarafından harekete geçirilen farklı iktidar (ve direniş) odakları etrafında seçilesi gerekir. Sözgelimi, 19. yy’da “cinsellik” külliyatı: Günah çıkarma odasında karşılıklı söylenen kelimeler ve cümleler, ahlak kılavuzlarında yazılan önermelerin peşine düşülecek ve ayrıca başka odak noktaları, okul, doğum, evlilik kurumları, vs. de göz önünde bulundurulacaktır.

35
… (sözceye dair hiçbir varsayımda bulunmayan) külliyat bir kez oluşturulduktan sonra, dilin bu külliyat etrafında nasıl bir araya geldiği, bu külliyata nasıl “düştüğü” belirlenebilir. … Ele alınan külliyat uyarınca şu veya bu görünüme bürünen de anonim mırıltı olarak “konuşuluyor”dur. O halde kelimeler, cümleler ve önermelerden bunlarla karışmayan sözceleri yalıtabilecek duruma geliriz. Sözceler, ne kelime ne cümle ne de önerme olup, cümlenin özneleri, önermenin nesneleri ve kelimelerin gösterilenleri “Konuşuluyor”da dilin kalınlığında dağılıp yerlerini alarak tabiat değiştirdiklerinde salt kendi külliyatlarından doğan formasyonlardır. … dil [language] ancak sözcelerin dağılacağı bir ortam ve doğal olarak dağılmış bir “aile”nin kuralını teşkil etmek üzere bir külliyatta pıhtılaşır.            Tüm bu yöntem çok ciddi bir katılıkla yürütülür ve Foucault’nun bütün çalışmalarında farklı derecelerde pratik edilir.

36
… belirli “eşikler”le belirlenen sözce türleri vardır: Aynı bir aile çok sayıda türün içinden geçebilir, aynı bir tür de çok sayıda aileyi kapsatabilir. Sözgelimi, bilim birtakım eşikler gerektirir ve bu eşiklerin ötesinde sözceler bir “epistemolojileşme”, bir “bilimsellik” ve hatta bir “biçimselleşme” yakalar. Ancak bir bilim asla içinde oluştuğu aileyi veya formasyonu massetmez [emmez, içine soğurmaz]: Psikiyatrinin bilimsel statüsü ve bilime öykünmesi, buna karşılık gelen söylemsel formasyonun temel bir unsurunu oluşturan hukuki metinleri, edebi ifadeleri, felsefi düşünceleri, siyasi kararları ve ortalama görüşleri ortadan kaldırmaz. Bilim olsa olsa formasyonu yönlendirir, formasyonun bazı alanlarını sistemleştirir veya biçimselleştirir ve bu formasyon bilime, basitçe bilimsel bir kusur fikrine bağlamanın hatalı olacağı bir ideolojik işlev kazandırır. Kısacası, bir bilim massetmediği bir bilgi alanında ve kendi içinde bilimin değil bilginin nesnesi olan bir formasyonun içinde konumlanır. Bilgi, bir bilim ya da belirli bir bilgi değildir, nesnesi de ... çokluklardır veya daha ziyade, tekil noktalarıyla, yerleriyle ve fonksiyonlarıyla bizzat tanımladığı o özel çokluktur. [Çokluklar bilgiyi bambaşka eşiklere taşır. Bir bilgiyi bilim dışındaki güzergahlara hareket ettiren ve edebi bir metni veya bir resmi ait oldukları söylemsel pratikler içerisinde tanımlamaya olanak veren eşikler, sözgelimi estetik eşikler var mıdır?] [Mesele bilim-şiir ikiliğini aşmak, edebi metinleri bilimsel olarak değerlendirmenin bir yolunu bulmak değildir.] Mesele, edebi bir formun, bilimsel bir önermenin, günlük bir cümlenin, şizofrenik bir anlamsızlığın, vs. de aynı şekilde sözceler oluşturduğu o bilinmeyen diyarı keşfetmiş ve gezmiş olmaktır: ortak bir ölçütleri olmayan ve hiçbir söylemsel indirgemenin veya denkliğin söz konusu olmadığı sözceler. Mantıkçılar, biçimciler ve yorumcular tarafından hiçbir zaman yakalanamamış olan işte bu noktadır. Bilim ve şiir aynı şekilde bilgidir.

38
Söylemsel olsun ya da olmasın, formasyonlar, aileler ve çokluklar tarihseldir. Bunlar yalnızca bir arada varoluşla tanımlanan bileşikler değillerdir, “zamansal türev vektörleri”nden ayrı düşünülemezler; ve, yeni kurallar ve serilerle yeni bir formasyon ortaya çıktığında, bu asla bir defada, bir cümlede veya bir yaratımda değil, yeni kurallar altında varlığını sürdüren eski unsurların izleri, kaymaları ve reaktivasyonlarıyla “tuğlalar” halinde olur. İzomorfizmlere ve izotopilere rağmen, hiçbir formasyon bir diğeri için model teşkil etmez.


Yeni Bir Kartograf

39
Foucault yazıyı hiçbir zaman bir amaç ya da kendi içinde bir hedef olarak ele almamıştır. Onu büyük bir yazar yapan ve yazdığı her şeye gitgide büyüyen bir neşe ve gülüş katan da budur. ... İnsanın bundan büyük bir neşe çıkarabilmesi için nefretin yeterince canlı olması gerekir, ikirciklikten ya da nefret etmekten kaynaklanan bir neşe değil, hayatı kötürüm edeni yok etme isteğinden kaynaklanan bir neşe.

40
... solculuk, grupları Stalinizmin de dahil olduğu eski pratiklere geri götüren bir merkezileşme dahilinde Marksizmin fazlasıyla bayağı unsurlarını korumaktan ve yeniden kullanmaktan vazgeçmemiştir.

Mülkiyetin postulatı olarak iktidar, onu ele geçirmiş bir sınıfın mülkiyetiydi. Foucault bunun böyle olmadığını ve iktidarın bu şekilde hasıl olmadığını göstermiştir: İktidar bir mülkiyetten ziyade bir strateji olup etkileri bir uygunlaştırmaya değil, birtakım “temayüllere, manevralara, taktiklere, tekniklere ve işleyiş biçimlerine” atfedilebilir; “sahip olunan bir şeyden ziyade pratik edilen bir şeydir, egemen sınıfın edinilmiş veya korunmuş ayrıcalığı değil, stratejik konumlarının bütününün etkisidir”. Bu yeni işlevselcilik, bu işlevsel analiz kuşkusuz sınıfların ve mücadelelerin varlığını yadsımaz ama geleneksel tarihin, hatta Marksist tarihin de bizi alıştırdıklarından farklı manzaralar, karakterler ve süreçlerle bambaşka bir tablosunu çizer: “her biri kendi ihtilaf, mücadele ve risklerini, iktidar ilişkilerinin en azından geçici bir tersine çevrilişini taşıyan sayısız karşılaşma noktaları, düzensizlik odakları.” Analoji, homoloji ya da tekseslilik yerine yeni bir tür olası süreklilik söz konusudur. Kısacası, iktidar homojen olmayıp içinden geçtiği tekillikler, tekil noktalar ile tanımlanır.

41
Gözetleme ve Cezalandırma’daki temel fikirlerden biri modern toplumların “disiplin” toplumları olarak tanımlanabileceğidir; ama disiplin herhangi bir kurum veya aygıtla özdeşleştirilemez çünkü bütün aygıtları ve kurumları birbirine bağlamak, sürdürmek, kesiştirmek ve yeni bir işleyiş kazandırmak suretiyle kateden bir tür iktidar veya bir tür teknolojidir. ... “Her ne kadar bir kurum olarak polis bir Devlet aygıtı biçiminde örgütlenmiş olsa da ve her ne kadar doğrudan siyasal hükümranlığın merkezine bağlansa da, pratik ettiği iktidar biçimi, işlettiği mekanizmalar ve bunları uyguladığı unsurlar spesifiktir” ve disiplinin toplumsal bir alanın gündelik detaylarına yayılımını üstlenmek suretiyle hukuki ve hatta siyasi aygıttan göreli bir bağımsızlık gösterir. Aynı şekilde hapishanenin kökeni “bir toplumun hukuki-siyasal yapıları”nda bulunmaz: Bunu hukukun, hatta ceza hukukunun evrimine bağlamak yanlıştır. Hapishane, cezayı uyguladığı ölçüde, kendisi için zorunlu olan bir özerkliğe sahiptir ve Devlet’e hizmet ettiğinde dahi Devlet aygıtını aşan “disipliner bir ilave” ortaya koyar.

42
İşlevsel mikro-analiz Marksist tabloda hâlâ pramitsel olanı alarak bunun yerine iktidar odakları ile disiplin tekniklerinin (bir kitleye ait bireylerin ruhen ve bedenen bulundukları veya içinden geçtikleri ve birbirine bağlı) onlarca segment (aile, okul, kışla, fabrika ya da gerektiğinde hapishane) oluşturduğu belirli bir içkinliği koyar. İktidar denen “o” şeyin özellikleri aşkın bir bütünselleştirme olmaksızın alanın içkinliği, global bir merkezileşme olmaksızın çizgisinin sürekliliği, ayrık bir totalizasyon olmaksızın segmentlerin komşuluğudur: seriel uzay. [Dipnot 5: kuşkusuz bu pramitsel figür yok olmaz ama tüm yüzeylerine dağılan bir işlevle birlikte kalır].

İktidar ilişkisi, her ikisi de belli tekillikler teşkil ettiğinden, hükmedenlerden olduğu kadar hükmedilenlerden de geçen kuvvetler arasındaki ilişkiler bütünüdür. ... Foucault, lettre de cachet’leri analiz ederken [Fransa kralının yargılama olmaksızın tutuklama yetkisi veren fermanı] “kralın buyruğu”nun kralın aşkın iktidarının bir sıfatı olarak yukarıdan aşağıya inmediğini, küçük bir baş belasının onu bir köşeye kapatmak isteyen ve mutlak hükümdardan aileye, evliliğe ilişkin veya mesleki çatışmaları çözümleyebilecek içkin bir “kamu hizmeti” olarak faydalanan akrabalarının, komşularının, meslektaşlarının ve alçak gönüllüllerin talebiyle işlediğini gösterecektir. Lettre de cachet bu anlamda psikiyatride “gönüllü yerleşme” dediğimiz şeyin selefi olarak karşımıza çıkar. İktidar ilişkisi, genel veya belirli bir alanda kendini göstermekten ziyade, “komşu kavgaları, ebeveyn ve çocuklar arasındaki kavgalar, ev içi anlaşmazlıklar, seks ve şarap düşkünlüğü, sokak dalaşmaları ve bir yığın gizli işler” gibi en ufak tekilliklerin ve kuvvet ilişkilerinin bulunduğu her yere girer.

43
Kipliğin [modalité] postulatı olarak iktidar, şiddet veya ideoloji aracılığıyla, kah kınayarak, kah aldatarak veya inandırarak, kah polis kah propaganda olarak hareket ederdi. Yine burada [Foucault’da] da bu alternatif geçerli görünmemektedir (bu, örneğin bir siyasal parti kongresinde açıkça görülebilir: Şiddet salonda ya da sokakta olabilir; ideoloji ise daima kürsüdedir fakat örgütsel meseleler, iktidarın örgütlenimi daima yan odalarda halledilir). İktidar, ruhlara hitap ettiğinde dahi ideolojiyle çalışmadığı gibi, bedenlere yüklendiği anda da zorunlu olarak şiddet ve baskı aracılığıyla çalışmaz. Veya daha ziyade şiddet bir kuvvetin herhangi bir şey, nesne veya varlık üzerindeki etkisini ifade eder. Ancak iktidar ilişkisini, yani kuvvetin kuvvetle ilişkisini, “eylem üzerine eylem” ifade etmez. Bir kuvvetler ilişkisi “başlatmak, körüklemek, bir araya getirmek...” türünde bir fonksiyondur. Disiplin toplumları durumunda, şöyle söylemek gerekir: dağıtmak, serileştirmek, bileştirmek, normalleştirmek. Bu liste belirli olmayıp her durumda değişir. İktidar, baskı kurmadan önce, “gerçeği üretir”. Aynı şekilde, ideolojikleştirmeden, soyutlamadan veya maskelemeden önce doğruyu üretir. Bilme İstenci, cinselliği ayrıcalıklı bir konumda değerlendirerek, şunu gösterecektir: Egemen sözcelere ve bilhassa kiliselerde, okullarda, hastanelerde kullanılan ve aynı anda hem seksin gerçekliğini hem de seksin içindeki hakikati arayan sözel prosedürlere değil de kelime ve cümlelere odaklanırsak dil içerisinde çalışan bir cinsel baskıya inanabiliriz.; baskı ve ideoloji hiçbir şeyi açıklamadığı gibi, daima içinde çalıştıkları bir düzenek veya “tertibat” [dispositif] varsayar ve sanıldığı gibi bunun tersi değildir söz konusu olan. Foucault baskı ve ideolojiyi hiçbir şekilde göz ardı etmez ama, Nietzsche’nin daha önce gördüğü gibi, bunlar kuvvetlerin savaşını teşkil etmeyip yalnızca bu savaşın kaldırdığı tozdan ibarettir.

44
Hukuk daima biçimselleştirerek farklılaştırdığı illegalizmlerden oluşan bir kompozisyondur. Yasaların illegalliğe toptan karşıt olmayıp bazı yasaların açıkça diğer yasalardaki boşlukları kullanmanın yolunu teşkil ettiğini görmek için tüccar toplumların hukukuna bakmak yeterlidir. Hukuk illegalizmlerin bir yönetimidir...

45
“Hukuki model” bütün stratejik haritayı kaplar hale gelir. Bu illegalizmler grafiği ne var ki yasallık modeline göre işlemeye devam eder. Keza Foucault yasanın artık kazanılmış bir savaşın sonucu olmadığı gibi bir barış durumu da olmadığını gösterir: Savaşın ta kendisi ve bu savaşın etkin stratejisidir, aynen iktidarın egemen sınıfın edinimi olan bir mülkiyet değil, stratejinin etkin pratiği olması gibi.

Burada adeta Marx’tan beri ilk kez yeni bir şey ortaya çıkmaktadır. Adeta bir Devlet yardakçılığı sonunda kırılmış gibidir. [Dipnot 11. Foucault “hukuk devleti” kültürüne asla dahil olmamıştır ve ona göre yasalcı bir Devlet anlayışı baskıcı bir anlayıştan daha iyi değildir. Her ikisi de aynı iktidar kavramını paylaşır; birincisinde hukuk yalnızca arzulara dışsal bir reaksiyon olarak görünürken, diğerinde arzunun içsel bir koşulu olarak bulunur: VS, Bilme Arzusu, Cinselliğin Tarihi I, s.109]

Bilginin ArkeolojisiArkeoloji iki tür pratik formasyon arasında bir ayrım öne sürüyordu; sözcelere karşılık gelen “söylemsel” olanlar ile ortamlara karşılık gelen “söylemsel olmayan”lar. Sözgelimi, 18. yy’ın sonundaki klinik tıp söylemsel bir formasyondur fakat söylemsel bir formasyon olarak başka bir tür formasyona ihtiyaç duyan ve söylemsel olmayan ortamlar, “kurumlar, siyasi olaylar, ekonomik pratik ve süreçler” gerektiren kitleler ve popülasyonlarla ilişki içerisindedir. Kuşkusuz, sözceler ortamları belirlediği gibi ortamlar da sözceler üretir. Ancak bu iki formasyon birbiri içine girmiş olsa da heterojen olarak kalır: Aralarında ne karşılıklılık ilişkisi ne bir izomorfizm ne doğrudan bir nedensellik ne de sembolleştirme söz konusudur.

46
Diyelim ki hapishane gibi bir “şey”: Bu bir ortam formasyonu (“hapishane” ortamı) ve bir içerik formudur (içeriği mahkumdur). Fakat bu şey ya da form kendisini belirtecek bir “kelime”ye veya gösterileni olacağı bir gösterene göndermede bulunmaz [söylemsel olmayan formasyon]. İhlalleri, cezaları ve bunların öznelerini sözcelere dökmenin yeni bir yolunu ifade eden suçluluk ve suçlu gibi bambaşka kelimelere ve kavramlara gönderir. Sözcelerin bu formasyonuna bir ifade formu diyebiliriz. Bu iki form istedikleri kadar aynı zamanda, yani 18. yy’da ortaya çıkmış olsunlar, bu onları daha az heterojen yapmaz. Ceza hukuku [söylemsel formasyon] suç ve cezanın (artık hükümranın intikamı veya kendini yeniden tesis etmesi bakımından değil) toplumun savunulması bakımından dile getirilmesini sağlayacak bir gelişimden geçer: ruha veya zihne hitap eden ve ihlal ile ceza (kanun) arasında fikir bazında ilişkiler oluşturan göstergeler. Hapishane bedenler üzerinde etki etmenin yeni bir yoludur ve ceza hukukundan tamamen farklı bir ufuktan evrilir... Mevzu ceza hukukunun suç konusunda söylenebilir olana ilişkin olmasıdır: İhlalleri sınıflandırıp tercüme eden, cezaları hesap eden bir dil rejimidir; bir sözceler ailesi, aynı zamanda da bir eşiktir. Hapishane görünür olana ilişkindir: Yalnızca suçu ve suçluyu gözler önüne sermeye kalkışmakla kalmaz, aynı zamanda kendisi de bizzat bir görünürlük teşkil eder, taştan bir figür olmaktan önce bir ışık rejimidir ve kendini “Panoptizm” ile, yani gözetimcinin kendisi görünmeksizin her şeyi gördüğü, mahkumların da kendileri görmeksizin her daim görüldükleri, görsel bir düzenek ve ışıksal bir ortamda tanımlar. Bir ışık rejimi ve bir dil rejimi ne aynı formu ne aynı formasyonu teşkil eder. ... Sözgelimi, 19. yy’ın başında kitleler ve popülasyonlar görünür hale gelir ve tıbbi sözcelerin yeni söylenebilirlikler kazanmasıyla (doku lezyonları ve anatomo-patolojik ilintiler...) aynı zamanda ışığa çıkar.

47
... bu iki form sürekli birbirine temas eder, birbirinin içine sızar ve birbirinden parçalar koparır... Bu iki form karşılıklı olarak birbirlerini varsayar. Ancak aralarında ne ortak bir form ne uygunluk ne de karşılıklılık bulunur.

48
İki anlamda form diyoruz: Birincisi, maddeleri biçimlendirir veya organize eder; ikincisi, fonksiyonları biçimlendirir veya sonlandırır, bunlara amaçlar yükler. Sadece hapishane değil, hastane, okul, kışla ve atölye de biçimlenmiş maddelerdir. Cezalandırmak gibi, bakmak, eğitmek, yetiştirmek ve çalıştırmak da biçimselleşmiş fonksiyonlardır. … Panoptizmin soyut formülü artık “görünmeksizin görmek” olmayıp herhangi bir insan çokluğuna herhangi bir davranış dayatmaktır. Bu noktada söz konusu çokluğun kısıtlı bir uzayda ele alınması gerektiğini ve bir davranışı benimsetmenin söz konusu çokluğu uzayda yeniden dağıtarak, zamanda serimleyip serileştirerek ve uzay-zamanda da birleştirerek vs. yapıldığını vurgulamak gerekir. Bu liste belirli değildir ama daima biçimlenmemiş, organize olmamış maddelere ve biçimselleşmemiş, sonlandırılmamış fonksiyonlara ilişkindir; bu iki değişken birbirine ayrılmaz şekilde bağlıdır. Formel olmayan bu yeni boyuta ne diyeceğiz? Foucault bir yerde bunun adını en net şekilde koyar: Bu bir “diyagram”dır, yani “bütün engellerden veya sürtünmeden soyutlanmış ve her türlü spesifik kullanımdan koparılması gereken bir işleyiş”. Diyagram artık sessel ya da görsel bir arşiv değil, bütün toplumsal alanı kateden bir kartografi, bir haritadır. Bu bir soyut makinedir. Formel olmayan fonksiyonlar ve maddelere tanımlanan bu soyut makine, içerik ile ifade arasında ve söylemsel formasyon ile söylemsel olmayan formasyon arasında forma dayalı her türlü ayrımı yok sayar. Gösteren de konuşturan da kendisi olsa da, adeta dilsiz ve kör bir makinedir.

49
Foucault diyagram mefhumuna başvurduğu zaman, bunu iktidarın bütün alanı kontrol ettiği modern disiplin toplumlarımızla ilişkili olarak yapar: Bir model varsa, bu model hasta kenti kadraja alan ve kentin en ufak ayrıntısına kadar yayılan “veba” modelidir. Ancak eski hükümranlık toplumları göz önüne alındığında, onların da diyagrama sahip olduklarını görürüz, her ne kadar başka madde ve fonksiyonlara ilişkin olsalar da: Burada da bir kuvvet başka kuvvetler üzerinde uygulanır ama birleştirmek ve bileştirmekten ziyade çekip çıkarmak için; detayları yalıtmaktan ziyade kitleleri bölüştürmek için; kadraja almaktan ziyade sürgün etmek için (“cüzzam” modeli). ... her diyagram toplumlar arasıdır ve oluş halindedir. Asla önceden varolan dünyayı temsil etmek için işlemez, yeni bir tür gerçeklik, yeni bir hakikat modeli üretir. Ne tarihin öznesidir ne de tarihin üzerinde asılı bir şekilde duru. Önceki gerçeklikleri ve anlamları bozarak, onlarca oluşum veya yaratım noktası, beklenmedik birleşimler, umulmadık süremler oluşturarak tarihi yapar. Tarihi bir oluşla ikiler.

50
[İlkel toplumların diyagramları]

[Gabriel Tarde’ın  mikro-sosyoloji kurarken yaptığı:] Toplumsalı bireyle açıklamıyor, büyük kümeleri bir inanç veya arzu (kuanta) akımının yayılımı olarak “taklit” ve iki taklit akımının karşılaşması olarak “icat” gibi sonsuz küçük ilişkiler tayin ederek açıklıyordu.

Diyagram nedir? ... iktidarı oluşturan kuvvet ilişkilerinin açığa çıkmasıdır. “Panoptik tertibat basitçe bir iktidar mekanizması ile bir fonksiyon arasındaki bir menteşe veya değişim noktası değildir; iktidar ilişkilerini belli bir fonksiyon içerisinde ve belli bir fonksiyonu da bu iktidar ilişkileri aracılığıyla işletmenin bir yoludur. Kuvvet veya iktidar ilişkilerinin mikrofizik, stratejik, çok noktalı, dağınık olduklarını; tekillikler belirleyip saf fonksiyonlar oluşturduklarını gördük. Diyagram veya soyut makine konumlandırılabilir olmayan temel ilişkilerle ilerleyen ve her an her noktadan ya da “daha ziyade bir noktadan diğerine her türlü ilişkiden” geçen bir kuvvet ilişkisi haritası, bir yoğunluk veya yeğinlik haritasıdır. ... diyagram bütün toplumsal alanı kateden, birleştirici olmayan içkin bir neden olarak hareket eder: Soyut makine bunların ilişkilerini gerçekleştiren somut düzeneklerin “üzerinden değil” bizzat dokusunun içinden geçer.

51
[Dipnot 23. “İktidar her yerdedir; bu her şeyi kuşattığından değil, her yerden geliyor olmasından kaynaklanır”.]

52
Şeyler ancak ikilenme veya kopma yoluyla, kendilerini paylaştırdıkları ıraksayan formları yaratmak suretiyle aktüelleşebilir*. Sınıflar, yöneticiler-yönetilenler, kamusal-özel gibi büyük ikilikler de işte burada ortaya çıkar.

*[25. Dipnot. Bir virtüelin aktüelleşmesinin daima bir farklılaşma olduğu fikrinin Bergson’da derinlemesine analiz edildiğini söyleyebiliriz.]

Her tertibatın görünür ve söylenebilir olanları karıştıran bir çorba olduğunu söylemek abartılı olmaz: Hapishane sistemi, programları ve mekanizmaları, “söylemleri ve mimarileri tek bir figürde birleştirir”. ... “Kendisine karşılık gelen bir bilgi alanı olmayan iktidar ilişkisi bulunmadığı gibi aynı zamanda iktidar ilişkileri varsaymayan ve oluşturmayan bilgi ilişkisi de yoktur.” Bu, bilginin yalnızca kuvvet ilişkilerinin askıda kaldığı noktada ortaya çıktığını varsayan bir düşüncenin yanılgısını, ikiyüzlülüğünü gösterir. Hiçbir hakikat modeli yoktur ki bir tür iktidara gönderme yapmasın ve hiçbir bilgi veya hatta bilim yoktur ki uygulanmakta olan bir iktidarı fiilen ifade etmesin veya gerektirmesin.

53
Foucault’nun, soyut ya da somut olsun, makine dediği şey nedir (hapishane-makine, okul-makine, hastane-makine)? Somut makineler düzeneklerdir, iki formlu tertibatlardır; soyut makine ise formel olmayan diyagramdır. Kısacası, makineler teknik olmadan önce toplumsaldırlar. Veya daha ziyade maddi bir teknolojiden önce gelen bir insan teknolojisi vardır. Kuşkusuz maddi teknoloji etkilerini bütün bir toplumsal alanda geliştirir fakat bunun bizzat mümkün olabilmesi için araçların veya maddi makinelerin öncelikle bir diyagram tarafından seçilmiş ve düzenekler tarafından varsayılmış olması gerekir.

54
O halde teknoloji teknik olmadan önce toplumsaldır. ... Kelimenin dar anlamıyla teknikler düzeneklerin içinde yer alıyorsa, bu durum bizzat düzeneklerin, teknikleriyle beraber, diyagram tarafından seçilmesinden kaynaklanır...

Soyut makine ve somut düzenekler adeta iki kutup oluşturur ve birinden diğerine duyumsanamaz bir şekilde geçilir. Düzenekler ... katı, kompakt segmentlerde dağılırlar (okul, ordu, atölye ve nihai olarak hapishane gibi. Askere gidince “Artık okulda değilsin” denir...). [Bazen de] birbirleriyle iletişim içerisindedirler ve böylelikle hepsi birbirine benzer; ve hapishane tek bir formsuz ve sürekli fonksiyonların değişkenleri gibi çalışan diğer düzeneklerin içinden geçer (okul, kışla ve atölye zaten hapishanelerdir...).

55
Diyagramın bir oluşu ve mutasyonları olduğu gibi, düzeneklerin de bir tarihi vardır.

56
[Foucault ‘kapatılma’nın değil, aksine ‘dışarıdalık’ın düşünürüdür.] ... hapishane esnek ve hareketli bir fonksiyona, kontrollü bir trafiğe, aynı zamanda özgür ortamları da kateden ve hapishaneyi geride bırakmayı öğrenebilecek bütün bir şebekeye geri gönderir. Bu biraz Kafka’daki artık tutuklamaya veya mahkumiyete hacet bırakmayan “sonsuz erteleme” gibidir.

57
 [‘Dışarı’nın en az üç bağlaşık anı vardır:] [1]... kuvvetlerin formsuz unsuru olarak dışarısı: Bu kevvetler dışarıdan gelir, ilişkilerini karan, diyagramlarını çizen dışarıya bağlı kalır. [2] Daha sonra kuvvet ilişkilerinin aktüelleştikleri somut düzeneklerin ortamı olarak dış gelir. [3] Son olarak da aktüelleşme, düzenekleri paylaşan, farklılaşmış ve birbirinin dışında bulunan iki form arasındaki bir yarıkta, bir ayrılıkta meydana geldiği için, dışarıdalık formları vardır.

Katmanlar veya Tarihsel Formasyonlar: Görünür Olan ve Söylenebilir Olan (Bilgi)

61
Katmanlar tarihsel formasyonlardır, pozitiflikler veya amprikliklerdir. “Tortul tabakalar” olarak şeylerden ve kelimelerden, görmekten ve konuşmaktan, görünür ve söylenebilir olandan, görünürlük sahaları ve okunabilirlik alanlarından, içeriklerden ve ifadelerden meydana gelmiştir. ... [Foucault, Raymond Roussel kitabında, Roussel’in sıradışı makineleri takip eden görünürlük icatlarını ve olağandışı bir “süreci” takip eden sözce üretimlerini inceler.]

62
[17. yy’da suçu (crime) görmenin ve göstermenin yeni biçimi hapishane, söyelemenin yeni biçimi de suçluluk (délinquance) olacaktır.] Söyleme şekli ve görme biçimi, söylemsellikler ve aşikarlıklar, her katman [=tarihsel formasyon] bu ikisinin bir kombinasyonudur ve bir katmandan diğerine, ikisi de tek tek ve bir kombinasyon olarak değişir. Foucault’un Tarihten beklediği her çağda görünür olanların ve söylenebilir olanların davranışların, zihniyetlerin ve fikirlerin ötesine geçen (zira bunları olanaklı kılan) bu belirlenimdir.

... katmanlandırmanın iki unsurunun genel teorisini sunacak olan Bilginin Arkeolojisi’dir. ... söylemsel formasyonlar ve söylemsel olmayan formasyonlar, ifade formları ve içerik formları.

63
Foucault’nun bütün çalışmaları boyunca görünürlükler sözcelere indirgenemez olarak kalır [önceliğin sözce olmasına rağmen görünürlük sözceye indirgenmez]. ... [Foucault Kliniğin Doğuşu kitabının alt başlığını “Bakışın Arkeolojisi” koymuş ve görünür olana verdiği bu öncelikten dolayı bu adı daha sonra reddetmiştir. Reddedişinin aslı nedeni ‘öncelik’ meselesidir ve Foucault önceki kitaplarında sözcelerin rejiminin görme ve algılama biçimleri üzerindeki önceliğini yeterince vurgulamadığına gitgide daha çok inanır. Bu Foucault’nun fenomenolojiye tepkisidir.] Ama Foucault için, sözcelerin önceliği görünür olanın tarihsel indirgenemezliğini asla engellemeyecektir... Ancak görünürün onu egemen olanla, sözcenin hotonomisiyle* ilişkiye sokan kendi kuralları, bir otonomisi olduğu içindir ki öncelik sözceye aittir. ... Foucault’da görünürlük yerleri asla sözce alanındakilerle aynı ritme, aynı tarihe, aynı forma sahip olmayacaktır ve sözcenin önceliği yalnızca bu şekilde, indirgenemez bir şey üzerinde uygulandığı ölçüde geçerli olacaktır. Görünürlükler teorisini unutursak Foucault’nun tarih anlayışını tahrif ettiğimiz gibi, aynı şekilde düşüncesini ve genel olarak düşünce kavrayışını da tahrif etmiş [, ...] pek bir şey paylaşmadığı (Wittgenstein’dan görünür olan ve söylenebilir olan arasında orijinal bir ilişki çıkarabilirsek, belki Wittgenstein hariç) güncel analitik felsefenin bir varyasyonu haline getirmiş oluruz. Foucault daima gördükleri kadar duyduklarından veya okuduklarından da büyülenmiştir ve onun anladığı şekliyle arkeoloji (bilim tarihiyle başlayan) görsel-işitsel bir arşivdir. ... Onu her şeyden önce tanımlayan şey sestir, ama bununla birlikte gözlerdir de. Gözler, ses.

* [3. Dipnot. Kant’ta hotonomi, otonomiden ve heteronomiden farklı biçimde, usun nesne olarak doğayı değil, kendisini aldığı kendini yönetme durumudur. ç.n.]

64
Katmanlaşmış olan, daha sonra ortaya çıkacak bir bilginin dolaylı nesnesi olmayıp bilgiyi doğrudan oluşturur: şeylerin dersi ve gramerin dersi. ... Şimdinin de bir arkeolojisi vardır. Geçmişte veya şimdide olsun, görünür olan söylenebilir olan gibidir: Bunlar bir fenomenolojinin değil, bir epistemolojinin nesnesidirler. Foucault’nun Deliliğin Tarihi’ne ilişkin olarak eleştireceği şey, fenomenologların yaptığı gibi ham bir yaşanmış deneyimi veya Bachelard’ın yaptığı gibi imgelemin sonsuz değerlerini hâlâ çağrıştırıyor olmasıdır. Ancak esasında bilgiden önce gelen hiçbir şey yoktur çünkü Foucault’nun yeni bir kavram haline getirdiği haliyle bilgi her katmana, her tarihsel formasyona özgü görünür olan ve söylenebilir olanlardan oluşan kombinasyonlarla tanımlanır. Bilgi pratik düzenektir, bir sözceler ve görünürlükler “tertibatı”dır. O halde bilginin ardında hiçbir şey yoktur (her ne kadar, göreceğimiz üzere, bilginin dışında kalan şeyler olsa da). Bu, bilginin söz konusu katman üzerinde onlarca tabaka, yarık ve yönelim oluşturan, son derece çeşitli “eşiklerle” ilişkili olarak varolduğu anlamına gelir. Bu anlamda, bir “epistemoloji eşiği”nden bahsetmek yeterli değildir çünkü bu eşik halihazırda bilime doğru yönelmiştir ve bir “bilimsellik” eşiğini geçip en nihayetinde bir “biçimselleşme eşiğine” varacak şekilde ilerlemektedir. Ama katman üzerinde farklı noktalara yönelmiş başka eşikler de yok değildir: etikleşme, estetikleşme, siyasileşme vs. eşikleri. Bilgi bilim değildir ve yakalandığı şu veya bu eşikten ayrı düşünülemez; algısal deneyimden dahi, imgelemin değerlerinden dahi, çağın fikirlerinden veya yaygın kanaatin verilerinden dahi ayrı düşünülemez. Bilgi farklı eşiklerde dağılan katmanın birliğidir; ki bu katman bizzat bu eşiklerin farklı yönelimler uyarınca yığılması olarak varolur; bilim de yalnızca bu yığınlardan biridir. ... Foucault’nun pozitivizmi veya pragmatizmi böyledir; ve Foucault’nun bilim ve edebiyat, hayali olan ve bilimsel olan, bilinen ve yaşanan arasındaki bağlara ilişkin hiçbir sorunu olmamıştır, çünkü bilgi kavrayışı tüm eşikleri tarihsel formasyon olarak katmanın değişkenleri haline getirerek içlerini doldurur ve bunları harekete geçirir.

65
Görünürlükler görsel veya daha genel olarak duyumsal unsurlarla, niteliklerle, şeylerle, nesnelerle, nesne bileşkeleriyle karıştırılmamalıdır. ... Görünürlükler nesne formları değildir, hatta ışık veya şeyle temas ettiğinde kendini açığa vuracak formlar da değildir; daha ziyade bizzat ışığın yarattığı ve şeylerin ve nesnelerin ancak bir şimşek, bir parıltı, bir ışıltı halinde varolmalarına olanak veren ışıksallık formlarıdır. [Delaunay resimleri gibi]. ... Kelimelerden ve dilden her katmana ve eşiklerine karşılık gelen sözceleri çekip çıkarmak gerekir ama aynı zamanda şeylerden ve görüşten de her katmana özgü görünürlükleri, “aşikarlıkları” çekip çıkarmak gerekir.

66
Modern toplumlara özgü olan şey seksi gölgede kalmaya itmiş olmaları değil, onu bir sır haline getirerek kendilerini sürekli ondan bahsetmeye adamış olmalarıdır.

68
Dil ya bütünüyle verilmiştir ya da hiç verilmemiştir. O halde sözcenin koşulu nedir? Sözcenin koşulu “dil vardır”, “dil varlığı” veya dil-varlıktır, yani dili veren ve dilin geri gönderdiği yönlerden hiçbiriyle karıştırılmaması gereken bu boyuttur. “Dilin belirtme, adlandırma, gösterme, ortaya çıkarma, anlamın veya hakikatin yeri olma gücünü göz ardı etmek ve buna karşılık dilin tekil ve sınırlı varlığını belirleyen (bir anda katılaşan, bir anda gösterenle gösterilenin oyununa yakalanan) o anın üzerinde durmak. Peki ama Foucault’nun ... tekil ve sınırlı bir varlık ileri sürmesine olanak veren nedir? Foucault “dağılımsalcılığa” yakındır ve, Arkeoloji’nin yayımlanmasının ardından, ne kadar çeşitli olsalar da aynı çağa ait belirli ve sınırlı bir kelimeler ve metinler, cümleler ve önermeler külliyatından bunların sözcesel “düzenliliklerini” göstermek üzere yola çıkar daima.

69
Sözce ve koşulu hakkında söylediğimiz her şeyi görünürlük için de söylememiz gerekir. Zira görünürlükler de her ne kadar gizli olmasalar da, anında görünür ve görünebilir değillerdir. ... Klasik çağda delilerin, serserilerin ve işsizlerin aynı yerde toplanması “bizim için yalnızca muğlak bir duyumsallık, Klasik çağın insanı için kesinlikle apaçık bir algıydı”. Ne var ki görünürlüğe ilişkin koşul öznenin görme şekli değildir: Gören özne, bizzat görünürlük içinde bir yer, görünürlükten türemiş bir fonksiyondur. ... farklı mimari örnekler görünürlükler veya görünürlük yerleri teşkil ediyorsa, bu onların yalnızca taştan figürler yani düzenekler ve nitelik kombinasyonları olmalarından değil, öncelikle aydınlığı ve karanlığı, opağı ve saydamı, görünürü ve görünmeyeni vs. dağıtan ışık formları olmalarındandır.

70
O halde, bir dil-varlık olduğu gibi, ışığın bir “vardır”ı, bir ışık varlığı veya bir ışık-varlık vardır. ... görünürlükler ne gören bir öznenin edimleri, ne görsel bir duyunun verileridir. Görünür olan, duyumsanabilir bir şeye veya niteliğe indirgenemediği gibi, ışık-varlık da fiziksel bir ortama indirgenemez. Foucault Newton’dan ziyade Goethe’ye yakındır. Işık-varlık kesinlikle bölünemez bir koşul, her defasında kendi de görünür olan kombinasyonları izlemek suretiyle görünürlükleri görünüşe ve diğer duyulara açma gücüne münhasıran sahip olan bir a priori’dir: Sözgelimi, dokunulabilir olan görünür olanın diğer bir görünür olanı saklama biçimidir. [Buna karşın Ditfurth, genel olarak hayvanların birincil duyumunu ‘dokunma’ üzerinden değerlendirmekte. Bir sürüngenden göz hayvanına geçiş, dokunma duyumunu daha ileri bir duyum olarak tespit etmekte, diğer duyuların dokunma duyusunun türevleri olduğunu ileri sürmekte. Bunun kanıtını da, örneğin insandaki göz organının evrim sürecinin başında olduğunu göstererek yapmakta. Göz’ün beyne görüntüsel bilgileri aktaran hücre sayısının 100 civarında olduğunu söylemekte. Ditfurth da a priori zemin, dokunmaya ait.]

71
Dil kelimeleri, cümleleri ve önermeleri “içeirir” ama indirgenemez mesafeleri takiben yayılan sözceleri içermez. Sözceler eşiklerine, ailelerine göre dağılırlar. Bu, nesneleri içerip görünürlükleri içermeyen ışık için de aynı şekilde geçerlidir.

Bu bir zihniyetler veya davranışlar tarihi değildir. Konuşma ve görme veya daha ziyade, sözceler ve görünürlükler saf Unsurlardır, şu veya bu anda tüm fikirlerin formüle edilişinin ve davranışların sergilenişinin bağlı olduğu a priori koşullardır. Koşullara ilişkin bu araştırma Foucault’ya özgü bir neo-Kantçılık teşkil eder. Ne var ki Foucault’nun Kant’la arasında temel farklılıklar bulunur: Koşullar her olası deneyimin değil, gerçek deneyimin koşullarıdır (sözgelimi, sözceler belirli bir külliyat varsayar); koşullar evrensel bir öznenin değil, “nesne”nin ve tarihsel formasyonun tarafındadır (a priori olan bizzat tarihseldir); bütün koşullar dışarıdalık formlarıdır.

72
… Foucault’da anlama yetisinin kendiliğindenliğinin yani Cogito’nun yerine dilin kendiliğindenliği (dilin “vardır”ı) koyulurken, sezginin alıcılığı yerine ışığın alıcılığı (yeni bir uzay-zaman formu) koyulur. … görünürlükler de sözceler kadar indirgenemezdir zira belirlenimin formuna indirgenmeyi reddeden bir belirlenebilirlik formuna gönderirler: Bu, Kant’ın Descartes’la keskin kopuş noktasını oluşturur: Belirlenimin formu (düşünüyorum) belirlenmemiş bir unsura (varım) değil, daha ziyade saf bir belirlenebilirlik formuna (uzay-zaman) dayanır.

73
kaligram

[Magritte, Bu Bir Pipo Değildir] “Pipo resmi ve onu adlandıracak metin ne siyah kanvas üzerinde ne de onun dışında buluşacak bir yer bulabilir”; bu bir “ilişkisizlik”tir. ... Delilik için, içerik formu veya görünürlük mekânı olarak genel hastanenin kökeni kesinlikle tıpta değil, poliste yatıyordu... [ifade formu, “akılsızlık” sözcelerinin üreticisi olarak tıp, söylemsel rejimini, teşhislerini ve tedavilerini hastane dışında konuşlandırmıştı. ... Suçun görünürlüğü olarak hapishane ifade formu olan ceza hukukundan türetilmez; hukuki olmayıp “disipliner” olan bütünüyle farklı bir ufuktan gelir; ceza hukuku ise “suçluluk” sözcelerini hapishaneden bağımsız olarak üretir, adeta hep, belirli bir biçimde bu bir hapishane değildir demeye itiliyormuş gibi...

74
Blanchot için olduğu gibi Foucault için de ilişkisizliğin yine de bir ilişki olduğunu, hatta daha da derin bir ilişki olduğunu nasıl açıklarız?

Esasında “hakikat oyunları” veya daha ziyade doğrunun prosedürlerinin söz konusu olduğu söylenebilir. Hakikat onu oluşturan bir prosedürden ayrı düşünülemez. ... Fakat bir prosedürü oluşturan nedir? Belki de büyük oranda bir süreçten ve bir yöntemden oluşur, yani bir pragmatizmdir. [Sormamız gereken, bu nesneler, bu nitelikler ve şeylerden görünürlükleri nasıl çekip çıkarabileceğimizdir; nasıl ve hangi ışıkta ışıldayıp parıldadığı ve bu ışığın katman üzerinde nasıl toplandığıdır.

76
Şeylerde ve kelimelerde kaldığımız sürece gördüklerimizi konuştuğumuzu ve konuştuklarımızı gördüğümüzü ve bu ikisinin birbirine bağlı olduğunu zannederiz: Bu, ampirik bir pratik düzeyinde kalmamız demektir. Ancak, kelimeleri ve şeyleri açar açmaz, sözceleri ve görünürlükleri keşfeder keşfetmez, konuşma ve görme “a priori” olan daha yüksek düzeyde bir pratiğe taşınır; öyle ki her biri kendini diğerinden ayıran kendi limitine, yani yalnızca görülebilen bir görünür unsura ve yalnızca konuşulabilir olan bir söylenebilir unsura ulaşır.

77
Peki öyleyse ilişkisizlik nasıl bir ilişkidir? Foucault’nun şu iki söylediği arasında bir çelişki var mıdır: Bir yandan “insan istediği kadar gördüklerini söylesin, görülen şey asla söylenende yatmaz ve söylemekte olduklarını istediği kadar imajlar, metaforlar, karşılaştırmalarla göstermeye çalışsın, bunların kendilerini ortaya koydukları yer gözlerin alanı değil, sentaks dizilimlerinin belirlediği yerdir”; öbür taraftan, “figür ve metin arasında bütün bir karşılıklı geçişler serisi veya daha ziyade birinden diğerine başlatılan saldırılar, karşı hedefe atılan oklar, çökertmeye ve yok etmeye yönelik ataklar, mızrak darbeleri, yaralar ve savaş... olduğunu kabul etmemiz gerekir”, “kelimelerin orta yerine düşen imajlar, resimleri yaran sözel şimşekler...”, “söylemin şeylerin formunda yaptığı kesikler”, ve tersi. Bu iki pasaj katiyen birbiriyle çelişmez. Birincisi görme ve konuşma, görünebilir ve söylenebilir olan arasında izomorfizm veya homoloji olmadığını ve bunlara ortak bir formun bulunmadığını söyler. İkincisi ise bu iki formun savaşta olduğu gibi birbirine akın ettiğini söyler. Bu savaş imajı tam da izomorfi olmadığını gösterir. Zira bu iki heterojen form bir koşul ve bir koşullanan, ışık ve görünürlükler, dil ve sözceler barındırır; ne var ki koşul koşullananı “içermez”, daha ziyade ona bir yayılım alanı sunarken kendini de bir dışarıdalık formu olarak ortaya koyar.

78
“Aynı bir hareket içerisinde konuşmak ve göstermek..., muazzam bir kesişim.” (RR). ... bu ikisi katmanı oluşturur ve bir katmandan diğerine aynı anda dönüşürler (aynı kurallar uyarınca olmasa da).

79
[Foucault da] belirlenebilir olan ve belirlenimin, görünür olan ve söylenebilir olanın, ışığın alıcılığının ve dilin kendiliğindenliğinin karşılıklı adaptasyonunu sağlayacak ve bu iki formun ötesinde veya berisinde işleyecek üçüncü bir ana ihtiyaç vardır. [aynı uzaya ve aynı forma ait olmadıklarını teyit eden bir “yersizlik”]. Aynı şekilde, Paul Klee’yi analiz ederken de, Foucault görünür figürlerle yazı göstergelerinin bir araya geldiklerini ama bunu kendi formlarınınkinden farklı bir boyutta yaptıklarını söyler.

Stratejiler veya Katmanlaşmamış Olan: Dışarının Düşüncesi (İktidar)

81
Nedir iktidar? Foucault’nun tanımı çok basit gibi görünür; iktidar bir kuvvetler ilişkisidir veya daha ziyade, her kuvvet ilişkisi bir “iktidar ilişkisi”dir. ... Kuvvetin kuvvetten başka öznesi veya nesnesi yoktur. ... ve şiddet kuvvetin bir eşlikçisi veya sonucu olup, asla kurucusu değildir. ... kuvvetin diğer kuvvetlerden başka nesnesi ve ilişkiden başka varlığı yoktur: Kuvvet “eylem üzerindeki, olası veya aktüel, gelecek veya güncel eylemler üzerindeki eylem”dir... O halde bir kuvvet veya iktidar ilişkisi ifade eden, eylemler üzerindeki eylemleri oluşturan değişkenlerden ibaret...: kışkırtmak, uyarmak, saptırmak, kolaylaştırmak veya güçleştirmek, genişletmek veya sınırlandırmak, daha az veya daha çok muhtemel kılmak... İktidarın kategorileri bunlardır. [Kuvvet ilişkilerinin 18. yy boyunca kazandığı değerlerle daha detaylı bir liste: mekânda dağılım (kapatma, bölümleme, düzenleme, dizme vs.), zamanda düzenleme (zamanı parselleme, eylemi programlama, jesti unsurlarına ayırma...), mekân-zamanda kompozisyon (“etkisi kendini oluşturan temek kuvvetlerin toplamından daha fazla olması gereken üretken bir kuvvet oluşturmanın” çeşitli yolları vs.)] Bundan dolayıdır ki Foucault’nun iktidara ilişkin en büyük tezleri ... üç başlık altında gelişir: İktidar esasen baskıcı değildir (zira “kışkırtır, uyarır, üretir”); sahip olunmadan önce pratik edilir (zira ancak belirlenebilir bir formda, yani sınıf formunda, ve belirlenmiş bir formda, yani Devlet formunda iktidara sahip olunabilir); hükmedenlerden olduğu kadar hükmedilenlerden de geçer (zira ilişki içerisindeki her kuvvetten geçer). Derin bir Nietzschecilik.

82
[İktidar nedir ve nereden gelir diye sorulmaz, “o nasıl pratik edilir?” doğru olan sorudur.] İktidar pratiği bir duygu olarak belirir zira bizzat kuvvet diğer kuvvetleri etkileme kudretiyle ve diğer kuvvetler tarafından etkilenme kudretiyle tanımlanır. ... Kendiliğindenlik ve alıcılık artık yeni bir anlam kazanır: etkileme, etkilenme.

Etkileme kudreti kuvvetin bir maddesi ve etkilenme kuvveti de kuvvetin bir fonksiyonu gibidir. Ancak bu saf bir fonksiyondur, cisimleştiği somut formlardan, hizmet ettiği amaçlardan ve kullandığı araçlardan bağımsız olarak kavranan biçimselleşmemiş bir fonksiyondur... [:panoptikon]

[Panoptikon], [saf bir disipliner fonksiyon olarak bir iktidar kategorisi: diyagram]

83
[iktidar-bilgi ilişkisi]

84
[diyagram] Tekilliklerin bir yayılımı veya dağılımıdır. ... iktidar ilişkileri merkezi bir noktadan veya tek bir hükümranlık odağından çıkmaz... şu veya bu anda “lokalleştirilemezler”.

85
İktidar ilişkileri tekillikler (duygular) belirleyen diferansiyel* ilişkilerdir. Bunları istikrara kavuşturan, katmanlaştıran aktüelleşme bir entegrasyondur: “Genel bir kuvvet çizgisi” çekmekten, tekillikleri birbirine bağlamak, hizalamak, homojenleştirmek, serileştirmek, yakınsatmaktan ibaret bir operasyondur.

*diferansiyel     fark, değişim, değişiklik / ör. ön tekerlekler direksiyon kırıldığında aynı açıda ve aynı hızda dönmezler. iki açı ve hız arasındaki fark, diferansiyeldir. / herhangi bir matematiksel hesaplamada (genellikle alan hacim hesaplamalarında, eğrilerde, düzlemler üzerinde çalışırken) elde edilen sonucun gerçeğe en yakın değeriyle ifade edilebilmesi için sonsuz küçüklükteki boyut olarak bağlı değişkene göre alınan büyüklüktür. / fonksiyonlardaki değişmeleri ele alan matematik dalı.

Entegre edici faktörler, katmanlaştırma unsurları kurumlardır; yalnızca Devlet değil, aynı zamanda Aile, Din, Üretim, Pazar, bizzat Sanat, Ahlak... Kurumlar kaynaklar veya özler değildir ve ne bir özleri ne de içeridelikleri vardır. Bunlar, iktidar ilişkilerini varsaydıklarından ve bu ilişkileri üretici değil yeniden üretici bir fonksiyon uyarınca “sabitlemekle” yetindiklerinden, iktidarı açıklamayan pratikler, işleme mekanizmalarıdır. Devlet yoktur, yalnızca bir devletleşme vardır ve bunun aynısı diğer kurumlar için de geçerlidir. [: Sanat yoktur, yalnızca sanatlaşma vardır]. [-laşma: oluş (?)]

86
[yatay ve dikey düzlemlerde son derece değişkenlik gösteren yakalama problemleri:]
Eğer Devlet-formu, tarihsel formasyonlarımızda bunca iktidar ilişkisini yakaladıysa, bu durum bu iktidar ilişkilerinin Devlet-formundan türemiş olmasından değildir; aksine, pedagojik, hukuki, ekonomik, ailevi, cinsel alanlarda global bir entegrasyonu amaçlayan, her halükarda duruma göre son derece değişkenlik gösteren “sürekli bir devletleşme” operasyonunun üretilmiş olmasındandır. Her halükarda, iktidar ilişkilerinin kaynağı olmak şöyle dursun, Devlet bu ilişkileri varsayar. Foucault bunu yönetimin (gouvernement) Devletten önce geldiğini söyleyerek ifade eder, “yönetim”den bütün yönleriyle etkileme kudretini anlayacak olursak (çocukların, ruhların, hastaların, ailenin vs. yönetimi).

Foucault bir kurumun zorunlu olarak iki kutbu veya iki unsuru olduğunu söyler: “aygıtlar” ve “kurallar”. Kurum esasında büyük görünürlükler, görünürlük alanları ve büyük söylenebilirlikler, sözce rejimleri örgütler. Kurum iki formlu veya iki yüzlüdür. ... Her formasyonda, görünür olanı oluşturan bir alıcılık formu ve söylenebilir olanı oluşturan bir kendiliğindenlik formu vardır. Kuşkusuz bu iki form kuvvetin iki yönüyle veya iki duygu çeşidiyle, etkilenme kudretinin alıcılığı ve etkileme kudretinin kendiliğindenliğiyle aynı şey değildir. Ancak bu iki form bu duygulardan türer ve “içsel koşullarını” onlarda bulur. Mesele şu ki kuvvet ilişkisinin kendi içinde bir formu yoktur ve biçimlenmemiş maddeler (alıcılık) ile biçimselleşmemiş fonksiyonlar (kendiliğindenlik) arasında temas kurar. ... Devletin, sanatın ve bilimlerin daima değişkenlik gösteren sözceleri olduğu kadar görünürlükleri de vardır.

88
[Sözce ve düzenlilik], [Düzenlilik:] Tekil noktaları kendi aralarında birleştiren eğridir (kural). Net olmak gerekirse, kuvvet ilişkileri tekil noktaları belirler; öyle ki bir diyagram [şema, taslak, graph] daima tekilliklerin bir yayılımını teşkil eder. Ama yakınlarından geçerek bunları birleştiren eğri tamamen farklıdır. ... bir eğri kuvvet ilişkilerini, bunları düzenleyerek, hizalayarak, serileri yakınsatarak ve “genel bir kuvvet çizgisi” çekerek gerçekleştirir: Foucault’ya göre, eğriler ve grafikler sözceler olduğu gibi, sözceler de eğri veya grafik türleridir. [... sözcelerin cümlelere ya da önermelere indirgenemez olduğunu daha iyi gösterebilmek için] [Fransızca bir daktilonun klavyesi; A, Z, E, R, T] ... Sözce hiçbir şekilde belirttikleri veya gösterdikleriyle tanımlanmaz. ... Sözce tekil noktaları birleştiren eğridir. [görünür olan değil, söylenebilir olan değil, görünür olanla söylenebilir olanın arasındaki bağdır]

89
Eğri-sözce dile duyguların yeğinliğini, kuvvetlerin diferansiyel ilişkilerini, iktidar tekilliklerini entegre eder (potansiyeller). Ama o zaman görünürlüklerin de bunları bütünüyle farklı bir şekilde, yani ışığa entegre etmeleri gerekir.

91
Foucault’nun “rezil insanların yaşamı”na ilişkin projesi...

92
Önceki inceleme bizi Foucault’ya ilişkin olarak, bilgi düzeyinde, görünür ve söylenebilir olan arasında çok özel bir düalizmle karşı karşıya getirmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki genel olarak düalizmin en az üç anlamı vardır: Kah Descartes’ta olduğu gibi iki töz veya Kant’ta olduğu gibi iki yeti arasındaki indirgenemez bir farka işaret eder; kah Spinoza veya Bergson’da olduğu gibi daha sonra bir monizme dönüşecek geçici bir aşama teşkil eder; kah bir plüralizmin kalbinde çalışan hazırlık niteliğinde bir yeniden dağılımdır söz konusu olan. Foucault’da bu son durum geçerlidir.

93
… eski hükümranlık toplumları daha az diyagramatik olmayan başka kategorilerle tanımlanıyordu: el koyma (eylemler veya ürünlere el koyma, kuvvetlere el koyma kuvveti) ve ölüme karar verme (yaşamı yönetmekten çok farklı olan “öldürmek veya yaşamasına izin vermek”). [Kilise topluluğunun gönderdiği başka bir diyagram: “pastoral”] … Grek diyagramından, Roma diyagramından veya feodal diyagramdan vs. bahsedilebilir.

94
… diyagram, bir kuvvetler ilişkisi bütünü teşhir ettiği ölçüde, bir yer değil, daha ziyade “bir yersizlik”tir: Bu ancak mutasyonlar için bir yer teşkil eder. Ansızın ne şeyler artık aynı şekilde algılanır ne de önermeler aynı şekilde söylenir… … Diyagram veya bir diyagram durumu, Markov zincirinde olduğu gibi, rastlantısal ve bağımlı olanın bir karışımıdır. Foucault Nietzsche’den şu alıntıyı yapar: “Rastlantının zarını atan zorunluluğun demir pençesi.” Şeyler bir süreklilik veya içselleştirme ile birbirine bağlanmaz; kesintiler ve süreksizliklerin üzerinde birbirine yeniden bağlanır (mutasyon).

95
… kuvvetlerin formların uzayından başka bir uzayda, tam da ilişkinin bir “ilişkisizlik”, yerin bir “yersizlik”, tarihin bir oluş teşkil ettiği Dışarının uzayında hareket etmeleri…

96
[23. dipnot: Foucault hiçbir şekilde yaşamın, emeğin ve dilin insanın kendi sonluluğunun bilincine varması gibi bilincine vardığı kuvvetler olduğunu söylemez. Aksine, yaşam, emek ve dil öncelikle insana dışsal olan ve kendinin olmayan bir tarih dayatan sonlu kuvvetler olarak ortaya çıkar. Ancak ikinci bir aşamadadır ki insan bu tarihi kendi için uygunlaştırır ve kendi sonluluğundan bir temel yaratır.]

97
Bir kuvvetin diğeri tarafından etkilenmesi veya diğerlerini etkilemesi daima dışarıdan gerçekleşir. Etkileme veya etkilenme kudreti ilişki içerisindeki kuvvetlere göre değişir. Bir kuvvetler ilişkisi bütününün belirlenimi olarak diyagram, başka ilişkilere ve başka kompozisyonlara girebilen kuvveti asla tüketmez. Diyagram dışarıdan gelir ama dışarısı hiçbir diyagramla karışmaz, torbadan sürekli yenilerini “çekip” durur. Böylece dışarısı her zaman bir geleceğe açılır: Hiçbir şey asla bitmez çünkü hiçbir şey asla başlamamıştır; her şey başkalaşır. [Bir kuvvet diyagramı, kendi ilişkilerine karşılık gelen iktidar tekilliklerinin yanı sıra … sırası geldiğinde ortaya çıkan “noktalar, düğümler, odaklar” gibi direniş tekillikleri sunar.

98
Foucault’nun evrensel veya ebedi meselelere büyük bir önem atfetmediği doğrudur: Bunlar sadece şu veya bu tarihsel formasyonda ve şu veya bu biçimselleşme sürecinde tekilliklerin birtakım yeniden dağılımlarından ileri gelen masif veya global etkilerdir. Evrenselin altında tekillik oyunları, tekillik yayılımları bulunur ve insanın evrenselliği veya ebediyeti yalnızca tarihsel bir katmanın getirdiği belirli ve geçici bir kombinasyonun gölgesidir. … Foucault “tekillikleri kavram statüsüne kadar çıkartan bir logos’un hareketinin” geçersizliğini ileri sürer çünkü “bu logos esasında halihazırda kurulu bir söylemdir”; yani her şey söylendikten, her şey zaten ölüp gittikten ve “özbilincin sessiz içerideliğine” döndükten sonra geriye kalan bir söylemdir.

[Dipnot 27. (Matematik) … diğer tüm bilimlerin doğuşu veya gelişiminin prototipi olarak alınırsa, tarihselliğin tüm tekil formlarının homojenleştirilmesi riskiyle karşı karşıya kalınır…” AS (Bilginin Arkeolojisi), s. 246]

99
[Hukuk ve entelektüelin statüsündeki mutasyonlar...]

[Entelektüel 18. yy’dan II. Dünya Savaşı’na kadar uzanan uzun bir süre boyunca evrensellek iddiasında bulunabilmiştir.] Bu, yazarın tekilliğinin hukukçulara karşı direnebilen ve dolayısıyla bir evrensellik etkisi yaratabilen bir “hukuk uzmanı - ileri gelen” konumuyla örtüştüğü ölçüde söz konusuydu. Entelektüel figürü (ve aynı zamanda yazının işlevi) değiştiyse, bunun nedeni bizzat pozisyonunun değişmiş olması ve artık daha ziyade sözgelimi “atom fizikçisi, genetikçi, enformatikçi, veya farmakolog” olarak bir spesifik noktadan diğerine, bir tekil noktadan diğerine girmesi ve böylelikle artık bir evrensellik değil, eşanjör veya ayrıcalıklı kesiştirme görevi gören çaprazlık etkileri üretmesidir. [eşanjör    Farklı akışkanların birbirlerine karışmadan plakalar yüzeyinde ısı transferini yapmasını sağlayan cihazlar]

Foucault Bilgi İstenci’nin en güzel sayfalarında ne demeye çalışır? İktidar diyagramı disipliner bir model ortaya koymak için hükümranlık modelini terk ettiğinde, yaşamın yükümlülüğünü ve yönetimini üstlenen “biyo-iktidar”a veya popülasyonların “biyo-politika”sına dönüştüğünde yeni bir iktidar nesnesi olarak ortaya çıkan, yaşamdır. Bu noktada, hukuk hükümranın ayrıcalığını oluşturan şeyi, yani öldürme hakkını (ölüm cezası) giderek reddederken çok daha fazla toplu katliama ve soykırıma izin verir.

100
Yaşamı bizzat insanın içinde özgürleştirmek gerekir zira insanın kendisi insan için bir hapsetme biçimidir. İktidar, nesnesi olarak yaşamı aldığında, yaşam da iktidara direniş haline gelir. [Nietzsche’nin ‘üstinsan’ kavramının karşılığı budur]. ... “Direnen kuvvetler” bütünü olarak “yaşadığı sürece” insanın ne yapabileceğini bilmek imkansızdır.

Katlamalar veya Düşüncenin İçerisi (Özneleşme)

102
Bilme İstenci’ni takip eden uzunca sessizlik boyunca ne olmuştu? ... 1970 sonrasında hapishane hareketinin nihai başarısızlığı Foucault’yu zaten üzmüştü ve daha sonra dünya ölçeğinde meydana gelen başka olaylar da üzüntüsünü arttıracaktı. ... [Bichat] Ölümü hem yaşamla eşzamanlı olarak hem de kısmi ve tekil ölümlerden oluşan bir çokluk olarak ortaya koymuştur. ... [Hazzın Kullanımı’ndaki şu ifade... “keninden vazgeçmek...]

104
... yaşamın gerçek bir olumlaması...

106
... dokunun bükülmesi, invajine olması...

107
[Yunanlılar]. “Enkrateia”, yani bir maharet olarak kendiyle ilişki, “insanın başkalarına uyguladığı iktidarın içinde kendine uyguladığı bir iktidardır” (insanın kendini yönetemiyorken nasıl başkalarını yönettiğini düşünebilir?)...

108
Grek diyagramı uyarınca yalnızca özgür insanlar diğerlerine hükmedebilir (“özgür kişiler” ve aralarındaki “agonistik ilişkiler”; işte diyagramın özellikleri). ... Yunanlıların yaptığı budur: Kuvvetin kuvvet olmayı bırakmayacağı şekilde, kuvveti katlamışlardır. Kuvveti kendisiyle ilişkilendirmişlerdir. İçerideliği, bireyselliği veya öznelliği göz ardı etmek şöyle dursun, özneyi icat etmişleridir; ama bir tür türev veya bir “özneleşme”nin ürünü olarak. “Estetik varoluşu”, yani ikilemeyi, kendiyle ilişkiyi, özgür insanın opsiyonel kuralını keşfetmişlerdir. ... Foucault’nun temel fikri, iktidar ve bilgiden türetilen ama onlara bağımlı olmayan bir öznellik boyutu fikridir.

109
[Hazzın Kullanımı] ... bu kitap ... kendiyle ilişkiyi keşfeder. ... Nasıl ki iktidar ilişkileri ancak gerçekleştirilmek suretiyle olumlanıyorsa, bu iktidar ilişkilerini büken kendiyle ilişki de ancak kendisini gerçekleştirerek kurulur.

110
... öz-belirlenim olarak özgür insanın kendisiyle ilişkisi cinselliği üç şekilde ilgilendirecektir: basit bir hazların “Diyetetiği” formunda kendi bedenini etkin olarak yönetme kapasitesine sahip olmak için kendini yönetmek; bileşik bir ev “Ekonomisi” formunda kişinin karısını yönetme kapasitesine sahip olması ve kadının bizzat iyi bir alıcılığa ulaşması için kendini yönetmek; bir oğlan “Erotika”sının ikilenmiş formunda oğlanın kendi kendini yönetmeyi, etkin olmayı ve diğerlerinin iktidarına direnmeyi öğrenmesi için kendini yönetmek. Yunanlılar yalnızca kendiyle ilişkiyi icat etmekle kalmamış, bunu cinsellikle ilişkilendirmiş, cinsellik içerisinde düzenlemiş ve ikilemişlerdir. Kısacası, Yunanlarda kendiyle ilişki ve cinsellik arasında iyi temellendirilmiş bir karşılaşma gerçekleşmiştir.

Yeniden dağılım, yeniden organizasyon, en azından uzun bir dönem boyunca, kendi başına gerçekleşir. Zira kendiyle ilişki, her türlü “kurumsal ve toplumsal sistem”den bağımsız olarak, özgür insanın kendisine ayrılmış ve katlanmış bir bölge olarak kalmayacaktır. Kendiyle ilişki iktidar ilişkileri ve bilgi ilişkileri açısından anlaşılacaktır. İlk başta türetildiği bu sistemlere yeniden entegre olacaktır. İçsel birey kendini “ahlaki” bir bilgi içerisinde kodlanmış ve yeniden kodlanmış bulur, bilhassa iktidarın mücadelesinin nesnesi haline gelir ve diyagramlaşır. O halde kıvrım adeta açılır, özgür insanın özneleşmesi bir tabiiyete dönüşür: Bu, bir yandan, iktidarın kurduğu ve gündelik hayatla özne dediklerinin içerisi üzerinde işleyen tüm bireyselleşme ve modülasyon prosedürleriyle birlikte, “kontrol ve bağımlılık yoluyla bir başkasına tabi olmaktır”; diğer yandan da, bir özne bilgisi oluşturacak ahlaki ve beşeri bilimlere ilişkin tüm tekniklerle beraber, her bir kişinin “öz-bilinç ve özbilgiyle [connaissance de soi] kendi kimliğine bağlanmasıdır”.

111
Kendiyle ilişkinin en genel formülü şudur: kişinin kendi üztündeki kendi etkisi veya katlanmış kuvvet. Özneleşme katlanmak suretiyle gerçekleşir. Ancak, dört çeşit katlanma, cehennemin ırmakları gibi dört çeşit özneleşme kıvrımı vardır. İlki maddi yönümüze ilişkin olup kıvrım tarafından kuşatılır ve kıvrım içine alınır: Yunanlarda bu, beden ve bedenin hazları yani “afrodisia” idi; ama Hıristiyanlarda bu, et ve etin arzuları, bütünüyle farklı bir maddi kiplik [modalité], yani arzunun ta kendisiydi. İkincisi esasında kuvvetler ilişkisinin kıvrımıdır; zira kuvvetler ilişkisi bir kendiyle ilişki halini almak için daima tekil bir kural uyarınca bükülür; söz konusu kuralın doğal, ilahi, rasyonel ya da estetik vs. olmasına göre elbette farklı durumlar söz konusudur. Üçüncüsü, doğruyla varlığımız ve varlığımızla hakikat arasında bulunan ve her türlü bilginin ve özel bilginin formel koşulu olarak hizmet edecek bir ilişki oluşturması itibarıyla bilginin kıvrımı veya hakikatin kıvrımıdır: Yunanlarda ve Hıristiyanlarda, Platon’da Descartes’ta veya Kant’ta hiçbir zaman aynı şekilde gerçekleşmeyen, bilginin özneleşmesi. Dördüncüsü bizzat dışarının kıvrımı, nihai kıvrımdır: ... öznenin farklı şekillerde, ölümsüzlük veya sonsuzluk veya kurtuluş veya özgürlük veya ölüm veya kopuş beklentisini temellendiren budur.

112
Ve nihayetinde kendi güncel kiplerimiz, modern kendimizle ilişkimiz hakkında ne söyleyebiliriz? Bizim dört kıvrımımız nelerdir? İktidarın gündelik hayatlarımızı, içerideliğimizi ve bireyselliğimizi gittikçe artan bir şekilde kuşattığı doğruysa; eğer bireyselleştirici bir hal aldıysa; eğer bizzat bilginin de arzulayan öznenin hermenötikleri ve kodlamalarını oluşturacak şekilde gittikçe artan bir düzeyde bireyselleştirdiği doğruysa, öznelliğimiz için geriye ne kalır? Özneye asla hiçbir şey “kalmaz” zira özne her defasında, bir direniş odağı gibi, bilgiyi özneleştiren ve iktidarı yeniden büken kıvrımların yönleri temelinde, yapılan bir şeydir. Modern öznellik Yasa’ya fazlasıyla tabi kılınmış bir arzuya karşı bedeni ve hazlarını yeniden mi keşfediyor? Ve fakat bu Yunanlara dönmek demek değildir, zira dönmek diye bir şey asla yoktur. Modern bir öznellik mücadelesi iki güncel tabiiyet formuna direnişten geçer; birincisi bizi iktidarın kısıtları temelinde bireyselleştirmeye ilişkindir, diğeri ise her bireyi bilinen ve tanınan, kati olarak sabitlenmiş bir kimliğe bağlamaya ilişkindir. Öznellik mücadelesi bu yüzden kendisini farklı olma hakkı, varyasyon hakkı veya metamorfoz hakkı olarak sunar.

113
Foucault, Hazzın Kullanımı’nda özneyi keşfediyor değildir. Esasında, bunu zaten bir türev, sözceden türetilmiş bir fonksiyon olarak belirlemişti. Ama, burada onu dışarının kıvrım tarafından koşullanan bir türevi olarak tanımlamakla, ona, indirgenemez bir boyutla birlikte bütün bir uzam verir. O halde en genel soruyu yanıtlamak için gereken temele sahibiz: Artık ne bilgi ne iktidar olan bu kendiyle ilişkiyi, bu yeni boyutu nasıl adlandırabiliriz? Kendinin kendi üzerindeki etkisi haz mı yoksa arzu mudur? Veya buna arzu ya da haz davranışı olarak “bireysel davranış” diyebilir miyiz? Ancak bu üçüncü boyutun ne derece uzun dönemlere yayıldığını görürsek bunu tam karşılayacak terimi bulabiliriz. Dışarının bir kıvrımının belirmesi batı formasyonlarına has gibi görünebilir. Belki de Doğu böyle bir fenomen sergilememiştir ve dışarının çizgisi burada, boğucu bir boşluk içerisinde, asılı kalır: Bu durumda çilecilik bir yok oluş kültürü veya böylesi bir boşlukta herhangi bir belirli öznellik üretimi olmaksızın nefes alma çabası olacaktır. Kuvvetlerin bükülmesinin koşulu özgür insanlar arasındaki agonistik ilişkiyle birlikte ortaya çıkar gibidir. ... Hazzın Kullanımı’nın neden aniden uzun bir dönemi irdelemeye koyulduğunu soracak olursak, belki de en basit neden şudur: Artık pratik edilmeyen eski iktidarları, artık işe yaramayan eski bilgileri çabucak unuttuysak da, ahlaki meselelerde artık inanmayı dahi bıraktığımız eski inanışları omuzlarımızda taşımaya ve problemlerimize karşılık gelmeyen eski kipler temelinde kendimizi özne olarak üretmeye devam ediyoruz. Sinemacı Antonioni’nin dediği gibi: Eros’tan muzdaribiz... Her şey adeta özneleşme kiplerinin ömürleri çok uzunmuşçasına gerçekleşiyor ve Yunanları ve Hıristiyanları oynamaya devam ediyoruz; sürekli bir şeylere dönmeye olan düşkünlüğümüz de buradan geliyor.

114
... “mutlak bellek” veya dışarının belleği... “hypomnemata”... Bellek, kendiyle ilişkinin veya kendinin kendi üzerindeki etkisinin gerçek adıdır. Kant’a göre, zaman zihnin kendini etkileme formuydu, tıpkı uzamın zihnin başka bir şey tarafından etkilenme formu olması gibi. ... unutuşun ta kendisi olan “mutlak bellek”. ... Foucault’nun Heidegger’e ilişkin son bir keşfi vardır. Belleğin karşıtı olan şey unutuş değil, dışarıya doğru yitmemize yol açan ve ölümü oluşturan, unutuluşun unutuluşudur. [Kent, Görüntü, Bellek makalesi] Zira belleğin unutuşla eş zamanlı olması itibarıyla, dışarının katlandığı oranda onunla eş zamanlı olan bir içeri vardır. Yaşam yani uzun dönem olan işte bu eşzamanlılıktır. Zaman özne haline gelir çünkü dışarının kıvrımıdır ve, bu haliyle, tüm şimdiyi unutuluşa iterken tüm geçmişi bellekte muhafaza eder; dönüşün imkânsızlığı olarak unutuş ve yeniden başlamanın zorunluluğu olarak bellek. Foucault uzun zaman boyunca dışarıyı zamandan daha derin nihai bir uzamsallık olarak düşünmüştür fakat son dönem çalışmalarında bir kez daha zamanı dışarıya koymanın ve dışarıyı kıvrımla koşullanan zaman olarak düşünmenin olanaklılığını ortaya koymuştur.

115
[Foucault’nun fenomenolojiden yani niyetsellikten kopuşu] Foucault’nun reddettiği, tam da bilincin şeye yönelmiş olduğu ve dünyada anlam kazandığıdır.

116
Ancak sözceler hiçbir şeye yönelmiş değildir zira hiçbir şeyle ilişkili olmayıp, ancak bir özne dışavurdukları ölçüde ilişkilidirler ve yalnızca kendilerine içkin değişkenler olarak uygun ve yeterli özne ve nesneler veren bir dile, bir dil-varlığa gönderirler. Ve görünürlükler de halihazırda ilkel (yüklemsellik öncesi) bir bilince kendini açacak vahşi bir dünyada konuşlanmış olmayıp, yalnızca kendilerine gerçek anlamda içkin, yani her türlü niyetsel bakıştan bağımsız formlar, oranlar, perspektifler veren bir ışığa, bir ışık-varlığa gönderirler. Dil de ışık da birini diğeriyle ilişkilendiren biçimlerde (belirtme, anlam, dilin göstergeselliği; fiziksel ortam, duyumsanabilir veya anlaşılabilir dünya) değil, her birini kendi içinde yeterli ve diğerinden ayrı olarak veren o indirgenemez boyutta, ışığın “var”ı ve dilin “var”ı boyutunda ele alınacaktır. Her türlü niyetsellik bu iki monad arasında veya görme ve konuşma arasındaki “ilişkisizlik”te açılan bu boşlukta kaybolur. Bu, Foucault’nun gerçekleştirdiği en büyük dönüşümdür: fenomenolojinin epistemolojiye dönüşümü. Zira görme ve konuşma bilmek demektir ama konuştuklarımızı görmez ve gördüklerimizden konuşmayız; ve ne zaman bir pipo görsek, niyetsellik kendini yadsıyormuş ve kendi üstüne yıkılıyormuşçasına, sürekli (şu veya bu şekilde) “bu bir pipo değildir...” diyeceğizdir. Her şey bilgidir ve bu, ham deneyim diye bir şey olmamasının birincil nedenidir: Bilginin öncesinde veya altında hiçbir şey yoktur. Ancak bilgi indirgenemez bir biçimde ikilidir, konuşma ve görme, dil ve ışıktan oluşur ve bundan dolayıdır ki niyetsellik diye bir şey yoktur.

119
“Ham” deneyim diye bir şey olmamasının bir diğer nedeni de budur, zira savaşlar bir strateji gerektirir ve her deneyim iktidar ilişkilerinde yakalanmıştır. [varlık-bilgi’den farklı olarak varlık-iktidar]. Oluşmuş bilgini iki formu “arasındaki” ilişkileri kuran formel olmayan kuvvet veya iktidar ilişkileridir. Varlık-bilginin bu iki formu dışarıdalık formlarıdır çünkü sözceler bunlardan birinde, görünürlükler de diğerinde dağılmıştır...

120
[Yunanlar... kendini yönetmek koşuluyla diğerlerinin yönetilmesi...]

121
Bilgi, iktidar ve kendilik gerçekten de üç indirgenemez boyuttur ama daima birbirlerini gerektirirler. Bunlar üç “ontoloji” teşkil eder. Foucault neden bunların tarihsel olduğunu ekleme gereği duyar? Çünkü bunlar evrensel koşullar tayin etmez. Carlık-bilgi görünür olan ve söylenebilir olanın herhangi bir anda aldığı iki form tarafından belirlenir ve ışık ile dil de belirli bir katmanda sahip oldukları “tekil ve sınırlı varoluş”tan ayrı düşünülemez. Varlık-iktidar, kendileri de çağlara göre değişkenlik gösteren tekilliklerden geçen kuvvet ilişkileri dahilinde belirlenir. Keza kendilik, kendi-varlık da özneleşme süreciyle yani kıvrımın geçtiği yerlerle belirlenir (Yunanların evrensel bir tarafı yoktur). Kısacası, koşullar asla koşullanandan daha genel olmayıp değerlerini kendi tarihsel tekilliklerinden alır. Ayrıca koşullar da “apodiktik” değil problematiktir. Bunlar koşullar olduğundan, tarihsel olarak değişkenlik göstermez, tarihle birlikte değişirler. Esasında gösterdikleri şey, problemin belli bir tarihsel formasyonda ortaya konuş şeklidir: Şu veya bu ışık ve dil koşulları altında ne bilebilir veya ne görebilir ve söyleyebilirim? Ne yapabilirim, hangi iktidar üstünde hak iddia edebilir ve hangi direnişleri ortaya koyabilirim? Ne olabilirim, hangi kıvrımlarla kendimi sarmalayabilir, kendimi nasıl özne olarak üretebilirim? Bu üç soruya ilişkin olarak, “ben” bir evrenseli değil, bir Konuşuluyor-Görülüyor, Çarpışılıyor, Yaşanılıyor dahilinde işgal edilen bir grup tekil pozisyonu belirtir. [Dipnot 44: Foucault burada Kant’a yalnızca bir evrensel özne sorusunu değil, “tarihin bu belirli anında kimiz biz?” sorusunu da sorduğu için hayranlık duyar.] Hiçbir çözüm bir çağdan diğerine aktarılamaz ama eski bir problemin “verileri”nin bir diğerinde yeniden etkinleşmesini sağlayacak problematik alanlar delinerek ele geçirilebilir. (Belki de Foucault’da bir yerlerde hâlâ bir Yunan yatmaktadır, hazlara ilişkin bir “problemleştirmeye” duyduğu belli bir güven...).

122
“Entelektüel”in evrensel olmaktan ziyade spesifik veya “tekil” olan yeni işlevleri nelerdir? ... Ne yapabilirim? Ne biliyorum? ve Neyim?

123
Foucault’da her şey değişkenlere ve değişkenliğe tabidir: bilginin değişkenleri (sözgelimi, sözcenin içkin değişkenleri olarak nesneler ve özneler) ve form ilişkilerinin değişkenliği; iktidarın değişken tekillikleri ve kuvvet ilişkilerinin değişkenlikleri; değişken öznellikler, ve kıvrımın veya özneleşmenin değişkenliği.

[Foucault] Zihniyetlerin tarihini değil, zihinsel bir varlığı olan her şeyi belirleyen koşulların, sözcelerin ve dil rejiminin tarihini yapar. ... Kurumların tarihini değil, bunların bir toplumsal alanın ufkunda diferansiyel kuvvet ilişkilerini entegre etmelerini sağlayan koşulların tarihini yapar. Özel hayatın tarihini değil, kendiyle ilişkinin bir özel hayat teşkil etmesini sağlayan koşulların tarihini yapar. Öznelerin tarihini değil, toplumsal olduğu kadar ontolojik de olan bu alanda işleyen katlamaların belirlediği özneleşme süreçlerinin tarihini yapar.

124
Düşünmek, görmenin ve konuşmanın kendi limitlerine ulaşmasını sağlamaktır...

Düşünmek ne doğuştan gelir ne de sonradan kazanılır. ... Artaud, doğuştan gelen ve sonradan kazanılan karşısına “jenital” olanı koyar; yani başlı başına düşüncenin jenitalliği, her türlü dış dünyadan daha uzaktaki ve dolayısıyla her türlü iç dünyadan daha yakındaki bir dışarıdan gelen düşünce. Bu dışarısına rastlantı mı demek gerekir? Zar atımı esasında mümkün olan en basit kuvvet veya iktidar ilişkisini, rastlantı sonucu ortaya çıkan tekillikler (zarın yüzlerindeki rakamlar) arasında kurulan ilişkiyi ifade eder. Foucault’nun anladığı şekliyle kuvvet ilişkileri yalnızca insanlara değil, belli bir dilin dikte ettiği çekim ve frekans yasalarına göre veya rastgele gruplanan alfabenin unsurları veya harflerine de ilişkindir. Rastlantı sadece ilk el için geçerlidir; ikinci el belki de, kısmi zincirlenmeler dizisi şeklindeki bir Markov zincirinde olduğu gibi, kısmen birincisi tarafından belirlenen koşullarda gerçekleşir. Ve dışarı da budur: bir rastlantı ve bağımlılık karışımıyla rast gele olayları sürekli birbirine bağlayan bir çizgi. Düşünmek böylelikle burada yeni figürler kazanır: tekilliklerin çekilmesi, çekimlerin zincirlenmesi ve her seferinde bir tekilliğin komşuluğundan öbür tekilliğin komşuluğuna giden serilerin icat edilmesi.

125
[Artaud’da “doğuştan gelen jenital” ve Foucault’da da kendiyle cinselliğin karşılaşması]

126
Eğer içeri dışarının katlanmasıyla oluşmuşsa, aralarında topolojik bir ilişki vardır: Kendiyle ilişki dışarıyla ilişkiyle homologdur ve bu ikisi görece dışsal (dolayısıyla görece içsel) olan ortamlar teşkil eden katmanlar aracılığıyla birbirine temas eder.

“Kurmacadan başka bir şey yazmadım...” Ama kurmaca hiçbir zaman bunca hakikat ve gerçeklik üretmemiştir. Foucault’nun muazzam kurmacasını nasıl anlatırız? Dünya birbiri üstüne binmiş yüzeyler, arşivler veya katmanlardan oluşmuştur. Dünya bilgidir de. Ancak katmanları, bir tarafta görsel tabloları öbür tarafta ses eğrilerini dağıtan merkezi bir çatlak kateder: her katmanda söylenebilir ve görünür olan, bilginin iki indirgenemez formu, Işık ve Dil, görünürlüklerin ve sözcelerin yerleştiği iki muazzam dışarıdalık ortamı. [Bu sayfada (127) Foucault’un Diyagramı grafik olarak çizilmiş] ... (yaşamı arşivlerde aramak kimin aklına gelirdi?)

128
Katmanlar toprağa aitse, strateji havaya veya okyanusa aittir.

En uzak olan, en yakın olana dönüşerek içeriye geçer: kıvrımların içindeki yaşam. ... [dışarının içerisi olarak tekne].

İnsanın Ölümü ve Üstinsan Üzerine

133
İnsan-formunun ortaya çıkması veya kendi konturlarını çizmesi içi insanın içindeki kuvvetlerin dışarıdan gelen son derece özel kuvvetlerle ilişkiye girmesi gerekir.
“Klasik” Tarihsel Formasyon

Klasik düşünce sonsuzu düşünme şekliyle kendini gösterir. Bir kuvvet içerisindeki her gerçeklik mükemmelliğe “eşittir” ve dolayısıyla sonsuza (sonsuzca mükemmel olana) taşınabilir; dışında kalansa bir sınırlamadır, sınırlamadan başka bir şey değildir. ... 17. yy sonsuz [l’infini] ile belirsiz [ı’indéfini] arasındaki ayrımı göz ardı etmez ama belirsizi sonsuzun en alt derecesi olarak alır. ... 17. yy’ın en karakteristik metinleri farklı sonsuzluk düzenleri arasındaki ayrıma ilişkindir: Pascal’deki sonsuz büyük ve sonsuz küçük ayrımı; Spinoza’daki kendi içinde sonsuz, nedeni itibarıyla sonsuz ve sınırlar arasındaki sonsuz; Leibniz’in tüm sonsuzları... Klasik düşünce kuşkusuz dingin ve hakim bir düşünce değildir: Kendisini sürekli sonsuzda kaybedip durur; ... her türlü merkezi ve yer-yurdu kaybeder; tüm bu sonsuzlar arasında sonlunun yerini sabitlemek için debelenip durur ve sonsuz içinde bir düzen oluşturmaya uğraşır.

134
Kısacası, insanın içindeki kuvvetler şeyleri sonsuza taşıyan kuvvetlerle ilişkiye girerler. Sonsuza taşıyan kuvvetler dışarıdan gelen kuvvetlerdir zira insan sınırlıdır ve kendisini kateden daha mükemmel olan bu gücün hesabını veremez. ... Tanrı-formu 17. yy’ın tüm yazarlarının gözünde bileşkedir. ... Sonsuz temsil dünyası budur.

135
[18. yy.] ... hâlâ klasik bilimselliklerin göstergesini teşkil eder: canlılar için “karakter”, diller için “kök”, refah için para (veya toprak). ... Ayrıca 17. yy’da biyoloji değil, kendini seriler dahilinde organize etmeksizin bir sistem oluşturmayan bir doğa tarihi vardır; ekonomi politik değil, bir refah analizi vardır; filoloji veya dilbilim değil, genel bir gramer vardır. ... tablolar yerleştirme operasyonu: serme, sürekli serme - “açıklama”. Tanrı eğer evrensel açıklama, en üstün serimleme değilse nedir?

19. yy’ın Tarihsel Formasyonu

[19. yy mutasyonu:] İnsanın içindeki kuvvetler sonluluk kuvvetleri olan dışarıdan gelen yeni kuvvetlerle ilişkiye girer. Bu kuvvetler Yaşam, Emek ve Dildir: biyolojiyi ekonomi politiği ve dilbilimi doğuracak olan sonluluğun üçlü kökü. Ve kuşkusuz bu arkeolojik mutasyona alışkınız: “Kurucu sonluluğun” kökensek sonsuzun yerini aldığı böylesi bir devrim çoğunlukla Kant’a atfedilir. ... Ama Foucault bu şemaya yepyeni bir unsur getirir: Bize yalnızca tarihsel olarak belirlenebilir nedenler uyarınca insanın kendi sonluluğunun bilincine vardığı söylenirken, Foucault birbirinden farklı iki yarı an ortaya koyma zorunluluğunda ısrar eder. İnsanın içindeki kuvvetin, sonluluğun kuvvetlerini dışarıdan gelen kuvvetler olarak karşılamakla ve yakalamakla işe başlaması gerekir: Sonlulukla karşı karşıya gelmesi gereken yer kendinin dışındadır. Bundan sonra ve ancak bundan sonra, ikinci bir aşamada, bunu kendi sonluluğu haline getirir; bunun bilincine zorunlu olarak kendi sonluluğu olarak varır.

137
[Klasik çağda sonsuza taşınan unsurlar, şimdi] ... nitelenemeyen, temsili imkânsız olan bir şeyi kazıp ortaya çıkarmak üzere kendilerini nitelikten koparırlar: yaşam içerisindeki ölüm, emek içerisindeki acı ve yorgunluk, dil içerisindeki kekeleme veya afazi.

İkinci aşama, yani biyoloji, ekonomi politik ve dilbilim için artık her şey hazırdır. Şeyler, canlılar ve kelimelerin yeni bir boyut olarak bu derinliğin üzerine geri katlanmaları veya bu sonluluk kuvvetleri üzerine geri düşmeleri yeterlidir. [Yaşamda sadece bir organizasyon kuvveti değil, aynı zamanda birbirlerine indirgenemez uzay-zaman organizasyon düzlemleri vardır; dil de artık belirttikleri ve anlamlarıyla tanımlanmaz, kelimelerle harflerin özyeterliliklerinin yerini sessel ilişkiler alır; artık sadece üretici emeğin kuvveti değil, emeğin kendi üzerine geri düştüğü üretim koşulları vardır (Ricardo), bundan sonradır ki bunun tersi olur, yani sermaye gaspedilen emeğin üzerine geri düşer (Marx).] 17. yy’ın bağrına bastığı genel olanın yerini her yerde karşılaştırmalı olan alır.

138
Foucault’ya göre söz konusu olan şey bölgesel kuvvetlerin kah bir Tanrı-formu oluşturacak şekilde sonsuza taşıma kuvvetleriyle (serim) kah bir İnsan-formu oluşturacak şekilde sonluluk kuvvetleriyle (kıvrım) karşılaştığı bir kuvvetler ilişkisidir.

Geleceğin Bir Formasyonuna Doğru

139
[Nietzsche] ... onu asıl ilgilendiren insanın ölümüdür. Tanrı varoldukça, yani Tanrı-formu işlemeye devam ettikçe, insan henüz yoktur. Fakat İnsan-formu belirdiğinde, bunu ancak insanın ölümünü en az üç şekilde içinde barındırarak yapar: Bir yanda, insan Tanrı’nın yokluğunda özdeşliğinin garantisini nereden bulacaktır? Diğer yanda, İnsan-formu zaten sadece sonluluğun kıvrımları dahilinde oluşmuştur: Ölümü insanın içine yerleştirir. Son olarak, sonluluk kuvvetleri başlı başına insanın ancak yaşamının organizasyon düzlemlerinin yayılımı, dillerin dağılımı ve üretim tarzlarının farklılığı yoluyla varolabileceği anlamına gelir; bu da ancak “bilgi [connaissance] eleştirisi”nin “varlıkların yok oluşunun bir ontolojisi”ni teşkil etmesi demektir (sadece paleontoloji değil, aynı zamanda etnoloji). Peki ama Foucault insanın ölümünün ardından gözyaşı dökmenin manası yok derken ne kastetmektedir? ... İnsanın içindeki kuvvetler ancak dışarıdan gelen kuvvetlerle ilişkiye girmek suretiyle bir form oluşturuyorsa, bunlar şimdi hangi yeni kuvvetlerle ilişkiye girme riskiyle karşı karşıyadır ve bundan artık Tanrı ya da İnsan olmayan hangi yeni form ortaya çıkabilir? Nietzsche’nin “üstinsan” adını verdiği problemin doğru karşılığı budur.

141
Biyolojinin moleküler biyolojiye sıçraması ve dağılmış yaşamın genetik kodda yeniden birleşmesi gerekmiştir. Dağılmış emeğin üçüncü türden sibernetik veya enformatik makinelerde yeniden birleşmesi veya gruplanması gerekmiştir. ... Artık sonsuza taşınma veya sonluluk değil, bir sınırsız-sonlu söz konusudur, böylece sonlu sayıda bileşenin neredeyse sınırsız bir kombinasyon çeşitliliği getirdiği bütün kuvvet durumlarına müracaat edilir. Faal mekanizmayı oluşturan ne kıvrım ne serim olup genetik kod zincirlerine özgü katlanmalarda ve üçüncü türden makinelerdeki silisyum potansiyellerinde olduğu kadar, modern edebiyatta dil “sürekli bir kendine dönüş içerisinde kendini yeniden eğip bükmekten başka bir şey yapmadığı zaman” cümlenin konturlarında görülen Üstkıvrım gibi bir şeydir. [“dilin içindeki yabancı bir dil”; dilin sonuna gidiyormuşçasına atipik, agramatik bir ifade; Dada kolajları]

İnsanın içindeki kuvvetler dışarıdan gelen kuvvetlerle ilişkiye girer: karbondan intikam alan silisyum kuvvetleri, organizmadan intikam alan genetik bileşen kuvvetleri, gösterenden intikam alan agramatik kullanımların kuvvetleri. ... Üstinsan insanın içindeki kuvvetlerin bu yeni kuvvetlerle oluşturduğu formel bileşkedir, yeni bir kuvvetler ilişkisinden doğan formdur. İnsan, yaşamı, emeği ve dili kendisinde özgürleştirmeye meyleder. Üstinsan, Rimbaud’nun formülünde olduğu gibi, hayvanlarla dahi yükümlüdür. Bu bizzat kayalarla veya (silisyumun hüküm sürdüğü) inorganik maddeyle yükümlü insandır. Bu, dilin varlığıyla (dilin söyleyeceği şeyden dahi “kendini özgürleştirebileceği o formsuz, dilsiz, göstergesel olmayan bölgeyle”) yükümlü insandır. [Üstinsan] ... Önceki iki formdan daha kötü olmamasını ancak umabileceğimiz, Tanrı veya İnsan olmayan yeni bir formun ortaya çıkışıdır.


[Dipnot 18. Geleceğin insanı yalnızca yeni dille değil, aynı zamanda bizzat hayvanlarla ve biçimlenmemiş olanla yükümlüdür - Rimbaud]




.
.
.