01 Mayıs 2020
Susan Sontag - Fotoğraf Üzerine
19 Nisan 2020
Immanuel Kant - Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt
Seçilmiş Yazılar
Immanuel Kant
(Çev. Nejat Bozkurt), Remzi Kitabevi, 1984 İstanbul
“Aydınlanma Nedir?” Sorusuna Yanıt (1784)
213
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergil olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude! [Bilmek ve tanımak yürekliliğini göster!”] Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü imdi Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.
Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (doğal olarak erginleşme, büyüme), tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki, bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergil olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım*, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler (vasiler, ç.), insanların çoğunun, bu arada bütün latif [yumuşak, hoş, ince bir güzelliği olan] cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan geri kalmazlar.
214
Demek oluyor ki, her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. ... Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle, kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar. ... İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen pek az kişi vardır.
Oysa, buna karşılık, kitlenin kendi kendisini aydınlatması daha çok olanak taşır; hatta ona özgürlük, yani özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de. [Ama yığını, kitleyi boyunduruk altında tutan gözeticiler, özgürleştiren gözeticiler ortaya çıktığında, bunları boyunduruk altında kalmaya zorlarlar]. Bundan dolayı kamu ancak yavaş yavaş aydınlanmaya varabilir. Gerçi devrimlerle bir baskı rejimi, kişisel bir despotizm, bir zorbalık yönetimi yıkılabilir; ancak yalnız bunlarla, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemez; tersine, bu kez yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olurlar.
215
Oysa Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.
[Dipnot 3. Prusya Prensi II. Büyük Friedrich. ... bu döneme “Aydınlanma Dönemi” ya da “Friedrich Dönemi” (1740-1786) denir. “Dilediğini düşün, ama buyruklara uy!” biçimindeki Friedrich’in uyarıcı ilkesi yavaş yavaş bütün uluslara yayılacak ve öteki uluslar da giderek özgürlüğün toplumun birlik ve barışı için korkulacak bir şey olmadığını, insanların bağları çözüldüğü oranda kendi gelişmelerini engelleyen sınırlamalardan (önyargılardan, güvensizlikten, çıkarcılıktan, iç ve dış savaşlardan, laik olmayan dinlerin baskısından, doğa ve kültür ile birey ve devlet çatışmasından) kendilerini kurtarabileceklerini göreceklerdir.]
217
... bir kilise meclisinde ... ruhbanlar sınıfı değişmez kesin bir dinsel öğretiler manzumesini, hem kendi üyelerinin her biri üzerinde, hem de onların aracılığıyla halk üzerinde, her zaman için değişmeyen bir koruyuculuğu güvenle sürdürmek amacıyla, bir yemine dayanarak ortaya koymak hakkını kendilerinde bulmalı mıdırlar? ... bu kesinlikle olanaksızdır. ... Çünkü, hiçbir çağ bir yemine dayanarak kendisinden sonra gelen dönemlerin, hem de pek önemli konularda, bilgilerini genişletmemesi ve yanılgılarını düzeltmemesi ya da aydınlanmada ileri gitmemesi için herhangi bir anlaşmaya yönelemez. Böyle bir şey insan doğasına karşı işlenmiş bir kıyım olur; çünkü, sözü geçen bu durum, insan doğasının köktenci amacı ve belirlenim ilkelerinden biri olan ilerlemeye aykırıdır, ve bundan dolayı daha sonraki kuşaklar da bu gibi anlaşmaları yetkisiz ve suçlu bularak bir kenara bırakmakta tamamıyle haklıdırlar.
218
insanlığın kutsal hakları... Bir ulusun kendi kendisine bile yükleyemeyeceği herhangi bir şeyi, hükümdarı ya da yöneticisi ona haydi haydi yükleyemez; yasa koyma yetkisi olan hükümdara bu yetki yalnızca hükümdarın, ulusun iradesini kendi iradesinde toplamış olmasından ötürüdür bu.
219
Şimdi, acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz? sorusu sorulunca, yanıt şöyle olacaktır: Hayır, aydınlanmış bir çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir dönemde, bir aydınlanma döneminde yaşıyoruz. ... evrensel aydınlanmaya giden yoldaki engeller, insanın kendi suçu ile düşmüş bulunduğu bu ergin olmayış durumundan kurtuluşuyla ilgili güçlükler yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır.
Bir prens, din konularında, halkına herhangi bir emir vermemeyi ya da yükümlülük yüklememeyi kendi görevi bakımından bir küçüklük ya da bir gerilik olarak görmez ve halkını tüm bir özgürlüğe doğru yöneltirse, hatta bu prens hoşgörülü gibi kibirli bir sıfatı kabul ederek bir zayıflık da gösterse, o aydınlanmış bir kimsedir. İşte böyle bir kimse çağdaşlarınca ve kendisine borçlu olacak daha sonra gelenlerce, insanlığı ergin olmayıştan ilk kez kurtaran, hükümeti ilgilendirdiği oranda ve bütün insanları vicdanlarıyla ilgili tüm konularda akıllarını kullanmada özgür bırakan bir insan olarak onurlandırılmayı hak eder. Onun yönetimi altında kilise ileri gelenleri kendi resmi görevlerinin yapılmasını gerekli gördüğü konularda önyargılı davranmaksızın ve fazla ayak diretip karşı koymaksızın bir bilim adamı gibi kendi güçleri ve olanakları elverdiği ölçüde özgür bir biçimde ve halka açık olarak kendi kanılarını, düşüncelerini ve kararlarını dünyanın yargısına, oyuna ve onayına sunabilirler, hatta bu tutum yer yer, şurada burada ortodoks öğretiden sapmaları da beraberinde getirse bile; işte bu durum herhangi resmi bir görevle sınıflandırılmamış diğer kimselere de uygulanır. Bu özgürlük ruhu dışarıya doğru da bir açılma ve yayılma gösterir, öyle ki, kendi işlevini yanlış anlayan, görevini kötüye kullanan ve rolünü başarıyla oynayamayan hükümetlerce empoze edilen dış engellemelerle bile o savaşmak zorunda kalır. Bu gibi hükümetler, en azından ulusun birliğini ve halkın uyumunu tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda nasıl varolabildiğini gösteren parlak birer örnektirler.
220
Burada aydınlanmanın, yani insanın kendi kabahati sonucunda karşı karşıya bulunduğu olgun olmayış ya da kendi sorumluluğu sonucu düştüğü ergin olmayış durumundan kurtuluşunun odak noktası olarak din konularını belirlemeye çalıştım. Çünkü, bilimler ve sanatlarla ilgili olarak yöneticilerimizin bu konular üzerinde söz sahibi olma ve koruyuculuk yapma rolü oynamaları çıkarlarına uygun düşmez; ikinci olarak din bakımından ergin olmayış her şeyden daha çok tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır. Fakat bilimlerde ve sanatlarda özgürlüğe öncelik tanıyan bir devlet başkanının düşünme biçimi daha ileri bir yayılım gösterir ve kendi yasası açısından bile vatandaşlarının kendi akıllarını serbestçe ve herkese açık olarak kullanmasına izin vermesinde hiçbir tehlikenin bulunmadığını bilir, herkesin önünde daha iyi bir yasanın yapılması için onların düşüncelerini alır; bu durum yürürlükteki yasanın doğru, içten ve açık bir eleştirisini getirse bile; önümüzde bu türe uygun çok parlak bir örnek vardır, hiçbir yönetici, bizim kendisini onurlandırdığımız bu kimseyi şimdiye değin aşamamıştır. [Büyük Friedrich].
221
Ama kendisi aydınlanmış, hayaletlerden korkmayan bir yönetici elinde iyi örgütlenmiş ve kalabalık bir orduyu toplumun güvenliğini sağlayabilmek için bulundursa da, devletin cesaret edemediği şu sözü söylemek yürekliliğini kendinde bulabilir: “İstediğiniz kadar ve istediğiniz konular üzerinde düşünün, ama itaat edin!” Bu durum ise, insansal konularla ilgili olması nedeniyle karşımıza tuhaf ve umulmadık bir durum olarak çıkar, tıpkı her şeyin hemen hemen paradoksal olduğunu geniş anlamda aldığımızda buna benzer bir sonuca varmamız gibi bir şeydir bu. Yüksek düzeye ulaşmış bir toplum özgürlüğünün kuşkusuz halkın zihinsel özgürlüğü yanında bir önceliği vardır ve onun önüne aşamayacağı sınırlar koyar. Buna karşın toplum özgürlüğünün daha aşağı bir düzeyde olması demek, onun zihin özgürlüğüne kendi gücünü gösterebilmesi için yeteri kadar yer sağlaması demektir. Doğa bir defalığına sert kabuğu altındaki tohumu özgürlüğüne kavuşturmuş, bütün yumuşaklığıyla onu kollamış, yani özgür düşünmeye yönelik bu eğilim ve hizmet sonunda giderek halkın zihniyetine, onda yerleşmiş bulunan inançlara tepki göstermiş ve yavaş yavaş özgür eyleyebilme aşamasına gelmiştir. Bu durum, yani özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin, yani hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri düşüncesi, makineden fazla bir şey olan insanın insansal onuruna uygun davranma düşüncesine dönüşecektir. [Fransız filozof Julien Offray de Lamettrie’nin 1748 yılında yayımladığı L’Homme Machine kitabı işaret ediliyor]
06 Nisan 2020
Franz Kafka - Mavi Oktav Defterleri
Mavi Oktav Defterleri
Franz Kafka
(Çev. Yekta Majiskül), Altıkırkbeş Yayınları, 2016 İstanbul
İkinci Oktav Defteri
27
İki elim, aralarında kavgaya giriştiler. Okuduğum kitabı kapayıp araya girmesin diye bir yana ittiler. Sonra beni selamlayıp kavgalarına hakem tayin ettiler. Hiç zaman yitirmeksizin parmaklarını birbirlerine dolayıp masanın kenarında bir koşuşturmaca tutturdular, bir biri bir diğeri öne geçerek masa boyunca birkaç kez gidip geldiler. Gözlerimi onlardan ayıramadım. Onlar benim ellerim olduğuna göre yan tutmamalıydım, yanlış bir kararla başıma kim bilir ne belalar sarardım. Yani, görevim hiç kolay değildi, avuçlarımın arasındaki karanlık bölgede gözümden kaçmaması gereken hilelere başvuruyorlardı, ben de çenemi masaya dayamış, gözümden tek bir şeyin kaçmaması için dikkat kesilmiştim. O güne dek, sol elime karşı kötü bir düşüncem olmamasına rağmen, hep sağ elimden yana olmuştum. Sol elim durumu yüzüme çarparak itiraz etseydi, bu kötüye kullanılabilir duruma derhal son verirdim. Fakat sol elimden ufak bir sızıldanma bile işitmedim, örneğin sağ elim sokakta selam vermek için şapkamı kaldırırken sol elim kalçamda ürkekçe geziniyordu. Şu an sürmekte olan kavga için kötü bir hazırlık devresiydi bu. Sol elim, nasıl edeceksin de, sağ elimin yıllar içinde güçlenen baskısına dayanabileceksin? Gördüğüm şey bir kavga değil artık, bu düpedüz sol elimin idam fermanı. Şimdiden masanın sol köşesine sıkıştı sol elim, sağ elim düzenli olarak üzerine binip duruyor. Eğer bu dehşet verici anda düşünme yeteneğimi yitirmiş olsam, o anda aklıma düşen fikri, bunların benim ellerim olduğunu, öyleyse onları bir çırpıda birbirlerinden uzaklaştırabileceğimi, acı dolu kavgalarına bir son verebileceğim fikrini uygulamaya koyulmasam sol elim bileğimden kırılırdı, masadan aşağıya düşer kalırdı, yengisinden dolayı sarhoşlayan sağ elim kendisini tutamaz, beş başlı Kerberos misali yüzüme saldırırdı. Ama şimdi birbirlerinin üzerinde, uysal yatıyorlar, sağ elim sol elimin sırtını sıvazlıyor; yansızlığını yitiren hakem, ben, bu davranışlarını başımı sallayarak onaylıyorum.
19 Mart 2020
Covid-19
Bu, içeriden yükselen küresel bir felaket
Bruno Latour ile röportaj, The Guardian, 6 Haziran 2020, Çeviri: Ayşen Tekşen
https://www.a3haber.com/2020/06/19/fransiz-sosyolog-bruno-latour-bu-iceriden-yukselen-kuresel-bir-felaket/
Aktör Ağ Teorisi’nin (Actor Network Theory) kurucularından Fransız sosyolog ve düşünür Bruno Latour, Gaia ilkesini, hakikat-sonrası sorunlarını ve koronavirüsün düşünceleri yaymak için nasıl model oluşturduğunu anlattı. The Guardian’dan Jonathan Watts’ın sorularını yanıtlayan Bruno Latour ile yaptığı söyleşiyi Ayşen Tekşen’in çevirisiyle paylaşıyoruz.
Latour, sokağa çıkma yasağının ilk günlerinde bir yazı yazdı. Yazısında, “Koronavirüsün bize öğrettiği ilk şey aynı zamanda en şaşırtıcı olandır: Birkaç hafta içinde bir ekonomik sistemi dünyanın her yerinde askıya almanın mümkün olduğunu kanıtladık” diyordu.
O günden beri en az 12 dile çevrilen yazı, bu deneyimden ders almamız halinde dünyanın nasıl da farklı bir yer olabileceğini hayal etmek için pek çok insana ilham verdi. Ayrıca, Paris Institute of Political Studies’in (Sciences Po) onursal profesörünün çağımızın en etkili düşünürlerinden biri olarak şöhretini pekiştirdi.
Salgının toplumlarımızı yeniden biçimlendirmesi nasıl oldu?
Bazıları bunun doğanın intikamı olduğunu söylüyor. Çok aptalca. Tıp tarihini incelemiş olan herkes, bir virüsün bir toplumun tümüyle farklı hissetmesini sağlayabildiğini bilir. Büyük bir öğrenme eğrisi üzerindeyiz. Bu devasa bir deney. Savaş ya da deprem gibi dışarıdan değil ama içeriden gelen küresel bir felaket. Virüsler tamamen içimizde. Onları tümüyle dışarı atamayız. Onlarla birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz.
Salgının başlangıcında herkesten kendisine şu soruyu sormasını istediniz: Karantina döneminden neyi korumak ve neyi değiştirmek istersiniz. Artık bu sorular dünyanın her yerinde soruluyor. Bu ilgi sizi şaşırttı mı?
Tinsel biri olmasanız bile, karantina herkesi bir tür içe çekilmeye, bir tefekkür anına zorladı. Bu oldukça alışılmadık bir şeydi. Sözünü ettiğiniz sorular sağaltıcıydı. Çaresizce eve hapsolmuş insanlara daha iyi bir geleceği nasıl kuracaklarını düşünme fırsatı verdi.
Bir düşünce de hastalık gibi yayılabilir mi?
Covid bize bir bulaşma modeli verdi. Yalnızca bir ağızdan diğerine geçerek bir şeyin, ne büyük bir hızla küresel hale gelebildiğini gösterdi. Bu, ağ kuramının inanılmaz bir sunumudur. 40 yıldır sosyologları buna ikna etmeye çalışıyordum. Bu kadar haklı olduğum için üzgünüm. Bu durum, kişisel ve kolektif olanı iki ayrı seviye olarak düşünmememiz gerektiğini gösteriyor. Büyük iklim sorunları bireylerin kendilerini küçük ve güçsüz hissetmelerine neden olabilir. Ama virüs bize bir ders verir. Bir ağızdan diğerine yayarsan, hızla dünyayı kaplayabilirsin. Bu bilgi bizi yeniden güçlü kılabilir.
Çok sayıda ülke artık karantinayı gevşetiyor. Bu tefekkür anından ne çıkmasını bekleyebiliriz?
Salgın neyin gerekli ve neyin mümkün olduğu tartışmasını yeniden başlattı. Bizi neyin yararlı ve neyin yararsız olduğuna karar vereceğimiz bir konuma yerleştirdi. Bu seçenek daha önce yoktu. Her şey bir tsunami gibi acımasız göründü. Şimdi anlıyoruz ki bu doğru değil. Olayların iki yüzü olduğunu görebiliyoruz. Hangi işlerin gerekli hangilerinin çöp olduğunu görebiliyoruz. Bu ne kadar sürer bilmiyorum. Üç ay içinde her şeyi unutmuş da olabiliriz. Bu, ekonomik krizin ne kadar sertleşeceğine bağlı. Öğrencilerimden duyduklarıma bakarak, ekonomik sorunun büyüklüğü beni ürkütüyor.
Sizin sorunuzu size soracak olursam: Neyi değiştirirdiniz?
Şu anda ihtiyacımız olan şey yalnızca üretim sistemini düzenlemek değil, ondan tümüyle kurtulmak. Bu her şeyi ekonomi temelinde şekillendirme düşüncesinin insanlık tarihinde bir ilk olduğunu unutmamalıyız. Salgın bize gösterdi ki ekonomi, yaşamı düzenlemenin ve kimin önemli kimin önemsiz olduğuna karar vermenin çok dar ve kısıtlı bir yoludur. Bir şeyi değiştirebilme şansım olsaydı, üretim sisteminden kurtulmak ve onun yerine bir siyasal ekoloji kurmak isterdim.
Salgına verilen tepki, insanın iklim ve doğa kriziyle başa çıkma becerisi konusundaki iyimserliğinizi azalttı mı arttırdı mı?
Kötü adamlar ne istediklerini bilme konusunda daha net ve daha örgütlüler. Kalkıştığımız savaş zor bir mücadele. Sorun bizim güçsüz olmamız değil; pek çoğumuzun ne tepki vereceğini bilmemesi.
Almanya, Karlsruhe ZKM Merkezinde gerçekleştirdiğiniz son sanat çalışmasında insan varlığının kapsamını, yaşamı destekleyebilecek dar bir yeryüzü kuşağı, bir “kritik bölge” olarak tanımladınız. Bu yaklaşımın amacı ne?
Bu, manzaramızın yeniden tanımlanmasıdır. “Kritik bölge” fikri yararlıdır çünkü sizi doğadan çıkarır. Doğa çok büyük. Büyük patlamadan mikroplara kadar her şeyi kapsıyor. Kavramsal olarak, bu onu tam bir karmaşa haline getiriyor. Oysa, kritik bölgenin sınırları var. Dünya yüzeyinin altında ve üstünde yalnızca birkaç kilometre kalınlığa sahip. Ama keşfedilmiş olan yaşamın tamamı bu kuşağın içinde. Bu, doğanın yapmadığı biçimde, bizi içeri taşır. Elon Musk gibi insanların bir görevle Mars’a gitmeleri gerektiğini düşünmelerini sağlayan akıl yürütme biçiminden çok farklıdır. O bir kaçma eğilimidir. Ama kritik bölge anlamında düşündüğünüzde, içeride kilitlisinizdir, bir yere kaçamazsınız. Galileo’nun açtığı sonsuz kozmolojide değil de içeride kilitliysek bunun siyaset için anlamı nedir? Bu, eskiden olduğu gibi davranamayacağımız anlamına gelir. Durmadan kaynakları alıp çöpümüzü atamayacağımız anlamına gelir. Kritik bölgede elimizde olanı korumak zorundayızdır çünkü o sınırlıdır, yereldir, risk altındadır ve çatışma nesnesidir.
Söyledikleriniz, kendisi için yaşanabilir koşulları koruma amacıyla “Yaşamın” nasıl davrandığını açıklayan, James Lovelock’ın Gaia hipotezine politik bir yan katmak gibi görünüyor. Uzun zamandır bu kuramı destekliyordunuz…
Lovelock bizi kilitledi! Galileo, dünyanın sonsuz evrenin bir parçasını oluşturduğunu göstermek için bir teleskop kullanırken Lovelock, üzerinde yaşam olduğu için, dünyanın tüm diğer gezegenlerden farklı olduğunu göstermek amacıyla elektron tutma detektörünü kullandı. O ve [Lynn] Margulis, Gaia’yı saptadılar. Lovelock, soruyu mümkün olduğunca küresel alarak, uzaydan; Margulis, soruyu diğer ucundan alarak, bakteriden yola çıktı ve her ikisi de Yaşamın(büyük L) kendi varoluş koşullarını oluşturmayı başardığını anladılar. Anaakım bilim tarafından hala fazla kabul görmese de bana göre bu dönemin en büyük keşfidir.
Neden bilim insanlarının hala ihtiyatlı davrandığını düşünüyorsunuz?
Böylesine önemli bir kavramın bilim tarihinde hala marjinal olması olağandışıdır. Kabul edilmesi için elimden gelen her şeyi yaptım. Ama bilim insanları refleks olarak ihtiyatlılar. Aristo’dan Galileo’ya kozmolojik geçişle Galileo’dan Gaia’ya geçiş aynıdır. Galileo’yla birlikte anlayışımız dışarıdaki sonsuz bir evrene uzandı. Bunu kavramak bir buçuk yüzyıl aldı ve dirençle karşılaştı. Gaia sadece kavramlardan biri değildir. Yalnızca fizik ve enerjiyle ilgili de değildir. Gaia Yaşamdır.
Çalışmalarınız sıklıkla bilimin nesnel olduğu, Tanrı gözüyle baktığı görüşüne karşı çıkar. İkna edici bir biçimde, insanlığın bu kadar kopuk olamayacağını savunuyorsunuz. Ama sağ siyaset, iklim ve doğa krizleri üzerine tüm uzman görüşlerini çürütmek için bu yaklaşımı çarpıttı. Pişman mısınız?
Bilimin nasıl üretildiğine dair eleştiri, aralarından seçim yapabileceğiniz alternatif gerçekler olduğu şeklindeki hakikat-sonrası savdan çok farklıdır. Hakikat-sonrası, bir savunma halidir. İklim değişikliği, ekonomik değişiklik, koronavirüs değişikliği karşısında kendiniz savunmanız gerekirse elinize geçen ilk seçeneğe tutunursunuz. Bu seçenekler Sibirya’daki binlerce sahte haber çiftliğinden üretilmişse onlara direnmek zordur –özellikle de belli belirsiz şekilde ampirik göründüklerinde. Onlardan usandıysanız ve yeterince çelişkililerse, eski inançlarınıza yapışmanıza izin verirler. Ama bunu ussal kuşkuculukla karıştırmamak gerekir.
Covid-19 krizi bilime inancınızı etkiledi mi?
Virüs, neyin olgusal olup olmadığına karar vermek için bilmemiz gereken şeylerin sayısını ortaya koydu. Sıradan insanlar istatistiğin zorluğu, deney, epidemiyoloji hakkında pek çok şey öğreniyorlar. Günlük hayatta güvenilirlik derecelerinden ve hata paylarından söz ediliyor. Bunların iyi şeyler olduğunu düşünüyorum. İnsanların bilime vakıf olmasını istiyorsanız onun nasıl üretildiğini göstermeniz gerekir.
10.
“Çevrende olup bitenler artık seni ilgilendirmez.” Ebediyen arkada bırakmak zorunda olduğun bir memleketin coğrafyası gibi. Gene de bu seni nasıl etkiliyor? Tam da artık seni ilgilendirmediğinden, her şey bitmiş gibi göründüğünden, her şey ve her yer en hakiki kisvesinde görünür, bir şekilde hepsi seni daha derinden etkiler: tam da oldukları gibi – ihtişam ve sefillik.
Felsefe – ölü bir dil. “Şairlerin dili her zaman ölü bir dildir… teslim etmesi tuhaf ama, düşünceye daha fazla hayat vermek için kullanılan ölü bir dil.” Belki ölü bir dil değil de, bir lehçe. Felsefe ile şiirin dilden daha eksik olan bir dille konuşmaları, sahip oldukları mertebenin, onlara özel hayatiyetin ölçüsü. Dünyayı bir lehçeye göre ölçüp biçmek; her şeye rağmen yeniden akan ve içinde bir virgülün bile değiştirilemeyeceği ölü bir dile göre ölçüp biçmek… Şimdi evini ateş sarsa da bu lehçeyi konuşmaya devam et.
Ateş hangi evi sarmış? Yaşadığın ülkeyi mi, Avrupa’yı mı, yoksa bütün dünyayı mı? Belki de evler ve şehirler, çoktan –kim bilir ne kadar önce– koca bir yangında yanıp yıkılmıştı da biz görmemiş gibi yapmıştık. Çoğundan geriye duvar parçaları, bir fresk, bir çatı parçası ve adlar kalmış: alevlerin yalayıp yuttuğu onca ad. Gene de biz, sağlam görünsün diye, badanayla ve sahte kelimelerle hepsini özenle örtüyoruz. Sanki hâlâ ayaktaymışlar gibi baştan başa yakılıp kül olmuş evlerde ve şehirlerde yaşıyoruz; insanlar hâlâ, artık mazide kalan bildik muhitlerinde yaşıyormuşçasına, güya bu evlerde oturuyor ve harabeler arasında maskeleriyle dolanıyorlar.
Şimdi alevler şeklini ve doğasını değiştirdi, dijital oldu; görünmez ve soğuk… Ama tam da bu nedenle artık daha da yakın ve her an bizi kuşatıyor.
Bir uygarlığın –bir barbarlığın– bir daha doğmamak üzere çökebilmesinde yeni bir taraf yok. Tarihçiler, duraklama ve çöküş dönemlerini kaydetmeye alışkınlar. Fakat, bir dünyanın harabeye dönüşüne; bir cumhuriyetin, sağduyusu da onuru da olmadan, yalnızca sefillik ve korku içinde çökmekte oluşuna, gözlerimiz bağlı, yüzümüz örtülmüş halde nasıl tanıklık edebiliriz? Körlük daha da vahim, zira bizzat enkaza dönenler kendi enkazlarını yönettikleri iddiasında: Her şeyin teknik olarak kontrol edilebileceğine; ne yeni bir tanrıya ne de yeni bir gökyüzüne ihtiyaç olduğuna yemin ediyorlar – tek gereken yasaklar, doktorlar ve uzmanlar. Panik ve hainlik.
Uğruna adanmış dualar ve adaklar olmayan bir Tanrı, ne olurdu? Hiçbir hükmü olmayan bir yasa, ne olurdu? Ne bir hükmü ne anlamı olan; ama başlangıçta, hatta daha da önce korunan bir söz nedir?
Sonuna geldiğini, artık hayatının bittiğini hisseden bir kültür, çürüyüşünü, bildiği yegâne yoldan yönetir: sürekli olağanüstü hal sayesinde. Jünger’in zamanımızın en temel özelliği olarak gördüğü topyekûn seferberlik bu perspektiften anlaşılmalı. İnsanlar seferber edilmeli; kendilerini her an, olağanüstü hal ilan etme iktidarı olanların en ince ayrıntısına kadar düzenlediği bir olağanüstü hal içinde hissetmeli. Ne var ki, geçmişte seferberlik insanları biraraya getirirken, şimdi onları tecrit etmeyi, birbirinden uzaklaştırmayı amaçlıyor.
Peki ne zamandır yanıyor ev? Ne kadar oldu yanıp yıkılalı? Kuşkusuz bir asır önce, 1914-1918 arasında, Avrupa’da bir zamanlar sağlam ve canlı görünen her şeyin üzerine alevler saçan çılgınca bir şey oldu. Ardından, 30 yıl sonra alevler gene her yere saçıldı; ondan beridir de alttan alta, korların dibine gizlenmiş, aralıksız yanmayı sürdürüyor. Ama belki de yangınlar çok daha önce başladı: İnsanlığın kurtuluşa ve ilerlemeye karşı kör inancı, alevlerin ve makinelerin gücüyle birleştiğinde. Bütün bunlar çok iyi biliniyor, onun için tekrarlamaya gerek yok. Onun yerine, kendimize her şey yandığında yaşamayı ve düşünmeyi nasıl sürdüreceğimizi sormamız lazım; yangının ortasında veya kıyısında, her nasılsa hâlâ sağlam kalanın ne olduğunu sormamız lazım. Alevlerin arasında nasıl nefes alabildik; neleri kaybettik, hangi enkazlara –hangi iddialara– tutunduk? Şimdi artık alevler yok, yalnız sayılar, şekiller ve yalanlar var. Kuşkusuz daha yalnız ve güçsüzüz. Ama tam da şimdi karşımızda hiçbir taviz olasılığı yok, zihnimiz hiç olmadığı kadar berrak.
Esas mimari sorunun, ancak yanıp kül olmuş bir evde görünür hale geldiği doğruysa eğer, o zaman ancak şimdi Batı’nın tarihinde neyin tehlikede olduğunu, neyi kavramak için bu kadar çaba gösterdiğini ve neden yenilmeye mahkûm olduğunu görebiliriz.
Sanki iktidar, her ne pahasına olursa olsun, kendi yarattığı çıplak hayatı zaptetme peşindeydi; ama onu kontrol etmek ve kendine mal etmek için her türlü araçla –artık sadece polis kuvvetiyle değil, teknolojinin ve tıbbın da araçlarıyla– ne kadar çabalarsa çabalasın, o hayat hep elinden kaçıyor, çünkü tanımı gereği ele gelir değil. Çıplak hayatı yönetmek: zamanımızın çılgınlığı bu. Saf biyolojik varlıklarına indirgenmiş insanlar, artık insan değildir; o zaman, insanların ve şeylerin yönetimi örtüşür.
Hiçbir zaman içinde yaşayamayacağım, ama gerçek yuvam olan öteki ev; yaşadığımı sanırken yaşamadığım öteki hayat; tek tek hecelerini telaffuz ederken asla konuşmayı beceremediğim öteki dil – hepsi de o kadar benim ki hiçbir zaman benim olamaz.
Dil ile düşünce bölündüğünde, konuştuğumuzu unutarak konuşabildiğimize inanırız. Şiir ve felsefe konuştuğunda, konuştuklarını unutmazlar, dili hatırlarlar. Eğer dili hatırlarsak, eğer konuşabileceğimizi unutmazsak, o zaman daha özgür oluruz, artık şeylere ve kaidelere bağlı değilizdir. Dil bir araç değildir, bizim yüzümüz, içinde bulunduğumuz açıklıktır.
Yüz, insanın en insani yanıdır. İnsanların, salt ağızları veya burunları değil, yüzleri vardır; çünkü açıkta [nell’aperto] yaşarlar; çünkü kendilerini yüzleri aracılığıyla gösterir ve iletişim kurarlar. Yüzün politikanın sahası olması bundandır. Politik olmayan zamanımız kendi yüzünü görmek istemiyor, maskeliyor ve örtüyor, mesafe koyuyor. Artık yüzler olmamalı, sadece sayılar ve şekiller olmalı. Tiranın bile yüzü yok.
Canlı hissetmek: kendi duyarlılığından etkilenmek; uydurmadan ve kaçınmadan kendi hareketlerine bağlı olmak. Bir kafeste kilitli bile olsam, hayatta olduğumu hissetmek benim için hayatı olanaklı kılar. Ve hiçbir şey bu olanak kadar gerçek değil.
Önümüzdeki yıllarda sadece keşişler ve suçlular olacak. Gene de öyle kolayca bir kenara çekilmek, dört bir yanımızda çöken dünyanın enkazından kaçabileceğimizi sanmak mümkün değil. Çünkü çöküş bizi de hedef alıyor ve etkiliyor, çünkü biz de enkaz halindeyiz. Ve bu enkazı, fark edilmeden, dikkatle, doğru biçimde kullanmayı öğrenmeliyiz.
Yaşlanmak: “artık dallarda değil, sadece köklerde büyümek”. Bundan sonra yaprak ve çiçek açmak değil, yalnızca kök salmak. Veya, yaşanmışlıkları üzerinde sarhoş sarhoş dolaşan bir kelebek gibi uçmak. Hâlâ geçmişte dallar ve çiçekler mevcut. Ve hâlâ onlardan bal yapabilirsiniz.
Yüz Tanrı’ya ait, ama kemikler tanrıtanımaz. Dışarda her şey bizi Tanrı’ya doğru itiyor; içerde, iskeletin inatçı, alaycı tanrıtanımazlığı.
Beden ile ruhun ayrılmaz bağı – tinsel olan budur. Tin, ruhla beden arasındaki üçüncü bir şey değil; sadece onlar arasındaki kaçınılmaz, harikulade çakışma. Biyolojik hayat bir soyutlamadır, ve yönetip sağaltma iddiasında olduğumuz tam da bu soyutlamadır.
Tek başına kurtuluş yok: Kurtuluş mümkündür, çünkü başkaları da vardır. Ahlaki bir sebepten, başkalarının esenliğini düşünerek hareket etme gereğinden değil bu. Sadece yalnız olmadığım için kurtuluş vardır: Kendimi ancak başkaları içinde bir öteki olarak kurtarabilirim. Yalnız olduğumda kurtuluşa ihtiyacım yoktur, yalnızlığa has hakikat budur: tanım itibariyle kurtarılabilir değilimdir. Kurtuluş, yalnız olmadığım için, çoğulluk ve çokluk olduğu için mümkündür. Vücut bulmuş Tanrı, eşsiz olmaktan çıktı; diğerleri gibi bir insan oldu. Bu nedenle Hıristiyanlık kendini tarihe bağlamak ve sonuna dek kaderini izlemek zorunda kaldı; ve şimdi olduğu gibi tarih sönümlenip çürüdüğünde, Hıristiyanlık da son günlerine yaklaşmaktadır. Çözümsüz olan çelişkisi şu: tarih boyunca, tarihin ötesinde bir kurtuluş aradı, ama şimdi bu sona erdiğinde ayağının altındaki zemin kayıyor. Aslında Kilise kurtuluşu değil, kurtuluş tarihini destekliyordu ve ‘kurtuluşu’ [salvezza] tarihte aradığı için bu arayışı ancak ‘sağlık’la [salute] neticelenebilirdi. Ve zamanı geldiğinde Kilise, kurtuluşu sağlığa feda etmekte tereddüt göstermedi.
Şimdi kurtuluşu tarihsel bağlamından sökmek, bizzat tarihten bir çıkış kapısı sağlayacak tarihsel-olmayan bir çoğulluk keşfetmek gerek.
Başka topraklara girmeden, bir yeri veya durumu geride bırakmak gerek; yenilerini benimsemeden bir kimliği ve adı geride bırakmak gerek.
Şimdiye doğru sadece gerileyebiliriz, oysa geçmişte ileri doğru gidebiliriz. Geçmiş dediğimiz, şimdiye doğru uzun gerileyişimizden ibarettir. İktidarın ilk işi, bizi geçmişimizden ayırmaktır.
Bizi yükten kurtaran, nefestir. Nefeste, ağırlığımız yoktur; sanki yerçekimine kapılmadan uçuyormuş gibi ilerleriz.
Ne cezalandıran ne de ödüllendiren, ne affeden ne de itham eden bir yargı yoluyla, her şeyi yeni baştan yargılamayı öğrenmeliyiz. Varoluşu, haksız ve yanlış olmaya mahkûm amaçlardan arındıran, amaçsız bir edim olarak. Sadece bir kesinti; zaman ile sonsuzluk arasında dengede duran bir an – amaçsız ve plansız bir hayatın imgesinin, adı ve anısı olmadan parladığı –tam da bu nedenle sonsuzlukta değil “bir tür sonsuzlukta” kurtuluşa götürdüğü– bir an… Önceden inşa edilmiş kriterlere bağlı olmayan, ama tam da bu nedenle, hayatı yeniden doğallığına kavuşturduğu için, politik olan bir yargı.
Hissetmek ve his beslemek; duyumsamak ve etkilenmek, eşzamanlıdır. Her duyumsamada hislerin hissi vardır, kendimizle ilgili her histe başkasının hissi vardır – bir arkadaşlık ve bir yüz.
Gerçeklik, ardında neyin mümkün olup olmadığını, neyi yapıp yapamayacağımızı algıladığımız peçedir.
Çocukluk arzularımızın hangilerinin gerçekleştiğini bilmek kolay değil. Asıl önemlisi, gerçekleşen arzularımızın gerçekleşmeyenlere yaklaşan kısmının, bizi yaşamı sürdürmeye ikna etmek için yeterli olup olmadığı meçhul. Arzularımızdan gerçekleşmeyenleri ölçüsüzce şiştiğinde, ölüm korkusu doğar.
“Sığırların ve atların dört toynakları vardır: buna Cennet derim. Atlara yular takmak, sığırların burunlarını delmek: buna insan derim. Bu nedenle diyorum ki: İnsanın içinizdeki Cennet’i mahvetmemesine dikkat edin; bir amaç uğruna yapılanın, göksel varlığı mahvetmemesine dikkat edin.”
Yanan evde, dil kalır. Dil değil de, onu gözeten ve hatırlayan ezeli, cılız ve tarih-öncesi kuvvetler: felsefe ve şiir. Nedir gözettikleri, nedir dilden hatırladıkları? Şu veya bu anlamlı önerme, şu veya bu inanç ya da inançsızlık beyanı değil. Bizzat dilin var olduğu gerçeği; bir ad olmadan adın içerisinde açıkta olduğumuz, ve bu açıklıkta, bir yüz hareketinde, bir yüzde, bilinmez ve korunmasızca meydanda olduğumuz gerçeği.
Şiir, kelime, daha konuşmayı bilmediğimiz zamanlardan bize kalan tek şey; dil içinde karanlık bir şarkı; tam anlayamadığımız, ama kulak vermekten kendimizi alamadığımız bir lehçe, bir ağız – ev yanıyor bile olsa, dilleri kavrulmuş bile olsa, insanlar anlamsız konuşmayı sürdürüyor.
Bir şiir dili olduğu gibi, bir felsefe dili de var mıdır peki? Şiir gibi felsefe de tamamıyla dil içinde barınır ve ancak buradaki varoluş tarzıyla kendini şiirden ayırır. Durmadan yeniden ayrışmak üzere bir noktada kesişen, dil alanındaki iki gerilim. Açıkça, dürüstlükle konuşan herkes, bu gerilime çekilir ve orayı mesken tutar.
Evin yanmakta olduğunu fark edenler, bunu fark edemeyenleri küçümseme, aşağılama duygusuna kapılabilir. Ama bu görmeyen ve düşünmeyen insanlar, mahşer gününde görmeniz ve hesabını vermeniz gereken lemurlar değil midir? Evin yanmakta olduğunu fark etmemiz bizi başkalarından üstün kılmaz; aksine, alevler iyice yaklaşırken son kez birlikte bakacağınız insanlardır onlar. Neredeyse masum sayılacak kadar habersiz bu insanlara vicdanınızın sesini duyurmak için ne söyleyebilirsiniz ki?
Yanmakta olan evde daha önce ne yapıyorsanız onu yapmaya devam edersiniz, ama alevlerin size apaçık gösterdiği şeyi de görmeden edemezsiniz. Bir şeyler değişmiştir – yaptığınız şeyde değil, onu açığa vurma biçiminizde. Yanan evde yazılan şiir daha haklı ve hakikidir çünkü onu kimse duymayacaktır, çünkü alevlerden kaçabileceğinin hiçbir güvencesi yoktur. Ancak bir ihtimal bir okuyucu bulsa bile, o da o umarsız, anlaşılmaz, boğuk gürültüden kendisine seslenen şeyden kaçamayacaktır.
Hakikati ancak duyulma ihtimali olmayanlar; alevlerin durmaksızın yuttuğu evin içinden konuşanlar dile getirebilir.
Günümüzde insan kaybolmaktadır – tıpkı kuma çizilen, dalgaların sildiği bir yüz gibi. Ama onun yerini almakta olanın bir dünyası yoktur artık; iktidarın ve bilimin hesaplarının insafına terk edilmiş, tarihi olmayan, çıplak ve sesi boğulmuş hayattan ibarettir. Ama belki de bu enkazdan başlayarak, ansızın veya ağır ağır, başka bir şey ortaya çıkabilir. Kesinlikle bir tanrı değil, başka bir insan da değil – belki yeni bir hayvan, başka türlü yaşayan bir ruh…
5 Ekim 2020
https://www.e-skop.com/skopbulten/ev-alev-alev-yanarken/5924
4/11/2020/ skopbülten / Giorgio Agamben, Çeviri: Ali Artun
Agamben’in 5 Ekim 2020’de quodlibet bloğunda yayınlanan “Quando la casa brucia” adlı yazısının İngilizcesinden (çev. Richard Braude) çevrildi.
11.
Bilim Kurulu üyesi: Yasakların hiçbir bilimsel tarafı yok
Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Pınar Oktay, kurul üyelerinin karar almada herhangi bir yetkilerinin olmadığını söyledi.
Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Pınar Oktay, Kurul’un işleyişine dair dikkat çekici sözler sarf etti. Yeni açılma sürecine dair 1 Haziran sonrasını bilmediklerini Prof. Dr. Oktay, kararların AKP tarafından alındığına dikkat çekerek, “Alkol yasağı, kadınların hijyenik ped alamaması gibi birçok yasakla karşı karşıya kaldı Türkiye. Bunların hiçbir bilimsel tarafı yok” dedi.
Bilim Kurulu belli sınırlılık içinde çalışıyor. Biz, bizden istenmeyen konularda da çalışma yaptık ama sonuçta yürütme erki bakanlık. Oradan da bu şekilde kararlar çıkıyor ve bunların herhangi bir yerde gerekçeleri yok. Biz bunu 17 günlük kapanmada da konuştuk. Alkol yasağı, kadınların hijyenik ped alamaması gibi birçok yasakla karşı karşıya kaldı Türkiye. Bunların hiçbir bilimsel tarafı yok.