.
.
.
(Çev. Hülya Tufan)
İletişim Yayınları, 1993 İst.
7.
...özerklik kavramı ve özerkliği bir devrim olarak tanımlama arayışı...
14.
...Castoriadis sosyalizm tasarımının ana eksenine özerkliği yerleştirir: “Sosyalizm, insanların kendilerinin tüm toplumsal faaliyetleri örgütlemeleridir.” Bunun için, kapitalist düzendeki temel yabancılaşma etmeninin etkisiz hale getirilmesi gerekir. Bu yabancılaşma etmeni, çalışma düzeninin teknolojik yapısında yatar. Bu yapı, insanı nesneleştirmekte, araçlaştırmaktadır. Bu teknolojik yapı içinde, çalışma düzeni emekçilere mutlak biçimde egemen olmakta, onların özerk varoluşlarını geliştirmelerini engellemektedir. 15. Emekçiler daha fazla gelir elde etseler, daha fazla tüketim olanağına kavuşsalar da, bireysel ve toplumsal tahayyüllerinde bu teknolojik yapının esiridirler. Bu durum, onları kendi özerkliklerini ifade etmekten aciz kılar. Çünkü geleceğe yönelik, toplumun dönüşmesine yönelik tasarımlarında kendilerine bir yer bulamazlar. Kendilerini dönüşümün bir öznesi, özne olmasa bile hiç olmazsa aktörü olarak düşünemezler. O teknolojik yapının üretim yanındaki, bir o kadar önemli işlevi, insanı yarattığına yabancı kılmak ve böylece, yarattığını değiştirmeye girişmesinin de bir o kadar mümkün ve doğal olduğunu, toplumsal tahayyülden mümkün olduğu kadar uzak tutmaktır.
Doğrudan demokrasi, mümkün olduğu kadar temsili demokrasiye tercih edilmelidir.
17.
... Marksizmin gerçeği algılama tarzı... Rasyonalist yanılsamanın esiri olan Marksizm, “sonsuzun ve belirlenmemişin var olabileceği” fikrini algılamaktan acizdir. Marksizm bitmiş, nihai sınırlarına gelmiş, kapalı bir gerçek sisteminin içine hapsolmuştur.
18.
Tahayyül / İmgelem
Kökü klasik Yunan felsefesine kadar uzanan geleneksel kuram anlayışı, özerkleşmenin önünde bir engeldir. Çünkü bu yaklaşım, varlık konusunda aşınmaz ve mutlak gerçekleri üst üste yığarak, bunları biriktirerek, varlığın mutlak gerçekliğine ulaşmayı hayâl eder. Bu hayâli destekleyen inanç, dünyanın kadim bir kuruluş kanunu olduğu ve bu kanuna düşün yoluyla ulaşmanın mümkün olduğudur. Bu nedenle çağımız, nihai ve bütünsel bir bilginin mümkün olduğuna inanır.
19.
Castoriadis ise, bu bilgi kuramına şiddetle karşı çıkar. Sadece, bu tür nihai ve bütüncül bir bilgi fikrinin bir yanılsama olmasından dolayı değil, ondan daha önemlisi, bu tür bir bilgi kuramının insanların eylemlerini her şeyi bilen (bu Tanrı’nın vasıflarından birisidir) ve yanılmaz bir kuramın eylemine tâbi kıldığı için eleştirir.
32.
Filozoflar işe, hemen hemen her zaman, “Ben, Varlık’ın, gerçekliğin ne olduğunu görmek istiyorum. Şimdi bakalım. Bu bir masa; bu masa gerçek bir varlığın belirleyici nitelikleri açısından bana ne gösteriyor?” diye başladığını anımsarsınız. Hiçbir filozof “Ben Varlık’ın, gerçekliğin ne olduğunu görmek istiyorum. Şimdi bakalım. Bu benim dün gece gördüğüm düş; bu düş gerçek bir varlığın belirleyici nitelikleri açısından bana ne gösteriyor?” diyerek işe başlamaz. Hiçbir filozof “Varlık’ın paradigması olarak Mozart’ın Requem’ini ele alalım. İşe bununla başlayalım” demez. Neden tüm bunları tersinden görmek, imgesel, yani insani var oluş kipini eksikli ya da ikincil bir kip olarak görmek yerine, işe Varlık’ın tamlığına ilişkin paradigma kerteleri olarak bir düşü, bir şiiri, bir senfoniyi ortaya koyarak ve fiziksel dünyayı Varlık’ın eksikli bir kipi biçiminde ele alarak başlamıyoruz ki?
34.
Kurumlar kendilerini nasıl dayatır –fiili geçerliliklerini nasıl güvence altına alırlar? Yapay olarak ve yalnızca bazı durumlarda baskı ve yaptırımlarla. Da az yapay olarak ve daha geniş ölçüdeyse, katılım, desteki konsensüs, meşruluk ve inanç aracılığıyla.
35.
... Düşünme tarzınız ve bir şeylere bakma ya da bir şeyleri yapma tarzınızın kaçta kaçı, büyük ölçüde, ana dilinizin yapısı ve imlemleri, bu dilin taşıdığı dünyayı düzenleme tarzı, ilk aile ortamınız, okul, sizi sürekli kuşatmış olan o "yap"ve "yapma"lar, dostlar, ortalıkta dolaşan kanılar, içinde yüzdüğünüz sayısız kalıplar tarafından size dayatılan yapma biçimleri, vb., tarafından koşullandırılmamış ve tüm bunlarla birlikte belirlenmemiştir?
37.
Bu kökeni “şeyler” arasında da bulamayız; mitoslar ya da müziğin fizik yasalarının işleyişinin (istediği kadar dolaylandırılmış olsun) bir sonucu olduğu düşüncesi, en basitinden anlamdan yoksundur.
41.
Aritmetiksiz toplum yoktur. Söylencesiz toplum yoktur (çağdaş toplumda, aritmetik, açıkça, en temel söylencelerden biri haline gelmiştir. Çağdaş toplumda nicelleştirmenin egemenliğinin “akılcı” bir temeli yoktur ve olamaz. Nicelleştirme, yalnızca, bu toplumun başat imgesel imlemlerinden birinin dışavurumudur; bu imlem de “sayılamayan geçersizdir / sayılmaz”dır). Bir adım daha ileri gidebiliriz. Aritmetiksiz söylence yoktur –söylencesiz de aritmetik. Bu arada, laf arasında şunu da söyleyelim: Söylence konusunda temel olan, yapısalcılığın ileri sürdüğü gibi, toplumun söylence aracılığıyla dünyayı mantıksal olarak düzenlemesi/örgütlemesi değildir. Söylence “mantık”a indirgenemez (hiç kuşkusuz, mantığa ilişkin bir şeyler içerse de), hele yapısalcıların ikili mantığına hiç mi hiç indirgenemez. Söylence, esas olarak, toplumun dünyayı ve bu dünya içinde kendi yaşamını –başka türlü olduğu takdirde, kuşkusuz tamamen anlamdan yoksun kalacak bir dünya ve yaşamı- imlemlerle donatmasının bir yöntemidir.
42.
Dilde kümeleyici-aynılaştırıcı boyut, benim kod olarak adlandırdığım şeye tekabül eder (...).
43.
Özgün olarak imgesel boyut, benim dil olarak adlandırdığım şeyde tezahür eder. Böylece, belli bir bağlamda “Bana çekici ver” ya da “her üçgende, açıların toplamı iki dik açıya eşittir” gibi tümceler kod’a aittir. “Mutlak gecede tüm inekler karadır”, ya da “Güzellik’i dizlerime oturttum, bana acı geldi ve ona küfrettim” gibi tümcelerse dil’e... Kodla dil arasındaki ayrım, -daha genel olarak kümeleyici-aynılaştırıcı boyutla tam olarak imgesel boyut arasındaki ayrım- elbette bir “töz” ayrımı değil bir kullanım ve işlem ayrımıdır. İki boyut, topolojik bir eğretileme kullanacak olursak, dilde ve toplumsal yaşamda, her yerde yoğundur. Bu da şu anlama gelir: Dilin her “nokta”sının “istendiği kadar yakınında”, kümeleyici-aynılaştırıcı boyuta ait bir “öğe” mevcuttur –aynı zamanda, tam olarak imgesel boyuta ait bir “öğe” de mevcuttur-. En çılgın gerçeküstücü şiir bile, belirsiz bir miktarda “mantık” içerir –ama bu “mantık” “aracılığıyla”, “mantık”ın Öbür’ünü somutlaştırır. Bach’ta, baştan aşağı, her yerde matematik ve aritmetik vardır; ama Ayarlı Klavsen’in kulağımıza geldiği biçimde var olmasının nedeni aritmetik içermesi değildir.
Böylece, belli bir toplumda var olan o topluma ait imgesel imlemler bize, bugüne değin, başka alanlarda bilinmeyen bir örgütlenme türü sunar. Ben bu türü magma olarak adlandırıyorum. Magma kümeler “içerir” –hatta sayısız kümeler içerir- ama ne denli zengin ve karmaşık olursa olsunlar kümelere ya da küme sistemlerine indirgenemez. (Bu çıkarsama, işlevselcilik ve yapısalcılığın, nedenselcilik ve erekçiliğin, maddecilik ve akılcılığın tarihsel-toplumsal alandaki umutsuz girişimlerini dile getirir.)
51.
Tamamlanma olarak değil, açılım olarak özerklik.
92.
... tüm yapı-sökmeci ve postmodern söylemler dizisi de, yine aynı biçimde bunalıma aittir.
94.
Heidegger...
99.
Sanat da, her ne kadar başka bir biçimde olsa da, kümülatif (gittikçe artan, birikimli, çoğalan) değildir. Belli bir sanat yapıtının yaratılmış olduğu kültürün iyice tanınması, o yapıtın “anlaşılması”nın hemen hemen her zaman geçerli olan bir koşuludur.
106.
Teknik-bilimin gezegenimiz düzeyindeki egemenliğinin önüne geçilmezliği, tarihsel-toplumsal olanaklar ve güçler üzerine bir düşünce dolayımıyla değil ... , “varlığın yazgısı”na ilişkin tamamen keyfi ve yalnızca “metafizik” (terimin aşağılayıcı anlamıyla) açıklamalardan hareketle ortaya konur.
(Dipnot 9: Heidegger Werner Heisenberg’in “dünyanın mutlak formülü”nün arayışında olduğunu yazar. Bu, Heisenberg’in yazılarındaq hiçbir biçimde izine rastlamamış olduğum tamamen saçma bir formüldür. ... Heisenberg, gayet açık bir biçimde, canlılara ilişkin olayları basit fiziksel-kimyasal yasalara indirgeme olanağı karşısında duyduğu kuşkuyu dile getirir. ... Gerçekte, Heidegger, safdillikle, tıpkı geniş kitlelere yönelik birtakım vulgarize bilim dergilerini okuyan bir banka memuru gibi, bilime ve tekniğe inanmaktadır. Modern bilimin sahip olduğu sayısız iç çelişki ve açmazı asla görmemiştir.)
161.
... “sanayi sonrası” (postendüstriyel) ve “postmodern” yaftaları...
162.
Otomatikleşme ve bilgiişlem, o köhne, tekrara dayalı ve yabancılaştırıcı sanayi emeğini, çalışanın buluşları ve yaratıcılığının özgür ifadesine açık bir alana dönüştürecekti.
Ama bunların hiçbiri gerçekleşmedi.
164.
“Modern” terimi, ta derinlerinde öz (ya da ben)-merkezci bir tutumu dile getirir. “Biz moderniz”in ilanı, bundan sonra olabilecek gerçek her gelişimi geçersiz kılmaya yöneliktir.
...
Onlar eskiydi, biz moderniz.
...günümüzde yazarların kendilerine dönük olma eğilimi... Yazarlar, yazarlar üzerine, başka yazarların okuması için bir şeyler yazar.
167.
...akademiyle sanatsal yenilenme, vb. arasındaki mücadele...
173.
Konformizme Geri Çekilme
1950 yılını izleyen dönem temel olarak, toplumsal, siyasal ve ideolojik çatışmanın giderek yok olmasıyla tanımlanabilir.
...
1950 sonrası, tinsel yaratımda açık bir yozlaşma görülmüştür.
176.
Kuram olarak “postmodernizm”in değeri, egemen eğilimleri köle gibi yani sadık bir biçimde yansıtmasındadır. Talihsizliği ise, kendisini çok karmaşık zanneden ama aslında konformizm ve sıradanlığın ifadesinden başka bir şey olmayan bir övgü yönteminin ardında, bu eğilimlerin basit bir biçimde akılcılaştırılmasını sunmasındadır. Postmodernizmin, kendisini “çoğulculuk” ve “farklılığa saygı” gibi çok moda lafazanlıklar aracılığıyla yenilip yutulur hale getirerek bizi sürüklediği yer, eklektizmin göklere çıkarılması, kısırlığın gözden kaçırılması, Feyerabend’in bir başka alanda çok uygun bir biçimde ifade ettiği “ne olursa olsun, uyar” ilkesinin genelleşmesidir. Konformitenin, kısırlık ve sıradanlığın, “ne olursa olsun”un dönemin ayırıcı özellikleri olduğu kuşkusuzdur.
201.
İnsanlar Marx’ta kullanıma hazır bazı doğruları aramış ve bulduklarını da sanmışlardır; tüm doğruların, ya da en azından, en önemli doğruların Marx’ta olduğunu, insanın kendi başına düşünmesinin gereksiz, hatta neredeyse tehlikeli ve kuşku yaratıcı olduğunu sanmışlardır.
206.
Gerçekte çağdaş teknik, tarafsız değil, bal gibi kapitalisttir. Salt kârın arttırılması değil de, daha çok insanın üretimdeki insani rolünün yok edilmesi ve üreticilerin üretim sürecinin kişiliksiz mekanizmasına tabi tutulması gibi gayet özgül kapitalist amaçlar tarafından biçimlendirilir.
207.
...haftanın altı günü bantta çalışan insanlar, Lenin’in iddia ettiği gibi, yedinci gün sovyet özgürlüğünden yararlanamazlar. Marx tekniğin böyle bir eleştirisini yapmadı ve yapamazdı. Bu da, onun tarih görüşüyle derinden ilintilidir: Tarihi ilerleten, nasıl ki Hegel’de Akıl ya da dünyanın Tin’iyse, Marx’ta da teknikte vücut bulan “akılcılık”tır (“üretim güçlerinin gelişimi”).
217.
Venedik’in sulara gömülmesinden, Akdeniz’in yok olmasına, göl ve ırmakların oksijensiz kalmasından yüzlerce canlı türünün yitip gitmesine, sessiz ilkbaharlardan, kutuplardaki buz kitlelerinin erimesine, yağmur sularındaki asit miktarının binlerce kez artmasına değin, dur durak bilmeyen bir “büyüme” ve sanayileşmenin gerçek ya da olası etkileri belirmeye, bir karabasan gibi üzerimize çökmeye başlıyordu.
225.
Yine aynı biçimde ve aynı anlamlı nedenlerden ötürü, gerçekte techne de, doğaya basit bir öykünmeyle (mimesis), asıl anlamıyla yaratım (poiesis) arasında bir yerlerde gezinen, belirlenmemiş bir şey olarak –önceden verili olan bir normla, yirmi beş yüzyıl sonra Kant’ın söyleyeceği gibi, sanat yapıtında vücut bulan yeni bir normun fiili konumu arasında- kalacaktı.
226.
Burada önemli olan, diyelim ki XIV. yüzyıldan itibaren, burjuvazinin doğuşu ve yayılması, icat ve keşiflere duyulan ısrarlı ve giderek artan ilgi, dünya ve toplum konusunda Orta Çağ’da oluşmuş tasarımın yavaş yavaş çöküşü, Reform, “kapalı” dünyadan sonsuz evrene geçiş, bilimlerin matematikselleştirilmesi, “bilginin tanımlanmamış ilerlemesi”ni odak alan bakış açısı ile Akıl’ın doğru kullanımının Doğa’nın efendisi ve sahibi (Descartes) olabilmemiz için gerekli ve yeterli olduğu fikrinin çakışması ve kavuşmasıydı.
Kısaca söyleyecek olursak, artık tek geçerli olan sayılabilen/hesaplanabilendir.
228.
- Tekniğin bilkuvve olarak “her şeye kadir” olması.
- İktisadi mekanizmaların “akılcılığı”.
...
236.
Teknik sorunu, uzun zamandan beri, birbirini izleyen efsanevi çerçeveler dahilinde tartışılmaktadır. İlk önceleri, “teknik ilerleme”, tabii ki iyiydi ve başka türlü olamazdı. Sonra, teknik ilerleme, “kendinden” iyi, ama mevcut toplumsal sistem tarafından kötü kullanılan (ya da kötülük için kullanılan) bir şey olarak görüldü; bir başka deyişle, teknik, kendisi hedefler açısından tamamen tarafsız olan salt bir araç olarak görülüyordu. Bu konum, günümüzde hâlâ, bilim adamları, liberaller ve Marksistler için geçerlidir; örneğin, modern sanayiye söylenecek bir şey yoktur: Sorun çıkaran bu sanayinin, herkesin iyiliği yerine, kâr ve/veya bir azınlığın iktidarı için kullanılmasıdır. Bu konum birbiriyle bağıntılı iki yanılgıya dayanır: Birincisi amaçlarla yöntemlerin tamamen birbirlerinden ayrılabileceği yanılgısı, diğeri ise bileşim yanılgısıdır. ... Bir toplumun teknolojik sisteminin o toplumun kendi niteliğinden ayırmak ne ideal ne de fiili anlamda mümkün değildir. Şimdi ise, giderek, ilk baştaki konumun tam karşıtı bir yere ulaşılmıştır: Bu kez de, tekniğin, kendinden kötü olduğunu düşünenlerin sayısı giderek çoğalmaktadır.
... Tekniğin “bilkuvve her şeye kadir olması”na ilişkin bilinçsiz ve modern zamanlarda egemen olan yanılsama, tartışılmayan ve gözden kaçırılan bir başka fikre dayanmaktadır: Bu fikir, “kadir olma” fikridir.
237.
... Kadir olma fikrinin ardında topyekun denetim, her nesne ve her koşula egemen olma istenç ya da arzusuna ilişkin bir düş yatar. Kuşkusuz bu düş, insan tarihinde her zaman için mevcut olmuş, kimi zaman büyü, vb. şeylerde “maddileşmiş” ya da herhangi bir kutsal imge üzerine izdüşürülmüştür. ... modern teknolojinin gelişiminin gizli itici gücünü oluşturan tümel egemenlik fikridir. Tümel egemenlik fikrinin doğrudan saçmalığı, “asemtotik ilerleme”nin biraz daha yumuşatılmış saçmalığının ardına gizlenmiştir. Batı’da insanlık, yüzyıllar boyunca, biraz daha fazla güce ulaşmanın her zaman mümkün olduğuna ilişkin gizli koyuttan hareketle yaşamıştır.
Hiçbir teknik “fetih”, başta amaçladığından farklı biçimde kullanılma olasılığından kaçamaz, her biri “arzulanmayan” yan etkiler doğurabilir, hiçbiri, geri kalan şeylerle etkileşim içine girmenin önüne geçemez ...
241.
Bu gezegende, milyonlarca yıl süreyle, milyonlarca farklı canlı türünü barındıran dengeli bir biyosistem var oldu ve onbinlerce yıl boyunca, toplumlar, çevreyi bozmaksızın değiştirerek, kendilerine maddi ve manevi bir yaşam alanı, biyolojik ve metafizik bir yuva yaratma başarısını gösterdi. Yoksulluğa, cehalete, sömürüye, batıl inançlara ve acımasızlığa karşın, bu toplumlar, kendilerine, hem iyi uyarlanmış yaşam biçimleri, hem de şaşırtıcı bir zenginlik ve çeşitliliğe sahip imgesel imlemler içeren uyumlu dünyalar yaratabildiler.
277.
Benim kullandığım anlamıyla yaratım, yeni bir eidos’un, yeni bir özün, sözcüğün en geniş ve güçlü anlamıyla yeni bir biçimin ortaya konması anlamına gelmektedir: Yeni kararlılıklar, yeni kurallar, yeni yasalar.
281.
Sorunun temel niteliği, safdil ve çok da yaygın bir yanılsamaya rağmen ne olursa olsun hiçbir şeyin –hatta bilginin ve matematiğin bile- kesin ve nihai bir temelinin olmadığı ve olamayacağından kaynaklanmaktadır.
285.
Sanatçı dahi, ürününü “betimleme” ya da “bilimsel olarak açıklama” durumunda değildir, kuralı “doğa gibi” koyar. Tabii ki, burada söz konusu olan natura naturata değil natura naturans’tır; yani Salt Aklın Eleştirisi’ndeki doğa değil, maddeyi biçim altında toplayan “canlı” bir ortaya çıkma gücüdür.
292.
... bilimin fiili bir “evrensel” geçerliliğe sahip olma şansı sanatınkinden çok daha fazladır. Çünkü bilim konusunda, kümeleyici-aynılaştırıcı (legein ve teukhein) bileşen son derce önemlidir.
294.
(dipnot) ... sanat yapıtı da ahlâksal idealin bir “sunumudur”. Ama şu anki bağlamda, bu kavramın hiçbir etkisi kalmamıştır.
295.
(dipnot) ... (aslında) sanat yapıtının uygunluğu onun Uçurum’u (Kaos’u, Dipsiz Kuyu’yu) temsil etmesinden başka bir şey değildir ve sanatın kapsayıcı olmayışı Uçurum’un varlıkbilimsel niteliğinde ve her kültürün (ve her bireyde mevcut olan kişisel dehanın) Uçurum’a götüren kendi yolunu yaratmasında temellenir –kişisel deha da yine kültürün bir tezahürüdür-.
296.
Yalnızca deha yaratır –ve bunu “doğa” gibi yapar.
[1] Asimtotik –asemtotik (asymptotique): (Matematik terimi) Kavuşmaz. Sürekli yaklaşan ama asla ulaşmayan, kavuşmayan anlamında. Asimtotan türetilmiş sıfat. Asimtot: Bir eğrinin noktalarına olan uzaklığı, nokta, eğrinin üzerinde sonsuza doğru hareket ettiğinde, sıfıra giden doğru.
.
.
.