.
.
.
.
İktidarsızlığın
İktidarı ve Sanat
Emre Zeytinoğlu
Emre Zeytinoğlu
Ayrıntı Yayınları, 2014 İstanbul
10
Özgürlüğü savunurken iktidar istemek, iktidar isteği ile özgürlüğü hedeflemek ya da özgürlük üzerine yapılanmış bir sanata talip olunduğunda, iktidarın güdümüne girmek.
Özgürlüğü savunurken iktidar istemek, iktidar isteği ile özgürlüğü hedeflemek ya da özgürlük üzerine yapılanmış bir sanata talip olunduğunda, iktidarın güdümüne girmek.
15
Bugün sanattan söz etmek, aynı zamanda siyasetten ve onun felsefesinden de söz etmektir; böyle iddia edilmektedir. İddia buysa soru da şöyle biçimlenmektedir: Günümüzün güncel pratikleri içinde siyaset felsefesinin sanat ile ilişkisi nedir?
Bugün sanattan söz etmek, aynı zamanda siyasetten ve onun felsefesinden de söz etmektir; böyle iddia edilmektedir. İddia buysa soru da şöyle biçimlenmektedir: Günümüzün güncel pratikleri içinde siyaset felsefesinin sanat ile ilişkisi nedir?
16
... sanat da özgürlük coşkusunu ateşler. İster estetik bağlamda ister salt pratik siyaset bağlamında hareket eden sanatın, her zaman "olması gereken" ile bir bağı olmuştur...
... sanat da özgürlük coşkusunu ateşler. İster estetik bağlamda ister salt pratik siyaset bağlamında hareket eden sanatın, her zaman "olması gereken" ile bir bağı olmuştur...
Siyaset felsefesinin ve onun etkisindeki sanatın çıkmazlarının
doğduğu yer, buradaki diyalektiğin yok edilmesidir.
19
... zihinleri kuşatan bir metin dünyasının, sokağın pratiği ile aynı şey olmadığı... Zihinsel dünyanın, sokağın pratiği ile "aynı" olduğuna inanmak bir romantizmdir.
... zihinleri kuşatan bir metin dünyasının, sokağın pratiği ile aynı şey olmadığı... Zihinsel dünyanın, sokağın pratiği ile "aynı" olduğuna inanmak bir romantizmdir.
20
... Marx'ın "gelecek" tasarımı bir romantizm değildi. [Foucault: Romantizm, Marksizm ve diyalektik aynı topraktan yetişir...]. [Romantizm] "Olması gereken"in cazibesi yüzünden sokağın pratiğini görmezden gelmeyi yeğlememiş miydi? [romantizm'in anlamına ters bir durum değil mi sokağın pratiğini hesaba katmamak?], ["Duygusal" dünyanın en esaslı olumlanmalarından biri Romantizmdir. ... “tarihin hangi büyük olayı, uzam ve zamandaki mesafesi ne olursa olsun, hangi devrim, hangi savaş, kimin acısı ya da mutluluğu aynı zamanda "benim kişisel sorunum" değildir ki” (Novalis). Bu Romantiğin tarih ve zamanı kendine maletme tarzıdır - "olay"ı kendi bireyselliğine, kendi "kişisel", "özel" dünyasına maletmesidir. Ulus Baker, Duygular Sosyolojisine Doğru, (Çeviren: Harun Abuşoğlu), Birikim Yayınları 2010 İstanbul, s.183]
... Marx'ın "gelecek" tasarımı bir romantizm değildi. [Foucault: Romantizm, Marksizm ve diyalektik aynı topraktan yetişir...]. [Romantizm] "Olması gereken"in cazibesi yüzünden sokağın pratiğini görmezden gelmeyi yeğlememiş miydi? [romantizm'in anlamına ters bir durum değil mi sokağın pratiğini hesaba katmamak?], ["Duygusal" dünyanın en esaslı olumlanmalarından biri Romantizmdir. ... “tarihin hangi büyük olayı, uzam ve zamandaki mesafesi ne olursa olsun, hangi devrim, hangi savaş, kimin acısı ya da mutluluğu aynı zamanda "benim kişisel sorunum" değildir ki” (Novalis). Bu Romantiğin tarih ve zamanı kendine maletme tarzıdır - "olay"ı kendi bireyselliğine, kendi "kişisel", "özel" dünyasına maletmesidir. Ulus Baker, Duygular Sosyolojisine Doğru, (Çeviren: Harun Abuşoğlu), Birikim Yayınları 2010 İstanbul, s.183]
21
Aydınlanma döneminin siyasi sistemi, kendisini sokak pratiğinin dışında kurmayı başardı.
Aydınlanma döneminin siyasi sistemi, kendisini sokak pratiğinin dışında kurmayı başardı.
Sonuçta, zihinsel dünya ile sokağın pratiği arasında, sanatın da
önemli rolü sayesinde aldatıcı ve oldukça iyimser bir örtüşme ortaya çıktı. Şu
var ki sanatın (ontolojisi gereği) sokağın pratiğine itibar etmeyen tavrı, o
pratik gerçekliği ikincil ve "vulgar" bir algılama pozisyonuna itti.
Sanatın bu ikincil ve "vulgar" dünyaya karşı ürettiği gerçeklik ise
her zaman daha "üstün", bir o kadar da salt zihinsel dünyaya yönelik
bir algılama çabasına yol açmaktaydı. ... Fiziksel dünya ile zihinsel dünyanın
"birbirinden ayrılamayacağı" tezleri ise yalnızca metinlerde ya da
sanat yapıtları üzerine geliştirilmiş kuramlarda kaldı: Sanat yapıtı ve onun
kuramsal temelleri, "mevcut durum" ile "olması gereken"i
özerk bir gerçeklik içinde örtüştürürken, fiziksel dünyanın "vulgar"
gerçekliği ise sanatın dışında, kendisini ondan bağımsızca ve hızla üreterek
sokağın pratiğini işgal etti. Böylece sanat da kendisini, kuramsal metinlerin
denetimine ve yönlendirmesine bıraktı.
22
"Teori bütünleşmez, yalnızca çoğalır ve çoğalır. Doğası gereği bütünleştirmeleri yaratan iktidardır." (Gilles Deleuze, Issız Ada ve Diğer Metinler ve Söyleşiler, 2009, Bağlam)
"Teori bütünleşmez, yalnızca çoğalır ve çoğalır. Doğası gereği bütünleştirmeleri yaratan iktidardır." (Gilles Deleuze, Issız Ada ve Diğer Metinler ve Söyleşiler, 2009, Bağlam)
Benjamin'in sorduğu "Sanatçıdan mı işçi yoksa işçiden mi
sanatçı yaratmalı?" sorusu son derece anlamlıdır.
23
[... sanatın "olması gereken"e işaret ederken, yine küreselleşmenin iyimser tasarımı içinde kalması...] Demek ki ortaya yalnızca neoliberalizmin vaatleri ve onun serbest piyasa endeksli zihinsel dünyası çıkıyor. Ayrıca bu yeni zihinsel dünya, kendisini "eski" ideolojilerden ayırdıkça ve onları tahrif edici bir okuma yöntemi ile eleştirdikçe, meşruluk bağlamında büyük başarılar elde ediyor. Ama sokağın pratiği büyümekten ve kendisini neoliberal "olması gereken" planlamalarının dışında inşa etmekten asla vazgeçmiyor. Sanat ise "olması gereken"i ve sokağın pratiğini birleştiren ve böyle bir paradoksu hiç önemsemeyen tavrı ile kendisini meşrulaştırmayı göze alıyor; yani iyimser tasarımların zihinsel dünyasının, sokağın pratiği olduğunu savunarak romantikleşiyor.
[... sanatın "olması gereken"e işaret ederken, yine küreselleşmenin iyimser tasarımı içinde kalması...] Demek ki ortaya yalnızca neoliberalizmin vaatleri ve onun serbest piyasa endeksli zihinsel dünyası çıkıyor. Ayrıca bu yeni zihinsel dünya, kendisini "eski" ideolojilerden ayırdıkça ve onları tahrif edici bir okuma yöntemi ile eleştirdikçe, meşruluk bağlamında büyük başarılar elde ediyor. Ama sokağın pratiği büyümekten ve kendisini neoliberal "olması gereken" planlamalarının dışında inşa etmekten asla vazgeçmiyor. Sanat ise "olması gereken"i ve sokağın pratiğini birleştiren ve böyle bir paradoksu hiç önemsemeyen tavrı ile kendisini meşrulaştırmayı göze alıyor; yani iyimser tasarımların zihinsel dünyasının, sokağın pratiği olduğunu savunarak romantikleşiyor.
Sanatın birincil sorunu estetiksizleşme, sermayenin kıskacından
kurtulamama, teknoloji dünyasına (ve piyasasına) kayıtsız şartsız teslim olma
ya da yaratıcılığını yitirerek kendisini güncel üretim-tüketim mekanizması
dahilinde tekrarlama vb değildir; asıl sorun, yeni iktidar biçimleri ile
karşılaştığında, onun karşısında sözünü tüketmesidir ("nutkunun
tutulması"). Çünkü sanatın kendisini "olması gereken" halinde
sunan (ki bunu "eski" tip merkezi bir iktidar biçimini reddederek
yapıyor) [sokaktaki s.141] yeni iktidar olgusu hakkında söyleyecek hiçbir sözü
olmadığı gibi, karşısında bir iktidar da yoktur; daha açık bir deyişle, sanat
alışık olduğu bir iktidar biçimi ile karşılaşmamaktadır. Kısaca şu denilebilir:
Sanatın yaptığı tuhaf bir şey varsa, o da sanatın 18-19-20. yüzyıllarda
üzerinde taşıdığı paradoksu önemsememesidir; yani sokağın pratiği ile
"olması gereken"in yapay biçimde birleşimini sağlayan sanattan, bu
sorunu görmezden gelmek kaydıyla kurtulmasıdır. Bu kolaycılığın nedeni ise çok
açıktır: Sanatın, görünürdeki makyaja rağmen içten içe ama hemen algılanabilir
halde "eski" bir alışkanlığa bağlı kalması. O alışkanlık, sanatın
ille de bir "olması gereken" peşinde koşmasıdır: Eski iktidar
biçimlerine eleştiri getirmek talebi ile.
24
... sanatın bu siyasileşmesi "olması gereken"e bağlanıp kaldıkça, bir idealleştirme tavrını da yanında sürüklüyor.
... sanatın bu siyasileşmesi "olması gereken"e bağlanıp kaldıkça, bir idealleştirme tavrını da yanında sürüklüyor.
Merkezi iktidar biçimlerini eleştiren bir sistemin, yeni bir
iktidar organizasyonu icat etmemesi için hiçbir neden yoktur. ... sanatın
yaptığı siyaset, eğer yine "olması gereken"ler ve idealler üzerine
gelişiyorsa, yeni iktidarın eleştirilme, anlaşılma ve yeni "praksis"
sürecinde çözümlenebilme olanağı elde edilemez.
Evet! Kitaplar iyidir... Ama tüm bunlar ve sanat giderek
siyasileşse de sokağın pratiği başka bir yerden ilerlemeyi sürdürüyor; aynı
eskisi gibi.
26
Üretim araçlarını elinde bulunduran bir sınıfın, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarına da sahip olması.
Üretim araçlarını elinde bulunduran bir sınıfın, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarına da sahip olması.
28
... işçi sınıfı homojenliğini yitirdikçe, sınıf genelinde refah ve bilinç farkı öne çıkıp, aynı zamanda da uygulamaya sokulan postfordist bir yapı doğrultusunda örgütlenmeler zayıfladıkça ve kapitalizmin de hareket alanı genişledikçe, bu pratiğe bağlı yorumlar yardımıyla Foucault'nun aydın eleştirileri önem kazanmaya başladı.
... işçi sınıfı homojenliğini yitirdikçe, sınıf genelinde refah ve bilinç farkı öne çıkıp, aynı zamanda da uygulamaya sokulan postfordist bir yapı doğrultusunda örgütlenmeler zayıfladıkça ve kapitalizmin de hareket alanı genişledikçe, bu pratiğe bağlı yorumlar yardımıyla Foucault'nun aydın eleştirileri önem kazanmaya başladı.
29
... Foucault eğitim pratiğine karşıydı; pedagojinin bir "hakikat rejimi" içerdiğini yazıyor ve o "hakikat rejimi"nin siyasi baskılar ile yaratıldığını savunuyordu.
... Foucault eğitim pratiğine karşıydı; pedagojinin bir "hakikat rejimi" içerdiğini yazıyor ve o "hakikat rejimi"nin siyasi baskılar ile yaratıldığını savunuyordu.
30
18. yüzyıldan aldığı Aydınlanmacı güç ile "mevcut durum"u ve onun gerçeklik ile ilişkisini sorgulayan, tüm bunların yerine özerk bir gerçeklik alanından "olması gereken"i sunan, bunu yaparken de estetik bir bilince gereksinim duyan ve ütopyacı/idealize eden bir tavrı benimseyen sanatın, bu söz edilen koşullar karşısında bir boşluğa düşmesi zaten kaçınılmazdı.
18. yüzyıldan aldığı Aydınlanmacı güç ile "mevcut durum"u ve onun gerçeklik ile ilişkisini sorgulayan, tüm bunların yerine özerk bir gerçeklik alanından "olması gereken"i sunan, bunu yaparken de estetik bir bilince gereksinim duyan ve ütopyacı/idealize eden bir tavrı benimseyen sanatın, bu söz edilen koşullar karşısında bir boşluğa düşmesi zaten kaçınılmazdı.
31
... bugün ne eski ideolojilere ortodoks biçimde geri dönüş mümkündür ne onun birtakım simgelerini kullanmak işe yarayabilir ne de bunlar üzerine kurulmuş pedagojik projeler sanat ile ilişkilendirilebilir; burası kesindir.
... bugün ne eski ideolojilere ortodoks biçimde geri dönüş mümkündür ne onun birtakım simgelerini kullanmak işe yarayabilir ne de bunlar üzerine kurulmuş pedagojik projeler sanat ile ilişkilendirilebilir; burası kesindir.
Yine "sanatın sonu" gelmişti; ama sonu geldiği söylenen
sanat, büyük anlamıyla sınıfsal çatışmalar üzerine kurulmuş, tüm gerilimini
hegemonya ve karşı-hegemonya karşıtlığından kotaran pedagojik ortamın
sanatıydı. ... 1935 yılında Londra Uluslararası Sanatçılar Birliği'nin
düzenlediği "Devrimci Sanat" sempozyumunda yer alan Marksistlerin
büyük çoğunluğu, sanatın devrimci olabilmesinin, onun yalnızca kendi
gerçekliğine bağlı kalabilmesi ile mümkün olabileceğini, bunun tersi bir
durumda, yani sanatın pratik ile doğrudan bağ kurması durumunda, onun
"taşlaşmış" ya da "sabitlenmiş" bir zamana tutsak
düşeceğini söylemişlerdi. ( Bkz. Herbert Read, "What is Revolutionary
Art?", Art in Theory...)
Sanatçıların, 1990'lı yıllara yaklaşıldığında da bir kararsızlık,
bir boşluk yaşadığı açıktır. 1990'lı yılların ortalarına doğru bu kararsızlığın
ve boşluğun yerini hayli belirgin biçimde alan Foucault'cu bir eğilim, sanata,
direnmenin ya da karşı-hegemonya / muhalefet biçimlerinin evrensellikten tekile
doğru kaydığı bir söylem yükledi. (32) Karşı-hegemonya figürünün yerine geçen,
yani sınıfsal-pedagojik işlev üstlenmiş olan "organik figür"ün terk
ettiği alana, anlık ve değişken ya da "tutarsız" tepkiler veren bir
figür çıkageldi ve onun yer aldığı sabit bir düzlem ya da ait olduğu bir taraf
yoktu. ... Bu, sanat için "iyi" bir figürdü. "İyi" idi
çünkü sanatçının önünde artık zaten saptayabileceği, tanımlayabileceği ve
elindeki olanaklarla bir karşı-taarruza girişebileceği, sınıfsal temelde
merkezi bir iktidar bulunmamaktaydı... İşte Foucault’nun dağılıp giden iktidar
nesnesine rağmen, hâlâ küçük iktidar kırıntılarının varlığından söz etmesi ve
bu kırıntıların da "eski" iktidar kadar güçlü olduğunu (üstelik o
"eski" iktidarı besleyen ve bütünleyen şeylerin düpedüz bu dağınık
kırıntılar olduğunu) iddia etmesi, siyaset felsefesinin de iktidar kavramına
bakış açısını değiştiriyordu...
34
Foucault'nun İran Devrimi sırasında öngöremediği ve bu yüzden de susmak zorunda kaldığı bazı durumların varlığına tanıklık ederiz. Bunlardan birincisi, İran Devrimi'nin tekniklerini yeniden biçimlendirip kurumsallaştırdığı ve bunu da tam bir modern devlet yöntemiyle başardığıdır. İkincisi, Foucault'nun feminizm ile yaşadığı sorunlu ilişkinin açığa çıkışıdır. Burada en fazla eleştirilecek durum, İslâm yöneticilerinin, kadının erkek karşısındaki konumu üzerinden yaptıkları "aslında ayrı fakat aynı zamanda da eşit" gibi bir söylemi Foucault’nun hiç sorgulamamış, bunun pratiğe yansımasını bir kez bile izlememiş olmasıdır.
Foucault'nun İran Devrimi sırasında öngöremediği ve bu yüzden de susmak zorunda kaldığı bazı durumların varlığına tanıklık ederiz. Bunlardan birincisi, İran Devrimi'nin tekniklerini yeniden biçimlendirip kurumsallaştırdığı ve bunu da tam bir modern devlet yöntemiyle başardığıdır. İkincisi, Foucault'nun feminizm ile yaşadığı sorunlu ilişkinin açığa çıkışıdır. Burada en fazla eleştirilecek durum, İslâm yöneticilerinin, kadının erkek karşısındaki konumu üzerinden yaptıkları "aslında ayrı fakat aynı zamanda da eşit" gibi bir söylemi Foucault’nun hiç sorgulamamış, bunun pratiğe yansımasını bir kez bile izlememiş olmasıdır.
37
... karşı-hegemonyanın dışlanması, yanıltıcı bir özgürleşme duygusunun ortaya çıkmasına neden olacaktır.
... karşı-hegemonyanın dışlanması, yanıltıcı bir özgürleşme duygusunun ortaya çıkmasına neden olacaktır.
... apaçık olan bir durum vardır. O da ... karşı-hegemonyanın
ortadan kaldırılmış olmasıdır.
41
İnsanlık tarihi üzerine her tür bakış açısının hemfikir olduğu durum, bu tarihin bir zulüm süreci olduğudur. Thedor Adorno, "tarih" denilen şeyi son derece belirgin biçimde "felaketler fablı" olarak tanımlamıştı... [Walter Bejamin'in Tarih Üzerine Tezler'i ve elbette, Ulus Baker'in tarihi bir sorunun çıktığı yer olarak tanımlaması...]
İnsanlık tarihi üzerine her tür bakış açısının hemfikir olduğu durum, bu tarihin bir zulüm süreci olduğudur. Thedor Adorno, "tarih" denilen şeyi son derece belirgin biçimde "felaketler fablı" olarak tanımlamıştı... [Walter Bejamin'in Tarih Üzerine Tezler'i ve elbette, Ulus Baker'in tarihi bir sorunun çıktığı yer olarak tanımlaması...]
42
[Zor kullanma insanın doğası ile ilgili bir durum mu?] ... bir üstünlük elde etmede ya da onu elde tutmada, insanın (çevresindeki diğer insanlara karşı) ilk başvuracağı doğal davranış biçimiydi.
[Zor kullanma insanın doğası ile ilgili bir durum mu?] ... bir üstünlük elde etmede ya da onu elde tutmada, insanın (çevresindeki diğer insanlara karşı) ilk başvuracağı doğal davranış biçimiydi.
"İlerleme"nin "ölüm düşüncesinin ruhlara sinme
süreci" olduğunu vurgulayan pek çok yazar ... vardır. Örneğin Engels
"Sanayi Devrimi'nin, devrim olma niteliğini 1830'da yitirdiğini"
yazmıştı.
45
... "ilerleme" kavramının psikolojik açıdan tarihe
"temiz" geçmesi... ... "felaketler fablı" olarak
adlandırılan zulüm sürecinin, kutsal bir "ilerleme" tarihi halinde
yazıldığına ve iktidarın dayattığı bir biçime dönüştüğüne dikkat etmeli.
46
"bellek silici"
Ф deneyimlerle sabittir
"unutturmayı"
47
Bugün hiçbir faşist, "ilerleme"nin kutsallığının
peşinden gittiği için kendisinin faşist olduğunu kabul etmiyor ya da kendisini
öyle hissetmiyor.
48
Benjamin, toplumların üretim biçimlerinin değişiklikleriyle
karşılaştıkları zamanlarda, bunu, altyapıya oranla üstyapıya çok daha yavaş
aktarabildiklerini vurgular. ... Benjamin'e göre o yeni üretim koşullarını en
iyi kavrayan ve bu yönde koşulları ilk harekete geçiren şey de sanattır. ...
"yeni" teknolojilerin üretim alanında, sanatın "önceki" tüm
estetik kuramların dayanak noktalarını saf dışı bırakması.
49
Yüksek sanat hem iktidar hegemonyalarını hedef alan bir
karşı-hegemonya oluşturuyordu hem de derin bir çelişki ile kendisini altyapıdan
kopuk bir üst-ideolojinin nesnesi yerine koyuyordu; böylece altyapıdaki
değişimler ile üstyapı arasında kurulabilecek bir ilişki elden kaçıyordu.
Üstelik sanat, bir karşı-hegemonya işlevini görürken, dayandığı tek bir somut
neden bulabiliyordu: Sanat piyasasından uzak durmak; 1947 yılında Adorno'nun
tanımladığı "Kültür Endüstrisi"ne karşı koymak. ... Henüz 19.
yüzyılın ortalarında Marx, özerklik niteliğine verdiği önem ile sanatın
piyasa-dışı olması gerektiğine vurgu yapmış ama kapitalist koşullarda bunun
başarılamayacağını yazmıştı.
50
Yüksek sanat yapıtının sanat piyasası ile giriştiği amansız
mücadele her zaman sanat piyasası, dolayısıyla da kapitalist koşullar lehine
sonuçlanmıştır. Fakat söz konusu mücadelede elde tutulabilecek tek şey,
sanatçının özerk niteliğinin korunmasıydı ki bu da yüksek sanatı daha karmaşık
bir tanıma taşımaktan başka bir işe yaramadı... Oysa o yapıt mekândan
ayrıldıktan itibaren sanatçının görevi bitmekte, özerkliği ertelenmekte ve o
sanatçının, kendi yapıtının nerelerde ve ne adına tüketildiğini
denetleyebilmesi olanaksızlaşmaktaydı.
51
Bir yapıtın karşı-hegemonya işlevi yerine getirebilmesi, onun bir
"sanat yapıtı" niteliğinde yaydığı hazzın hissedilebilme gücünden
geçmekteydi ve bu yüzden yüksek sanat büyük ölçüde "eğitim" sonucu
elde edilebilecek "ussal" yetilere bağlandı.
Sanat çoktandır mevcut toplumsal ve ekonomik koşulları
yabancılaştırmaya tabi tutabilme ve kapitalist hazların dışında durabilme
adına, eleştirel mekanizma olarak, "ussallık" taşıyordu ve bir
üstyapı halinde çalışmaktaydı: Yüksek sanat...
52
[Adorno] "... biz nasıl ki devrimi gerçekleştirmek için
proletaryaya muhtaçsak, o da bilgi için bize muhtaç..."
53
Adorno, ... sanatçı, aydın ve proletarya arasındaki sınırların
kalkmasını asla onaylamıyordu. ... bu iki "ucun" birleşebilme hayali,
bir romantizmdi.
Benjamin, ... Adorno'ya göre, proletaryaya "gereğinden
fazla" güveniyor(du).
54
Oysa Benjamin tümüyle romantik sayılmazdı... Yüksek sanatın
"ussallığı" sanatın karşı-hegemonyasını altyapıdan bağımsız biçimde,
yalnızca üstyapıya havale ediyor ve iki "uç" arasındaki etkileşimi
yok ediyordu. ... Teknolojik değişikliklerin üretimi etkilemesi, altyapıdaki
kültürel ortamı değişikliğe uğratsa da bu durumun üstyapıya yansıması, sokağın
pratiğinden uzak ve "tepeden inme" bir üst-ideoloji yüzünden
yavaşlamak zorunda kalıyordu.
55
Adorno'nun o yüksek sanat "aşkını" yaratan ve buna dört
elle sarılmasına neden olan düşüncenin kaynağı neydi? ... eğer yüksek sanatın
iktidara karşı bir "malzeme" olduğunu iddia ediyor ve bu yüzden
savunuyorsa, bu durumda sanatın faşizm ile ilişkisini nasıl açıklayacaktı?
Burada Adorno'yu "elit" bir tavrın savunucusu olarak değerlendirmek
ve proletaryayı kolayca dışladığını, en azından önemsemediğini öne sürmek, onu
tam anlamıyla hafife almak olurdu. Bu çelişkili tavrın bir gerekçesi olmalıydı
ki o da bir ana fikir olarak şuydu: Özgürlüklerin birbirine karıştırılmaması.
Ya da daha önce belirttiğimiz gibi, "mevcut durum" iktidarının
sağladığı özgürlük başka bir şeydi, onu çözümleyip imha edecek bir gücün
gereksinim duyduğu özgürlük daha başka bir şey...
56
... kavramların (örneğin özgürlüğün) çözümlemesini ve ifadesini
başarabilecek bir şey varsa, o da yüksek sanatın estetik dilidir.
Yaşamın her yanına sızan iktidar kırıntıları, kesinlikle yine
yaşamın içinden hareket edilerek temizlenebilir...
Özgürlük kavramının derinine kapitalizmin sızmış olması. Bu
saptama, diyalektiğini yitirmiş siyaset felsefesinin günümüzdeki çıkmazına [bir
yanıt niteliği taşımaktadır].
57
Marx'ın düşünceleri proletarya diktatörlüğü ile sınırlanmadığı
gibi, onun düşüncelerinin hedefi de bu değildir.
Marx'ın hedefi sınıfsız bir toplum ve devletsiz bir dünya
yaratmaktı... İşte emeğin estetikleşmesi ya da başka bir anlamda
"makinelerin estetikleşmesi" ve sanatın ortadan kalkması da bu
topyekûn özgürleşme ve refaha ulaşma aşamasından sonra, yani sınıfsız toplum,
devletsiz dünya düzeyinde gündeme gelecektir.
Estetiğin sanat yapıtından alınıp makinelere devredilmesi, Kant'ın
özerk estetiğinden uzaklaşma anlamına gelir. Bu uzaklaşma, iki ana kanalda yol
almaktadır: Birincisi, sanat, "tek irade"nin özerk eylemi olmaktan
çıkmakta ve kitlenin eylemine dahil olmaktadır ve ikincisi de sanat, üretim
koşullarının dayatmaları karşısında, insanı (insanın saf doğasını ve
varoluşunu) savunan sağlam ve ideal bir kale sayılmamaktadır artık. (58) ... Ne
var ki sanatın sömürüsüz emek sürecinde kitleselleşmesi, ilk bakışta bir
ütopyadan öteye geçmez (Adorno'nun Benjamin'i romantik bulmasının nedeni
buydu). Makinelerin üreteceği estetik henüz çok uzaklardadır; ona erişebilmek
için sınıfsızlaşmış, özgürleşmiş ve refaha ulaşmış kitlenin doğması
beklenmelidir.
59
[Benjamin] ... Marx'ın el becerisine ve yeteneğe bağladığı estetik
anlayışın yerine makine becerisini yerleştiriyordu.
60
... daha önceki [Marksist] tezlerde sanatın hem teknolojik
gelişimler doğrultusunda alacağı biçimlerden hem de sınıfsız toplumun
estetiğinin ne olacağından hiç söz açılmamaktaydı. Marksist anlamda sanat,
yalnızca proletaryanın mücadele biçimleri doğrultusunda ve Marx zamanındaki
koşullar ile algılanıyordu...
... postmodern dönemin, proletaryanın boşalttığı alandan doğduğu
unutulmamalıdır.
61
"olması gereken" tasarım (zihinsellik)
68
... hiç bir tanım pratik gerçekliğin tam karşılığı değildir;
tanımlar doğrudan doğruya bir durumun somutluğunu vermez. ... Metinler bir
yandan ilerlerken, pratik gerçeklikler ise başka bir yerden ilerler.
69
"Egemenlik kendi tebaasını sadece birleştirmez yahut baskı
altında tutmaz, hem onları üretir, hem de onlar tarafından üretilir. Egemenlik
özerk eylem kapasitesi kazandırmayı amaçladığı gövdenin kudretini kendi
bünyesinde toplayarak seferber etmeyi vaat eder." (Wendy Brown'dan
alıntı... Neden Foucault'dan değil?)
71
Eğer kamusal alan, "dağınık özerklikler"den oluşmuş bir
"bütünlüğün" alanıysa (ki onun başka bir tanımı yoktur), bu alanların
hâkim bir güçten bağımsız olduğunu düşünebilmek yalnızca bir hayaldir.
[romantizmdir]
72
Bugün ulus-devletlerin merkezi hâkim gücü yerine, "dağınık
özerklikler"in birliğinden oluşmuş liberal model geçerli; ama bu birliği
sağlayan liberal güç, tüm özerklikleri yaratmayı, onları beslerken onlardan
beslenmeyi (hatta onlar tarafından, yeniden ve yeniden yaratılmayı [Foucault])
ve kamusal alanı denetlemeyi sürdürüyor.
... meşrulaşmış "güçlü kamular" ve onların kurumları,
"zayıf kamular"ın söylemlerini kendilerine mal ederek, içeriklerini
(farklı okuma yöntemleriyle) ustaca değiştirerek, bir dil oyunu ile "rol
çalma"yı alışkanlık haline getiriyor; dahası, varlıklarını bu mal etmeler
ve "rol çalma"lar sayesinde gerçekleştiriyor. Kamusal alan,
"dağınık özerklikler" alanı ya da "ötekiler"in özgürce
karşılaşma alanı olarak gösterilmeyi sürdürüyor; sanat ise kamusal alana
çıkmanın, "ötekiler"e ait bir özgürlük ortamı ile karşılaşmak
olduğunu sanıyor.
73
Günümüzde artık çok alışılmış bir yaklaşım var: Sanatı eleştirmek.
Yerleşik sanat kuramlarına ve dolayısıyla kriterlerine uymayan, hayli
estetiksizleşmiş, yaratıcılığını yitirmiş, ütopyaya ve ideolojiye sırtını
dönmüş, muhalif olmayı bırakmış, evrensel projelerden uzağa savrulmuş,
kendisini tekrarlayıp duran bu lümpen sanatı eleştirmek için fazla düşünmeye
gerek yok. Sanatı şiddetle eleştirenler nasıl bir sanat istiyor? Bunun yanıtı
açıkça şu: 18. yüzyıldan itibaren telaffuz edilmeye başlanan, sanayileşme ve
Aydınlanma kavramlarına göre tanımlanmış özerk bir sanat. Çok belirgin bir
söyleyişle: Özellikle Kant estetiği, Hegel yaklaşımı ve giderek de Marksist
görüşler çerçevesinde "olması gereken" temelinde yapılanmış sanat;
diğer yandan da birtakım klasik yöntemlere (hâlâ) gönderme yapan ve o yöntemler
doğrultusunda hedeflenen değişmez "değerler"e itibar eden sanat; ama
en önemlisi de tüm bu niteliklere bağlı olarak, bir iktidar sisteminin
belirlediği "mevcut durum" gerçekliğinin yerine, alternatif gerçekler
sunabilen (ya da sanatsal gerçekliği bir muhalefet biçimi halinde "olması
gereken" olarak tesis edebilen) sanat.
[Bu durumda lümpenlik kavramı tekrar ele alınmalı]
74
Lümpenlik, çevreyi baştan başa kuşatmış bir
"seviyesizlik" halinde öne sürülmekte ve bundan sürekli şikâyet
edilmektedir. Örneğin televizyon kanallarında, internet sayfalarında ya da
gazete köşelerinde karşılaşılan kaba tavırları üretim dışı kalmış bir kitlenin
ortaya koyduğu "kültürsüzlük" ya da "ahlâk eksikliği"ne
bağlanmakta, kentlilik ile köylülük arasına sıkıştığı söylenen (yani tam olarak
kentli olamayan) bu kitlenin davranışlarının tümü halinde tanımlanmaktadır.
"Majör" dilin bozulmasını lümpenliğe bağlayanlar vardır. Ahlak
yozlaşması da genel kanı içinde lümpenliğe endekslenir.
75
Klişeler arasına sıkışmış, sıradan bir Marksist sanatçının yaptığı
şey, lümpen kesimi hiç hesaba katmaksızın, kendi sınıfının eleştirel gücünü
sağlamlaştırmaktır. O sanatçının lümpenlere "bir şeyler" anlatmak ya
da lümpenlerden "bir şeyler" anlamak gibi bir isteği olamaz çünkü.
Oysa bu bir yanılgıdır ve hem dünya genelinde, hem de Türkiye özelinde
sermaye-emek karşıtlığı sahnesine bakıldığında, ne siyaset ne de sanat işinin
bu kadar basit olduğu kanısına varılabilir.
Şimdi mevcut koşullarda sınıf gerçeğinden uzaklaşmış lümpen
kitleyi (her ne kadar burjuvazi yararına hareket ediyor damgasını çoktan ve
bundan böyle arınamayacak biçimde yemişse de) yalnızca toplum-dışı ya da
emek-dışı olarak tanımlayabilmek mümkün değildir. Yani bu lümpen kitle yalnızca
o hırsızlardan, o yan kesicilerden (vb) mi ibarettir? Emek-dışı tanımlanmış bu
listeye bugün ücretli nüfusu, kayıt-dışı çalışanları, geçici işçileri ve zaman
zaman büyük ya da küçük çaplı krizler ve ekonomik düzenlemeler yüzünden
işsizlikle yüz yüze kalmış kalifiye elemanları da ekleyelim. Tüm bunların işsiz
bırakılma tehdidi ile örgütlenme haklarının ellerinden alındığını, siyasi ve
sendikal güçlerinin ortadan kaldırıldığını elbette ayrıca vurgulamaya gerek
yok. Bu garantisiz kitle kâğıt üzerinde lümpenlerin bir bölümünü oluşturuyor.
Bunları tümüyle emek çevresinin içinde değerlendirmemek
gerekiyorsa da emek-dışı değerlendirebilme olanağı da bulunmuyor.
76
... emek-dışı ve emek-içi görüntü sürekli yer değiştiriyorsa, o
rakamların işaret ettiği kitleye ne ad verilecektir? Öte yandan bu tanımsız
kitle, emek-içi pozisyonda hangi sanatın konusu olacaktır?
... hem sermayenin hem de emek kesiminin ("eski"ye göre)
yeniden çözümlenip [tanımlanması gerekiyor].
77
... bu grubun (lümpen olarak algılanan grubun) emek kesimine dahil
olduğu durumda ise sermaye ile çelişkiler yaşayan karşıt sınıfın (emeğin), onu
tanımlamak adına yaptığı pek bir şey (en azından yeterli bir şey) görünmüyor. Sermaye
karşıtı siyasi tavra ait sanat da buna dahil.
Alışılmış ama hayli klişeye dönüştürülmüş sınıfsal-ideolojik
tanımları ve aynı bağlamdaki estetik biçimleri "es geçmiş" bugünkü
sanatın, bu esneklik doğrultusunda söz konusu lümpenlik problematiğini
algılamada daha elverişli olduğu kanısına varılabilir. sanat içinde yer alan
"majörlüğü bozma", "estetiksizleşme", "sıradanlaşma",
"lümpen kesime yaklaşma" gibi durumların yeni kuramsal açılımlara
yönelmesi, özerk estetik yapılara göre daha elverişli görünüyor.
[yabancı işçiler, göçmenler, "öteki" cemaatler, siyasi
sığınmacılar, sürgünler, işsiz-kaçak gruplar, etnik kimlikler, vb.] dünyanın
siyasi yapısını yeni bir gerilime sokmayı başardılar.
79
Modernist-aydınlanmacı bir anlayıştan kaynaklanan görüş,
"öteki" etkenini hep merkezden bakış açısına göre algılamıştı. O
merkezi algı "öteki"yi kendine dönüştürmeye, onu ıslah etmeye
çalışmış ya da kendi tasavvuruna göre tasarlamıştı.
... yerli vatandaşlar ile bu "öteki" kimlikler nasıl bir
arada yaşayabilecek? Bu sorunlar bir ulus-devlet modelinin ve onun merkezi
iktidar yapısının sorgulanmasına neden oluyor ve sanat organizasyonlarının
mantığının "farklılıklar" üzerine kurulmuş olması da bu bağlamda hiç
rastlantısallık taşımıyor. Dünyanın yeni toplumsal yapılanması ile sanat ve
onun organizasyonları uyum içindedir; bundan kimse şüphe duymasın.
Lümpenleşen sanatın olanaklarını kolayca reddedemediğimiz gibi,
onu kolayca onaylayamıyoruz da. "Öteki"nin sanatı ya da göz alıcı
"farklılık" gösterileri, farklı toplumsal dinamikler üzerine
iyimserlik üretiminin altında son derece derin sorunlar yattığını hissetmek,
paranoyaklık olarak görülmemeli.
82
Türkiye'nin siyasi ve sosyal yapısına baktığımızda, bir yanda
üretim ve tüketim ilişkisi içinde sisteme entegre olmuş bir kültürel yapı,
diğer yanda da toplumun dışına doğru itilmiş, sistemin olanaklarından yeteri
kadar yararlanamayan başka kültürel yapılar ile karşılaşıyoruz. Çevre dediğimiz
şey işte bu "yeteri kadar yararlanamayanlar" yönünden tanımlanıyorsa,
o tanımın içine radikal İslami kesim, Kürtler, yoksullar, kimi Anadolulu
gruplar, cinsel kimlikler vb giriyor. Bunların oluşturduğu çevre (artık bugün
iyice hızlanan bir hareketle) yaklaşık elli yıldır merkeze doğru akıyor, orayı
işgal ediyor ve merkez üzerinde bir baskı kuruyor.
83
Sanata siyasi çerçeveden bakarsak, çevrenin, farklı kültürlerin,
farklı kimliklerin, onların farklı renklerinin, merkezdeki sanat organizasyonlarının
meşruluk alanlarına doğru aktığını görebiliriz. Kökten unsurların ehlileşerek,
sanata müdahil oluşudur bu durum.
84
Çevre unsurları merkeze doğru hareket ederek ve merkezi yapıya
ortak olarak, bu iktidarın sorgulanıp değişmesine neden oluyor ama bu arada
çevrenin kendisi de bölünüyor. O çevrenin bir ehlileşen ve meşrulaşan yanı, bir
de kendi "yer"inde, kendi köktenlik alanında kalan diğer yanı meydana
geliyor.
86
[Şener Özmen] "Sizce bulunduğum noktadan dünya sanatını
etkilemem mümkün mü?"
87
Yeniden-üretim üzerine kurulu bir iktidar. Yani mevcut olan
aydınlanmacı, ıslah edici, kendine dönüştürücü, öğretici ve bilinç taşıyıcı
otoriter/hegemonik merkezi yapının, kendisini bizzat bozmasıyla,
"öteki" ile karşılaşıp kendisini ister istemez sorgulamasıyla,
dahası, "öteki"yi de (ehlileştirip) içine çekmesiyle doğan yeni
siyasi alanın iktidarı... Hegemonyanın, karşı-hegemonyaya evrilmiş (ya da bu
ikisinin çakışmasını söylem edinmiş) halinden doğan bir iktidar...
88
Merkez dediğimiz şey, söylem farklılıklarını birbirine benzetmek
için uğraşmakta olsa da o farklılığın talebi doğrultusunda yeni bir dil
oluşturmaya da mecbur kalıyor. Böylece merkezi iktidarın yerine gelen yeni
iktidarın artık hayli eklektik, hayli esnek bir iktidar yapısına dönüştüğü
açıktır.
89
"Olması gereken" ile ilgilenmeyen, ütopya taşımayan,
çıplak bir meta iktidarıdır aynı zamanda bu. Sanat o halde bu çıplak meta
iktidarının araçları arasında hareket etmek zorundadır.
93
[Atina eylemleri, 2008] Bu durum pekâlâ Foucault tarzı "kendiliğinden
eylem türü"nü çağrıştırıyordu.
... bu hareketin sosyalizmi ne kadar beslediği ya da ne kadar
besleyebilme kapasitesinin olduğu [sorusu]...
95
Fakat "yeni halk kitleleri"ne (Atina eylemlerini
gerçekleştiren kitleye) bakıldığında, bunların çoğunun [tanımsız] işsiz olduğu
ve sınıfsal açıdan son derece kaygan bir düzlemde durduğu, hatta düpedüz lümpen
bir karakter taşıdığı görülüyordu.
96
Öyle ki bu kaygan düzlemdeki kitle, bir "Karşı
Saldırı"ya hazırlandığı bir sırada, "çıkara yönelme" pozisyonuna
da geçebilir.
97
[sosyalist çevreleri tedirgin eden konu] Meydanlara dökülen
gençlerin ayrışıklığı.
98
[hakim sistem ve sosyalist çevrelerin ortak sorusu] Eylemler bu
genç ve siyaset-dışı kalmış kitle tarafından nasıl bu kadar çabuk ve kolay
örgütlenebilmişti?
99
Öyleyse onlardan ne bekleniyor? Bilinçlenmeleri.
Daha 1970'lerden itibaren Foucault kaynaklı bir düşünce çerçevesinde
tartışılmaya başlanan bir konuyu anımsatmalı: Aydınlar kitleye bilinç taşımalı
mı yoksa kitle kendi bilincini eylemlerde mi bulmalı?
100
Türkiye'deki çoğunluk, tarihsel bir alışkanlık olarak devleti
kutsuyor ve o "kutsanmış devlet" ile hükümet kavramı arasında bir
birliktelik görüyor.
110
BDP'nin eylemler sırasında çekimser, hatta kuşkuyla izleyen bir
pozisyon alması, bir yandan AKP ile stratejik bir ortaklık kurduğunu
vurgularken, diğer yandan BDP'nin Türkiye genelinde AKP'ye karşı bir iktidar
mücadelesi vermediği de iyice belirginleşiyor ve bu partinin yalnızca kendi
bölgesine dair yararları gözettiği görüntüsü yeniden ortaya konuluyordu.
111
Geçici olarak paylaşılan iktidarlar sistemi ya da geçici olarak
kurulan "ortak yarar" stratejilerinin dağınık, ele avuca gelmez
iktidar yapısı, en önemlisi de, sistem değişikliğini öngören "olması
gereken"in ortadan kalktığı, onun yerini "mevcut durum"un
geçici, değişken taleplerinin ve stratejilerinin aldığı bir siyaset yönetimi.
Yukarıda örnekleri verilen yeni eylem biçimlerinin (hatta bunlara,
1999 yılında Seattle'da başlayan "Dünya Sosyal Forumları"nı ve 2002
yılında Floransa'da başlayan "Avrupa Sosyal forumları"nı biçimlendirmiş,
Zapatist hareket gibi Latin Amerika tipi eylemleri de eklemeliyiz) bir
karşı-hegemonyadan ve onu yaratacak bilinçli ve ahlaki planlardan yoksun oluşu,
dolayısıyla da (sanki) "mevcut durum"un içine sıkışıp kalması, söz
konusu eylemler üzerinde kuşkulu bir yaklaşımın doğmasına yol açtı.
114
... Kürt siyaseti, bir devlet içinde sınıfsal bir mücadelenin
ötesinde, doğrudan ulus-devlet sistemi ile mücadele ve toplumsal özerklik
bağlamında kurulmuştur...
116
Eğer Kürt siyaseti, tavrını tüm unutulmuş, dışlanmış kitleler üzerinden
uygulamaya koysaydı, belki de bu siyasetin Zapatist EZLN modeli ile uyumlu bir
"sol" hareket olduğu kanısına varılabilirdi.
118
[Foucault'cu bir bakış] ... eylem sırasında oluşacak kuram...
119
Aydının bir işlevi olacaksa, bu, o kitleye bilinç taşımak değil,
kişilere anlık çözümleme araçlarını sağlamaktır. Yani geçici kuramlar üretmek
ve eylem sırasında bir kuramdan diğerine geçişi sağlamak:
"Bir teoriye geri dönülmez. Ancak başka teoriler üretilir,
başka teorilerin üretilmesi gerekir." (Deleuze, Issız Ada ve Diğer
Metinler, Bağlam 2009)
[operasyonel tanım]
[Stanislavski]
121
[Foucault'nun iktidarı] ... yalnızca dışarıdan bedene girmiş bir
şey değil, bedenin ürettiği bir şeydir de. "Bilinç" denilen ise
Aydınlanma düşüncesi ile bir "bilgi ideolojisi" sonucunda doğmuştur
ki bu da aydınların belagat gücünü oluşturur. ... "gerçek" bir
bilinçten söz edilecekse, doğrudan kitlelerin eylemlerine bakmalıdır.
"Özne" denilen şey, "birey" denilen şeyin bir tabiiyet
altına girmesidir.
122
"Özne, bireyin anlaşılabilirlik kazanması ve bunu yeniden
üretebilmesi için gereken fırsat, bireyin varlığının ve failliğinin dilsel
koşuludur. Hiç bir birey tabi olmadan [subjected] ya da özneleşme süreci
yaşamadan özne olamaz" Judith Butler
"Özne kendi hikayesini anlatabilmek için kendinden vazgeçer
ama bu hikayeyi anlatırken, anlatı işlevinin önceden açık ettiği şeyin ne
olduğunu araştırır." [Butler]
Bu alıntının da akla getirdiği şudur: Özne etkinliğini, yani
iktidarını ortaya koyabilme sürecinde, kendinden vazgeçmişliğini de ortaya
koyar; bu, içine sızmış olan (ve kabullenmiş olduğu) iktidara rağmen "bir
şeyler anlatmayı denemek anlamına gelir ve böylece özne her ne anlatacaksa,
öncelikle iktidar ile kurduğu bu açmaza göndermede bulunmalıdır (kendisini,
sanki başka biri anlatıyormuşçasına). ... öznenin hep bu madunluğu dile
getirmekten başka bir çaresi bulunmamaktadır.
125
Bugün kişinin iki iktidar biçimini de içselleştirdiği önde
sürülmektedir. Bunlardan daha görünür (ve daha "eski") olanı,
kapitalist koşullara tabiiyettir. İkincisi ise (Friedrich Nietzsche'nin
"güç iradesi" tezinden ilham alan) kişinin varoluş koşulu olarak
iktidarı arzular niteliğidir.
127
Özne dışarıdan dayatılan bir iktidara tabidir ve onun karşısında
madundur; özne bunu onaylayarak ve buna baş eğerek kendisini var edebilmiştir,
burası tamam. O halde öznenin tüm etkinlikleri bu madunluğun bir sonucudur,
burası da tamam. Ama yine de eylemde bulunan öznenin hep tabi olduğu iktidarın,
kendi adına (bir "güç iradesi"ni andırı halde) arzu ettiği iktidar aynı
olmamalıdır.
"Özneyi hayata geçiren iktidar [dışarıdan dayatılan iktidar]
öznenin eylemini teşkil eden iktidar olmayı sürdüremez." (Butler).
128
Hegel, "insansal" olma özgürlüğünü bir iradeye bağlar;
kişi önce "insansal" olmayı istemeli ve kendisini hayvansallıktan
ayırmalıdır. "İnsansal" olmanın tek koşulu da yaşamsal-biyolojik
gereksinimlerin dışına yönelmektir.
"Hayvan için en yüksek değer, hayvansal hayattır. Hayvanın
bütün istekleri, aslında, hayatını korumaya ilişkin isteğine bağlıdır. Öyleyse,
insansal isteğin, bu koruma isteğine üstün gelmesi gerekir." (Hegel'den
aktaran Alexandre Kojéve, Hegel Felsefesine Giriş, Çev. Selahattin Hilav, Yapı
Kredi, 2001, s. 83).
129
"İktidar" denilen şey, tek bir sözcük ile tanımlanıyorsa
da (aslında bu, dilin bize oynadığı bir oyundur) özneyi mümkün kılan iktidar
ile öznenin o iktidara direnme iktidarının, aynı şeyler olmadığı iddia
edilmektedir.
142
Sanatın kendine ait gücü, iktidarın gücüne muhtaç olmakta, böylece
kendi gücünü iktidara dönüştürmektedir (bu, zaten sanat adına hep tarihsel bir
sorun olarak kalmıştır). ... bu yüzden bugün çemberin dışından, yani hâlâ
kalmışsa ya da algılanabiliyorsa, "çevre"den konuşabilmenin önemi
büyüktür. Tersi bir durumda, sanat ile iktidarın birbirini çoğaltma süreci,
çemberin içinde ve "direnme" adına, sonsuza kadar
ilerleyecektir. -> Mardinli sanatçı
Fatih Tan...
145
[Gezi Parkı Eylemleri] Kendiliğindenlik, örgütsüzlük, değişkenlik
ve en önemlisi de ideolojilerden bağımsızlık. ... her özne, genele yayılmış bir
iktidarın içinden ama "ikircikli" durumundan damıttığı iktidarıyla
direnmekteydi. ... meydanlarda yapılanlar, zorunluluk anlarında kolektif olarak
ortaya çıkan, paylaşılan, gerektiği gibi üretilip gerektiği gibi tüketilen,
gerektiğinde de ansızın ve koşullara göre biçim değiştirmeye uygun, kozmopolit,
anonim şeylerdi.
Özne, direniş ile Butler'in kastettiği biçimde, kendisinden
vazgeçmeyi başarmış, yani arzuyu denetim altında kullanmaya başlamış ve böylece
kendi failliğini, failliğinin de söylemini bulmuştur. ... Eylemde üretilen,
öznenin özgürleşmiş yanından yükselen direnişin üretilmesidir; onun yanına
direniş iddiasındaki hiçbir sanat yapıtı yaklaşamaz.
146
Biliniyor ki sanatın direnişi yalnızca meydanlardaki direnişten
ibaret kalmaz; fakat bununla birlikte, siyasete doğrudan ortak olduğu ve pratik
ile ilişkisini (hiç olmadığı kadar) güçlendirdiği düşüncesini savunan sanatın,
meydanların dışına çıktığındaki etkinliği ve ona bağlı söylemi, bir kez daha sistem
ile karşılıklı dönüşmeye girmekten öteye geçmez. Bu anlamda yapılanmış bir
sanat, eylemler dışında iktidara karşı direndikçe (onu dönüştürme
mekanizmalarından biri olarak tanınsa da) bu dönüşmelerin ve dönüştürmelerin
sonu gelmeyecektir.
152
[Foucault] "... aydının rolünün, insanlığın evrensel
değerlerini temsil etmek ya da yalnızca bununla ilgilenmek olmadığını
düşünüyorum. Bunun yerine aydının sorumluluğu belirli nesnel alanlarda,
bilginin ve bilimin işe dahil olduğu alanlarda çalışmak ve günümüz
toplumlarında bilginin ve tekniğin bu alanlardaki rolünü çözümleyip
eleştirmektir."
Foucault'nun aydını, daha farklı bir göreve gönderilir: O, bilimin
siyasi sonuçlar üreten yanını inceleyecek, denetleyecek, bilgi ve teknikten
yaratılacak bir ideolojinin sürekli eleştirisini gerçekleştirecektir.
156
Hayaletler alanına el atan, daha açık bir söyleyişle, muhalefete
karşı ilkeler, öğretiler ve hareket yöntemleri bağlamında yeni bir cephe açan
iktidar, bu kez de devreye yeni silahlar sürer: Kültürel silahlar, medya
silahları, eğitim silahları (ki okullar olduğu ölçüde, aile de bu silahlardan
biridir), inanç silahları, vb... İşte tüm bunlar iktidarın kullanımına açık
olarak beklemektedir.
158
... bugünün dağılmış, yok olmuş sınıfsal ilkeleri...
"sınıfsız Marksist devlet"
Büyük ulus-aşırı şirketler, holdingler, finans kuruluşlarına bağlı
vakıflar vb küresel süreçte "Marksist devlet modeli"nin sahipleridir;
buna itiraz edilecek bir düzlem kalmamıştır.
159
En net biçimde Umberto Eco'nun tanımladığı gibi, "metnin
niyeti" ortadan kaldırılmışsa, metnin sahibi de neoliberal siyasete
"transfer" edilebilir pekâlâ...
160
19. yüzyıl Avrupası'nın hâkim sınıfları, komünizm hayaletinden çok
korkmuşlardı ama bugün, o hayaleti ustaca yaratan Marx'tan hiç korkmuyorlar.
Çünkü içeriğini yitirmiş dil, ehlileşmiş hukuk ve iktidar aygıtlarının kendisi
olmuş devlet, çarpıtılmış metinler sayesinde her şeyi "sevimli
hayalet"lere dönüştürüyor...
161
"Eski" iktidar yok olmuşsa da bugün düpedüz şiddetinden
tanıdığımız ve çözümlemeye gereksinim duyulan başka bir iktidarın olduğunu
biliyoruz. En azından bu düşü kurabilmek için, kuramın ve sanatın, sokak
pratiğine göre daha üstün yetenekleri bulunuyor...
.
.
.
.