21 Eylül 2019

Giorgio Agamben - Tanık ve Arşiv

.
.
.

melih apa  -  görünmez sergisinden
tanık,  karışık teknik, 103 x 92 x 8 cm. [detay], 2017 mersin

.
.




Türkçe’de Giorgio Agamben
1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul





Tanık ve Arşiv  1998


Auschwitz’den Artakalanlar

Giorgio Agamben

(Çev. Ali İhsan Başgül), dipnot yayınları, 2017 Ankara



İçindekiler
Önsöz                                                             11
Birinci Bölüm: Tanık                                     15
İkinci Bölüm: Muselmann                            43
Üçüncü Bölüm: Utanç ya da Özneye Dair    91
Dördüncü Bölüm: Arşiv ve Tanıklık             143



Önsöz

12
aporia  Antik Yunan felsefesinde nesnenin kendisinde veya kavramındaki bir çelişkiden ileri gelen, çözülmesi güç bir probleme, bir düşünce faaliyetinde söz konusu aşılamaz çelişmeye verilen ad.


Birinci Bölüm: Tanık

15
Kampta bir tutsağı hayatta kalmaya itebilecek nedenlerden biri bir tanık olma düşüncesidir.

17
Latince’de “tanık” anlamına gelen iki sözcük vardır. Birinci sözcük (İngilizce’deki testimony -tanıklık- sözcüğünün kökeni olan) testis, etimolojik olarak, bir duruşma veya davada iki hasım tarafın karşı karşıya gelişinde üçüncü taraf konumundaki kişiyi (terstis) ifade eder. İkinci sözcük superstes ise, bir şeyi yaşamış, olayı başından sonuna bizatihi kendisi yaşamış olduğu için buna tanıklık edebilecek kişiyi belirtir. Levi’nin (hayatta kalmış bir Auschwitz mahkûmu) üçüncü taraf olmadığı açıktır; o her anlamda hayatta kalmış [superstite] biridir. Ama bu aynı zamanda, olguların bir duruşmaya intikali durumunda, onun tanıklığının hiçbir katkısının olamayacağı anlamına da gelir (bunun için yeterince tarafsız değildir; o bir testis değildir).

Hiçbir grup diğerinden daha çok insan değildi.
Kurban da cellat da aynı derecede alçaktır; kamplardan alınan ders, aşağılığın kardeşliğidir (Levi).

18
Belirleyici olan nokta, basitçe, iki şeyin bulanıklaşacak biçimde birbirine karışmasının önüne geçmek ve hukukun soruyu tüketebilir olduğu varsayımından uzak durmaktır. Hakikatin hukuki-olmayan bir öğesi vardır, öyle ki quaestio facti (maddi mesele) asla quaestio iuris’e (hukuk meselesi) indirgenemez. Hayatta kalanı ilgilendiren de tam olarak budur: Bir insan eylemini hukukun ötesine taşıyan, onu radikal bir biçimde Yargılama’nın dışına çeken her şey. “Her birimiz, nedenini bile bilmeden, yargılanabilir, suçlu çıkarılabilir ve cezalandırılabiliriz” (Levi).

En yaygın yanlışlardan biri de -üstelik bu yalnızca kamplarla ilgili tartışmalarda yapılıyor değildir- etik kategoriler ile hukuksal kategorilerin örtük bir şekilde birbirine karıştırılmasıdır (daha da kötüsü, hukuksal kategoriler ile teolojik kategorilerin birbirine karıştırılmasıdır ki bu, yeni bir teodiseye yol açmaktadır) [teodise   kötülüğü tanrıdan bağımsız gösterip tanrıyı dünyadaki kötülüklerden soyutlama yöntemiyle savunmaya çalışma; iyiliğin olabilmesi için kötülüğün gerekli olduğunu ileri süren felsefe]. Ahlaksal ve dinsel yargılarımızda başvurduğumuz kategorilerin neredeyse hepsi, bir şekilde hukuk tarafından kirletilmiştir: suçluluk, sorumluluk, masumiyet, yargı, bağışlama... Bu durum, belirli tedbirler almadan bu kategorilere başvurmayı güçleştiriyor. Hukukçuların çok iyi bildiği gibi, hukukun amacı adaleti sağlamak değildir. Hakikatin gerçek kılınması gibi bir amacı da yoktur hukukun. Hukuk, hakikatten ve adaletten bağımsız olarak, sırf yargı peşindedir. Yargının gücü bunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır; öyle ki adil olmayan bir hüküm bile kendisinde yargının gücünü barındırmaktadır. Hukukun nihai ereği, bir kesin hüküm’ün üretilmesidir; öyle ki bu kesin hükümde hüküm, yanlışlığına ve adaletsizliğine rağmen hakikat addedilerek, hakikatin ve adil olanın ikamesi haline gelir. Hukuk, olgu mu kural mı olduğuna karar verilmesi olanaksız olan bu melez ucube sayesinde huzur bulur; hukuk kesin hükmünü ortaya koyduktan sonra, daha ileriye gidemez.

19
[Kafka’nın Dava’sı...] Dava’ya ilişkin sayısız yorum öne sürülmüştür [modern bürokrasi, bilinmeyen Tanrı olarak mahkeme, Kafka’nın suçluluk duygusu, vb.]. Hukukun salt bir dava biçiminde belirdiği bu kitabın, hukukun doğasına dair derin bir içgörü içerdiğine ise pek az dikkat çekilmektedir: Genel kanının aksine, hukukun yargısal niteliği kural olma niteliğinin çok önündedir; bu nedenle de hukuk bir ‘dava’ olarak belirir. ... “Mahkeme senden hiçbir şey istemiyor. Geldiğin zaman sana kucak açıyor; gideceğin zaman seni serbest bırakıyor.” Hukuki düzenlemenin nihai ereği yargıya varmaktır; ama yargı ne cezalandırmayı ne de yüceltmeyi, ne adaleti sağlamayı ne de hakikati ortaya koymayı amaçlar. Yargı kendi içinde bir erektir... Davanın gizemi.

20
Yargının bu öz-gönderimli doğasından çıkarılabilecek sonuçlardan birisi de cezanın yargının ardısıra gelmediği, tersine yargının kendisinin ceza olduğudur [cezasız yargı yargı değildir]. ... Bu aynı zamanda, “beraat kararının adli bir hatanın itirafı olduğu”, “herkesin kendi içinde masum olduğu”, ama hakiki anlamda masum olan tek kişinin “beraat eden kişi değil, hayatını yargısız geçiren kişi olduğu” anlamına gelir (Alıntılar İtalyan yargıç Sebastiano Satta’ya ait).

22
Levi’nin Auschwitz’de yaptığı eşsiz keşif, sorumluluğun her türlü inşasından bağımsız bir bölgeyle ilgilidir; Levi bu bölgede yeni bir etik öğe benzeri bir şeyi ayırt etmeyi başarmıştır. Levi bu alanı “gri bölge” olarak adlandırır. Burası “kurbanla celladı birbirine bağlayan uzun zincirin” gevşediği, ezilenin ezene dönüştüğü, celladın kurban olup çıktığı bir bölgedir. İyi ile kötünün ve bunların yanı sıra geleneksel etiğin bütün madenlerinin eriyerek kaynaşma noktasına geldiği gri, kesintisiz bir simya...

Dolayısıyla burada söz konusu olan, iyinin ve kötünün ötesinde değil, aksine, deyim yerindeyse iyinin ve kötünün berisinde konumlanmış bir sorumsuzluk bölgesi ve “impotentia judicandi”dir (yargıda bulunma iktidarsızlığı). Levi, simetrik bakımdan Nietzsche’ninkine karşıt bir jestle, etiği, içinde düşünmeye alıştığımız alanın berisine yerleştirir. ... “alt-insan”ın bizim için “üst-insan”dan daha önemli olması gerektiğini duyumsarız.

“Sorumluluk” sözcüğünün kökeni olan Latince spondeo fiili, “birisi (ya da kişinin kendisi) için birisi nezdinde bir şeyin kefili olmak” anlamına gelir. Nitekim, evlilik sözü verilirken baba, damat adayına kızını eş olarak verme taahhüdünü ifade etmek (bundan sonra kıza sponsa [nişanlı] denirdi) ve evlilik gerçekleşmezse tazminat güvencesi vermek için spondeo derdi. Aslında eski Roma hukukunda, haksız bir fiilin tazmin edilmesinin veya bir yükümlülüğün yerine getirilmesinin teminatı olarak özgür bir insanın kendisini rehine bırakması -yani, obligatio [borç, taahhüt] teriminin türediği bir tutukluluk hali- geleneği vardı. (Sponsor [vaatte bulunan kimse; borçlu, kefil] terimi, bir sözleşmenin ihlali durumunda gereken hizmetin yerine getirilmesi için kendisini vaatte bulunan reus [borçlu] yerine koyan kişiyi işaret eder.)

24
[Eichmann’ın savunma tarzı], avukatı Robert Serviatus tarafından açıkça şöyle dile getirilmişti: “Eichmann kendisini Tanrı’nın nezdinde suçlu hissediyor, yoksa hukukun değil.” ... [Tanrı, daha yüce bir anlam barındırandır]

25
... zorunlu yasal sonuçlarını üstlenmeden siyasi ve ahlaki sorumluluk üstlenmek, her zaman güç sahibinin kibrini göstermiştir.

Seküler etik, hukuksal kategorileri yüce etik kategoriler konumuna yükseltip, böylelikle hukuk etiğinin alanlarını geri dönüşsüz biçimde allak bullak ettikten sonra bile, hâlâ kendi distinguo’sını [ayrım] sürdürmek istiyor. Fakat etik ne suçluluğu ne de sorumluluğu tanıyan bir alandır; Spinoza’nın da kavradığı gibi etik, mutlu hayat öğretisidir.

26
“Gri bölge”nin en uç figürü Sonderkommando’dur. Gaz odalarını ve krematoryumları idare etmekle yükümlü olan bu Yahudi tutsaklar grubundan söz ederken, SS’lerin kullandığı örtmece “özel ekip”ti. Bu ekiptekilerin görevi çıplak tutsakları gaz odalarına ölüme götürmek ve kargaşa çıkmasını önlemekti; sonra hidrosiyanürasitle pembe-yeşil bir renge dönüşmüş cesetleri dışarı çıkarıp suyla yıkamaları; vücutların herhangi bir girintisinde veya deliğinde değerli bir madde saklı olup olmadığını kontrol etmeleri; cesetlerin altın dişlerini sökmeleri; kadınların saçlarını kesip amonyum kloritle yıkamaları; cesetleri krematoryuma taşımaları; yakılarak kül haline gelmelerine nezaret etmeleri; son olarak da kalan külleri fırınlardan boşaltmaları gerekiyordu. Levi şöyle yazar:

Böylesine uç boyutta bir mahrumiyet yaşamış insanlardan hukuksal anlamda bir tanıklık etmelerini kimse bekleyemez, onlardan ancak aynı anda hem yakınma hem küfür, hem kefaret hem de kendini haklı çıkarma ve yeniden eski haline dönme çabası olan bir şey beklenebilir... Bu ekipleri düşünüp örgütlemek Nasyonal Sosyalizmin işlediği en şeytanca suçtur.

27
Soykırımların artık bittiğini düşünebiliriz belki -her ne kadar orada burada, bizden çok da uzak olmayan yerlerde yaşanıyor olsalar da hâlâ. Ama o maç hiç bitmez; kesintiye uğramadan sürer gider. Zaman tanımayan ve her yerde var olan “gri bölge”nin kusursuz ve ezeli damgasıdır. Kurtulanların büyük ıstırabı ve utancı bu yüzdendir.

Bizim utancımız da bu yüzdendir; kampları bilmediğimiz halde, yine de nasıl olduğunu anlamadan, stadyumlardaki her maçta, her televizyon yayınında, gündelik hayatın normalliği içinde kendini tekrarlayan bu maçın seyircisi olanların utancı. Bu maçı anlamayı ve durdurmayı başaramazsak asla umut olmayacaktır.

Yunanca’da şahit (tanık) sözcüğünün karşılığı martis, yani şehittir. İlk kilise babaları, zulmedilen Hıristiyanların ölümünü -böylece onlar kendi imanlarına şahitlik (tanıklık) etmişlerdir- ifade etmek için martis sözcüğünden martirium sözcüğünü türetmişlerdir.

28
... şehitlik öğretisi anlamsız bir ölüm skandalını, sadece saçmalık addedilebilecek bir infazı (ölümü) haklı çıkarır. Sine causa [sebepsiz] olduğu belli olan bir ölüm karşısında Luka ve Matta’ya başvurmak şehitliği kutsal bir emir olarak yorumlamayı ve böylece, akıldışı olana bir gerekçe bulmayı mümkün kılar.

30
... Yunanca holokaustos bir sıfattır ve “bütünüyle yanmış” demektir.

[günah sunusu, esenlik sunusu, yakmalık sunu ve tahıl sunusu]

31
... ‘holocaustum’ teriminin anlamı genişletilmiş ve Hıristiyan şehitleri de içerecek bir metafor olarak kullanılmıştır.

“Holocaust” teriminin anlamsal göçü... terim, resmi olmayan dil evrenlerinde, giderek “kutsal ve yüce güdülere tam bir kendini adama ile canını feda etme” anlamını kazanmıştır.

32
[holocaust: özveri]

33
... terim, krematoryumla sunak arasında kabul edilemez bir eşdeğerlik ima etmekle kalmaz yalnızca, daha en baştan Yahudi-karşıtı bir anlamsal mirasın da taşıyıcısı olur. Bu yüzden bu terimi hiçbir zaman kullanmayacağız.

[Levi:] Bu satırları yazdığım şu ana kadar, Hiroşima ve Nagasaki dehşetine; Gulag utancına; büsbütün saçma, kanlı Vietnam savaşına; Kamboçya’daki ulusal kıyıma; Arjantin’deki kayıplara ve tanık olduğumuz onca vahşi ve aptalca savaşa karşın, ne kapsam ne de nitelik açısından, Nazi toplama kamplarının yine de bir benzeri yoktur.

Fakat neden anlatılamaz olsun? Neden soykırıma gizemli bir saygınlık bahşedilsin?

34
Aziz John Krisostom M.S. 386 yılında Antakya’da Tanrı’nın Akıl Ermez Doğası Üstüne adlı incelemesini yazmış... [Anlatılamaz, konuşulamaz, yazılamaz, Tanrı’nın kavranılamazlığı, vb.]

[“dinsel sessizliğe uymak” anlamına gelen euphemein, alçakgönüllülük ya da nezaket nedeniyle söylenemeyen asıllarının yerine kullanılan terimleri ifade eden modern “euphemism” [örtmece] sözcüğünün kökenidir.]

36
Sonuna vardırılan yıkımı, tamamlanan işi kimse anlatmadı, tıpkı kimsenin kendi ölümünü anlatmak için geri dönmemesi gibi. Kağıt kalemleri olsaydı bile dibe vuranlar, boğulanlar tanıklık etmeyecekti çünkü ölümleri bedensel ölümlerinden önce başlamıştı. [Levi]

Ama burada tanıklığın değeri aslında içerdiği eksiklikte yatar; tanıklığın tam merkezinde tanıklık edilemeyecek bir şey bulunur ve bu da hayatta kalanı tanık olmanın otoritesinden yoksun bırakır. “Asıl” tanıklar, “tüm tanıklar”, tanıklık etmeyenler ve edemeyecek olanlardır. ... Boğulanların söyleyecek bir şeyi yoktur, verecekleri bir ders veya aktarabilecekleri bir anıları yoktur. Onların “hikayeleri”, “yüzleri”, hatta “düşünceleri” bile yoktur. Onların adına tanıklık etme görevini üstlenen kişi, tanıklık etmenin olanaksızlığıyla tanıklık etmesi gerektiğini bilir.

37
... “tanığı olmayan olay” olarak Shoah kavramı... Shoah iki anlamda tanıkları olmayan bir olaydır: öncelikle, olaya içeriden tanıklık edilemez -çünkü hiç kimse ölüme içeriden tanıklık edemez ...- ve ikinci olarak dışarıdan da tanıklık edemez -çünkü “dışarıdaki” tanım gereği olaydan dışlanmıştır.

38
deux ex machina    “makineyle inen tanrı”; Eski Yunan ve Latin tiyatrosunda bir tanrının olay örgüsündeki düğümü çözmek üzere tam zamanında ortaya çıkması (ç.n.).

40
Belki de bu anlamda her sözcük, her yazı tanıklık olarak doğmuştur. Tanıklık edilen şeyin bir dil ya da yazı olamamasının nedeni budur. O, ancak hiç kimsenin tanıklık etmediği bir şey olabilir. Ve bu boşluktan yükselen sestir: insanın ancak tek başına kaldığında konuştuğu dil-olmayandır; dilin karşılık verdiği, içinde dilin doğduğu dil-olmayan. Hiç kimsenin tanık olmadığı bu şeyin doğası üstüne, bu dil-olmayanın üstüne düşünülmesi gerekir.


İkinci Bölüm: Muselmann

43
Tanıklık edilemez olanın, yani hiç kimsenin tanıklık etmediği şeyin bir adı vardır. Kamp dilinde bunun adı, der Muselmann, yani “Müslüman”dır.

Kendi umutları tükenen, arkadaşlarının da umudu kestiği, kamp dilinde adına Muselmann dediğimiz tutsağın bilincinde artık iyi ve kötü, onurlu ve alçak, mantıklı ve mantıksız ayrımına yer yoktur. O artık son çırpınışlarını sürdüren bir fiziksel işlevler yığını, güçbela yürüyen bir canlı cesetti. Bizim için ne kadar zor olursa olsun, onu değerlendirmelerimizin dışında tutmalıyız. [Améry].

mumya-adamlar... yaşayan ölü grubu...

45
Vücut ısısı genellikle 36,5 derecenin altına düştüğü için sürekli titrerdi. Uzaktan gören biri böylelerini namaz kılan Araplara benzetirdi.

46
... bütün Müslümanların hikâyesi aynıdır, daha doğrusu bir hikâyeleri yoktur: denize dökülen dereler gibi dibe doğru gidiyorlardı. ... içlerindeki o tanrısal kıvılcım ölmüştür, gerçekten acı çekemeyecek kadar boşalmıştır içleri. [Levi]

47
Allah’ın iradesine katıksız şartsız teslim olan kişi. ... -koşulsuz bir kaderciliğin insanları-...

... Doğuya özgü şekilde bağdaş kurma, yüzlerin maske gibi donuk olması...

49
Betthelheim’a göre Muselmann asla klinik bir kategoriye indirgenemez. Uç durumda risk taşıyan şey “bir birey olarak canlı ve değişmeden kalmak” koşulu olduğu için, Muselmann bir anlamda insanın insen-olmayana dönüştüğü ve klinik tanının yerini antropolojik analize bıraktığı değişken eşiğin belirtisidir.

51
... Karl Barth, insanların kendilerini bir uç duruma uyarlama konusunda çarpıcı bir beceriye sahip olduklarını gözlemlemiş ve uç-durumun artık saptayıcı bir kriter olma işlevi taşıyamayacağı sonucunu çıkarmıştır.

Bütün tanıklar, hatta en uç-koşullara boyun eğenler bile (örneğin Sonderkammando üyeleri), sınır durumun akıl almaz bir biçimde alışkanlık haline gelişini hatırlatıyorlar (“bu işi yapan insan ya ilk gün delirir ya da buna alışır”).

53
1945 - Bergen-Belsen - İngiliz filmi

Toplu mezara yığılmış ya da eski kamp muhafızlarının omuzlarında taşınan binlerce çıplak cesedin... bunlara hiçbir koşulda “ceset” ya da “kadavra” denmiyordu, bunlardan basitçe Figuren, yani piyon veya kukla olarak söz ediliyordu).

55
Levi’nin Muselmann’ı tanımlamak için kullandığı ifadelerden biri de “Gorgo’yu görmüş olan”dır.

[Gorgo] Yılan saçlı, kendisine bakanları taşa çevirip öldüren ve Persus’un ancak Athena’nın ardımıyla, onu görmeden başını keserek öldürebildiği korkunçdişi yaratık.

Ölümcül olduğu için bakılması yasaklanmış bu yüz, Yunanlılar için olmayan-bir-yüzdür...

“Gorgo, “yüz-karşıtı”, ancak bir yüz aracılığıyla... bakışlarından kaçılamayacak karşılaşmalarda... temsil edilir...” [Frontisi-Ducroux]

56
İnsan figürünün çömlek üzerinde yalnızca profilden resmedildiği ikonografi geleneği ihlal edilerek, Gorgo profilsiz temsil edilmiştir; üç boyutlu değildir, düz bir satıh olarak resmedilmiştir -yani, gerçek bir yüz değil, mutlak bir imge olarak, yalnızca görülebilir ve gösterilebilir bir şey olarak. Görünün olanaksızlığını temsil eden gorgoneion, görülmez olamayandır.

Frontisi-Ducroux ... bu profilsiz, ön cepheden resmetme ile seslenim arasında, yani yazarın anlatı geleneğini bozarak bir karaktere veya doğrudan doğruya okuyucuya seslendiği retorik betisi arasında bir koşutluk kurar.

57
Muselmann’ın adını anarken kimsenin gerçek anlamda “canlı varlıklar”dan söz edemeyeceğini bütün tanıklar onaylıyor. ... [Bir tanık:] “Biz hâlâ hareket edebilen iskeletleriz, onlarsa hareket kabiliyetini çoktan yitirmiş iskeletler. Ama üçüncü bir kategori daha var: yere serilip kalan, hareket edemeyen ama güçbela nefes alanlar”

58
“Sonunda [çevreye] tepki vermeyi bütünüyle bırakmak ve birer nesneye dönüşmek zorunda kalmışlardı, ama böylece kişi olmaktan da çıkmışlardı.” [Bettelheim].

59
... Bettelheim’e göre Muselmann, devredilemez özgürlüğünden kendi rızasıyla vazgeçmiş, dolayısıyla duygusal hayatının ve insanlığının bütün izlerini yitirmiş olandır.

1947 yılında Polonya’da mahkum edilen Auschwitz’in komutanı Höss, Bettelheim’in gözünde “iyi beslenmiş” ve “üstü başı temiz” bir tür Muselmann’a dönüşmüştür.

Fiziksel ölümü daha sonra gerçekleşecek olsa da, Auschwitz’in komutanlığını yapmaya başladığı andan itibaren bir canlı ceset olmuştu. Asla bir “Müslüman” olmadıysa, bunun nedeni iyi beslenmeyi ve iyi giyinmeyi sürdürmesiydi. Fakat kendisini özsaygıdan ve özseverlikten, duygulardan ve kişiliğinden öylesine koparmıştı ki çeşitli amaçlar için işlev gören ve yalnızca amirleri çeşitli komut düğmelerine bastıkça çalışan bir makineden pek de farkı kalmamıştı.

Bu organizmaların, iç veya dış uyaranın merkeze ulaşmasını ve oradan alınan yanıtın duyu organlarına iletilmesini sağlayan, his ve hareketi olanaklı kılan refleks kemerinin devre dışı kalıp kalmadığı üzerine bile düşünebilir insan... İçlerinde duygu uyanmaz hale geldiğinde tutsaklar artık Müslüman aşamasına geçmiştir. [Bettelheim].

63
... ne var ki “en iyilerin hepsi öldü”.

Levi, Auschwitz’de kabul edilebilir bir iyinin bulunduğunu, kampta değerli ve normal hayata taşınacak bir şey olduğunu iddia etmenin kabul edilebilir olmadığını ve iyiye tanıklık etmediğini öne sürer.

66
Muselmann özgül bir sınır figürdür; onda yalnızca haysiyet, onur ve saygı gibi kategoriler değil, bizatihi etik sınır fikri bile anlamını yitirir.

67
Yıllar önce, etiğin transandantal bir koşulunu bağlayıcı bir iletişim ilkesi biçiminde tanımlamak iddiasıyla bir öğreti çıkmıştı ortaya. ... Bu ilginç öğretiye göre, konuşan bir varlık iletişimden kesinlikle kaçamaz. Hayvanlardan farklı olarak, dil yetileri olduğu sürece insanlar, eylemlerinin anlam ve geçerliliği konusundaki ölçütler üzerinde uzlaşmaya, deyim yerindeyse mahkûmdurlar.

68
[Aristoteles’e göre “çelişmezlik ilkesi” kanıtlanabilir. Ama bu ancak çürütme yoluyla, itiraz eden kişinin konuşması şartıyla mümkün olabilir. Konuşmayan biri bir bitkiden farksız olacaktır.]

Dilin salt bir iletişim aracı olarak önceden-varoluşu (yani, konuşan varlıklar açısından dilin zaten var olması) kendi içinde hiçbir iletişimde bulunma yükümlülüğünü barındırmaz.

69
İzzet (dignity)

70
Kralın İki Bedeni: Ortaçağ Siyasal Teolojisi Üzerine Bir İnceleme ... Ernst Kantorowicz, egemenlik kuramının ana eksenlerinden biri olan ‘siyasi iktidarın sürekliliği’nin formülasyonunda hukuk biliminin nasıl da teolojiye bağlı olduğunu göstermiştir. İzzet, taşıyıcısından bağımsızlaştırılır ve simgesel bir kişi haline getirilir; yargıcın ya da imparatorun asil bedenine bir tür mistik beden eşlik etmektedir...

72
Yahudi her tür izzetten yoksun kalmış bir insandır: o saf insandır - dolayısıyla, insan-olmayandır.

Belli yerlerde ve durumlarda izzet ve onur abes kaçar. Örneğin aşık her şey olabilir ama “izzetli” olamaz çünkü hem ‘izzetli’ kalıp hem sevişmenin olanağı yoktur. Antikler bunun olanaksızlığına öylesine ikna olmuşlardı ki, şehvani hazzın adını anmanın bile izzetle [haysiyetle] bağdaşmadığını öne sürmüşlerdi ve erotik konuları mizah türü kapsamında sınıflandırmışlardı.

73
Muselmann... biçimsiz yüzü... “Doğulu” ıstırabı...

74
Muselmann’ları tanımlayan şey daha çok ölümlerinin ölüm olmamasıdır. ... Ama bu da SS’lerin cesetlere Figuren demekte haklı oldukları anlamına gelir.

75
(Hınç, der Nietzsche, istencin bir şeyin olmuş olmasını kabul etmesinin olanaksız oluşundan doğar; istencin zamana ve zamanın “böyle oldu”suna uyum sağlamaktaki yetersizliğinden doğar.)

Auschwitz’de insanlar ölmedi; daha çok, cesetler imal edildi.

Ölümü yaşantılamamış cesetler, ölümleri bir seri üretim meselesine indirgenmiş insan-olmayanlar. Olası ve yaygın bir yoruma göre de, tam da ölümün bu değerini yitirmesi, ölümün alçaltılması, Auschwitz’in özgül suçunu, dehşetinin doğru adını oluşturmaktadır.

77
... Heidegger, imha kamplarını tanımlamak için “ceset imalatı” ifadesinin Arendt’ten daha önce kullanmıştı. ... “Kitleler halinde ölüyorlar, tek seferde yüz binlerce”...

Ama ölmek (Sterben), kişinin kendi Varlığında ölümü taşıması demektir. Ölebilir olmak, bu belirleyici taşıma meselesini gerçekleştirmeye muktedir olmak demektir. Ve buna yetkili olabilmemizin tek yolu, bizim Varlığımızın ölümün Varlığına yetili olmasından geçmektedir. ... Ölmemiş sayısız korkunç ölümün muazzam sefaletiyle karşılaşıyoruz her yerde, ama yine de ölümün özü insana tamamen kapalıdır [Heidegger]

81
[Kamp] İnsani güç neredeyse insani-olmayanla aynıdır; insan insan-olmayanı da barındırır.

83
Cesedin belirli bir saygıyı hak ettiği, ölümün haysiyeti gibi bir şey olduğu fikri aslında etiğin alanına girmez. Kökleri daha ziyade, hukukun en arkaik katmanına, hiçbir bakımdan büyüden ayırt edilemeyecek olan en eski katmanına dayanmaktadır. Son nefesini vermiş olanın bedenine gösterilen saygı ve özenin kökeninde, ölen kişinin ruhunun (daha doğrusu, suretinin ya da hayaletinin) canlının dünyasında (Romalıların larva’sı, Yunanlıların eidolon veya phantasma’sı) tehdit eden bir ruh olarak kalmasını önleme niyeti yatıyordu. Cenaze törenleri esas olarak bu rahatsız edici ve belirsiz varlığı barışçıl ve kudretli bir ataya dönüştürme işlevi taşıyordu, böylelikle onunla kolayca belirlenebilir kült ilişkileri kurmak mümkün olacaktı.

[antik dünya, mascalismos ritüeli] Bu ritüelde öldürülmüş bir kişinin cesedinin uzuvları (eller, burun, kulaklar vb.) kesilip kısa bir ipe diziliyor ve koltuk altına konuluyordu, böylece ölü kişinin maruz kaldığı saldırıların öcünü alması önlenmeye çalışılıyordu. Gömülmeden mahrum etme de ölü kişinin cesedi üzerinde uygulanan büyüye dayalı bir öç alma biçimiydi; bu yolla ölü kişi huzur bulamadan ebediyen larva olarak kalmaya mahkûm ediliyordu. Bu yüzden eski Yunan ve Roma hukukunda cenaze töreni yapma mecburiyeti öylesine katıydı ki ortada cesedin olmaması durumunda, onun yerine bir colossus’un -ölünün bir tür ritüel eşinin (genellikle tahta veya balmumu heykelinin)- yakılması şart koşuluyordu.

86
Muselmann ... karşımıza canlı-olmayan olarak, hayatı sahici bir hayat olmayan varlık olarak çıkar; ... ölümüne ölüm değil ancak ceset üretimi denebilecek kişi olarak çıkar ... Her iki durumda da sorgulanan şey tam da insanın insanlığıdır; çünkü insan kendisini insan yapan şeyle, yani ölümün ve hayatın kutsallığıyla ayrıcalıklı bağının kopuşunu izlemektir. Muselmann inatla insan olarak karşımıza çıkan insan-olmayandır; insani-olmayandan ayrı dile getirilemeyecek insandır.

[Michel Foucault] Geleneksel biçimde, yani bölgesel egemenlik (toprak hâkimiyeti) anlamında iktidar kendisini esas itibarıyla hayat ve ölüm üzerinde hak sahibi olmakla tanımlar. Ama böyle bir hak, kendisini her şeyden çok ölümden yana kullanması bakımından, tanımı itibariyle, asimetriktir; hayatla sadece dolaylı olarak ilgilenir, öldürme hakkını kullanmakta çekimser kaldığında. Foucault’nun egemenliği, “öldür ya da yaşamasına izin ver” formülüyle tanımlamasının nedeni budur. On yedinci yüzyıldan ve polis biliminin doğuşundan itibaren öznelerin hayat ve sağlıklarının gözetimi devletlerin mekanizmaları ve hesaplamalarında giderek önemli bir yer tutmaya başladığında, egemen iktidar da Foucault’nun “biyo-iktidar” olarak adlandırdığı şeye dönüştü. Eski öldürme ve yaşatma hakkı yerini, modern biyo-politikayı tanımlayan ve “yaşamalarını sağla ve ölmelerine izin ver” formülüyle ifade edilebilecek tersine çevrilmiş bir modele bırakır.

88
Hitler Almanya’sında yaşatmaya yönelik biyo-iktidarın eşi görülmemiş mutlaklaştırılışı, egemen öldürme iktidarının aynı ölçüde mutlak genellenmesiyle öyle bir kesişir ki, biyo-politika doğrudan doğruya bir ölüm-politikasıyla örtüşür. ... Peki ama, amacı esas olarak yaşatmak olan bir iktidarın koşulsuz bir ölüm iktidarı uygulaması nasıl mümkün olabilir?

Foucault’nun 1976’da ... bu soruya verdiği yanıta göre, biyo-iktidarın insan türünün biyolojik sürekliliğindeki kesintileri [caesuras] işaret etmesini ve böylece “yaşatma sistemi”ne bir savaş ilkesini yeniden-eklemesini olanaklı kılan şey tam da ırkçılıktır.

İnsan türünün biyolojik sürekliliğinde ırkların karşıtlığı ve hiyerarşisi, belli ırkların iyi, diğerlerinin ise bilakis aşağı olarak nitelenmesi, gözetimini iktidarın üstlenmiş olduğu biyolojik alanı parçalama yollarıdır tümüyle; bir topluluğu farklı gruplara ayrıştırma yollarıdır. Kısacası, kendisini tam da biyolojik olarak tanımlayan bir alan içinde biyolojik tipte bir kesintiyi yerleşik hale getirmektir. (Foucault, 1997).

... özünde politik olan bir topluluğu özünde biyolojik bir topluluğa, doğumu ve ölümünün, sağlığı ve hastalığının sonradan düzenlenmesi gereken biyolojik bir topluluğa dönüştürmeye dayanan halk ile nüfus arasındaki kesintidir. Biyo-iktidarın ortaya çıkışıyla birlikte bütün halkların rolünü bir nüfus üstlenmeye başlar; her demokratik halk aynı zamanda demografik bir halktır. Nazi Almanya’sında 1933’te çıkan “Alman halkının kalıtsallığının korunması” yasaları bu kesintiyi çok iyi ortaya koyar. Hemen akabinde bunu, bütün vatandaşlar kümesi içinde “Ari ırk”tan olan vatandaşları “Ari ırktan olmayan” vatandaşlardan ayıran bir kesinti izler. Daha sonra bir diğer kesinti “Ari ırktan olmayan” vatandaşlar kümesini kat ederek, Yahudileri [tam Yahudiler ile melezler (büyük-ebeveynlerinden yalnızca biri Yahudi olan veya iki büyük ebeveyni de Yahudi olan ama 15 Eylül 1935 itibarıyla hem Yahudi inancı taşımayan hem de eşleri Yahudi olmayan insanlar)] ayırır. Biyo-politik kesintiler esas itibarıyla değişkendir ve her durumda biyolojik süreklilikte başka bir bölgeyi izole ederler...

90
1937 yılında yapılan bir toplantıda Hitler uç bir biyo-politik kavramı ilk kez formülleştirir ... Hitler Orta Batı Avrupa’yla ilgili olarak bir volkloser Raum’a, yani halktan arındırılmış bir bölgeye ihtiyaç duyulduğunu iddia eder. ... Basitçe bir çöl benzeri, üzerinde hiç kimsenin yaşamadığı boş bir coğrafi uzam gibi bir şey değildir söz konusu olan (Hitler’in kastettiği bölge yoğun olarak farklı halkların ve milliyetlerin yaşadığı bir bölgeydi). Hitler’in “halksız uzam”ı bilakis temel bir biyo-politik yeğinliği ifade ediyordur...


Üçüncü Bölüm: Utanç ya da Özneye Dair

91
The Reawakening (Türkçeye Ateşkes olarak tercüme edilmiş), Levi

104
[Nietzsche] amor fati (yazgını sev)

105
“Başıma gelenleri derinlemesine düşünerek geçen yirmi yıl boyunca, toplumsal baskı sonucu bağışlama ve unutmanın ahlaka-aykırı olduğunu kabul ettiğime inandım. [Jean Améry]

106
Auschwitz’in ebediyen geri dönmesini kimse isteyemez, çünkü o aslında meydana gelmeye hiçbir zaman son vermemiştir; her zaman kendini tekrarlıyordur zaten.

“Akşam yemeği için ailemle ya da arkadaşlarımla masaya oturmuşum, veya işteyim ya da kırda... bir kez daha kamptayım ve kamp dışında hiçbir şey gerçek değildi. Gerisi -aile, çiçekler açan doğa, yuva- kısa bir molaydı, duyuların bir oyunuydu. ... düşte ise çok iyi bildiğim bir sesin tınısını duyuyorum... Auschwitz’de şafakta duyulan komut bu... “Uyan” (Wstawac!)” [Levi]

109
1935 yılında Levinas örnek bir utanç analizi geliştirmişti. Levinas’a göre, utanç, ahlak felsefecilerinin ileri sürdüğü gibi, varlığımızda bulunan ve kendisine karşı mesafe aldığımız bir eksikliğin ya da kusurun bilincinde olmamızdan kaynaklanmaz. Aksine, utancın temelleri, varlığımızın kendisinden uzaklaşamamasında ve kopamamasında bulunur.

Hacet ve mide bulantısı durumları... ... utanırken de kendimizle onun arasına hiçbir mesafe koyamadığımız bir şeye teslim oluruz.

Bu nedenle, utançta beliren şey, bir kimsenin kendisine zincirlenmesi; kendisinden saklanmak üzere kendisinden kaçmasının radikal olanaksızlığı; benliğin, bizzat kendisinin karşısında hazır bulunmasının tahammül edilemezliğidir. ... Utandırıcı olan, kendi mahremiyetimiz, yani kendimizin huzurunda oluşumuzdur. ... Utancın keşfettiği şey, kendi kendisini keşfeden Varlıktır. [Levinas]

111
... utanç, insan ve Varlık arasındaki karşılaşmada kendine özgü bir yeri olan bir tür ontolojik duygudur. Pek de psikolojik fenomen değildir ki, Heidegger “bizatihi Varlık kendisinde bir utanç taşır, Varlığın utancını” diye yazabilmiştir.

Heidegger, utancın bu ontolojik niteliğini vurgulamak için iğrenmeyi ele almamızı önerir. ... Benjamin’e göre iğrenmede ağır basan his, bize iğrenç gelen şey tarafından fark edilme korkusudur. “İnsanın derinliklerinde uyanan korku, kendisinde hissedilir ölçüde hayvanı andıran bir şeyin yaşıyor olduğuna dair muğlak bir farkındalıktır”. İğrenmeyi deneyimleyen kim olursa olsun, iğrendiği nesnede bir şekilde önce kendisini ve sonra da korkularını bulur. İğrenmeyi deneyimleyen insan kabul edilemeyecek bir başkalaşım içinde bulur kendisini -yani, kendisini mutlak bir öznelliğin-yok-edilişinde özneleştiriyordur.

113
[sado-mazoşizm] … bu sistemde, sonsuz bir alıcılık -mazoşist- aynı derecede sonsuz bir edilgen-olmama -sadist- ile karşılaşır ve özneleşme ile öznelliğin-yok-edilişi tam anlamıyla iki kutba da ait olmadan hiç durmaksızın bu iki kutup arasında gidip gelir. Fakat bu belirlenmemişlik, özneleri yalnızca iktidarla değil bilgiyle de donatır [bitmek tükenmek bilmez bir eğitim ve çıraklık süreci, disiplin] … Tıpkı mazoşist öznenin efendisi dışında kendi hazzını varsayamaması gibi, sadist özne de sınırsız emir ve ceza aracılığıyla zevki köleye aktarmadan kendisini olduğu gibi kabul edemez. Ama mazoşist özne tanımı gereği acı çektiren eğitiminden zevk aldığı için, bilginin aktarım aracı olması gereken şey -ceza- haz aracı haline gelir; disiplin ve çıraklık, öğretmen ve öğrenci, efendi ve köle artık tamamen birbirinden ayrılmaz hale gelir. İki öznenin çok kısa bir süre için birbiriyle örtüştüğü disiplin ve zevk alma arasındaki bu ayrımsızlık ise utançtır tam da. Öfkeli efendinin gülünç öğrencisine sürekli hatırlattığı şey de bu utançtır: “Söyle bana, utanmıyor musun?” Yani: “Kendi öznelliğini-yok-edişinin öznesi olduğunun farkında değil misin?”

117
[Keats’ın 1818 tarihli bir mektubu; özneliğin-yok-edilişi deneyimi üzerine itirafları…]

1) Şiirsel “ben”, “ben” değildir; kendisiyle özdeş değildir.
2) Şair her şey arasında en şiirsel olmayan şeydir, çünkü her zaman kendinden başka bir şeydir; her zaman bir başkasının yerine bulunuyordur… [kimliği yoktur, birilerinin yerini dolduruyordur, başka bir bedeni dolduruyordur]
3) “Ben şairim” beyanı, bir beyan değildir; daha ziyade, şair olmanın olanaksızlığını ima eden bir terim çatışmasıdır: “Ve eğer şairin kendisi diye bir şey yoksa ve ben bir Şairsem, artık yazmayacağımı söylememin neresinde Şaşılacak bir şey var?”
4) Şiirsel deneyim, utanılası bir öznelliğin-yok-edilişi deneyimidir…

119
Batı edebiyat geleneğinde şiirsel yaratış edimi, hatta belki de her türlü konuşma edimi, öznelliğin-yok-edilişine benzer bir şey ima ediyordur (şairler bu öznelliğin-yok-edilişini “Müz” [sanat perisi] olarak adlandırmaktadır).

120
Barbaros, yani “barbar” terimi tam anlamıyla, logos bahşedilmemiş varlığa, konuşmayı ve anlamayı doğru dürüst bilmeyen yabancıya karşılık gelmektedir.

Dil deneyimi en basit konuşma ediminde örtük olan öznelliğin-yok-edilişi deneyimini daha da derinleştirir sadece. Modern dilbilim kuramı, dil ve fiili söylemin, aralarında geçiş ve iletişimin olamayacağı birbirinden bütünüyle farklı iki sistem olduğunu ileri sürer. Saussure’ün zaten saptamış olduğu üzere, dil (language anlamında) kendi içinde bir göstergeler (örneğin “çamur”, “göl”, “gökyüzü”, “kırmızı”, “üzgün”, “beş”, “bölmek”, “görmek”) dizisinden oluşuyor olsa da, bu göstergelerin bir söylem oluşturmak için nasıl etkin hale getirileceğini öngörmek ve anlamak hiçbir şekilde mümkün değildir. “Uyandırdığı fikirler kadar zengin olan bu sözcük dizisi, hiçbir bir bireye bir başka bireyin onları telaffuz ederek ne demek istediğini asla göstermeyecektir.” Saussure’ün bu çatışkısını [antinomi] ele alıp geliştiren Benveniste birkaç yıl sonra şu görüşü ortaya koyar:

121
Göstergeler dünyası kapalıdır. Göstergeden ifadeye ne dizimselleştirme ile ne de başka şekilde hiçbir geçiş yoktur. Aralarında daima bir mesafe, bir ünlü-boşluğu [hiatus  gide-im boşluğuna ‘y’ eklenmesiyle giderilir] vardır. (Benveniste, 1974)

Bununla birlikte, her dilin kullanıma hazır bir göstergeler dizisi (dilbilimciler bunları ‘kaydıraç’ ya da söylemenin belirteçleri olarak adlandırırlar. ‘Ben’, ‘sen’, ‘bu’ gibi zamirler ile ‘burada’, ‘şimdi’ gibi zarflar bu kategori içindedir) vardır ki bunlar bireyin, dili kullanmak üzere onu temellük etmesini sağlarlar. Diğer sözcüklerin aksine, bu göstergelerin reel terimlerle tanımlanabilecek bir sözlük anlamı yoktur; Bunların anlamları, yalnızca, içerisinde kullanıldıkları söylem olayına gönderimleri aracılığıyla doğar.

Dolayısıyla, sözceleme, ifade edilen şeyin metnini değil, meydana gelişini ifade etmektedir; birey, ancak kendisini, söylemenin her olayıyla özdeşleştirmesi fakat bunun içerisinde söylenen şeyle özdeşleştirmemesi koşuluyla dili edimselleştirebilir. Fakat bu durumda dili temellük etmenin anlamı nedir? Bu koşullarda ‘konuşmaya başlamak’ nasıl mümkün olmaktadır?

122
Sözcelemenin öznesi söylemden müteşekkildir ve yalnızca söylemde var olur. Fakat tam da bu nedenle, özne bir kez söyleme dahil olunca, artık hiçbir şey söyleyemez hale gelir; yani konuşamaz.

123
[20. yy şiiri, Pessoa’nın heteronimleri, 70’i aşkın kişi yaratmış]

... benim heteronimlerimin zihinsel kökeni, kişi-dışılaştırmaya ve simülasyona yönelik kalıcı ve organik bir eğilimimde yatıyor.

127
... bilinç dediğimiz sürekliliği sağlayan “ben”, yalnızca dilsel bir hassanın [özgülük, özellik] Varlıktaki görünüşünden başka bir şey değildir. Benveniste’nin belirttiği gibi, konuşucu kendisini ‘özne’ olarak ancak “Ben’in konuşucuyu ifade ettiği söylem anında dile getirir. Dolayısıyla, öznelliğin temelinde dil kullanımının yattığı tamamen doğrudur” (Benveniste 1971) ... İnsanın zamansallığının, sözceleme ediminin olanaklı kıldığı kendiliğinden-mevcudiyet ve dünya için mevcudiyet aracılığıyla nasıl üretildiğini; insanların genelde “şimdi”yi deneyimlemelerinin tek yolunun “ben” ve “şimdi” diyerek söylemi dünyaya dahil etme suretiyle “şimdi”yi oluşturmak olduğunu Benveniste açıkça ortaya koymuştur. ... tam da bilincin dilden başka bir tutarlılığı olmadığı için felsefe ve psikolojinin bilinçte saptadığına inandığı her şey basitçe dilin bir gölgesidir, “tahayyül edilmiş bir töz”dür ancak. Kültürümüzün kendisine ait en sağlam temeli bulduğuna inandığı öznellik ve bilinç, dünyadaki en sallantılı ve en kırılgan şeye dayanıyordur: konuşma (söz).

129
Söylemin saf mevcudiyetinde dil, duyumların ve deneyimlerin kendiliğinden-mevcudiyetini, tam da onları üniter (birimsel) bir merkeze havale ettiği anda onulmaz bir şekilde ayrıştırır. Sözcelemeyi icra eden sesin iç bilincinde ulaşılan tikel mevcudiyeti sahiplenen her kimse, Rilke’nin hayvanın bakışlarında saptadığı “Açık”lığa olan katışıksız bağlılığını ebediyen kaybeder; artık bakışlarını içe, dilin var-olmayan yerine çevirmelidir. Özneleşmenin, bilincin söylemde üretiminin çoğunlukla, insanların kolay kolay atlatamadığı bir travma olmasının nedeni budur; bilincin kırılgan metni bu yüzden durmaksızın kendini parçalayıp yok ediyor, üzerine inşa edildiği ayrışımı (disjunction) gün ışığına çıkarıyordur...

... bir özne ilk defa bilinç olarak ortaya çıktığında [bir bebek, yani konuşamayan varlık “Ben” dediği anda -ve onun için- ortaya çıkan ve konuşmaya başlayan şey nedir?], bilmek ve söylemek arasında bir ayrışım biçimine bürünür. Bu, bilen kişi için konuşmanın olanaksızlığı olarak hissedilirken, konuşan kişi için aynı derecede şiddetli bir bilme olanaksızlığı olarak deneyimlenir.

130
Binswanger, psişik ve somatik arasındaki eski ayrımın yerine, “bir tarafta psiko-somatik organizmanın işlevsel kipliği ile diğer tarafta hayatın içsel tarihi” arasında çok daha kesin bir ayrım önerir.

Rüyada, insan “hayatın bir işlevi”ni yerine getiriyordur; uyanıkken ise, “hayatın tarihi”ni yaratıyordur... Hayatın-işlevi ile hayatın-tarihi arasındaki ayrışımın her iki parçasını da -ne yaparsanız yapın- ortak bir paydaya indirgemek olanaksızdır, çünkü hayat işlev olarak kabul edildiğinde, tarih olarak kabul edilen hayat ile aynı değildir. (Binswanger, 1963)

131
Bir yanda, yaşamsal işlevlerin sürekli akışı olduğunu varsayalım: nefes alma, kan dolaşımı, sindirim, vücut ısısı (ayrıca duyumsama, kas hareketleri, sinirlenme vb.); diğer yanda da, yaşanmış deneyimlerin kişisel bir tarih içinde düzenlendiği dilin ve bilinçli “Ben”in akışı. Peki bu iki akışın birleştiği, yaşamsal işlevlere dayalı “rüya görme”nin, kişisel bilincin “uyanıklık hali” ile birleştiği bir nokta var mıdır? Bir özne biyolojik akışa nerede ve nasıl dahil edilebilir? “Ben” diyen konuşucunun özne olarak üretildiği noktada, bu iki akış arasında konuşan öznenin kendi biyolojik işlevlerini gerçekten kendisinin olarak kabul edebildiği, canlı varlığın kendisini konuşan ve düşünen “Ben” ile özdeşleştirebildiği bir tür örtüşme olduğunu söylemek mümkün müdür? Bilincin niyetli edimler akışında olduğu gibi, bedensel süreçlerin döngüsel gelişiminde de hiçbir şey böyle bir örtüşmeye meyilli görünmez. Gerçekten de “ben” esas olarak, yaşamsal işlevler ile içsel tarih arasındaki, canlı varlığın konuşan bir varlık haline gelmesi ile konuşan varlığın kendisini canlı olarak duyumsaması arasındaki indirgenemez ayrışmayı işaret ediyordur. Bu iki akışın, mutlak yakınlık denebilecek şekilde birlikte iç içe gerçekleştiği doğrudur elbette. İyi de, yakınlık (intimacy), belli bir mesafeyi de koruyan bir yakınlaşmaya (proximity), asla özdeşlik haline gelmeyen bir iç içe geçişe verdiğimiz isim değil midir tam da?

132
[melankoliğin zamansallığı, şizofrenin deneyimi, takıntılı nevroz, İntra festum tarzı zamansallık: epilepsi]

[Heidegger; post festum: kutlamadan sonra; ante festum: kutlamadan önce; intra festum: kutlama sırasında]

136
... canlı varlık ve dilin, phone ve logos’un, insan-olmayan ve insanın yan yana getirilmesinin bu olanaksızlığı...

141
[İnsan] ... insanın yeri bölündüğü için, insan, canlı varlık ve konuşan varlık arasındaki, insan ve insan-olmayan arasındaki çatlakta [var olur].

... İnsan her zaman insanın ötesinde veya öncesindedir, insan ve insan-olmayan, özneleşme ve özneliğin-yok-oluşu, canlı varlığın konuşan varlık haline gelmesi ve logos’un canlı haline gelmesi cereyanlarının geçtiği merkez-eşik olan insanın ötesinde veya öncesindedir. Bu cereyanlar yan yana bitişik-var olurlar ama örtüşmezler; örtüşmedikleri nokta, yani onları birbirinden ayıran ince ayrım çizgisi ise tanıklığın durduğu yerdir.


Dördüncü Bölüm: Arşiv ve Tanıklık

143
[Collége de France’da dilbilim hocası Emile Benveniste, 1972, “Dilin Göstergebilimi”, sözceleme kuramı]

Benveniste, Saussurecü dilbilimin alt edilmesinin iki yolla başarılabileceğini öne sürer; ilk yol, gösterge paradigmasına dayanan anlamlama kuramından ayrı bir söylem semantiğidir ve son derece anlaşılırdır; bizi asıl ilgilendiren ikinci yol ise, “sözcelemenin semantiği temeli üzerine inşa edilecek detaylı bir meta-semantik aracılığıyla metinlerin ve yapıları dil-aşırı çözümlemesine” dayanır.

144
“Ben” ne bir kavram ne de bir tözdür ve sözceleme, söylemde ne söylendiği ile değil, saf “söylenme” olgusu ile ilgilidir”... [sözceleme] en benzersiz ve en somut olan şeydir, çünkü edimde kesinlikle tekil ve tekrarlanamaz söylem olayını ifade ediyordur; ama aynı zamanda, en boş ve en genel şeydir de, çünkü herhangi bir sözlüksel gerçekliğe iliştirilmesi mümkün olmadan da her zaman yinelenebilir.

145
[Michel Foucault, 1969, Bilginin Arkeolojisi]
Sözceleme, bir metne değil de, saf bir dil olayına (Stoacıların terimleriyle ifade edilecek olursa, söylenmiş bir şeye değil de, onda söylenmeden kalan söylenebilir-olana) atıfta bulunduğu sürece, sözcelemenin alanı da, kesin bir dilsel analiz düzeyi ile (cümle, önerme, edimsel eylemler vb.) veya bilimlerin incelediği özgül alanlarla örtüşemez. Daha ziyade, bütün bilimlerde ve bütün söz edimlerinde dikey olarak mevcut olan bir işlevi temsil eder. Foucault, yönteminin ontolojik içerimlerinin açıkça farkında olarak, şöyle yazar: “sözce, bu yüzden bir yapı değildir... varoluşun bir işlevidir”. Başka bir deyişle: sözceleme, gerçek, kesin özelliklerin belirlediği bir şey değildir; tersine, saf varoluştur, belli bir varlığın -dil- meydana gelme gerçeğidir. ... arkeoloji bu önermelerin ve söylemlerin saf meydana gelişini kendi alanı olarak kabul eder; yani, dilin dışını, dilin ham varoluşunu.

146
[Foucault bir dışarı oluşturur: arkeoloji.]

Foucault’nun sorgulamasına eşsiz verimliliğini kazandıran şey, dilin bir “Ben” kapsamında, aşkın bir bilinç kapsamında ve en kötüsü de, eşit ölçüde mitolojik psiko-somatik bir “Ben” kapsamında meydana geldiği anlayışını yadsımasıdır.

Beşeri bilimler kendilerini, belli bir anlamlı söylem ve dilsel analiz düzeyiyle (cümle, önerme, edimsel eylem vb.) örtüşen bir dilsel katman oluşturarak tanımladığı sürece, özneleri de söylemi de dillendirdiği varsayılan psikosomatik bireyle [psikosomatik zihinsel durumun bedeni etkilediği şartlar söz konusu olduğunda kullanılır.] safça özdeşleştirilir. Diğer yandan, aşkın özneyi saf bir “Ben konuşuyorum”a indirgeyerek antropolojik ve psikolojik niteliklerinden yoksun bırakan modern felsefe, bu indirgemenin de tam olarak farkında değildir; dilin böylece, artık önermelere ait olamayan bir anlamsal-olmayan düzeye kaydığı gerçeğini fark etmez.

Söylemin bir yazara ihtiyaç duymadan dolaşımda olacağı bir kültürü kolaylıkla tahayyül edebiliriz. Söylemler, statüleri, biçimleri veya değerleri ne olursa olsun, onları ele alış tarzımızdan bağımsız olarak, bir mırıltının anonimliğinde açımlanacaktır. [Focault, 1998 Estetik, Metod ve Epistemoloji içinde]

[Foucault, 147-152]

[Agamben’in hümanizmi, 149]

152
İnsan, konuşan varlıktır, dili olan canlı varlıktır, çünkü insan, dile sahip olmamaya muktedirdir, çünkü kendi başlangıcına (in-fancy) muktedirdir. Olanaklılık, olanaksızlık ve zorunluluğun yanında, diğerleri arasında tek bir kiplik değildir olumsallık; bir olanaklılığın fiili verililiğidir; bir potansiyelliğin, olduğu haliyle, var olma şeklidir. Bir olma kapasitesi ile olmama kapasitesi arasındaki kesintinin verililiği olarak bir potansiyellik olayıdır (olumsal). Dilde, bu verililik, öznellik biçimine bürünür. Olumsallık da, bir özne sınavından geçirilmiş olanaklılıktır.

153
Kiplik kategorileri -olanaklılık, olanaksızlık, olumsallık, zorunluluk- önermelerin yapısıyla veya bir şeyin bizim bilme yetimizle olan ilişkisiyle ilgili, önemsiz mantıksal veya epistemolojik kategoriler değildir. Ontolojik işlemcilerdir (operatör); yani, her defasında insan ve insan-olmayan, “yaşatma” veya “ölmesine izin verme” konusunda bir karara varılan biyo-politik “Varlık” mücadelesinde kullanılan imha silahlarıdır.

154
[Goebbel’in politika tanımı: “olanaksız görüneni olanaklı kılma sanatı”]

155
[auctor - yazar kelimesinin etimolojisi]

156
[Latince’de tanıklık terimini ifade eden üç terim: testis, superstes, auctor]

157
... klasik dünya ex nihilo yaratım [-e.n. örneğin Tanrı’nın varlığı hiçlikten yaratması] fikrine yabancıdır; antikler için her yaratma edimi her zaman başka bir şeyi içerimler; bu ister formsuz madde olsun ister tamamlanmamış Varlık olsun, daima bütünlenecek veya “büyütülecek” bir şeyi ima eder. ... her yazar/yaratıcı da bir ortak-yazar/yaratıcıdır.

Şimdi Levi’nin paradoksuna geri dönelim: “Muselmann eksiksiz tanıktır.” Bu, iki çelişkili önerme içerimler: “) “Muselmann insan-olmayandır; asla tanıklık edemeyecek olandır” ve 2) “Tanıklık edemeyen, asıl tanıktır, mutlak tanıktır.”

Bu paradoksun anlamı ve anlamsızlığı, bu noktada açığa çıkar. Bu önermelerde ifade edilen şey, bir auctor edimi olarak, konuşmanın, insan-olmayan ve insanın, canlı bir varlığın ve konuşan bir varlığın olanaksızlığının ve olanaklılığının farklılığı ve bütünlenmesi olarak tanıklığın örtük ikili yapısından başka bir şey değildir.

158
Bichat’ın ana savı, hayatın kendisini hayatta tutabileceği ve hayatın aslında, kuruluş itibariyle, bir hayatlar çoğulluğuna ve dolayısıyla bir ölümler çoğulluğuna bölünmüş olduğudur. ... Bichat bunu, her organizmada iki “hayvan”ın birlikte-mevcudiyeti olarak sunar. Öncelikle, “içeride var olan hayvan” vardır ve bu “hayvanın” hayatı -Bichat bunu “organik” olarak adlandırır ve bir bitkinin hayatıyla kıyaslar- “sindirim ve boşaltıma dayalı alışkanlık zinciri”nden başka bir şey değildir. Bir de, “dışarıda yaşayan hayvan” vardır ve bu “hayvan”ın hayatı da -”hayvan” adını hak eden tek hayat da budur- dışsal dünyayla olan ilişkisince tanımlanır. Organik olan ile hayvan arasındaki bölünme, bireyin bütün hayatını kaplar ve organik işlevlerin sürekliliği (kan dolaşımı, solunum, sindirim, boşaltım vb.) ile hayvani işlevlerin kesintililiği (en belirgin kanıtı, düş görmek-uyanmak) arasındaki karşıtlığa; organik hayatın asimetrisi (yalnızca tek bir mide, tek bir karaciğer, tek bir kalp) ile hayvani hayatın simetrisi (simetrik bir beyin, iki göz, iki kulak, iki kol vb.) arasındaki karşıtlığa; bir de, organik hayatın ve hayvani hayatın başlangıcının ve sonunun örtüşmemesine damgasını vurur. Tıpkı ceninde organik hayatın, hayvani hayattan önce başlaması gibi, bu varlık, yaşlanma ve ölmede de hayvani ölümünü hayatta tutar. Foucault, Bichat’ta ölümün çokluğuna, ölümü bir dizi kısmi ölüme (beyin ölümü, karaciğer ölümü, kalp ölümü vb.) bölen hareketli veya ayrıntılı bir ölümün ortaya çıkışına dikkat çekmiştir. Fakat Bichat’ın kabul edemediği şey, ona indirgenemez bir muamma vermeye devam eden şey, ölümün bu çokluğu değil, daha ziyade organik hayatın hayvan hayatını hayatta tutuşudur; “dışarıdaki hayvan” var olmaya son verince “içerideki hayvan”ın kavranamayan hayatta kalışıdır (varlığını sürdürmesidir).

160
Doğal ölüm, organik hayatın son bulmasından çok önce hayvansal hayata neredeyse tam bir son vermesi açısından çarpıcıdır. Uzun süren bir yaşlılık döneminin sonunda yavaş yavaş yok olan bir insanı düşünün. Ayrıntılı bir şekilde ölür: dışsal işlevleri, birbiri ardına, son bulur; bütün duyuları işlevini yitirir; duyumun alışıldık etkenleri artık onun üzerinde hiçbir izlenim uyandırmaz. Bakışları gittikçe sönükleşir, bulanıklaşır, sonunda nesnelerin imgesini iletemez duruma gelir; gözleri yaşlılıktan ötürü körleşir. Kulağına gelen sesleri ayırt edemez ve çok geçmeden, kulağı seslere büsbütün duyarsızlaşır. Bu noktada, sertleşmiş, kısmen damardan yoksun nasırlarla kaplanmış ve artık etkisini yitirmiş deri tabakası, sadece belli belirsiz ve anlaşılması güç bir dokunma duyusu sağlar. Ne olursa olsun, tabiat, duyumu bütünüyle köreltmiştir. Deriye bağlı olan bütün organlar giderek gücünü yitirir ve ölür; saç ve vücut kılları incelir. Kendilerini besleyen sıvılar olmayınca kılların çoğu dökülür. Kokular artık koklama duyusunda çok hafif bir his uyandırır... Doğanın ortasında tecrit edilmiş, duyu organlarından kısmen yoksun kalan yaşlı insanın beyni, çok geçmeden tükenir. Artık pek çok şeyi algılayamaz hale gelir; duyuları neredeyse hiç kullanılamaz durumdadır. İmgelemi yavaş yavaş azalarak yok olur. Yakın zaman belleği çöker; gücünü yitirmiş, hatta neredeyse ölmüş olan dışsal duyuları, tininin kavradığını düşündüklerini onaylayamadığı için, yaşlı adam ona söylenen şeyi saniyesinde unutur. Duyularının izlediği imgeler artık akılda kalmazken, düşünceler de unutulur. (200-201)

Yaşlı adamın hareketleri pek az ve yavaştır; kendini bulduğu konumu ancak büyük bir şey pahasına terk eder. Oturtulduğu, kendisini ısıtan şöminenin karşısında günlerini, çevresindekilere yabancılaşmış bir şekilde, arzuların, tutkuların, duyuların yokluğunda -ve hiçbir şey onu sessizliğini bozmaya itmediği için, neredeyse hiç konuşmadan- kendisine yoğunlaşarak geçirir. Neredeyse bütün diğer duyguların yok olmasına karşın, hâlâ var olduğunu duyumsamaktan mutludur... Söylediklerimizden doğru bakıldığında, hayvani hayat neredeyse tamamen son bulmasından sonra bile, yaşlı adamda dışsal işlevlerin birer birer yittiği ve organik hayatın devam ettiği kolaylıkla görülebilir. Bu bakış açısından, ölümle yok olmak üzere olan yaşama koşulu, kendimizi ana rahminde bulduğumuz hale veya yalnızca içeride yaşayan ve doğaya sağır olan bitkiler aleminin hallerine benzer. (202-203)

161
Peki ama, duyular, hareket yeteneği vb., her şeyden önce bizi, bizi besleyen bedenlerle ilişki haline sokmak üzere tasarlandığına göre, dışarıda var olmaya son verdiğimizde içeride yaşamaya devam etmemizin nedeni nedir? Neden bu işlevler içsel olanlardan giderek daha zayıf hale gelir? Neden eşanlı olarak son bulmazlar? Bu muammayı tam olarak çözmede başarılı olamıyorum. (Bichat 1986: 203-204)

Bichat, tıbbi hayata döndürme teknolojisinin ve buna ek olarak biyo-politikanın, bir bağıntıyı belirsiz bir biçimde hayatta tutan bitkisel hayatın kâbusunu, insan varoluşundan bütünüyle koparılabilir durumdaki bir insan-olmayan hayatın kâbusunu gerçek kılarak, tam da organik olan ile hayvan olan arasındaki bu ayrışım üzerinde işleyeceğini öngörmemiştir. Fakat neredeyse bu kâbusun kasvetli bir önsezisi birdenbire aklına gelivermişçesine, insanın organik işlevleri tamamen kaybolurken hayvani işlevlerinin hayatta kaldığı tersine çevrilmiş bir ölümün simetrik olanaklılığını tahayyül eder:

Ölümü sadece içsel işlevleri (dolaşım, sindirim, salgılama vb.) etkileyerek, hayvani hayatın işlevler kümesinin hayatta kalmaya devam etmesini olanaklı kılan bir insanı tahayyül etmek mümkün olsaydı, bu insan organik hayatının sonunu kayıtsızca izlerdi. Çünkü varoluşunun değerinin organik işlevlere bağlı olmadığını ve bu işlevlerin “ölümü”nden sonra bile, o zamana kadar kendisini mutlu etmiş ne varsa hepsini duyumsayıp deneyimlemeye muktedir olacağını hissederdi. (205-206)

162
Hayatta kalan, ister insan-olan ister insan-olmayan olsun, ister hayvani ister organik olsun, hayat yine de, hayatta kalma düşünü -veya kâbusunu- kendi içinde barındırıyor gibidir.

Gördüğümüz üzere, Foucault modern biyo-iktidar ve eski bölgesel Devletin egemen iktidarı arasındaki ayrışımı, iki simetrik formülün harmanlanması kapsamında tanımlar. Öldürmek veya yaşamasına izin vermek, kendisini her şeyden önce öldürme hakkı olarak ortaya koyan eski egemen iktidarın yöntemini özetler; yaşatmak veya ölüme terk etmek ise, asıl amacı hayatın ve biyolojik olanın olduğu haliyle gözetimini Devlet iktidarının ilgisine dönüştürmek olarak ortaya koyan biyo-iktidarın iktidar simgesidir.

Yukarıdaki düşüncelerin ışığında, diğer ikisi arasında kendisini sezdiren bir üçüncü formül olduğu söylenebilir; bu, yirminci yy biyo-politikasının en özgül özelliğini tanımlayan bir formüldür: artık ne ölüme terk etmek ne de yaşatmak söz konusudur, aslolan sadece hayatta tutmaktır. Biyo-iktidarın zamanımızdaki belirleyici etkinliği, hayatın ya da ölümün üretimine dayanmaz; daha ziyade, değişim geçirebilir ve sanal olarak sonsuz bir hayatta kalışın üretilmesine dayanır. Ne olursa olsun bu, her durumda, hayvani hayatı organik hayattan, insani-olanı insani-olmayandan, tanığı Muselmann’dan, bilinçli hayatı belli bir eşiğe ulaşana kadar diriltme teknikleriyle işlevsel tutulan bitkisel hayattan ayırma meselesidir…

163
Biyo-iktidarın en büyük tutkusu, insan bedeninde, canlı varlık ve konuşan varlığın, zoe ve bios’un, insani-olmayan ve insani olanın mutlak ayrılmasını -hayatta kalış- üretmektir.

Çağdaş biyo-politikada, … Kendisini bütünüyle ifşa edişinde, adeta görünmez kalmasının, kendisini olduğu haliyle gösterirken bile yine de gizli kalmasının nedeni budur.

167
bütünce (corpus)

168
Şairler -tanıklar- dili, kalan şey olarak, konuşmanın olanaklılığını veya olanaksızlığını sahiden hayatta tutan şey olarak bulmuştur.

169
Peki böyle bir dil neye tanıklık eder? Zaten-söylenmiş olanın corpus’unda kaydı tutulabilecek bir şeye mi? -bir olguya veya bir olaya, bir anıya veya bir umuda, bir sevince veya bir acıya mı? Yoksa arşivde, söylemenin söylenmiş-olana indirgenemezliğine delalet eden sözcelemeye mi? Ne birine ne de öbürüne tanıklık eder. İfade edilemez olan şey, arşivlenemez olan şey, yazarın kendi konuşma yetersizliğine tanıklık etmeyi başardığı dildir. Bu dilde, konuşan özneleri hayatta tutan bir dil kendisinin ötesinde kalan bir konuşucuyla buluşur.

173 - 177
[Muselmann’ların sözleri…]

178
Muselmann’dan daha kötü ne var?
Çiğnenmeyi, itilip kakılmayı, dövülmeyi beklemiyor mu orada?
Başıboş bir köpek gibi geziniyor kampta.
Herkes kovalıyor onu, ama kurtuluşu krematoryumda.
Kamp reviri kaldırır onu ortadan!


[Bronislaw Goscinki]

.
.
.