.
.
.
melih apa - görünmez sergisinden
tanık, karışık
teknik, 103 x 92 x 8 cm. [detay], 2017 mersin
.
.
Türkçe’de Giorgio Agamben
1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul
Tanık ve Arşiv
1998
Auschwitz’den Artakalanlar
Giorgio Agamben
(Çev. Ali İhsan Başgül), dipnot yayınları, 2017
Ankara
İçindekiler
Önsöz 11
Birinci Bölüm: Tanık 15
İkinci Bölüm: Muselmann 43
Üçüncü Bölüm: Utanç ya da Özneye Dair 91
Dördüncü Bölüm: Arşiv ve Tanıklık 143
Önsöz
12
aporia Antik Yunan felsefesinde nesnenin kendisinde
veya kavramındaki bir çelişkiden ileri gelen, çözülmesi güç bir probleme, bir
düşünce faaliyetinde söz konusu aşılamaz çelişmeye verilen ad.
Birinci Bölüm: Tanık
15
Kampta bir tutsağı hayatta kalmaya itebilecek nedenlerden biri bir
tanık olma düşüncesidir.
17
Latince’de “tanık” anlamına gelen iki sözcük vardır. Birinci sözcük
(İngilizce’deki testimony -tanıklık- sözcüğünün
kökeni olan) testis, etimolojik olarak, bir duruşma veya davada iki
hasım tarafın karşı karşıya gelişinde üçüncü taraf konumundaki kişiyi (terstis)
ifade eder. İkinci sözcük superstes ise, bir şeyi yaşamış, olayı
başından sonuna bizatihi kendisi yaşamış olduğu için buna tanıklık edebilecek
kişiyi belirtir. Levi’nin (hayatta kalmış bir Auschwitz mahkûmu) üçüncü taraf
olmadığı açıktır; o her anlamda hayatta kalmış [superstite] biridir. Ama bu aynı zamanda, olguların bir duruşmaya
intikali durumunda, onun tanıklığının hiçbir katkısının olamayacağı anlamına da
gelir (bunun için yeterince tarafsız değildir; o bir testis değildir).
Hiçbir grup diğerinden daha çok insan değildi.
Kurban da cellat da aynı derecede alçaktır; kamplardan alınan ders,
aşağılığın kardeşliğidir (Levi).
18
Belirleyici olan nokta, basitçe, iki şeyin bulanıklaşacak biçimde
birbirine karışmasının önüne geçmek ve hukukun soruyu tüketebilir olduğu
varsayımından uzak durmaktır. Hakikatin hukuki-olmayan bir öğesi vardır, öyle
ki quaestio facti (maddi mesele) asla
quaestio iuris’e (hukuk meselesi)
indirgenemez. Hayatta kalanı ilgilendiren de tam olarak budur: Bir insan
eylemini hukukun ötesine taşıyan, onu radikal bir biçimde Yargılama’nın dışına
çeken her şey. “Her birimiz, nedenini bile bilmeden, yargılanabilir, suçlu
çıkarılabilir ve cezalandırılabiliriz” (Levi).
En yaygın yanlışlardan biri de -üstelik bu yalnızca kamplarla ilgili
tartışmalarda yapılıyor değildir- etik kategoriler ile hukuksal kategorilerin
örtük bir şekilde birbirine karıştırılmasıdır (daha da kötüsü, hukuksal
kategoriler ile teolojik kategorilerin birbirine karıştırılmasıdır ki bu, yeni
bir teodiseye yol açmaktadır) [teodise kötülüğü tanrıdan
bağımsız gösterip tanrıyı dünyadaki kötülüklerden soyutlama yöntemiyle savunmaya
çalışma; iyiliğin olabilmesi için kötülüğün gerekli olduğunu ileri süren
felsefe]. Ahlaksal ve dinsel yargılarımızda başvurduğumuz kategorilerin
neredeyse hepsi, bir şekilde hukuk tarafından kirletilmiştir: suçluluk,
sorumluluk, masumiyet, yargı, bağışlama... Bu durum, belirli tedbirler almadan
bu kategorilere başvurmayı güçleştiriyor. Hukukçuların çok iyi bildiği gibi,
hukukun amacı adaleti sağlamak değildir. Hakikatin gerçek kılınması gibi bir
amacı da yoktur hukukun. Hukuk, hakikatten ve adaletten bağımsız olarak, sırf
yargı peşindedir. Yargının gücü bunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde
ortaya koymaktadır; öyle ki adil olmayan bir hüküm bile kendisinde yargının
gücünü barındırmaktadır. Hukukun nihai ereği, bir kesin hüküm’ün üretilmesidir;
öyle ki bu kesin hükümde hüküm, yanlışlığına ve adaletsizliğine rağmen hakikat
addedilerek, hakikatin ve adil olanın ikamesi haline gelir. Hukuk, olgu mu
kural mı olduğuna karar verilmesi olanaksız olan bu melez ucube sayesinde huzur
bulur; hukuk kesin hükmünü ortaya koyduktan sonra, daha ileriye gidemez.
19
[Kafka’nın Dava’sı...] Dava’ya ilişkin sayısız yorum öne sürülmüştür
[modern bürokrasi, bilinmeyen Tanrı olarak mahkeme, Kafka’nın suçluluk duygusu,
vb.]. Hukukun salt bir dava biçiminde belirdiği bu kitabın, hukukun doğasına
dair derin bir içgörü içerdiğine ise pek az dikkat çekilmektedir: Genel kanının
aksine, hukukun yargısal niteliği kural olma niteliğinin çok önündedir; bu
nedenle de hukuk bir ‘dava’ olarak belirir. ... “Mahkeme senden hiçbir şey istemiyor.
Geldiğin zaman sana kucak açıyor; gideceğin zaman seni serbest bırakıyor.”
Hukuki düzenlemenin nihai ereği yargıya varmaktır; ama yargı ne cezalandırmayı
ne de yüceltmeyi, ne adaleti sağlamayı ne de hakikati ortaya koymayı amaçlar.
Yargı kendi içinde bir erektir... Davanın gizemi.
20
Yargının bu öz-gönderimli doğasından çıkarılabilecek sonuçlardan
birisi de cezanın yargının ardısıra gelmediği, tersine yargının kendisinin ceza
olduğudur [cezasız yargı yargı değildir]. ... Bu aynı zamanda, “beraat
kararının adli bir hatanın itirafı olduğu”, “herkesin kendi içinde masum
olduğu”, ama hakiki anlamda masum olan tek kişinin “beraat eden kişi değil,
hayatını yargısız geçiren kişi olduğu” anlamına gelir (Alıntılar İtalyan yargıç
Sebastiano Satta’ya ait).
22
Levi’nin Auschwitz’de yaptığı eşsiz keşif, sorumluluğun her türlü
inşasından bağımsız bir bölgeyle ilgilidir; Levi bu bölgede yeni bir etik öğe
benzeri bir şeyi ayırt etmeyi başarmıştır. Levi bu alanı “gri bölge” olarak
adlandırır. Burası “kurbanla celladı birbirine bağlayan uzun zincirin”
gevşediği, ezilenin ezene dönüştüğü, celladın kurban olup çıktığı bir bölgedir.
İyi ile kötünün ve bunların yanı sıra geleneksel etiğin bütün madenlerinin
eriyerek kaynaşma noktasına geldiği gri, kesintisiz bir simya...
Dolayısıyla burada söz konusu olan, iyinin ve kötünün ötesinde değil,
aksine, deyim yerindeyse iyinin ve kötünün berisinde konumlanmış bir
sorumsuzluk bölgesi ve “impotentia judicandi”dir (yargıda bulunma
iktidarsızlığı). Levi, simetrik bakımdan Nietzsche’ninkine karşıt bir jestle,
etiği, içinde düşünmeye alıştığımız alanın berisine yerleştirir. ...
“alt-insan”ın bizim için “üst-insan”dan daha önemli olması gerektiğini
duyumsarız.
“Sorumluluk” sözcüğünün kökeni olan Latince spondeo fiili,
“birisi (ya da kişinin kendisi) için birisi nezdinde bir şeyin kefili olmak”
anlamına gelir. Nitekim, evlilik sözü verilirken baba, damat adayına kızını eş
olarak verme taahhüdünü ifade etmek (bundan sonra kıza sponsa [nişanlı]
denirdi) ve evlilik gerçekleşmezse tazminat güvencesi vermek için spondeo
derdi. Aslında eski Roma hukukunda, haksız bir fiilin tazmin edilmesinin veya
bir yükümlülüğün yerine getirilmesinin teminatı olarak özgür bir insanın
kendisini rehine bırakması -yani, obligatio [borç, taahhüt] teriminin türediği
bir tutukluluk hali- geleneği vardı. (Sponsor [vaatte bulunan kimse;
borçlu, kefil] terimi, bir sözleşmenin ihlali durumunda gereken hizmetin yerine
getirilmesi için kendisini vaatte bulunan reus [borçlu] yerine koyan
kişiyi işaret eder.)
24
[Eichmann’ın savunma tarzı], avukatı Robert Serviatus tarafından
açıkça şöyle dile getirilmişti: “Eichmann kendisini Tanrı’nın nezdinde suçlu
hissediyor, yoksa hukukun değil.” ... [Tanrı, daha yüce bir anlam
barındırandır]
25
... zorunlu yasal sonuçlarını üstlenmeden siyasi ve ahlaki sorumluluk
üstlenmek, her zaman güç sahibinin kibrini göstermiştir.
Seküler etik, hukuksal kategorileri yüce etik kategoriler konumuna
yükseltip, böylelikle hukuk etiğinin alanlarını geri dönüşsüz biçimde allak
bullak ettikten sonra bile, hâlâ kendi distinguo’sını [ayrım] sürdürmek
istiyor. Fakat etik ne suçluluğu ne de sorumluluğu tanıyan bir alandır;
Spinoza’nın da kavradığı gibi etik, mutlu hayat öğretisidir.
26
“Gri bölge”nin en uç figürü Sonderkommando’dur. Gaz odalarını
ve krematoryumları idare etmekle yükümlü olan bu Yahudi tutsaklar grubundan söz
ederken, SS’lerin kullandığı örtmece “özel ekip”ti. Bu ekiptekilerin görevi
çıplak tutsakları gaz odalarına ölüme götürmek ve kargaşa çıkmasını önlemekti;
sonra hidrosiyanürasitle pembe-yeşil bir renge dönüşmüş cesetleri dışarı
çıkarıp suyla yıkamaları; vücutların herhangi bir girintisinde veya deliğinde
değerli bir madde saklı olup olmadığını kontrol etmeleri; cesetlerin altın
dişlerini sökmeleri; kadınların saçlarını kesip amonyum kloritle yıkamaları;
cesetleri krematoryuma taşımaları; yakılarak kül haline gelmelerine nezaret
etmeleri; son olarak da kalan külleri fırınlardan boşaltmaları gerekiyordu.
Levi şöyle yazar:
Böylesine uç boyutta
bir mahrumiyet yaşamış insanlardan hukuksal anlamda bir tanıklık etmelerini
kimse bekleyemez, onlardan ancak aynı anda hem yakınma hem küfür, hem kefaret
hem de kendini haklı çıkarma ve yeniden eski haline dönme çabası olan bir şey
beklenebilir... Bu ekipleri düşünüp örgütlemek Nasyonal Sosyalizmin işlediği en
şeytanca suçtur.
27
Soykırımların artık bittiğini düşünebiliriz belki -her ne kadar orada
burada, bizden çok da uzak olmayan yerlerde yaşanıyor olsalar da hâlâ. Ama o
maç hiç bitmez; kesintiye uğramadan sürer gider. Zaman tanımayan ve her yerde
var olan “gri bölge”nin kusursuz ve ezeli damgasıdır. Kurtulanların büyük
ıstırabı ve utancı bu yüzdendir.
Bizim utancımız da bu yüzdendir; kampları bilmediğimiz halde, yine de
nasıl olduğunu anlamadan, stadyumlardaki her maçta, her televizyon yayınında,
gündelik hayatın normalliği içinde kendini tekrarlayan bu maçın seyircisi
olanların utancı. Bu maçı anlamayı ve durdurmayı başaramazsak asla umut
olmayacaktır.
Yunanca’da şahit (tanık) sözcüğünün karşılığı martis, yani
şehittir. İlk kilise babaları, zulmedilen Hıristiyanların ölümünü -böylece
onlar kendi imanlarına şahitlik (tanıklık) etmişlerdir- ifade etmek için martis
sözcüğünden martirium sözcüğünü türetmişlerdir.
28
... şehitlik öğretisi anlamsız bir ölüm skandalını, sadece saçmalık
addedilebilecek bir infazı (ölümü) haklı çıkarır. Sine causa [sebepsiz]
olduğu belli olan bir ölüm karşısında Luka ve Matta’ya başvurmak şehitliği
kutsal bir emir olarak yorumlamayı ve böylece, akıldışı olana bir gerekçe
bulmayı mümkün kılar.
30
... Yunanca holokaustos bir sıfattır ve “bütünüyle yanmış”
demektir.
[günah sunusu, esenlik sunusu, yakmalık sunu ve tahıl sunusu]
31
... ‘holocaustum’ teriminin anlamı genişletilmiş ve Hıristiyan
şehitleri de içerecek bir metafor olarak kullanılmıştır.
“Holocaust” teriminin anlamsal göçü... terim, resmi olmayan dil
evrenlerinde, giderek “kutsal ve yüce güdülere tam bir kendini adama ile canını
feda etme” anlamını kazanmıştır.
32
[holocaust: özveri]
33
... terim, krematoryumla sunak arasında kabul edilemez bir eşdeğerlik
ima etmekle kalmaz yalnızca, daha en baştan Yahudi-karşıtı bir anlamsal mirasın
da taşıyıcısı olur. Bu yüzden bu terimi hiçbir zaman kullanmayacağız.
[Levi:] Bu satırları
yazdığım şu ana kadar, Hiroşima ve Nagasaki dehşetine; Gulag utancına; büsbütün
saçma, kanlı Vietnam savaşına; Kamboçya’daki ulusal kıyıma; Arjantin’deki
kayıplara ve tanık olduğumuz onca vahşi ve aptalca savaşa karşın, ne kapsam ne
de nitelik açısından, Nazi toplama kamplarının yine de bir benzeri yoktur.
Fakat neden anlatılamaz olsun? Neden soykırıma gizemli bir saygınlık
bahşedilsin?
34
Aziz John Krisostom M.S. 386 yılında Antakya’da Tanrı’nın Akıl
Ermez Doğası Üstüne adlı incelemesini yazmış... [Anlatılamaz, konuşulamaz,
yazılamaz, Tanrı’nın kavranılamazlığı, vb.]
[“dinsel sessizliğe uymak” anlamına gelen euphemein,
alçakgönüllülük ya da nezaket nedeniyle söylenemeyen asıllarının yerine
kullanılan terimleri ifade eden modern “euphemism” [örtmece] sözcüğünün
kökenidir.]
36
Sonuna vardırılan
yıkımı, tamamlanan işi kimse anlatmadı, tıpkı kimsenin kendi ölümünü anlatmak
için geri dönmemesi gibi. Kağıt kalemleri olsaydı bile dibe vuranlar,
boğulanlar tanıklık etmeyecekti çünkü ölümleri bedensel ölümlerinden önce
başlamıştı. [Levi]
Ama burada tanıklığın değeri aslında içerdiği eksiklikte yatar;
tanıklığın tam merkezinde tanıklık edilemeyecek bir şey bulunur ve bu da
hayatta kalanı tanık olmanın otoritesinden yoksun bırakır. “Asıl” tanıklar,
“tüm tanıklar”, tanıklık etmeyenler ve edemeyecek olanlardır. ... Boğulanların
söyleyecek bir şeyi yoktur, verecekleri bir ders veya aktarabilecekleri bir
anıları yoktur. Onların “hikayeleri”, “yüzleri”, hatta “düşünceleri” bile
yoktur. Onların adına tanıklık etme görevini üstlenen kişi, tanıklık etmenin
olanaksızlığıyla tanıklık etmesi gerektiğini bilir.
37
... “tanığı olmayan olay” olarak Shoah kavramı... Shoah
iki anlamda tanıkları olmayan bir olaydır: öncelikle, olaya içeriden tanıklık
edilemez -çünkü hiç kimse ölüme içeriden tanıklık edemez ...- ve ikinci olarak
dışarıdan da tanıklık edemez -çünkü “dışarıdaki” tanım gereği olaydan
dışlanmıştır.
38
deux ex machina “makineyle inen tanrı”; Eski Yunan ve Latin
tiyatrosunda bir tanrının olay örgüsündeki düğümü çözmek üzere tam zamanında
ortaya çıkması (ç.n.).
40
Belki de bu anlamda her sözcük, her yazı tanıklık olarak doğmuştur.
Tanıklık edilen şeyin bir dil ya da yazı olamamasının nedeni budur. O, ancak
hiç kimsenin tanıklık etmediği bir şey olabilir. Ve bu boşluktan yükselen
sestir: insanın ancak tek başına kaldığında konuştuğu dil-olmayandır; dilin karşılık
verdiği, içinde dilin doğduğu dil-olmayan. Hiç kimsenin tanık olmadığı bu şeyin
doğası üstüne, bu dil-olmayanın üstüne düşünülmesi gerekir.
İkinci Bölüm: Muselmann
43
Tanıklık edilemez olanın, yani hiç kimsenin tanıklık etmediği şeyin
bir adı vardır. Kamp dilinde bunun adı, der Muselmann, yani
“Müslüman”dır.
Kendi umutları
tükenen, arkadaşlarının da umudu kestiği, kamp dilinde adına Muselmann
dediğimiz tutsağın bilincinde artık iyi ve kötü, onurlu ve alçak, mantıklı ve
mantıksız ayrımına yer yoktur. O artık son çırpınışlarını sürdüren bir fiziksel
işlevler yığını, güçbela yürüyen bir canlı cesetti. Bizim için ne kadar zor
olursa olsun, onu değerlendirmelerimizin dışında tutmalıyız. [Améry].
mumya-adamlar... yaşayan ölü grubu...
45
Vücut ısısı genellikle 36,5 derecenin altına düştüğü için sürekli
titrerdi. Uzaktan gören biri böylelerini namaz kılan Araplara benzetirdi.
46
... bütün
Müslümanların hikâyesi aynıdır, daha doğrusu bir hikâyeleri yoktur: denize
dökülen dereler gibi dibe doğru gidiyorlardı. ... içlerindeki o tanrısal
kıvılcım ölmüştür, gerçekten acı çekemeyecek kadar boşalmıştır içleri. [Levi]
47
Allah’ın iradesine katıksız şartsız teslim olan kişi. ... -koşulsuz
bir kaderciliğin insanları-...
... Doğuya özgü şekilde bağdaş kurma, yüzlerin maske gibi donuk
olması...
49
Betthelheim’a göre Muselmann asla klinik bir kategoriye
indirgenemez. Uç durumda risk taşıyan şey “bir birey olarak canlı ve değişmeden
kalmak” koşulu olduğu için, Muselmann bir anlamda insanın insen-olmayana
dönüştüğü ve klinik tanının yerini antropolojik analize bıraktığı değişken
eşiğin belirtisidir.
51
... Karl Barth, insanların kendilerini bir uç duruma uyarlama
konusunda çarpıcı bir beceriye sahip olduklarını gözlemlemiş ve uç-durumun
artık saptayıcı bir kriter olma işlevi taşıyamayacağı sonucunu çıkarmıştır.
Bütün tanıklar, hatta en uç-koşullara boyun eğenler bile (örneğin Sonderkammando
üyeleri), sınır durumun akıl almaz bir biçimde alışkanlık haline gelişini
hatırlatıyorlar (“bu işi yapan insan ya ilk gün delirir ya da buna alışır”).
53
1945 - Bergen-Belsen - İngiliz filmi
Toplu mezara yığılmış ya da eski kamp muhafızlarının omuzlarında
taşınan binlerce çıplak cesedin... bunlara hiçbir koşulda “ceset” ya da
“kadavra” denmiyordu, bunlardan basitçe Figuren, yani piyon veya kukla
olarak söz ediliyordu).
55
Levi’nin Muselmann’ı tanımlamak için kullandığı ifadelerden
biri de “Gorgo’yu görmüş olan”dır.
[Gorgo] Yılan saçlı, kendisine bakanları taşa çevirip öldüren ve
Persus’un ancak Athena’nın ardımıyla, onu görmeden başını keserek öldürebildiği
korkunçdişi yaratık.
Ölümcül olduğu için bakılması yasaklanmış bu yüz, Yunanlılar için
olmayan-bir-yüzdür...
“Gorgo, “yüz-karşıtı”, ancak bir yüz aracılığıyla... bakışlarından
kaçılamayacak karşılaşmalarda... temsil edilir...” [Frontisi-Ducroux]
56
İnsan figürünün çömlek üzerinde yalnızca profilden resmedildiği
ikonografi geleneği ihlal edilerek, Gorgo profilsiz temsil edilmiştir; üç
boyutlu değildir, düz bir satıh olarak resmedilmiştir -yani, gerçek bir yüz
değil, mutlak bir imge olarak, yalnızca görülebilir ve gösterilebilir bir şey
olarak. Görünün olanaksızlığını temsil eden gorgoneion, görülmez
olamayandır.
Frontisi-Ducroux ... bu profilsiz, ön cepheden resmetme ile seslenim
arasında, yani yazarın anlatı geleneğini bozarak bir karaktere veya doğrudan
doğruya okuyucuya seslendiği retorik betisi arasında bir koşutluk kurar.
57
Muselmann’ın adını anarken kimsenin gerçek anlamda “canlı
varlıklar”dan söz edemeyeceğini bütün tanıklar onaylıyor. ... [Bir tanık:] “Biz
hâlâ hareket edebilen iskeletleriz, onlarsa hareket kabiliyetini çoktan
yitirmiş iskeletler. Ama üçüncü bir kategori daha var: yere serilip kalan,
hareket edemeyen ama güçbela nefes alanlar”
58
“Sonunda [çevreye] tepki vermeyi bütünüyle bırakmak ve birer nesneye dönüşmek
zorunda kalmışlardı, ama böylece kişi olmaktan da çıkmışlardı.” [Bettelheim].
59
... Bettelheim’e göre Muselmann, devredilemez özgürlüğünden
kendi rızasıyla vazgeçmiş, dolayısıyla duygusal hayatının ve insanlığının bütün
izlerini yitirmiş olandır.
1947 yılında Polonya’da mahkum edilen Auschwitz’in komutanı Höss,
Bettelheim’in gözünde “iyi beslenmiş” ve “üstü başı temiz” bir tür Muselmann’a
dönüşmüştür.
Fiziksel ölümü daha
sonra gerçekleşecek olsa da, Auschwitz’in komutanlığını yapmaya başladığı andan
itibaren bir canlı ceset olmuştu. Asla bir “Müslüman” olmadıysa, bunun nedeni
iyi beslenmeyi ve iyi giyinmeyi sürdürmesiydi. Fakat kendisini özsaygıdan ve
özseverlikten, duygulardan ve kişiliğinden öylesine koparmıştı ki çeşitli
amaçlar için işlev gören ve yalnızca amirleri çeşitli komut düğmelerine
bastıkça çalışan bir makineden pek de farkı kalmamıştı.
Bu organizmaların, iç
veya dış uyaranın merkeze ulaşmasını ve oradan alınan yanıtın duyu organlarına
iletilmesini sağlayan, his ve hareketi olanaklı kılan refleks kemerinin devre
dışı kalıp kalmadığı üzerine bile düşünebilir insan... İçlerinde duygu uyanmaz
hale geldiğinde tutsaklar artık Müslüman aşamasına geçmiştir. [Bettelheim].
63
... ne var ki “en iyilerin hepsi öldü”.
Levi, Auschwitz’de kabul edilebilir bir iyinin bulunduğunu, kampta
değerli ve normal hayata taşınacak bir şey olduğunu iddia etmenin kabul
edilebilir olmadığını ve iyiye tanıklık etmediğini öne sürer.
66
Muselmann özgül bir sınır figürdür; onda yalnızca
haysiyet, onur ve saygı gibi kategoriler değil, bizatihi etik sınır fikri bile
anlamını yitirir.
67
Yıllar önce, etiğin transandantal bir koşulunu bağlayıcı bir iletişim
ilkesi biçiminde tanımlamak iddiasıyla bir öğreti çıkmıştı ortaya. ... Bu
ilginç öğretiye göre, konuşan bir varlık iletişimden kesinlikle kaçamaz.
Hayvanlardan farklı olarak, dil yetileri olduğu sürece insanlar, eylemlerinin
anlam ve geçerliliği konusundaki ölçütler üzerinde uzlaşmaya, deyim yerindeyse
mahkûmdurlar.
68
[Aristoteles’e göre “çelişmezlik ilkesi” kanıtlanabilir. Ama bu ancak
çürütme yoluyla, itiraz eden kişinin konuşması şartıyla mümkün olabilir.
Konuşmayan biri bir bitkiden farksız olacaktır.]
Dilin salt bir iletişim aracı olarak önceden-varoluşu (yani, konuşan
varlıklar açısından dilin zaten var olması) kendi içinde hiçbir iletişimde
bulunma yükümlülüğünü barındırmaz.
69
İzzet (dignity)
70
Kralın İki Bedeni: Ortaçağ Siyasal Teolojisi Üzerine Bir İnceleme ... Ernst
Kantorowicz, egemenlik kuramının ana eksenlerinden biri olan ‘siyasi iktidarın
sürekliliği’nin formülasyonunda hukuk biliminin nasıl da teolojiye bağlı
olduğunu göstermiştir. İzzet, taşıyıcısından bağımsızlaştırılır ve simgesel bir
kişi haline getirilir; yargıcın ya da imparatorun asil bedenine bir tür mistik
beden eşlik etmektedir...
72
Yahudi her tür izzetten yoksun kalmış bir insandır: o saf insandır -
dolayısıyla, insan-olmayandır.
Belli yerlerde ve durumlarda izzet ve onur abes kaçar. Örneğin aşık
her şey olabilir ama “izzetli” olamaz çünkü hem ‘izzetli’ kalıp hem sevişmenin
olanağı yoktur. Antikler bunun olanaksızlığına öylesine ikna olmuşlardı ki,
şehvani hazzın adını anmanın bile izzetle [haysiyetle] bağdaşmadığını öne
sürmüşlerdi ve erotik konuları mizah türü kapsamında sınıflandırmışlardı.
73
Muselmann... biçimsiz yüzü... “Doğulu” ıstırabı...
74
Muselmann’ları tanımlayan şey daha çok ölümlerinin ölüm
olmamasıdır. ... Ama bu da SS’lerin cesetlere Figuren demekte haklı
oldukları anlamına gelir.
75
(Hınç, der Nietzsche, istencin bir şeyin olmuş olmasını kabul
etmesinin olanaksız oluşundan doğar; istencin zamana ve zamanın “böyle
oldu”suna uyum sağlamaktaki yetersizliğinden doğar.)
Auschwitz’de insanlar ölmedi; daha çok, cesetler imal edildi.
Ölümü yaşantılamamış cesetler, ölümleri bir seri üretim meselesine
indirgenmiş insan-olmayanlar. Olası ve yaygın bir yoruma göre de, tam da ölümün
bu değerini yitirmesi, ölümün alçaltılması, Auschwitz’in özgül suçunu,
dehşetinin doğru adını oluşturmaktadır.
77
... Heidegger, imha kamplarını tanımlamak için “ceset imalatı”
ifadesinin Arendt’ten daha önce kullanmıştı. ... “Kitleler halinde ölüyorlar,
tek seferde yüz binlerce”...
Ama ölmek (Sterben), kişinin kendi Varlığında ölümü taşıması demektir.
Ölebilir olmak, bu belirleyici taşıma meselesini gerçekleştirmeye muktedir
olmak demektir. Ve buna yetkili olabilmemizin tek yolu, bizim Varlığımızın
ölümün Varlığına yetili olmasından geçmektedir. ... Ölmemiş sayısız korkunç
ölümün muazzam sefaletiyle karşılaşıyoruz her yerde, ama yine de ölümün özü
insana tamamen kapalıdır [Heidegger]
81
[Kamp] İnsani güç neredeyse insani-olmayanla aynıdır; insan
insan-olmayanı da barındırır.
83
Cesedin belirli bir saygıyı hak ettiği, ölümün haysiyeti gibi bir şey
olduğu fikri aslında etiğin alanına girmez. Kökleri daha ziyade, hukukun en
arkaik katmanına, hiçbir bakımdan büyüden ayırt edilemeyecek olan en eski
katmanına dayanmaktadır. Son nefesini vermiş olanın bedenine gösterilen saygı
ve özenin kökeninde, ölen kişinin ruhunun (daha doğrusu, suretinin ya da
hayaletinin) canlının dünyasında (Romalıların larva’sı, Yunanlıların eidolon
veya phantasma’sı) tehdit eden bir ruh olarak kalmasını önleme niyeti
yatıyordu. Cenaze törenleri esas olarak bu rahatsız edici ve belirsiz varlığı
barışçıl ve kudretli bir ataya dönüştürme işlevi taşıyordu, böylelikle onunla
kolayca belirlenebilir kült ilişkileri kurmak mümkün olacaktı.
[antik dünya, mascalismos ritüeli] Bu ritüelde öldürülmüş bir
kişinin cesedinin uzuvları (eller, burun, kulaklar vb.) kesilip kısa bir ipe
diziliyor ve koltuk altına konuluyordu, böylece ölü kişinin maruz kaldığı
saldırıların öcünü alması önlenmeye çalışılıyordu. Gömülmeden mahrum etme de
ölü kişinin cesedi üzerinde uygulanan büyüye dayalı bir öç alma biçimiydi; bu
yolla ölü kişi huzur bulamadan ebediyen larva olarak kalmaya mahkûm
ediliyordu. Bu yüzden eski Yunan ve Roma hukukunda cenaze töreni yapma
mecburiyeti öylesine katıydı ki ortada cesedin olmaması durumunda, onun yerine
bir colossus’un -ölünün bir tür ritüel eşinin (genellikle tahta veya
balmumu heykelinin)- yakılması şart koşuluyordu.
86
Muselmann ... karşımıza canlı-olmayan olarak, hayatı
sahici bir hayat olmayan varlık olarak çıkar; ... ölümüne ölüm değil ancak
ceset üretimi denebilecek kişi olarak çıkar ... Her iki durumda da sorgulanan
şey tam da insanın insanlığıdır; çünkü insan kendisini insan yapan şeyle, yani
ölümün ve hayatın kutsallığıyla ayrıcalıklı bağının kopuşunu izlemektir. Muselmann
inatla insan olarak karşımıza çıkan insan-olmayandır; insani-olmayandan ayrı
dile getirilemeyecek insandır.
[Michel Foucault] Geleneksel biçimde, yani bölgesel egemenlik (toprak
hâkimiyeti) anlamında iktidar kendisini esas itibarıyla hayat ve ölüm üzerinde
hak sahibi olmakla tanımlar. Ama böyle bir hak, kendisini her şeyden çok
ölümden yana kullanması bakımından, tanımı itibariyle, asimetriktir; hayatla
sadece dolaylı olarak ilgilenir, öldürme hakkını kullanmakta çekimser
kaldığında. Foucault’nun egemenliği, “öldür ya da yaşamasına izin ver”
formülüyle tanımlamasının nedeni budur. On yedinci yüzyıldan ve polis biliminin
doğuşundan itibaren öznelerin hayat ve sağlıklarının gözetimi devletlerin
mekanizmaları ve hesaplamalarında giderek önemli bir yer tutmaya başladığında,
egemen iktidar da Foucault’nun “biyo-iktidar” olarak adlandırdığı şeye dönüştü.
Eski öldürme ve yaşatma hakkı yerini, modern biyo-politikayı tanımlayan ve “yaşamalarını
sağla ve ölmelerine izin ver” formülüyle ifade edilebilecek tersine
çevrilmiş bir modele bırakır.
88
Hitler Almanya’sında yaşatmaya yönelik biyo-iktidarın eşi
görülmemiş mutlaklaştırılışı, egemen öldürme iktidarının aynı ölçüde
mutlak genellenmesiyle öyle bir kesişir ki, biyo-politika doğrudan doğruya bir
ölüm-politikasıyla örtüşür. ... Peki ama, amacı esas olarak yaşatmak olan bir
iktidarın koşulsuz bir ölüm iktidarı uygulaması nasıl mümkün olabilir?
Foucault’nun 1976’da ... bu soruya verdiği yanıta göre, biyo-iktidarın
insan türünün biyolojik sürekliliğindeki kesintileri [caesuras] işaret etmesini ve böylece “yaşatma sistemi”ne bir savaş
ilkesini yeniden-eklemesini olanaklı kılan şey tam da ırkçılıktır.
İnsan türünün biyolojik
sürekliliğinde ırkların karşıtlığı ve hiyerarşisi, belli ırkların iyi,
diğerlerinin ise bilakis aşağı olarak nitelenmesi, gözetimini iktidarın
üstlenmiş olduğu biyolojik alanı parçalama yollarıdır tümüyle; bir topluluğu
farklı gruplara ayrıştırma yollarıdır. Kısacası, kendisini tam da biyolojik
olarak tanımlayan bir alan içinde biyolojik tipte bir kesintiyi yerleşik hale
getirmektir. (Foucault, 1997).
... özünde politik olan bir topluluğu özünde biyolojik bir topluluğa,
doğumu ve ölümünün, sağlığı ve hastalığının sonradan düzenlenmesi gereken
biyolojik bir topluluğa dönüştürmeye dayanan halk ile nüfus
arasındaki kesintidir. Biyo-iktidarın ortaya çıkışıyla birlikte bütün halkların
rolünü bir nüfus üstlenmeye başlar; her demokratik halk aynı zamanda demografik
bir halktır. Nazi Almanya’sında 1933’te çıkan “Alman halkının kalıtsallığının
korunması” yasaları bu kesintiyi çok iyi ortaya koyar. Hemen akabinde bunu,
bütün vatandaşlar kümesi içinde “Ari ırk”tan olan vatandaşları “Ari ırktan
olmayan” vatandaşlardan ayıran bir kesinti izler. Daha sonra bir diğer kesinti
“Ari ırktan olmayan” vatandaşlar kümesini kat ederek, Yahudileri [tam Yahudiler
ile melezler (büyük-ebeveynlerinden yalnızca biri Yahudi olan veya iki büyük
ebeveyni de Yahudi olan ama 15 Eylül 1935 itibarıyla hem Yahudi inancı
taşımayan hem de eşleri Yahudi olmayan insanlar)] ayırır. Biyo-politik
kesintiler esas itibarıyla değişkendir ve her durumda biyolojik süreklilikte
başka bir bölgeyi izole ederler...
90
1937 yılında yapılan bir toplantıda Hitler uç bir biyo-politik kavramı
ilk kez formülleştirir ... Hitler Orta Batı Avrupa’yla ilgili olarak bir volkloser
Raum’a, yani halktan arındırılmış bir bölgeye ihtiyaç duyulduğunu iddia
eder. ... Basitçe bir çöl benzeri, üzerinde hiç kimsenin yaşamadığı boş bir
coğrafi uzam gibi bir şey değildir söz konusu olan (Hitler’in kastettiği bölge
yoğun olarak farklı halkların ve milliyetlerin yaşadığı bir bölgeydi).
Hitler’in “halksız uzam”ı bilakis temel bir biyo-politik yeğinliği ifade
ediyordur...
Üçüncü Bölüm: Utanç ya da Özneye Dair
91
The
Reawakening (Türkçeye Ateşkes
olarak tercüme edilmiş), Levi
104
[Nietzsche] amor fati (yazgını sev)
105
“Başıma gelenleri derinlemesine düşünerek geçen yirmi yıl
boyunca, toplumsal baskı sonucu bağışlama ve unutmanın ahlaka-aykırı olduğunu
kabul ettiğime inandım. [Jean Améry]
106
Auschwitz’in ebediyen geri dönmesini kimse isteyemez,
çünkü o aslında meydana gelmeye hiçbir zaman son vermemiştir; her zaman kendini
tekrarlıyordur zaten.
“Akşam yemeği için ailemle ya da arkadaşlarımla masaya
oturmuşum, veya işteyim ya da kırda... bir kez daha kamptayım ve kamp dışında
hiçbir şey gerçek değildi. Gerisi -aile, çiçekler açan doğa, yuva- kısa bir
molaydı, duyuların bir oyunuydu. ... düşte ise çok iyi bildiğim bir sesin
tınısını duyuyorum... Auschwitz’de şafakta duyulan komut bu... “Uyan”
(Wstawac!)” [Levi]
109
1935 yılında Levinas örnek bir utanç analizi
geliştirmişti. Levinas’a göre, utanç, ahlak felsefecilerinin ileri sürdüğü
gibi, varlığımızda bulunan ve kendisine karşı mesafe aldığımız bir eksikliğin
ya da kusurun bilincinde olmamızdan kaynaklanmaz. Aksine, utancın temelleri,
varlığımızın kendisinden uzaklaşamamasında ve kopamamasında bulunur.
Hacet ve mide bulantısı durumları... ... utanırken de
kendimizle onun arasına hiçbir mesafe koyamadığımız bir şeye teslim oluruz.
Bu
nedenle, utançta beliren şey, bir kimsenin kendisine zincirlenmesi; kendisinden
saklanmak üzere kendisinden kaçmasının radikal olanaksızlığı; benliğin, bizzat
kendisinin karşısında hazır bulunmasının tahammül edilemezliğidir. ...
Utandırıcı olan, kendi mahremiyetimiz, yani kendimizin huzurunda oluşumuzdur.
... Utancın keşfettiği şey, kendi kendisini keşfeden Varlıktır.
[Levinas]
111
... utanç, insan ve Varlık arasındaki karşılaşmada kendine özgü bir
yeri olan bir tür ontolojik duygudur. Pek de psikolojik fenomen değildir ki,
Heidegger “bizatihi Varlık kendisinde bir utanç taşır, Varlığın utancını” diye
yazabilmiştir.
Heidegger, utancın bu ontolojik niteliğini vurgulamak için iğrenmeyi
ele almamızı önerir. ... Benjamin’e göre iğrenmede ağır basan his, bize iğrenç
gelen şey tarafından fark edilme korkusudur. “İnsanın derinliklerinde uyanan
korku, kendisinde hissedilir ölçüde hayvanı andıran bir şeyin yaşıyor olduğuna
dair muğlak bir farkındalıktır”. İğrenmeyi deneyimleyen kim olursa olsun,
iğrendiği nesnede bir şekilde önce kendisini ve sonra da korkularını bulur.
İğrenmeyi deneyimleyen insan kabul edilemeyecek bir başkalaşım içinde bulur
kendisini -yani, kendisini mutlak bir öznelliğin-yok-edilişinde
özneleştiriyordur.
113
[sado-mazoşizm] … bu sistemde, sonsuz bir alıcılık -mazoşist- aynı
derecede sonsuz bir edilgen-olmama -sadist- ile karşılaşır ve özneleşme ile
öznelliğin-yok-edilişi tam anlamıyla iki kutba da ait olmadan hiç durmaksızın bu
iki kutup arasında gidip gelir. Fakat bu belirlenmemişlik, özneleri yalnızca
iktidarla değil bilgiyle de donatır [bitmek tükenmek bilmez bir eğitim ve
çıraklık süreci, disiplin] … Tıpkı mazoşist öznenin efendisi dışında kendi
hazzını varsayamaması gibi, sadist özne de sınırsız emir ve ceza aracılığıyla
zevki köleye aktarmadan kendisini olduğu gibi kabul edemez. Ama mazoşist özne
tanımı gereği acı çektiren eğitiminden zevk aldığı için, bilginin aktarım aracı
olması gereken şey -ceza- haz aracı haline gelir; disiplin ve çıraklık,
öğretmen ve öğrenci, efendi ve köle artık tamamen birbirinden ayrılmaz hale
gelir. İki öznenin çok kısa bir süre için birbiriyle örtüştüğü disiplin ve zevk
alma arasındaki bu ayrımsızlık ise utançtır tam da. Öfkeli efendinin gülünç öğrencisine
sürekli hatırlattığı şey de bu utançtır: “Söyle bana, utanmıyor musun?” Yani:
“Kendi öznelliğini-yok-edişinin öznesi olduğunun farkında değil misin?”
117
[Keats’ın 1818 tarihli bir mektubu; özneliğin-yok-edilişi deneyimi
üzerine itirafları…]
1) Şiirsel “ben”, “ben”
değildir; kendisiyle özdeş değildir.
2) Şair her şey arasında en
şiirsel olmayan şeydir, çünkü her zaman kendinden başka bir şeydir; her
zaman bir başkasının yerine bulunuyordur… [kimliği yoktur, birilerinin yerini
dolduruyordur, başka bir bedeni dolduruyordur]
3) “Ben şairim” beyanı, bir
beyan değildir; daha ziyade, şair olmanın olanaksızlığını ima eden bir
terim çatışmasıdır: “Ve eğer şairin kendisi diye bir şey yoksa ve ben bir
Şairsem, artık yazmayacağımı söylememin neresinde Şaşılacak bir şey var?”
4) Şiirsel deneyim, utanılası
bir öznelliğin-yok-edilişi deneyimidir…
119
Batı edebiyat geleneğinde şiirsel yaratış edimi, hatta belki de her
türlü konuşma edimi, öznelliğin-yok-edilişine benzer bir şey ima ediyordur
(şairler bu öznelliğin-yok-edilişini “Müz” [sanat perisi] olarak
adlandırmaktadır).
120
Barbaros, yani
“barbar” terimi tam anlamıyla, logos
bahşedilmemiş varlığa, konuşmayı ve anlamayı doğru dürüst bilmeyen yabancıya
karşılık gelmektedir.
Dil deneyimi en basit konuşma ediminde örtük olan
öznelliğin-yok-edilişi deneyimini daha da derinleştirir sadece. Modern dilbilim
kuramı, dil ve fiili söylemin, aralarında geçiş ve iletişimin olamayacağı
birbirinden bütünüyle farklı iki sistem olduğunu ileri sürer. Saussure’ün zaten
saptamış olduğu üzere, dil (language anlamında) kendi içinde bir
göstergeler (örneğin “çamur”, “göl”, “gökyüzü”, “kırmızı”, “üzgün”, “beş”,
“bölmek”, “görmek”) dizisinden oluşuyor olsa da, bu göstergelerin bir söylem
oluşturmak için nasıl etkin hale getirileceğini öngörmek ve anlamak hiçbir
şekilde mümkün değildir. “Uyandırdığı fikirler kadar zengin olan bu sözcük
dizisi, hiçbir bir bireye bir başka bireyin onları telaffuz ederek ne demek
istediğini asla göstermeyecektir.” Saussure’ün bu çatışkısını [antinomi] ele
alıp geliştiren Benveniste birkaç yıl sonra şu görüşü ortaya koyar:
121
Göstergeler dünyası
kapalıdır. Göstergeden ifadeye ne dizimselleştirme ile ne de başka şekilde
hiçbir geçiş yoktur. Aralarında daima bir mesafe, bir ünlü-boşluğu [hiatus gide-im boşluğuna ‘y’ eklenmesiyle
giderilir] vardır. (Benveniste, 1974)
Bununla birlikte, her dilin kullanıma hazır bir göstergeler dizisi
(dilbilimciler bunları ‘kaydıraç’ ya da söylemenin belirteçleri olarak
adlandırırlar. ‘Ben’, ‘sen’, ‘bu’ gibi zamirler ile ‘burada’, ‘şimdi’ gibi
zarflar bu kategori içindedir) vardır ki bunlar bireyin, dili kullanmak üzere
onu temellük etmesini sağlarlar. Diğer sözcüklerin aksine, bu göstergelerin
reel terimlerle tanımlanabilecek bir sözlük anlamı yoktur; Bunların anlamları, yalnızca,
içerisinde kullanıldıkları söylem olayına gönderimleri aracılığıyla doğar.
Dolayısıyla, sözceleme, ifade edilen şeyin metnini değil, meydana
gelişini ifade etmektedir; birey, ancak kendisini, söylemenin her olayıyla
özdeşleştirmesi fakat bunun içerisinde söylenen şeyle özdeşleştirmemesi
koşuluyla dili edimselleştirebilir. Fakat bu durumda dili temellük etmenin
anlamı nedir? Bu koşullarda ‘konuşmaya başlamak’ nasıl mümkün olmaktadır?
122
Sözcelemenin öznesi söylemden müteşekkildir ve yalnızca söylemde var
olur. Fakat tam da bu nedenle, özne bir kez söyleme dahil olunca, artık hiçbir
şey söyleyemez hale gelir; yani konuşamaz.
123
[20. yy şiiri, Pessoa’nın heteronimleri, 70’i aşkın kişi yaratmış]
... benim heteronimlerimin zihinsel kökeni, kişi-dışılaştırmaya ve
simülasyona yönelik kalıcı ve organik bir eğilimimde yatıyor.
127
... bilinç dediğimiz sürekliliği sağlayan “ben”, yalnızca
dilsel bir hassanın [özgülük, özellik] Varlıktaki görünüşünden başka bir şey
değildir. Benveniste’nin belirttiği gibi, konuşucu kendisini ‘özne’ olarak
ancak “Ben’in konuşucuyu ifade ettiği söylem anında dile getirir.
Dolayısıyla, öznelliğin temelinde dil kullanımının yattığı tamamen doğrudur”
(Benveniste 1971) ... İnsanın zamansallığının, sözceleme ediminin olanaklı kıldığı
kendiliğinden-mevcudiyet ve dünya için mevcudiyet aracılığıyla nasıl
üretildiğini; insanların genelde “şimdi”yi deneyimlemelerinin tek yolunun “ben”
ve “şimdi” diyerek söylemi dünyaya dahil etme suretiyle “şimdi”yi oluşturmak
olduğunu Benveniste açıkça ortaya koymuştur. ... tam da bilincin dilden başka
bir tutarlılığı olmadığı için felsefe ve psikolojinin bilinçte saptadığına
inandığı her şey basitçe dilin bir gölgesidir, “tahayyül edilmiş bir töz”dür
ancak. Kültürümüzün kendisine ait en sağlam temeli bulduğuna inandığı öznellik
ve bilinç, dünyadaki en sallantılı ve en kırılgan şeye dayanıyordur: konuşma
(söz).
129
Söylemin saf mevcudiyetinde dil, duyumların ve
deneyimlerin kendiliğinden-mevcudiyetini, tam da onları üniter (birimsel) bir
merkeze havale ettiği anda onulmaz bir şekilde ayrıştırır. Sözcelemeyi icra
eden sesin iç bilincinde ulaşılan tikel mevcudiyeti sahiplenen her kimse,
Rilke’nin hayvanın bakışlarında saptadığı “Açık”lığa olan katışıksız
bağlılığını ebediyen kaybeder; artık bakışlarını içe, dilin var-olmayan yerine
çevirmelidir. Özneleşmenin, bilincin söylemde üretiminin çoğunlukla, insanların
kolay kolay atlatamadığı bir travma olmasının nedeni budur; bilincin kırılgan
metni bu yüzden durmaksızın kendini parçalayıp yok ediyor, üzerine inşa
edildiği ayrışımı (disjunction) gün ışığına çıkarıyordur...
... bir özne ilk defa bilinç olarak ortaya çıktığında [bir
bebek, yani konuşamayan varlık “Ben” dediği anda -ve onun için- ortaya çıkan ve
konuşmaya başlayan şey nedir?], bilmek ve söylemek arasında bir ayrışım
biçimine bürünür. Bu, bilen kişi için konuşmanın olanaksızlığı olarak
hissedilirken, konuşan kişi için aynı derecede şiddetli bir bilme olanaksızlığı
olarak deneyimlenir.
130
Binswanger, psişik ve somatik arasındaki eski ayrımın
yerine, “bir tarafta psiko-somatik organizmanın işlevsel kipliği ile diğer
tarafta hayatın içsel tarihi” arasında çok daha kesin bir ayrım önerir.
Rüyada,
insan “hayatın bir işlevi”ni yerine getiriyordur; uyanıkken ise, “hayatın
tarihi”ni yaratıyordur... Hayatın-işlevi ile hayatın-tarihi arasındaki
ayrışımın her iki parçasını da -ne yaparsanız yapın- ortak bir paydaya
indirgemek olanaksızdır, çünkü hayat işlev olarak kabul edildiğinde, tarih
olarak kabul edilen hayat ile aynı değildir. (Binswanger, 1963)
131
Bir yanda, yaşamsal işlevlerin sürekli akışı olduğunu
varsayalım: nefes alma, kan dolaşımı, sindirim, vücut ısısı (ayrıca duyumsama,
kas hareketleri, sinirlenme vb.); diğer yanda da, yaşanmış deneyimlerin kişisel
bir tarih içinde düzenlendiği dilin ve bilinçli “Ben”in akışı. Peki bu iki
akışın birleştiği, yaşamsal işlevlere dayalı “rüya görme”nin, kişisel bilincin
“uyanıklık hali” ile birleştiği bir nokta var mıdır? Bir özne biyolojik akışa
nerede ve nasıl dahil edilebilir? “Ben” diyen konuşucunun özne olarak
üretildiği noktada, bu iki akış arasında konuşan öznenin kendi biyolojik
işlevlerini gerçekten kendisinin olarak kabul edebildiği, canlı varlığın
kendisini konuşan ve düşünen “Ben” ile özdeşleştirebildiği bir tür örtüşme
olduğunu söylemek mümkün müdür? Bilincin niyetli edimler akışında olduğu gibi,
bedensel süreçlerin döngüsel gelişiminde de hiçbir şey böyle bir örtüşmeye
meyilli görünmez. Gerçekten de “ben” esas olarak, yaşamsal işlevler ile içsel
tarih arasındaki, canlı varlığın konuşan bir varlık haline gelmesi ile konuşan
varlığın kendisini canlı olarak duyumsaması arasındaki indirgenemez ayrışmayı
işaret ediyordur. Bu iki akışın, mutlak yakınlık denebilecek şekilde birlikte
iç içe gerçekleştiği doğrudur elbette. İyi de, yakınlık (intimacy),
belli bir mesafeyi de koruyan bir yakınlaşmaya (proximity), asla
özdeşlik haline gelmeyen bir iç içe geçişe verdiğimiz isim değil midir tam da?
132
[melankoliğin zamansallığı, şizofrenin deneyimi, takıntılı
nevroz, İntra festum tarzı zamansallık: epilepsi]
[Heidegger; post festum: kutlamadan sonra; ante
festum: kutlamadan önce; intra festum: kutlama sırasında]
136
... canlı varlık ve dilin, phone ve logos’un,
insan-olmayan ve insanın yan yana getirilmesinin bu olanaksızlığı...
141
[İnsan] ... insanın yeri bölündüğü için, insan, canlı
varlık ve konuşan varlık arasındaki, insan ve insan-olmayan arasındaki çatlakta
[var olur].
... İnsan her zaman insanın ötesinde veya öncesindedir,
insan ve insan-olmayan, özneleşme ve özneliğin-yok-oluşu, canlı varlığın
konuşan varlık haline gelmesi ve logos’un canlı haline gelmesi cereyanlarının
geçtiği merkez-eşik olan insanın ötesinde veya öncesindedir. Bu cereyanlar yan
yana bitişik-var olurlar ama örtüşmezler; örtüşmedikleri nokta, yani onları
birbirinden ayıran ince ayrım çizgisi ise tanıklığın durduğu yerdir.
Dördüncü Bölüm: Arşiv ve Tanıklık
143
[Collége de France’da dilbilim hocası Emile Benveniste,
1972, “Dilin Göstergebilimi”, sözceleme kuramı]
Benveniste, Saussurecü dilbilimin alt edilmesinin iki
yolla başarılabileceğini öne sürer; ilk yol, gösterge paradigmasına dayanan
anlamlama kuramından ayrı bir söylem semantiğidir ve son derece anlaşılırdır;
bizi asıl ilgilendiren ikinci yol ise, “sözcelemenin semantiği temeli üzerine
inşa edilecek detaylı bir meta-semantik aracılığıyla metinlerin ve yapıları
dil-aşırı çözümlemesine” dayanır.
144
“Ben” ne bir kavram ne de bir tözdür ve sözceleme,
söylemde ne söylendiği ile değil, saf “söylenme” olgusu ile ilgilidir”...
[sözceleme] en benzersiz ve en somut olan şeydir, çünkü edimde kesinlikle tekil
ve tekrarlanamaz söylem olayını ifade ediyordur; ama aynı zamanda, en boş ve en
genel şeydir de, çünkü herhangi bir sözlüksel gerçekliğe iliştirilmesi mümkün
olmadan da her zaman yinelenebilir.
145
[Michel Foucault, 1969, Bilginin Arkeolojisi]
Sözceleme, bir metne değil de, saf bir dil olayına
(Stoacıların terimleriyle ifade edilecek olursa, söylenmiş bir şeye değil de,
onda söylenmeden kalan söylenebilir-olana) atıfta bulunduğu sürece,
sözcelemenin alanı da, kesin bir dilsel analiz düzeyi ile (cümle, önerme,
edimsel eylemler vb.) veya bilimlerin incelediği özgül alanlarla
örtüşemez. Daha ziyade, bütün bilimlerde ve bütün söz edimlerinde dikey olarak
mevcut olan bir işlevi temsil eder. Foucault, yönteminin ontolojik
içerimlerinin açıkça farkında olarak, şöyle yazar: “sözce, bu yüzden bir yapı
değildir... varoluşun bir işlevidir”. Başka bir deyişle: sözceleme, gerçek,
kesin özelliklerin belirlediği bir şey değildir; tersine, saf varoluştur, belli
bir varlığın -dil- meydana gelme gerçeğidir. ... arkeoloji bu önermelerin ve
söylemlerin saf meydana gelişini kendi alanı olarak kabul eder; yani, dilin dışını,
dilin ham varoluşunu.
146
[Foucault bir dışarı oluşturur: arkeoloji.]
Foucault’nun sorgulamasına eşsiz verimliliğini kazandıran
şey, dilin bir “Ben” kapsamında, aşkın bir bilinç kapsamında ve en kötüsü de,
eşit ölçüde mitolojik psiko-somatik bir “Ben” kapsamında meydana geldiği
anlayışını yadsımasıdır.
Beşeri bilimler kendilerini, belli bir anlamlı söylem ve
dilsel analiz düzeyiyle (cümle, önerme, edimsel eylem vb.) örtüşen bir dilsel
katman oluşturarak tanımladığı sürece, özneleri de söylemi de dillendirdiği
varsayılan psikosomatik bireyle [psikosomatik zihinsel durumun bedeni
etkilediği şartlar söz konusu olduğunda kullanılır.] safça özdeşleştirilir.
Diğer yandan, aşkın özneyi saf bir “Ben konuşuyorum”a indirgeyerek antropolojik
ve psikolojik niteliklerinden yoksun bırakan modern felsefe, bu indirgemenin de
tam olarak farkında değildir; dilin böylece, artık önermelere ait olamayan bir
anlamsal-olmayan düzeye kaydığı gerçeğini fark etmez.
Söylemin
bir yazara ihtiyaç duymadan dolaşımda olacağı bir kültürü kolaylıkla tahayyül
edebiliriz. Söylemler, statüleri, biçimleri veya değerleri ne olursa olsun,
onları ele alış tarzımızdan bağımsız olarak, bir mırıltının anonimliğinde
açımlanacaktır. [Focault, 1998 Estetik, Metod ve Epistemoloji içinde]
[Foucault, 147-152]
[Agamben’in hümanizmi, 149]
152
İnsan, konuşan varlıktır, dili olan canlı varlıktır, çünkü
insan, dile sahip olmamaya muktedirdir, çünkü kendi başlangıcına
(in-fancy) muktedirdir. Olanaklılık, olanaksızlık ve zorunluluğun yanında,
diğerleri arasında tek bir kiplik değildir olumsallık; bir olanaklılığın fiili
verililiğidir; bir potansiyelliğin, olduğu haliyle, var olma şeklidir. Bir olma
kapasitesi ile olmama kapasitesi arasındaki kesintinin verililiği olarak bir
potansiyellik olayıdır (olumsal). Dilde, bu verililik, öznellik biçimine
bürünür. Olumsallık da, bir özne sınavından geçirilmiş olanaklılıktır.
153
Kiplik kategorileri -olanaklılık, olanaksızlık,
olumsallık, zorunluluk- önermelerin yapısıyla veya bir şeyin bizim bilme
yetimizle olan ilişkisiyle ilgili, önemsiz mantıksal veya epistemolojik
kategoriler değildir. Ontolojik işlemcilerdir (operatör); yani, her defasında
insan ve insan-olmayan, “yaşatma” veya “ölmesine izin verme” konusunda bir
karara varılan biyo-politik “Varlık” mücadelesinde kullanılan imha
silahlarıdır.
154
[Goebbel’in politika tanımı: “olanaksız görüneni olanaklı
kılma sanatı”]
155
[auctor - yazar kelimesinin etimolojisi]
156
[Latince’de tanıklık terimini ifade eden üç terim: testis,
superstes, auctor]
157
... klasik dünya ex nihilo yaratım [-e.n. örneğin
Tanrı’nın varlığı hiçlikten yaratması] fikrine yabancıdır; antikler için her
yaratma edimi her zaman başka bir şeyi içerimler; bu ister formsuz madde olsun
ister tamamlanmamış Varlık olsun, daima bütünlenecek veya “büyütülecek” bir
şeyi ima eder. ... her yazar/yaratıcı da bir ortak-yazar/yaratıcıdır.
Şimdi Levi’nin paradoksuna geri dönelim: “Muselmann
eksiksiz tanıktır.” Bu, iki çelişkili önerme içerimler: “) “Muselmann
insan-olmayandır; asla tanıklık edemeyecek olandır” ve 2) “Tanıklık edemeyen,
asıl tanıktır, mutlak tanıktır.”
Bu paradoksun anlamı ve anlamsızlığı, bu noktada açığa
çıkar. Bu önermelerde ifade edilen şey, bir auctor edimi olarak,
konuşmanın, insan-olmayan ve insanın, canlı bir varlığın ve konuşan bir
varlığın olanaksızlığının ve olanaklılığının farklılığı ve bütünlenmesi olarak
tanıklığın örtük ikili yapısından başka bir şey değildir.
158
Bichat’ın ana savı, hayatın kendisini hayatta tutabileceği
ve hayatın aslında, kuruluş itibariyle, bir hayatlar çoğulluğuna ve dolayısıyla
bir ölümler çoğulluğuna bölünmüş olduğudur. ... Bichat bunu, her organizmada
iki “hayvan”ın birlikte-mevcudiyeti olarak sunar. Öncelikle, “içeride var olan
hayvan” vardır ve bu “hayvanın” hayatı -Bichat bunu “organik” olarak adlandırır
ve bir bitkinin hayatıyla kıyaslar- “sindirim ve boşaltıma dayalı alışkanlık
zinciri”nden başka bir şey değildir. Bir de, “dışarıda yaşayan hayvan” vardır
ve bu “hayvan”ın hayatı da -”hayvan” adını hak eden tek hayat da budur- dışsal
dünyayla olan ilişkisince tanımlanır. Organik olan ile hayvan arasındaki
bölünme, bireyin bütün hayatını kaplar ve organik işlevlerin sürekliliği (kan
dolaşımı, solunum, sindirim, boşaltım vb.) ile hayvani işlevlerin kesintililiği
(en belirgin kanıtı, düş görmek-uyanmak) arasındaki karşıtlığa; organik hayatın
asimetrisi (yalnızca tek bir mide, tek bir karaciğer, tek bir kalp) ile hayvani
hayatın simetrisi (simetrik bir beyin, iki göz, iki kulak, iki kol vb.)
arasındaki karşıtlığa; bir de, organik hayatın ve hayvani hayatın başlangıcının
ve sonunun örtüşmemesine damgasını vurur. Tıpkı ceninde organik hayatın,
hayvani hayattan önce başlaması gibi, bu varlık, yaşlanma ve ölmede de hayvani
ölümünü hayatta tutar. Foucault, Bichat’ta ölümün çokluğuna, ölümü bir dizi
kısmi ölüme (beyin ölümü, karaciğer ölümü, kalp ölümü vb.) bölen hareketli veya
ayrıntılı bir ölümün ortaya çıkışına dikkat çekmiştir. Fakat Bichat’ın kabul edemediği
şey, ona indirgenemez bir muamma vermeye devam eden şey, ölümün bu çokluğu
değil, daha ziyade organik hayatın hayvan hayatını hayatta tutuşudur;
“dışarıdaki hayvan” var olmaya son verince “içerideki hayvan”ın kavranamayan
hayatta kalışıdır (varlığını sürdürmesidir).
160
Doğal
ölüm, organik hayatın son bulmasından çok önce hayvansal hayata neredeyse tam
bir son vermesi açısından çarpıcıdır. Uzun süren bir yaşlılık döneminin sonunda
yavaş yavaş yok olan bir insanı düşünün. Ayrıntılı bir şekilde ölür: dışsal
işlevleri, birbiri ardına, son bulur; bütün duyuları işlevini yitirir; duyumun
alışıldık etkenleri artık onun üzerinde hiçbir izlenim uyandırmaz. Bakışları
gittikçe sönükleşir, bulanıklaşır, sonunda nesnelerin imgesini iletemez duruma
gelir; gözleri yaşlılıktan ötürü körleşir. Kulağına gelen sesleri ayırt edemez
ve çok geçmeden, kulağı seslere büsbütün duyarsızlaşır. Bu noktada, sertleşmiş,
kısmen damardan yoksun nasırlarla kaplanmış ve artık etkisini yitirmiş deri
tabakası, sadece belli belirsiz ve anlaşılması güç bir dokunma duyusu sağlar.
Ne olursa olsun, tabiat, duyumu bütünüyle köreltmiştir. Deriye bağlı olan bütün
organlar giderek gücünü yitirir ve ölür; saç ve vücut kılları incelir.
Kendilerini besleyen sıvılar olmayınca kılların çoğu dökülür. Kokular artık
koklama duyusunda çok hafif bir his uyandırır... Doğanın ortasında tecrit
edilmiş, duyu organlarından kısmen yoksun kalan yaşlı insanın beyni, çok
geçmeden tükenir. Artık pek çok şeyi algılayamaz hale gelir; duyuları neredeyse
hiç kullanılamaz durumdadır. İmgelemi yavaş yavaş azalarak yok olur. Yakın
zaman belleği çöker; gücünü yitirmiş, hatta neredeyse ölmüş olan dışsal
duyuları, tininin kavradığını düşündüklerini onaylayamadığı için, yaşlı adam
ona söylenen şeyi saniyesinde unutur. Duyularının izlediği imgeler artık akılda
kalmazken, düşünceler de unutulur. (200-201)
Yaşlı
adamın hareketleri pek az ve yavaştır; kendini bulduğu konumu ancak büyük bir
şey pahasına terk eder. Oturtulduğu, kendisini ısıtan şöminenin karşısında
günlerini, çevresindekilere yabancılaşmış bir şekilde, arzuların, tutkuların,
duyuların yokluğunda -ve hiçbir şey onu sessizliğini bozmaya itmediği için,
neredeyse hiç konuşmadan- kendisine yoğunlaşarak geçirir. Neredeyse bütün diğer
duyguların yok olmasına karşın, hâlâ var olduğunu duyumsamaktan mutludur...
Söylediklerimizden doğru bakıldığında, hayvani hayat neredeyse tamamen son
bulmasından sonra bile, yaşlı adamda dışsal işlevlerin birer birer yittiği ve
organik hayatın devam ettiği kolaylıkla görülebilir. Bu bakış açısından, ölümle
yok olmak üzere olan yaşama koşulu, kendimizi ana rahminde bulduğumuz hale veya
yalnızca içeride yaşayan ve doğaya sağır olan bitkiler aleminin hallerine
benzer. (202-203)
161
Peki ama,
duyular, hareket yeteneği vb., her şeyden önce bizi, bizi besleyen bedenlerle
ilişki haline sokmak üzere tasarlandığına göre, dışarıda var olmaya son
verdiğimizde içeride yaşamaya devam etmemizin nedeni nedir? Neden bu işlevler
içsel olanlardan giderek daha zayıf hale gelir? Neden eşanlı olarak son
bulmazlar? Bu muammayı tam olarak çözmede başarılı olamıyorum. (Bichat 1986:
203-204)
Bichat, tıbbi hayata döndürme teknolojisinin ve buna ek
olarak biyo-politikanın, bir bağıntıyı belirsiz bir biçimde hayatta tutan
bitkisel hayatın kâbusunu, insan varoluşundan bütünüyle koparılabilir durumdaki
bir insan-olmayan hayatın kâbusunu gerçek kılarak, tam da organik olan ile
hayvan olan arasındaki bu ayrışım üzerinde işleyeceğini öngörmemiştir. Fakat neredeyse
bu kâbusun kasvetli bir önsezisi birdenbire aklına gelivermişçesine, insanın
organik işlevleri tamamen kaybolurken hayvani işlevlerinin hayatta kaldığı
tersine çevrilmiş bir ölümün simetrik olanaklılığını tahayyül eder:
Ölümü
sadece içsel işlevleri (dolaşım, sindirim, salgılama vb.) etkileyerek, hayvani
hayatın işlevler kümesinin hayatta kalmaya devam etmesini olanaklı kılan bir
insanı tahayyül etmek mümkün olsaydı, bu insan organik hayatının sonunu
kayıtsızca izlerdi. Çünkü varoluşunun değerinin organik işlevlere bağlı
olmadığını ve bu işlevlerin “ölümü”nden sonra bile, o zamana kadar kendisini
mutlu etmiş ne varsa hepsini duyumsayıp deneyimlemeye muktedir olacağını
hissederdi. (205-206)
162
Hayatta kalan, ister insan-olan ister insan-olmayan olsun,
ister hayvani ister organik olsun, hayat yine de, hayatta kalma düşünü -veya
kâbusunu- kendi içinde barındırıyor gibidir.
Gördüğümüz üzere, Foucault modern biyo-iktidar ve eski
bölgesel Devletin egemen iktidarı arasındaki ayrışımı, iki simetrik formülün
harmanlanması kapsamında tanımlar. Öldürmek
veya yaşamasına izin vermek, kendisini her şeyden önce öldürme hakkı olarak
ortaya koyan eski egemen iktidarın yöntemini özetler; yaşatmak veya ölüme terk etmek ise, asıl amacı hayatın ve biyolojik
olanın olduğu haliyle gözetimini Devlet iktidarının ilgisine dönüştürmek olarak
ortaya koyan biyo-iktidarın iktidar simgesidir.
Yukarıdaki düşüncelerin ışığında, diğer ikisi arasında
kendisini sezdiren bir üçüncü formül olduğu söylenebilir; bu, yirminci yy
biyo-politikasının en özgül özelliğini tanımlayan bir formüldür: artık ne ölüme terk etmek ne de yaşatmak söz konusudur, aslolan sadece hayatta tutmaktır. Biyo-iktidarın
zamanımızdaki belirleyici etkinliği, hayatın ya da ölümün üretimine dayanmaz;
daha ziyade, değişim geçirebilir ve sanal olarak sonsuz bir hayatta kalışın
üretilmesine dayanır. Ne olursa olsun bu, her durumda, hayvani hayatı organik
hayattan, insani-olanı insani-olmayandan, tanığı Muselmann’dan, bilinçli hayatı belli bir eşiğe ulaşana kadar
diriltme teknikleriyle işlevsel tutulan bitkisel hayattan ayırma meselesidir…
163
Biyo-iktidarın en büyük tutkusu, insan bedeninde, canlı
varlık ve konuşan varlığın, zoe ve bios’un, insani-olmayan ve insani olanın
mutlak ayrılmasını -hayatta kalış- üretmektir.
Çağdaş biyo-politikada, … Kendisini bütünüyle ifşa
edişinde, adeta görünmez kalmasının, kendisini olduğu haliyle gösterirken bile
yine de gizli kalmasının nedeni budur.
167
bütünce (corpus)
168
Şairler -tanıklar- dili, kalan şey olarak, konuşmanın
olanaklılığını veya olanaksızlığını sahiden hayatta tutan şey olarak bulmuştur.
169
Peki böyle bir dil neye tanıklık eder? Zaten-söylenmiş
olanın corpus’unda kaydı
tutulabilecek bir şeye mi? -bir olguya
veya bir olaya, bir anıya veya bir umuda, bir sevince veya bir acıya mı?
Yoksa arşivde, söylemenin söylenmiş-olana indirgenemezliğine delalet eden
sözcelemeye mi? Ne birine ne de öbürüne tanıklık eder. İfade edilemez olan şey,
arşivlenemez olan şey, yazarın kendi konuşma yetersizliğine tanıklık etmeyi
başardığı dildir. Bu dilde, konuşan özneleri hayatta tutan bir dil kendisinin
ötesinde kalan bir konuşucuyla buluşur.
173 - 177
[Muselmann’ların
sözleri…]
178
Muselmann’dan daha kötü ne var?
Çiğnenmeyi, itilip kakılmayı, dövülmeyi beklemiyor mu
orada?
Başıboş bir köpek gibi geziniyor kampta.
Herkes kovalıyor onu, ama kurtuluşu krematoryumda.
Kamp reviri kaldırır onu ortadan!
[Bronislaw Goscinki]
Türkçe’de Giorgio Agamben
1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul
Tanık ve Arşiv
1998
Auschwitz’den Artakalanlar
Giorgio Agamben
(Çev. Ali İhsan Başgül), dipnot yayınları, 2017
Ankara
İçindekiler
Önsöz 11
Birinci Bölüm: Tanık 15
İkinci Bölüm: Muselmann 43
Üçüncü Bölüm: Utanç ya da Özneye Dair 91
Dördüncü Bölüm: Arşiv ve Tanıklık 143
Önsöz
12
aporia Antik Yunan felsefesinde nesnenin kendisinde
veya kavramındaki bir çelişkiden ileri gelen, çözülmesi güç bir probleme, bir
düşünce faaliyetinde söz konusu aşılamaz çelişmeye verilen ad.
Birinci Bölüm: Tanık
15
Kampta bir tutsağı hayatta kalmaya itebilecek nedenlerden biri bir
tanık olma düşüncesidir.
17
Latince’de “tanık” anlamına gelen iki sözcük vardır. Birinci sözcük
(İngilizce’deki testimony -tanıklık- sözcüğünün
kökeni olan) testis, etimolojik olarak, bir duruşma veya davada iki
hasım tarafın karşı karşıya gelişinde üçüncü taraf konumundaki kişiyi (terstis)
ifade eder. İkinci sözcük superstes ise, bir şeyi yaşamış, olayı
başından sonuna bizatihi kendisi yaşamış olduğu için buna tanıklık edebilecek
kişiyi belirtir. Levi’nin (hayatta kalmış bir Auschwitz mahkûmu) üçüncü taraf
olmadığı açıktır; o her anlamda hayatta kalmış [superstite] biridir. Ama bu aynı zamanda, olguların bir duruşmaya
intikali durumunda, onun tanıklığının hiçbir katkısının olamayacağı anlamına da
gelir (bunun için yeterince tarafsız değildir; o bir testis değildir).
Hiçbir grup diğerinden daha çok insan değildi.
Kurban da cellat da aynı derecede alçaktır; kamplardan alınan ders,
aşağılığın kardeşliğidir (Levi).
18
Belirleyici olan nokta, basitçe, iki şeyin bulanıklaşacak biçimde
birbirine karışmasının önüne geçmek ve hukukun soruyu tüketebilir olduğu
varsayımından uzak durmaktır. Hakikatin hukuki-olmayan bir öğesi vardır, öyle
ki quaestio facti (maddi mesele) asla
quaestio iuris’e (hukuk meselesi)
indirgenemez. Hayatta kalanı ilgilendiren de tam olarak budur: Bir insan
eylemini hukukun ötesine taşıyan, onu radikal bir biçimde Yargılama’nın dışına
çeken her şey. “Her birimiz, nedenini bile bilmeden, yargılanabilir, suçlu
çıkarılabilir ve cezalandırılabiliriz” (Levi).
En yaygın yanlışlardan biri de -üstelik bu yalnızca kamplarla ilgili
tartışmalarda yapılıyor değildir- etik kategoriler ile hukuksal kategorilerin
örtük bir şekilde birbirine karıştırılmasıdır (daha da kötüsü, hukuksal
kategoriler ile teolojik kategorilerin birbirine karıştırılmasıdır ki bu, yeni
bir teodiseye yol açmaktadır) [teodise kötülüğü tanrıdan
bağımsız gösterip tanrıyı dünyadaki kötülüklerden soyutlama yöntemiyle savunmaya
çalışma; iyiliğin olabilmesi için kötülüğün gerekli olduğunu ileri süren
felsefe]. Ahlaksal ve dinsel yargılarımızda başvurduğumuz kategorilerin
neredeyse hepsi, bir şekilde hukuk tarafından kirletilmiştir: suçluluk,
sorumluluk, masumiyet, yargı, bağışlama... Bu durum, belirli tedbirler almadan
bu kategorilere başvurmayı güçleştiriyor. Hukukçuların çok iyi bildiği gibi,
hukukun amacı adaleti sağlamak değildir. Hakikatin gerçek kılınması gibi bir
amacı da yoktur hukukun. Hukuk, hakikatten ve adaletten bağımsız olarak, sırf
yargı peşindedir. Yargının gücü bunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde
ortaya koymaktadır; öyle ki adil olmayan bir hüküm bile kendisinde yargının
gücünü barındırmaktadır. Hukukun nihai ereği, bir kesin hüküm’ün üretilmesidir;
öyle ki bu kesin hükümde hüküm, yanlışlığına ve adaletsizliğine rağmen hakikat
addedilerek, hakikatin ve adil olanın ikamesi haline gelir. Hukuk, olgu mu
kural mı olduğuna karar verilmesi olanaksız olan bu melez ucube sayesinde huzur
bulur; hukuk kesin hükmünü ortaya koyduktan sonra, daha ileriye gidemez.
19
[Kafka’nın Dava’sı...] Dava’ya ilişkin sayısız yorum öne sürülmüştür
[modern bürokrasi, bilinmeyen Tanrı olarak mahkeme, Kafka’nın suçluluk duygusu,
vb.]. Hukukun salt bir dava biçiminde belirdiği bu kitabın, hukukun doğasına
dair derin bir içgörü içerdiğine ise pek az dikkat çekilmektedir: Genel kanının
aksine, hukukun yargısal niteliği kural olma niteliğinin çok önündedir; bu
nedenle de hukuk bir ‘dava’ olarak belirir. ... “Mahkeme senden hiçbir şey istemiyor.
Geldiğin zaman sana kucak açıyor; gideceğin zaman seni serbest bırakıyor.”
Hukuki düzenlemenin nihai ereği yargıya varmaktır; ama yargı ne cezalandırmayı
ne de yüceltmeyi, ne adaleti sağlamayı ne de hakikati ortaya koymayı amaçlar.
Yargı kendi içinde bir erektir... Davanın gizemi.
20
Yargının bu öz-gönderimli doğasından çıkarılabilecek sonuçlardan
birisi de cezanın yargının ardısıra gelmediği, tersine yargının kendisinin ceza
olduğudur [cezasız yargı yargı değildir]. ... Bu aynı zamanda, “beraat
kararının adli bir hatanın itirafı olduğu”, “herkesin kendi içinde masum
olduğu”, ama hakiki anlamda masum olan tek kişinin “beraat eden kişi değil,
hayatını yargısız geçiren kişi olduğu” anlamına gelir (Alıntılar İtalyan yargıç
Sebastiano Satta’ya ait).
22
Levi’nin Auschwitz’de yaptığı eşsiz keşif, sorumluluğun her türlü
inşasından bağımsız bir bölgeyle ilgilidir; Levi bu bölgede yeni bir etik öğe
benzeri bir şeyi ayırt etmeyi başarmıştır. Levi bu alanı “gri bölge” olarak
adlandırır. Burası “kurbanla celladı birbirine bağlayan uzun zincirin”
gevşediği, ezilenin ezene dönüştüğü, celladın kurban olup çıktığı bir bölgedir.
İyi ile kötünün ve bunların yanı sıra geleneksel etiğin bütün madenlerinin
eriyerek kaynaşma noktasına geldiği gri, kesintisiz bir simya...
Dolayısıyla burada söz konusu olan, iyinin ve kötünün ötesinde değil,
aksine, deyim yerindeyse iyinin ve kötünün berisinde konumlanmış bir
sorumsuzluk bölgesi ve “impotentia judicandi”dir (yargıda bulunma
iktidarsızlığı). Levi, simetrik bakımdan Nietzsche’ninkine karşıt bir jestle,
etiği, içinde düşünmeye alıştığımız alanın berisine yerleştirir. ...
“alt-insan”ın bizim için “üst-insan”dan daha önemli olması gerektiğini
duyumsarız.
“Sorumluluk” sözcüğünün kökeni olan Latince spondeo fiili,
“birisi (ya da kişinin kendisi) için birisi nezdinde bir şeyin kefili olmak”
anlamına gelir. Nitekim, evlilik sözü verilirken baba, damat adayına kızını eş
olarak verme taahhüdünü ifade etmek (bundan sonra kıza sponsa [nişanlı]
denirdi) ve evlilik gerçekleşmezse tazminat güvencesi vermek için spondeo
derdi. Aslında eski Roma hukukunda, haksız bir fiilin tazmin edilmesinin veya
bir yükümlülüğün yerine getirilmesinin teminatı olarak özgür bir insanın
kendisini rehine bırakması -yani, obligatio [borç, taahhüt] teriminin türediği
bir tutukluluk hali- geleneği vardı. (Sponsor [vaatte bulunan kimse;
borçlu, kefil] terimi, bir sözleşmenin ihlali durumunda gereken hizmetin yerine
getirilmesi için kendisini vaatte bulunan reus [borçlu] yerine koyan
kişiyi işaret eder.)
24
[Eichmann’ın savunma tarzı], avukatı Robert Serviatus tarafından
açıkça şöyle dile getirilmişti: “Eichmann kendisini Tanrı’nın nezdinde suçlu
hissediyor, yoksa hukukun değil.” ... [Tanrı, daha yüce bir anlam
barındırandır]
25
... zorunlu yasal sonuçlarını üstlenmeden siyasi ve ahlaki sorumluluk
üstlenmek, her zaman güç sahibinin kibrini göstermiştir.
Seküler etik, hukuksal kategorileri yüce etik kategoriler konumuna
yükseltip, böylelikle hukuk etiğinin alanlarını geri dönüşsüz biçimde allak
bullak ettikten sonra bile, hâlâ kendi distinguo’sını [ayrım] sürdürmek
istiyor. Fakat etik ne suçluluğu ne de sorumluluğu tanıyan bir alandır;
Spinoza’nın da kavradığı gibi etik, mutlu hayat öğretisidir.
26
“Gri bölge”nin en uç figürü Sonderkommando’dur. Gaz odalarını
ve krematoryumları idare etmekle yükümlü olan bu Yahudi tutsaklar grubundan söz
ederken, SS’lerin kullandığı örtmece “özel ekip”ti. Bu ekiptekilerin görevi
çıplak tutsakları gaz odalarına ölüme götürmek ve kargaşa çıkmasını önlemekti;
sonra hidrosiyanürasitle pembe-yeşil bir renge dönüşmüş cesetleri dışarı
çıkarıp suyla yıkamaları; vücutların herhangi bir girintisinde veya deliğinde
değerli bir madde saklı olup olmadığını kontrol etmeleri; cesetlerin altın
dişlerini sökmeleri; kadınların saçlarını kesip amonyum kloritle yıkamaları;
cesetleri krematoryuma taşımaları; yakılarak kül haline gelmelerine nezaret
etmeleri; son olarak da kalan külleri fırınlardan boşaltmaları gerekiyordu.
Levi şöyle yazar:
Böylesine uç boyutta
bir mahrumiyet yaşamış insanlardan hukuksal anlamda bir tanıklık etmelerini
kimse bekleyemez, onlardan ancak aynı anda hem yakınma hem küfür, hem kefaret
hem de kendini haklı çıkarma ve yeniden eski haline dönme çabası olan bir şey
beklenebilir... Bu ekipleri düşünüp örgütlemek Nasyonal Sosyalizmin işlediği en
şeytanca suçtur.
27
Soykırımların artık bittiğini düşünebiliriz belki -her ne kadar orada
burada, bizden çok da uzak olmayan yerlerde yaşanıyor olsalar da hâlâ. Ama o
maç hiç bitmez; kesintiye uğramadan sürer gider. Zaman tanımayan ve her yerde
var olan “gri bölge”nin kusursuz ve ezeli damgasıdır. Kurtulanların büyük
ıstırabı ve utancı bu yüzdendir.
Bizim utancımız da bu yüzdendir; kampları bilmediğimiz halde, yine de
nasıl olduğunu anlamadan, stadyumlardaki her maçta, her televizyon yayınında,
gündelik hayatın normalliği içinde kendini tekrarlayan bu maçın seyircisi
olanların utancı. Bu maçı anlamayı ve durdurmayı başaramazsak asla umut
olmayacaktır.
Yunanca’da şahit (tanık) sözcüğünün karşılığı martis, yani
şehittir. İlk kilise babaları, zulmedilen Hıristiyanların ölümünü -böylece
onlar kendi imanlarına şahitlik (tanıklık) etmişlerdir- ifade etmek için martis
sözcüğünden martirium sözcüğünü türetmişlerdir.
28
... şehitlik öğretisi anlamsız bir ölüm skandalını, sadece saçmalık
addedilebilecek bir infazı (ölümü) haklı çıkarır. Sine causa [sebepsiz]
olduğu belli olan bir ölüm karşısında Luka ve Matta’ya başvurmak şehitliği
kutsal bir emir olarak yorumlamayı ve böylece, akıldışı olana bir gerekçe
bulmayı mümkün kılar.
30
... Yunanca holokaustos bir sıfattır ve “bütünüyle yanmış”
demektir.
[günah sunusu, esenlik sunusu, yakmalık sunu ve tahıl sunusu]
31
... ‘holocaustum’ teriminin anlamı genişletilmiş ve Hıristiyan
şehitleri de içerecek bir metafor olarak kullanılmıştır.
“Holocaust” teriminin anlamsal göçü... terim, resmi olmayan dil
evrenlerinde, giderek “kutsal ve yüce güdülere tam bir kendini adama ile canını
feda etme” anlamını kazanmıştır.
32
[holocaust: özveri]
33
... terim, krematoryumla sunak arasında kabul edilemez bir eşdeğerlik
ima etmekle kalmaz yalnızca, daha en baştan Yahudi-karşıtı bir anlamsal mirasın
da taşıyıcısı olur. Bu yüzden bu terimi hiçbir zaman kullanmayacağız.
[Levi:] Bu satırları
yazdığım şu ana kadar, Hiroşima ve Nagasaki dehşetine; Gulag utancına; büsbütün
saçma, kanlı Vietnam savaşına; Kamboçya’daki ulusal kıyıma; Arjantin’deki
kayıplara ve tanık olduğumuz onca vahşi ve aptalca savaşa karşın, ne kapsam ne
de nitelik açısından, Nazi toplama kamplarının yine de bir benzeri yoktur.
Fakat neden anlatılamaz olsun? Neden soykırıma gizemli bir saygınlık
bahşedilsin?
34
Aziz John Krisostom M.S. 386 yılında Antakya’da Tanrı’nın Akıl
Ermez Doğası Üstüne adlı incelemesini yazmış... [Anlatılamaz, konuşulamaz,
yazılamaz, Tanrı’nın kavranılamazlığı, vb.]
[“dinsel sessizliğe uymak” anlamına gelen euphemein,
alçakgönüllülük ya da nezaket nedeniyle söylenemeyen asıllarının yerine
kullanılan terimleri ifade eden modern “euphemism” [örtmece] sözcüğünün
kökenidir.]
36
Sonuna vardırılan
yıkımı, tamamlanan işi kimse anlatmadı, tıpkı kimsenin kendi ölümünü anlatmak
için geri dönmemesi gibi. Kağıt kalemleri olsaydı bile dibe vuranlar,
boğulanlar tanıklık etmeyecekti çünkü ölümleri bedensel ölümlerinden önce
başlamıştı. [Levi]
Ama burada tanıklığın değeri aslında içerdiği eksiklikte yatar;
tanıklığın tam merkezinde tanıklık edilemeyecek bir şey bulunur ve bu da
hayatta kalanı tanık olmanın otoritesinden yoksun bırakır. “Asıl” tanıklar,
“tüm tanıklar”, tanıklık etmeyenler ve edemeyecek olanlardır. ... Boğulanların
söyleyecek bir şeyi yoktur, verecekleri bir ders veya aktarabilecekleri bir
anıları yoktur. Onların “hikayeleri”, “yüzleri”, hatta “düşünceleri” bile
yoktur. Onların adına tanıklık etme görevini üstlenen kişi, tanıklık etmenin
olanaksızlığıyla tanıklık etmesi gerektiğini bilir.
37
... “tanığı olmayan olay” olarak Shoah kavramı... Shoah
iki anlamda tanıkları olmayan bir olaydır: öncelikle, olaya içeriden tanıklık
edilemez -çünkü hiç kimse ölüme içeriden tanıklık edemez ...- ve ikinci olarak
dışarıdan da tanıklık edemez -çünkü “dışarıdaki” tanım gereği olaydan
dışlanmıştır.
38
deux ex machina “makineyle inen tanrı”; Eski Yunan ve Latin
tiyatrosunda bir tanrının olay örgüsündeki düğümü çözmek üzere tam zamanında
ortaya çıkması (ç.n.).
40
Belki de bu anlamda her sözcük, her yazı tanıklık olarak doğmuştur.
Tanıklık edilen şeyin bir dil ya da yazı olamamasının nedeni budur. O, ancak
hiç kimsenin tanıklık etmediği bir şey olabilir. Ve bu boşluktan yükselen
sestir: insanın ancak tek başına kaldığında konuştuğu dil-olmayandır; dilin karşılık
verdiği, içinde dilin doğduğu dil-olmayan. Hiç kimsenin tanık olmadığı bu şeyin
doğası üstüne, bu dil-olmayanın üstüne düşünülmesi gerekir.
İkinci Bölüm: Muselmann
43
Tanıklık edilemez olanın, yani hiç kimsenin tanıklık etmediği şeyin
bir adı vardır. Kamp dilinde bunun adı, der Muselmann, yani
“Müslüman”dır.
Kendi umutları
tükenen, arkadaşlarının da umudu kestiği, kamp dilinde adına Muselmann
dediğimiz tutsağın bilincinde artık iyi ve kötü, onurlu ve alçak, mantıklı ve
mantıksız ayrımına yer yoktur. O artık son çırpınışlarını sürdüren bir fiziksel
işlevler yığını, güçbela yürüyen bir canlı cesetti. Bizim için ne kadar zor
olursa olsun, onu değerlendirmelerimizin dışında tutmalıyız. [Améry].
mumya-adamlar... yaşayan ölü grubu...
45
Vücut ısısı genellikle 36,5 derecenin altına düştüğü için sürekli
titrerdi. Uzaktan gören biri böylelerini namaz kılan Araplara benzetirdi.
46
... bütün
Müslümanların hikâyesi aynıdır, daha doğrusu bir hikâyeleri yoktur: denize
dökülen dereler gibi dibe doğru gidiyorlardı. ... içlerindeki o tanrısal
kıvılcım ölmüştür, gerçekten acı çekemeyecek kadar boşalmıştır içleri. [Levi]
47
Allah’ın iradesine katıksız şartsız teslim olan kişi. ... -koşulsuz
bir kaderciliğin insanları-...
... Doğuya özgü şekilde bağdaş kurma, yüzlerin maske gibi donuk
olması...
49
Betthelheim’a göre Muselmann asla klinik bir kategoriye
indirgenemez. Uç durumda risk taşıyan şey “bir birey olarak canlı ve değişmeden
kalmak” koşulu olduğu için, Muselmann bir anlamda insanın insen-olmayana
dönüştüğü ve klinik tanının yerini antropolojik analize bıraktığı değişken
eşiğin belirtisidir.
51
... Karl Barth, insanların kendilerini bir uç duruma uyarlama
konusunda çarpıcı bir beceriye sahip olduklarını gözlemlemiş ve uç-durumun
artık saptayıcı bir kriter olma işlevi taşıyamayacağı sonucunu çıkarmıştır.
Bütün tanıklar, hatta en uç-koşullara boyun eğenler bile (örneğin Sonderkammando
üyeleri), sınır durumun akıl almaz bir biçimde alışkanlık haline gelişini
hatırlatıyorlar (“bu işi yapan insan ya ilk gün delirir ya da buna alışır”).
53
1945 - Bergen-Belsen - İngiliz filmi
Toplu mezara yığılmış ya da eski kamp muhafızlarının omuzlarında
taşınan binlerce çıplak cesedin... bunlara hiçbir koşulda “ceset” ya da
“kadavra” denmiyordu, bunlardan basitçe Figuren, yani piyon veya kukla
olarak söz ediliyordu).
55
Levi’nin Muselmann’ı tanımlamak için kullandığı ifadelerden
biri de “Gorgo’yu görmüş olan”dır.
[Gorgo] Yılan saçlı, kendisine bakanları taşa çevirip öldüren ve
Persus’un ancak Athena’nın ardımıyla, onu görmeden başını keserek öldürebildiği
korkunçdişi yaratık.
Ölümcül olduğu için bakılması yasaklanmış bu yüz, Yunanlılar için
olmayan-bir-yüzdür...
“Gorgo, “yüz-karşıtı”, ancak bir yüz aracılığıyla... bakışlarından
kaçılamayacak karşılaşmalarda... temsil edilir...” [Frontisi-Ducroux]
56
İnsan figürünün çömlek üzerinde yalnızca profilden resmedildiği
ikonografi geleneği ihlal edilerek, Gorgo profilsiz temsil edilmiştir; üç
boyutlu değildir, düz bir satıh olarak resmedilmiştir -yani, gerçek bir yüz
değil, mutlak bir imge olarak, yalnızca görülebilir ve gösterilebilir bir şey
olarak. Görünün olanaksızlığını temsil eden gorgoneion, görülmez
olamayandır.
Frontisi-Ducroux ... bu profilsiz, ön cepheden resmetme ile seslenim
arasında, yani yazarın anlatı geleneğini bozarak bir karaktere veya doğrudan
doğruya okuyucuya seslendiği retorik betisi arasında bir koşutluk kurar.
57
Muselmann’ın adını anarken kimsenin gerçek anlamda “canlı
varlıklar”dan söz edemeyeceğini bütün tanıklar onaylıyor. ... [Bir tanık:] “Biz
hâlâ hareket edebilen iskeletleriz, onlarsa hareket kabiliyetini çoktan
yitirmiş iskeletler. Ama üçüncü bir kategori daha var: yere serilip kalan,
hareket edemeyen ama güçbela nefes alanlar”
58
“Sonunda [çevreye] tepki vermeyi bütünüyle bırakmak ve birer nesneye dönüşmek
zorunda kalmışlardı, ama böylece kişi olmaktan da çıkmışlardı.” [Bettelheim].
59
... Bettelheim’e göre Muselmann, devredilemez özgürlüğünden
kendi rızasıyla vazgeçmiş, dolayısıyla duygusal hayatının ve insanlığının bütün
izlerini yitirmiş olandır.
1947 yılında Polonya’da mahkum edilen Auschwitz’in komutanı Höss,
Bettelheim’in gözünde “iyi beslenmiş” ve “üstü başı temiz” bir tür Muselmann’a
dönüşmüştür.
Fiziksel ölümü daha
sonra gerçekleşecek olsa da, Auschwitz’in komutanlığını yapmaya başladığı andan
itibaren bir canlı ceset olmuştu. Asla bir “Müslüman” olmadıysa, bunun nedeni
iyi beslenmeyi ve iyi giyinmeyi sürdürmesiydi. Fakat kendisini özsaygıdan ve
özseverlikten, duygulardan ve kişiliğinden öylesine koparmıştı ki çeşitli
amaçlar için işlev gören ve yalnızca amirleri çeşitli komut düğmelerine
bastıkça çalışan bir makineden pek de farkı kalmamıştı.
Bu organizmaların, iç
veya dış uyaranın merkeze ulaşmasını ve oradan alınan yanıtın duyu organlarına
iletilmesini sağlayan, his ve hareketi olanaklı kılan refleks kemerinin devre
dışı kalıp kalmadığı üzerine bile düşünebilir insan... İçlerinde duygu uyanmaz
hale geldiğinde tutsaklar artık Müslüman aşamasına geçmiştir. [Bettelheim].
63
... ne var ki “en iyilerin hepsi öldü”.
Levi, Auschwitz’de kabul edilebilir bir iyinin bulunduğunu, kampta
değerli ve normal hayata taşınacak bir şey olduğunu iddia etmenin kabul
edilebilir olmadığını ve iyiye tanıklık etmediğini öne sürer.
66
Muselmann özgül bir sınır figürdür; onda yalnızca
haysiyet, onur ve saygı gibi kategoriler değil, bizatihi etik sınır fikri bile
anlamını yitirir.
67
Yıllar önce, etiğin transandantal bir koşulunu bağlayıcı bir iletişim
ilkesi biçiminde tanımlamak iddiasıyla bir öğreti çıkmıştı ortaya. ... Bu
ilginç öğretiye göre, konuşan bir varlık iletişimden kesinlikle kaçamaz.
Hayvanlardan farklı olarak, dil yetileri olduğu sürece insanlar, eylemlerinin
anlam ve geçerliliği konusundaki ölçütler üzerinde uzlaşmaya, deyim yerindeyse
mahkûmdurlar.
68
[Aristoteles’e göre “çelişmezlik ilkesi” kanıtlanabilir. Ama bu ancak
çürütme yoluyla, itiraz eden kişinin konuşması şartıyla mümkün olabilir.
Konuşmayan biri bir bitkiden farksız olacaktır.]
Dilin salt bir iletişim aracı olarak önceden-varoluşu (yani, konuşan
varlıklar açısından dilin zaten var olması) kendi içinde hiçbir iletişimde
bulunma yükümlülüğünü barındırmaz.
69
İzzet (dignity)
70
Kralın İki Bedeni: Ortaçağ Siyasal Teolojisi Üzerine Bir İnceleme ... Ernst
Kantorowicz, egemenlik kuramının ana eksenlerinden biri olan ‘siyasi iktidarın
sürekliliği’nin formülasyonunda hukuk biliminin nasıl da teolojiye bağlı
olduğunu göstermiştir. İzzet, taşıyıcısından bağımsızlaştırılır ve simgesel bir
kişi haline getirilir; yargıcın ya da imparatorun asil bedenine bir tür mistik
beden eşlik etmektedir...
72
Yahudi her tür izzetten yoksun kalmış bir insandır: o saf insandır -
dolayısıyla, insan-olmayandır.
Belli yerlerde ve durumlarda izzet ve onur abes kaçar. Örneğin aşık
her şey olabilir ama “izzetli” olamaz çünkü hem ‘izzetli’ kalıp hem sevişmenin
olanağı yoktur. Antikler bunun olanaksızlığına öylesine ikna olmuşlardı ki,
şehvani hazzın adını anmanın bile izzetle [haysiyetle] bağdaşmadığını öne
sürmüşlerdi ve erotik konuları mizah türü kapsamında sınıflandırmışlardı.
73
Muselmann... biçimsiz yüzü... “Doğulu” ıstırabı...
74
Muselmann’ları tanımlayan şey daha çok ölümlerinin ölüm
olmamasıdır. ... Ama bu da SS’lerin cesetlere Figuren demekte haklı
oldukları anlamına gelir.
75
(Hınç, der Nietzsche, istencin bir şeyin olmuş olmasını kabul
etmesinin olanaksız oluşundan doğar; istencin zamana ve zamanın “böyle
oldu”suna uyum sağlamaktaki yetersizliğinden doğar.)
Auschwitz’de insanlar ölmedi; daha çok, cesetler imal edildi.
Ölümü yaşantılamamış cesetler, ölümleri bir seri üretim meselesine
indirgenmiş insan-olmayanlar. Olası ve yaygın bir yoruma göre de, tam da ölümün
bu değerini yitirmesi, ölümün alçaltılması, Auschwitz’in özgül suçunu,
dehşetinin doğru adını oluşturmaktadır.
77
... Heidegger, imha kamplarını tanımlamak için “ceset imalatı”
ifadesinin Arendt’ten daha önce kullanmıştı. ... “Kitleler halinde ölüyorlar,
tek seferde yüz binlerce”...
Ama ölmek (Sterben), kişinin kendi Varlığında ölümü taşıması demektir.
Ölebilir olmak, bu belirleyici taşıma meselesini gerçekleştirmeye muktedir
olmak demektir. Ve buna yetkili olabilmemizin tek yolu, bizim Varlığımızın
ölümün Varlığına yetili olmasından geçmektedir. ... Ölmemiş sayısız korkunç
ölümün muazzam sefaletiyle karşılaşıyoruz her yerde, ama yine de ölümün özü
insana tamamen kapalıdır [Heidegger]
81
[Kamp] İnsani güç neredeyse insani-olmayanla aynıdır; insan
insan-olmayanı da barındırır.
83
Cesedin belirli bir saygıyı hak ettiği, ölümün haysiyeti gibi bir şey
olduğu fikri aslında etiğin alanına girmez. Kökleri daha ziyade, hukukun en
arkaik katmanına, hiçbir bakımdan büyüden ayırt edilemeyecek olan en eski
katmanına dayanmaktadır. Son nefesini vermiş olanın bedenine gösterilen saygı
ve özenin kökeninde, ölen kişinin ruhunun (daha doğrusu, suretinin ya da
hayaletinin) canlının dünyasında (Romalıların larva’sı, Yunanlıların eidolon
veya phantasma’sı) tehdit eden bir ruh olarak kalmasını önleme niyeti
yatıyordu. Cenaze törenleri esas olarak bu rahatsız edici ve belirsiz varlığı
barışçıl ve kudretli bir ataya dönüştürme işlevi taşıyordu, böylelikle onunla
kolayca belirlenebilir kült ilişkileri kurmak mümkün olacaktı.
[antik dünya, mascalismos ritüeli] Bu ritüelde öldürülmüş bir
kişinin cesedinin uzuvları (eller, burun, kulaklar vb.) kesilip kısa bir ipe
diziliyor ve koltuk altına konuluyordu, böylece ölü kişinin maruz kaldığı
saldırıların öcünü alması önlenmeye çalışılıyordu. Gömülmeden mahrum etme de
ölü kişinin cesedi üzerinde uygulanan büyüye dayalı bir öç alma biçimiydi; bu
yolla ölü kişi huzur bulamadan ebediyen larva olarak kalmaya mahkûm
ediliyordu. Bu yüzden eski Yunan ve Roma hukukunda cenaze töreni yapma
mecburiyeti öylesine katıydı ki ortada cesedin olmaması durumunda, onun yerine
bir colossus’un -ölünün bir tür ritüel eşinin (genellikle tahta veya
balmumu heykelinin)- yakılması şart koşuluyordu.
86
Muselmann ... karşımıza canlı-olmayan olarak, hayatı
sahici bir hayat olmayan varlık olarak çıkar; ... ölümüne ölüm değil ancak
ceset üretimi denebilecek kişi olarak çıkar ... Her iki durumda da sorgulanan
şey tam da insanın insanlığıdır; çünkü insan kendisini insan yapan şeyle, yani
ölümün ve hayatın kutsallığıyla ayrıcalıklı bağının kopuşunu izlemektir. Muselmann
inatla insan olarak karşımıza çıkan insan-olmayandır; insani-olmayandan ayrı
dile getirilemeyecek insandır.
[Michel Foucault] Geleneksel biçimde, yani bölgesel egemenlik (toprak
hâkimiyeti) anlamında iktidar kendisini esas itibarıyla hayat ve ölüm üzerinde
hak sahibi olmakla tanımlar. Ama böyle bir hak, kendisini her şeyden çok
ölümden yana kullanması bakımından, tanımı itibariyle, asimetriktir; hayatla
sadece dolaylı olarak ilgilenir, öldürme hakkını kullanmakta çekimser
kaldığında. Foucault’nun egemenliği, “öldür ya da yaşamasına izin ver”
formülüyle tanımlamasının nedeni budur. On yedinci yüzyıldan ve polis biliminin
doğuşundan itibaren öznelerin hayat ve sağlıklarının gözetimi devletlerin
mekanizmaları ve hesaplamalarında giderek önemli bir yer tutmaya başladığında,
egemen iktidar da Foucault’nun “biyo-iktidar” olarak adlandırdığı şeye dönüştü.
Eski öldürme ve yaşatma hakkı yerini, modern biyo-politikayı tanımlayan ve “yaşamalarını
sağla ve ölmelerine izin ver” formülüyle ifade edilebilecek tersine
çevrilmiş bir modele bırakır.
88
Hitler Almanya’sında yaşatmaya yönelik biyo-iktidarın eşi
görülmemiş mutlaklaştırılışı, egemen öldürme iktidarının aynı ölçüde
mutlak genellenmesiyle öyle bir kesişir ki, biyo-politika doğrudan doğruya bir
ölüm-politikasıyla örtüşür. ... Peki ama, amacı esas olarak yaşatmak olan bir
iktidarın koşulsuz bir ölüm iktidarı uygulaması nasıl mümkün olabilir?
Foucault’nun 1976’da ... bu soruya verdiği yanıta göre, biyo-iktidarın
insan türünün biyolojik sürekliliğindeki kesintileri [caesuras] işaret etmesini ve böylece “yaşatma sistemi”ne bir savaş
ilkesini yeniden-eklemesini olanaklı kılan şey tam da ırkçılıktır.
İnsan türünün biyolojik
sürekliliğinde ırkların karşıtlığı ve hiyerarşisi, belli ırkların iyi,
diğerlerinin ise bilakis aşağı olarak nitelenmesi, gözetimini iktidarın
üstlenmiş olduğu biyolojik alanı parçalama yollarıdır tümüyle; bir topluluğu
farklı gruplara ayrıştırma yollarıdır. Kısacası, kendisini tam da biyolojik
olarak tanımlayan bir alan içinde biyolojik tipte bir kesintiyi yerleşik hale
getirmektir. (Foucault, 1997).
... özünde politik olan bir topluluğu özünde biyolojik bir topluluğa,
doğumu ve ölümünün, sağlığı ve hastalığının sonradan düzenlenmesi gereken
biyolojik bir topluluğa dönüştürmeye dayanan halk ile nüfus
arasındaki kesintidir. Biyo-iktidarın ortaya çıkışıyla birlikte bütün halkların
rolünü bir nüfus üstlenmeye başlar; her demokratik halk aynı zamanda demografik
bir halktır. Nazi Almanya’sında 1933’te çıkan “Alman halkının kalıtsallığının
korunması” yasaları bu kesintiyi çok iyi ortaya koyar. Hemen akabinde bunu,
bütün vatandaşlar kümesi içinde “Ari ırk”tan olan vatandaşları “Ari ırktan
olmayan” vatandaşlardan ayıran bir kesinti izler. Daha sonra bir diğer kesinti
“Ari ırktan olmayan” vatandaşlar kümesini kat ederek, Yahudileri [tam Yahudiler
ile melezler (büyük-ebeveynlerinden yalnızca biri Yahudi olan veya iki büyük
ebeveyni de Yahudi olan ama 15 Eylül 1935 itibarıyla hem Yahudi inancı
taşımayan hem de eşleri Yahudi olmayan insanlar)] ayırır. Biyo-politik
kesintiler esas itibarıyla değişkendir ve her durumda biyolojik süreklilikte
başka bir bölgeyi izole ederler...
90
1937 yılında yapılan bir toplantıda Hitler uç bir biyo-politik kavramı
ilk kez formülleştirir ... Hitler Orta Batı Avrupa’yla ilgili olarak bir volkloser
Raum’a, yani halktan arındırılmış bir bölgeye ihtiyaç duyulduğunu iddia
eder. ... Basitçe bir çöl benzeri, üzerinde hiç kimsenin yaşamadığı boş bir
coğrafi uzam gibi bir şey değildir söz konusu olan (Hitler’in kastettiği bölge
yoğun olarak farklı halkların ve milliyetlerin yaşadığı bir bölgeydi).
Hitler’in “halksız uzam”ı bilakis temel bir biyo-politik yeğinliği ifade
ediyordur...
Üçüncü Bölüm: Utanç ya da Özneye Dair
91
The
Reawakening (Türkçeye Ateşkes
olarak tercüme edilmiş), Levi
104
[Nietzsche] amor fati (yazgını sev)
105
“Başıma gelenleri derinlemesine düşünerek geçen yirmi yıl
boyunca, toplumsal baskı sonucu bağışlama ve unutmanın ahlaka-aykırı olduğunu
kabul ettiğime inandım. [Jean Améry]
106
Auschwitz’in ebediyen geri dönmesini kimse isteyemez,
çünkü o aslında meydana gelmeye hiçbir zaman son vermemiştir; her zaman kendini
tekrarlıyordur zaten.
“Akşam yemeği için ailemle ya da arkadaşlarımla masaya
oturmuşum, veya işteyim ya da kırda... bir kez daha kamptayım ve kamp dışında
hiçbir şey gerçek değildi. Gerisi -aile, çiçekler açan doğa, yuva- kısa bir
molaydı, duyuların bir oyunuydu. ... düşte ise çok iyi bildiğim bir sesin
tınısını duyuyorum... Auschwitz’de şafakta duyulan komut bu... “Uyan”
(Wstawac!)” [Levi]
109
1935 yılında Levinas örnek bir utanç analizi
geliştirmişti. Levinas’a göre, utanç, ahlak felsefecilerinin ileri sürdüğü
gibi, varlığımızda bulunan ve kendisine karşı mesafe aldığımız bir eksikliğin
ya da kusurun bilincinde olmamızdan kaynaklanmaz. Aksine, utancın temelleri,
varlığımızın kendisinden uzaklaşamamasında ve kopamamasında bulunur.
Hacet ve mide bulantısı durumları... ... utanırken de
kendimizle onun arasına hiçbir mesafe koyamadığımız bir şeye teslim oluruz.
Bu
nedenle, utançta beliren şey, bir kimsenin kendisine zincirlenmesi; kendisinden
saklanmak üzere kendisinden kaçmasının radikal olanaksızlığı; benliğin, bizzat
kendisinin karşısında hazır bulunmasının tahammül edilemezliğidir. ...
Utandırıcı olan, kendi mahremiyetimiz, yani kendimizin huzurunda oluşumuzdur.
... Utancın keşfettiği şey, kendi kendisini keşfeden Varlıktır.
[Levinas]
111
... utanç, insan ve Varlık arasındaki karşılaşmada kendine özgü bir
yeri olan bir tür ontolojik duygudur. Pek de psikolojik fenomen değildir ki,
Heidegger “bizatihi Varlık kendisinde bir utanç taşır, Varlığın utancını” diye
yazabilmiştir.
Heidegger, utancın bu ontolojik niteliğini vurgulamak için iğrenmeyi
ele almamızı önerir. ... Benjamin’e göre iğrenmede ağır basan his, bize iğrenç
gelen şey tarafından fark edilme korkusudur. “İnsanın derinliklerinde uyanan
korku, kendisinde hissedilir ölçüde hayvanı andıran bir şeyin yaşıyor olduğuna
dair muğlak bir farkındalıktır”. İğrenmeyi deneyimleyen kim olursa olsun,
iğrendiği nesnede bir şekilde önce kendisini ve sonra da korkularını bulur.
İğrenmeyi deneyimleyen insan kabul edilemeyecek bir başkalaşım içinde bulur
kendisini -yani, kendisini mutlak bir öznelliğin-yok-edilişinde
özneleştiriyordur.
113
[sado-mazoşizm] … bu sistemde, sonsuz bir alıcılık -mazoşist- aynı
derecede sonsuz bir edilgen-olmama -sadist- ile karşılaşır ve özneleşme ile
öznelliğin-yok-edilişi tam anlamıyla iki kutba da ait olmadan hiç durmaksızın bu
iki kutup arasında gidip gelir. Fakat bu belirlenmemişlik, özneleri yalnızca
iktidarla değil bilgiyle de donatır [bitmek tükenmek bilmez bir eğitim ve
çıraklık süreci, disiplin] … Tıpkı mazoşist öznenin efendisi dışında kendi
hazzını varsayamaması gibi, sadist özne de sınırsız emir ve ceza aracılığıyla
zevki köleye aktarmadan kendisini olduğu gibi kabul edemez. Ama mazoşist özne
tanımı gereği acı çektiren eğitiminden zevk aldığı için, bilginin aktarım aracı
olması gereken şey -ceza- haz aracı haline gelir; disiplin ve çıraklık,
öğretmen ve öğrenci, efendi ve köle artık tamamen birbirinden ayrılmaz hale
gelir. İki öznenin çok kısa bir süre için birbiriyle örtüştüğü disiplin ve zevk
alma arasındaki bu ayrımsızlık ise utançtır tam da. Öfkeli efendinin gülünç öğrencisine
sürekli hatırlattığı şey de bu utançtır: “Söyle bana, utanmıyor musun?” Yani:
“Kendi öznelliğini-yok-edişinin öznesi olduğunun farkında değil misin?”
117
[Keats’ın 1818 tarihli bir mektubu; özneliğin-yok-edilişi deneyimi
üzerine itirafları…]
1) Şiirsel “ben”, “ben”
değildir; kendisiyle özdeş değildir.
2) Şair her şey arasında en
şiirsel olmayan şeydir, çünkü her zaman kendinden başka bir şeydir; her
zaman bir başkasının yerine bulunuyordur… [kimliği yoktur, birilerinin yerini
dolduruyordur, başka bir bedeni dolduruyordur]
3) “Ben şairim” beyanı, bir
beyan değildir; daha ziyade, şair olmanın olanaksızlığını ima eden bir
terim çatışmasıdır: “Ve eğer şairin kendisi diye bir şey yoksa ve ben bir
Şairsem, artık yazmayacağımı söylememin neresinde Şaşılacak bir şey var?”
4) Şiirsel deneyim, utanılası
bir öznelliğin-yok-edilişi deneyimidir…
119
Batı edebiyat geleneğinde şiirsel yaratış edimi, hatta belki de her
türlü konuşma edimi, öznelliğin-yok-edilişine benzer bir şey ima ediyordur
(şairler bu öznelliğin-yok-edilişini “Müz” [sanat perisi] olarak
adlandırmaktadır).
120
Barbaros, yani
“barbar” terimi tam anlamıyla, logos
bahşedilmemiş varlığa, konuşmayı ve anlamayı doğru dürüst bilmeyen yabancıya
karşılık gelmektedir.
Dil deneyimi en basit konuşma ediminde örtük olan
öznelliğin-yok-edilişi deneyimini daha da derinleştirir sadece. Modern dilbilim
kuramı, dil ve fiili söylemin, aralarında geçiş ve iletişimin olamayacağı
birbirinden bütünüyle farklı iki sistem olduğunu ileri sürer. Saussure’ün zaten
saptamış olduğu üzere, dil (language anlamında) kendi içinde bir
göstergeler (örneğin “çamur”, “göl”, “gökyüzü”, “kırmızı”, “üzgün”, “beş”,
“bölmek”, “görmek”) dizisinden oluşuyor olsa da, bu göstergelerin bir söylem
oluşturmak için nasıl etkin hale getirileceğini öngörmek ve anlamak hiçbir
şekilde mümkün değildir. “Uyandırdığı fikirler kadar zengin olan bu sözcük
dizisi, hiçbir bir bireye bir başka bireyin onları telaffuz ederek ne demek
istediğini asla göstermeyecektir.” Saussure’ün bu çatışkısını [antinomi] ele
alıp geliştiren Benveniste birkaç yıl sonra şu görüşü ortaya koyar:
121
Göstergeler dünyası
kapalıdır. Göstergeden ifadeye ne dizimselleştirme ile ne de başka şekilde
hiçbir geçiş yoktur. Aralarında daima bir mesafe, bir ünlü-boşluğu [hiatus gide-im boşluğuna ‘y’ eklenmesiyle
giderilir] vardır. (Benveniste, 1974)
Bununla birlikte, her dilin kullanıma hazır bir göstergeler dizisi
(dilbilimciler bunları ‘kaydıraç’ ya da söylemenin belirteçleri olarak
adlandırırlar. ‘Ben’, ‘sen’, ‘bu’ gibi zamirler ile ‘burada’, ‘şimdi’ gibi
zarflar bu kategori içindedir) vardır ki bunlar bireyin, dili kullanmak üzere
onu temellük etmesini sağlarlar. Diğer sözcüklerin aksine, bu göstergelerin
reel terimlerle tanımlanabilecek bir sözlük anlamı yoktur; Bunların anlamları, yalnızca,
içerisinde kullanıldıkları söylem olayına gönderimleri aracılığıyla doğar.
Dolayısıyla, sözceleme, ifade edilen şeyin metnini değil, meydana
gelişini ifade etmektedir; birey, ancak kendisini, söylemenin her olayıyla
özdeşleştirmesi fakat bunun içerisinde söylenen şeyle özdeşleştirmemesi
koşuluyla dili edimselleştirebilir. Fakat bu durumda dili temellük etmenin
anlamı nedir? Bu koşullarda ‘konuşmaya başlamak’ nasıl mümkün olmaktadır?
122
Sözcelemenin öznesi söylemden müteşekkildir ve yalnızca söylemde var
olur. Fakat tam da bu nedenle, özne bir kez söyleme dahil olunca, artık hiçbir
şey söyleyemez hale gelir; yani konuşamaz.
123
[20. yy şiiri, Pessoa’nın heteronimleri, 70’i aşkın kişi yaratmış]
... benim heteronimlerimin zihinsel kökeni, kişi-dışılaştırmaya ve
simülasyona yönelik kalıcı ve organik bir eğilimimde yatıyor.
127
... bilinç dediğimiz sürekliliği sağlayan “ben”, yalnızca
dilsel bir hassanın [özgülük, özellik] Varlıktaki görünüşünden başka bir şey
değildir. Benveniste’nin belirttiği gibi, konuşucu kendisini ‘özne’ olarak
ancak “Ben’in konuşucuyu ifade ettiği söylem anında dile getirir.
Dolayısıyla, öznelliğin temelinde dil kullanımının yattığı tamamen doğrudur”
(Benveniste 1971) ... İnsanın zamansallığının, sözceleme ediminin olanaklı kıldığı
kendiliğinden-mevcudiyet ve dünya için mevcudiyet aracılığıyla nasıl
üretildiğini; insanların genelde “şimdi”yi deneyimlemelerinin tek yolunun “ben”
ve “şimdi” diyerek söylemi dünyaya dahil etme suretiyle “şimdi”yi oluşturmak
olduğunu Benveniste açıkça ortaya koymuştur. ... tam da bilincin dilden başka
bir tutarlılığı olmadığı için felsefe ve psikolojinin bilinçte saptadığına
inandığı her şey basitçe dilin bir gölgesidir, “tahayyül edilmiş bir töz”dür
ancak. Kültürümüzün kendisine ait en sağlam temeli bulduğuna inandığı öznellik
ve bilinç, dünyadaki en sallantılı ve en kırılgan şeye dayanıyordur: konuşma
(söz).
129
Söylemin saf mevcudiyetinde dil, duyumların ve
deneyimlerin kendiliğinden-mevcudiyetini, tam da onları üniter (birimsel) bir
merkeze havale ettiği anda onulmaz bir şekilde ayrıştırır. Sözcelemeyi icra
eden sesin iç bilincinde ulaşılan tikel mevcudiyeti sahiplenen her kimse,
Rilke’nin hayvanın bakışlarında saptadığı “Açık”lığa olan katışıksız
bağlılığını ebediyen kaybeder; artık bakışlarını içe, dilin var-olmayan yerine
çevirmelidir. Özneleşmenin, bilincin söylemde üretiminin çoğunlukla, insanların
kolay kolay atlatamadığı bir travma olmasının nedeni budur; bilincin kırılgan
metni bu yüzden durmaksızın kendini parçalayıp yok ediyor, üzerine inşa
edildiği ayrışımı (disjunction) gün ışığına çıkarıyordur...
... bir özne ilk defa bilinç olarak ortaya çıktığında [bir
bebek, yani konuşamayan varlık “Ben” dediği anda -ve onun için- ortaya çıkan ve
konuşmaya başlayan şey nedir?], bilmek ve söylemek arasında bir ayrışım
biçimine bürünür. Bu, bilen kişi için konuşmanın olanaksızlığı olarak
hissedilirken, konuşan kişi için aynı derecede şiddetli bir bilme olanaksızlığı
olarak deneyimlenir.
130
Binswanger, psişik ve somatik arasındaki eski ayrımın
yerine, “bir tarafta psiko-somatik organizmanın işlevsel kipliği ile diğer
tarafta hayatın içsel tarihi” arasında çok daha kesin bir ayrım önerir.
Rüyada,
insan “hayatın bir işlevi”ni yerine getiriyordur; uyanıkken ise, “hayatın
tarihi”ni yaratıyordur... Hayatın-işlevi ile hayatın-tarihi arasındaki
ayrışımın her iki parçasını da -ne yaparsanız yapın- ortak bir paydaya
indirgemek olanaksızdır, çünkü hayat işlev olarak kabul edildiğinde, tarih
olarak kabul edilen hayat ile aynı değildir. (Binswanger, 1963)
131
Bir yanda, yaşamsal işlevlerin sürekli akışı olduğunu
varsayalım: nefes alma, kan dolaşımı, sindirim, vücut ısısı (ayrıca duyumsama,
kas hareketleri, sinirlenme vb.); diğer yanda da, yaşanmış deneyimlerin kişisel
bir tarih içinde düzenlendiği dilin ve bilinçli “Ben”in akışı. Peki bu iki
akışın birleştiği, yaşamsal işlevlere dayalı “rüya görme”nin, kişisel bilincin
“uyanıklık hali” ile birleştiği bir nokta var mıdır? Bir özne biyolojik akışa
nerede ve nasıl dahil edilebilir? “Ben” diyen konuşucunun özne olarak
üretildiği noktada, bu iki akış arasında konuşan öznenin kendi biyolojik
işlevlerini gerçekten kendisinin olarak kabul edebildiği, canlı varlığın
kendisini konuşan ve düşünen “Ben” ile özdeşleştirebildiği bir tür örtüşme
olduğunu söylemek mümkün müdür? Bilincin niyetli edimler akışında olduğu gibi,
bedensel süreçlerin döngüsel gelişiminde de hiçbir şey böyle bir örtüşmeye
meyilli görünmez. Gerçekten de “ben” esas olarak, yaşamsal işlevler ile içsel
tarih arasındaki, canlı varlığın konuşan bir varlık haline gelmesi ile konuşan
varlığın kendisini canlı olarak duyumsaması arasındaki indirgenemez ayrışmayı
işaret ediyordur. Bu iki akışın, mutlak yakınlık denebilecek şekilde birlikte
iç içe gerçekleştiği doğrudur elbette. İyi de, yakınlık (intimacy),
belli bir mesafeyi de koruyan bir yakınlaşmaya (proximity), asla
özdeşlik haline gelmeyen bir iç içe geçişe verdiğimiz isim değil midir tam da?
132
[melankoliğin zamansallığı, şizofrenin deneyimi, takıntılı
nevroz, İntra festum tarzı zamansallık: epilepsi]
[Heidegger; post festum: kutlamadan sonra; ante
festum: kutlamadan önce; intra festum: kutlama sırasında]
136
... canlı varlık ve dilin, phone ve logos’un,
insan-olmayan ve insanın yan yana getirilmesinin bu olanaksızlığı...
141
[İnsan] ... insanın yeri bölündüğü için, insan, canlı
varlık ve konuşan varlık arasındaki, insan ve insan-olmayan arasındaki çatlakta
[var olur].
... İnsan her zaman insanın ötesinde veya öncesindedir,
insan ve insan-olmayan, özneleşme ve özneliğin-yok-oluşu, canlı varlığın
konuşan varlık haline gelmesi ve logos’un canlı haline gelmesi cereyanlarının
geçtiği merkez-eşik olan insanın ötesinde veya öncesindedir. Bu cereyanlar yan
yana bitişik-var olurlar ama örtüşmezler; örtüşmedikleri nokta, yani onları
birbirinden ayıran ince ayrım çizgisi ise tanıklığın durduğu yerdir.
Dördüncü Bölüm: Arşiv ve Tanıklık
143
[Collége de France’da dilbilim hocası Emile Benveniste,
1972, “Dilin Göstergebilimi”, sözceleme kuramı]
Benveniste, Saussurecü dilbilimin alt edilmesinin iki
yolla başarılabileceğini öne sürer; ilk yol, gösterge paradigmasına dayanan
anlamlama kuramından ayrı bir söylem semantiğidir ve son derece anlaşılırdır;
bizi asıl ilgilendiren ikinci yol ise, “sözcelemenin semantiği temeli üzerine
inşa edilecek detaylı bir meta-semantik aracılığıyla metinlerin ve yapıları
dil-aşırı çözümlemesine” dayanır.
144
“Ben” ne bir kavram ne de bir tözdür ve sözceleme,
söylemde ne söylendiği ile değil, saf “söylenme” olgusu ile ilgilidir”...
[sözceleme] en benzersiz ve en somut olan şeydir, çünkü edimde kesinlikle tekil
ve tekrarlanamaz söylem olayını ifade ediyordur; ama aynı zamanda, en boş ve en
genel şeydir de, çünkü herhangi bir sözlüksel gerçekliğe iliştirilmesi mümkün
olmadan da her zaman yinelenebilir.
145
[Michel Foucault, 1969, Bilginin Arkeolojisi]
Sözceleme, bir metne değil de, saf bir dil olayına
(Stoacıların terimleriyle ifade edilecek olursa, söylenmiş bir şeye değil de,
onda söylenmeden kalan söylenebilir-olana) atıfta bulunduğu sürece,
sözcelemenin alanı da, kesin bir dilsel analiz düzeyi ile (cümle, önerme,
edimsel eylemler vb.) veya bilimlerin incelediği özgül alanlarla
örtüşemez. Daha ziyade, bütün bilimlerde ve bütün söz edimlerinde dikey olarak
mevcut olan bir işlevi temsil eder. Foucault, yönteminin ontolojik
içerimlerinin açıkça farkında olarak, şöyle yazar: “sözce, bu yüzden bir yapı
değildir... varoluşun bir işlevidir”. Başka bir deyişle: sözceleme, gerçek,
kesin özelliklerin belirlediği bir şey değildir; tersine, saf varoluştur, belli
bir varlığın -dil- meydana gelme gerçeğidir. ... arkeoloji bu önermelerin ve
söylemlerin saf meydana gelişini kendi alanı olarak kabul eder; yani, dilin dışını,
dilin ham varoluşunu.
146
[Foucault bir dışarı oluşturur: arkeoloji.]
Foucault’nun sorgulamasına eşsiz verimliliğini kazandıran
şey, dilin bir “Ben” kapsamında, aşkın bir bilinç kapsamında ve en kötüsü de,
eşit ölçüde mitolojik psiko-somatik bir “Ben” kapsamında meydana geldiği
anlayışını yadsımasıdır.
Beşeri bilimler kendilerini, belli bir anlamlı söylem ve
dilsel analiz düzeyiyle (cümle, önerme, edimsel eylem vb.) örtüşen bir dilsel
katman oluşturarak tanımladığı sürece, özneleri de söylemi de dillendirdiği
varsayılan psikosomatik bireyle [psikosomatik zihinsel durumun bedeni
etkilediği şartlar söz konusu olduğunda kullanılır.] safça özdeşleştirilir.
Diğer yandan, aşkın özneyi saf bir “Ben konuşuyorum”a indirgeyerek antropolojik
ve psikolojik niteliklerinden yoksun bırakan modern felsefe, bu indirgemenin de
tam olarak farkında değildir; dilin böylece, artık önermelere ait olamayan bir
anlamsal-olmayan düzeye kaydığı gerçeğini fark etmez.
Söylemin
bir yazara ihtiyaç duymadan dolaşımda olacağı bir kültürü kolaylıkla tahayyül
edebiliriz. Söylemler, statüleri, biçimleri veya değerleri ne olursa olsun,
onları ele alış tarzımızdan bağımsız olarak, bir mırıltının anonimliğinde
açımlanacaktır. [Focault, 1998 Estetik, Metod ve Epistemoloji içinde]
[Foucault, 147-152]
[Agamben’in hümanizmi, 149]
152
İnsan, konuşan varlıktır, dili olan canlı varlıktır, çünkü
insan, dile sahip olmamaya muktedirdir, çünkü kendi başlangıcına
(in-fancy) muktedirdir. Olanaklılık, olanaksızlık ve zorunluluğun yanında,
diğerleri arasında tek bir kiplik değildir olumsallık; bir olanaklılığın fiili
verililiğidir; bir potansiyelliğin, olduğu haliyle, var olma şeklidir. Bir olma
kapasitesi ile olmama kapasitesi arasındaki kesintinin verililiği olarak bir
potansiyellik olayıdır (olumsal). Dilde, bu verililik, öznellik biçimine
bürünür. Olumsallık da, bir özne sınavından geçirilmiş olanaklılıktır.
153
Kiplik kategorileri -olanaklılık, olanaksızlık,
olumsallık, zorunluluk- önermelerin yapısıyla veya bir şeyin bizim bilme
yetimizle olan ilişkisiyle ilgili, önemsiz mantıksal veya epistemolojik
kategoriler değildir. Ontolojik işlemcilerdir (operatör); yani, her defasında
insan ve insan-olmayan, “yaşatma” veya “ölmesine izin verme” konusunda bir
karara varılan biyo-politik “Varlık” mücadelesinde kullanılan imha
silahlarıdır.
154
[Goebbel’in politika tanımı: “olanaksız görüneni olanaklı
kılma sanatı”]
155
[auctor - yazar kelimesinin etimolojisi]
156
[Latince’de tanıklık terimini ifade eden üç terim: testis,
superstes, auctor]
157
... klasik dünya ex nihilo yaratım [-e.n. örneğin
Tanrı’nın varlığı hiçlikten yaratması] fikrine yabancıdır; antikler için her
yaratma edimi her zaman başka bir şeyi içerimler; bu ister formsuz madde olsun
ister tamamlanmamış Varlık olsun, daima bütünlenecek veya “büyütülecek” bir
şeyi ima eder. ... her yazar/yaratıcı da bir ortak-yazar/yaratıcıdır.
Şimdi Levi’nin paradoksuna geri dönelim: “Muselmann
eksiksiz tanıktır.” Bu, iki çelişkili önerme içerimler: “) “Muselmann
insan-olmayandır; asla tanıklık edemeyecek olandır” ve 2) “Tanıklık edemeyen,
asıl tanıktır, mutlak tanıktır.”
Bu paradoksun anlamı ve anlamsızlığı, bu noktada açığa
çıkar. Bu önermelerde ifade edilen şey, bir auctor edimi olarak,
konuşmanın, insan-olmayan ve insanın, canlı bir varlığın ve konuşan bir
varlığın olanaksızlığının ve olanaklılığının farklılığı ve bütünlenmesi olarak
tanıklığın örtük ikili yapısından başka bir şey değildir.
158
Bichat’ın ana savı, hayatın kendisini hayatta tutabileceği
ve hayatın aslında, kuruluş itibariyle, bir hayatlar çoğulluğuna ve dolayısıyla
bir ölümler çoğulluğuna bölünmüş olduğudur. ... Bichat bunu, her organizmada
iki “hayvan”ın birlikte-mevcudiyeti olarak sunar. Öncelikle, “içeride var olan
hayvan” vardır ve bu “hayvanın” hayatı -Bichat bunu “organik” olarak adlandırır
ve bir bitkinin hayatıyla kıyaslar- “sindirim ve boşaltıma dayalı alışkanlık
zinciri”nden başka bir şey değildir. Bir de, “dışarıda yaşayan hayvan” vardır
ve bu “hayvan”ın hayatı da -”hayvan” adını hak eden tek hayat da budur- dışsal
dünyayla olan ilişkisince tanımlanır. Organik olan ile hayvan arasındaki
bölünme, bireyin bütün hayatını kaplar ve organik işlevlerin sürekliliği (kan
dolaşımı, solunum, sindirim, boşaltım vb.) ile hayvani işlevlerin kesintililiği
(en belirgin kanıtı, düş görmek-uyanmak) arasındaki karşıtlığa; organik hayatın
asimetrisi (yalnızca tek bir mide, tek bir karaciğer, tek bir kalp) ile hayvani
hayatın simetrisi (simetrik bir beyin, iki göz, iki kulak, iki kol vb.)
arasındaki karşıtlığa; bir de, organik hayatın ve hayvani hayatın başlangıcının
ve sonunun örtüşmemesine damgasını vurur. Tıpkı ceninde organik hayatın,
hayvani hayattan önce başlaması gibi, bu varlık, yaşlanma ve ölmede de hayvani
ölümünü hayatta tutar. Foucault, Bichat’ta ölümün çokluğuna, ölümü bir dizi
kısmi ölüme (beyin ölümü, karaciğer ölümü, kalp ölümü vb.) bölen hareketli veya
ayrıntılı bir ölümün ortaya çıkışına dikkat çekmiştir. Fakat Bichat’ın kabul edemediği
şey, ona indirgenemez bir muamma vermeye devam eden şey, ölümün bu çokluğu
değil, daha ziyade organik hayatın hayvan hayatını hayatta tutuşudur;
“dışarıdaki hayvan” var olmaya son verince “içerideki hayvan”ın kavranamayan
hayatta kalışıdır (varlığını sürdürmesidir).
160
Doğal
ölüm, organik hayatın son bulmasından çok önce hayvansal hayata neredeyse tam
bir son vermesi açısından çarpıcıdır. Uzun süren bir yaşlılık döneminin sonunda
yavaş yavaş yok olan bir insanı düşünün. Ayrıntılı bir şekilde ölür: dışsal
işlevleri, birbiri ardına, son bulur; bütün duyuları işlevini yitirir; duyumun
alışıldık etkenleri artık onun üzerinde hiçbir izlenim uyandırmaz. Bakışları
gittikçe sönükleşir, bulanıklaşır, sonunda nesnelerin imgesini iletemez duruma
gelir; gözleri yaşlılıktan ötürü körleşir. Kulağına gelen sesleri ayırt edemez
ve çok geçmeden, kulağı seslere büsbütün duyarsızlaşır. Bu noktada, sertleşmiş,
kısmen damardan yoksun nasırlarla kaplanmış ve artık etkisini yitirmiş deri
tabakası, sadece belli belirsiz ve anlaşılması güç bir dokunma duyusu sağlar.
Ne olursa olsun, tabiat, duyumu bütünüyle köreltmiştir. Deriye bağlı olan bütün
organlar giderek gücünü yitirir ve ölür; saç ve vücut kılları incelir.
Kendilerini besleyen sıvılar olmayınca kılların çoğu dökülür. Kokular artık
koklama duyusunda çok hafif bir his uyandırır... Doğanın ortasında tecrit
edilmiş, duyu organlarından kısmen yoksun kalan yaşlı insanın beyni, çok
geçmeden tükenir. Artık pek çok şeyi algılayamaz hale gelir; duyuları neredeyse
hiç kullanılamaz durumdadır. İmgelemi yavaş yavaş azalarak yok olur. Yakın
zaman belleği çöker; gücünü yitirmiş, hatta neredeyse ölmüş olan dışsal
duyuları, tininin kavradığını düşündüklerini onaylayamadığı için, yaşlı adam
ona söylenen şeyi saniyesinde unutur. Duyularının izlediği imgeler artık akılda
kalmazken, düşünceler de unutulur. (200-201)
Yaşlı
adamın hareketleri pek az ve yavaştır; kendini bulduğu konumu ancak büyük bir
şey pahasına terk eder. Oturtulduğu, kendisini ısıtan şöminenin karşısında
günlerini, çevresindekilere yabancılaşmış bir şekilde, arzuların, tutkuların,
duyuların yokluğunda -ve hiçbir şey onu sessizliğini bozmaya itmediği için,
neredeyse hiç konuşmadan- kendisine yoğunlaşarak geçirir. Neredeyse bütün diğer
duyguların yok olmasına karşın, hâlâ var olduğunu duyumsamaktan mutludur...
Söylediklerimizden doğru bakıldığında, hayvani hayat neredeyse tamamen son
bulmasından sonra bile, yaşlı adamda dışsal işlevlerin birer birer yittiği ve
organik hayatın devam ettiği kolaylıkla görülebilir. Bu bakış açısından, ölümle
yok olmak üzere olan yaşama koşulu, kendimizi ana rahminde bulduğumuz hale veya
yalnızca içeride yaşayan ve doğaya sağır olan bitkiler aleminin hallerine
benzer. (202-203)
161
Peki ama,
duyular, hareket yeteneği vb., her şeyden önce bizi, bizi besleyen bedenlerle
ilişki haline sokmak üzere tasarlandığına göre, dışarıda var olmaya son
verdiğimizde içeride yaşamaya devam etmemizin nedeni nedir? Neden bu işlevler
içsel olanlardan giderek daha zayıf hale gelir? Neden eşanlı olarak son
bulmazlar? Bu muammayı tam olarak çözmede başarılı olamıyorum. (Bichat 1986:
203-204)
Bichat, tıbbi hayata döndürme teknolojisinin ve buna ek
olarak biyo-politikanın, bir bağıntıyı belirsiz bir biçimde hayatta tutan
bitkisel hayatın kâbusunu, insan varoluşundan bütünüyle koparılabilir durumdaki
bir insan-olmayan hayatın kâbusunu gerçek kılarak, tam da organik olan ile
hayvan olan arasındaki bu ayrışım üzerinde işleyeceğini öngörmemiştir. Fakat neredeyse
bu kâbusun kasvetli bir önsezisi birdenbire aklına gelivermişçesine, insanın
organik işlevleri tamamen kaybolurken hayvani işlevlerinin hayatta kaldığı
tersine çevrilmiş bir ölümün simetrik olanaklılığını tahayyül eder:
Ölümü
sadece içsel işlevleri (dolaşım, sindirim, salgılama vb.) etkileyerek, hayvani
hayatın işlevler kümesinin hayatta kalmaya devam etmesini olanaklı kılan bir
insanı tahayyül etmek mümkün olsaydı, bu insan organik hayatının sonunu
kayıtsızca izlerdi. Çünkü varoluşunun değerinin organik işlevlere bağlı
olmadığını ve bu işlevlerin “ölümü”nden sonra bile, o zamana kadar kendisini
mutlu etmiş ne varsa hepsini duyumsayıp deneyimlemeye muktedir olacağını
hissederdi. (205-206)
162
Hayatta kalan, ister insan-olan ister insan-olmayan olsun,
ister hayvani ister organik olsun, hayat yine de, hayatta kalma düşünü -veya
kâbusunu- kendi içinde barındırıyor gibidir.
Gördüğümüz üzere, Foucault modern biyo-iktidar ve eski
bölgesel Devletin egemen iktidarı arasındaki ayrışımı, iki simetrik formülün
harmanlanması kapsamında tanımlar. Öldürmek
veya yaşamasına izin vermek, kendisini her şeyden önce öldürme hakkı olarak
ortaya koyan eski egemen iktidarın yöntemini özetler; yaşatmak veya ölüme terk etmek ise, asıl amacı hayatın ve biyolojik
olanın olduğu haliyle gözetimini Devlet iktidarının ilgisine dönüştürmek olarak
ortaya koyan biyo-iktidarın iktidar simgesidir.
Yukarıdaki düşüncelerin ışığında, diğer ikisi arasında
kendisini sezdiren bir üçüncü formül olduğu söylenebilir; bu, yirminci yy
biyo-politikasının en özgül özelliğini tanımlayan bir formüldür: artık ne ölüme terk etmek ne de yaşatmak söz konusudur, aslolan sadece hayatta tutmaktır. Biyo-iktidarın
zamanımızdaki belirleyici etkinliği, hayatın ya da ölümün üretimine dayanmaz;
daha ziyade, değişim geçirebilir ve sanal olarak sonsuz bir hayatta kalışın
üretilmesine dayanır. Ne olursa olsun bu, her durumda, hayvani hayatı organik
hayattan, insani-olanı insani-olmayandan, tanığı Muselmann’dan, bilinçli hayatı belli bir eşiğe ulaşana kadar
diriltme teknikleriyle işlevsel tutulan bitkisel hayattan ayırma meselesidir…
163
Biyo-iktidarın en büyük tutkusu, insan bedeninde, canlı
varlık ve konuşan varlığın, zoe ve bios’un, insani-olmayan ve insani olanın
mutlak ayrılmasını -hayatta kalış- üretmektir.
Çağdaş biyo-politikada, … Kendisini bütünüyle ifşa
edişinde, adeta görünmez kalmasının, kendisini olduğu haliyle gösterirken bile
yine de gizli kalmasının nedeni budur.
167
bütünce (corpus)
168
Şairler -tanıklar- dili, kalan şey olarak, konuşmanın
olanaklılığını veya olanaksızlığını sahiden hayatta tutan şey olarak bulmuştur.
169
Peki böyle bir dil neye tanıklık eder? Zaten-söylenmiş
olanın corpus’unda kaydı
tutulabilecek bir şeye mi? -bir olguya
veya bir olaya, bir anıya veya bir umuda, bir sevince veya bir acıya mı?
Yoksa arşivde, söylemenin söylenmiş-olana indirgenemezliğine delalet eden
sözcelemeye mi? Ne birine ne de öbürüne tanıklık eder. İfade edilemez olan şey,
arşivlenemez olan şey, yazarın kendi konuşma yetersizliğine tanıklık etmeyi
başardığı dildir. Bu dilde, konuşan özneleri hayatta tutan bir dil kendisinin
ötesinde kalan bir konuşucuyla buluşur.
173 - 177
[Muselmann’ların
sözleri…]
178
Muselmann’dan daha kötü ne var?
Çiğnenmeyi, itilip kakılmayı, dövülmeyi beklemiyor mu
orada?
Başıboş bir köpek gibi geziniyor kampta.
Herkes kovalıyor onu, ama kurtuluşu krematoryumda.
Kamp reviri kaldırır onu ortadan!
[Bronislaw Goscinki]
.
.
.