.
.
.
.
.
Kurmaca Mekân
Kuzey Kıbrıs’ın Duygu Coğrafyası, 2012
Yael Navaro
(Çev. Cem Soydemir), Koç Üniversitesi Yayınları,
2015 İstanbul
İçindekiler
Önsöz 9
Giriş: Kurmaca Mekân 25
I. Kısım - Mekânsal Dönüşüm 63
Birinci Bölüm - Egemenliğin Maddiliği 65
İkinci Bölüm - Bir Yeri Yeniden Nüfuslandırma 79
Üçüncü Bölüm - Mekânsal Kapatılma Duyguları 91
II. Kısım - Yönetim 107
Dördüncü Bölüm - Yönetim ve Duygu 109
Beşinci Bölüm - Belgelerin Duygusal Yaşamı 127
III. Kısım - Nesneler ve Konutlar 157
Altıncı Bölüm - Terk Edilen Mekânlar, Savaş
Enkazı 159
Yedinci Bölüm - Duyguya Dayalı Mekânlar,
Melankolik Nesneler 191
Sekizinci Bölüm - Ev, Hukuk ve Tekinsiz 207
Dokuzuncu Bölüm - Savaş Koleksiyonları
ve
Duygunun Elle Tutulurluğu 233
Son Söz 247
Tarihsel
kısa kronoloji
1570 II.
Selim dönemi, adanın Osmanlı idaresine girmesi
1877-78 Osmanlı-Rus
Savaşı [93 Harbi]. Adanın Birleşik Krallığa 92.799 sterline kiralanması
1914 Birleşik
Krallık’ın adayı ilhak etmesi (egemenliği altına alması)
1923 Lozan
Barış Antlaşması’yla Birleşik Krallık’a ilhakın tanınması
1923 Lozan
Barış Antlaşması’yla Türkiye’nin gayri Müslimlerine (Yahudiler, Rumlar,
Ermeniler) “azınlık” statüsünün verilmesi
1943’ün ardından Kıbrıs
Adası Türk Azınlığı Kurumu (KATAK)
1957’nin ardından Türk
Mukavemet Teşkilatı (TMT)
1958’de kurulan Kıbrıs
Türk Kurumları Federasyonu
1958’den sonra büyük şehirlerde kurulan özerk
Türk konseyleri: ör. Lefkoşa Türk Konseyi
1960 Kıbrıs
Cumhuriyeti (Birleşmiş Milletler tarafından iki toplumlu bir devlet olarak
tanınması)
1950 İstanbul,
gösteri yürüyüşleri: “Kıbrıs Türktür”, “Ya Taksim Ya Ölüm”
1955 İstanbul,
6-7 Eylül olayları. Türk milliyetçisi gençlerin, İstanbul’da “gayri Müslim azınlıklar”ın, özellikle de
Rumların yaşadığı mahallelere saldırarak dükkânların ve evlerin camlarını
kırması, azınlık cemaatlerinin üyelerine saldırması ve mülklerini yağmalaması
ve buna benzer
olaylar
1963 Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin iki toplumlu bir devlet olarak bağımsızlığını ilan etmesi
1963-74 Enklav
dönemi, faili meçhul olaylar
1963-1967 Genel
Komite
1967-1971 Kıbrıs
Geçici Türk Yönetimi (1963-1974, s.117 ?) (1967’de geçici statüsü iptal edildi,
s. 118)
1971-1975 Kıbrıs
Türk Yönetimi
1975-1983 Kıbrıs
Türk Federe Devleti
1964 İstanbul,
Yunan vatandaşlarını sınır dışı etme kararı
1974 Savaş;
Türkiye’nin kuzey Kıbrıs’ı ele geçirmesi
1983 KKTC’nin
bağımsızlığını ilan etmesi
1996 Kutlu
Adalı, gazeteci, suikast sonucu faili meçhul bir cinayete kurban edilişi
2000 Avrupa
Gazetesi yazarı Şener Levent ve diğer çalışanların tutuklanması
2000 Denktaş
rejimi karşıtı protesto gösterileri (18 Temmuz, yaklaşık 15.000 kişi)
2001 Sürekli
protestolar, Denktaş, istifa! Protesto duygusu
2003 Rum
tarafıyla sınırın Nisan ayında geçişe açılması
2004 1
Mayıs’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tüm adayı temsilen Avrupa Birliği’ne girmesi
2005 Denktaş’ın
yerine (CTP’li) Mehmet Ali Talat’ın cumhurbaşkanı olarak seçilmesi
2010 Kuzey
Kıbrıs'ı temsilen Kıbrıs Türk Ticaret Odası’nın Avrupa Küçük Ölçekli İşletmeler Birliği'ne (ESBA) tam üye olması
2011 Libya
ile işbirliği protokolünün imzalanması
2015 5
yıllık süre için Mustafa Akıncı’nın KKTC Cumhurbaşkanı olarak atanması
Kavram ve kısaltmalar
énosis adanın
Yunanistan’la birleşmesi
EOKA Ethniki
Organosis Kyprion Agoniston - Kıbrıs Mücadelesi Ulusal Örgütü
TMT Türk
Mukavemet Teşkilatı
Kıbrıs Cumhuriyeti Ulusal Muhafızları
enklav (İng.
enclave). Bir devletin topraklarıyla çevrilmiş, başka bir devlete ait arazisi
CTP Cumhuriyetçi
Türk Partisi
TKP Toplumcu
Kurtuluş Partisi
YKP Yeni
Kıbrıs Partisi
DP Demokrat
Parti
UPB Ulusal
Birlik Partisi
UHH Ulusal
Halk Hareketi örgütü
BRT Kuzey
Kıbrıs’ın devlet televizyon kanalı
Bu Memleket Bizim Platformu Türkiye’nin emirleriyle yönetilmek
yerine kendi kendilerini yönetme isteklerini dile getiren
platform
__________________________________
“Yabancı kolektifler konusunda, aynı anda dört koldan konuşma görevi
antropolojinindir.
Aslında, ... her etnolog mevcut kuvvetlerin tanımını, iktidarların
insanlar, tanrılar ve
insan-olmayanlar arasındaki dağılımını, anlaşma prosedürlerini,
din ile iktidarlar arasındaki bağları, ataları, kozmolojiyi, mülkiyet
hakkını
ve bitkilerin ya da hayvanların sınıflandırılmasını aynı monografide
yazabilir.
Biri bilgiler, diğeri iktidarlar, sonuncusu da pratikler için üç kitap
yazmamaya özen gösterecektir.”
Bruno Latour, Biz Hiç Modern Olmadık (1991), Simetrik
Antropoloji Denemesi,
(Çev. İnci
Uysal), Norgunk Yay. 2008 İstanbul, s.22
12
Antropolog (yani, karşılaştırmalı analitik ve teorik
çerçeveler aracılığıyla düşünen biri) olmak da metodolojik bir mesafenin
korunmasına yol açtı ve bu da her sağlıklı araştırmanın ihtiyacı olan bir
şeydi.
Antropoloğun imgelemi sadece mesleki eğitiminin
bir ürünü değildir aslında. Sadece alanda ilişki kurma becerisi de değildir.
Antropoloji öğrencilerinin dünyayı alan araştırması için kendilerine herhangi
bir yer bulup seçebilecekleri bir laboratuvar olarak gördüğü sömürgeci
yaklaşıma karşılık, sadece bazı yerlerin ve temaların kendilerini bazı insanların
incelemesi için ulaşılır ve erişilir kıldığını öne süreceğim. ... Bu basitçe
her yerde, herkes için ve herkesle mümkün olmaz. Dünya bilimimizin nesnesi
olmak için öylece durup bizi beklemez.
14
... geride kalan son İstanbullu gayri Müslimlerin
şehirden her göçü Kıbrıs’taki olaylarla yakından bağlantılıydı. Kıbrıs’ta
Kıbrıslı Türk azınlığın Kıbrıslı Rum çoğunluk tarafından her tehcir edilişine,
Türkiye de kendi Rum (ve diğer gayri Müslim) azınlıklarını tehcir ederek
karşılık verecekti. [9. dipnot: “Azınlık” olduğu gibi kabul edilen bir kategori
değildir. Tarihsel bir olayın, 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın bir
sonucudur. Böylelikle yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkiye’nin gayri
Müslimlerine (Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler) resmi “azınlık” statüsü
verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda, gayri Müslimler millet sistemine göre
“dinsel cemaatler” olarak sınıflandırılıyordu.]
16
[14. dipnot: “Derin devlet” Türkiye’nin devlet
adamları, ordu mensupları ve aşırı sağcı mafya arasındaki yeraltı bağlantılarını
tanımlamak için Türkiye’de geliştirilmiş bir terimdir.]
Giriş: Kurmaca Mekân
30
1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında yaptığım
alan araştırması boyunca KKTC yönetimi altında yaşayan Kıbrıslı Türkler,
genellikle yönetim biçimlerinden söz ederken “uyduruk devlet” lafını
kullanıyordu.
31
Bir şey üretmeye, yaratmaya girişen imgelem,
bizatihi bu üretimin maddiliğinin önemli bir parçasıdır, olmayan bir şeyi
gerçekten varmış gibi göstermeye çalışan bir tasarlama sürecidir.
Bu kitapta kuzey Kıbrıs hem etnografik olarak
tanımlanan gerçek bir mekânı hem de kavramsal olarak keşfetmemiz gereken bir
kurmaca örneğini cisimleştirir. ... Tartışmaya açık bir husus olmakla birlikte,
devlet pratikleriyle örtüştüklerinde tüm mekânlar kurmaca niteliklere sahip
olurlar. [7. dipnot: Daha eski bir çalışmamda, fantazinin çalışmasını politik
bir alanda söylemlerin çalışmasından ayırıyorum ve (Lacan ve Zizek’e atıfla)
“fantazi” teriminin, iktidara fiziksel bağlanımları yapıbozuma uğratabilecek
“söylemler”den daha iyi kapsadığını öne sürüyorum. Öyleyse, bu kitapta
fantazmatik, imgelem için psişik bir yapıştırıcı kisvesine bürünmek yerine,
bizatihi somut, maddi bir şekle bürünüyor ve edimsel toplumsal pratikler
biçiminde karşımıza çıkıyor.]
32
“kesintiye uğramış zaman” ≠ eşzamanlılık veya
zamandışılık
[kesintiye uğramış zaman] Bunu, 20. yy’ın sona
erip 21. yy’ın başladığı dönemde kuzey Kıbrıslıların zaman deneyimlerine
ilişkin kendi açıklamalarını temel alarak, belirsiz bir süre boyunca mekânsal
olarak kapatılma ve zamansal olarak muğlak bir statüye sahip olma haline
ilişkin tarihsel olarak başvurulan bir açıklama diye yorumlayacağım. [2003’ten
önce, “durdurulmuş zaman”]
1963
1974
duygusal [affective]
Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi [énosis]
35
1974, Lefkoşa şehrini günümüze dek ortadan ikiye
bölen tel örgünün ve bariyerlerin, tarlalara döşenmiş mayınların, toplu
mezarlardaki (kimliği belirlenmiş ya da belirlenmemiş) cesetlerin katı ve maddi
biçimlerinde, dikenli çalılarla kaplı falezlerde bulacağımız mermi kovanlarında,
fazlasıyla büyümüş çalıların arasına gizlenmiş denize nazır siperlerle,
binalarda ve damlardaki kurşun deliklerinde, Lefkoşa’yı boydan boya kat eden
bölünmüş mekânda elle tutulur bir somutluk olarak var olur. Kurmaca gerçektir.
Dolayısıyla, kitapta fantazmatiğe yapılan her gönderme, keza maddiliğe ve somut
olana da bir göndermedir. Fantazmatik bir nesne niteliğindedir ya da tam tersi
söz konusudur. Begona Aretxaga’nın öne sürdüğü gibi, kurmaca ile gerçek
birbirinden farklı değildir; biri diğerinden önce gelmez, diğerini öncelemez
veya belirlemez. İkisi birlikte bir çekirdeği oluşturur.
36
enklav [enclave] Bir devletin
topraklarıyla çevrilmiş, başka bir devlete ait arazi.
Kuzey Kıbrıs, etnik olarak tanımlanmış çizgilerde
gerçekleşen gayri resmi bir nüfusun mübadelesiyle şiddetlenen bir savaşın
sonrasında oluşmuş olan mekândır. Mekânın (1963 ile 1974 arasında) enklav
döneminde etnisite ile ilişkilendirilmesinden önce Kıbrıs, bu topraklarda
yaşayan Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlardan (ve elbette Maruniler, Ermeniler
ve Britanyalılar gibi diğer toplulukların fertlerinden) oluşurdu. Hem Türklerin
hem de Rumların birlikte yaşadığı pek çok karma köy vardı. ... Aslında
Kıbrıs’ta ... Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar kendilerini veya birbirlerini
etnik veya milliyetçi terimlerle tanımlamaz, farklı toplumlar olarak görmezdi.
... Osmanlı yönetiminin isteği doğrultusunda pragmatik olarak din değiştiren
veya birden fazla dini olan cemaatler vardı, linobambaki bunlardan en
ünlülerindendir.
linobambaki tam anlamıyla keten ile pamuğu birleştirmek
demektir ve iki farklı dinsel çerçevenin birleştirilmesindeki senkretizme [açık
seçik bir biçimde tasarlanmadıkları halde, sanki birbirleriyle bağdaşıyormuş
gibi görünen düşünceleri ve savları bir araya getiren öğreti] gönderme yapar.
38
Giderken yanlarında taşıyabildikleri kadar
kişisel eşya götürdüler, ama bunun dışında neredeyse her şeylerini -evlerini,
tarlalarını, bostanları, bahçelerini, hayvanlarını, ev eşyalarını, çeyiz
sandıklarını vb.- geride bırakmak zorunda kaldılar.
Günümüzde Kıbrıslı Türklerin nesneler, evler veya
tarlalardan söz ederken kullandığı “Rumdan kalma” atfı, bu maddiliklerin hem
geçmişinin tanındığını hem de 1974 sonrası dönemde de güçlü veya etkili
olduklarının kabul edildiğini ifade eder. Başka bir deyişle, kuzey Kıbrıs,
hayaletimsi olanın görünür ve somut hale geldiği bir mekândır.
39
Dolayısıyla, hayaletimsi nitelemesindeki
“hayalet”, gerçek olarak okunmalı, harfiyen veya somut olarak anlaşılmalıdır.
Hayalet imgelemin yarattığı bir şey, bir hayal ürünü değildir basitçe; bir
yanılsama veya bir batıl inanç değildir. Söz konusu etnografik mekânda ve
zamanda, hayaletler veya hortlaklar, küçük bir bölgede “insan-olmayan nesneler”
biçiminde görünür veya mevcudiyetini sürdürür. ... Kuzey Kıbrıs’ta tüm bu maddi
şeyler tam da mevcudiyetleri ile (politika, hukuk ve ekonomi dahil olmak üzere)
hayatın her alanını güçlü bir şekilde etkilemektedir. Bu kitapta, kuzey
Kıbrıs’taki tüm toplumsal, politik, hukuki ve ekonomik işlemlerde varlığı
saptanabilecek ve incelenebilecek bir etki taşıdıklarını ileri sürüyorum.
41
Bu kitapta hayaletimsi, tam da Teresa Brennan’ın
ifade ettiği gibi “bir duygu uyandırır” ve bunu da fantazmatik olarak
oluşturulmuş bir mekân ve politika kapsamındaki maddi mevcudiyeti ve sürekliliği
aracılığıyla yapar. Bu anlamda, “musallat olma”ya dair bir çalışmadır. Bir
bölgeyi terk etmeyen hayaletler, kurmacaya aykırı bir güç uygular ya da inşa
edilmiş ve doğal çevreler şeklinde mevcudiyetini sürdürür ve söz konusu
toprakları fantazmatik olarak dönüştürmeye çalışan faillere meydan okurlar.
42
[Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri]
Derrida’nın hayaletlere veya güncel olan şeyin yaratılmasında hayaletin sahip
olduğu etkiye olan ilgisini paylaşıyorum. Ayrıca, “Hegemonya hep baskıyı yani
bir musallat olmanın onaylanmasını örgütler” gözlemine ve mükemmel bir
egemenlik analizi olarak addettiğim, “Musallat olma tüm hegemonyaların yapısına
aittir” gözlemine de katılıyorum. -... Yeşil Hat’ın güneyindeki Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni de kapsayacak şekilde- birçok mekânda milliyetçi bir
modernitenin yaratılmasına temel teşkil eden, hayaletlerin karşılaştırmalı bir
kavramsallaştırmasında bulunmamızı sağlayacak bir “musallat olma” fikrini
kastediyorum.
Burada, hayaletlik durumunu Derrida’dan farklı
bir şekilde kavrıyorum. Derrida pozitivizmi eleştirir, bu nedenle “mevcudiyetin
metafiziği” veya nesnel hakikat olarak adlandırdığı şeye dair her türlü arayışı
eleştirir. Mevcudiyet kavramına karşı simulakr kavramını, yani gerçeğin
metinsel, inşa edilmiş veya ikinci dereceden yorumunu öne sürer. Derrida’nın
yorumlayışına göre, hayalet bir simulakrdır ve bu bakımdan ciddiye alınması
gerekir.
43
Kuzey Kıbrıs’a ilişkin elimdeki etnografik
malzemeyi temel alarak, hayalete dair farklı bir kavramsallaştırma öneriyorum.
Burada, hayalet (fiziksel veya cisimleşmiş olmasa da) maddidir.
... bu şeyin musallat olduğu kişilerin ille de
hayaletlere metafizik bir inanç beslemesi gerekmez. ... Kıbrıslı Türkler gerçek hayaletler (veya
cinler) gördüklerini söylemiyordu; daha ziyade, Kıbrıslı Rumlardan kalan
nesneler ve mekânlar, içinde yaşarken veya satmaya, kiralamaya vb. çalışırken
onlara zorluk çıkarıp ayaklarına dolanma biçimleriyle bir musallat olma etkisi
(ve duygusu) yaratıyordu. Öyleyse söz konusu musallat olma, kuzey Kıbrıs’ta politika
üzerinde belirleyici bir güç sahibidir.
44
Toplumsal inşacı imgelemde mekân, öznellik
aracılığıyla kendisine yansıyan yorumlarla bir anlam kazanır. Bu ise içinde
yaşayanların mekânsal bir ortama atfettiği türden içerimlere dair kültürelci
-veya bağlamsallaştırıcı- bir okuma gerektirecektir. Bu tarz bir okuma tamamen
yanlış değildir. Daha ziyade analiz olanakları bakımından sınırlıdır.
Yorumbilgisinde insan merkezli çerçevelerin varsayımı, mekânsal çevrelere dair
insan yorumlarını aşan hiçbir şey olmadığı şeklindedir. Yorumdan başka -ne bir
fazla ne bir eksik- hiçbir şey yoktur. ... bu kitapta “her ikisi de” şeklinde
bir yaklaşımı benimsiyorum ve insan merkezli perspektifi yok etmek yerine,
nesne merkezli bir perspektifle destekleyerek tamamlamak gerektiğini öne
sürüyorum. Argümanım şu: Çevre, insanlara kendince bir baskı uygular veya
mekânda, maddi nesnelerde veya çevrede insan imgelemini aşan, onun
ilerisine ve ötesine geçen bir şey vardır, ama bu aynı zamanda insanların
deneyimleyebileceği türden bir duygu üretir. Benim bu kitapta etnografik olarak
incelediğim şey de duygu kapsamında açığa çıkan bu aşırılık işte. Bana göre,
fantazmatiğin ideolojik, toplumsal ve politik gücünün aksine, hayaletimsi
kendisini bir çevrede duygu biçiminde mevcut kılar.
[Teresa Brennan] ... psikanalize ilişkin
eleştirisinde, Batı geleneğinde duygunun sadece, tekil veya öncelikli olarak
bir insan-öznesinin içselliğinden türediğinin varsayıldığını ileri sürer. Bu
tür bir çerçevelemenin zorunlu kıldığı özne-nesne ve öznel-nesnel bölünmesine
karşı çıkar, (birbirleriyle ilişkilerinde) özneler arasındaki ve insanlar ile
çevre arasındaki duygu aktarımına uygun bir yaklaşım önerir. Brennan
“nesnel” olarak adlandırılan ve öznelliğin dışında veya öznellikten ayrı olduğu
varsayılan şeyin yaydığı duyguları dikkate alır. ... “Tüm bunlar, aslında duygu
aktarımı anlamında, yani kendi enerjilerimiz bakımından kendi içimize kapalı
olmadığımız anlamına gelir. ‘Birey’ ile ‘çevre’ arasında kesin bir ayrım
yoktur.
45
Bu kitap ise Brennan’ın üzücü bir şekilde
aramızdan ayrılarak bırakmak zorunda kaldığı noktadan yola koyuluyor. Duyguyu
sadece felsefi veya teorik olarak değil, ama antropolojik, yani etnografik
olarak da ele almayı amaçlıyor.
... Jane Bennett, “modern hayatın büyüsü”nü
inceler. “Büyü” kavramının ilahiyatçıların ve din âlimlerinin tekelinde
bulunmasına (ve “büyü bakımından bir tür kutsallığın vazgeçilmez olmasına”)
rağmen, Bennett seküler modernliğin canlandırılmış özellikleri veya
potansiyelleri ile ilgilenir... “Büyülenmek”, der, “olağan ve gündelik olanın
arasında yaşayan olağandışının afallatması ve sarsmasıdır. [...] Geçici bir
süreliğine hareketsiz bırakan bir karşılaşmada bulunmak demektir; donakalmak,
efsunlanmak demektir.”
46
Bennett ..., dış dünyayla mutlu bir yankılanım
içinde olma halini temsil eden bir duygu olarak “neşeli bağlanım” üzerinde
odaklanır. Bense, savaş sonrası bir çevreyi incelerken, “büyü”yü olumlu bir
etik yükleme olarak değil, yerinden edilen bir toplumun boşalmış yükü olarak
arkasında bıraktığı maddi nesneler ve mekândaki ürkütücülük olarak ele
alıyorum. Bu durumda ... “büyü” yerine, kuzey Kıbrıs ortamının uyandırdığı
duyguların temsilcisi olarak “asabiyet” kavramını öne süreceğim.
“Asabiyet” Gabriel Tarde’ın çalışmasıyla girdiğim
eleştirel diyalogtan ürettiğim bir terim. ... [Lisa Blackman] ... gibi ben de
Tarde’ı bir duygu kuramcısı olarak yorumluyorum...
47
Duygunun bir mekânda yaşayan insanların
toplumsallığında rol oynayan bir yüklenim (şarj) olduğunu öne sürüyorum.
Dolayısıyla, antropoloğun analizlerinde de rolü olmalıdır.
... benzersi görünen şeyin sıradanlığı...
tekinsizlik ... ürkütücülük
48
... asabiyet olarak tanımladığım şey kapsamında
incelediğim gerilim, rahatsızlık, sıkıntı veya sarsıntı hisleridir. Bir
metodoloji olarak çevrenin yüklediği duyguların duyumsanması, uyumsuzluk
(ahenksizlik) veya yankılanımın bozulma olasılığına açıklık gerektirir.
Öznelliğin Ötesindeki Duygu
Duygunun öznellik alanlarının dışında
araştırılabileceğini öne sürsem de, bunun öznelliğe tamamen karşıt veya öznelliği
olumsuzlayarak yapılmasını önermiyorum. Duygu alanı, uzlaşımsal olarak,
öznellikle veya insanların iç dünyasıyla, içsellikleriyle
ilişkilendirilmektedir. Psikanaliz, “psişe” (ya da Freud’un adlandırdığı
biçimiyle “bilinçdışı”) kavramını büyük ölçüde daha yüksek bir noktaya taşımış
ve ona farklı bir statü kazandırarak duygu olasılığının veya potansiyelinin
özünü temsil ettiğini ileri sürmüştür. Bu gelenekte, “psişe” kavramı bizatihi
bir “iç” olan imgelemle bir tutulur. İnsan dışındaki (ya da en azından organik
olmayan) varlıkların psişesi (veya bilinçdışı) olmadığı varsayılır.
[İngiliz Kleincı psikanaliz ekolü] Melanie Klein
çocukların oyuncaklar ve ahşap nesnelerle oynadığı oyunları ve yaptığı
resimleri incelemiş, analitik yaklaşımında insanlar ile nesneler arasındaki
ilişkiye öncelik vermiştir.
49
Lacan’ın “ayna evresi” anlayışına göre, bebek
ayrı bir varlık veya özne olarak kimliğini sadece anne babasıyla veya kendisine
bakan kişilerle olan öznelerarası ilişkilerinin yansımalarıyla geliştirebilir. Öyleyse,
Lacan’da öznellik, ilişkilere dayalı inşanın bir ürünüdür.
Bu nedenle, psikanalizde (bırakın “birey”i) özerk
ve bağımsız bir “insan-varlık” veya “insan öznelliği” anlayışı olduğu bile
iddia edilemez. ... Yine de, tüm bu niteliklere rağmen, psikanalizin günümüze
dek duygusal yüklemenin veya enerjinin ana alanı olarak insan benliğini ve
öznelliğini daha ayrıcalıklı gördüğüne inanıyorum. Ama duygunun
psikolojikleştirilmesi olarak adlandırılabilecek olan bu varsayıma karşı
çıkıyorum. Duygunun insan-varlıklarının yalnızca içlerinde veya iç dünyalarında
saptanamayacağını veya incelenemeyeceğini iddia ediyorum. Ama bu, psişenin
(Foucaultcu anlamda) kaçınılmaz olarak psikolojiye dayalı disiplinlerin ve
mesleklerin söylemlerinin bir ürünü olduğunu ileri süren Nikolas Rose’unkinden
farklı bir argüman. Rose, psişeyi söylemsel bir inşaya veya bir hakikat
etkisine [hakikat yaratımına] indirgeyerek, insan içselliği (“ruh” veya “iç
dünya”) kavramına kökten bir şekilde saldırır. Bu kitabın kavramsal mecrası ise
Rose’unkinden farklıdır.
Öncelikle iç-dış ayrımını ele alalım. Batı’nın
felsefe geleneklerinde “iç” nasıl kavranır? “İç” neyin içidir? Psikanalitik
geleneklere yaptığım göndermede ima ettiğim gibi, insanın içselliğine dayalı
bir imgelem, duygu alanının kökenlerine ve izdüşümlerine ilişkin yaklaşımları
hâkimiyet altına almıştır. Yakın bir tarihe dek, duygunun insanın içi olarak
tahayyül edilen cisimleşmiş ve fiziksel bir iç ile örtüştüğü varsayılıyordu.
50
İçsellik ile dışsallık arasında niçin bir ayrım
varsaymamız gerekir? İnsanları niçin birlikte var oldukları, bağlantılı
oldukları veya birlikte yaşadıkları çevreden, mekândan ve nesnelerden ayrı
kavramamız gerekir? Ayrı bir kendilik olarak kavramsallaştırılan bu içselliğin
niçin her zaman ayrıcalıklı olduğunu, “dış” dünyaya yansımaları aracılığıyla
her şeyi belirlediğini varsayarız? Bence bu, sınırlı bir yaklaşımdır.
Bir süre önce, araştırmacılar dışarıya -çevresel,
mekânsal ve elle tutulur maddi dünyaya- hak ettiği ilgiyi göstermeye başladı.
Bu minvalde en meşhuru, Michel Foucault’nun “iç”in dışın bir etkisi olduğu,
ikisinin birbirinden ayrılamayacağı ve ayrı analiz edilemeyeceği görüşüdür.
Foucault’nun “özneleş(tir)me” kavramını ciddiye alırsak, öznelliği sadece bir
“özne”ye varlık kazandıran (ve Foucault’nun dış olarak kavramsallaştırdığı
yönetimsellik pratiklerinin bir ürünü olarak okumamız gerekir. Foucault’ya
göre, öznenin nev’i şahsına münhasır bir varoluşu yoktur veya olduğu gibi, tek
başına ve kendisi için var olmaz. Aslında, Foucault’nun yaklaşımına dayanarak,
daha da ileri gidebilir ve daha kökten bir biçimde, öznelliğin hiçbir şekilde
var olmadığını, sadece hakikatin bir etkisi, yönetimselliğin bir yansıması
olduğunu öne sürebiliriz [73. dipnot: Aslında bu, Nicolas Rose’un Governing
the Soul ve Inventing Our Selves’te iddia ettiği şeydir.].
Bruno Latour, Foucault’nun dışı
ayrıcalıklandırmasını örnek alır. Beşeri bilimlere ve tahayyüllerine ilişkin
Foucault tarzında kapsamlı bir eleştiri geliştiren Latour, “nesne merkezli” bir
yaklaşım önerir; insanların, “insan-olmayan eyleyenler” olarak adlandırdığı
şeylerle ilişkili anlaşmazlıklarına öncelik veren bir yaklaşımdır bu [Navaro,
bu noktada Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler ve Latour’un Biz Hiç
Modern Olmadık kitaplarına aynı anda vurgu yapıyor. 74. dipnot]. Bu
yaklaşımda maddi şeyler, her türlü elle tutulur, somut nesne, insanların onlara
yansıttıklarının dışında ve ötesinde, kendi başına eylemlilik barındırır ve
etkili addedilir. Latour bu yolla, Foucault’nun “insan”ı veya “insan-varlığı”
tekil veya öncelikli varlık, nihai kendilik olarak kabul eden Batı felsefesinde
hümanizme yönelik eleştirisini geliştirmiştir diyebiliriz. Latour dış dünyadaki
sözde insan potansiyellerini görebilmek için “öznellik niteliğini dışarıya
yayma”mız gerektiğini öne sürer.
51
Bu kitapta, bu tür konumlandırmaları örnek
alıyorum ve bu yazarlarla birlikte “dışarı”ya bakıyorum.
İki taraftan birine ağırlık vermek yerine,
teraziyi dengede tutmayı öneriyorum. Bu kitapta, iç ile dışı birleştiren ve
ayrılmaz bir bütün haline getiren bir yaklaşım benimsedim [78. dipnot: Lisa
Blackman. “Reinventing Psychological Matters”. O da, iç ile dış karşıtlığı
karşısında benzer bir fikir benimsiyor. Tarde aracılığıyla telkine açıklık
kavramını geliştiriyor ve duygu sirayetinin “gözenekli” ve “geçirgen”
sınırlardan geçtiğini öne sürüyor.]. Elimdeki etnografik malzeme, içsellik ile
dışsallık, öznel ile nesnel veya insan ile nesne arasındaki her türlü ayrımı
sorgulamamızı gerektiriyor. Aktör-Ağ Kuramı’nda olduğu gibi dışarıyı öne
çıkaran yaklaşımlar (içi doğrudan doğruya olumsuzladıkları için) tıpkı
psikanaliz gibi geleneksel olarak “iç”i (özneli) ayrıcalıklı kılan yaklaşımlar
kadar zayıftır. Bu nedenle, duygu ve öznelliği birlikte ele alacak bir
antropolojik yaklaşım benimsemekten yanayım. Önceki öznellik inşalarına kaşı
yeni bir duygu teorisi öne çıkarmak gibi bir amacım yok, ama duygu-öznellik
sürekliliği olarak adlandırılabilecek, iç ve dış dünyaların karşıtlığına,
karşılıklı bağımlılığına ve birbirlerini belirlemesine dikkat eden bir
perspektif geliştirmeyi hedefliyorum.
52
Şimdiye dek, duygu alanına ilişkin antropolojik
çalışmaların çoğu, kültür ve benlik üzerinde yoğunlaşmıştır. ... Duygu
antropolojisi kapsamında gerçekleştirilen bu tür çalışmaların
kültürelci-postyapısalcı yörüngesinde, duyguların yorumlanmasının ana alanı
olarak dil vurgulanıyordu.
53
Bu yaklaşımın asıl kısıtlılığı, bence duyguları
sadece insanlarla ilişkilendirmesinden ve kültürü de insanların ürettiği bir
bağlam, temel, alan veya arkaplan olarak kavramasından kaynaklanır.
Öznelliğe ilişkin bu çalışmalarda, için
bir öznenin duygusal dünyası (öznelliği) olarak anlaşıldığı ve dışın da
daha geniş bir şiddet politikası alanında öznenin ahlaki, söylemsel ve kültürel
göndermeleri olarak kavrandığı politik bir alanda iç ile dış arasındaki uçurumu
kapamaya yönelik bir çaba vardır kesinlikle. [-> hümanist felsefi gelenek
kapsamında kalan çalışmalardır bunlar.]
54
Duygu öznelliğe gönderme yapmıyorsa, basitçe
insanın içselliğine indirgenemeyecek bir şeyse, o zaman nedir? Duygu,
duygulanımdan ve hislerden farklıysa, onu nasıl kavramsallaştırabiliriz?
Üstelik işin içine bir de duygu kavramını katarsak, insan duygusallığını analiz
etme olanağını tamamen yitirmeden öznellik anlayışlarımızı nasıl
değiştirebiliriz? Nihayetinde kitabın temel sorularından biri de şu: Duygu ve
öznelliği birbiriyle iç içe geçmiş, birlikte yaşıyor veya birbirlerini
karşılıklı içeriyor olarak tahayyül etmek mümkün müdür? Bu tür bir
kavramsallaştırma için ne tür yeni terminolojilere veya analiz kategorilerine
ihtiyaç duyarız?
“Duygu” konusunda kaynaklara dönmemiz gerektiğini
düşünüyorum. Bundan kastım, Spinoza’nın Ethica’sı; insanın doğadan
kopuk, onu yöneten veya ondan üstün olarak değil, doğanın parçası olarak kabul
edildiği Ethica. İnsan ve doğa, Spinoza’nın felsefesinde birbirinden
ayrı değildir; girifttir, ikisi bir bütünü oluşturur. İnsan doğası da, doğadan
farklı veya doğadan kopuk değildir. Spinoza “duygu (affectus)” kavramını
bu bağlamda geliştirir:
Duygular ve
insanların yaşam tarzları hakkında eser kaleme alan çoğu düşünür doğanın ortak
yasalarından kaynaklanan doğal şeylerle değil de, doğanın dışında olan şeylerle
ilgilenmişe benziyorlar. İnsanoğlunu doğada krallık içinde bir krallık olarak
görmüşler adeta. Çünkü insanın doğa düzenine uymak yerine bu düzeni bozduğuna
inanıyorlar; kendi eylemleri üzerinde mutlak bir denetim gücü olduğuna ve kendi
eylemini kendisinin belirleyebileceğine inanıyorlar. Sonra da insani
zayıflıkların ve tutarsızlıkların nedenini doğanın mutlak kudretine
yoracaklarına insanın doğasındaki falanca kusura yoruyorlar, bu yüzden de
doğalarına dertleniyorlar, gülüyorlar, burun kıvırıyorlar ya da daha çok lanet
yağdırıyorlar. [Ethica, 195]
Spinoza, insanı daha geniş doğa kategorisi
kapsamında kavrayışına uygun olarak (“çünkü doğa hep aynıdır”), duygu kavramını
da insanlara ve doğal dünyaya aynı şekilde ve aynı anda uygulanan bir kategori
olarak geliştirir:
Öyleyse kendi kendine
meydana geldiği düşünülen nefret, öfke, kıskançlık gibi duygular da, bütün
diğer tekil şeyler gibi, aslında doğanın zorunluluğundan ve kudretinden
kaynaklanmaktadır. Bu yüzden bu duyguların hepsinin belli nedenleri vardır ve
hepsi kendi nedenleriyle anlaşılır hale gelir, ayrıca başka şeylerin sahip
olduğu ve bizim de temaşa etmekten büyük zevk aldığımız özellikler gibi,
duyguların da bilinmeye değer özellikleri vardır. Bu yüzden duyguların
doğasını, gücünü ve zihnin bu duygular üzerindeki hâkimiyetini incelediğim bu
bölümde de, Tanrı ve zihni incelediğim önceki bölümlerde kullandığım yönteme
başvuracağım ve insanın eylemlerine ve isteklerine sanki geometrik çizgilerden,
yüzeylerden ve cisimlerden söz ediyormuşum gibi yaklaşacağım. [Ethica,
197]
55
Spinoza’ya göre, doğanın ve insan doğasının
farklı özellikleri, güçleri ve potansiyelleri olması gerektiğine dair bir önerme
gülünçtür, çünkü insan ve doğa aynı özelliklerden, aynı malzemeden dokunmuştur:
İkisi birlikte yaratılmıştır. Bu düşünce çizgisini izlersek, insanın
duygusallığını doğal çevrenin duygularından farklı addedemeyiz. Kartezyen
felsefenin ikiciliğine kökten bir şekilde karşı çıkan Spinoza’nın affectus
kavramı hem insan hem de doğa için geçerlidir. Affectus’ta duygu ve
öznellik örtüşür; farklı türden fenomenlere veya türlere gönderme yapmazlar.
[Alman
zoolog Jacob von Üexküll (1864-1944), klasik bilimin hiyerarşik
sınıflandırmalar aracılığıyla tek bir dünya gördüğü yerde, sonsuz bir çeşitlilik gösteren, her biri
mükemmel ve muazzam bir müzik partisyonunda olduğu gibi birbiriyle bağlantılı
farklı dünyalar görüyor. Bu çoklu dünyalar, her türlü insan merkezci bakışın
terk edilmesine, doğa imgesini insan bakışına göre değerlendiren anlayıştan
radikal bir kopuşa yol açıyor. İçinde hareket ettiğimiz ve bizden başka her
şeyin, tüm canlıların hareket ettiği nesnel mekâna ‘umgebung’ adını veriyor ve tek bir mekândan oluşan bu
‘umgebung’u, yani kendi insani ortamımızı ‘umwelt’ten ayırmakla işe
başlıyor Uexküll. Almanca ortam anlamına gelen ‘umwelt’, her canlının kendine
has dünyasıdır aslında; bu dünya her canlı için bir dizi anlam taşıyıcısından
oluşuyor. Deleuze’ün Uexküll’e dayanarak verdiği meşhur örnekte olduğu gibi bir
kenenin dünyası üç anlam taşıyıcısından ibarettir mesela: Bütün memelilerin
terinde bulunan butirik asit kokusu; memelilerin kan ya da vücut sıcaklığına
denk düşen 37 o C sıcaklık ve memelilere özgü tüylü ve kan damarlarına sahip
deri tipi. Kene bu üç öğeyle yoğun ve tutkulu bir ilişki içindedir. Tüm
dünyasını bu anlam taşıyıcılar oluşturur. Her ne kadar nesnel bir mekân içinde
hareket eder gibi görünsek de, bir bakışta bu çoklu dünyaları tek bir mekâna
indirgesek de, her kişi, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi kendi umwelt’ine sahip.
[Rahmi Öğdül, Birgün Gazetesi, 25.11.2010,
https://www.birgun.net/haber/insan-ile-hayvan-arasinda-arabolge-17858]
Kitabın ana teorik çerçevesini tam da insanların
güçlerinin, enerjilerinin ve duygu potansiyellerinin doğal, inşa edilmiş ve
maddi çevreleriyle birleştiği fikrine dayandırıyorum. Doğanın insanda ve
insanın doğada birlikte yaşaması veya birbirlerini şarj etmesi olarak
adlandırabileceğimiz bu birleşmeden, kitabın alt başlığındaki “duygu
coğrafyası” kavramının da içerimlediği, savaş sonrası bir çevredeki
duygu-öznellik sürekliliği olarak tanımladığım şeyi incelemek için
kullanacağımız kavramsal bir aygıt türeteceğiz.
[North Cyprus Almanac (Kuzey Kıbrıs
Yıllığı), 1987, “ulusal kılavuz”, yayımcısı ve yayın yönetmeni Kemal Rüstem]
Bana göre bu kılavuz, kurmaca başlığı altında incelediğim devlet pratiklerinde
barınan fantazmatik unsurunun ayrıntılı bir örneği.
56
Bu kitapta fiili bir devletin hâkimiyetinde
yaşamanın nasıl bir şey olduğunu ele alıyorum. Kurmaca, de facto (fiili) kavramıyla bir oynama olarak da yorumlanabilir:
Var olan bir şey, ama gerçekten var olan değil; fantazmatik olarak imal ve inşa
edilmiş bir kendilik; tahayyülde yaratılarak veya maddileştirilerek mevcudiyetine
inanılan bir varlık. Öyleyse, kuzey Kıbrıs dışında dünyada hiçbir yerde hiçbir
belgesi doğru dürüst tanınmayan de facto bir
devletin “vatandaşı” olmak ne anlama gelir? Kurmacanın gündeliğe nasıl
sızdığını, fantazmatiğin nasıl sıradan, olağan haline getirildiğini, nasıl
normalleştirildiğini araştırıyorum. … Bütün devlet pratiklerinin fantazmatik
bir unsuru vardır. North Cyprus Almanack
kurmacada barınan bu pratiği yalnızca daha görünür hale getiriyor. Bir mekânın
bir toprak ve bir nüfusla tanımlanmasının, etnografya yazımının fantazmatik
unsuru olan, bir yerin sınırlarını belirlemeye dayalı uzlaşımsal etnografi
pratiğine ne kadar benzediğine dikkatinizi çekmek istiyorum.
57
De
facto halini somutlaştırmak için Almanack’ta rakamlar kullanılmış. Rakamların fantazmatik bir
niteliği vardır; bir güvenilirlik hissi yaratırlar; geçici ve belirsiz olanın
simgesel olarak daha somut veya daha doğru görünmesini sağlarlar. Bu nedenle,
gerçek olduklarını öne süreceğim; zira istatistik, toplumsal pratikleri (yansıtmakla
kalmayıp) edimsel ve somut olarak üretir. … Bunlar bir devlet pratiğinin gerçek
olarak kabul edilmesi için gerekli olan rakamlardır.
58
Bağımsız bir devletin kendi ayrı tarihi de olması
gerekir. Bu nedenle Almanack, “Yeni
Taş Çağı”na denk düşen ve MÖ 4000 yılından başlayıp 15 Kasım 1983’te “Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı”na kadar süren bir kronolojik tarih sunar.
Antik dönemlere dayanan kökleriyle birlikte Kıbrıs’ın tarihi böylece KKTC’nin
kuruluşuyla tepe noktasına ulaşır. Bu nedenle, KKTC bir anlamda taşlara
kazınmış, arkeolojik kalıntılarla özdeşleştirilmiş, fosilleştirilmiştir.
Almanack,
kuzey Kıbrıs yönetimini ayrıntılı bir şekilde açıklar: Anayasa,
cumhurbaşkanlığı, Millet Meclisi ve görevleri, parti sistemi, başbakan,
bakanlar kurulu, bakanlıkların sorumlulukları, milli marş, savunma, kolluk
kuvveti, yargı (Anayasa Mahkemesi, alt mahkemeler ve Yargıtay), yasama (siyasi
partiler), hükümet organlarının görevi (bakanlıklar, Enformasyon Dairesi,
Devlet Planlama Teşkilatı, Nüfus Sayım Dairesi), barolar birliği, bölge
yönetimi (yerel yönetimler ve belediyeler), şehir ve bölge planlama (Tapu ve
Kadastro Dairesi). Uluslararası sistemde tanınan devletlerinkine benzer
işlevlere ve görevlere ilişkin bir sınıflandırma yapan resmi kılavuz, sağlık,
ekonomi ve finans, tarım, diğer doğal kaynaklar, hayvanlar ve bitkiler,
işbirliği, ticaret ve pazarlama, sanayi ilişkileri, eğitim, din, sanat ve
kültür, ulaşım ve iletişim, coğrafya ve iklim ve turizme dair olguları sıralar.
59
… kitapçık,
… kuzey Kıbrıs’ta yönetimin devlet olma halini (kendi nesnel niteliği
biçiminde) somut kılma çabasının bir ürünüdür.
Hukuk
ve Yönetimde Duygu
[Kurumlar, yönetimler, yönetim tarzları ve
hukuksal pratikleri…] … onların duygu üretme ve yükleme kapasitesine sahip
[olmaları] … Burada yönetimi sadece insan eylemliliğin bir ürünü (dolayısıyla
duygulanım yüklü bir kendilik) olarak görmüyorum. Her ne kadar kesinlikle
“insan yaratımı” olsalar da, yönetimlerin aynı zamanda kendilerince duygusal
güçleri üretme ve uygulama kapasitesine de sahip olduklarını ileri süreceğim.
Örneğin resmi kılavuzlar, gazeteler, hukuki formlar ve belgeler, büro
mobilyaları, resmi binalar gibi yönetim araçları kadar araştırmalar,
denetimler, nüfus sayımları gibi kurumsal pratikler ve millet meclislerindeki,
mahkeme salonlarındaki hukuki pratikler ve uygulamalar da duygu üretme
kapasitesine sahiptir. Bu kurumsal (veya hukuksal ve yönetimsel) duygu, onda ve
onun aracılığıyla edimde bulunan insan faillerinin bir yansıması değildir
basitçe. Kurumların insan hayatının ilerisinde ve ötesinde kendilerine ait bir
hayatları olduğuna (diğer bir deyişle, canlı olduklarına) inanıyorum. Farklı
bir şekilde ifade edecek olursak, kurumlar insan potansiyelini aşar; ondan daha
fazlasına sahiptirler. [Kurumları duygu yaratmaya daha yatkın hale getiren şey,
kesinlikle KKTC’nin “sözdelik” niteliği değil].
60
Her ne kadar, yönetim pratiği bir devlet
pratiğini temsil ediyor olsa da, hatta onunla aynı şey olsa da, yönetime
duyulan etnografik ilginin devlete duyulandan farklı olduğunu belirtmem
gerekir.
61
[Kant, düşüncelerin mekânda ve
zamanda realize olmaları, kurumlar]
[Weber bürokrasinin büyüyü bozma ve yabancılaşma
biçimleri üretmeye yöneldiğini öne sürdüyse] ... başkaları da, kurumların
sadece rasyonelleştirme terimleriyle incelenemeyeceğini ileri sürmüştür.
Böylece, yazma üslubumda ve etnografik betimleme
biçimimde kurumların rasyonelleştirici duruşlarını taklit etmektense,
“yönetmeye dayalı duygular” veya “duygulara dayalı yönetme” olarak incelediğim
bu arındırmanın bir pratik ve bir süreç olarak ürettiği duyguları araştırdım.
[Dipnot 107: ... Bense, tam da
yansızlığın/kayıtsızlığın kendi çapında bir duygu olduğunu, özel yönetim
tarzlarının uyandırdığı ve ürettiği bir duygu olduğunu öne sürerek pozitivizmin
ve nesnelliğe dayalı Aydınlanma geleneğini diriltmeyi amaçlayan bu tür girişimleri
eleştiriyorum.]
62
Kurumların bir sinir sistemine veya ruh haline
sahip olduğunu, yatıştırıcı veya susturucu etkilerinin olduğunu da
düşünebiliriz.
I.
Kısım: Mekânsal Dönüşüm
Birinci Bölüm
Egemenliğin Maddiliği
65
Doğrudan
kuzey Kıbrıs’taki Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı olan Harita Dairesi, KKTC
yönetiminin en önemli birimlerinden biri addediliyor.
66
...
kuzey Kıbrıs’ta yerlerin isimlerini değiştirme projesi haline gelen çalışma...
[Harita
Dairesi çalışanı Kemal Bey:] ... her eşleşme için yaptığımız değişikliği
gerekçelendiren bir açıklama ekledik. Bazı durumlarda, belirli bir köye veya
mevkiye soru işareti koyduk. Soru işareti olan köye bir memur yolladık; memur,
muhtarla veya köyün ihtiyar heyetiyle görüşür ve onlara belirli bir arazi, tarla
veya tepe için eskiden hangi ismi kullandıklarını sorardı. Böylelikle, eğer
uygunsa, bu yere ona göre bir isim verirdik. [Bir
Kafka metni gibi!]
“Peki
ya köylüler, bu yerlerin eski isimlerini bilmeyen, güneyden gelen mülteciler
veya Türkiyeli göçmenlerden oluşuyorsa, o zaman ne oluyordu?” [Kemal Bey:]
“Belli bir yerde bir süre yaşamışlarsa, onlara ‘Buraya hangi ismi verirsiniz?’
diye sorardık ya da ‘Köyünüzden şehit verdiniz mi?’ diye sorardık, vermişlerse
oraya şehidin ismini verirdik. Bir diğer seçenek de, köylülere güneyde
bıraktıkları köylerini hatırlatan isimler vermek olurdu”.
68
Mekâna
ve yere ilişkin antropolojik çalışmaların önemli bir bölümü, analiz nesnesini
kültürel olarak bağlamsallaşmış ve ayrımlaşmış bir peyzaj incelemesi olarak
çerçeveler.
69
Peyzajın
bu şekilde antropolojik yeniden çerçevelendirilmesinin kökeninde bellek,
söylem, imgelem ve temsil incelemelerini ayrıcalıklı kılan insan merkezli
(hümanist) Batılı mekân ve yer yaklaşımlarına duyulan rahatsızlık vardır.
Bu
yerleşik (hümanist/inşacı) mekân yaklaşımlarının tersine Kevin Hetherington
gibi araştırmacılar, bir yerin/mekânın yaratılmasında (insan-olmayan)
maddilikler ile (insansı) öznelliklerin iç içe geçmesine ilişkin
“post-hümanist” bir değerlendirmenin zorunluluğunu işaret ederler. Mekânla
bağlantılı olarak geometrinin soyutlamacılığına ve yorumbilgisinin
temsiliyetçiliğine karşı çıkarak Aktör-Ağ Kuramı’nın metodolojilerini
benimseyen Hetherington, “mekânın maddiliği”ne hak ettiği dikkati vermemiz
gerektiğini öne sürer; insan aktörlere karşı nesnelerin failliğine odaklanan
bir yaklaşımdır bu.
[Hetherington:]
“Mekânları/yerleri sadece insan öznelliği terimleriyle düşünmeye son verirsek
ve söz konusu öznelliğin kimlikleri mekâna dayalı kimlik gibi ifade etme
şeklinden vazgeçersek, mekânı artık öznelliğin belirlediğini düşünmemiz
gerekmez. Mekân bir benzeşme etkisidir, birbiriyle karmaşık bir ilişki içindeki
şeylerin bir yere yerleştirilmesi ve bu düzenlemelerle gerçekleşen faillik-gücü
etkileriyle harekete geçirilen bir temsil edilmeyiştir. Mekânlar maddi
yerleştirmeler aracılığıyla, mekânların ve şeylerin birlikte kıvrılarak
katlanmasıyla ve bu katlanmaların yerleşikleştirdiği farklılığa dayalı
ilişkilerle dolaşıma girerler. Bu maddi düzenlemeler ve katlanmalardan
kaynaklanan anlamlarla varlık kazanırlar.”
[Yerleştirme ve düzenleme, kristalografi, bir araya gelme -
toplanma, socius]
70
Savaşın
ve bölünmenin ardından kuzey Kıbrıs’ta yer isimlerini değiştirme projesinin
özünü biçimlendiren Harita Dairesi yöneticileri, çalışmalarının “politik”
olduğunu açıkça söylüyorlardı.
Giorgio
Agamben gibi egemenlik kuramcıları, politiğe ilişkin çalışmalarında, failliği
sadece ve esasen “egemenin istemi”ne atfetmektedir. Carl Schmitt’in bir yönetim
şeklindeki yönetenlerin “olağanüstü hal”e karar verme hakkı şeklindeki politik
anlayışını benimseyen Agamben’in ünlü egemenlik kuramı, benim yorumuma göre,
failliği tekil olarak insanlarla, buradaki örnekte nihai güç sahibiyle
ilişkilendirmesi bakımından politika incelemesinde hümanist bir yörünge
izlemektedir.
[Faillik -> egemenin istemi - yönetenler - nihai güç sahibi ->
hümanist yörünge]
Bu
nedenle, elimdeki etnografik malzemeyi temel alarak, failliği daha geniş bir
alanda insanlar ile maddilikler arasında paylaştırmayı olanaklı kılan bir
politika kuramı öneriyorum. Buradaki yaklaşımım, Kevin Hetherington gibi insan
ve insan-olmayan faillerin iç içe geçmesini inceleyen Aktör-Ağ kuramcılarının
yaklaşımlarına dayanıyor. Bununla birlikte, -politik olmayan simetri olarak
yorumladığım- eşzamanlılığı, inceledikleri insanlar ve şeyler ağına bağlayan
Aktör-Ağ Kuramlarının çerçevelerinden ayrılıyorum. Kuzey Kıbrıs’ta araştırdığım
dönüşmüş bölgede, insanlar ve insan-olmayanlar hâlâ devam etmekte olan bir
politik çalışmanın ürünüdürler. ... egemenlik, sırf belirli bir bölgede
insanlar ve şeyler arasında failliğin öyle ya da böyle yasalaştırılması
aracılığıyla gerçekleşebilir. Bu durumda, bir yönetenin tekil otoriter istemine
-ele aldığımız vakada bu Türk devleti ve ordusudur- politik bir faillik
atfetmektense, bu yakın etnografik okumada egemenlik, insanlar ile maddi
araçlar [kartografi ölçüm araçları, askeri havacılık fotoğraf araçları, coğrafi
harita hesaplama araçları, tapu belgeleri, Harita Dairesi’nin binası, ayrı
mülklere değer atfetme metodolojileridir] arasında bölünmüş bir faillik
kapsamında ele alınan bir alan olarak görülür. ... Egemenlik, [eşzamanlılık
şöyle dursun -> kesintiye uğramış zaman] verilmiş bir bölgede zaman
aracılığıyla incelenir, maddiliklere ve fiziksel mülklere dayalı bir yerde
muhtelif aktörler arasında uzun vadeli bir müzakere, tartışma ve arabuluculuk
sürecidir.
[ X Aktör-Ağ Kuramı -> eşzamanlılık -> (oysa:) hâlâ devam etmekte olan
kesintiye
uğramış zaman
zaman;
uzun vadeli, müzakere, arabuluculuklar, tartışma]
71
Aslında
unutulup gidecekleri umuduyla eski yer isimlerinin geçiştirilmesinden ibaret
değildir olan biten; bilakis eski yer isimlerini kullanmaya devam edenlere
adanın kuzey kesimindeki kendi yönelimlerini hatırlatacak şekilde eski isimlere
üstüne basa basa gönderme yapılır. Rumca, Latince ve Kıbrıs Türkçesindeki eski
yer isimleri, yeni verilen Türkçe isimlerle birlikte kayda geçirilir.
Bu
politik bir pratiğin ürünüdür; oluşumdaki egemenliğin yansımasıdır. Bu
egemenlik, Agambenci uyarlamasında olduğu gibi, politik bir iradenin veya
olayın tepeden inme ve tekil olarak insani edimi değildir. Daha ziyade insan
aktörler, maddi toprak ve mülk, arazi ile ölçüm, numaralandırma ve paylaştırma
araçları arasındaki, üzerinde çalışılmış bir ilişkisellik alanıdır.
72
“At,
Vur, Övün!” ... Türk milli kimliğini simgeleyen yıldız ve hilal, birçok yerde
ovalara ve tarlalara bakan tepelere çizilmiş veya resmedilmiştir; bu da kırmızı
ve beyaz renklerini doğal ortamın maddi bileşenine çevirir.
73
Mekânın
ve arazinin bu simgesel ve maddi Türkiyeleştirmesi...
75
...
kartografik araştırma ve isim değiştirme metodolojilerine bölgesel egemenliğin
merkezi bileşeni olarak [gönderme yapan çalışmalar]...
...
maddi ile politiği paranteze alarak kültürel ile simgeselin vurgulanmasından
kaynaklanan [boşluk]...
76
Eski
köy isimleri bir yakınlık ve aşinalık duygusu uyandırıyordu, yeni isimler ise
usulle, resmiyetle ve yönetimle ilişkilendiriliyordu.
İkinci Bölüm
Bir Yeri Yeniden Nüfuslandırma
79
Yeniden nüfuslandırma pratiklerini, kuzey
Kıbrıs’ın maddi dönüşümünün önemli bir boyutu olarak ele alıyorum.
80
“Kıbrıs Türkü”, “Kıbrıslı Türkler”... Etnik veya
milli bir yafta veya gönderme içermeyen “Kıbrıslı” terimi ise çok daha yaygın
bir kullanıma sahiptir. ... kimliğe yaptığım tüm göndermeler olumsaldır ve
konumlanmıştır.
85
[Pembe Hanım] “Gâvursa gâvur [Kıbrıslı Türklerin
Rumlar için kullandığı bir sıfat], ama onlarla komşu olarak birlikte yaşarken
işler hiç de bugün fellahlarla [Kıbrıslı Türklerin Türkiyeliler için kullandığı
bir sıfat] birlikte yaşarken olduğu kadar kötü değildi.
86
Her ne kadar, politika yapıcılar hepsini “Türk”
olarak sınıflandırsa da, yerleşimcilerin kökenleri farklıdır; Laz, Kürt, Arap,
Alevi ve Türklerden oluşurlar.
88
otoktoni
yerli, göç etmemiş
Kıbrıslı Türkler sayıca Türkiyeli yerleşimcilerin
gerisinde kaldıkları duygusunun üzücü bir şekilde kültürel olarak azaldıkları
veya bozguna uğradıkları hissine yol açtığını dile getiriyorlardı. [Appadurai]
89
Kıbrıslı Türkler, hem devlet dairelerindeki
mevkileri hem de özel sektördeki işveren konumları bakımından yerel bilgiye ve
soykültürel kapitale sahip olma konusunda yerleşimcilere nazaran daha üstün bir
noktada bulunmakla birlikte, farklı yerleşimci toplulukları da Kıbrıslı
Türklerin onları marjinalleştirmesine karşı koruyucu devletleri olarak
Türkiye’yi seferber etmeye çalışmaktadır.
[Dipnot 19] Kuzey Kıbrıs’ta istatistikler politik
olarak belirlenir ...
Üçüncü Bölüm
Mekânsal Kapatılma Duyguları
91
[Türkiye’deki büyük ekonomik kriz, 2000. Bu
Memleket Bizim Platformu adında kitlesel bir halk hareketinin doğuşu]
92
Bu Memleket Bizim Platformu’nun üyeleri Denktaş
rejimini sert bir şekilde eleştiriyordu, hatta bazen Türkiye’nin kuzey
Kıbrıs’taki egemenliğini “işgal” olarak tanımlıyorlardı...
Sınırın kuzey tarafını kendileri için bir
özgürlük bölgesi olarak tanımlayan sistematik propaganda, KKTC vatandaşlarını
sınırlar içerisine kapatılmanın özgürlük olduğuna veya savaşın barış olduğuna
inandıracak bir Orwellci etkiye sahip değildi. [Dipnot 2. Bu çalışmanın, tabi
oldukları yönetimler tarafından halkların beyinlerinin yıkandığını öne süren
1930’ların ve 1940’ların sosyal psikolojisinden ayrıldığı nokta budur: Örneğin
bkz. Adorno, “Freudian Theory....”]. Okullarda, medyada, orduda ve devlet
dairelerinde abartılı bir biçimde yayılan milliyetçi retorik, Kıbrıslı
Türklerin sokaklara dökülerek sayısız milli bayramı coşkuyla kutlamasına yol
açmıyordu.
94
Kıbrıslı Türkler, Denktaş ve diğer TMT
mensuplarının camiler gibi Kıbrıs Türk kültürünün mirası olan mekânlara sabotaj
düzenleyip, Türkiye’nin misillemede bulunması için zemin yaratmak amacıyla saldırıların
suçunu Kıbrıslı Rumlara attığının kanıtlarını ve birçok örneğini sunuyordu.
[Dipnot 4. politika kültürü ... kolektif hafızaya kazınmış bir dizi
deneyime, ortak bir politik başvuru noktaları ağına, özel bir hükümet tarzına
sahip kalıcı bir politik sisteme ve özel bir tarihsel olumsallıkta özel bir
yönetim şekline tabi olan, bu yönetimin vatandaşı olan bir insan topluluğunun
dile getirilmeyen ve bilinçdışı deneyimine gönderme yapıyorum.]
95
... UHH [Ulusal Halk Hareketi örgütü] “Kıbrıslı
Türk halkının sesi” olduğu iddiasıyla bir sivil toplum örgütü” olarak [2001’de]
faaliyete geçti.
96
[Pembe Hanım] “Ne olursa olsun, hep arka
bahçelerimizde konuşuruz. Başka yerlerde ağzımızı kapalı tutarız. Şimdi UHH ile
ne değişecek ki? ...”
97
[Resim 4’ün notu: Kuzey ve güney Lefkoşa’yı bölen
sınır, askeri yasak bölge levhalarıyla evleri de ikiye bölüyor.]
98
KKTC yönetiminin bakış açısından sınır, Kıbrıslı
Rumların 1963 ile 1974 arasındakilere benzer saldırılardan Kıbrıslı Türkleri
korumak için vardı. Tam da bu nedenle kuzey Lefkoşa’nın bölgesinde barikatlarla
kapatılmış bir sokağın ucundaki duvara ... “Ey Türk Katliamları Unutma” sloganı
yazılmıştır.
99
“Burası bir açık hava hapishanesi”, 2000 ve
2001’de kullanılan en yaygın ifadelerden biridir.
100
“Boğuluyormuşum gibi hissediyoruz.”
105
Dış (mekânsal, fiziksel, inşa edilmiş, maddi)
çevrede politik araçlarla gerçekleşen dönüşümler, cisimleşmiş ve metaforik biçimlerde
ifade edilen nitelikli iç (içeri, içsel, öznel) deneyimleri teşvik eder.
II.
Kısım: Yönetim
Dördüncü Bölüm
Yönetim ve Duygu
109
Bu
bölümde Kıbrıslı Türklerin hem devlet memurluğunu küçümsemelerini ve devlete
ironik bakışlarını hem de devlet dairesinde çalışma arzularını ve idari
mevkilere saygı duymalarını ele alacağım.
“Anlaşılması en zor olan nokta
şudur: Dünyanın büyük çoğunluğu ABD’ye gelmeye, onun özgürlüklerinden ve
müteşebbislere sunduğu olanaklardan yararlanmaya, mal ve hizmetlerinin sefasını
sürmeye ve dünyayı ekonomi sınıfındaki son koltuklardan ziyade kokpitten
görmeye can atıyor gözükmektedir. Gerçekten de çoğu Amerikalı açısından bunun
kafa karıştırıcı olduğunu söylemek gerekir. Nasıl oluyor da bu kadar çok insan
sınırlarımızı geçmeye, vize almaya ve kıyılarımıza havadan, karadan gemiyle ya
da yüzerek gelmeye çalışarak; çılgınca istediğini gösterdiği şeylerden ötürü
bizden nefret edebiliyor? Neden nefret ettiğiniz bir ülkeye gelmek için yoğun
bir çaba harcarsınız?
Hayatlarını idame ettirmek için
ABD’ye gelmiş olan dünyanın “aşağılanmışları” için ilginç bir bölünme ortaya
çıkmıştır. Amerikalılar olarak kendi hakları ve özgürlükleri konusunda güçlü
bir hisse sahiptirler ve bunlardan azami düzeyde yararlanmaya çalışıyorlar.
Amerikalı-olmayan yönleriyse, her zaman sahip olmuş olmaları muhtemel olan
nefret, yabancılaşma ve mesafe hissini muhafaza etmektedir. Bu tür göçmenler
için (yasal ya da yasadışı) yurttaş yurtseverliği, siyasal yurtseverlikten pek
çok durumda ayrılmıştır.
Bu bilmecenin çözümü küreselleşme
adını verdiğimiz sürecin başka bir ayağında saklıdır. İster bilgisayar ister
matematik ister sosyal bilimler ister insan hakları olsun çoğu meslekte gelecek
ABD örgütleri, profesyonel ağlar ve kurumlar tarafından üretilen ve dayatılan
standartlarla oluşturulmaktadır. Başka bir deyişle, dünyanın yoksul
bölgelerinde devlet dışı alanların neredeyse tamamında başarınız muhtemelen
Amerikan yapımı standartlarla ya da bu standartları dayatan Amerikalılar
tarafından ölçülmektedir.
Yoksul ülkelerin ve bölgelerin çoğu
bu bağlamda şehirlerini yıkmış, akademik kurumlarını zayıflatmış, ciddi
araştırma ve öğretimi olanaksız hale getirmiş ve birçok profesyonel alanı
(gerek cebir yoluyla gerekse de rüşvetle) devletin kolonisi haline getirmiş
olmasaydı çok bir önemi olmayacaktı. [ABD’de kariyer peşinde koşan,
çocuklarının rahat yüzü görmesi için çabalayan ve kendi profesyonel ağlarını
kurmaya çalışan bu insanlar] ... tıpkı üçüncü dünyadaki taksi şoförleri gibi,
kültür, siyaset, hattâ yaşam tarzı konusunda Amerikan karşıtı olma haklarını
saklı tutuyorlar. [Bu kişiler kendi ülkelerinde bile bu çifte ilişkiyi
koruyorlar] ve ABD’ye yönelik büyük sivil kıyım makinesine bu da yakıt
sağlıyor.
... ABD’den duyulan nefret ABD’nin
bir parçası olma arzusuyla iç içe geçmiştir.
Öte yandan bu şekilde çiftedeğerli
olan daha pek çok unsur vardır. Birkaç bin dolar için Dünya Bankası’na el açmak
zorunda olan sivil toplum kuruluşlarının üyeleri, ABD’de doktorluk yapmak için
gerekli sınavları geçemeyen doktorlar; eğitimlerini tamamladıktan sonra
işverenler karar değiştirdikleri ya da ortadan kayboldukları için geri dönüş
yapmak zorunda kalan öğrenciler; ... Amerika’daki bir dergide tek bir
makalesini yayınlatmak için on yıllarca uğraşan ama sonunda Amerikalı
üniversite öğrencilerinin yerli bilgi kaynakları haline döndüğünü gören
araştırmacılar. Nefret tohumlarını büyütmek için medreselere ne hacet!”
Arjun Appadurai, Küçük Sayılardan Korkmak (Öfkenin
Coğrafyası Üzerine Bir Deneme), 2005, (Çev. Ferit Burak Aydar), timsahkitap
Yayınları, 2008 İstanbul, s.104-107.
110
Modern
bürokrasilere ilişkin yakın tarihli araştırmalar, yönetimi bir duygusal
yansızlık alanı olarak resmetme eğilimindedir. Bürokrasi, disiplini teşvik
eden, denetim usullerini düzenleyen ve duygu içermeyen bir rasyonelleştirme
aygıtı olarak incelenir. Devlet memurluğuna ilişkin elimdeki malzeme ise, kurumların
ve kuruluşların bir diğer boyutunu öne çıkarıyor. Yönetimin karmaşık bir duygu
spektrumuna yol açtığını öne sürüyorum. Kuzey Kıbrıs’ta bu, görünüşte karşıt
duygularla deneyimleniyor: Kıbrıslı Türkler devlet yönetimine aynı anda hem bir
arzu hem de bir ilgisizlik duyuyorlar.
Hannah
Arendt ve Zygmunt Bauman, her ikisi de kendine özgü bir şekilde olmak kaydıyla,
bürokrasiyi yıkıma ve şiddete dayalı kışkırtıcı duygular yaratan bir birim
olarak ele almıştır. ... Bauman, ... aşırı duygu potansiyelinin, bizatihi
modern politik sistemlerin bürokratik yapısında üretildiğini ileri sürer.
111
...
KKTC kültürel olarak “öteki” devlet yapısı değildir; diğer modern yönetim
sistemleriyle benzerlikler taşır. Yine de, meşruiyetsiz olduğu ve başka bir
ülkenin egemenliğine ve ordusuna bağımlı olduğu için bu “devlet”te memuriyet
özgün bir duygu karışımı yaratır.
[Hakan:]
“Devlet memurluğu yan gelip yatmaktır.”
112
Kıbrıslı
Türkler (hatta kendisi memur olanlar da dahil) bu ülkedeki devlet memurluğunu
tanımlarken yağma ekonomisine gönderme yaparlar.
kinizm
113
Devlet
yönetimindeki mevkilerle bağlantılı derin saygı, devlet memurlarına ve devlet
sistemine duyulan saygısızlıkla iç içe geçmiştir.
114
Bir
toplumdaki en büyük arzu nesnelerinden biri olan devlet dairesinde memurluğun,
elde edildiğinde haz ve tatmin sağlaması gerekirdi, ama öyle değildi ve aslında
depresyon, temkinlilik, kinizm gibi olumsuz hissiyata ve motivasyon eksikliğine
yol açıyordu.
116
[Richard
Patric:] “1968’e gelindiğinde Türkiye hükümeti Kıbrıs Türk ekonomisine yıllık
8.000.000 sterlin destek veriyordu. Sosyal yardım paketlerinin dışında Kıbrıslı
Türk liderlerle, devlet memurlarına ve [TMT] Mücahit örgütüne bu fonlardan
ödeme yapılıyordu.” Böylece enklav döneminde uygulanan baskılarla bir nüfusun tamamı
başka bir ülkenin desteklediği geçici bir devlet yönetimine büyük ölçüde
bağımlı kılınıyordu.
117
Türkiye’ye
politik ve ekonomik bağımlılık, tanınmama statüsü, sivil-askeri karmaşıklığı ve
“büyük hükümet” eğilimi (geniş bir devlet hizmeti) bu dönemde [çağdaş Kıbrıs
Türk rejimi] tam anlamıyla kurulmuştur.
121
Türkiye’ye
minnet duyma ve keza bağımlılık duygusu, kuzey Kıbrıs’ın birbirini izleyen
yönetimlerinin uyguladığı politikayla defalarca teşvik edilmektedir.
122
KKTC,
her ne kadar uluslararası hukukta tanınmıyor olsa bile, yine de modern meşru
devletlerin pratiklerini ve prosedürlerini uygulayan bir devlettir. Foucaultcu
anlamda -en azından teoride ve üslup bakımından- modern devletlerin devlet
dairelerindeki ve yönetimlerindeki pratiklere benzeyen yönetimsellik
biçimlerine sahiptir. ... Kıbrıslı Türk memurların uyguladığı düzenleme ve
pratik biçimleri başka bir güç biçiminin önemli evreleriyle kesintiye uğrar:
Türkiye’nin kuzey Kıbrıs’taki egemenliği ve bu egemenliği destekleyen KKTC
rejiminin veçheleri. Burada modernliğin incelenmesinde iktidara
dayalı yönetim biçimlerine önem veren Foucaultcu bir analizi güce dayalı hükümet ve egemenlik biçimlerinin birlikte var
oluşuna dair Agambenci bir görüşle birleştirmek gerekir.
123
KKTC’nin
bağımlı egemenliği ve tanınmayışı, devlet memurluğunun yarattığı duygularda bir
rol oynar. Yönetim, Kıbrıslı Türklerde bir raison d’étre [varlık sebebi]
biçimidir; bu nedenle devlet memurluğu aşırı arzulanan bir şeydir. Yine de,
memurluk bir kötü niyet, motivasyon eksikliği, temkinlilik ve ilgisizlik
yaratır. Yönetime dair ve yönetim içindeki bu karışık duygular, KKTC’nin hem
egemen hem bağımlı, hem bağımsız olma hem tanınmama, hem mevcut olma hem de
olmamasından kaynaklanan karmaşık statüyle ilgili olmalıdır. ... Ve her aşamada
devlet memurunun işi görünüşte başka bir iktidar biçimi tarafından kesintiye
uğruyor gibidir: Başka bir ülkenin askeri egemenliği.
[Heykel kurumları, Türkiye’de heykelin varlığı bakımından bir raison d’étre [varlık
sebebi] biçimidir.]
[Judith
Butler] “Bir iktidar biçimi olarak, tabiiyet [subjection]
paradoksaldır.” İktidar, öznede arzu uyandırarak tahrik yoluyla çalışır.
Hayatta kalmayı arzulayan özne, kendi istediğiyle [isteğiyle
?] -ama elbette farkında olmadan- bizatihi kendi tabi kılınma sürecine
katılır.
124
Organizasyonlar
ve kurumlara ilişkin, Foucaultcu bir paradigmayı benimseyen son çalışmalar
bürokrasilerin rasyonelleştirici, düzenleyici, ölçücü, hesaplayıcı ve yönetici
yönlerine odaklanmaktadır. ... Ama organizasyonlara ilişkin son çalışmalarda
yönetimsel rasyonellik ve hesaplanabilirlik özelliğine odaklanmak,
bürokrasilerin duyguyu idare etmek, kontrol altında tutmak, pasifleştirmek veya
yok etmek için duyguya karşı çalıştığı izlenimini vermektedir. Oysa kuzey
Kıbrıs’ta devlet memurluğuna ilişkin sunduğum etnografik malzeme aksini
göstermektedir.
...
Arendt ve Bauman gibi totaliter rejimlerde bürokrasiyi araştıranlar, bu
bürokrasilerin aşırı ve şiddete dayalı duyguları harekete geçirme eğilimine
odaklanır.
125
Benim
analizimde, duygu modern bürokrasi çalışmalarının merkezinde yer almaktadır.
Beşinci Bölüm
Belgelerin Duygusal Yaşamı
127
Devlete dair yeni antropolojik çalışmalarda
“devlet”in varlığı veya oluşumu, yönetim şekli veya varoluşunu tırnak içine
alarak kavramsallaştırmak bir hayli yaygın bir pratik haline gelmiştir. Michael
Taussig’in ifadesini kullanacak olursak, bununla içerimlenen, “devlet”in bir
“fetiş” olduğu, hem kamusal-politik söylemde hem de akademik söylemde bir “şey”
olarak tahayyül edilen bir soyutlama olduğudur. ... Bu bölümde tırnak içine
almanın basitçe yapıbozumun kuramsal aracı olmadığı, kendi hesabına bir
antropolojik nesne, uluslararası hukuksal işlemlerde kullanılan bir araç olduğu
üzerinde duracağım.
Gerçekten de, tırnak işaretleri uluslararası
hukukta özel politik etkiler üretir. Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve
Birleşmiş Milletler’in resmi belgelerinde olduğu kadar yarı resmi ve resmi
olmayan yayınlarında da kuzey Kıbrıs’ta bir devletin var olduğuna yönelik
doğrudan ve örtük tüm göndermeler tırnak içine alınarak yapılır. Tırnak
işaretlerinin kullanılması, devlet olmaya yapılan göndermeyi tek hamlede yazar
ve siler, “bir şey”i kabul etmeden, tanımadan onun hakkında söz eder.
128
Benim buradaki amacımsa bizatihi uluslararası
hukuku bir antropolojik çalışma nesnesine dönüştürmek.
130
Jacques Derrida “Hukukta hukuku askıya alan bir
şey vardır” görüşünü ileri sürer. Muhtemelen “hukuk dışı” “hukuk”a iyi hizmet
eder ve onu pekiştirir.
132
Sadece KKTC kimlik belgesine, diplomasına,
ehliyetine vb. veya seyahat belgelerine sahip olanlar (2003’ten önce) kuzey
Kıbrıs’tan çok uzaklaşamıyordu (Türkiye dışında ve özel düzenlemelerle
gidebildikleri bazı ülkeler dışında yurt dışında hiçbir yere gidemiyorlardı).
137
Gerçekten de, Kıbrıs Cumhuriyeti, KKTC’yi
tanımadığı için Kıbrıslı Türklerin kendi vatandaşı olduğunu iddia eder.
139
Kıbrıs Cumhuriyeti, 1974’ten sonra doğan
bireylere karşı çok daha katı bir tutum benimsiyor, Kıbrıslı Türkler ile
Türkiyeli yerleşimcileri birbirinden ayırmak istiyordu.
140
KKTC, bir antropolog olarak bana kuraldışı bir
vaka olarak ilginç gelmiyor. Bilakis özgün görünen bu “devlet”in bizi normal
olduğu varsayılan devletler hakkında antropolojik olarak düşünmeye sevk
ettiğini düşünüyorum. “Meşru” devletlerin ve bizatihi uluslararası hukuk
sisteminin tuhaflığını daha net görmemizi sağlıyor.
Hukuk söylemi de dahil olmak üzere muhtelif
kurumsal söylemlerde “mevcudiyetin metafiziği”ni eleştiren Derrida, “aşkın veya
ayrıcalıklı bir gösterilen olmadığını ve [...] bu nedenle, anlamlandırmanın
kendisi ile etki alanının hiçbir sınırı olmadığını” öne sürer. Derrida tam da
orijinal ile kopya arasındaki ayrımı sorgular. Derrida’ya göre her yazma edimi
zaten bir kopyalamadır; ayrıca kendisini orijinal olarak sunan şey de buna
dahildir.
141
Yapıbozumdan türetilmiş olan bu argüman... bence
kısıtlıdır da. ... Kıbrıslı Türkler için KKTC belgesi ile meşru devletlerin
veya uluslararası sistemin belgeleri arasında varoluşsal bir farklılık vardır.
KKTC pasaportu kuzey Kıbrıs dışında hareket konusunda kimi kısıtlamalar içerir.
Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu ise aksine dünyanın her yerine ulaşım özgürlüğü
sağlar. İki belge arasındaki farklılık deneyimsel olarak KKTC vatandaşları
açısından çok gerçektir.
142
[KKTC, Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti,
İngiltere belgeleri] Sonuçta hepsinin de birer nüsha (kopya, kağıt parçası)
olduğu ileri sürülebilse bile, onları kullanan insanların deneyimlerinde aynı
etkileri veya aynı duyguları üretmezler.
145
Bu devlet tanınmadığı için çoğu insan pasaportuna
KKTC giriş damgası vurulmasını istemez, çünkü pasaportunda bu damga olursa,
daha önce gitmiş olsan bile Yunanistan’a veya güney Kıbrıs’a bir daha gitmene
izin vermeyebilirler. KKTC yetkilileri bu usul konusunda yolcularla işbirliği
yapar. Onlara pasaportlarını damgalamak yerine önceden damgalanmış bir kağıt
(belge) verme seçeneği sunarlar; böylece üniformaları ve giriş işlemleri
aracılığıyla bir yandan devletlerini teyit ederken, diğer yandan onun varlığını
yadsırlar.
147
KKTC tüm kurumları için logosunu taşıyan belgeler
hazırlar. ... bu kurmaca belgelerin bir gerçekliği ve hiç kuşkusuz bir fizikselliği
vardır.
Ellerinde KKTC’nin verdiği tapular olsa da
tedirgindirler. Çoğu Kıbrıslı Türk başka insanların mülkünde yaşadığının
bilincindedir ve elindeki KKTC’nin verdiği tapu olmasına rağmen kendini bu
mülkün gerçek sahibiymiş gibi hissetmez.
148
Belgeler ideolojik yapıntılardır. Tarafsız
değildirler. Bazı durumlarda belgelerin ideolojisi onları kullanan kişiler için
aşikâr değildir, ama kuzey Kıbrıs’taki tanınmayan yönetim kapsamında belgelerin
taşıdığı simgesel içerik, belgeleri kullanan kişiler için son derece açıktır.
... Kullandıkları belgelerle güvensizlik, küçümseme ve yabancılaşmaya dayalı
duygular temelinde ilişki kurarlar. Belgeler beklentilerini karşılamadığında
-örneğin KKTC pasaportu- Kıbrıslı Türkler onlarla dalga geçer.
III.
Kısım
Nesneler
ve Konutlar
Altıncı Bölüm
Terk Edilen Mekânlar, Savaş Enkazı
160
Sınır
çöp doluydu: Savaşın ve akabindeki politik açmazın enkazı.
161
Sanki
yıkılmış duvarlar, bina enkazları ve kurşun deliklerinin konuşması tam
ortasından ikiye bölünmüş gibiydi; sanki içlerindeki dokunsan patlayacak olan
bastırılmış duygu dalgalanmaları önleniyor gibiydi. Mekân bedenimin içinden
geçen kendine has bir enerji yayıyordu. Tedirgin, huzursuz, uygunsuz bir
yerdeymişim gibi hissediyordum.
162
Araştırmam
gereken şey, insanlar ve savaş enkazları arasındaki özel ilişki ve bunun zaman
içinde nasıl değiştiğiydi.
Duygu
ve Politika
...
psikanaliz literatüründe duygu, ağırlıklı olarak öznellik veya benlik ile
ilişkilendirilir ya da bireyin iç dünyası (bilinçdışı) enerjinin boşandığı
çekirdek veya öz olarak kavramsallaştırılır.
163
Psikanalitik
düşünme çizgisinden kaynaklanan bu görüş ise şudur: Hissettiğimiz duygusal
enerji, bir çevrede yaşarken veya hareket ederken, bu çevreye yönelik kendi
öznel aktarımımız veya yansıtmamızdır. Buna göre, çevreye “nitelik” kazandıran
biz kendimizizdir, onu biz belirli bir şekilde hissederiz. Dolayısıyla, her
birimiz kendi duygumuza, kendi iç dünyamıza göre yaparız bunu.
Şimdi
bu görüşe karşıt olan, antropologların duygulara ilişkin kültürel inşacı
çalışmalarına bakalım. Bu okumada duygu, duygulanım ve his aynı başlık
altında, aynı şeye gönderme yapan kültürel fenomenler olarak ele alınmaktadır.
Dolayısıyla, duyguların kültürel olarak oluşturulduğunu, anlaşıldığını,
yorumlandığını, yönetildiğini ve çerçevelendiğini söyleyebiliriz. Olumsal ve
bağlamsaldırlar. ... Bu çalışmaların çoğu, dili duygusal deneyimin aktarımcısı
olarak görür ve tam da bu nedenle, “kültür”ün temsili olarak kabul eder.
“Zihinsel olgular olan duyguların aksine,
duygulanımlar hem bedene hem zihne aittir.” M. Hardt & A. Negri, Çokluk
(2004), (Çev. Barış Yıldırım) Ayrıntı Yayınları 2004 İstanbul
“Duyumların aklın karşısındaki rolü, ülkemizde
duygusallıkla sınırlanıyor.” Ali Akay, Sanatın Sosyolojik Gözü, Bağlam Yay.
1999 İstanbul s.29
“... önce vaziyeti hissedip ondan sonra sözkonusu
duyguyu yaşamam. Hissetme ve duygu aynı şeydir.” [Ethica Okumaları III, Ulus
Baker]
“Oysa Deleuze Spinoza’nın vücudu model olarak
almasını ön plana çıkararak vücutlar arasındaki bütün karışımların (etkileyen
vücut ile etkilenen vücut) duygulanışlar (affectio) diye tanımlanmalarından
yola çıkıyor gibidir. Biz sıradan insanlar olarak tesadüflerin keyfince ve
başka başka cisimlerin üzerimizde bıraktıkları etkilerle varoluruz. Bu açıktır
ki birinci tür bilgide bir varoluştur.” [Ethica Okumaları I, Ulus Baker]
“Kolayca, Spinoza için düşünmenin, salt kafatası
içinde cereyan eden bir süreç olmadığı, bir taraftan bedenin bütün işlevlerini
ve duygulanımlarını, heyecan ve tutkularını kapsadığı, öte yandan düşünsel
süreçlere neden olabilecek sonsuz sayıdaki dış etmenin tanındığı anlaşılıyor.”
[İgnoramus, Ulus Baker]
“Spinoza'ya göre bütün duygular üç temel duyguya
indirgenebilirler ve onların kombinasyonlarından ibarettirler... Varolma ve
eyleme gücüm (arzu), bu gücün artışı (sevinç) ve azalışı (keder). Bu son
derecede bedensel bir durumdur çünkü Spinoza duygulanışların hem bedeni hem de
ruhu ifade ettiklerine inanıyordu.” ... “Spinoza duygular (affectii) meselesini
daha algılar ve bedensel etkileşimler düzleminde kuşatmakla işe başlamıştır
(Etika'nın 2. kitabı)... Bu --bizi çok ilgilendiriyor-- bir "imajlar"
öğretisidir: kendi vücudumu ancak başka cisimler tarafından etkilendiğinde
anlamaya başlarım. Başka bir deyişle bende beni etkileyen cisimlerin, okşadığım
saçların ya da köpeğin, okuduğum bir şiirin ya da ısıtan güneş ışığının, tatlı
bir meltemin, ya da bir fırtınanın, bir köpeğin beni ısırışının bende saklanan
"imajı" yoluyla. Bunlar etkilenme fikirleridirler Spinoza'ya göre sebeplerin
bilgisini vermezler...” [Spinoza ve Aşkın Diyalektiği, Ulus Baker]
[Dolayısıyla, duyu, duygu, duygular (affectii),
duygulanım, duygusallık, duygulanış (affectus), duyum, duyumsama, ...]
[Frankfurt Okulu, Theodor Adorno, Elias Canetti]
... politik bir kalabalığın, kitlelerin veya sürünün çekimine kapılırız. ...
Savaş dönemi Avrupa’sındaki şekillenen bu çalışmalar, duyguyu katı bir şekilde
kamusal alana yerleştirir...
164
Duyguya ve politikaya dair daha yeni çalışmalar
ise, duygu ile özel alanı birbirine bağlayan eski ilişkilendirmelere karşı
çıkmaktadır. … Duyguların, bireyin mahremiyetiyle ilintili “kişisel” fenomenler
olmaktan çok öte, daima ve zaten kamusal ve politik olduğunu ikna edici bir
şekilde ortaya koyarlar. … Büyük ölçüde edebiyat eleştirisinden doğan bu çalışmaların
katkısı, kamusal alanın bir duygu kaynağı olma şekillerini aydınlatmak
olmuştur. Yine de, … politika her şeyden önce insana ait veya özneler arası bir
eylem ve etkileşim alanı olarak kavramsallaştırılır.
“[Yazar, okurlarına yönelik,
okurlarına doğru, okurlar 'için' yazar. Ama bu 'için' ne demektir?] ... yazarın
okur olmayanlar için de yazdığını söylemek gerekir, yani onlara yönelik olarak
değil de “onların yerine”. O yüzden, 'için' iki anlama gelir: onlara yönelik
olarak ve onların yerine. [(Artaud, Faulkner, vb.) aptalların, okuma-yazma
bilmeyenlerin, barbarların, hayvanların 'yerine' yazmak...] İnsan yazarken,
özel bir meselenin peşinde değildir. Onlar gerçekten aptal ahmaklar; gerçekten,
bu edebi sıradanlığın iğrençliği, her çağda ama özellikle son zamanlarda,
insanları, bir roman yaratmak için mesela, kendine ait özel bir meseleye, küçük
bir kişisel hikayeye sahip olmanın yeteceğine inandırıyor -kanserden ölen bir
büyükanne, veya birinin özel aşk ilişkisi- ve işte bu kadar, bunun üzerine bir
roman yazabilirsin artık. Böyle şeyler düşünmek utanç verici. Yazmak bir
kimsenin özel meselesi değildir, aksine, insanın kendini evrensel bir meselenin
içine atması anlamına gelir, roman olsun, felsefe olsun. Ne demek bu?”
“… yazar gerçekten dili sınıra doğru zorlayan kişiyse, yani dili
hayvanlıktan ayıran, dili ağlamaktan ayıran, dili şarkıdan ayıran sınıra doğru
zorlayan kişiyse, o zaman evet, yazar ölen hayvanlara karşı sorumludur
demeliyiz, yani, yazar ölen hayvanlara hesap verir, harfiyen '... için' yazmak
değildir bu, köpeğim ya da kedim için yazmıyorum ama ölen hayvanların vs.
'yerine' yazmak, dili bu sınıra taşımaktır. Dili ve söz dizimini, insanı
hayvandan ayıran bu sınıra taşımayan bir ebediyet yoktur... İnsan bu sınırda
olmak zorundadır.”
Deleuze, A'dan Z'ye, Claire Parnet
ile söyleşi, 1988-89, https://www.youtube.com/watch?v=Cy84iU76-ss, [Gilles
Deleuze’ün ölümü, 1995; filmin gösterimi, 1996]
“Sanatı siyasal kılan temel unsur,
dünyanın düzenine dair aktardığı mesajlar ve duygular değildir. Toplumun
yapılarını, toplumsal grupların çatışmalarını ve kimliklerini temsil etme tarzı
da değildir. Tam da bu işlevlerle arasına koyduğu mesafe, tesis ettiği zaman ve
mekân, bu zamanı şekillendirme ve bu mekânı doldurma tarzı, sanatı siyasal
kılar. … sanata özgü olan, maddî ve simgesel mekânın yeniden
şekillendirilmesidir.”
“Nitekim siyaset, iktidarın
uygulanması ve iktidar için mücadele değildir. Özgül bir mekânın
konfigürasyonudur; belirli bir deneyim alanının, ortakmış ve ortak bir karara
bağlıymış gibi konumlandırılan nesnelerin, bu nesneleri gösterebilen ve onlar
konusunda akıl yürütebilen öznelerin bulunduğu bir alanın
şekillendirilmesidir.”
Jacques Ranciére, Estetiğin Huzursuzluğu (2004), (Çev.
Aziz Ufuk Kılıç), İletişim Yayınları 2014 İstanbul, s.27-28
Aşağıda duyguyu ve politikayı, gerek duygunun
gerekse politikanın sırf insansı veya öznel bir fenomen olmadığı yeni bir
kapsamda ele almayı öneriyorum. … Politik bir tarihin ve özel politikaların
anılarını muhafaza ederek, orada yaşayan insanlarda özel duygular uyandıran
mekânlar ve nesneler olarak Lefkoşa’nın çürüyen ortamını, sınırı, kalıntıları,
yıkıntıları, artıkları, yağmalanmış nesneleri, terk edilmiş binaları, savaş
enkazını inceleyeceğim. … Duygunun sadece insan öznelliği (veya benlik) ile ilgili
veya ondan kaynaklanan bir fenomen olarak kabul edilmemesi gerektiğini, ayrıca
mekânla kurulan politik bağlanımlardan ve maddiliklerle etkileşimlerden
kaynaklanan ve bunların ortaya çıkardığı şey olarak da ele alınması gerektiğini
iddia ediyorum.
165
[Teresa Brennan] “Kişinin ötekinin duygularını
veya içinde bulunulan “atmosferi” nasıl
hissettiğine ilişkin bir araştırma, hem fizyolojiyi hem de ilk etapta söz
konusu atmosferi üreten toplumsal ve psikolojik faktörleri hesaba katmak
zorundadır. … duygunun aktarımı, sadece anlık bile olsa, öznenin biyokimyasını
ve nörolojisini değiştirir. “Atmosfer” veya çevre tam anlamıyla bireyin içine
işler. Fiziksel ve biyolojik olarak, orada daha önce olmayan bir şey şimdi
mevcuttur, ama kendine özgü bir şekilde doğmamıştır: tek başına veya kısmen
bireysel organizma veya genleri tarafından üretilmemiştir.”
Önermelerinin kışkırttığı itirazlarla hesaplaşan
Brennan, “Duygularımızın tümüyle bize ait olmadığı fikrine karşı çıkarız”
diyerek, kendi tabiriyle, “duygusal olarak kapanmış özne” biçimindeki
Avrupa-merkezcil anlayışı eleştirmeye yönelir. Bir duygu teorisi için bizatihi
“aktarım” terimini kullanması, hem bireyler arasında (özneler arası) hem de
insanlar ile çevre arasında daha akışkan sınırlar, bir akış ve geçişler olduğunu
tahayyül etmemizi olanaklı kılar, bizi buna cesaretlendirir.
[Brennan:] “Köken bakımından toplumsal, ama etki
bakımından biyolojik ve fiziksel olan bir süreci ifade etmek için “duygunun
aktarımı” terimini kullanıyorum. Duyguların aktarımının kökeni, söz konusu
duyguların sadece belirli bir kişide ortaya çıkmayıp, dış çevreden
kaynaklanması bakımından toplumsaldır. Diğer insanlarla ve çevreyle bir
etkileşim aracılığıyla belirirler. Duygunun aktarımı ile kastettiğim şey
basitçe bir kişinin duygularının, duygulanımlarının veya hislerinin ve bunların
yol açtığı artan ve azalan bunaltıcı enerjilerin iç içe geçebileceğidir. Böyle
bir duygunun tanımı daha karmaşıktır."
… duygu neredeyse cıva gibi
kabına sığmayan bir enerjidir, hiçbir sınır tanımaz; “aktarım” metaforunun
kullanılmasının nedeni de budur.
166
[Brennan çalışmalarının ilerleyen dönemlerinde
duygunun özneler arasındaki veya bireyler arasındaki aktarımı üzerinde
yoğunlaşır.] … bana göre daha ilginç (ve kesinlikle çok az incelenmiş) olan
kişi ile çevresi arasındaki etkileşim alanını bir kenara bırakır.
167
[Kadınlardan biri:] “Öbür taraftan hiç ses
işitmiyoruz. Bizi inciten, bize zarar veren asıl bu taraftakiler, kendi
insanlarımız.”
173
1980’lerden itibaren ve özellikle 1990’larda ve
2000’lerde, Türkiye’den kuzey Kıbrıs’a kayıt dışı göçmenler geldi ve sığınacak
yer bulma umuduyla buraya yerleşti.
174-187
[toplu mezarlar; toz ve pas; Rum tarafının pırıl
pırıl görünmesi; iğrenç, grotesk, bayağı madde, pislik; Kristeva ve
iğrenç/öteki; “Her benin kendi nesnesi, her üstbeninse kendi iğrenci vardır.”
Kristeva; Dominique Laporte, Bokun Tarihi;
Bataille, “bayağı madde”; Walter Benjamin, şiddet; ganimet; şiddet ekonomisi]
182
Yıkıntılar, pas, toz, çöp ve atık kendine özgü,
emsalsiz bir madde değildir. Kendi başlarına bu hale gelmezler, öylece ortaya
çıkmazlar. Bilakis, insanlar, maddilikler ve hem inşa edilmiş hem de doğal
çevre arasındaki özel toplumsal ilişkiler aracılığıyla üretilirler.
“Zaman heykelin kırılmasına ya da
terk edilmesine neden olmuşsa da, bu rastlantısal bir sonuçtur: ilk ve asıl
neden toplumsal değişmedir.” John Berger, Sanat ve Devrim, (Çev. Bige Berker),
Verso Yayınları, 1987, Ankara
187
“Ganimet devleti”... Burada, terk edilmişliği,
ötekilerin malının mülkünün yağmalanmasıyla ilişkilendiren özeleştirel bir
ahlaki söylem vardır; bu, ahlaki açıdan sorunlu bir politik sistemin tarifidir.
Bu tür temsiller de, terk edilmişlikle ilişkilendirilen sadece özel alanlar,
yerler veya mekânlar değildir; “terk”e dayalı metaforlar aracılığıyla bizatihi
politik bir sistemin kendisini eleştirir. Başkalarının günahına girdik. Bu
kalıntılar, bu savaş enkazı bize bunu hatırlatır ve bu yüzden oraya gitmeyi
göze alamayız. Bize yanlış yapılmıştır. Bu kurşun delikleri adeta bedenimizdeki
yaralar gibidir, bu nedenle onlara dokunmayız. Şiddet uyguladık ve bize de
şiddet uygulandı. Bakmaya cüret edemeyiz; görmek istemeyiz; gitmemeyi tercih
ederiz; hayır, kötü hissetmeyiz (o kadar da kötü değil).
188
Başlangıçtaki sorumu belki de yanlış
konumlandırdım: Duygu harabeye dönmüş çevre tarafından mı aktarılır, yoksa
çevreyi öznel dünyalarımızı ona yansıtarak mı algılarız? Duygu ne tek başına
maddiliklerce ne de sadece iç dünya tarafından üretilir. Bu bölümde, politikayı
insanlar ve onların maddi çevreleri arasındaki etkileşim alanı olarak ele
aldım. Teresa Brennan’ın (2004) öne sürdüğü bir fikri temel alacak olursak,
yıkıntıların aktardığı duygu, insanlar ve mekânsal maddilikler arasındaki zaman
içinde değişen özel etkileşimlerin olumsallıklarına ve tarihselliğine konumlandırılmalıdır.
Hemen 2003 öncesi dönemde Kıbrıslı Türkler için kuzey Kıbrıs’taki yıkıntıların
görünüşte “kötü hissettirmediği”ni, çünkü kendilerinin oluşumuna, toplumun ve
devletin katılımını hatırlatan unsurlar olarak, hem mekânsal hem de zihinsel
olarak terk edildiklerini ileri sürüyorum.
189
Bazı mekânlar, sistemin tamamı öyle görünmesin
diye, enkaza dönüşmek veya pislenmek üzere terk edilmelidir. Bu, edimsel bir
eylemdir. ... [terk etmeyi] ..., (hem politik hem de kişisel) sistemin temsili
olarak kavramamız gerektiğini öne sürüyorum.
Yedinci Bölüm
Duyguya Dayalı Mekânlar, Melankolik Nesneler
191
maraz, bunalım, melankoli
Kıbrıs Türkçesinde maraz, bir ruhsal depresyon
haline, derin ve onulmaz bir mutsuzluk ve huzursuzluğa tekabül ediyordu. ...
Bu, varlıklarının ve duygularını yansıtan bir ruh halinin tarihsel açıdan özgül
ve öznel bir yorumuydu. Bu melankoliyi görüşme yaptığım kişilerin sadece iç
dünyalarının dışa vurumu olarak kavramadım; ayrıca artık onlarca yıldır
yaşamakta oldukları konutların ve ortamların onlara aktardığı enerjinin ya da
çoğunlukla adlandırdığım gibi “duygu”nun işareti olarak da anlamaya çalıştım.
... bu bölümde mekânın ve insan-olmayan ortamın ürettiği duyguların
incelenmesine dayalı bir duygu antropolojisi öneriyorum.
[ilgilendiğim konu], ... melankolinin öznel
olarak hissedildiği mi, yoksa mekânsal olarak üretildiği mi?
Şiddetin Nesneleri
192
Bu bölümün temel meselesini bir kez daha
vurgulayalım: Yağmalanan (ganimetlenen) nesneler ve mülklerle ilişkili olarak
deneyimlenen melankoli (maraz), bu nesneleri kullananların öznelliklerinin
nesnelere bir yansıması mıdır? Yoksa bizatihi bu nesnelerden boşalan bir enerji
midir? Bu noktada, sunduğum malzemeyi Aktör-Ağ Kuramı’nın (AAK) önerdiği
uygulamalar kapsamında düşünmemizin faydalı olacağına inanıyorum. Aktör-Ağ
Kuramı’nın en büyük savunucularından Bruno Latour, insanlara ayrıcalıklı bir
faillik atfedilmesine karşı, “insan-olmayan varlıklar”ın da bir tür “eyleyen”
olarak bir çeşit faillik yerine getirmekte olduğu görüşünü öne sürer (Biz
Hiç Modern Olmadık). Latour siyasete dair yakın tarihli bir çalışmasında
şöyle yazar: “Siyaset felsefesinin çoğunlukla güçlü bir nesneden kaçınma
eğiliminin kurbanı olduğunu söylemek yanlış olmaz.” Aktör-Ağ Kuramı kapsamında
çalışan diğerleri gibi Latour’un yapıtının disturu da “Şeylere Dön!”dür. Bu
görüşün ana vurgusu, özne merkezli (veya insan merkezli) bir felsefeden
“nesneye yönelimli” bir felsefeye geçişi sağlamaktır. Dolayısıyla Latour şöyle
yazar: “‘Siyasal Yapı’ [Body Politik] sırf insanlardan oluşmaz! Şeylerle
de kaplıdır: giysiler, büyük bir kılıç, muazzam kaleler, büyük ekili tarlalar,
taçlar, gemiler, şehirler ve son derece karmaşık bir toplanma, buluşma,
birlikte yaşama, büyüme, küçülme ve odaklanma teknolojisi. Leviathan’ın
başındaki taçta toplanmış küçük insan kalabalığının yanı sıra, her yerde
nesneler vardır.” [From Realpolitik to Dingpolitik]. Kuzey Kıbrıs’a
ilişkin elimdeki malzeme üzerinden düşünürken, siyasetin yapımında nesnelerin
merkeziliğine dikkat etmek gerektiği konusunda Latour ile aynı fikirdeyim. ...
bu vakada, nesneler büyük ölçüde diğer öznelerden (zorla) alınmıştır. ... Bu
nedenle, politikanın nesnelerle iç içe geçmiş yönüyle ilgileniyorum.
193
Yine de, nesneleri ve politikalarını nitelemesi
bakımından Latour’un çalışmasının sınırlı olduğunu düşünüyorum. Latour
etnografik tanımlama veya tarihselleştirmeye girmeden, insan ve insan-olmayan
varlıklar arasında herhangi bir niteleme veya yorum yapmaksızın, aşkın ve her
zaman geçerli düz veya yatay bir birleşme ağı tahayyül ederek, öznelerin ve
nesnelerin her zaman, zaten birbiriyle ilişkili olduğunu ve iç içe geçtiğini
öne sürer. Aslında, düzleştirme, Latour’un farklı faillik tarzları arasında bir
simetri üretme çabasıyla kasıtlı olarak önerdiği bir metodolojidir [Reassembling
the Social]. Bense farklı bir şey öne sürüyorum. İnsanların nesnelerle
kurduğu ilişki, tarihsel olumsallık ve politik özgüllük bağlamlarında
incelenmelidir. İnsanlar ve nesneler belli bir tarzda birleşiyorlarsa, her
zaman, zaten veya her şekilde böyle oldukları için öyle olmadığını öne
sürüyorum. Daha ziyade, özneler ile nesnelerin birleşmesinin politikaları ve
tarihleri kapsamında özel bir şekilde okunmaları, yorumlanmaları gerekir. Benim
vakamda, Kıbrıslı Türklerin yağmalanan nesneler (ganimetler) ile ilişkileri bir
egemenlik ediminin sonrasında kurulan türde bir birleşmedir:
Uzun süren bir toplumlararası çatışma sonrasında savaş ilen edilmesi, etnik
olarak tanımlanan iki toplum arasındaki ayrımı belirleyen bir sınırın inşa
edilmesi ve uzun süren olağanüstü hal [Agamben, Homo Sacer, Olağanüstü Hal].
Egemenliği insanlar ile şeylerin bu özel düzenlemesi kapsamında yorumlamak, söz
konusu ağı niteler ve tarihsel olarak konumlandırır. İnsan ile insan-olmayan
varlıkların bu belirli birleşimi -ki incelediğim de bu- hiç de yansız bir bir
birleş(tir)me değildir. Bilakis, bazı insanları ve şeyleri dışarıda tutarak,
onları dışlayarak yaratılmıştır: Buradaki vaka da egemenliğin bir işareti
olarak bir sınırın inşa edilmesidir. İnsanların, diğer insanlarla buluşması
yasaklanır; insanların kendi insan-olmayan eşyalarıyla birleşmesine izin
verilmez. Ayrıca birçok insan bizzat, öldürüldükleri için bu ağdan
dışlanmıştır. Bu nedenle, ağ her şeyi kapsayan, her şeyin dahil olduğu veya her
tarafa yayılan, aşkın bir fenomen olarak teorileştirilemez. Marilyn Strathern,
bir “ağı kesme” metodolojisi önerir [Cutting the Network]. Strathern,
Latour’un ağ anlayışının sınırsızlığında bir problem olduğu teşhisiyle şöyle
yazar: “Ağların kolu olsaydı kendilerini durdururlardı.” Benim araştırmamda
kesme işlemini gerçekleştiren bizatihi egemenliktir. Öyleyse Latour’un yatay ve
iki boyutlu ağ tahayyülünün, nitelenmiş, tanımlanmış ve yalnızca dikey olmayan,
çokboyutluluğa dayalı bir egemenlik ve tarih teorisiyle bütünleştirilmesi
gerekir.
194
Latour nesneleri vurgulayarak açıkça sosyal
teoride dilbilim sonrası ve yorumbilgisi sonrası bir değişiklik talep eder.
Aslında, Aktör-Ağ Kuramı’nı yapısalcılık sonrası ve yapıbozumla
ilişkilendirilen “dilbilimsel sapma”ya doğrudan bir saldırı olarak
yorumluyorum. Tartışmalı olmakla beraber, beşeri bilimlerde dil ve öznelliğe
özel bir önem atfeden toplumsal inşacılığın hâkimiyetine karşı (buradaki vakada
Thomas Kuhn’unkine çok yakın bir anlamda) yeni bir “paradigma”nın sınırlarını
tanımlama girişimi söz konusudur. Dil ağırlıklı olarak özneyi tanımlayan ve onu
diğer varlıklardan ayıran şey ise, Aktör-Ağ Kuramı’nı toplumsal inşacılığın
insan-merkezciliğinin bir eleştirisi olarak görüyorum. Dolayısıyla, nesne (veya
görünür madde ve kanıt) öncelik kazanırken, dil, temsil, imgelem, yorum ve
öznelere bu yeni metodolojide (Kuhn’un anladığı anlamda) “yer verilmez”. Bunu
bilgi üretimindeki bir yıkıntılaşma biçimi olarak ele alıyorum.
Nesneler insanlarla dilsel veya simgesel olarak
tarafsız bir alanda ilişkiye girmez. Bilakis nesneler dil aracılığıyla
tanımlanır. Dil-öncesi veya dil-sonrası olamazlar. Simgesel-olmayan da
değildirler. ... Latour nesnelerdeki politiği de konumlandırmak isterdi. Ama
sosyal bilimlerde dilbilimsel sapmaya yönelik saldırısıyla nesnelerin söylemsel
olarak da nitelendirildiğini içerimleyen teorik bakış açılarını silip süpürür
(veya yıkıntıya çevirir).
[Ses
her haliyle en az görüntü kadar mekansaldır ve bir araziyi işgal eder. Müzik
insandan önce de mümkündü çünkü Deleuze ile Guattari'nin aktardıkları bir
zoolojik anekdot, bazı ötücü kuşların arazilerine giren bir saldırgan ile
birlikte karşılıklı ötmeye başladıklarını, hangisi "iyi öterse"
diğerinin bölgeyi terketmek zorunda olduğunu gösteriyor: o halde kuş ötüşünde
indirgenemez bir "estetik değer" bulmak bir insanbiçimcilik yanılgısı
değildir. "İyi ötmek" diye bir şey vardır ve bu kuşlar arasında
"karşılaştırmalıdır". "Bu var... " dolayısıyla bizi
öncelikle doğaya göndermektedir ve belki de sanatımızın doğaya göre gecikmişliğine
denk olduğunu da gösterir.
Ulus
Baker, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,174,0,0,1,0]
Toplumsal analizin nesnesini (harfiyen ve maddi
olarak nesne diye tanımlayarak) yeniden oluşturmaya yönelik pragmatik girişimleri
bakımından insan-olmayan eyleyenler üzerindeki vurgusu önemsense de, Aktör-Ağ
Kuramı insan-olmayan varlıkları incelemeye yönelik dengeyi öyle bir
değiştirmiştir ki insanı araştıran tüm metodolojiler (özselci olmayan teorik
yaklaşımlar da dahil olmak üzere) girişimleri bakımından aykırı addedilir. Ya
da, Aktör-Ağ Kuramı çerçevelerinde insan tamamen ortadan kalkmadıysa da,
açıklamalarında son derece zayıflamıştır. Burada son derece tartışmalı bir
kavram olan “insan”ı eski konumuna getirerek, kesinlikle bir özne felsefesine
veya hümanist bir felsefeye geri dönüş çağrısında bulunmuyorum. Bilakis, teorik
dönüş beyanlarıyla bir kez daha ortadan kaldırılan şey üzerine düşünüyorum.
İnsana dair her türlü çıkarımdan (veya insan öznelliği veya içselliğiyle
bağlantılı herhangi bir şeyden) uzak durmaya çalışan Aktör-Ağ Kuramcıları,
imgelem veya duygular gibi, çağrışımları bakımından özellikle insanla
bağlantılı olan her türlü faillik konusunda da hayal güçlerini sınırlarlar.
Kendimizi bir Aktör-Ağ çerçevesi veya metodolojisiyle sınırlasaydık, insan
faktörlerine gönderme yaptığı gerekçesiyle her türlü duygu araştırmasını kendimize
yasaklardık.
195
[İngiliz coğrafyacı Nigel Thrift]
Aktör-Ağ kuramcıları,
... son derece haklı bir şekilde, merkezi bir öznenin hepsi üzerinde eksiksiz
bir tahakküm kuracağından korkarlar. Ama korkularının sonucu, Aktör-Ağ
Kuramı’nın özellikle insanın basitçe reddedilemeyecek ifade kapasitesini, icat
etme ve hikâyeleme gücünü, tüm şeylerin yavan ve düz bir şekilde beraber
yaşaması uğruna, göz ardı etmeye yönelmesi oldu. Ama neyi ilişkilendirmenin
mümkün olduğunu anlamak bakımından, özellikle de önceden var olmayan birçok
ilişkinin kaynağı olan imgelemin gücünü, “olmayan bir şeyi koyutlama
kapasitesini, bir şeyde ortada olmayanı görme kapasitesini” anlamak bakımından
insanın ifade etme güçleri önemli görünür. ... Bu süreçler nesnelerin dünyasına
ayrılmaz bir şekilde bağlanmış olsa da ona indirgenemezler.
Sosyal teoriye ve etnografik metodolojiye yaptığı
önemli katkıya rağmen Aktör-Ağ Kuramı, retoriği yüzünden, (özcü olmayan)
insansı imgelem ve duygu kapasitelerini değerlendirmeye katacak olan diğer
teorik yaklaşımlarla uzlaşmanın tahayyül edilmesini güçleştirir. Ama bu
tartışma aracılığıyla ulaşabileceğimizi kastettiğim şey tam da bu uzlaşmadır.
197
Duyguya ilişkin son kuramsal çalışmalar... [Nigel
Thrift, “temsili-olmayan duygu teorisi]. Bu tür yaklaşımlardaki dil önceliğinin
yerine araştırmacıların imgelemini, deneyimin dil(bilim)-öncesi ve
dil(bilimsel)-olmayan kayıtlarının incelenmesine açmak ister... Peki, ama duygu
veya duygulanım nedir?
“Duygulanım basitçe his değildir” der Thrift,
“birey-öznenin duygularına veya algılarına da indirgenemez.” Duygulanım geniş
anlamda duygulandırıcı bir alana gönderme yapar, ama kapsamı insan öznelliğinin
veya benliğin çok ötesindedir.
198
Aktör-Ağ Kuramı’nda olduğu gibi bu yaklaşımda da,
özne felsefesinin ötesine geçme çabası yüceltilir. Örneğin bunu Bruno
Latour’un çok ilginç bir açıklamasında öne sürdüğü Aktör-Ağ Kuramı “öznellik
niteliğinin dışarıya yeniden dağıtımı”na dairdir görüşüyle karşılaştırın [On
Recalling]. Duyguya ilişkin çoğu teorik çalışmanın, duyguya bu belirli
yönelişten önce, öznellik olarak adlandırılan öznenin iç dünyasına veya
içselliğine odaklandığına ben de tamamen katılıyorum. Dolayısıyla, ortaya çıkan
duygu teorileri, duygunun bir öznenin, öznelliğin veya psişenin kapsamı
dışında, yerler ve mekânlarda da araştırılabileceğini göstermektedir.
Thrift’in mekânsal duygu teorisinin esin kaynağı
doğrudan doğruya Deleuze’dür. Gilles Deleuze, öznel-olmayan duygu teorisini
Benedict de Spinoza’nın yapıtlarını yeniden okuyarak geliştirdi. Bu nedenle,
burada ele aldığım yeni duygu teorilerinde Deleuze dolayımıyla muazzam bir
Spinozacı etki söz konusudur. Düşünmeye ve bilinçli insana yegâne analiz
nesnesi olarak ayrıcalıklı bir önem atfeden Descartes’ın özne merkezli
felsefesine karşıt olarak Spinoza zihnin ve bedenin bütünlüğünü varsayar.
Spinoza’ya göre bilişi bedensellik veya fiziksellikten yoksun olarak tahayyül
eden her türlü felsefe isabetsizdir. Spinoza’nın okumasında, düşünce tutkulara
veya kendisinin ifadesiyle affectus’a (duygu) bulanmıştır. Duygular,
duygulanımlar, hisler öznel deneyime (ya da söyleme eklenebilecek duyulara)
gönderme yapıyorsa, Spinoza’nın anladığı anlamda affectus, öznenin
içinden geçen ama öznenin bilmediği bir duyumu ifade eder (Başka bir deyişle,
biliş tarafından veya düşünen, bilen ve konuşan özne tarafından dolayımlanmaz).
Spinoza’nın felsefesinde bir “öznellik eksikliği” vardır [Zizek, Bedensiz
Organlar].
Deleuze’ün kendi duygu teorisi bu
öznellik-sonrası yörüngeyi izler. “Duygular his değildir” der, “Onlar
aracılığıyla yaşayanların ötesine geçen oluşlardır (öteki olurlar).” Deleuze
insan bedenleri aracılığıyla hareket edebilen, ama ille de onlardan
kaynaklanmaları gerekmeyen duyumsal yoğunluklara gönderme yapar.
Duygunun (tekil olarak öznellik diye bilinen duygunun) referans noktası, bu
yaklaşımda kökten bir biçimde değişmiş ve çoğalmıştır; mekân ve çevre gibi
birçok diğer şeyi duygusal olarak okumayı mümkün kılmıştır. Böylece, Deleuzecü
yorumda duygu anlayışı herhangi bir öznellik teorisine, özellikle psikanalitik
bilinçdışı kavramına taban tabana zıttır.
199
Daha önce ileri sürdüğüm üzere, Aktör-Ağ
Kuramı’nın beşeri bilimlerdeki dilbilimsel sapmanın bir eleştirisi olarak
okunabilmesi gibi, Deleuzcü duygu dönüşümünü de beşeri bilimlerde söylem
analizinin merkezileşmesine verilen bir tepki olarak görmek mümkündür.
Gerçekten de, Deleuze ve Guattari’nin çalışması, psikanalize dolaysız bir
saldırı olarak okunabilir; dolayısıyla, dilbilime de açıkça eleştirel
yaklaşırlar. Guattari özellikle “Duygu söylemsel değildir” görüşünü öne sürer.
Dile dair değildir, dil-öncesi veya dil-dışına ilişkindir. Guattari bir duyumun
“teamülleri bakımından manzaralı veya bölgeselleştirici” olduğunu söyler. Onun
terimleriyle duygu, “bulanıktır ve atmosferiktir.” [teamül bir yerde öteden beri olagelen davranış,
gelenek]. Çevrenin ürettiği, söylemsel olmayan duyumdur. Bu nedenle, der Guattari,
“Bir duygu benimle konuşur ya da en azından benim aracılığımla konuşur.
Perdemin koyu kırmızı rengi, alacakaranlıkta, tan kızıllığıyla varoluşsal bir
bütünleşmeye girer; bundaki amaçsa, daha birkaç dakika önce dünyanın geri
dönüşsüz bir boşluğa batmasına izin vererek kendilerini benim zihnime
yerleştiren aşikârlıkları ve ivedilikleri değersiz kılan tekinsiz bir duygu
yaratmaktır. Öte yandan, diğer sahneler, diğer varoluş alanları, son derece
ayrımlaşmış duygular için tuval haline gelebilir.” [Ritornellos and
Existential Affects]. Guattari mekân ve zaman boyunca haritalanan bu tür
duygusal duyumları ritornello (nakarat) olarak veya “kendi içlerine
kapalı olan ve işlevleri varoluşsal duygulanımları dışarıdan harekete geçirmek
olan, yinelenen söylem dizileri” olarak adlandırır. Nakarat haline getirme,
duyular dünyasında bir “aura”nın doğuşuna dairdir. Dolayısıyla, Latour’un
“öznellik niteliğinin dışarıya yeniden dağıtılması” önerisine benzer şekilde,
Guattari de psikanalizin özne merkezli indirgemeciliğini terk edip, duygu
incelemesinde olanakların çokluğuna veya ayrımlaşmasına izin vererek çok fazla
şey öğrenebileceğimizi içerimler. Duygu öznellikten başka şeylere dair
olabilir.
Deleuze ve Guattari’nin duygu anlayışı, yönelimi
bakımından mekânsallık teorileri kadar açıktır. Kapitalizm ve Şizofreni’de
(2004) bu iki felsefeci, “kök” ile kendi tercih ettikleri “köksap” (rhizome)
kavramı arasında bir ayrım yaparlar. “Kök kitap” için kullandıkları metafor,
aşağıya, yere, toprağa doğru iyice kök saldığında, kollarını, dallarını
yukarıya doğru, dikey olarak yükselten ağaçtır. Deleuze ve Guattari’ye göre kök
kitap, Batılı düşünme tarzlarını simgeler. Kök, soyağacına gönderme yapar;
ağacın gökyüzüne doğru dallanıp budaklanmasını anlatır. Dikeyliği bakımından,
kök epistemolojisi, psikanalitik bilinçdışı kavramı da dahil olmak üzere, hafızaya
gönderme yapar. Deleuze ve Guattari, modern beşeri bilimlerin çoğunda -sadece
psikanalizde değil, biyolojide, arkeolojide, dilbilimde ve tarihte de- köklenme
eğilimleri saptar. Bu okumada kök, bir sistemin izini sürer, onu konumlandırır
ve yaratır, yapıları tanımlar. Deleuze ve Guattari bunun yerine bir alternatif
tahayyül eder: “köksap.” Her şeyden önce, köksaplar çokluğa dairdir; bir
mevkiye yerleştirilemezler, bir köşeye kıstırılamazlar, kontrol edilemezler,
engellenemezler veya konumlandırılamazlar. Ayrıca herhangi bir şekle, yapıya
büründürülemez veya bir hiyerarşiye oturtulamazlar. Özellikle de Deleuze ve
Guattari’nin modernitenin dikey veya düşey imgelemi olarak algıladıkları şeyle
taban tabana zıt olan köksap, bir “iz değil, haritadır” ve izi yapıyla,
belirlilikle, kesinlikle ve soyağacıyla ilişkilendirirler. Dolaysıyla, “köksap
soyağacı karşıtıdır”. Bu tür açıklamalar, Deleuze ve Guattari’nin duyguyu
köksap biçiminde kavramsallaştırdığını veya duyguyu bizatihi her yerde olan,
sürekli hareket halindeki konumlandırılamayan köksap olarak gördüğünü
içerimler.
200
Böylece Deleuze ve Guattari, bizden düşünmemizin
yönünü tersine çevirmemizi ister; şeylerin yere kök salarak temellendiği
dikeyci bir tahayyülden sonsuz, uçsuz bucaksız ve sınırsız bir “yayla”
metaforuna geçmemizi isterler. “Bir yayla daima ortadadır, başlangıçta veya
bitişte değildir. Bir köksap” olasılıklar çokluğuna olanak tanıyan “yaylalardan
oluşur”. Thrift, Deleuzecü bu yataylığı (“arkeolojik” tahayyüle karşı)
“kartografik” tahayyül olarak inceler.
202
... bir yıkıntının bazı bakımlardan rizomatik
olduğunu söyleyebiliriz. Ama yıkıntı aynı zamanda köklere dairdir de, zira
tarihsel bir olayın izi olarak konumlanmıştır. ... [Yıkıntı] Bilinçdışında
izler bırakır. Öyleyse yıkıntı, Deleuze ve Guattari’nin paradigma oluşumuna
(veya benim yıkıntılaş[tır]ma olarak adlandırdığım şeye) karşıttır. Aynı anda
hem dikey hem de yataydır; hem kök hem de köksaptır.
Bazı duygular yıkıntılara bizatihi onları üreten
veya onların arasında yaşayan özneler tarafından mı yansıtılır? Yoksa
yıkıntılar kendi duygularını mı yayarlar? Bir kez daha, her ikisinin de aşikâr
olduğunu öne süreceğim. Paradigma oluşumu öznellik ile duyguyu karşı karşıya
getirir, karşıtlaştırır, sanki biri diğerini geçersiz kılıyormuş ve kişi, özne
merkezli ve nesne yönelimli teorik yaklaşım kampları arasında bir seçimde
bulunmak zorundaymış gibidir. Ama ne etnografik araştırmamda ele aldığım
yıkıntı ne de bu yıkıntının etrafındaki insanlar kendi başlarına ve
kendilerince duygusaldır; bilakis duyguyu “ilişkisel” olarak üretir ve
aktarırlar.
203
Etnografya, paradigma düzeneğine karşıttır;
imgelemin tüm kapsamlarının el altında olmasını ister.
204
[Ganimetler, yıkıntı] ... “yitirilen nesne”
sadece kişi (buradaki vakada bir Rum) değildir. Bilakis, buradaki vakada
yitirilen nesne (kişi) edimsel bir maddi (veya insan-olmayan) nesne biçiminde
(örneğin bir ev eşyası, zeytinlikler veya hayvanlar gibi) melankoliğin
yaşamında mevcuttur. Bu nesne (ister bir mobilya isterse evin kendisi veya
üzerinde inşa edildiği arazi olsun) onu kullanan veya orada ikamet eden
insanlara kendisinin asıl sahibinin kaybettiği bir şey olduğunu hatırlatır.
Öbür toplumun fertlerinin (vakamızda Kıbrıslı Rumların) deneyimlediği bu kayıp
duygusu, arkalarında bıraktıkları mekânlarda ve nesnelerde tekinsiz bir şekilde
devam eder. ... Burada, melankoli nesneler ve insan-olmayan çevreler
aracılığıyla dolayımlanır. ... Kıbrıslı Türk mültecilerin de güney Kıbrıs’ta
kişisel eşyalarını, evlerini ve toplumlar arası çatışma ve savaş boyunca
Kıbrıslı Rumlar tarafından vurulan kendi insanlarını kaybetmekten kaynaklanan
kendi melankolileri vardır. ... Öyleyse melankoli, hem içsel hem de dışsaldır.
Aynı anda hem öznelliğe hem de nesnelerin dünyasına gönderme yapar.
Sekizinci Bölüm
Ev, Hukuk ve Tekinsiz
207
[dipnot 1: Kıbrıslı Türkler, Dohni’yi Rumların
kendilerine yaptığı en büyük katliam yerlerinden birisi olarak bilirler.]
209
... inşa edilmiş çevrenin ve sahiplenilen maddi
nesnelerin ürettiği duygu. Başka insanların hayatlarının izlerini taşıyan evler
ve nesneler aracılığıyla aktarılan enerjiyi inceleyeceğim.
210
... insanların kullandığı eşyaların sadece (maddi
kültürün antropolojik konuları olarak incelenen hayaletler, ruhlar veya
ataların eylemliliği gibi) “kültürel” bir eylemlilikle yüklü olmadığını,
politika ve hukukun eylemliliğiyle de yüklü olduğunu öne sürmek istiyorum. İnşa
edilmiş çevre ve maddi nesneler, politik ve hukuki olarak dolayımlanan duygunun
aktarımcılarıdır.
212
Latife kendisine bedava kullanılmış giysi
verilmesinden hoşlanıyordu... Başka insanların hayatlarının izini taşıyan
kullanılmış şeyleri kullanıyordu.
unheimlich
(ürpertici, tekinsiz)
unhomely (yuva
hissi vermeyen ev)
214
“Tekinsiz, bir zamanlar çok iyi bilinen ve uzunca
bir süredir tanıdık olan şeye geri dönen ürkütücü türden şeydir.” [Anthony
Vidler]
Yeni
Dalga bütün olmayan mekanlara neden yöneliyordu? --planları kırıp parçalayarak,
çekimlerin "belli bir yerdeliğini" imkansız kılarak,
bütünleştirilebilir-olmayan mekanları elde etmek için: işte Bu yüzden Godard'ın
filmlerinin geçtiği mekanlar genellikle tamamlanmamış, inşaat veya çözülme
halinde mekanlardır: Horgörü'deki henüz inşa halindeki daire... ve çerçevesiz
kapılar...
İlk iki
uzun filmi, Nefes Nefese ile Soytarı Pierrot, bir taraftan bu belirsiz
mekanlarda sürekli bir gezinti, dolaşma ve yolunu kaybetme halindeyken, öte
taraftan başlarına gelen olaylardan sanki hiç etkilenmiyorlar --aşktan,
ihanetten hatta ölümden bile... sürekli bir "karanlık olaylar"
silsilesi içinde yaşıyorlar sanki...
Çünkü,
Charles Péguy'nin bir şiirinde söylendiği gibi: "Paris n'appartient à
personne", Paris kimseye ait değil... Yeni Dalgacılar Paris'i kısa
filmlerle çekmek üzere biraraya geldiklerinde ortaya çıkan sonuç Paris'in
kimseye ait olmadığıydı. Bu durumun bütün "siyasi" imalarını saklı
tutuyoruz --ya da yalnızca değinip geçiyoruz: o Paris ki asırlar boyu
"bize ait" diye defalarca ilan edilmişti --"bize", yani kimseye
değil, halka (le Peuple ile Komünler)...
Ulus Baker, Neden Godard? (I),
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,185,0,0,1,0
215
Bir şey ancak rasyonellik alanında deneyimlenirse
tekinsiz olabilir...
Kuzey Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklerin yaşadığı bu
tür sahiplenilmiş Rum evlerinde tekinsiz, (sıcak, huzurlu bir) yuvaya sahip
olma gündelik deneyiminin ayrılmaz bir parçasıdır. Rumların arazilerinin ve
mülklerinin tahsis edildiği Kıbrıslı Türkler için tekinsiz, huzur vericinin
karşıtı olmaktan ziyade, evin bir boyutudur.
216
Kıbrıslı Tükler akşamları (çoğunlukla plastik
olan) sandalyelerini avlularına veya evlerinin ön kapısına bakacak şekilde
koyup, sırtlarını sokağa vererek, evlerinin içine veya evlerine doğru bakacak
şekilde otururlar.
217
Sanki Kıbrıslı Türkler evlerine girmiş,
kendilerini içeride gizlemiş, dış dünyaya sırtlarını dönmüş gibilerdir ve
konutlarının içinin temizliğine ve düzenli, tertipli olmasına yoğun bir ilgi
gösterirler. ... evlerinin temizliğine gösterdikleri özel ve aşırı özende, dile
getirilmeyen bir çabayı, “yuva hissi vermeyen bir evi” bir “yuva”ya çevirme
çabasını saptıyorum.
218
“Bu eve yatırım yapayım desem, uzun vadede evin
bende kalıp kalmayacağından emin değilim” dedi Nezih. ... Mutfak duvarlarındaki
fayanslar kırıldığında yenilemiyorlardı. Zemini, balkon korkuluklarını veya
başka yerleri de yenilemiyorlardı. Ayrıca yeni mobilya da almıyorlardı.
219
Ev alışkanlıklarını ve evin bakım onarım işlerini
Christina ile kurdukları hayali bir ilişki aracılığıyla düzenliyorlardı
(Christina, bodrum katta buldukları albümlerden yola çıkarak evin eski sahibi
olduğunu düşündükleri kişinin adı); nelerin Christina’nın hoşuna gideceğini
veya onu sinirlendireceğini değerlendiriyor, onun evini makul ölçüde bakımlı
tutmaya özen gösteriyorlardı.
220
[25. dipnot] 2003’te sınırdaki kontrol noktaları
açıldığında, Christina kocasıyla birlikte gelip aileden kalma evini, Nezih ve
ailesinin 1974’ten beri yaşadığı evi ziyaret etti. Nezih bodrumda bulduğu ve
sakladığı onlara ait fotoğrafları verdi. O zamandan beri bu iki aile, birbirlerini
güneyde ve kuzeyde düzenli olarak ziyaret ediyorlar. Henüz hiçbir müzakere
Kıbrıs’ta iki yönetim arasında bir çözüme ulaşmadı ve Nezih ailesiyle birlikte
Christina’nın evinde yaşamaya devam ediyor.]
221
[Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, -doğduğumuz
ev-] “Biz, o evde ikamet etme işlevlerinin diyagramıyız; bütün öteki evler de,
temel bir motifin çeşitlemelerinden başka bir şey değildir. Alışkanlık sözcüğü,
o unutulmaz evi hiç unutmayan evimizin bu tutkulu bağını dile getiremeyecek
kadar yıpranmış bir sözcüktür.”
Ama Bachelard’ın tersine, bir antropoloğun
felsefesi, ampirik etnografik malzemeden türemelidir.
222
... Bachelard’ın ev-yuva tahayyülünün özel bir
Avrupa orta sınıf bağlamına konumlandığını öne süreceğim.
223
embriyona özgü bir sıcaklık
Tekinsiz, hortlağımsı veya hayaletimsi olmaktan
ziyade, elle tutulur ve aşikârdır: Tutulabilir, dokunulabilir, kullanılabilir,
üzerine oturabilir, üzerinde uyuyabilirsiniz. ... Kıbrıs evinin politik ve
hukuksal bir kurum olduğunu öne sürüyorum.
224
İTEM - İskân, Topraklandırma ve Eşdeğer Mal
Yasası
[YSD - Yasaklı Dağlar Dairesi
Başkanlığı]
225
... İTEM Yasası da Avrupa’nın hukuki pratiklerini
taklit eder veya kendisine onu model alır. ... Burada ilginç olan nokta ...
kuzey Kıbrıs’taki diğer yasalar gibi İTEM Yasası’nın da Avrupa-Amerikan
yasasına içeriden karşı çıktığı: Bir yandan Avrupa-Amerikan hukukunun
araçlarını ve üslubunu taklit ederken, diğer yandan da onlarla bir şekilde
dalga geçer.
226
Mülk paylaştırma sistemi, zenginin zengin
kalmasını, yoksulun da yoksul kalmasını sağlayacaktı...
232
Hal Foster
Dokuzuncu Bölüm
Savaş Koleksiyonları ve Duygunun Elle Tutulurluğu
233
Duygu genellikle soyutlama çağrıştıran, gayri
maddiliğe dayalı tahayyüller ve görünmezliğe dayalı kavramsallaştırmalar akla
getiren metaforlar aracılığıyla kuramsallaştırılır. [Freud, bilinçdışı] Bu
klasik yorumda duygu, öznenin içindeki temel bir öze gönderme yapar veya bu
maddi olmayan boşluktan doğar. Bu öznel öz organik değildir; fiziksel,
fizyolojik ve cisimleşmiş olarak kavramsallaştırılması beklenmez.
Sosyolojik gelenekte de duygu soyuttur, gerçi bu
kez öznelliğe dair değildir, daha ziyade toplumsal kategorisine indirgenmiştir.
[Ulus Baker (?), Kanaatlerden İmajlara - Duygu Sosyolojisine Doğru, vd.].
Durkheim, tartışmalı bir şekilde toplum teorisini bir duygu anlayışına
dayandırır. Toplumdan “bir enerji akımı [öyle ki] [...] bize dışarıdan gelen”,
bir insan topluluğunu yöneten ve ayakta tutan bir dış güç olarak söz eder.
...
Durkheim'ın "yöntembilimsel" bir ayrımı -Tarde'ın deyişiyle
"haksız olarak"- ontolojik bir ayrıma vardırdığını görürüz: Önce
toplumbilimle psikolojinin "nesne"leri yöntembilimsel olarak ayırt
edilir; ardından her türlü "bireysel" ve "kişisel" eylem
psikolojinin alanına bırakılarak, bireysel ile kolektifin iç içe geçebildiği
ara alanlar yok edilir. ... bu tasarımda yok edilen, özellikle
"siyasal" adını verebileceğimiz eylem türüdür. Toplumbilim
disiplinleri, Durkheim'ın etkisiyle, ancak "toplumsal bir hareket"e
bağlanan eylemleri meşru araştırma nesnesi olarak görmekte, aktörleri tek
başlarına hareket eden "isyan", "protesto" ve
"şikayet" eylemlerini göz ardı etmekte ya da başka alanlara (sosyal
psikoloji ve psikiyatri) devretmektedir. (Ulus Baker, Siyasal Alanın Oluşumu
Üzerine Bir Deneme, Paragraf Yayınevi, Ankara 2005, s.16)
Durkheim,
sosyolojinin alt dalları arasında "siyaset sosyolojisi"ni saymaz. Bu
basit bir "unutma" olayı değildir. Böyle bir disiplinin, o dönemin
siyasal konjonktürlerini kavrayacak düzeyde gelişmemiş olmasının verdiği bir güvensizlik
de söz konusu değildir. Tarde'a göre bu, Durkheim'ın düşüncesinin bir kör
noktasıdır. (37) Olguların değil "kazalardan",
"olaylardan", "akışlardan", "etkileşimlerden",
kamuoyunun dalgalanmalarından, devrimlerden ve kavgalardan oluşan bir alan, bir
Durkheim toplumbiliminin nesnesi haline zaten gelemezdi. Suçbilimci, yargıç
kâtibi, taşralı "ütopyacı" düşünür Trade, elbette toplumbiliminin
nesnesini "kazalar"ın dünyasından seçecektir. Dalgalanma ve tesadüf,
yani tarihsel akışın Hegel'den bu yana fark edilmesi pek mümkün olmayan
biçimleri, insanların "sonsuz küçüklükler"e varan istek karmaşaları,
psikolojik "iç dünya" ile "sosyal olgular"ın "dış
dünya"sının birbirlerini itmedikleri, dışlamadıkları alacakaranlık
alanlar. (Ulus Baker, Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme, Paragraf
Yayınevi, Ankara 2005, s.36)
234
Marilyn Strathern, Alfred Gell ve Bruno Latour’un
çalışmaları... Duygunun elle tutulurluğuna ilişkin araştırmam bu çalışmalara
dayanıyor. Ama bu çalışmalarda dil, öznellik ve metinsellik paranteze alındığı
(veya göz ardı edildiği) için, (duyguda ortaya çıkardığım şey olan) bu
potansiyelin nasıl niteleneceğini ve dolayımlanacağını veya nasıl
anlamlandırılacağını kestirmek zordur. ... Duygu nasıl nitelendirilir?
Nesnelerin yaydığı duygulara nasıl anlam kazandırılır? Maddiliklerin yaydığı
duygular bir şeyi ifade etmeye nasıl başlar?
235
... Tarde’ın “taklit etme”, “kötü etkilenme” ve
“telkine açıklık” kavramlarını ele alacağım.
[Lisa Blackman] Psychologie
Economique’te Tarde (1902) yazdığı dönemde baskın olan psikoloji
anlayışlarını ele alarak, ekonominin öznel boyutlarını anlamanın önemini
vurgular. Bu, soyutlanmış, kendi içine kapalı bireyin karakterize ettiği
bireysel psikolojiyi inceleme meselesi değil, daha ziyade bir “psikolojiler
arasılık”tır [...] buna göre, özneler etkilemeye ve etkilenmeye açıktır.
Tarde’a göre, iktisatçıların tedavüle soktuğu yabancı ve soyut bir kavram olan İktisadi
İnsan, “kalbinde insani hiçbir şey olmayan bir insanı” özetler. [...]
Tarde’ın formülleştirmelerinin merkezinde olan ve onu psikolojik ile sosyolojik
arasındaki etkileşim ve birbirine nüfuz etme meselesini ciddiye almaya
yönelten, kalp sorunudur, his, duygu ve arzu meselesidir.
Tarde bir özneler arasılık kuramcısıdır. Başka
bir deyişle, incelemelerinin merkezine ilişkiselliği koyduğu ölçüde,
araştırdığı ilişkiler özneler arasındaki ilişkilerdir ya da daha doğru bir
ifadeyle, öznelerin zihinsel halleri ile psikolojileri arasındaki ilişkilerdir;
dolayısıyla, Tarde’ın “zihinsel aktiviteler arası” ve “psikolojiler arasılık”
anlayışları. Bu nedenle, Tarde için duygunun sadece insanlar arasında aktarılan
bir enerji olduğunu öne sürebiliriz. Onun çizdiği resimde çevresel, mekânsal
veya maddi dünyaya yer yoktur. [Burada Tarde’ın
“nesnelerle” ilişki kurmasını beklemek biraz acelecilik olarak
değerlendirilemez mi? Modern özne-nesne ayrımında nesnelerin-doğanın öznelerin
failliklerine henüz kayıtsız olduğunu, Ancak, Bruna Latour’un da
belittiği gibi, nesnelerin de bir fail olarak [son 100 yıl içerisinde (?)]
öznelere yanıt vermeye başladığını düşünecek olursak, Tarde’ın henüz bu
koşulları algılamasını (1902) beklemek doğru olur mu? Çünkü günümüz
koşullarında Tarde’ın -metodolojisi göz önünde bulundurulduğunda- nesneleri
değerlendirme dışı bırakacağı düşünülemez].
236
Latour’un öne sürdüğü gibi, Tarde’da insan
faaliyeti için bir tür bağlam işlevi gören bir toplum teorisi yoktur. Bunun
yerine, benim de dikkat çektiğim gibi, Tarde’ın sosyolojisi etkileşimi
vurgular. Tarde’ın zihinler arası veya psikolojiler arası olarak adlandırdığı,
bir özne ile diğeri arasında taklit yoluyla aktarılan şeye odaklanır. Bu çoklu
taklitler asla Durkheim’da olduğu gibi “toplum”a benzer herhangi bir şeye veya
herhangi türden bir kitlesel veya birbirine bağlı bir topluluğa karşılık
gelmez. Daha ziyade, Tarde’da mikro-etnografik bir etkileşim düzeyinde
tutuluruz. Tarde’da duygu, bir insan ile diğeri arasındaki bu zihinsel veya
psikolojik etkiler aracılığıyla ve diğer insanlarla kurulan sonsuz küçüklükte
bağ(lantı)lar aracılığıyla aktarılan şeydir.
Tarde’ın yapıtında, duyguya öznellikler arasında
aktarılma niteliği atfedildiğini öne sürüyorum. ... Duygunun özneler arasındaki
aktarımlarında Tarde genellikle taklidi, yankılamayı, uyumu ve uyum
gösterilebilirliği tahayyül eder. [“taklit etme” -> “zincirleme seyreden
etki”]
[“Taklit” kavramının
Tarde’ın sosyolojisindeki merkeziliği, Terry Clark:] Taklidin birey açısından
nihai sonucu “zihinsel bir print”dir, yani bir fotoğraf baskısına benzeyen bir
zihin baskısı, zihindeki bir izlenimdir.
... ilişkisellik yoluyla aktarımın öncelikle
etki, izleme, yineleme ve yeniden üretim terimleri kapsamında incelenmesi
nedeniyle Tarde’ın duygu teorisinde bir muhafazakârlık unsuru bulduğumu
[söylemeliyim]. ... [: Etki altında olma, taklit etme ve yeniden üretme; en
güçlü olanın fikirlerine riayet etme]
[Koleksiyonlar... Nesnelerin hiçbiri satılık
değildi.]
… arşiv sanatı “postprodüksiyon” (prodüksiyon/yapım sonrası)
olduğu kadar “prodüksiyon öncesi”dir de, yani bir kez daha kalkış noktaları
önerebilecek tamamlanmamış başlangıçlara ya da eksik projelere (hem sanatta hem
de tarihte) çekilir. s.40
Arşivci
olarak sanatçı etnograf olarak sanatçıdan da ayrı görülmektedir: Etnograf
olarak sanatçı çoğunlukla saha çalışmasının eşsüremli bir düzeninde marjinal
kültür biçimleriyle ilgilenirken, arşivci olarak sanatçı araştırmanın
artsüremli bir ekseninde tali tarihsel malzemelere yönelir. s.41
Modernlik
tarihin izlerini silerken bile, kendi eşitsiz gelişimini, daha doğrusu eşitsiz
bir şekilde enkaz derekesine düşüşünü teşhir eden “askıya alma noktaları”
üretir. [Joachim] Koester'i cezbeden “kör noktalar” bu kapsamdadır. Bir tür
oksimoron olan bu terim normalde gözden kaçan ama yine de içgörüler
sağlayabilecek alanları akla getirir. Koester'e göre bu noktalar yerli yerine oturmamıştır,
gündelik tarihsel bilinçdışının semptomudur, bayağı ile tekinsizin alışılmadık
bir karışımıdır. s.59
“Bağlantılandırılamayacak
olanları bağlantılandırma” istenci: Hirschhorn'un bu ifadesi burada ele alınan
diğer arşiv sanatçıları için de geçerlidir. Fakat daha önemlisi, bu bir
totalleştirme buyruğu değildir; daha ziyade, basitçe bir bağlantılandırma
isteğidir: Yerini şaşırmış bir geçmişi eşeleme, o geçmişin izlerinden
bazılarını harmanlama, şimdiye nelerin kaldığını saptama isteğidir. s.66
Hal
Foster, Yeni Kötü Günler (2015), İkinci Bölüm: Arşivsel, (Çev. Ferit
Burak Aydar), Koç Üniv. Yayınları, 2017 İstanbul
242
... Batı tarzı müzelerde saklanan, tozlanan ve
korunan nesnelerin tersine, bu koleksiyonların ikisindeki nesneler, kendi yaşam
akışlarında organik olarak çürümeye terk edilmiştir. Başka bir deyişle,
koleksiyoncuları, bu kalıntılara yaşlanan canlı varlıklar gibi davranır.
Paslanmalarına izin verirler; toz tutmalarını engellemezler. Bu nesnelerin
iğrenç özellikleri, hoşa giden, arzu edilen yönlerinden ayrılmaz.
Uzlaşımsal antropoljik güzergâh...
243
... duygu (sırf gayri maddi değil) maddidir de,
ama onu deneyimleyen belirli insanlar tarafından dolayımlanır ve nitelik
kazanır.
Kendilerini yorumbilgisi ve yapısalcılık sonrası
teorinin metinselliğinden radikal bir biçimde uzaklaştıran çağdaş duygu
kuramcılarının çoğu, duyguyu yorumlama veya ona bir anlam atfetme girişiminden
uzak durmuştur. Benzer şekilde, nesnenin potansiyeline ilişkin çalışmaların
sayısı giderek artmakla birlikte, bu potansiyelin neye dair olduğunu veya
yorumlardan nasıl etkilenebildiğini açıklayacak bir araç yoktur elimizde. ...
Soru bakidir: Duygunun niteliği nedir? Ya da duygu nasıl nitelik kazanır?
Tarde’ın bunun için bir yanıtı vardır. Duygu aktarımını incelemek için
kullandığı metaforların hepsi şu nitelilerdir: taklit edilebilirlik, ritmik,
bulaşabilir, etkileyebilir, etkilenebilir. Tarde’da “zihinler arası”,
iletişimin yankılanması için, kabul etmeye dayalı yeniden üretim için,
etkilenmeye dayalı yineleme ve takip etme için bir eksendir. ... Bununla
birlikte, onun teknik terimlerinin olanaklı kıldığı yegâne nitelikler, uyum ve
yankılamadır.
244
Burada yazdıklarım, özel türde bir duygu
aktarımına dairdir. Bu, Tarde’ın “zihinler arası” aktivite veya “psikolojiler
arasılık” kavramlarında olduğu gibi sadece özneler arasında değil, nesneler,
genel bir atmosfer veya çevre ve özneler arasındaki bir duygu aktarımıdır.
245
... nesneler ve maddi bir çevre duygu üretebilir,
ama ancak insanlar tarafından dolayımlandıklarında bunu yapabilirler. [O zaman tekrar
başa dönmüş olmuyor muyuz? Aydınlanma’nın özne-nesne ayrımına? ...]
Son Söz
247
Duygular karmaşık ve değişken fenomenlerdir.
Herhangi aleni bir duygu kendi içinde sayısız ayrım barındırabilir. Ayrıca
duygular zaman içinde dönüşebilir, başkalaşabilir ve yeni şekiller veya renkler
alabilirler. Bu durum, bu kitapta mekân, maddilikler ve çevre ile olduğu kadar
politika, yönetim şekli ve bizatihi yönetim ile ilişkili olarak tanımlanan
duygular için geçerlidir.
250
Kıbrıslı Türkler, kuzey Kıbrıs’ta Türkiyeli
yerleşimciler karşısında giderek azalan nüfuslarına dair tahminlerde
bulunuyordu. ... ada nüfusu üzerinde oynanan demografik bir oyun... [Appadurai]
253
Bu kitabın malzemesi 1998 ile 2003 yılları
arasında kuzey Kıbrıs’ta yaptığım alan araştırmasındaki gözlemlerime dayanıyor.
Kaynakçanın hatırlattıkları:
Appadurai, Arjun. The Social Life of Things:
Commodities in Cultural Perspective. Cambridge, 1986
Bachelard, Gaston. Mekânın Poetikası.
İthaki, 2013
Bourdieu, Pierre. Ayrım: Beğeni
Yargısının Toplumsal Eleştirisi.
Heretik, 2015
Butler, Judith. İktidarın Psişik Yaşamı:
Tabiyet Üzerine Teoriler. Ayrıntı, 2005.
Deleuze, Gilles. Foucault. Norgunk, 2013.
Derrida, Jacques. “Yasanın Gücü: Otoritenin
Mistik Temeli”. Şiddetin Eleştirisi Üzerine, 43-133. Metis, 2010.
Foucault, Michel. Kelimeler ve Şeyler. İmge,
2015.
Kristeva, Julia. Korkunun Güçleri. Ayrıntı,
2004.
Kuhn, Thomas. Bilimsel Devrimlerin Yapısı. Kırmızı,
2014.
Lacan, Jacques. Psikanalizin Dört Temel
Kavramı. Metis, 2014.
Latour, Bruno. “On Recalling Ant.” Actor-Network
Theory and After. 15-25. Oxford: Blackwell, 1999.
Reassembling
the Social: An Introduction to Actor-Network Theory. Oxford, 2005.
Negri, Antonio. “The Specter Smile.” Ghostly
Demarcations: A Symposium on Jacques Derrida, 5-16, Londra: Verso, 1999.
Spinoza, Benedict. Ethica, Çev. Çiğdem
Dürüşken, Alfa, 2014.
Tarde, Gabriel. Ekonomik Psikoloji. Öteki,
2004.
Zizek, Slovoj. Bedensiz Organlar. Monokl,
2015. İdeolojinin Yüce Nesnesi. Metis, 2015.
.
.
.